“Kapısından ilk kez adım attığımda sanırım Kasım 1982’ydi. Hemen her konuğu gibi ben de önce yatakhanesini ve sosyal tesislerini keşfetmiş, sonra ara mekânlarla da haşır neşir olmuştum. Arkalarda bir bina vardı, başlarda yanına gitmemiz, girmemiz yasak olan. Sonradan anlamıştık, ‘Barış Davası’ orada görülüyordu. Sanırım 83-84 öğretim yılında artık gerçek işlevi ‘Spor salonu’ olan o mekân da bizimdi. Dört yılımı geçirdiğim ve biraz da mimarlık okumanın avantajıyla, doğru eller tarafından tasarlandığını daha birinci sınıfta çözdüğüm Topkapı Atatürk Öğrenci Sitesi’nde (AÖS), oranın konuğu olan birçok öğrenci gibi benim de unutulmaz anılarım oldu. Ama bence en ilginçlerinden biri, üçüncü sınıftan sonra yurt içinde film gösterilmesiydi. Üstelik filmlerin seçimi, oradaki makiniste bırakılmıştı. Birkaç sinemasever olarak durumu çakmış, zamanında izleyemediğimiz filmler için makinistin gönlünü almaya başlamış, ‘İstek listeleri’ni çoktan hazırlamıştık. Rehberimiz de Atilla (Dorsay) Abi’nin kitaplarıydı. ‘Mitos ve Kuşku’ ya da ‘Sinema ve Çağımız’dan okuduğumuz ve görmek istediğimiz eski filmleri makinist abimize söylüyor, o da büyük bir alçakgönüllülükle şirketlerden bu filmleri toparlıyordu (bazıları için de “Ben bu filmden bir şey anlamadım ama” diyordu.) Bu dönemde izlediğim ve bir tür açık kapattığım filmler arasında Losey’in ‘Troçki Suikastı’, Visconti’nin Camus uyarlaması ‘Yabancı’ vardı.”
Yukarıdaki paragraf Radikal Gazetesi yazarı Uğur Vardan’ın 18 Mart 2013 tarihli “Yurtta sulh, cihanda sinema” başlıklı yazısından…
1949’dan bu yana (yaklaşık 64 yıldır) seyrettiği filmlerle ilgili değerlendirmelerini, izlenimlerini kaydeden Atilla Dorsay bu işi Cumhuriyet Gazetesi sayesinde 1966 sonundan itibaren profesyonelliğe dökmüş… Böylece Atilla Dorsay’ın birkaç kuşağa sinemayı sevdirme serüveni başlamış…” Dokuzdan beşe, tam zamanlı, bir işte hiç çalışmadım. Bu da kendimi geliştirmeme çok yardımcı oldu,” diyor Atilla Dorsay.
Atilla Dorsay En Çok Beğendiği Türk Filmlerinin Listesini Bu Yazı İçin Oluşturdu; Listede 74 Film Var!
