Bu Gülümseme Dostça Değil

Çocukluk travmalarının üstesinden gelmek hiç kolay değil. 10 yaşındayken annesinin intiharına tanıklık etmiş olan Dr. Rose Cotter’ın Acil Psikiyatri Birimi’nde zaman mefhumu olmaksızın gece gündüz çalışmak suretiyle yaralı ruhlara şifa dağıtmayı geçmiş acılarıyla başa çıkabilmenin bir yolu olarak seçmiş belli ki. Lâkin çaresiz Laura ile karşılaşması onu geçmişinin karanlığına doğru dönülmez bir yola sokacaktır. Genç kadın kendinden başka hiç kimsenin göremediği, ona bir şeyler fısıldayan varlıktan söz eder. Tanıdığı veya tanımadığı insan yüzlerinin maskını alan, hayatını ve zihnini suratında hiç de dostane olmayan musallat bir gülümseme ile kontrol altına alan doğaüstü bir güçtür bahsettiği. Doktorun halüsinasyon tanısına şiddetle karşı çıkan genç kadın yüzünde beliren şeytani gülümseme ile korkunç bir biçimde hayatına son verirken Rose için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Haftanın özellikle korku türünün hayranları için güzel bir sürprizi olan ‘Gülümse / Smile’ işte böylesine dehşetengiz bir girizgâh ile açılıyor. Olayın etkisi altında kalan Rose, daha sonra gündelik hayatında açıklayamadığı olaylar sonucu bir kâbusun içine düşüyor. Hayatta kalmak ve hayatını ele geçirmeye çalışan dehşetin etkisinden kurtulmak için sıkıntılı geçmişi ile yüzleşmek zorundadır artık.

Özgün adının dilimize ‘Gülümseme’ olarak çevrilmesini daha doğru bulduğum yapım çok başarılı bir ilk film. Kısa filmleriyle adından söz ettirmiş olan yönetmen Parker Finn, bu ilk uzun metrajının esinini 2020 yapımı ödüllü kısası ‘Laura Hasn’t Slept / Laura Henüz Uyumadı’dan almış. Hollywood standartlarına göre hayli düşük olan 17 milyon dolarlık yapım maliyeti ile başlangıçta dijital platformlar için düşünülmüş, özgünlüğü fark edildiğinde sinema gösterimleri gündeme gelmiş. İlk hafta sonunda maliyetinin üzerinde bir gelirle ABD hasılat listesinin zirvesine yerleşmesi de bu kararın haklılığını doğrulamış.

Finn piyasayı sarmış korku denemelerinin birkaç gömlek üzerinde kalan filminde farklı şeyler denemiş. Telefon zili ya da alarm çalışı gibi tanıdık sesler ile korku anları yaratmada becerikli. Açılar ile oynarken kamerayı doksan derece çevirerek yavaşça döndürüyor, bazen baş aşağı döndürüyor. Havadan çekimler ya da karakterin yüzüne ani yakın çekimlerle etki yaratmasını biliyor. Sahne geçişlerinde yaratıcı. Psikolojik travma ile doğaüstü varlık temalarını ustaca kaynaştırırken sıradan korku filmlerinin klişe tuzaklarından özenle kaçınmış. İlk kez izlediğim Sosie Bacon, Dr. Rose’da etkileyici bir oyun veriyor. Ses tasarımı ile Cristobal Tapia de Veer imzalı müzik çalışmasının filmin ürkütücü cehennem tasvirine katkısı büyük. Velhasıl korku türünde yeni bir soluk arayışı içinde olanlar kaçırmasın.

(06 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Vahşi Gece

Tommy Wirkola’nın yönettiği ve David Harbour, John Leguizamo, Cam Gigandet ile Alex Hassell’in oynadığı Vahşi Gece (Violent Night), 02 Aralık 2022’de UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Bahsinizi her zaman kırmızıya yatırmanızı söyleyen yapımcı 87North’dan, karanlık ve şaşırtıcı bir Noel gerilim filmi. Bir grup paralı asker, Noel akşamı zengin bir ailenin evine girip içerideki herkesi rehin alırlar. Ancak bu paralı askerlerin akıllarına bile getirmedikleri bir ihtimal vardır. O akşam sürpriz bir dövüşçünün, Noel Baba’nın da orada olacağına hazırlıklı değildirler ve Noel Baba, onlara gerektiğinde neden bir aziz olmadığını göstermek üzeredir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Vahşi Gece yazısına devam et

