19. Türkiye / Almanya Film Festivali Seçici Kurulları Ödülleri Açıkladı

19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nin üç farklı jürisi ve seyircileri değişik kategorilerde ödüllerini açıkladı. Deniz Akçay Katıksız’ın Köksüz adlı uzun metraj filmi 19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nin En İyi Filmi seçildi. En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü İsrail’den Doron Amit, yönetmenliğini Julia von Heinz’in yaptığı Hanna’nın Yolculuğu (Hannas Reise) adlı filmindeki üstün performansından dolayı aldı. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise oyuncu Lale Başar’e verildi. Mahmut Tali Öngören Ödülünü yönetmenliğini Mo Asumang’ın yaptığı Ariler (Die Arier) adlı film aldı. 19. Türkiye / Almaya Film Festivali seyirci ödülünü ise yönetmenliğini Atalay Taşdiken’in yaptığı Meryem adlı film aldı.

19. Türkiye / Almanya Film Festivali Seçici Kurulları Ödülleri Açıkladı yazısına devam et

3. Altın Diş Film Festivali

Türkiye’nin en köklü diş hekimliği fakültesi olan İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Sinema Kulübü iki senedir düzenlemiş olduğu Altın Diş Film Festivali’nin üçüncüsünü bu sene 28 Nisan – 02 Mayıs 2014 tarihleri arasında gerçekleştiriyor. Festival kapsamında düzenlenecek yarışmaya katılacak filmlerin jenerik dahil en fazla 20 dk. uzunluğunda olması gerekiyor. Yarışmaya katılacak yönetmenlerin, filmleriyle birlikte en fazla 6 ay geçmiş tarihli öğrenci belgesi yollamaları gerekiyor. DVD formatındaki film kopyalarının en geç 07 Nisan 2014 Pazartesi gününe kadar İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi adresine gönderilmeleri isteniyor.

3. Altın Diş Film Festivali yazısına devam et

Sevgi Adalarına ve İnsana Yolculuğun Bilimkurguları: Tarkovsky

Sinemanın en özel yönetmenlerinden Andrei Tarkovsky’nin “Solaris” ve “İz Sürücü” bilimkurgularında insanın geçmişi ve iç dünyaları uzun bir yolculukla beyazperdeye aktardı. Bu büyük ustanın her filmini her izleyişte o katmanlarının arasında daima yeni keşifler yapıyorsunuz.

Rusya’da 4 Nisan 1932’de dünyaya gelen Andrei Tarkovsky, 26 Aralık 1986’da sürgündeyken Paris’te öldü. Kısa filmlerin ardından Venedik’te “Altın Aslan” ödülü alan 1962 yapımı “Ivanovo Detstvo-İvan’ın Çocukluğu” adındaki İkinci Dünya Savaşı filmini siyah-beyaz çekti. 1966’da sansüre uğrayan sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli “Andrey Rublev” biyografik filmini yaptı. 1972’de sinemaskop teknikteki renkli ve siyah-beyaz bilimkurgusu “Solyaris-Solaris” filmi geldi. 1975’te öz yaşam öyküsü sınırlarında dolaşan renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmini yaptı. 1979’da ikinci bilimkurgusu geldi. Siyah-beyaz ve renkli “Stalker-İz Sürücü” filmiydi bu. “İz Sürücü” filmi, Tarkovsky’nin sansürle son savaşıydı Sovyetler’le. 1980’lerin başında Avrupa’ya gitti. 1983’te İtalya’da “Nostalghia-Nostalji” filmini çekti. Ardından 1986’da “Offret-Kurban” filmini yaptı. İsveç’te çektiği “Kurban”, ustanın son filmi oldu. Kanserle savaşıyordu. Ardından vefat etti. Ustanın “Mühürlenmiş Zaman” ve “Zaman Zaman İçinde” kitaplarını da okumuştuk.

“Solaris…”

Büyük usta Andrei Tarkovsky’nin 1972 yapımı filozof filmi “Solyaris-Solaris”, sinemanın önemli bilimkurgularından. Mosfilm’in sunduğu bu film Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in romanından uyarlandı. Polonyalı yazar Lem’in (1921-2006) kitapları İletişim Yayınları’ndan çıkıyor. Lem’in “Solaris” bilimkurgusu aynı yayınevinden Şubat 2014’te yayımlandı. Senaryoyu yönetmenle beraber F. Goren Stein yazmış. Filmin sinemaskop görüntüleriyse Vadim Yusov’tan. Müzikleri de Eduard Artemyev bestelemiş. Siyah-beyaz ve renkli görüntüler filmde iç içe yansıyor. Tarkovsky, bu filmin çekimleri sürerken, kameramanı Yusov’la sert tartışmalara girmiş estetik anlamda. Filmi izlerken fark edeceksiniz belki. Yusov filmde “sert zum”lu çekimler denerken, kamerayı da çok sert ve öfkeli sağa ve sola çevrindirerek (pan yaparak) Tarkovsky’ye keder vermiş filmin çekimleri boyunca. Tarkovsky, filmin daha geniş açıyla sinema perdesinde alabildiğine daha büyük görünmesini hayal etmiş. Ama bu kameramanı aşamamış. Öfkemizi bu kameramana gönderiyoruz. Bu kameramanı kimse hatırlamıyor. Ama Tarkovsky sonsuza kadar yaşayacak sinemada.

Film, kır evinin göl kıyısında açılıyor. Psikolog Kris Kelvin (Donatas Banionis), babasının evine gelmiş Solaris gezegenin yörüngesindeki uzay istasyonuna gitmeden önce. Kris’in bakışıyla göl ve doğa yansırken, dünyamıza benzeyen dünya var mı, diye düşünüyorsunuz kâinatta. Doğa, natüralist bir tablo gibi yansıyor. Bu mavi gezegende sadece insanlar değil, tüm canlılar, bitkiler ve birçok şey aynı anda aynı oksijeni soluyorlar. Hayatın anlamı, kederleri ve romantizmi, uzayın boşluğunda dünyamıza benzeyen bir şeyler olabilir miydi? Alışkanlıklarımızı sürdürebilir miydik? Sonradan suları yapışkanlaşmış okyanus gezegeni Solaris’te Dünya’daki her şey mümkün olur muydu? Yağmur başlıyor. Kris, dışarıda kahvaltı masasına oturuyor, masaya hüzünle bakıyor. Belki de içindeki huzursuzluk, geçmişindeki acılarla beraber Solaris’e uzun yolculuk. Solaris’te yirmi yıl kadar önce tuhaf deneyimler yaşamış pilot Anri Berton da kızıyla bu kır evine ziyarete gelmiş. Solaris yörüngesine gidecek Kris’e yirmi yıl önce bir toplantıdaki CD’den siyah-beyaz görüntüleri gösteriyor Berton (Vladislav Dvorzhetskiy). Gezegende anlaşılması zor değişiklikler olmaya başlamış. Berton, toplantıdaki bilim insanlarına anlamakta zorlandığı gezegendeki dönüşümleri anlatırken, gezegenin insan duygularından adeta beslendiğini hissetmeye başlıyorsunuz. Solaris, insan duygularıyla bambaşka bir şeye mi dönüşüyor? Gezegende önce sis yığını oluşmuş. Pilot Berton irtifa kaybettikten sonra okyanus gezegeninin suları yapışkan olduğunu fark etmiş. Sonra doğayı, ağaçları görmüş. Berton, bunlar olurken her şeyi kamerayla kaydetmiş, ama tuhaf biçimde o görüntülerin yerine sadece bulutların ve sislerin görüntüleri varmış. Solaris, algılarda da mı yanılsama yaratıyordu? Zihnin bir oyunu muydu bu? Sonra kızıyla beraber arabasıyla kır evinden ayrılan Berton, görüntülü telefonla kır evini arıyor. Berton ve kızı şehirde yol alırken görüntüler siyah-beyaz yansıyordu. Kısa da olsa bazı anlar renkleniyordu. Berton, uzay istasyonundaki bilim insanı Fechner olayını anlatıyor. Messenger’la, ölen Fechner’in karısını evinde ziyarete gitmişler ve orada gördüğü çocuğun uzay istasyonunda yaşayan çocuğa benzediğini söylüyor Berton. İnsanlık Solarizmle karşı karşıya mı yoksa? Kubrick’in “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”nda HAL bilgisayarının karşısında Tarkovsky’nin Solaris gezegeni yer alıyor adeta. Kubrick bilime, Tarkovsky ruhani olana yakın. Solaris’in yansıttığı ve gerçekmiş gibi görünenler birer matriks mi, kopya mı?