İşte Bu Liste:
– Lütfi Akad’dan (11 film); “Kanun Namına”, “Ana”, ”Kızılırmak Karakoyun”, “Vesikalı Yarim”, “Irmak”, ”Beyaz Mendil”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Hudutların Kanunu”, “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”
– Atıf Yılmaz’dan (5 film); “Erkek Ali”, “Balatlı Arif”, “Kalbe Vuran Düşman”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen” ve “Adı Vasfiye”
– Reha Erdem’den (4 film); “Beş Vakit”, “Kosmos”, “Korkuyorum Anne” ve “Hayat Var”
– Zeki Demirkubuz’dan (4 film); ”C-Blok”, ”Masumiyet”, “Yazgı” ve “Yeraltı”
– Yeşim Ustaoğlu’ndan (4 film); “İz”, “Pandora’nın Kutusu”, “Güneşe Yolculuk” ve “Araf”
– Semih Kaplanoğlu’ndan (3 film); “Yumurta”, “Süt”, “Bal”
– Yavuz Turgul’dan (3 film); “Eşkıya”, “Gönül Yarası” ve “Av Mevsimi”
– Metin Erksan’dan (3 film); “Susuz Yaz”, “Sevmek Zamanı” ve “Yılanların Öcü”
– Nuri Bilge Ceylan’dan (3 film); “Uzak”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Üç Maymun”
– Yılmaz Erdoğan’dan (3 film); “Organize İşler”, “Neşeli Hayat” ve “Kelebeğin Rüyası”
– Yılmaz Güney’den (2 film); “Umut” ve “Ağıt”
– Erden Kıral’dan (2 film); “Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Vicdan”
– Halit Refiğ’den (2 film); “Haremde Dört Kadın” ve “Hanım”
– Çağan Irmak’tan (2 film); “Babam ve Oğlum” ve “Issız Adam”
– Derviş Zaim’den (2 film); “Nokta” ve “Filler ve Çimen”
– Duygu Sağıroğlu’ndan “Bitmeyen Yol”
– Ömer Kavur’dan “Anayurt Oteli”
– Şerif Gören’den “Yol”
– Tomris Giritlioğlu’ndan “Salkım Hanımın Taneleri”
– Reis Çelik’ten “Lal Gece”
– Memduh Ün’den “Üç Arkadaş”
– Osman Seden’den “Düşman Yolları Kesti”
– Abdullah Oğuz’dan “Mutluluk”
– Ahmet Uluçay’dan “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”
– Özcan Alper’den “Sonbahar”
– Zeki Ökten’den “Sürü”
– Levent Semerci’den “Nefes: Vatan Sağolsun”
– Özer Kızıltan’dan “Takva”
– Tolga Örnek’ten “Devrim Arabaları”
– Mahsun Kırmızıgül’den “Güneşi Gördüm”
– Seren Yüce’den “Çoğunluk”
– Beş yönetmenli (Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay) “Anlat İstanbul”
– Handan İpekçi’den “Büyük Adam Küçük Aşk”
– Serdar Akar’dan ”Gemide”
– Mustafa Altıoklar’dan “Denize Hançer Düştü”
– Tayfun Pirselimoğlu’ndan “Hiçbir Yerde”
Atilla Dorsay, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün Galatasaray Lisesi’ni ziyaretinde yaşandığı iddia edilen dil sürçmesini de bu yazı için şöyle anlattı:
Önce olayı hatırlayalım… Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle (1890-1970) ve 1921’den bu yana evli olduğu eşi Yvonne Vendroux de Gaulle’ün (1900-79) Ekim 1968’de Galatasaray Lisesi’ndeki karşılamasında yaşandığı ileri sürülen dil sürçmesi ve diğer şehir efsaneleri hâlâ güldürüyor, bundan sonra da güldürmeye devam edeceği anlaşılıyor.
De Gaulle çifti Haziran 1967’de 5. Cumhurbaşkanımız Cevdet Sunay ile eşi Atıfet Sunay’ı Paris’te en iyi şekilde ağırlamış, bir yıl sonra da bu ziyarete Türkiye’ye gelerek karşılık vermişti.
De Gaulle Türkiye gezisi sırasında “Kıbrıs için bölünme şarttır,” tarzında siyasi demeçler de vermişti.
Can Dündar, “Birand; Bir Ömür, Ardına Bakmadan” adlı kitabında Mehmet Ali Birand’ın eşi Cemre Hanıma yazdığı 6 Kasım 1968 tarihli mektuba yer vermiş, mektuptan Birand’ı De Gaulle’un Türkiye gezisi gibi o günlerde yaşadığı olayların çok yorduğu anlaşılmıştı. O tarihte Birand, Milliyet Gazetesi için çalışıyordu.
De Gaulle çifti, Mekteb-i Sultani’nin kuruluşunun 100. Yıldönümünü kutlamak için Galatasaray Lisesi’ne gelmişti.