Ressam Mihri’nin İzindeki Yolculuk Antalya Film Festivali’nde

Yönetmenliğini Berna Gençalp’in, yaptığı Kim Mihri belgeseli, ilk gösterimini 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması kapsamında yapacak. Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından Mihri Rasim’in hayatını ve uluslararası ressamlık kariyerini konu alan filmin yönetmeni Berna Gençalp, Mihri’nin izini, ressamın hayatını geçirdiği İstanbul, Roma, Paris ve New York şehirlerinde sürüyor. Osmanlı İstanbul’unda dünyaya gelen Mihri ile ilgili yapılan son araştırmalar sayesinde sanatçının hayatını gölgeleyen rivayetlerin yerini somut gerçekler alıyor. Belgeselde çok sayıda eser görseli, fotoğraflar ve gazete kupürleri kullanıldı.

Boran Kuzum, Cansel Elçin, Janset, Zeynep Tuğçe Bayat, Adresi Olmayan Ev’de

Boran Kuzum, Cansel Elçin, Janset, Zeynep Tuğçe Bayat, Emel Çölgeçen, Arın Kuşaksızoğlu, Mert Ege Ak ve Yeliz Bozkurt, Adresi Olmayan Ev filmi için genel okuma provası yaptılar. T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ile Avrupa’nın en büyük film fonu Eurimages’dan yapım desteği alan, yönetmenliğini Hatice Aşkın’ın, yapımcılığını Emre Oskay, Engin Altan Düzyatan ve George Kyriakos’un üstlendiği Adresi Olmayan Ev filminin çekimleri Ekim ayında başlayacak. Görüntü yönetmenliğini Feza Çaldıran’ın üstlendiği, Türkiye – Yunanistan ortak yapımı filmin ilginç hikâyesi İstanbul ve Ankara’da geçiyor.

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali Edebiyat Uyarlaması Senaryo Yarışması Finalistleri ve Jürisi Açıklandı

01 – 08 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında düzenlenen Edebiyat Uyarlaması Senaryo Yarışması finalistleri belli oldu. Yarışmada finale kalan 8 proje Aslı Özge, Ercan Kesal ve yazar Müge İplikçi’den oluşan jüri tarafından değerlendirildi. Seçilen projeler, 01 Ekim’de düzenlenecek açılış töreninde açıklanacak.

Birlikte Yaşamak, Sevmek ve Gülmek…

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, birbirinden ayrılmayan biri doktor, biri avukat ve hemşire, bu kez bir otopsi nedeniyle buluşur. Doktor, özellikle uzuv kayıpları için estetik cerrahlık yaparken bir yandan da üzerinde çalıştığı ağrı kesici (uyuşturucu mu demeli) ile kendi yaralarını iyileştirmeye çalışır. Avukat ise ırkçılığa karşı mücadele veren bir siyahidir ve asla bu duruşundan ödün vermez. Hemşire, avukatın sevgilisi ve yaralıların bedenlerinden topladığı şarapnelleri heykele dönüştüren bir sanatçıdır aynı zamanda.

Bu üç arkadaş, “bunların hepsi gerçekten oldu” diye başlayan filmin ana taşıyıcıları. Bir yanıyla iki dünya savaşının arasında yaşananlara, bir yanıyla da insan ilişkilerine bakan bir film Amsterdam. Filmin adının Amsterdam olmasına bakmayın, ağırlıklı olarak New York’ta geçiyor ve kentin eski adının New Amsterdam olduğunu hatırlatalım.

Filmde sadece o zamanların anlatımı değil, günümüz dünyasının eleştirisi de yer alıyor. Her ne kadar yönetmen, mizaha yönelerek gücünü azaltsa da (bizdeki “beşli çete” benzeri) bir yapılanmanın belirleyiciliğini vurguluyor.

Görüntünün önüne geçen yorum…

Russell, orijinal senaryosunu sanki bir roman uyarlaması gibi yorumlamış; bu filmin izlenirliğini arttırdığı gibi seyircinin sahiplenmesine de yol açıyor.