Tarkovsky, Berton’ın şehirde arabasıyla seyahatini Japonya’da çekmiş. Bu anlarda yollar kaotik ve zihin karıştırıcı yansıyor. Köprüler, birbirine geçmiş gibi görünen uzayıp giden karmakarışık yollar, tüneller vs. Kır evinde sabah olduğunda Kris, geçmişten kalan her şeyi yakıp yok etmek istiyor. Ölmüş karısının fotoğraflarını bile. Kris için anlatılan her şey anlamsız mıydı? O, bir gerçekçi miydi sadece? Böyle olunca saklanabileceğini veya kaçabileceğini mi sanıyor?

Uzun yolculuktan sonra Kris uzay istasyonuna geliyor. Orada kibernetik (güdümbilimci) Snaut (Juri Jarvet) ve astrobiyolog Sartorius (Anatoliy Solonitsin) var. Fizyolog Gribaryan (Sos Sargsyan) intihar etmiş. Kris’e istasyonda sıcak karşılama yapmıyorlar. Gizemler, bilinmeyenler ve zihin oyunları var orada. Sartorius biraz daha mesafeli. Snaut’la iletişim kurabiliyor başlarda Kris. İstasyonda, orada olması mümkün olmayan kadınları görür gibi oluyor Kris. Gribaryan’ın intiharını anlamaya çabalıyor önce Kris. Gizlice Guibriane’ın odasına giren Kris, CD’den Gribaryan’ın intihardan hemen önceki siyah-beyaz kaydını izliyor. Elbette anlamak ve yorumlamak dünyadan yeni gelmiş bir insan için kolay değil. Gribaryan, Solaris’in zihin oyunlarına dayanamamış, psikolojik travma yaşamış ve intihar etmiş. Çok geçmeden zihin oyunları Kris’i de buluyor ve dünyada on yıl önce intihar etmiş karısı Khari’yi (Natalya Bondorchuk) capcanlı karşısında buluyor. Onunla konuşuyor, sevişiyor ve onunla uyuyor. Kris’le Khari’nin sevişecekleri anlarda görüntü sepyalaşıyor. Khari, Snaut ve Sartorius’a da görünüyor. Snout’un kütüphanedeki doğum günü partisi özel anlardandı. Bu filozof filmde konuşmalar entelektüel ve öğretici. Cervantes’in “Don Kişot” romanından alıntı bile yapılıyor uyku üstüne. Snaut’un kâinat üstüne konuşması keder veriyor insana. Başka yerlerde nasıl yaşayacağını bilmeyen insanlar başka dünyalar arayıp duruyor işte. Kris bir yerde, Tolstoy’un acısını düşünüyor. Tolstoy’un acısı, tüm insanları sevmenin acısı mıydı, diyor Kris.

Kris istasyona gelirken, karısının fotoğrafını ve en unutamadığı ilk gençlik anın CD görüntülerini de getirmiş. Khari’ye o renkli görüntüleri gösteriyor. Babası, kürk içindeki annesi ve kendisi var o görüntülerde. Annesi Khari’yi sevmemiş. Khari, Kris’le evlendikten bir süre sonra intihar etmiş. Khari’nin ölümünde Kris’in dolaylı da olsa neden olmuş. Belki de suçluluk duygusu bundan Kris’in. Khari’nin baktığı kış kır tablosu da insanlık tarihinin özeti gibiydi sanki. Bu tablo, Flaman ressam Pieter Bruegel’in (1625-1569) “Kış” tablosuydu. Emekçilerin, köylülerin günlük hayatını tablolarına yansıtan Bruegel, Tarkovsky’nin filminden yansıyan tablosunu 1565’te yapmıştı. Yaptığımız her şey beslenme, üreme ve hayatını sürdürme çabasıydı. Bunlar üstünden anlamlar yaratmaya, felsefe üretmeye çabalıyoruz belki de. Kris, yıllarca önce ölmüş annesiyle de karşılaşıyor uzay istasyonunda. Anneye sokulma ve sıcaklığını hissetme belki de uzun süredir unuttuğu güven duygusunu da hatırlatıyor Kris’e. Karısı ve annesini göründüğü bir sahnede unutulmaz anlar sunuyor Tarkovsky. Kamera, hiç “kesme” yapmadan kendi etrafında dönerken, anne ve Khari, odanın çeşitli yerlerinden görüntüye giriyorlar. Uzun ve tek çekimle elbette birkaç defa oluyor bu. Başka yönetmenlere de ilham vermiştir bu teknik deneme. Solaris’te adalar da oluşmaya başlıyor. İnsan duygularından ve sevgilerinden oluşan bir ada. Kris dünyaya, kır evine döndüğünde, babasını hiç sevmediği kadar seviyor ve onun yanından hiç ayrılmasını istemiyor. Yağmur altındaki kamera yükseliyor, bulutları aşıyor ve Dünya’nın atmosferinin dışına çıkıyor ve Dünya, sanki Solaris’e dönüşüyor. Dünya’da matriksi yaşıyoruz belki de. Her şey gizemlerle mi örtülü bu kâinatta? Tarkovsky, Tanrı ve inanç üstüne de düşündürtüyor filminde. İnsanın geçmişinden gelen ziyaretçiler belki de ruhani bir şeydi.

İz Sürücü…”

Tarkovsky’nin, Rus Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerin “Roadside Picnic” bilimkurgu romanından uyarladığı 1979 yapımı “Stalker-İz Sürücü”, inanmak ve umut üstüne bir yolculuk. Mosfilm’in sunduğu renkli ve siyah-beyaz bu filozof filmin senaryosunu Tarkovsky’yle beraber yazar kardeşler yazmış. Yazar kardeşlerin bu bilimkurgu romanı Sarmal Yayınları’ndan “Uzayda Piknik” adıyla çıkmıştı. Müzikleri Eduard Artemyev bestelemiş. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarsa Aleksandr Knyazhinski’nin. Kameraysa, bu filmde genelde alabildiğine sakin ve dingindi. “İz Sürücü” filmindeki karakterler genelde lâkaplarıyla anılıyorlar.