Sabah Gazetesi yazarı Atilla Dorsay, Hakan Sonok’a 1968’de olduğu ileri sürülen dil sürçmesini 45 yıl sonra 2013’te şöyle özetledi:
“O olay şudur: Ziyaret sırasında bir görevli de Gaulle çiftini karşılarken yanlışlıkla ‘Nous voudrions vous baiser- Sizi düzmek isterdik’ diyor. Baiser fiilinden üretilmiş olan ‘baiser-öpücük’ kelimesini yanlış kullanıp ‘sizi öpmek isterdik’ demek isterken… Ama kullandığı biçimiyle, dediğim gibi, bu ‘sizi düzmek isterdik’ anlamına geliyor. Ve de bayan De Gaulle bu sözlere, bu dil sürçmesine ‘Tanrı kocamı korusun!’ diye karşılık verir. Ama bunun bir şehir efsanesi olması ihtimali çok daha öndedir sanırım.”
“Dorsay’ın Penceresinden” ve “Atilla Dorsay: Sinemayı Yazan Adam”
Remzi Kitabevi yayını “Dorsay’ın Penceresinden” (Kültür ve Sanat Dünyamızdan Atilla Dorsay’ın Yazdığı Portreler) ve Say Yayınları tarafından basılan, dağıtılan, Atilla Dorsay’la Rıza Kıraç’ın yaptığı nehir söyleşi “Atilla Dorsay: Sinemayı Yazan Adam” adlı kitaplar, emektar yazarın dünyasına, düşüncelerine ve yaklaşık yarım yüzyıllık serüvenine ışık tutuyor. Bu çok yararlı, çok kolay okunan kitaplar tüm sinemasevenler ve tüm iletişim fakülteleri (özellikle de sinema-TV okulu) öğrencileri için eşsiz bilgi kaynakları, hazineleri niteliğini taşıyor. Kültürle sanatla ilgili herkese tavsiye edilir.
47 Yıldır Yazıyor ve Emeğinin Karşılığını Almaya Başladığını Düşünüyor
1966 sonundan bugüne, yaklaşık 47 yıldır sinema üzerine düşünen ve yazan Atilla Dorsay, Türk filmlerinin ulaştığı seviyelerden, çok memnun… Bunda kendisinin de, Sinematek’in de, İstanbul Film Festivali’nin de yetiştirdiği sinemaseverlerin payı olduğunu söylüyor.
Atilla Dorsay, İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olduğu 1974 ve 75 yıllarındaki 500 günlük dönemde TRT’nin, sinema klâsiklerini (“Hoşgörüsüzlük”, “Bir Millet Uyanıyor”, “Haremde Dört Kadın” ve “Jan Dark’ın Tutkusu” gibi), Rekin Teksoy, Erman Şener, Onat Kutlar, Giovanni Scognamillo ve kendisinin sunumlarıyla göstermesinin Sinematek’i Sıraselviler’den bütün Türkiye’ye yaydığını kaydediyor. Bunun televizyon aracılığıyla sinema sanatının sevdirilmesinin Türkiye’deki ilk örneği olduğunu belirtiyor.
Reha Erdem ve Nuri Bilge Ceylan’ın İlk Filmleri Dorsay’ı Heyecanlandıramamış
Atilla Dorsay, şunu da kabul ve itiraf ediyor ki, Reha Erdem, Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmleri kendisinde heyecan uyandıramamış.
Türk Sineması’nı Uzun Yıllar Reddetti
Atilla Dorsay uzun yıllar Türk sinemasına karşı, son derece mesafeliydi, son derece uzak durdu. Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ına bayıldığını hatırlıyor. Ama Atilla Dorsay, uzun yıllar Türk sinemasını reddetti. Tam bir sinemaseverdi ama sadece Avrupa ve Amerika’dan gelen filmlerle beslenen bir sinemaseverdi. Sonra Türk sinemasıyla barıştı.
Yılmaz Güney’in “Umut”undan İtibaren Türk Sinemasını Yazmaya Başladı
Atilla Dorsay, Aralık 1966’dan bu yana yabancı filmler üzerine, 1970’te, Yılmaz Güney’in “Umut”undan başlayarak da Türk filmleri üzerine yazıyor. Yazarlık hayatının ilk 27 yılı Cumhuriyet Gazetesi’nde geçti. 1979 yılında Türk Dil Kurumu kendisine Türkçeyi basında en iyi kullanan yazar ödülünü layık buldu. 1949 yılından bu yana, tam 64 yıldır, seyrettiği filmlerle ilgili izlenimlerini yazıyor, not tutuyor.