Dr. Burt Bernedsen (Christian Bale) gerek savaş sonrası aldığı yaraların (bir gözü sürekli çıkan cam) etkisiyle hep yamuk, ama “dik bir duruş” sergileyen bir karakter. Aslına bakarsanız, sevmek isteyen, eşinin zengin ve ırkçı ailesinden kurtulmak, kendince sevgi açlığını gidermek isteyen biri. Sevmek kolay değil ki sevilmek kolay olsun. Filmin girişinde bu konu ele alınıyor ve izleyici film boyunca bu sorunun yanıtını kendisininkiyle karşılaştırıyor.

Birçok ünlünün yer aldığı film, istenen düzeye ulaşamasa da (General olarak “bir bilen” konumundaki Robert De Niro özellikle) izleyicinin yaşananlara karşı duyarlılığını arttırıyor. Birçok yorumda, son dönemde Trump karşıtı konumuyla anımsanan De Niro, sanki günümüze gönderme yapıyor. Tabii ki karar sizin.

Amsterdam, insan ilişkileri, tarihi gerçeklik, Yönetmen: David O. Russell, Oyuncular: Christian Bale, Margot Robbie, John David Washington, Anya Taylor-Joy, Robert De Niro… 07 Ekim 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(04 Ekim 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Amerikan Rüyası’nın Arka Bahçesi

Oyuncu Olivia Wilde’ın ilk yönetmenlik denemesi ‘Dert Etme Sevgilim / Don’t Worry Darling’ 50’li yıllarda genç çiftlerin biraz da dağıtmak için toplandığı küçük bir parti sahnesi ile açılıyor. Çölün ortasında inşa edilmiş pilot kasabada yaşayan bu şanslı azınlığın konforlu ortamında herkes neşeli, herkes keyifli gözükmektedir. Bahçeli lüks evlerinden son model arabalarına binmiş mühendis eşlerini ağırlarken birbirlerini süzmeyi ihmal etmeyen ev kadınlarından kendilerine sunulmuş ideal hayat için sadakat beklenmektedir yalnızca. Evlerini temiz tutacak, kocalarına yemek hazırlayacak, çocuk yetiştirecek ve düzen içinde bale çalışmalarını sürdüreceklerdir.

Genç aileler Zafer (Victory) projesi için bir araya getirilmiştir. Projenin sahibi Frank genç yeteneklerin dizginlenmemiş potansiyelini, içlerindeki hayal edilmez mücevheri ortaya çıkarmayı hedeflediğini ifade eder toplu konuşmasında. ‘Dünyayı değiştireceğiz’ derken kadehler serbest bırakılmış potansiyelin kutlanması için kalkar. Bu özel aile için en önemli kural gizliliktir. Teknik mühendis kocalar lüks arabalarıyla tozu dumana kattıkları çölün ortasında ne işle uğraşmaktadır? Merkezden gelen gürültüler ve sarsıntılar neden kaynaklanmaktadır? Alışverişe giden kadınlar sitenin troleybüsünün rotasının dışında kalan bölge hakkında bir şey sormayacak, bir nevi hapsoldukları ortamın dışına gözlerini kapatacaklardır. Gerçekte neler olmaktadır? Yakışıklı Jack’in güzel karısı Alice, her anlamıyla yolunda giden hayatının akışını kurcaladığında, şahit olduğu olayları sorgulamaya kalktığında başı derde girer, işler fena halde karışır.