Film, ön jeneriğin ardından 1958 Belfast doğumlu Nobel ödüllü bilim insanı Wallace’ın bilgisiyle açılıyor: “Neydi o? Bir göktaşı mı? Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret mi? Öyle veya böyle, küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü: Bölge… Oraya derhal birlikler gönderdik. Geri dönmediler. Sonra polis kordonuyla Bölge’yi kuşattık. Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu…” Kamera, İz Sürücü’nün salaş evine gidiyor. Görüntü, sepya olarak yansıyor, sonra siyah-beyaza dönüşüyor. Kamera, yavaşça sola doğru kayıyor ve yatakta İz Sürücü (Aleksandr Kaydanovski) ve karısı (Alisa Freyndlikh) yatıyorlar, ortalarında da küçük kızları uyuyor. “Maymun” dedikleri Marta (Natalya Abramova) dedikleri kızları, kasabayı harabeye dönüştüren şeyin etkisiyle engelli doğmuş. Tıpkı nükleer patlamanın radyasyonuna maruz kalmış gibi. Kasabanın yakınından tren de geçiyor ve her geçişte titretiyor evi. Sabah. İz Sürücü kalkıyor, giyinirken karısı neler olacağını anlıyor, kocasının gitmemesi için çaba gösteriyor. Kadın, İz Sürücülerin kadınları gibi kederden erken yaşta çökmüş. Umutsuz ve mutsuz görünüyor. Kocasının gitmemesi için yalvarır gibi. Çünkü. İz Sürücü, daha önce beş yıl hapiste yatmış. Kadın fedakârlığı, erkek bencilliği altında çürüyüp giden bir ev gibi enkaza mı dönüşüyordu? İz Sürücü, ailesini geride bırakıp kendini bekleyen Yazar ve Profesör’e gidiyor rehberlik için. Dışarıdan bakınca alaycı, hiçbir şeyi ciddiye almayan, içmeyi seven Yazar’ı (Anatoliy Solonitsin) otomobili olan kadının yanında bulan İz Sürücü ve Yazar, Lyuger’in (E. Kostin) salaş barından sırt çantasını yanından hiç ayırmayan Profesör’ü de (Nikolay Grinko) yanlarına alıp yolculuğa çıkıyorlar. Profesör, gizemli ve de geçmişinden gelen kırılganlığını da yanında taşıyor sanki suçluluk duygusuyla. Yağmurlu havada ciple tren istasyonuna doğru yöneliyorlar önce. Orada polisler her tarafta devriye geziyorlar. Gizlice raylar üzerindeki el yardımıyla sürülen küçük lokomotife binen üç adam bilinmezliğe doğru yol alıyorlar kederleriyle. Tarkovsky, bu raylar üzerindeki yolculukta yakın çekimle bu üç adamı tek tek göstererek, seyircileri onlara yakınlaştırmaya çabalıyor. Aslında Bölge’nin gizeminden çok bu üç adamın gizemi insanı etkisi altına alıyor çünkü. Tarkovsky, tren istasyonunun olduğu terk edilmiş kasabanın binaları olsun, Bölge’deki evler olsun, kendi kendine çürüyüp harabeye dönmüş hallerini “leit-motif” gibi göstermiş. Yapayalnız insanın çürümesi gibiydi bu. Filmde bu terk edilmiş ve harabeye dönüşmüş evleri görünce, Tarkovsky’nin doğduğu ve çocukluğunun geçtiği baba evini düşünüyorsunuz. Bu harabeye dönüşmüş evler, Tarkovsky’nin çürümekten çökmüş evine benziyor. Tarkovsky bu evleri her gösterdiğinde ruhundaki acıya da dokunuyorsunuz.

Görüntü renkleniyor. Kamera uzaktan, yavaşça üç adama doğru yaklaşıyor. Kirpi, İz Sürücü’nün öğretmeni olmuş geçmişte. Kirpi, gidilen yoldan geri dönülemeyen Bölge’de gizemli Oda’ya girmiş, zenginleşmiş ve bir hafta sonra da intihar etmiş. İz Sürücü, Bölge’nin bir insan gibi düşündüğünü ve tuzaklar kurduğunu söylese de, Profesör ve Yazar, kurallara uymamak için direniyorlar sanki. Sovyetler’de kurallar öndeydi e bireyler hiçti. Tarkovsky, metafor olarak sisteme eleştiri getiriyor onların varlığıyla belki de. Bölge, metaforik anlamda Sovyetler Birliği’ni düşündürtüyor insana. Özgürlüğü sürekli baskı altına alan, her şeyi insanlar adına düşünen bir sisteme, Tarkovsky, Profesör ve Yazar’ın ruhundan eleştiri getiriyor sanki. Duvarlar yıkılınca, Stalin’in Sovyetleri de çökmüştü 1990’ların başında. Bölge’de yolculuk yaparken, atılan her adıma dikkat ettiriyor İz Sürücü. Dinlendikleri bir sahnede İz Sürücü’nün gördüğü rüya etkileyiciydi. Kadın sesinin düştüğü siyah-beyaz görüntülerde sanki Tarkovsky’nin çocukluğunun geçtiği harabeye dönüşmüş evin içinde, etrafında dolaşıyormuşsunuz gibi oluyor. Kederlere düşüyorsunuz. İz Sürücü uyurken, yanına orada evsiz kalmış bir köpek de geliyor ve onları gizlice takip ediyor. Yolculuk yavaşça ilerlerken, enkaz yığınlarının içinden geçerken İz Sürücü iç sesiyle insanın her zaman yanında taşıyacağı düşünceleri zihninden yansıyor. İz Sürücü, “Zayıflık iyi bir şeydir. Güçse hiçbir şeydir. Ağaç büyürken, körpe ve yumuşaktır. Ama, kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır. Zayıflık, varoluşun, tazeliğin ifadesidir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramamıştır” diyor. İz Sürücü, seyircinin de rehberi oluyor felsefi anlamda.

Oda’ya giden yol, bir insanın içine yolculuk gibi metaforik anlamda. Bir anüsün içinden bağırsağa, yani tünele giriliyor sanki. Buradaki çekimler insanı estetik anlamda da çarpıcıydı. Kanalizasyon sularının aktığı, damladığı tünelde, önden ve arkadan çekimler, ışık düzenlemeleri sinema sanatı açısından etkileyiciydi. Bu anlarda görüntüler renkliydi. Boğazı andıran geçide gelince, yazar, kafatasına, kumlarla kuşatılmış mekâna ulaşıyor. Kuzgunlar uçup duruyor burada. Yazar, kuyunun başına geldiğinde okurlarıyla hesaplaşmaya başlıyor. Yazar, popüler kültürün kelimelerini isteyen okurlarının istediklerini verdiği için acı duyuyor. Okur denen şey, entelektüel yazarı tehdit ediyor, açlığa ve yalnızlığa sürüklüyor. Oda’nın kapısına gelmeden bazı bilinmeyenler de ortaya çıkıyor. Profesörün karısı, yıllar önce kocasını üniversiteden biriyle aldatmış. Profesör, kırgın, aşağılanmış. İnsanların umudu olan Oda’yı yok etmek için bombalamak istiyor. Belki de intikamını alacak geride kalanlardan. İçindeki o acı da sönecek belki de. İz Sürücü, onun bu çılgınlığını önlemek için ölümüne mücadele ettikten sonra üçü de Oda’nın kapısında bekliyorlar. Üçü de içeri girmeye cesaret edemiyorlar ve kasabaya geri dönüyorlar. O da, gizemini ve umudunu sürdürüyor zihinlerde. Acaba Oda, zihin miydi? Belleğimizin ve düşüncelerimizin olduğu yer.