Cumhuriyet Gazetesi’nin En Çok Okunan Yazarlarından Biriydi
Hasan Cemal’in “Cumhuriyet Gazetesi’ndeki İç Savaş’ın Perde Arkası: Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” adlı kitabındaki yer verdiği Sonbahar 1982 tarihli bir okur araştırmasına göre Atilla Dorsay, Cumhuriyet’in en çok okunan yazarları arasındaydı. Yine aynı kitaba göre gazetenin başyazarı Nadir Nadi işçi, memur ve emekli kökenli okurlardan gelen tepkiler üzerine, Atilla Dorsay’ın seçkin lokantaları dolaşarak, onların en lezzetli yemeklerini tadarak oluşturduğu yeme-içme köşesine noktayı koymuştu, Hasan Cemal’in Dorsay’dan yana tavır koymasına rağmen. Yine aynı kitapta Dorsay’ın Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı projesinin filmleştirilmemesi için Haçlı Seferi düzenleyen Oktay Akbal ile Berin Nadi’ye karşı çıktığı, Halit Refiğ’den yana sesini çıkardığı belirtilir.
Sabah Gazetesi’nde Çalışmaktan Memnun
Atilla Dorsay, şu sıralar Sabah Gazetesi’nde yazarlığına devam ediyor. Sabah’ta yazmaya başlarken arka sayfadan anons edilmesi kendisini mutsuz etmiş. Robin Williams gibi dünya çapında tanınan yıldızlarla yaptığı özel söyleşilerin Sabah’ta iyi bir şekilde değerlendirilmemesi de kendisinde hayal kırıklığı yaratmış. Ancak bugünlerde gazete yöneticilerinden Serhat Albayrak ile son derece iyi bir iletişim kurmuş bulunmaktan son derece memnun.
Yıllar Önce Hürriyet Gazetesi’yle de İş Görüşmesi Yapmış
Atilla Dorsay, yıllar önce Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamasını arzulayan Ertuğrul Özkök’ten aşırı, kabul edilemez isteklerde bulunmasından dolayı basınımızın amiral gemisinde yazmaya başlayamadığını da saklamıyor.
Ailesi
Anneanesiyle babaaannesi uzaktan akraba olan Atilla Dorsay anne tarafından da baba tarafından da Yunanistan göçmeni. Devlet Demiryolları’nda müfettiş olarak çalışan babası Hüseyin Avni Bey (1991’de vefat etti) soyadını alırken “Yüce Soy”, “Yüksek Soy” anlamına gelen Dorsay’ı seçmiş. Atilla-Leman Dorsay çiftinin babaları yaşamlarının son dönemlerinde ne yazık ki Bellek Silinmesi/Alzheimer hastalığının pençesine düşmüş. Atilla Dorsay’ın annesi İkbal Rahime Dorsay ise torunu Gökhan’ın 31 yaşına ulaşmasını bile görmüş… 17 Mart 1939 Cuma günü İzmir Karşıyaka’da dünyaya gelen Atilla Dorsay’ın 1969 yılında tanıştığı Leman Karaca Dorsay ile Şubat 1973’te evlenmiş. Leman Hanım, her başarılı erkeğin başarısında en büyük pay evli olduğu kadınındır kaidesinin en güçlü, en güzel örneklerinden biri. Leman ve Atilla Dorsay çiftinin Gökhan (1976) ve Ece (1979) adlı iki çocukları bulunuyor.