Kısa özetten anlaşılacağı üzere özgün isminin yarattığı beklentiden oldukça faklı bir kulvarda gelişen bir deneme bu. İlk uzun metrajını çeken tanınmış oyuncu dinamik kamera tercihi ve yaratıcı kadrajlarıyla distopik gerilim türünde ilgiye değer bir çalışmaya imza atmış. Film, soğuk savaşın tehditkâr ortamında yeşermiş Amerikan usulü banliyö yaşamının ve genç kuşakların koşullandırıldığı Amerikan Rüyası kavramının hınzır bir eleştirisi olarak da okunabilir. Film bir de tabi 50’li yılların erkek egemen ikliminde, her türlü şatafatın gerisinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş olan kadının başkaldırışıyla çağdaş sinemanın ‘Me Too’ hareketine katkısını sürdürüyor. 2016 yapımı ‘Lady Macbeth’ ile tanıyıp sevdiğimiz, ‘Küçük Kadınlar / Little Women’daki Amy March yorumuyla iki yıl önce Oscar adayı olan İngiliz oyuncu Florence Pugh, Alice yorumu ile göz doldururken kendisine Christopher Nolan imzalı ‘Dunkirk’ ile ilk sinema deneyimini yaşayan, daha sonra solo albümleri ve One Direction grubunun üyesi olarak yıldızı parlamış sansasyonel pozları ile ünlü İngiliz pop şarkıcısı Harry Styles eşlik ediyor. Yeni sürüm Uzay Yolu/ Star Trek’in Kaptan Kirk’ü Chris Pine muktedir Frank rolünde parlarken, -hadi biraz magazine kaçalım- Styles’ın gerçek hayattaki partneri yönetmen Wilde ev kadınlarından Bunny karakterini kendisine ayırmış.

(04 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2. Uluslararası Distopya Kısa Film Festivali

2. Uluslararası Distopya Film Festivali, bu yıl 19 – 20 Kasım 2022 tarihlerinde sinemaseverleri Atatürk Kültür Merkezi (AKM) Yeşilçam Sineması’nda ağırlayacak. İlki geçtiğimiz yıl Aralık ayında, yönetmen Hatice Aşkın’ın direktörlüğünde düzenlenen Uluslararası Distopya Film Festivali, Türkiye’de distopya türündeki filmlere alan açmayı, yalnızca distopya türüne özgü filmlere yer vererek, distopyanın daha iyi kavranmasını ve bu türün tüm detaylarına dikkat çekmeyi hedefliyor. Festival programında ulusal ve uluslararası distopik filmlerden oluşan Uzun Metraj Film Seçkisi, Uluslararası Kısa Film Yarışması ve Ulusal Kısa Film Senaryo Yarışması yer alıyor.

2. Uluslararası Distopya Kısa Film Festivali yazısına devam et

Engelsiz Filmler Festivali’nin Bu Yıla Özel Seçkisi: Onlar

14 – 16 Ekim 2022 tarihleri arasında Eskişehir’de başlayıp, 17 – 23 Ekim 2022 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek olan Engelsiz Filmler Festivali, Onlar Seçkisi’ni seyircinin beğenisine sunacak. Seçkide Ali Asgari’nin Yarına Kadar (Until Tomorrow), Andreas Dresen’in Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı (Rabia Kurnaz Gegen George Bush) ve Julie Bezerra Madsen’in Görülmeyi Bekleyenler (All that Remains to be Seen) filmleri olmak üzere 3 film yer alıyor.

Engelsiz Filmler Festivali’nin Bu Yıla Özel Seçkisi: Onlar yazısına devam et

Son Yılların En Üretken Yönetmenlerinden Can Ulkay, Hayatla Barış Filminin Yönetmen Koltuğunda

Ayla, Müslüm Baba, Türk İşi Dondurma, Kâğıttan Hayatlar gibi çok ilgi gören filmlerinin yönetmeni Can Ulkay, Ampute Messi olarak anılan milli futbolcumuz Barış Telli’nin hayatını anlatan Hayatla Barış filminin yönetmeni oldu. Can Ulkay, “Barış, karşısına çıkan hiçbir engelin hayallerinden vazgeçirmesine izin vermeyen çok azimli, çok çalışkan, kendine inanan bir sporcu ve örnek alınması gereken bir genç.” diyerek filmle ilgili duygularını anlattı.