Profesör ve Yazar’ı salaş barda bırakan İz Sürücü, karısı ve kızıyla evine dönüyor. Peşlerinde de o köpek var. Köpek, ailenin yeni dostu oluyor. Her şey sanki kısırdöngü gibiydi. Soyunup uyumak için yatağa giren İz Sürücü’ye karısının kederlerini anlattığı sahne insanın içini burkuyordu. Diğer tarafta küçük kız Marta masada şiir kitabından bir şiir okuyor. Sonra da o şiiri iç sesiyle bizlerle paylaşıyor. Rus şair Fyodor Ivanoviç Tyutchev’in (1803-1873) aşk şiirinde, “Senin gözlerini seviyorum, sevgili arkadaşım / Öyle tutkulu ve ışıl ışıllar ki / Yukarı bir anda bir bakış fırlattığında / Cennetten çıkmış gibi ışıklı / Bunu baştanbaşa karşılamak için oradayım / Ama daha da hayran olduğum şey / Aşağı indirdiğin zaman gözlerini / Aşkın yıkıcı âlemi yakıyor beni / Ve hızla yere indirirken kirpiklerini / Kasvetli bir ihtiras çağrısı beliriyor yüzünde” diyor mısralar. Ardından küçük kız, masadaki nesneleri hareket ettirmeye başlıyor zihin gücüyle. Sonra da görüntü kararma başlıyor ve ardından film bitiyor. Yeni meraklılar İz Sürücü’yü bulana kadar. Kısırdöngü ve umut devam ediyor. Tarkovsky bu filminde, inanmanın ve onun peşinden gitmenin erdemi üstüne de düşündürtüyor insanları. Filmin Türkçe dublajı iyiydi.

(30 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

19. Türkiye / Almanya Film Festivali Ödül Törenine Yıldız Yağmuru

Almanya’nın Nürnberg kentinde gerçekleştirilen 19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nin yarışma filmleri büyük bir ilgi ile karşılanırken, Cumartesi günü ödül töreninde Fatma Girik’e de onur ödülü verilecek. Uzun metraj jürisi, kısa metraj jürisi ve öngören jürisi kararlarını verdikten sonra, En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, kısa film ödülleri ve Öngören Ödülü 22 Mart Cumartesi günü saat 21:00’de Tafelhalle’de verilecek. Ayrıca seyircilerin seçimine istinaden Seyirci Ödülü de açıklanacak. Birçok konuğun davet edildiği törene katılacaklar arasında Halil Ergün, Behiç Ak, Bennu Yıldırımlar, Nazan Kesal, Ercan Kesal, Ruhi Sarı ve Ayça Damgacı gibi isimler var.

İstanbul Modern Sinema’da Festival Oᵌ

İstanbul Modern Sinema, kısa film dünyasından üç büyük festivali bir günde toplayarak Festival O³ başlıklı bir kısa film maratonu hazırladı. 2013’ün en çok konuşulan ödüllü animasyonlarının buluştuğu Ottawa Animasyon Festivali, En İyiler seçkisiyle; Oberhausen Kısa Film Festivali, iki renkli programla 2013’ün en iyilerini sunacak. Üçüncü kısa film seçkisi ise Oscar’dan Kısalar başlıklı program. Programda bu yıl En İyi Kısa Film ödülünü alan Danimarkalı Anders Walter’ın Helyum isimli filmi de yer alıyor.

İstanbul Modern Sinema’da Festival Oᵌ yazısına devam et

Hak Hukuk Mücadelesi

‘Adalet İçin’ (ya da özgün adıyla Michael Kohlhaas), ulusça hak hukuk mücadelesi verdiğimiz şu günlerin gündemine cuk oturan bir çalışma. Filme esin kaynağı olan Heinrich von Kleist metninin beyazperdeye ilk aktarılışı değil bu. Daha önce üç kez sinemaya uyarlanmış, Volker Schlöndorff imzalı 1969 yapımı bir önceki uyarlama aynı yıl Cannes’da yarışmış, ‘Hak Mücadelesi’ adıyla sonradan bizde de gösterilmişti. Kısacık ömrüne sığdırmış olduğu bir avuç eseriyle 19. yüzyıl Alman yazınına damgasını vurmuş yazarın, Kafka’ya yazma tutkusunu aşılayan eseri olarak bilinen klâsik metni, Napolyon istilasının şokunu yaşayan Avrupalı okura 1808 yılında sunulmuş ilk kez. Feodal beyin haksızlığına uğramış bir köylünün gerçek hikâyesinden yola çıkılarak kaleme alınmış bu güçlü politik anlatı, esasen 16. yüzyıl başlarında geçer. Orta Çağ ile Rönesans dönemecinde, şehirlerde burjuvazinin politik olarak güçlenmesine karşılık kırsalda feodal beylerin kanun tanımaz otoritesinin hükmünü sürdürmekte olduğu bir dönemdir bu. Dinine bağlı dürüst at taciri Kohlhaas geniş topraklara sahip baronun haksız uygulaması sonucunda zarar görmüş atları ve ölesiye dövülmüş adamı için tazminat davası açar. Baronun akrabası yargıçtan üç kez geri dönen davayı kraliyet makamına taşımakta kararlıdır Kohlhaas. Ancak hakça bir karşılık alamadığı gibi, karısını ve doğmamış bebeğini muktedirin zulmüne kurban verince isyan eder. Çevresine topladığı haksızlığa uğramış köylüler ordusuyla başlattığı isyan hareketi kısa sürede büyür ve ortalık kana bulanır.

Yönetmen Arnaud Des Pallières, Kohlhaas’ın onurlu direniş öyküsünü Fransız topraklarına uyarlamış. Adaletsizliğe başkaldıran doğa adamının isyanını ülkenin güneyinde yer alan yüksek sıradağlarla çevrili Cévennes bölgesinde çekmiş. Film beklendiği üzere çatışma sahnelerinden geçilmeyen hızlı anlatılmış bir kahramanlık destanı değil. Bir intikam serüveni hiç değil. Geçtiğimiz aylarda gösterime çıkan 47 Ronin örneğinde olduğu gibi klâsik efsaneleri sıradan aksiyonlara dönüştüren Amerikalı meslektaşlarından farklı bir gözle yaklaşmış malzemesine Fransız yönetmen. Bir Ortaçağ aksiyonuna itibar etmeyerek her şeyden önce bir insan olarak ele almış ana karakterini. Kohlhaas’ı inançları, idealleri ve endişeleriyle dört başı mamur bir kişilik olarak çizmiş ve bu amaç doğrultusunda eserini bir dönem filminin klişe kodlarından uzak tutmaya büyük özen göstermiş. Dekor ve kostüm çalışması son derece minimal. Film büyük ölçüde dış mekânda, doğanın kucağında çekilmiş. Sade, renksiz giysiler tercih edilmiş. Müzik kullanımı da minimal. Martin Wheeler’ın özgün çalışmasında viola da gamba benzeri dönem enstrümanlarının ezgisi, rüzgârın tedirgin uğultusuna, atların kişnemesine ve doğanın binbir sesine karışmış, etkileyici bir müzikal armoni oluşmuş. Filmin bu yılın César ödüllerinde en iyi müzik ve ses ödüllerini kazanmış olması bu açıdan hiç tesadüf değil. Jeanne Lapoirie’nin dahili mekânlarda mum ve gaz lambası ışığında alınmış görüntüleri, haricide sonbahara geçiş döneminin büyülü ışığını kullanmaktaki becerisi yine olağanüstü. Dönem atmosferini mekan, kostüm ve eşyalar üzerinden değil, insanlar arasındaki ilişkilerle kurmayı amaçladığını belirten Fransız yönetmen, çağlar ötesinden kopup gelmiş zamansız evrensel öyküsü aracılığıyla, ‘İdealler yaşamdan daha mı değerlidir? Adalet ve eşitlik için muktedire savaş açan iktidarı ele geçirdiğinde onun büyüsüne kapılır mı?’ benzeri önemli sorular yöneltiyor bugünün izleyicisine. Ve bunu yaparken, Mads Mikkelsen denen Danimarkalı müthiş oyuncunun benzersiz performansından sonuna dek yararlanıyor.