Pişmanlıkları
Atilla Dorsay ailesiyle ilgili şunları anlatıyor:
“Ve ben bir anlamda annemle babamın İzmir’deki rahat hayatı bırakıp İstanbul’a gelmelerinin baş sebebiydim (…) Ve ben ailemin hiçbir zaman İzmir’deki kadar mutlu olduklarına inanmıyorum. Burası büyük bir kent, burada kaybolup gittiler. Bu büyük bir fedakârlıktı. Annem bir gün, “Biz seni okutmak için İstanbul’a geldik. İzmir’de kalsaydık hepimiz çok daha rahat olurduk,” dedi. Hem maddi hem manevi açıdan bunu söylediğini düşünüyorum. Bunu da çok takdir ediyorum (…) Şimdi bizim kuşağın bir günahı var. Yalnız bizim kuşağın değil, birçok kuşağın günahı bu. Annemizle, babamızla onların geçmişiyle, aile tarihiyle yeterince ilgilenmedik. Aslında birçok kuşak bu hatayı yaptı (…) Kendi sorunlarıma öyle dalmıştım ki ailemle yeterince ilgilenemedim. Bunu her zaman büyük bir pişmanlıkla hatırlıyorum (…) Çok sevdiklerimiz için gerekeni yapamadığımız duygusu acaba evrensel mi? Ben sevgili ana babamdan başlayarak, çok kişi için böyle düşünüyorum. Ve onlara gerektiğinde sevgimizi, dostluğumuzu, hayranlığımızı ya da minnetimizi yeterince belirtememiş olmanın ızdırabını yaşıyorum. Bilmem, benim gibi başkaları da var mı? (…) Şu kahrolası gündelik yaşam temposu hepimizi öylesine esir almış ki (…) Bir ailem ve yeterince vakit ayıramadığımı düşündüğüm iki çocuğum var (…) Kızıma yardım etmek istediğim zamanlarda, “Baba ne olur sen çekil, gölge etme yeter, çünkü senin varlığın, ünün altında ezildiğim zamanlar oldu, bırak ben bildiğimi yapayım,” demiştir bana.
Galatasaray Lisesi ve Hababam Sınıfı
“Zaten Galatasaray’ın temel özelliği de daha 19. yüzyıldan başlayarak Türkiye’nin Batı’ya açılan bir penceresi olmasıdır. Bu klişe bir söz gibi gözükür ama tamamıyla doğrudur. Galatasaray, Batı’ya ait olan birçok iyi şeyi, yararlı, çağdaş şeyleri, Türkiye’ye ithâl etmekte kale işlevi görmüş çok sağlam bir müessesedir. Bütün bunları söylerken Galatasaraylılığı çok yücelttiğimi de sanma yani. Yine benim dönemimde belli ölçüde bir klası vardı. Sonraları Galatasaray Lisesi, oradaki sınıf atmosferi, bana ‘Hababam Sınıfı’ filmlerini hatırlatmaya başladı. Tabii o yıllarda ‘Hababam Sınıfı’ filmleri yoktu, Rıfat Ilgaz’ın romanını da okumuş değilim ama sonra o film serisini görünce, ‘Yahu, bu bana bir şeyleri hatırlatıyor,’ dedim. Sonra keşfettim, Galatasaray’daki sınıfları hatırlatıyor. Yani Galatasaray, insanı belli bir hamur içinde alıp yoğuran, ona birtakım erdemler aşılayan, hayat karşısında donanımlı kılan bir yer. Ancak, benim anladığım ölçüde Batılı anlamda okumaya, öğrenmeye, kendini geliştirmeye teşvik etmeyen, edemeyen bir eğitim sistemine sahip. Her şey biraz arkadaşlık, dostluk, hocalarla dalga geçme, şaka, espiri ama gerçek bilginin etrafında dolanma gibi tipik ‘Hababam Sınıfı’ özelliklerine yakın düşüyor. Galatasaray böyleydi de çok daha sağlam, çok daha iyi eğitim veren liseler var mıydı? Ona da pek inanmıyorum, bu Türkiye’nin eğitim sistemine özgü bir şey. Ama Galatasaray ünü oranında bu sistemden kendini sıyırıp gerçek anlamda bir eğitim yeri de olmuş değil. Bu eleştirimi de söyleyeyim (…) Şunu da söyleyeyim, Galatasaray bana çok şey verdi.”
Aynur Hanım
Atilla Dorsay, gençlik yıllarında Aynur adında esmer güzeli bir pavyon kadınını oradan çekip kurtarmayı hayal etmiş.