Yeni Karanlık Çağlarda

Litvanya asıllı Kristina Buozyte ile Fransız Bruno Samper keşfetmeye değer iki sinemacı. Prömiyerini bu yaz Karlovy Vary Şenliği’nde yapmış olan yeni filmleri ‘Vesper’ sessiz sedasız bizde de gösterime girdi. Pandemi döneminde çekilen ve dehşetengiz bir gelecek tasviri çizen yapım, çağımıza özgü haklı endişelerin beyazperdeye iz düşmüş hali. Öykünün geçtiği karanlık bir gelecekte insanlık yaklaşan ekolojik krizi genetik teknoloji yatırımı yapmak suretiyle önlemeye çalışmış ancak sonuç başarısız olmuş. Laboratuvarda yaratılan virüsler ve tuhaf organizmalar yaban hayata karıştığında, bitkilerin hayvanların ve insan ırkının büyük bölümü yok olmuş. Hayatta kalanlar zorlu bir yaşam kavgası içindeyken, bölünmüş şehirlerde ‘Kale’ adı verilen oligarşik bir düzen hakim sürmektedir. Çorak bir dünyada insanlar ‘Kale’den gelen ve yalnızca tek bir hasat için kodlanmış tohumlara muhtaçtır.

Kırsalda yatalak babasının bakımını üstlenmiş olan 13 yaşındaki VesperOliver’in acımasız Fagin karakterini hatırlatan- öz amcası Jonas’ın yetiştirdiği küçük çocukların kanını muktedirle takas üzerine kurduğu sömürü düzeninden uzak durmaya çalışarak, kendi ilkel sentetik biyoloji laboratuvarında bitkisel hayat formları üretmeye koyulur. Eski ‘Kale’ çalışanı babası Darius köhne bir dron vasıtasıyla kızı ile iletişime geçmekte ve ona deneyimlerini aktarmak suretiyle dört bir yana sinmiş tehlikeden korumaya çalışmaktadır. Ormanlık alanda planörü düşen ‘Kale’den bir bilim adamı ve kızı Camellia ile yolu kesişen Vesper, bunu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyecektir.

Çifte yönetmenlerin 2012 yılında fantastik film festivallerinden ödüllerle dönmüş ilk filmleri ‘Aurora’ (İngilizce adıyla Vanishing Waves / Kaybolan Dalgalar) yeni geliştirilmiş teknoloji sayesinde bir bilim adamının komadaki genç bir kadın ile nöron aktarımı deneyimine denek olarak katılması ve bu zihin yolculuğu sürecinde yaşanan tutkulu bir birliktelik üzerine kültleşmiş bir yapımdır. Eski Sovyetler Birliği’nde doğmuş olan Buozyte, Amerikan sinemasının distopik yapıtlarından ve belki daha da fazla Tarkovski sinemasından etkilenmişe benziyor. ‘Aurora’ büyük ölçüde ‘Solaris’ esini taşıyordu. ‘Vesper’de ise ‘Stalker’ etkisini gözlemliyoruz. Bağımsız sinemacıların mütevazi bütçeye karşın, haki tonların hakim olduğu bir dünyayı inşa etmekte ve bu iklim içerisinde yarattıkları yanardöner rengarenk organizmaların kol gezdiği, ürkütücü ama Vesper karakterinin direnci ile umut ışığı da taşıyan bir evreni izleyiciye kabûl ettirmekte değme Hollywood ürünlerine kıyasla başarılı olduğunu söylemek mümkün. Görsel atmosfer açısından tamam da felsefi açıdan Tarkovski sinemasının yanına yaklaştığı söylenemez belki. Buna karşılık, Grimm masalları tekinsizliğinin hüküm sürdüğü bir alemde, söz gelimi bir ‘Açlık Oyunları / The Hunger Games’ serisinin müptelâsı genç izleyiciyi hedefleyen bir çaba da sezilmiyor değil. Yaratıcı detaylarıyla görsel açıdan tatmin duygusu yaratan film, Feliksas Abrukauskas’ın elinden çıkma görüntüleri, Dan Levy imzalı çarpıcı özgün müziği ve Vesper karakterini canlandıran genç yetenek Raffiella Chapman’ın yorumu ile tür sinemasına göz kırpan ancak Avrupa Bağımsız Sineması ritminden ödün vermeyen ilgiye değer bir çalışma. Gösterimde uzun süre kalamayabilir, geniş perdede izlemek isteyenlere acele etmelerini öneririm.