[‘Adalet İçin’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(29 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzun İnce Yol: Büyük Ozan Aşık Veysel Beyazperdede

Ünlü halk ozanı Aşık Veysel’in hayatı 41. ölüm yıl dönümünde beyazperdeye taşınıyor. Aşık Veysel’in hayatından esinlenerek kaleme alınan Uzun İnce Yol adlı filmin çekimleri 05 Ağustos’ta Sivas’ta start alacak. Filmde Aşık Veysel’in torunu Yeliz Şatıroğlu’da rol alıyor. Genç tiyatro oyuncusu Şatıroğlu, kendi babaannesi Gülizar’ı canlandıracak. Bilal Babaoğlu’nun yöneteceği ve  2015 Mart ayında gösterime girecek olan film, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca senaryo ve yapım desteğine layık görüldü. Filmde Aşık Veysel’i canlandıracak oyuncu sır gibi saklanıyor.

Bir Dâhiden İki Bilimkurgu: Kubrick

Amerikalı Stanley Kubrick’in üstünde daima düşünülen, keşifler yapılan iki bilimkurgusu “2001: Uzay Yolu Macerası” ve “Otomatik Portakal” filmlerini sinemayı sanat olarak görenlere göndermek istedik.

Bir Yahudi ailenin çocuğu olan Stanley Kubrick, New York’un Bronx bölgesinde 26 Temmuz 1928’de doğdu. Fotoğrafçılığa tutuldu. Fotoğraf tutkusu, sinemasına teknik anlamda önemli katkılar sağladı. Kısa filmler ve belgeseller çekti. 1953’te, kendi imkânlarıyla “Fear and Desire-Ölüm ve İstek” adındaki ilk uzun filmini çekti. 1955’te kara film “Killer’s Kiss-Katilin Busesi”, 1956’da soygun filmi “The Killing-Son Darbe” ve 1957’de 1. Dünya Savaşı filmi “Paths of Glory-Zafer Yolları” filmlerini peş peşe çekti. Hepsi siyah-beyaz olan bu filmler şimdi sinema tarihinin mücevherleri olarak değerlendiriliyor. 1960’ta renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmini yaptı. Sonra ardı ardına iki siyah-beyaz filmini çekti. İlki, 1961 yapımı “Lolita” filmiydi. Bu filmden sonra İngiltere’ye taşındı ve ölene kadar bu ülkede film çekti. 1964’te Peter Sellers’ı oynattığı “Strange Love or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb-Dr. Garipaşk” filmini yaptı. 1968 yılında sinemanın aşılması kolay olmayan “2001: A Space Oddysey-2001: Uzay Yolu Macerası” bilimkurgusunu yaptı. Üç yıl sonra yine bir bilimkurgu olan “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” filmini çekti. 1975 yılında yaptığı dönemsel ve kostümlü “Barry Lyndon” filmine çaba gösterdi. 1979’da Stephen King’in romanından “Shining-Cinnet” filminden yıllar sonra Vietnam Savaşı’nın cehennemini anlattığı 1987 yapımı “Full Metal Jacket” filmini yaptı. Bu filme, cehennemde iki devre diyoruz. 1999’daki “Eyes Wide Shut-Gözü Tamamen Kapalı” son filmiydi. Kurgusunu yaparken 7 Mart 1999’da vefat etti. Son filminin Türkçe adı, bizlerin zekâsına küçük bir hakaret gibiydi. Herhalde, Türklerin çift anlamlılık ve mizah duygusu bu filmin adını anlamlandırmaya yetmez diye düşünmüş olabilirlerdi. “Gözleri Faltaşı Kapalı” adına hiç anlam veremezdik değil mi?

“2001. Uzay Yolu Macerası…”

Dekor ve tasarımların çekimlerden uzun süren ve MGM’in sunduğu 1968 yapımı sinemaskop “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”, sinemanın aşılması zor ve anlamı derin bir bilimkurgu. Öncelikle uzay mekânlarında alabildiğine devasa perdeye muhtaç olduğunuzu düşünüyorsunuz. Film, ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanmıştı. İngiliz bilimkurgu yazarı Clarke’ın (1917-2008), Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan bu romanı İthaki Yayınları tarafından 1998’de “2001: Bir Uzay Efsanesi” adıyla yayımlandı. Yine aynı yıl “2010: Uzay Efsanesi-2” yayımlandı. Aynı yayınevi, 2006’da ciltli olarak “Bir Uzay Efsanesi 2001-2010-2061-3001: Son Efsane” serisini de yayımladı. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber yazar ortak yazmışlar. Muhteşem ve belleklere oturan “technicolor” sinemaskop fotoğrafları yansıtansa büyük kameramanlardan Geoffrey Unsworth. Filmde Aram Khatchaturyan’ın “Gayaneh Ballet Suite”ini, Johann Strauss’un “The Blue Danube”sini, Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sını ve György Ligeti’nin “Atmospheres”, “Lux Aeterna”, “Requiem” klâsik müziklerini dinliyorsunuz bu film boyunca. Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sını duyduğunuzda bu müziğe kulağınızın aşina olduğunu fark edeceksiniz belki. Bu klâsik müziğin patlayan çığlıklarıyla hemen girişte karşılaşıyorsunuz. Tema müziğine dönüşen bu müzikle filmin derinliklerinde de karşılaşıyorsunuz. Staruss bu eserini 1896’da Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüş” felsefi romanından ilham alarak bestelemiş. Hem Alman romantizminin hem de 20. yüzyıldaki modern müziğin de önemli ismi oldu Strauss. Tiblis’te 1903’te doğmuş, 1978’de Moskova’da ölmüş büyük Ermeni besteci Aram Khatchaturyan’ı da keşfedin. Bu film çekilmeden önce insan Dünya yörüngesinde tur atmıştı sadece. Ancak 1969 yılında Ay’a gidebildi insanlık. Büyük usta Stanley Kubrick, bu bilimkurgusunu dört bölümden oluşturmuş.