Sedad Hakkı Eldem’in Öğrencisi
Atilla Dorsay, Halit Refiğ’in “Mimar Sinan’dan sonraki en büyük Türk mimar” olarak tanımladığı Sedad Hakkı Eldem’in öğrencisi. Dorsay, Eldem için daha mütevazi bir ifade kullanarak, “20. yüzyılın en büyük Türk mimarı,” diyor. Bakımsız sakallı, derbeder görünümlü insanlara antipati duyan Atilla Dorsay bu özelliğini Sedad Hakkı Eldem’den almış görünüyor.
Bizans’ı Semavi Eyice’den, Ege’yi Halikarnas Balıkçısı’ndan, Dans’ı Panosyan’dan öğrendi.
Atilla Dorsay şanslı bir insan. Kız tavlamak için gerekli olan dans tekniklerini Panosyan’dan, Turist rehberliği yapabilmek için gerekli Bizans bilgilerini Sanat Tarihçisi Profesör Doktor Semavi Eyice’den, Ege Uygarlıklarını Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan (diğer adıyla: Halikarnas Balıkçısı; “Mavi Sürgün” filminde Can Togay tarafından canlandırıldı) öğrenmiştir. Mütevazi bir ailenin çocuğu olan Atilla Dorsay geçimini uzun yıllar yazarlıktan çok turist rehberliğiyle kazanmıştır. Eşi Leman Hanım’da uzun yıllar turist rehberliği yapmıştır.
Rüzgar Gibi Geçen, Kaybolan Yıllar
“Ben kırk yıl önceki, yirmi yıl önceki, hatta on yıl önceki eğlence tarzıyla yaşamayı bugün arzu etmiyorum. Bunun anlamsız olduğunu biliyorum, her yaşın getirdiği farklı şeyler var, olumlu ya da olumsuz… (…) Meselâ yaşın getirdiği şey bedenin zayıflamasıysa, uyku ihtiyacının artması, enerjinin azalmasıysa, buna karşı durmanın da bir anlamı yok.”
Yerel Yönetimlerin Baş Görevi Sanat Olamaz
Atilla Dorsay, “Yerel Yönetimlerin Görevi İçinde Sanat En Başta Gelir” fikrini savunan Doğan Hızlan gibi aydınlardan daha gerçekçi bir yaklaşıma sahip.Bu konuda şöyle diyor:
“Yolumuzu yapıp, ışığımızı, suyumuzu ve elektiriğimizi getiren, sokaklarımızı aydınlatıp, parklarımızı yapan, ulaşımımızı sağlayıp, evimizin önünü süpüren belediyelerin baş görevi sanat olabilir mi? Belki tuzu kuru bir ülke için, zorlama da olsa bu söylenebilir. Ama sevgili Doğan Hızlan, binbir sorunlu ülkemiz için bu kadarı biraz fazla lüks olmuyor mu?”
Mutluluk
“İnsan en fazla beş dakika mutlu olabilir. Daha fazlası insan doğasına aykırı. Ne yapıp edip kendimizi mutsuz edecek bir şeyler buluyoruz ve rahatlıyoruz.”
Kısır Döngü
“Türkiye’de fikirleri olanlar hiçbir zaman uygulamaya geçemiyor, uygulama için başa geçenlerin ise bu konularda fikirleri yok. Bu kısır döngü devam ediyor tabii.”
Empati
“Empati denen şey çok önemli. Kendini karşındakinin yerine koyma özelliği… Bizim toplumda bu çok eksik, hatta hiç yok diye düşünüyorum.”
Dostları:
“Yarım düzine kadar gerçek dostum var.”
Balık Hafızalı Toplum
“Türkler kadar geçmişini koruyamayan, çok çabuk unutan, hafızası olmayan, balık kadar belleksiz başka bir toplum var mıdır, merak ediyorum.”
Halit Refiğ
Atilla Dorsay “Hanım” filmiyle Halit Refiğ’e Antalya Film Festivali’nde ödül verilmesi için gerçekten çok çaba harcadı ve amacına ulaştı. Bence kendisinin en isabetli seçimlerinden biri “Hanım” konusundaki ısrarıdır.