(03 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zuhal, Cuma Günü Sinemalarda

İstanbul Film Festivali’nde En İyi İlk Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerini alan, geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Nazlı Elif Durlu filmi Zuhal, 30 Eylül 2022 Cuma günü Başka Sinema dağıtımı ile sinemalarda gösterime giriyor. Filmde, başarılı bir avukat olan ve İstanbul’un merkezinde yalnız yaşayan Zuhal adlı bir kadının evinin derinlerinden gelen bir kedi sesinin peşinde çıktığı çaresizlik içindeki arayışı anlatılıyor. Zuhal’in o güne dek yüzlerini bile görmediği komşularıyla yaşadığı absürt karşılaşmaları izleyeceğimiz kara komedi türündeki filmin başrolünde Nihal Yalçın, Sadi Celil Cengiz ve Nur Sürer yer alıyor.

Altın Portakal Sinema Okulu 4 Yaşında

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin genç sinemacıları sinema profesyonelleri ile buluşturduğu Altın Portakal Sinema Okulu 4 yaşında. İlk kez düzenlendiği 2019 yılından bu yana 650 öğrenciye eğitim veren ve geleceğin sinemacılarına destek olmayı amaçlayan okul, 02 – 07 Ekim 2022 tarihleri arasında çevrimiçi olarak gerçekleştirilecek.

Atillâ Dorsay’ın Polemikleri: Küfreden de Oldu, Ağlatan da

Türkiye’de sinema yazınının en üretken kalemlerinden Atillâ Dorsay, Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucuyla buluşan son kitabıyla bir kez daha gündemde. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”, yazarın 60’ların ikinci yarısından 2000’lere uzanan yazarlık serüvenine damgasını vuran kimi tartışmaları yeniden hatırlatıyor. Onat Kutlar’dan Halit Refiğ’e, Attila İlhan’dan Aziz Nesin’e, Vedat Türkali’den Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e pek çok önemli isimle yaşanan anılardan ve polemiklerden süzülüp gelen kitabı, yazarıyla konuştuk.

“Bir cesaret işi” olarak tanılanması gereken, yazınımızda örneklerine çok da rastlayamadığımız bir kitapla okuyucuların karşısına çıktınız. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve eseri kaleme alırken riskli bulup bulmadığınızı sorarak girelim söze.

1966’dan bu yana gazeteciyim. 27 yıl boyunca Cumhuriyet’te yazdım. Sonra kısa süreli Milliyet ve Yeni Yüzyıl serüveni, ardından da 2014 yılında “Emek Yoksa Ben de Yokum” diyene kadar kadar Sabah… Bu tarihten sonra, okurlara söz verdiğim üzere yazılı basında yer almadım; ama yazma serüvenini de noktalamadım. O gün bugündür T24’te yazmayı sürdürüyorum.

Kitabı yazarken riskli bir işe giriştiğimi hiç düşünmedim; çünkü bu bakış açısıyla hayat ve anılar da riskli bir bakıma. Ardımda kaç yıl bıraktığımı okuyucularımız sayabilir; bu süre içinde biraz da işim gereği sayısız tartışmanın ve polemiğin içinde buldum kendimi. Bunlar Türkiye’deki aydın kesimin, kültür ve politika üzerine halkı da bir biçimiyle etkileyen tartışmalarıydı. Bu deneyimi ülkemizdeki çeşitli dönemler masaya yatırılırken göz önünde bulundurulması gereken bir miras olarak görüp genç kuşaklara aktarmak istedim.

Kitapla ilgili genel olarak neler söylemek istersiniz?

Salihli’deki askerlik günlerinin ardından 1966’da İstanbul’a geldim. Sinematek günleriydi, bir taraftan da Yılmaz Güney’in merkezinde olduğu bir hareketlilik yaşanıyordu. Askerlik döneminde sayısız Türk filmi izlemiş ve önemli bir eksikliği kapatmıştım. Hemen, Onat Kutlar’ın başında bulunduğu, sevgili Şakir Eczacıbaşı tarafından desteklenen Türk Sinematek Derneği’ne üye oldum.

Hayatta sahip olduğum iki temel prensip de ülkenin entelektüel ve politik anlamda son derece canlı olduğu o dönemde gelişti. Öncelikle emeğe hep saygı duydum ve ırkçılıkla arama mesafe koydum. Solcuydum, bugün de dahil olmak üzere Marx’ı ve “Kapital”i hiç okumasam da sosyal eşitlik ilkesini benimsedim. Ülkeye dair özlemlerimiz vardı ve gelecekten umutluyduk. Sinemayı da edebiyatı da bu bakışla sevdim. Sonra 12 Mart geldi, toplumun bütünüyle sarsan 12 Eylül darbesi gerçekleşti.