“İnsanın Doğuşu” (Dawn of Man)… İki milyon yıl önce. Derinde Güneş ışığını yansıtırken, Ay, Dünya’nın etrafında dönüyor. Kızıl bir gökyüzü. Issızlığın ve sessizliğin hissedildiği Dünya’da çoğu yer de çorak. Kubrick, “kesme”lerle yansıtıyor bu anları. Önce hayvan kemikleri görünüyor. Hayatın olduğunu fark ediliyor. Maymun kolonisiyle beraber tuhaf hayvanlar da görülüyor. Sonra da leoparlar. Maymun kolonileri arasında çatışmalar da var. En iyi yer, en iyi beslenme ve barınma yeri de demek. Maymun atamız, kemik yığınları içinden kaval kemiğini alıyor ve bu kemik insanlığın ilk silâhı oluyor. Ve de ilk suçu… Sonra maymunların mağarasının önünde, bir sanatçının elinden çıkmış gibi görkemli bir dikilitaş beliriyor. Bu dikdörtgen duvar, “leit-motif”e dönüşerek, zamanın geçişini ve değimi simgeliyor. Atamız elindeki kaval kemiğini havaya fırlatıyor ve kemik uzay gemisine dönüşüyor. Mavi gezegen Dünya da yansıyor. Evrimleşmeden milyonlarca yıl sonra insanlık uzayı fethetmeye başlıyor. İnsanlığın önünde sonsuz kâinat uzanıyor şimdi. Tanrı şimdi ölmüş müydü? Yoksa hiç yok muydu? Kubrick, bu filmiyle evrime inandığını gösteriyor.

2000 yılı… İnsanlık uzay yolculuklarına başlamış ve koloni oluşturmaya başlanmış. Ama, henüz uzay gemilerini terk edemiyorlar. Bilim insanı ve Heywood R. Floyd (William Sylvester), uzay uçağıyla Dünya yörüngesindeki uzay istasyonuna yolculuk yapıyor. Floyd, yolculuğunu yaparken, görüntülü telefonuyla dünyadaki küçük kızıyla da konuşuyor. Floyd, nedeni bilinmeyen salgını halktan gizlenmesi için bilim insanlarını ikna etmeye çabalıyor. Uzay uçağındaki yolculuk bir belgesel gibi yansıyor. Uzay boşluğunda gezegenler ve uyduları görsel manzara gibi insanın gözleri önünde. Hatta astronotların Ay’da incelemeleri bile yansıyor. Her şey doğalmış gibi. Daha sonra Floyd, Ay’ın üçüncü büyük krateri Clavius’ta ortaya çıkan sorun için Ay’a gidiyor diğer astronotlarla beraber. Yolculukta dünyadaki yiyeceklerden de yiyorlar özlemle. Kâğıt bardaklarda kahve bile içiyorlar. Ay’daki üs, gri toprağın altına inşa edilmiş. Onlar üsse geldiklerinde yine o dikilitaşı fark ediliyor. Sonra da insanı çıldırtan sinyal sesi duyuluyor.

“Jüpiter Görevi” (Mission of Jupiter)… 18 ay sonra, 2001 yılı… Beş astronot, uzay gemisiyle Jüpiter’e doğru yolculuk yapıyorlar. Onların yardımcıları da HAL 9000 bilgisayarı. Bu bilgiayarı Douglas Rain seslendirmiş. HAL her şeyi kontrol ediyor. Gemide Dr. Dave Bowman, Dr. Frank Poole, Dr. Hunter, Kimball ve Kawinski bulunuyor. Komuta, Dave ve Farnk’ta. HAL, sürekli bu iki astronotla iletişim kuruyor. HAL’ın ikizi dünyadaki merkezde HAL’da sorun çıktığını tespit ediyor. Dave (Keir Dullea) ve Frank (Gary Lockwood), HAL’ı devre dışı bırakmayı düşünürken, HAL bu astronotun kendi görevini sonlandıracağı endişesine kapılıyor ve onlara karşı plânlar geliştiriyor. HAL, insan gibi duygulara sahip ve tepki gösterebiliyor. Kendimizin yarattığı teknoloji bizi şimdi ele mi geçiriyordu? Bilgisayarımız olmasa ne yapardık şu an? Bir hiç mi olurduk? Frank, EVA’ya binip uzay gemisinde yerle iletişim arızasını onarmak için gemiden uzaya çıkıyor. EVA, küçük bir taşıma aracı. Elbette o bir robot. Frank, EVA’dan dışarı çıkıp, hiçbir bağlantı olmadan gemideki arızayı tespit ederken bir şey oluyor ve HAL devreye girip Frank’ı ölüme terk ediyor. Milyonlarca yıl önce ilk silâhı icat eden ve ilk suçu, ilk katliamı işleyen insan, kendi icadı bilgisayarın suçlarıyla mı yüzleşiyordu şimdi? Geminin içindeki oksijeni kesen HAL, Hunter, Kimball ve Kawinski’nin ölümüne de neden oluyor. Dave, EVA’ya binip uzay boşluğunda Frank’ın cesedine gemiye taşımak istiyor. Ama HAL kapıları kapatıyor. Dave, Frank’ı uzayın boşluğunda bırakıp, EVA’nın kollarıyla başka bir kapıdan uzay gemisine girebiliyor. Katil HAL’dan nasıl kurtulacaktı Dave? HAL’ın tüm devrelerini kapatmayı başaran Dave, uzay gemisinin komutasını alıyor ve Jüpiter görevini tamamlıyor.

“Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi” (Jupiter and Beyond the Infinite)… Bilimkurgular, elbette gerçeküstüdür. Ama, Jüpiter anları gerçek anlamıyla gerçeküstü. Renkler ve ışıklar gökkuşağı gibi savrulurken, Dave, Jüpiter’in derinliklerine giriyor ve karaya ulaşıyor. Jüpiter göründüğünde korist müzik de fonda duyulmaya başlıyor. Daha sonra müzik, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi çıldırtan bir boyuta çıkıyor. Bu anlarda da belgesel duygusu yaşıyor insan. Dave kendini parlak ışıklar altındaki devasa beyaz bir salonda buluyor. Dave, başka bir odada sandalyede oturan yaşlı bir adamı görüyor. O adam, Dave’in yaşlılığı. Adam, yatak odasına geliyor. Masada yemek yiyor. Başını yatakta yatan, çok yaşlanmış, saçları dökülmüş adama çeviriyor. O da Dave. Sonra o dikilitaş görünüyor. Duvarın üzerine ana rahmindeymiş gibi fanus içinde bir bebek fark ediliyor. Bebek Dave, küçük EVA fanus içinde uzayın boşluğunda umut için Dünya’ya doğru yol alıyor. Öncelikle Jüpiter’deki anların anlamı derin ve insanı felsefi yönden düşüncelere sürüklüyor. Bu filmde insanın ve hayatın anlamları üstüne düşünüyorsunuz. İnsanın varoluşu… “2001: Uzay Yolu Macerası” filozof film. Bu yapıtta gördüğünüz her şeyi Kubrick ustanın kendisi tasarlamış. Onun bir dâhi olduğunu her zaman hatırlamalı. Bu filmin sinemadaki Türkçe afişini de bulabildik. Tarihi bir afiş bu. Film, ülkemizde Eylül 1973’te vizyona çıkmıştı.

“Otomatik Portakal…”

Kubrick ustanın 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” bilimkurgusunu yazar Anthony Burgess’ın romanından uyarlamış. İngiliz yazar Burgess’ın (1917-1993) bu romanı Bilgi Yayınevi tarafından 1996’da “Otomatik Portakal” adıyla yayımlanmıştı. İş Bankası Kültür Yayınları da 2013’te aynı adla romanı yayımladı. Warner Bros’un sunduğu filmin hikâyesi en uçta kapitalizmi yaşayan gelecekteki Britanya’da geçiyor. Bu öyle bir kapitalist ülke ki, sistem her an totaliter rejime dönüşebilir bir ülke. Zenginlik ve yoksulluk da en uçta yaşanıyor bu ülkede. Kimsesiz kalmış yoksul yaşlı insanlar toplumun dışına itilmiş. Şiddet de doğallaşmış gibi görünse de suçlular ele geçirildiğinde ağır cezalar da veriliyor bu ülkede. Senaryoyu yönetmen yazmış. Görüntülerse John Alcott’a ait. Ludwig van Beethoven’ın tüm atmosferi ve Alex’in ruhunu kuşatan müziği de var elbette. Kubrick’in bu filmini orijinal dilinde izlediğinizde tuhaf bir İngilizceyle karşılaşıyorsunuz. Hatta kelimeler bozuluyor, yeni kelimeler türetiliyor. Türkçe dublaj bunlara yetişemiyor maalesef. Filmde “kardeş” ifadesi sıkça kullanılıyor. Sosyalistler birbirlerine “yoldaş” derlerdi vakti zamanında. Faşizmi her zaman ellerinin altında tutan liberal burjuvalar da “kardeş” demeyi telkin etmişler topluma. “Kardeş” ifadesiyle Kubrick ironi yapmış. Kubrick’in bu filmini 1996 yılında Beyoğlu Alkazar Sineması’nda iki defa görmüştük.

Film, Korova Süt Barı’nda açılıyor. Duvardaki siyah panoda da uyuşturucu adları yazıyor barda. Bu mekân, avangard sanatın içinden çıkmış gibi yansıyor. Masalarsa, çıplak kadın heykelleri olan barda adı Alexander DeLarge olan Alex’in (Malcolm McDowell) iç sesiyle bir şeyleri anlamaya çabalıyorsunuz. Alex, “Hikâyemiz. Alex, yani ben, çömezlerim (droogilerim) Pete, Georgie, Dim Korova Süt Barı’nda oturmuş rasodoklarımızı içiyorduk akşama ne yaparız, diye. Bar, zengin süt satıyordu. Vollecett, synthemesc ve dren crom karışımı bu sütü içiyorduk. Bu sizi kışkırtır ve aşırı zorbalık için hazır duruma getirir…” Alex bunları söylerken, kameranın çerçevesi de yavaş yavaş optik kaydırmayla geriye doğru çekiliyor. Ardından bir tünel yansıyor. Alex’in “Dublin’de, kutsanmış şehirde / Kızlar vardır dünya güzeli / İlk kez gördüm çekici Molly Malone’u” diyen şarkıyı mırıldanırken yaşlı ve evsiz yoksul adam yansıyor. Alex, “Tahammül edemediğim şey pis, ayyaş ve yaşlı sokak serserilerinin adi babalarının şarkılarını söylemeliydim, blerb blerb (gurk gurk) yaparak karınlarında çürümüş bir orkestra varmışçasına…” diyen iç sesi duyulurken, yaşlı adamı ellerindeki bastonlarıyla dövüyorlar Alex ve çetesi. Şiddet için doğmuş çetenin elbiseleri de tuhaf. Bembeyaz giysileri olan çetenin siyah fötr şapkaları ve siyah bastonları var. Gece uzun ve daha çok yaşanacak şiddet var bu kaotik gecede. Alex’in çetesi, gazinoya gidiyorlar sonra. Orada Billy ve çetesi, bir kadına tecavüz ederlerken geliyor Alex ve çetesi gazinoya. Koreografi tadı veren kavgaya tutuşuyor iki çete. Polis sireni duyulunca Alex ve çetesi üstü açık arabayla kaçıyorlar. Yolları, şehir dışındaki bir sayfiye evine uzanıyor. Bahçesindeki neonda “Home” yazan evin kapısına dayanıyorlar. Evde yazar ve karısı yaşıyor. Serseriler eve girmeyi başarınca şiddet ve tecavüz de gecikmiyor. Alex, yazarın (Patrick Magee) karısına tecavüz ederken, Gene Kelly’nin “Singin’in the Rain” şarkısını da mırıldanıyor. Anne ve babasıyla yaşayan Alex’in dinlemekten huzur bulduğu Beethoven’ın “9. Senfonisi” de var. Hatta odasının duvarına Beethoven’ın resmine de asmış Alex. İşte bu ruh hallerinde bir Alex var karşınızda. Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinlediğinde tuhaf bir huzurun içine giren Alex, içinde dizginleyemediği zorbalığı dışarı çıkartıyor. Uyuşturucular katılmış sütü de içince şiddet hazza dönüşüyor onun için. Alex’in odasında İsa bibloları da fark ediliyor.

Kadınlarla olmak pornografi onun için. Müzik markette, dondurmayı yalayan (fallik gibi) bir kızı etkileyen Alex, iki kız arkadaşı baştan çıkartarak evdeki odasına götürüyor. Beethoven’ın resmi altında orji yapmak da şiddet kadar haz veriyor Alex’e. Ama bir yerde bir şeyler de değişmeye başlıyor Alex için. Kibrin tepelerinde dolaşan Alex’in, barda çetesiyle de arası yavaş yavaş açılmaya da başlıyor. Artık her şey başka bir yöne doğru gitmeye başlıyor Alex için. Çiftlik evindeki “kedili kadın” (Miriam Karlin) trajedisi onu başka taraflara sürüklüyor. Çiftlik evine giren Alex, salondaki penis heykeliyle kadına şiddet yaparak ölümüne neden oluyor ve kendini hapishanede buluyor. Orada hayatı bambaşka taraflara gidiyor. Anglikan (İngiliz) Kilisesi’ne bağlı 655321 hapishane numaralı Alex, pederle iletişeme geçip kendini İncil’e veriyor. İsa’nın çarmıha götürülürken kendini Romalı asker gibi hayal ediyor. Hatta oralarda Romalı güzel kadınlarla orji yaptığını bile düşünüyor. Alex’in hayatı cehennemde iki devre olarak görülebilir. Hapishanedeki ikinci devrede Alex’i tuhaf bir deney bekliyor.