Atilla Dorsay Halit Refiğ’in “Hanım” filmi için şunları söylüyor: “Ben kişisel olarak Halit Refiğ’in ‘Hanım’ adlı filminin de Türkiye’nin Oscar aday adayı olarak Los Angeles’a gitmesi için elimden geleni yaptım. Ancak diğer seçicileri ikna edemedim. Oysa Halit Refiğ’in ‘Hanım’ adlı filmi Türkiye’nin Oscar aday adayı olabilseydi, belki de Oscar adaylığı elde edebilirdi.”
Atilla Dorsay, Halit Refiğ hakkında şunları söylüyor:
“Haremde Dört Kadın”, ”Bir Türk’e Gönül Verdim” ve “Hanım” Türk sinemasının temel taşlarıdır. Hikâyeler bizdendir. Anlatım tarzı hiçbir zaman Amerikan kurgusu gibi değildir, belli bir ritim yavaşlığı vardır. Belki Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde de var olan hayatın gerçek ritmi, Halit Refiğ’de de vardır, her ne kadar sinemaları çok farklı gözükse de.
Atıf Yılmaz
“Geniş, dost bir yüreği vardı onun… Dünü ve bugünüyle Yeşilçam’da, Atıf Abi gibi insanlara yüreğini açan, herkesle dost olan insan yoktu.”
Mizah
“Komedi dramanın öteki yüzü. Gülmek çok sağlıklı bir eylem. Mizah,insanı insan yapan bir duygu. Ben bugüne kadar gülen hayvan görmedim! Köpeğimi güldürmeye çalışıyorum, başaramadım bugüne kadar! İyi komedyenler toplumu sağlıklı kılar, toplumun rahatlamasını sağlar. İki saat boyunca insanın kafasındaki sorunları atıp daha soylu şeyleri düşünmesine yol açar.”
Ertem Eğilmez
Türk sinemasında en az takdir gören, en çok hakkı yenen yönetmenlerin başında gelen Ertem Eğilmez için Atilla Dorsay şunları söylüyor:
“Ben zaman içinde Kemal Sunal’ı da, Zeki Alasya-Metin Akpınar’ı ikilisini de sevmeyi öğrendim. Bütün bunları söyledikten sonra, rahmetli Ertem Eğilmez’i ve Arzu Film ekolünü anmamak da mümkün değil. Çünkü bütün bu oyuncular, özellikle 1970’li yıllar boyunca Arzu Film çatısı altında ün kazandılar. Orada Ertem Eğilmez’in kişiliğinin şemsiyesi altında daha bilinçli bir çaba oldu. Orada senaristler, oyuncular hep birlikte, bugünkü sinemamızın komedi geleneğinin bir nevi temellerini attılar. Arzu Film komedileri bugün hâlâ beğenilen, aranan, izlenen filmler. Tabii isterdim ki o filmler temizlensin, yeniden basılsın da o çizik, bozuk kopyalardan kurtulalım… Bunu bütün Türk filmleri için söylemek mümkün tabii. Arzu Film komedileri Türk komedisine belli bir düzeyi ve zevki getirdiler. O düzey bugün Cem Yılmaz’lara, Yılmaz Erdoğan’lara kadar uzandı.
Croissant
Atilla Dorsay, “hilâl, ay” anlamına gelen Kruasanın (Croissant, Kruvasan, Kuruhasan) Avrupa yemek kültürüne Türklerin bir hediyesi olduğunu da söylüyor.
Politize Olmak
“1970’li yıllar benim kişisel tarihimde solculuk yıllarıdır. Bunda tabii o yıllarda dost olduğum ve bu işin teorisini benden çok daha iyi bilen Onat Kutlar’ın da katkısı oldu. O yıllarda biz Onat’la İstanbul’da yapılan birçok panele, açık oturuma katıldık. Hatta sendikaların düzenlediği ve insanların sol yumruklarını havaya kaldırıp, ‘Tek Yol Devrim’ diye bağırdıkları kalabalık toplantılara katıldık (…) Biz de sol yumruğumuzu kaldırıp ‘Tek Yol Devrim’ diye bağırmadık gerçi. Yine de bu konuşmalarımızda son derece politik olmak, politize olmak zorundaydık ve bütün o panellere, toplantılara bakıyorum da benim için biraz yapay bir durumdu.”
(20 Mart 2013)
Hakan Sonok