Arka planında politik bakışın olduğu müthiş tartışmaların içine girdik o yıllarda. Başta Sinematek ve ulusal sinemacıların duruşundan kaynaklanan polemikler vardı ama tartışmalarımız bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, hadi Tunç Okan’ın “Otobüs” filmi neyse de, Fellini’nin “Amarcord”una ölçüsüzce saldıran, aynı görüşte olmakla birlikte kıyasıya eleştirdiğim Aziz Nesin; Atilla İlhan’la yine sinema merkezli esaslı restleşmemiz; Metin Erksan’la inişli çıkışlı ilişkimiz… Hayatımda Halit Refiğ kadar dediğim dedik bir adamla karşılaşmadım. Kitapta da vurguladım, evime ziyarete geldiği bir gün yaşadığımız bir tartışma sonunda beni hüngür hüngür ağlatmayı başardı! Sonra aradan yıllar geçti, hayranlıkla izlediğim “Hanım” filminin Altın Portakal’da ödül alması için kendisini savunmamdan dolayı, kardeşim dediğim Yavuz Özkan’la birbirimize girdik. Vedat Türkali’yle tanınmış kitabı “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” üzerine polemiğimiz, Ertem Eğilmez’in bir söyleşisinde -affınıza sığınarak söylüyorum- bana “pe….k” demesi! Sonraki yıllarda Hıncal Uluç, Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi gazetecilerle tartışmalarımız. Kitabımda bütün bunlara ve daha fazlasına yer verdim. Dediğim gibi, hayatım boyunca inançlarım oldu, bugün de var. Yazılarımı kaleme alırken bunlardan yola çıktım; ama kimi zaman garip şeylerle karşılaştım, beklenmedik isimlere cevap vermek durumunda kaldım. İki cilt olarak planladığım bu kitapta, 60’lardan 2000’e kadar olan dönemde yaşadığım tartışmalar bulunuyor.

Doğasında polemik, tartışma ve yer yer de kavgalar bulunan bir kitaptan söz ediyoruz. Okuyucuyla henüz buluşan eserinize ilk tepkiler nasıl?

Şu ana kadar kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadım; ama ilk ciltte polemik yaşadığım isimlerden bir çoğu artık yaşamıyor. Sinematek – Ulusal sinema çevrelerinden kitapta yer verdiğim Onat Kutlar, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimler artık aramızda değil. Aziz Nesin, Attila İlhan, Vedat Türkali, Yavuz Özkan gibi dostlarımız da öyle… Belki ilk cildin son bölümünde yer verdiğim Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi isimler ve tartışmalar üzerine yorumlar gelebilir; ancak, “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” adını vermeyi düşündüğüm ikinci kitap, içinde yer alacak olaylar daha güncel olacağı için yeni polemiklerin fitilini ateşleyebilir!

Sizin da vurguladığınız gibi, 60’lı ve 70’li yıllardaki tartışmaların önemli bir bölümünün merkezinde Sinematek ve Ulusal Sinemacılar bulunuyor. 2022’den geriye doğru baktığınızda konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

“Ulusal Sinema”, ne dün ne de bugün kolaylıkla reddedilebilecek bir kavram değil; ama o yıllardaki savunucularının bunu bir parça basite indirgediklerini söyleyebilirim. Bu tartışmaların yapıldığı dönemde ulusal sinemanın bir halk sineması olduğu tezini savundular; oysa çoğunluğu cahil ve sinema sanatına yalnızca ticari bir gözle bakan bölge dağıtımcıları, Türkiye’de sinemanın ileriye gitmesine engel oldular. Düşünsenize, bu dağıtımcılar çekilecek filmlerin konularını belirliyor, hangi oyuncularla çekilmesi gerektiğine karar veriyor ve yönetmenlerin özgürce film yapmalarının önüne geçiyorlardı. Ben bu saflaşmada, çevremdeki pek çok aydın gibi Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı’nın cephesinde yer aldım; hatta sonradan, kitapta da yer verdiğim gibi, inatçı bir kişiliğe sahip olan Hıncal Uluç gibi isimlerle tartışma yaşadım. O yıllarda kıyasıya yapılan tartışmalar bir yana, dönemin önemli isimleriyle; Refiğ, Erksan ya da Atıf Yılmaz’la dost kalmayı başardım, husumet gütmedim.