Ludovico tekniği denilen bu tuhaf deney daha yeni yeni uygulanmaya başlanmış ve sonuçları tam olarak bilinmiyor. Alex, hapishane cehenneminden kurtulabilmek için tek çıkış bu deneyi görüyor kendince. Dr Brodsky’nin (Carl Duering) yürüttüğü deneyin zorlu yollarına giren Alex, bambaşka bir insan olarak toplumun içine dönüyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ailesi bile. Sinema salonunu çağrıştıran bir mekândaki deneyde başına kablolar bağlanan Alex’in gözlerine kapatamaması için de metal kilit konuyor. Önce ona tecavüz sahneleriyle dolu Hollywood filmleri izlettiriliyor. Pek bir gelişme olmuyor. Ama Dr. Brodsky, başka bir şey daha deniyor. “9. Senfoni”yi dinleterek perdeye de Hitler’in ve Yahudi toplama kamplarının siyah-beyaz görüntülerini yansıtınca Alex çıldırıyor. Çünkü Ludwig van dediği Beethoven’la Hitler’in yan yana gelmesini zihinsel olarak reddediyor Alex. Sonra da içi boşalmış olarak Londra’nın sokaklarında suçluluk duygularıyla kâbus gibi karşılaşıyor Alex. Önce tünelde aşağıladığı yoksul adam çıkıyor karşısına. Sonra da çetesinden Georgie (James Marcus) ve Dim (Warren Clarke) polis olarak beliriyor karşısında. Sonra yolu yazarın evine uzanıyor. Tekerlekli sandalyedeki yazar onu piskolojik olarak çözmeye çabalıyor ve bir şeyler buluyor Alex banyoda “Singin’in the Rain” şarkısını mırıldanırken. “9. Senfoni” çalarken, vicdan azabıyla kendini evin üst katından aşağı bırakan Alex ağır yaralı olarak hastanede gözlerini açıyor. Siyasi iktidarın totaliterleşmeye doğru gidişinden rahatsız olan bakan, Alex’e tersi bir tedavi başlatarak Alex’in boşalmış içini doldurtabilecek mi? Rehabilite başarılı olduğunda eski Alex mi olacaktı? Yönetmen ucunu açık bıraksa da insanın kendi kişiliğinin her şeyden önemli olduğunu söylüyor. Burada asıl suçlu sistem. Filmi seyrederken, otomatik portakalın ne olacağı üstüne bir şeyler zihninizde oluşmaya başlıyor. Gizemi bozmamak gerek. Kubrick, ilk devrede yoğunluklu olarak parlak ışık düzenlemeleri yapmış. Elbette gölgelerin öne çıktığı dramatik düzenlemeler de var. Ama ikinci devrede ağırlıklı olarak biraz daha dramatik ışık düzenlemelerini öne çıkarmış. Kamera da genel anlamda sakin bu filmde. Kamera, Alex’in içinde kopan fırtınayı sakince gözlemliyor. Bu filmi gördükten sonra Beethoven’ın “9. Senfonisi” de kulağınıza bambaşka gelecek belki.

(29 Mart 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Akbank 10. Kısa Film Festivali’nin Sonuçları Belirlendi, En İyi Kısalar Açıklandı

Akbank 10. Kısa Film Festivali yarışmasının En İyi Kurmaca Film Ödülünü Ayaz Vurgunu ile Aydın Kapancık, En İyi Belgesel Film Ödülünü Meğer ile Uğur Egemen İres ve En İyi Canlandırma Film Ödülünü Tornistan ile Ayce Kartal kazandı. Bu yıl 10 – 20 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilen festival, yurt içi ve yurt dışından geniş katılımı, yeni bölümleri, atölye çalışmaları ve söyleşileriyle sinemaseverlere keyifle izledikleri bir program sundu. Farklı renk ve düşünceleri izleyiciyle buluşturdu.

Akbank 10. Kısa Film Festivali’nin Sonuçları Belirlendi, En İyi Kısalar Açıklandı yazısına devam et

Fuat Uzkınay Paneli

İpek Üniversitesi İstanbul Sinema Akademisi, 24 Mart 2014 tarihinde ilk Türk sinemacısı olarak kabul edilen Fuat Uzkınay’ı anmak için bir sergi ve panel düzenleniyor. Fuat Uzkınay’ın 68. ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenecek panelde, İpek Üniversitesi Film Tasarımı Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Mustafa Çetin, sinema tarihçisi Burçak Evren ve sinema yazarı Barış Saydam yer alacak. Panelde, Türkiye sinemasının ilk dönemi ve Fuat Uzkınay’ın sinemamızdaki yeri üzerinde durulacak. Panelle birlikte Mustafa Çetin’in hazırladığı Fotoğraflarla Fuat Uzkınay Sergisi de açılacak. 24 – 29 Mart tarihleri arasında açık olacak sergi, Çetin’in arşivindeki Uzkınay fotoğraflarından oluşuyor.

Fuat Uzkınay Paneli yazısına devam et

12. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde 22 ve 23 Mart

12. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali devam ediyor. Festivalde 22 Mart Cumartesi günü Fransız Kültür Merkezi’nde Bûka Baranê: Gökkuşağının Peşindeki Çocuklar, 17 Kız (17 Girls) ve Salma; İstanbul Modern Sinema’da Ruhen Camila (Camila from the Soul) ve Bana Anlatılan Anılar (Memories They Told Me); Pera Müzesi’nde Ye Uyu Öl (Eat Sleep Die) ve Zaafın İstismarı (Abuse of Weakness) gösteriliyor. 23 Mart Pazar günü ise İstanbul Modern Sinema’da En Uzun Mesafe (The Longest Distance) ve Koltuk; Pera Müzesi’nde Gizli Özne (Secret Subject), Zaafın İstismarı (Abuse of Weakness) ve Metres (The Last Mistress) gösterilecek.

12. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde 22 ve 23 Mart yazısına devam et

Zaman Makinesi 1973 Oyuncularından Zamanda Yolculuğa Açık Davet

Başrollerini Seda Bakan ve Gürgen Öz’ün paylaştığı Zaman Makinesi 1973 geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Yaşanan toplumsal yaslar dolayısıyla galası yapılamayan film bir basın toplantısıyla seyircisine tanıtıldı. Toplantıya başrol oyuncuları Gürgen Öz ve Seda Bakan’ın yanı sıra Adal Film’in sahibi ve filmin yapımcısı Mustafa Sirmen ve eşi Nur Sirmen, Mustafa Uzunyılmaz, Zihni Göktay, Ferdi Sancar, Fehmi Dalsaldı, Birsu Demir, Damla Cangül ve Ali Rıza Tanyeli katıldı.

Zaman Makinesi 1973 Oyuncularından Zamanda Yolculuğa Açık Davet yazısına devam et

İnanılmaz Örümcek Adam 2

Marc Webb’in yönettiği ve Andrew Garfield, Emma Stone, Jamie Foxx ile Dane DeHaan’ın oynadığı İnanılmaz Örümcek Adam 2 (The Amazing Spider Man 2), 25 Nisan 2014’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Örümcek Adam Peter Parker için, hiçbir his gökdelenler arasında salınmakla, bir kahraman olmayı benimsemekle ve Gwen’le zaman geçirmekle bir olamaz. Fakat Örümcek Adam olmanın bir bedeli var: Sadece Örümcek Adam, New Yorklu hemşehrilerini şehri tehdit eden korkunç kötü adamlardan koruyabilir. Electro’nun ortaya çıkışıyla, Peter’ın kendisinden çok daha güçlü bir düşmanla karşılaşması gerekecektir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

İnanılmaz Örümcek Adam 2 yazısına devam et

Fil’m Hafızası’ndan Saatlere Meydan Okuyan Geceyarısı Çılgınlığı

Sinemaseverlere alternatif bir sinema içeriği sunmak üzere faaliyet gösteren sosyal sinema platformu Fil’m Hafızası, IKSV işbirliği ile 33. İstanbul Film Festivali kapsamında Geceyarısı Çılgınlığı partisi düzenliyor. Uyumayı değil eğlenmeyi severim diyen çılgınları buluşturacak parti, 11 Nisan Cuma günü saat 24:00’te Beyoğlu’nda Topless’ta gerçekleştirilecek. Parti kapsamında Beyoğlu Sineması’nda saat 24:00’te Büyük Kötü Kurtlar (Big Bad Wolves) filmi gösterilecek.

Fil’m Hafızası’ndan Saatlere Meydan Okuyan Geceyarısı Çılgınlığı yazısına devam et