Yılmaz Güney sinemamızı her dönemde tartışılan figürlerin başında yer alıyor. Son günlerde siyasetçilerin merkezinde yer aldığı bir polemikte de adı “lümpen” ve “katil” kelimeleriyle birlikte anıldı. Onu yakından tanıyan bir isim olarak Güney hakkında neler söylemek istesiniz?

Yılmaz Güney dostumdu. Son dönemini hapishanede geçirdi ve ben gerek Selimiye gerek de İmralı cezaevlerinde kaldığı dönemde ziyaretine gittim. Hayatımdaki en büyük üzüntülerden biri, Paris’e gitmek zorunda kaldığı yıllarda, öyle bir olanağım olmasına rağmen yanına gidememek olmuştur.

Onun muhteşem bir insan olduğunu söyleyebilirim. Gerçek bir dava adamıydı, görüşlerini son ana kadar kararlılıkla savundu. Filmlerinde de politik düşüncesinden izler vardır. Tek zaafı silahla dolaşmasıydı. Bazı haklı nedenlerle, her an bir saldırıya uğrayacağını düşünüyordu. Son olarak elini kana buladığı olayda da bunun kurbanı oldu; ancak olayın büyük bir tahrik sonucunda gerçekleştiğini vurgulayayım.

Yılmaz Güney öncelikle bir sinemacıdır. Filmlerinin önemli bir bölümünü hapiste yapmak zorunda kalan ender sanatçılardandır. Düşünsenize, o yıllarda dijital film üretimi söz konusu değil. Senaryosunu yazıp çekim planlarını ayrıntılarıyla oluşturduğu filmler, zor cezaevi koşullarında kendisine gösteriliyor, son müdahaleleri o olanaksızlıklar içinde yapmaya çalışıyor. Sinemamız adına çok önemli bir isimdir, bütün bu tartışmaların ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen sürmesi de bunu kanıtlıyor. Hatırlayacağınız gibi kendisiyle ilgili bir kitap yazmıştım. Şimdi, 80’lerden sonra ismi etrafında dönen tartışmaları da içerecek ikinci bir Yılmaz Güney kitabı yapmayı çok istiyorum.

Yeni projelerinizi merakla bekliyor ve üretimlerinizin daim olmasını diliyoruz. Son olarak, “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın ikinci cildinden söz edelim. O kitap ne zaman gündeme gelecek ve hangi konuları içerecek?

Teşekkür ederim, yeni cildin yazımı ve belge taraması halen devam ediyor; bir yıl içinde tamamlamayı umut ediyorum. İsmi muhtemelen “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” olacak. Kitap, 2000’lerden sonra yaşanan kimi tartışmaları içerecek. Başlangıçta, ellerimle kurduğum SİYAD’la ilgili (Sinema Yazarları Derneği) beni çok yaralayan bazı olaylara da o kitapta yer vermek istemiştim; ama son günlerde bunu yeni bir kitapta anlatmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. O kitabın adı da “SİYAD Benim Aşkım” olacak. Orada, derneği hangi zor koşullarda kurduğumu ve hangi noktada teslim etiğimi ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum. SİYAD’ın geldiği noktayı tasvip etmiyorum; onun, görevi hak etmeyen insanlar tarafından yönetilmesinden memnun değilim. Biliyorsunuz, yıllarca didinip, derneği saygın bir hale getirmeye çalıştım, sunuculuğunu da üstlendiğim ödül törenleri hazırladım. Hiç unutmam, bir ödül gecesinde Yıldız Kenter’e şarkı söyletmiştim. Dernek başkanlığından da kendi isteğimle, bayrağı genç arkadaşlara teslim etmek amacıyla çekilmiştim. Gelinen nokta beni hiç mutlu etmiyor. O kitapta bütün bunları kapsamlı bir biçimde anlatacağım.

(02 Ekim 2022)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu