Kategori arşivi: Yazılar

Hellboy: İnançla İnançsızlığın Savaşı

İkonik karakterin yaratıcısı Mike Mignola, çizgi romandan filme, canlı aksiyon filmine dönüşen karakterinin dördüncü uyarlaması için “En sevdiğim Hellboy hikayesi.” diyor. Ne kadar haklı izleyip görmek gerek.

Filmin tanıtımlarında da belirtildiği gibi, “Hellboy, 1959’da, paranormal araştırma ve savunma bürosunun genç ajanı Bobbie Jo Song ile Appalachian dağlarında trenden atlayarak mahsur kalır. İkili, burada Crooked Man’in liderliğindeki cadıların musallat olduğu küçük bir topluluğu keşfeder.”

İşin içine büyü ve cadı giriyorsa, muhakkak dini inanışlar da vardır. Doğal olarak Hristiyanlık ele alınıyor olsa da cin, büyü, şeytan gibi “güç”ler bütün inanışlarda alabildiğine etkili ve belirleyici, hâlâ. İnananlar olduğu gibi inanmayanlar da epey fazla. Yönetmen Brian Taylor, filmin birinci yarısında kilisenin bu istenmeyen, daha doğrusu korkulan güçlerin etkisinde olduğunu, hemen arkasından da yine kilisenin yardımıyla kurtulunabileceğini anlatıyor. Yani fraksiyon diyebiliriz bu aynı çatı altındaki iki karşıt kutba ya da tarikat (biliyorsunuz, yol demektir tarikat).

Büyüyle ortaya çıkan, her istediklerini yapabilen bu şeytani güçleri yenebilmek pek kolay olmuyor, çünkü onlar da kilisenin içinde ve kiliseden besleniyorlar; her ne kadar kiliseye giremeyecekleri açıklanmış olsa da.

Hellboy, korkusuzluğu, akılcılığı ve sakinliğiyle neyi niye nasıl yapabileceğini gösteriyor, buna da bağlı olarak güvenilir biri olarak kabul ediliyor. Belki biraz ilginç, biraz merak uyandırıcı ama yeterli olmadığı da kabul edilmeli… Bizdeki yerli fantastik, aksiyon ve korku filmlerinin bir adım önünde yine de…

Bitirmeden eklemeliyim: Hellboy sadece sevgisini ifade etmekten korkuyor. Niye mi? Bizim ülkemizden de değil, ama…

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Operadaki Hayalet

‘Bir zamanlar birisi öldüğünde bir karganın ruhunu ölüler ülkesine taşıdığı rivayet edilirmiş. Ancak bazen korkunç bir kaderi yanında taşıdığı için huzur bulamayan ruh, yanlışı düzeltmesi için yine bir karga rehberliğinde ölümlü dünyaya geri taşınırmış.’ James O’Barr’ın klasikleşmiş ünlü çizgi romanı ‘The Crow’ işte bu fantastik geri dönüşün öyküsünü anlatır. Genç müzisyen Eric Draven ile sevgilisi Shelly Webster bir Cadılar Bayramı gecesinde fütürist Detroit kentini haraca kesen sokak mafyası tarafından hunharca öldürülür. Eric ruhunu huzura kavuşturacak intikamını almak için geri döndüğünde bedeni ölüdür ancak kazanmış olduğu süper gücüyle düşmanlarını birer birer haklayacaktır.

Alex Proyas’ın sinemaya uyarladığı ve bizde ‘Ölümsüz Aşk’ adıyla gösterime girmiş olan 1994 tarihli özgün yapım, çizgi roman estetiğini beyazperdeye ustalıkla taşıyan önemli örneklerden biri olarak kabûl edilir. Lakin filmin kült statüsüne erişmesi başroldeki Brandon Lee’nin filmin son sahneleri çekilirken trajik bir kazaya kurban gitmesi nedeni iledir. Uzak Doğu efsanesi Bruce Lee’nin oğlu olan 32 yaşındaki Brandon çekimin son günlerinde yanlışlıkla ateş alan silahın kurbanı olarak hayatını kaybetmiş, film genç oyuncunun anısına, dublör ve bilgisayar efektleri kullanılarak tamamlanabilmiştir.

Üzerine yapışmış lanetin etkisiyle yeniden çevrimleri sürekli ertelenmiş olan ‘The Crow’ tam 30 yıl sonra yönetmen Rupert Sanders eliyle yeniden beyazperdeye geldi ve dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak ülkemizde de vizyona girdi. Bizde bu defa yalnızca ‘Ölümsüz’ adıyla gösterimi devam eden yeni sürüm, Proyas’ın çizgi roman estetiğinden farklı olarak fantastik ögeler ile bezeli romantik bir gençlik öyküsünün izini sürüyor. Filmin yaklaşık ilk 40 dakikasında Eric ve Shelly’nin sorunlu yetişme yıllarına ve gelişen birlikteliklerine tanık oluyoruz. Bir rehabilitasyon merkezinde karşılaşan ikili bu defa sokak çetesi ile değil çok daha nüfuzlu, üstelik insanlara kötü şeyler yaptırmaya yönelik şeytani bir güç taşıyan Viyanalı elit iş adamı Vincent Roeg (Danny Huston) ve adamları ile mücadeleye girişiyor.

Özgün ilk yapımda karanlık gece sekanslarında bir hayalet gibi intikam peşinde koşan Lee’nin gizemini sevmiştik. Yeniden çevrimde İsveçli deneyimli oyuncu Stellan Skarsgård‘ın küçük oğlu Bill Skarsgård’ın canlandırdığı Eric baştan ayağa dövmeli görkemli bedeni ve emo makyajı ile daha bir bu dünyadanmış izlenimi veriyor. Ölümsüz de olsa (ya da bedensiz diyelim) aldığı her darbenin acısını hissetmesinin onu daha kırılgan yapmış olması da cabası. Shelly rolündeki İngiliz şarkıcı/oyuncu FKA twigs ile kimyaları da tutmuş olan genç aktörün aksiyon sahnelerinin çok önemli bir bölümünde dublörsüz oynadığı da notlar arasında. Oğul Skarsgård’ın Eric Draven performansıyla Robert Eggers’in merakla beklenen yeni çevirim ‘Nosferatu’daki Kont Orlok rolüne bir nevi hazırlık yapmış olduğu da söylenebilir.

Steve Annis’in görüntüleri, Volker Bertelmann’ın müzik çalışması ile de göz dolduran yapımın en önemli kozu ise Prag’da çekilmiş finaldeki opera sekansı olmuş. Giacomo Meyerbeer’in sahnede sergilenen fantastik ‘Robert Le Diable’ operasından bölümler ile Eric Draven’in fuayede hasımlarını hakladığı kan gövdeyi götüren sekansın koşut kurgu ile sunuluşu antolojilere geçecek cinsten. Sahnedeki oyuncular, orkestranın kreşendolarla yükselen atağı ile dövüş bölümlerinin kusursuz uyumu parmak ısırtıyor.

(29 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadın Düşmanı Cambaz

Cambaz doğrudan kadın düşmanı olabilir, ama film gerçekten kadın düşmanlığını işaret ediyor; en tam da o nedenle Cambaz’ın kadını şeytan olarak görmesi, bütün kötülüklerin kadınlardan kaynaklandığını söylemesi kabul edilebilir değil.

Anthony Perkins’in oğlu Osgood Perkins’ın yazıp yönettiği Cambaz, gerilim yüklü olsa da seyircisini koltuğuna yapıştıramıyor; dahası tırnaklarını bile yemesini sağlayamıyor. FBI ajanı, çaylak, Lee Parker’ın hikâyesinin anlatıldığı filmde, evet, bir gerilim var ama ürpermediğiniz gibi ne olacağını bile sorgulamıyorsunuz… Bazı önemli virajlar bilgisiz ve temelsiz dönülünce kafanızda soru işaretleri de oluşamıyor. Ancak hemen belirtmemiz gereken ise bir “acaba” sorusu kemiriyor insanın beynini. Ne oluyor, neden oluyor, film anlatsın. Bir seri katilin peşine düşen Lee Harper, psişik güçlerin de yardımıyla (bizdeki korku filmlerinin hemen hepsinin cinlerle dolu olması gibi) soru(n)ları çözüyor.

Kadını bir düşman olarak görenler, bütün kötülüklerin onlardan kaynaklandığını sananlar, kadını “eksik etek”, “saçı uzun aklı kısa”, “kaşık düşmanı” görenler gerçekten beğenebilirler. Ülkemizde, sokak ortasında bile hemen her gün onlarca kadın şiddet görüyor, katlediliyor… Bu düşüncedeki insanlar için kuvvetli bir “kanıt” sayılabilir Cambaz.

Lee Parker rolünde Maika Monroe belki biraz öne çıkıyor, durgunluğu, tedirginliği ve geçmişten gelen duygularının etkisiyle. İnanılmaz donuk biri…

Nicolas Cage’in canlandırdığı Cambaz, hiçbir parmak izi ve DNA gibi ipucu bırakmadığı için hep karanlıkta kalan biri… Sadece imzası var şifreli mektuplarının altında. FBI bu bilinmezliğin içindeyken o şifreli mektupları bir şekilde okumayı başaran (ilk işine çıkmış) yeni ajan umut oluyor; başka çare yok zaten.

Acaba Cambaz kim? Neden insanları, özellikle de aileleri birbirine öldür(t)üyor? Hangi yöntemi kullanıyor? Nasıl etkiliyor insanları?… sorularının yanıtını ben bulamadım, ama bulanlar vardır muhakkak. Belki de bir ikincisi çekilecek ve o gizemli kısımlar orada açılacak, tabii izleyici kapıyı aralarsa…

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(26 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kadınlar Uyandığında

‘Gözlerini Kırp / Blink Twice’ yaz aylarının güzel sürprizlerinden biri. Amerikalı ünlü rock müzisyeni Lenny Kravitz’in oyuncu kızı Zoë Kravitz’in imzasını taşıyan film, kokteyl garsonluğu yapan Frida’nın (Naomie Ackie) sosyal medyada hayran hayran takip ettiği teknoloji milyaderi Slater King (Channing Tatum) ile bir bağış gecesinde karşılaşmasıyla başlıyor. Gücünü kötüye kullandığı ve insanlara iyi davranmadığı geçmişi için kamuoyundan özür dileyen King, partide yakınlaştığı genç kadını sakin ve huzurlu bir hayat sürmek adına satın aldığı özel adasında rüya gibi bir tatile davet ediyor. Garson arkadaşı Jess’i (Alia Shawkat) yanına alan Frida güneşli günler ile çılgın gecelerin birbirine karıştığı bu cennet köşesinde King’in kızlı erkekli avanesi ile birlikte harika vakit geçirmeye başlıyor.

Adaya varışta telefonların teslim edildiği bir düzende, her bir konuğun lüks döşenmiş odalarda misafir edildiği, kızların yatakları üzerine bırakılmış bembeyaz giysileri kuşandığı, adada özel olarak yetişen ‘desiderio’ çiçeğinden damıtılmış parfümü kullandıkları gerçek bir düş alemidir burası. Gündüzleri havuz başında şampanyanın ve uyuşturucunun en hası ikram edilir. Geceleri Slater’ın çocukluk arkadaşı Cody’nin (Simon Rex) adada yetiştirilen ya da denizde avlanan ürünlerle kotardığı gurme sofralarında mum ışığında yenilir içilir, danslar edilir. Çıplak elleri ile yılan avlayan tuhaf hizmetliler tedirgin edicidir biraz, yine de eğlencenin sonlanmasını kimse istemez. Ancak izahı zor şeylere tanık olundukça Frida, Jess ve daha önce Survivor programlarında yer almış TV yıldızı Sarah (Adria Arjona) kendi gerçekliklerini sorgulamaya başlar. Geceleyin olan biteni neden hatırlamıyorlardır? Frida’nın kolundaki morluk nasıl oluşmuş ya da tırnakları arasındaki toprak parçaları nereden gelmiştir? Bu partiden sağ çıkmak istiyorlarsa gerçeği ortaya çıkarmak zorundadırlar.

Kravitz’in 2020 yapımı ünlü TV dizisi ‘High Fidelity’nin ödüllü yazarı E. T. Feigenbaum ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryosu, ilk bakışta yakın dönemde izlediğimiz ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’, ‘Glass Onion’ ya da ‘Menü / The Menu’ benzeri, bir grup insanı bir adada toplayarak sınıf ilişkilerini irdeleyen örnekleri anımsatıyor. Burada da mizahi dozun şiddete evrilişi, sosyal hicvin yerini buz gibi bir dehşet kasırgasına bırakması fazla zaman almıyor. Kadınların muktedir eril imparatorluk ile mücadelesi sürpriz bir finale ulaşırken Kravitz de ilk uzun metrajından alnının akıyla çıkmayı beceriyor.

Genç sinemacı merak duygusunu her bir kareye ustaca yerleştirmiş. Görüntü yönetmeni Adam Newport-Berra, simetrik iç tasarımlarla hayranlık uyandıran görsel evreni yaratmada çok başarılı. Kathryn J. Schubert’in çarpıcı kurgusu ve Chanda Dancy’nin hipnotik müzik çalışması parmak ısırtıyor. Zengin oyuncu kadrosunun katkısı da çok önemli. Kasi Lemmons’un 2022 yapımı biyografik yapıtı ‘I Wanna Dance With Somebody’de ölümsüz Whitney Houston’a hayat vermiş olan Ackie, yakınlarda ‘Hit Man’de izlediğimiz Arjona ya da çok farklı bir kompozisyonda karizmatik klasını konuşturmayı sürdüren Kravitz’in gerçek hayattaki partneri Tatum gayet iyiler. 80’ler sonu ile 90’lı yılların ünlü oyuncuları Geena Davis (Thelma and Louise), Kyle MacLachlan (Blue Velvet, Twin Peaks), Christian Slater (True Romance) ile M. Night Shyamalan’ın ilk büyük çıkışı ‘Altıncı His / The Sixth Sense’in çocuk yıldızı Haley Joel Osment’i -yaşlanmış hallerine biraz da burularak- küçük yan rollerde izliyor olmak bir diğer hoşluk olarak filmin artı hanesine yazılıyor.

Özgün adını ‘Tehlikedeysen Gözlerini İki Defa Kırp’ deyişinden almış olan yapım, vizyonuyla #MeToo harcına sağlam bir katkıda bulunan Kravitz’in yeni çalışmalarını merakla bekletiyor doğrusu.

(22 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Öğrenilmiş Çaresizliğe Başkaldırı

‘Bizimle Başladı Bizimle Bitti / It Ends With Us’ 2016 yılında ABD’de ilk yayımlandığında kültürel fenomene dönüşmüş olan aynı adlı romanın sinema uyarlaması. 44 yaşındaki Colleen Hoover’ın beyazperdeye teşrif etmesi kaçınılmaz olan çok satan kitabını genç bir kadının annesinden miras kalan öğrenilmiş çaresizliğe başkaldırısının öyküsü olarak özetleyebiliriz. Filmin açılış sahnesinde doğup büyüdüğü eve dönüş yapan Lily Blossom Bloom (Blake Lively), babasının cenaze töreninde onun için söyleyebileceği tek iyi bir şey bulamamanın kırgınlığı ve öfkesi içinde Boston’a geri döndüğünde aklında uzun zamandır hayalini kurduğu bir çiçekçi dükkanı açma fikri vardır. Ryle Kinkaid (Justin Baldoni) ile bir gece vakti adamın terasında şehrin gece ışıltılarını izlediği sırada tanışır. Balkon iskemlesini bir hışımla tekmeleyen genç adam Lily’yi gördüğünde tüm cazibesi ile iltifata başlamıştır bile. Kaslı vücuduyla zehir gibi yakışıklıdır. Üstelik çoğu genç kadının hayalini kurduğu paralı bir beyin cerrahıdır. Ryle’nin çeşitli flörtöz numaralarını geri çevirir Lily. Genç adam da Allah için üstüne gitmez. İkilinin daha sonraki karşılaşmaları Lily’nin mezbelelikten bir sanat eserine döndüreceği dükkanında olur. Genç kadının iş yerinde çalışmak için gönüllü olan Alyssa’nın da erkek kardeşidir Ryle. Çiftimizin duygu ve erotizm içeren beraberliği sürerken Lily’nin şehrin ünlü bir restoranında lise yıllarının ilk aşkı Atlas (Brandon Sklenar) ile karşılaşması genç kadının kafasını karıştırır.

Film aynı roman gibi Lily ile Atlas’ın gençlik aşklarını geriye dönüşlerle anlatır. Genç aşıklar içine doğdukları aileyi seçememenin yarattığı hüznü birlikte paylaşmış, Lily’nin saldırgan babasının araya girmesiyle yıllar önce yolları ayrılmıştır. Lily’ye evlenme teklif eden Ryle’nin eski sevgilinin varlığından duyduğu rahatsızlık patlamaya hazır öfkesini harekete geçirir. Lily onun ilk başlarda anlık geçici parlamalar olarak görmezden geldiği nörotik yapısı ve centilmenliğin ardına gizlenmiş saldırganlığı ile yüz yüze geldiğinde şaşkındır ancak genç kadının annesinin babasından çektiklerini yaşamaya hiç niyeti yoktur.

Film çok popüler olmuş, çok satmış romanlardan yapılan uyarlamaların fotoroman estetiği tehlikesinden kaçmaya çabalıyor. Bunu her daim başaramasa da, Hoover’ın kendi yaşadıklarından yola çıkan hikâyesi aile içi şiddeti hedef alan bakış açısıyla cinsel taciz ve tecavüz kültürüne karşı ortaya çıkmış çağdaş #MeToo hareketine desteği açısından önem kazanıyor. Sinema dışında iş hayatındaki girişimleri ile de öne çıkan, ‘Deadpool’ Ryan Reynolds’un gerçek hayattaki eşi Lively, çekici Ryle’ı canlandırmakla kalmayıp filmin yönetmenliğini üstlenen ve erkek eliyle aile içi şiddet ve eril zorbalığa karşı çıkan Baldoni’nin genel performansı da ilgiye değer. Lily ile Atlas’ın liseli yaşlarını canlandıran genç oyuncular Isabella Ferrer ile Alex Neustaedter gelecek için umut vadediyor. Bir de filmin öyküsünde rolü biraz daha kısalmış Alyssa’da Jenny Slate’in adını anmadan geçmeyelim.

(15 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Uzayda Çığlığınızı Kimse Duyamaz

Dan O’Bannon ile Ronald Shusett’in yaratıcısı oldukları ‘Yaratık / Alien’ efsanesinin ilk tanıtım filminin ürkütücü sloganı aynen böyleydi. Ridley Scott’ın yönetmenliğini yaptığı 1979 tarihli özgün ilk film ertesi yıl Özen Film listesinden bize de ulaşmış ve ilk gençlik yıllarımızın en yaratıcı gerilim – korku klasiklerinden biri olarak hepimizi etkilemişti. Serinin devam filmleri yıllar boyu belli aralıklarla sinemanın gündemine geldi ancak James Cameron imzalı aksiyon dozu yüksek 1986 yapımı ‘Aliens’ ile 1992’de David Fincher’ın yönettiği daha felsefi ve karanlık ‘Alien 3’ten oluşan ilk üçlemenin yeri başkadır.

Serinin şimdilik sekizincisi olan yeni sürümü ‘Alien Romulus’ün yönetmenliği korku filmleriyle çıkış yapmış 1978 doğumlu Latin Amerikalı yönetmen Fede Alvarez’e teslim edilmiş. Alvarez jenerik logosunu da aynen kullandığı özgün ilk yapıma olan tutkusunu gizlemiyor ve adım adım onun yolunu izlediğini ifade ediyor. Filmin başlangıç bölümü hiç fena değil. 2140’larda ‘Alien’ ile ‘Aliens’ arasındaki dönemde Wyland – Yutani adlı uluslararası şirketin madenciler kentinde açıyoruz gözlerimizi. ‘Blade Runner’ tasarımını andıran distopik geleceğin karanlık, çamurlu, sağlıksız koşullarında ömür tüketen işçiler, ‘daha iyi dünyalar kuruyoruz’ sloganı ile umut satan dev şirketin kölesidirler. Babasının çöpten bulup onardığı sentetik Andy’ye (David Jonsson) kardeş gibi bağlı Rain (yakınlarda ‘İç Savaş’ta izlediğimiz Cailee Spaeny) ile kafadar üç arkadaşları sonlarının kadersiz aileleri gibi olmasının önüne geçmek, hayalini kurdukları Yvaga gezegenine ulaşabilmek için şirkete ait külüstür bir uzay taşıtını çalmayı deniyor. Daha sonra, 9 yıl sürecek Yvaga yolculuğu için yetecek yakıtı elde edebilmek için de boşlukta asılı duran terkedilmiş uzay istasyonunu ziyaret edeceklerdir. Bu ziyaret onların kâbusu olacak, ürkütücü DNA deneyleri yapmak için kapalı kapılar ardında gizlice faaliyet gösteren Romulus laboratuvarında yaşananlar ölümcül kâbusu geri döndürecektir.

Heyecan verici ilk bölümün ardından klasik ‘Alien’ gelişmelerini bire bir devreye sokuyor Alvarez. 45 yıl önce izleyiciyi şamar gibi çarpan hadiseler bu defa yoğun bir deja vu duygusu ile fazlaca etkilemiyor doğrusu. Bu defa Alvarez aksiyon dozunu iyice arttırarak tuşların hepsine birden basma yoluna gidiyor. Özgün Alien’da sessizlik çok önemli bir gerilim unsuru iken sinir bozucu ve susmak bilmeyen bir dip müziği eşliğinde irili ufaklı yaratık sürülerini perdeye salıyor. O klasik yaratık ile yüz yüze gelme karesini ihmal etmiyor. Bizim Z kuşağı mukabili genç karakterlerin detaylarına girmektense onları daha önce senaryosuna katkıda bulunduğu yeniden çevrim ‘Teksas Katliamı / Texas Chainsaw Massacre’ örneğindeki klişe kurbanlar misali kullanıyor ve ortalık tam bir korku evine dönüşüyor. Yer çekimi sıfırlaması gibi yeni buluşlar deniyor. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinden alıntıyla gözleri görmeyen yaratıklara karşı sessiz ve vücut ısısını yükseltecek hareketlerden kaçınılması öğütleniyor vs. vs. İkinci bölümün sonlarına doğru bu kanlı gösteri bitse de gitsek derken, seyir zevkini bozmamak için burada açıklamayacağım sürprizini sunuyor Alvarez. İlginç geliyor dikkat kesiliyoruz ancak bu sürprizin de layıkıyla kullanılamadığını söylemeden geçemeyeceğim.

‘Alien Romulus’ serinin koşulsuz fanlarının ve Z kuşağından karakterleri ile IMAX ortamında genç seyircinin ilgisini çekecektir. Biz eski kuşaklara gelecek olursak, ilk filmde deneylerde kullanılmak üzere yaratığın serbest kalmasını sağlayarak toplu facianın müsebbibi olan robot Ash’i canlandıran 2020’de kaybettiğimiz dev oyuncu Ian Holm’un görüntü ve ses olarak dijital marifet yoluyla sentetik bilim subayı Rook olarak geri dönüşünden nostaljik bir keyif aldığımızı belirtelim.

(14 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Dünyanın Sonuna Doğru

Western filmler ağırlıklı olarak erkek egemendir. İşin içine silah, dövüş, içki vb. girince ister istemez ağırlık erkeklere kayıyor. Kadınlar çoğunlukla filmi taşıyan karakter olarak çıkıyor karşımıza, seyirci hoş görsün, beğensin, güzelliğinden etkilensin diye. Dünyanın Sonuna Doğru (The Dead Don’t Hurt) erkek kadar kadın karakterin de bağımsız ve inatçılığıyla gösteriyor farklılığını.

Yönetmen Viggo Mortensen, senaryosunu yazdığı filmin başrol oyunculuğunu da üstlenmiş; kadın karakter Vicky Krieps ile birlikte gerçekten başarılılar. Mortensen senaryosunu da yazdığı için filmi çekerken değişiklikler de yapmış, geri dönüşler (feedback) seyirciyi meraka sürüklediği gibi heyecan da uyandırıyor. Sokak ortasında birbirlerinden etkilenip birlikte yaşamaya başlayan ama bağımsız olmayı da bırakmayan iki insanın nelerle karşılaşacağı, yaşayacakları zorluklar ve daha da önemlisi ummadıkları bir şeyle karşılaştıklarında tutumlarının ne olacağının bilinmemesi filmin önemli düğümü…

Filmde yer alan kırmızı eşarp, atlı şövalyenin geçişi, balıklı küçük kız gibi izleyicinin duygularına da seslenen ayrıntılar çok güzel. Gaz lambasının sönmesi de gerçekten çok etkileyici…

Bir gün, bir anda, erkek alır başını gider asker olur, ne için; verilecek 100 dolarlık ödül için. Kadın yapayalnız kalır. Kasabanın alikıran baş kesen paralı ailesinin zorba oğlu kadına tecavüz eder. Savaş bitip erkek döndüğünde neler olacaktır acaba?

Her gün bir/birkaç kadının en yakınları (baba, ağabey, koca, sevgili) tarafından öldürüldüğü bizim ülkemizde böylesi tecavüzlerin sonucunun ne olacağı bellidir aslında. Kim bilir belki de bizim erkeklerimiz benzer durumlarda aynı davranışı sergileyecekleri için farklı bir sonuç beklenemez. Sinemanın bu en güzel yanı, insanlara doğruyu, güzeli, iyiyi bu kadar açık anlatabilmesidir…

16 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(13 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Eril Zorbalığa Karşı Tek Başına

Viggo Mortensen’in ikinci yönetmenlik denemesi ‘Dünyanın Sonuna Doğru / The Dead Don’t Hurt’ 1860’larda geçen bir western. Film özgün adına nazireyle bir seri ölüm hadisesi ile açılıyor. Vivienne le Coudy (Vicky Krieps) hasta yatağında son nefesini verirken perdeye görüntüden önce düşen iniltiler bir Bergman filmini akla getiriyor. Aynı saatlerde yakındaki kovboy kasabasının barında mekânın sahibi başta olmak üzere tam 6 kişi bölgenin kabadayısı Weston Jeffries’nin (Solly McLeod) kurşunlarına hedef oluyor. Suç, kasaba civarında sarhoş halde uyurken bulunan Jeffries’nin adamlarından Ed Wilkins’e yükleniyor ve şaşkın adam hızlı bir yargılamanın ardından asılarak idam ediliyor.

Üç kağıtçı belediye başkanını (Danny Huston) parmağında oynatan bölgenin nüfuzlu iş insanı, Weston’ın babası Alfred Jeffries (Garret Dillahunt) Batı’ya hücum döneminin verimli topraklarında yatırımlarını genişletmeye kararlıdır. Küçük oğluyla birlikte karısını toprağa veren şerif Holger Olsen’e (Viggo Mortensen) ise kanunların güçlüden yana işlediği bu diyardan çekip gitmek ve belki de dünyanın sonuna doğru huzurla yaşanacak bir yer bulmak düşecektir. Film bu noktadan başlayarak ana karakterlerin geri dönüşlerle iç içe geçen hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Film başlangıçtaki hızlı girişin ardından Mortensen’in bizzat bestelediği, piyano, gitar ve vurmalılarda yoruma eşlik ettiği özgün müziği ile süslenen şiirsel pastoral bir anlatıya kayıyor. İlk kez California güneşi altında karşılaşıyor iki sevgili. Şehir pazarında çiçekçilik yapan Fransız asıllı Kanadalı Vivienne, İngilizlerle yapılan savaşta küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin Jeanne D’Arc öyküleri ile büyümüştür. Başına buyruk, alabildiğine özgürdür. Danimarka göçmeni iyi marangoz Holger’in sessiz karizmasına vurulur ve onunla birlikte Nevada’daki evine gitmeyi kabullenir. Kurak bir plato içine sıkışmış küçük köhne kulübeye vardığında gözleri korku filmi görmüşçesine faltaşı gibi açılır. Lakin kısa sürede kadın eliyle ortalığı çekip çevirecek, çorak araziyi ağaçlandıracak, yakındaki kasabanın tek salonunda barmen olarak çalışmayı becerecektir. Ancak burası erkeklerin acımasız dünyasıdır. Kendisinde gözü olan Weston’ı ustalıkla savuşturmayı bilir başlarda. Holger hem biraz para kazanmak, hem de eril yükümlülüğünü yerine getirme arzusu ile orduya katılmak istediğinde genç kadın ‘bu senin meselen değil’ diyerek karşı çıkar. Ancak o ‘sen benim denizimsin’ dediği sevdiği kadını geride bırakarak iç savaşa yollandığında Vivienne erkek zorbalığına karşı kadın başına direnebilecek midir?

Kanadalı ünlü oyuncunun çatışmalı bir baba – oğul öyküsü anlatan 2020 yapımı ilk yönetmenlik denemesi ‘Düşüş / Falling’in ardından gelen ikinci uzun metrajı şiirsel görselliği, zarif kadrajlarına karşın sonlara doğru tempo sorunu yaşıyor ve irtifa kaybediyor. Yine de çağımızın en iyi oyuncularından Krieps’in özgür ve güçlü kadın yorumunun hatırına izlenebilir.

(13 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat Boşa Gitmesin

Çoğu vasat düzeydeki yaz filmlerinin arasından bir mücevher gibi parıldayan ‘Biraz Yağmur Yağmalı / Some Rain Must Fall’ çağdaş Çin sinemasından gelen güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmleri (A Gentle Night, 2017, Altın Palmiye; She Runs, 2019, Leitz Cine keşif ödülü) ile biliniyor. Dünya prömiyerini 75. Berlin Film Festivali’nin prestijli ‘Karşılaşmalar / Encounters’ bölümünde yaparak şenlikten Jüri Özel Ödülü ile dönen bu ilk uzun metrajı, kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor.

Kırklı yaşlardaki Cai Zhuo bunalımlı bir dönemden geçmektedir. Boşanma arifesindeki iş adamı kocasıyla aynı evi paylaşmayı, Alzheimer hastası kayınvaldesinin bakımına özen göstermeyi sürdürürken, okul takımının yıldız oyuncusu 13 yaşındaki kızını almaya gittiği basket antrenmanında yanlışlıkla yaşlı bir kadının hastanelik olmasına neden oluyor. Kendi sıkıntıları yetmezmiş gibi aniden meydana gelen bu olay onun hayatının kontrolden çıkmasını hızlandırırken, bilinmez bir geleceğe doğru yalpalayan genç kadın geçmişi ile hesaplaşarak kendine yeni bir yol çizebilecek midir.

Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Kısa filmlerini de birlikte yaptığı Alman asıllı görüntü yönetmeni Constanze Schmitt ile bir kez daha 3:4 oranında karar kılmışlar. Yang, resim eğitimi ve fotoğrafçılık geçmişinin izinde öykülerini dikey olarak görselleştirdiği kare ekranı kullanmayı sevdiğini söylüyor. Aile kıskacından kurtulmaya çabalayan Cai’nin hikâyesindeki sıkışmışlık hissini izleyiciye geçirmek için de iyi bir seçim olmuş bu.

Cai’nin öyküsü bir kendini keşif öyküsüdür. Geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de genç kadınla birlikte keşfe çıkıyoruz. Bu amaç doğrultusunda yönetmen olan biteni gözümüze sokmuyor zaten. Açılışta Cai’nin kızgınlıkla geri fırlattığı topun neden olduğu olayı görmüyoruz örneğin. Bunun gibi birçok olay kamera dışında cereyan ediyor ya da olan biteni uzak bir mesafeden izliyoruz. Yang kişilerin yüz hatlarını tırpanlanıyor, tül ya da cam benzeri engellerle perdedeki görüntüyü kısmen flulaştırıyor. Tüm bunlar bir gizem yaratıyor. Cai’nin sırlarla dolu geçmişi adım adım çözülürken aile ortamında yaşananların evrenselliğine tanıklık ediyor, Cai’nin anılarında kendi geçmişimizden izlere rast geliyoruz.

Mütevazı bir başyapıt olarak değerlendirdiğim bu güzel film, sahne sahne incelenmeyi ve keşfedilmeyi beklerken yağmur yağmalı. Hem de biraz değil, bardaktan boşanırcasına temizlemeli tedirgin ruhları.

(08 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Ah ki, Anne Babalar Karışmasa…

Kazakistan, adını bildiğimiz ama tarihi filmler dışında sinemasını pek tanımadığımız bir ülke. Bizden (filmden yola çıkarak) en büyük farkı, şehirlerin beton yığını değil, yemyeşil olması… Ah ki, bizim yöneticilerimiz de ağacın, yeşilin önemini kavrasa.

Bizimle benzeştiği alan ise filmin işlediği konu, anne babaların çocuklarının yaşamlarına karışması. Bakıtcan Jienali, komedi olarak ele almış, ama besbelli dramatik ve bir o kadar da zorlayıcı, hepimizin yaşadığı bir gerçek. “Oğlum / kızım, evlenmelisin.” Niye? Ne olacak evlenince, kuş mu konacak kafamıza? Geleneklerle yaşandığı, mahalle baskısının egemen olduğu bir ülkede gençlerin karşı çıkması, tepki göstermesi pek mümkün olmuyor. “Neredeyse Maço”da, bir diş hekimi genç, ister istemez annesinin baskısı altında evlenmek zorunda hissediyor kendisini. Amerika’dan bir burs kazanmış, eğitim görecek, belki çalışma olanağı bulacak… ama anne, Nuh diyor peygamber demiyor: “Evlenmezsen gidemezsin.”

Anne Bibigül (Janna Kuanişeva) bir başka, alabildiğine dominant, her şeyin belirleyicisi… Annenin kardeşi (Abunasır Serikov), hem Demir’i anne adına takip eden ama asıl denetlenmesi gereken kişi hem de alabildiğine şımarık biri.

Genç diş hekimi Demir (Dastan Orazbekov) bir hastasından öğrendiği destek kurumuna başvuruyor, sonrası filmde… Genç güzel psikolog Ardak (Kamşat Joldybayeva), Demir’e yol yordam öğretecek… ama dedik ya hayat teoriye uymuyor.

Yalın bir film Neredeyse Maço. Yönetmenin atraksiyona girmemesi, her şeyi apaçık izletmesi filmin izlenirliğini kolaylaştırıyor; ancak neredeyse hiç yakın plan olmaması yadırgatıcı.

Güleriz ağlanacak halimize… Filmin temelinde bu atasözü yatıyor. Gülerken belki de düşünmemizi istiyor film. Günümüz gençlerinin ağırlıklı dijital dünyasında hiç sosyal iletişim yer almıyor… Bu, filmin öne çıkan sıkı bir eleştirisi…

09 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(08 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bu Yol Hiçbir Yere Varmıyor

‘New York’ta Bir Gece / Daddio’, JFK havaalanından Manhattan’a bir gece yolculuğunun hikâyesi. Yazılımcı genç kadın şehrin merkezindeki evine gitmek üzere sarı taksilerden birine bindiğinde sessiz ve düşüncelidir. Hollywood efsanesine atıfla kendisine Clark ismini yakıştıran feleğin çemberinden geçmiş flörtöz şoför lafı başlattığında bir daha susmayacaktır.

Adını hiç öğrenemeyeceğiz genç kadın ile geveze sürücünün havadan sudan başlayan konuşmaları yol bir kaza nedeni ile kapandığında kişisel mevzulara evrilir. Clark’ın beylik gözlemlerinin ardından cinsellik ağırlıklı daha cüretkâr meselelere dalarız. Her bir köşesinde uyuşturucu bağımlıları ya da fahişelerin cirit attığı Hell’s Kitchen mezbeleliğinde büyümüş orta yaşlı adam ‘bir yaz günü gibi sorunsuzdu’ diye andığı ilk karısından hasretle söz eder. Oklahoma kökenli genç kadının ağır ‘babalık’ travması gündeme gelir. Dertleşmeler daha sonra kim daha özel ve gizli sırlarını açığa dökecek şeklinde muzır bir oyuna dönüşürken iki yalnız insan dert ortağı olmaya koyulurlar.

Christy Hall’un yazıp yönettiği yapım başlangıçta iki kişilik bir sahne oyunu olarak tasarlanmış. Birbirlerini aynadan, ön ve arka bölmeyi ayıran küçük cam bölmeden gören iki kişinin paylaşımları kağıt üstünde ilginç duruyor durmasına, ancak yazar yönetmenin meseleleri ele alışı öylesine beklendik, diyaloglar öylesine yavan ki insan 90 dakikalık yolculuğun sonunu getirmekte zorlanıyor.

Oyuncuların çabaları da yetmiyor. Ne yapımcılığı da üstlenmiş olan Dakota Johnson’ın anlamlı bir bakışı, ne perdede izlemeyi özlediğimiz Sean Penn’in karizmatik gülüşü, ne de ikiliye eşlik eden hiç uyumayan şehrin gece ışıltıları hiçbir şekilde bu ucuz terapi seansını kurtaramamış.

(07 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İnsan Olma Hallerine Duygusal Bir Yolculuk: Oyuncağı Çok Olan Mutlu Ölür

Tek mekânda geçen filmler izleyenler için olduğu kadar çekenler için de zordur. İyi bir senaryo gerekir, oyunculukların gerçekten doğal ve hatta görkemli olması şarttır, çerçeveleme belirleyicidir. Tabii, ışık ve ses, müzik de önemlidir. Senaryo tekdüzeliğe düşebilir, reji ilgiyi istenilen düzeyde tutamayabilir, mekânın tek olması nedeniyle hareket olanağı da kısıtlıdır, buna bağlı olarak oyunculuklar da düşer giderek. Christy Hall, senaryosunu bilerek, ince eleyip sık dokuyarak yazmış ve neyi niye, nasıl yapacağını da belirlediği için ritmi düşürmeden filmi tamamlamış. İyi oyuncularla çalıştığını da söylemeliyiz.

JFK havalimanından şehre gitmek üzere taksiye binen genç kadın ile yaşlı ve günün son seferini yaptığını söyleyen sürücü arasında biraz yapay başlayan konuşma giderek anlam kazanır. Sürücü (adını Clark olarak söylese de belli ki Clark Gable’dan alınmıştır, dikiz aynasının nimetinden yararlanmayı bildiğini anlatır izleyiciye) hayat üniversitesi mezunudur, her gün yüz yüze geldiği onlarca insan üzerinden hayatı tahlil etme özelliği kazanmış biridir. Kadın ise (adını hiç bilmeyiz) “babacık” dediği evli sevgilisi olan, eğitimli biri, bilgisayar programcısıdır.

Yol boyunca konuşurlar; kimi zaman havadan sudan, kimi zamansa alabildiğine mahrem konulardır konuştukları. Bir daha birbirlerini görmeyecekleri gerçeği her ikisini de etkiler ve içlerini dökerler. Her ikisi de karşılıklı test ederler birbirini, yoklarlar ve açılmakta sakınca görmezler. Kendine güvenli görünümüyle öne çıksa da kadının telefonuna gelen cinsel içerikli mesajlara karşı bir tavır geliştirmemesi dikkat çekicidir; buna karşın sürücünün cinsellik anıştıran sözcüklerine tepki gösterir.

İnsan olma hallerine dair duygusal bir yolculuk. Kendinizle yüzleşmek için bir fırsat sunan “New York’ta Bir Gece” ufuk açıcı…

9 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(05 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Şiddet Katlanarak Büyür

Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nin ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisinde yapmış olan ‘Geber! / Kill!’ bizde fazla bilinmeyen Hint sinemasından kopup gelmiş bir yapım. Özgün ismiyle ‘Öldür!’, romantik bir sevdanın yaşandığı tren yolculuğunda aniden beliriveren şiddetin katlanarak büyümesi üzerinden ilerliyor. İlk bakışta ‘John Wick’ serisi benzeri şiddet yüklü aksiyonlardan biri izlenimi verse de, deneyimli sinemacı Nikhil Nagesh Bath’ın imzasını taşıyan film, Hindistan’da gündelik yaşamının parçası haline gelmiş suç ve şiddetin ulaştığı trajik boyuttan besleniyor.

Nüfuzlu babasının başka biri ile nişanladığı sevdiceği Tulika (Tanya Maliktala) ile buluşmak için Delhi trenine kapağını atan ulusal güvenlik komandosu Amrit (Lakshya) tren yolcularını soymaya gelmiş haydut ailesi ile ölümcül bir mücadeleye girişiyor. Bıçaklar ve palalar ile saldıran çete başının serkeş oğlu Fani’nin (Raghav Juyal) şiddetin topuzunu kaçırdığında intikam kaçınılmaz oluyor ve ortalık kan gölüne dönüşüveriyor.

Yönetmen benzer soygun çetesi üyeleri ile küçük yaşta tanışmış. 1995 yılında bir tren soygunu dehşetini şans eseri başka bir vagonda yolculuk ettiği için bizzat yaşamamış ancak olayın mağdurlarının derin korkusunu gözlemleme fırsatı bulmuş. Pandeminin kasıp kavurduğu 2021 – 2022 yıllarında 20’ye yakını büyük olmak üzere 700 civarı tren soygunu kayıtlara geçmiş. Tüm bu veriler Bath’in öyküyü kaleme almasında etkili olmuş. Hong Konglu Johnnie To ya da Quentin Tarantino filmleri, uzayıp giden anlı şanlı Western geleneği onun ilham kaynağı olmuş. Bir de James Cameron imzalı 1986 yapımı ‘Yaratıklar / Aliens’da Ripley’in uzay boşluğunda koloni ailelerini kurtarma mücadelesi senaryo yazımına esin vermiş.

Gece treninde aniden patlak veren ve dozu giderek artan şiddet, trende bulunan farklı din ve mezheplerden (zarar görenler arasında Müslüman bir aile de var) yolcular ile karşı tarafta 40 küsur yakın akraba haydut ailesinin adım adım telef olmasına neden oluyor. Her ölüm, kültürel bağlığın da beslediği acı ve ağıtlarla karşılanırken öfke giderek büyüyor. Yapımın kana bulanmış adı perdede tam 45 dakika sonra belirirken, işsizliğin alarm verdiği ülkede boş gezen takımıyla, olan bitene uzunca bir süre müdahale etmeden seyirci kalanlar arasındaki ölüm kalım savaşının sürdüğü dar kompartımanlar, şiddetle yoğrulmuş ülke sokaklarının -biraz abartılı- metaforuna dönüşüyor. Yönetmen bu şiddet sarmalının sadece kendi ülkesini değil, başta Orta Doğu olmak üzere, Güney Amerika ülkeleri kadar gelişmiş ABD’yi de tehdit ettiğinin altını çiziyor. Dönüp kendimize bir bakıyor ve Bath’e hak vermeden edemiyoruz.

Aksiyon koreografisinin ‘Snowpiercer’ın Koreli üstadı Se-yeong Oh’a teslim edildiği yapım ABD’de büyük ilgiyle karşılanmış ve ‘John Wick’ yönetmeni Chad Stahelski ile İngilizce dilinde bir yeniden çevirim için anlaşılmış. İlgiye değer alt metnine rağmen büyük bölümü aşırı şiddet sahneleri içeren filmin seyrinin herkes için pek de kolay olmayacağının altını çizerek noktalayalım.

(01 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Marvel İsa Aşkına

Marvel’ın geyik karakterlerinden Kanadalı eski paralı asker Wade Wilson namı diğer Deadpool, serinin taze sürümü ‘Deadpool & Wolverine’de kendini mesih olarak tanımlıyor. Zevzekliği nedeniyle ne ‘Yenilmezler / Avengers’ ekibine ne de X-Men cemaatine kabul edilmemiş olan kahramanımız önemli biri olma isteğinden uzaklaşmış, sivil hayatta bir avuç dostu ile mutlu mesut yaşarken dünyasının tehdit altında olduğunu öğreniyor. İsteksizce harekete geçerken mezarında yatan efsanevi Logan Wolverine’i yeniden hayata geçiren zıpır karakterimiz, imdada yetişen bazı nostaljik süper kahramanlar eşliğinde dünyayı, hatta paralel evrenleri yok olmaktan kurtaracak bir seri maceranın içine dalıveriyor.

‘Müzede Bir Gece’ serisi ve televizyon için çektiği ‘Stranger Things’ gibi işleriyle tanınan Kanadalı aktör ve yönetmen Shawn Levy’nin imzasını taşıyan yapım giderek irtifa kaybeden Marvel filmlerinin kurtarıcısı olarak Ryan Reynolds’un harikalar yarattığı Deadpool’u seçmiş ve yanına yaşlanmış ama fiziğini koruyan Hugh Jackman’ın karizmasını konuşturduğu efsanevi X-Man Wolverine’i almış. İlerleyen bölümlerde başta Captain America olmak üzere Marvel külliyatının diğer efsanelerini Cameo olarak kullanan yapım hayranlarınca belli bir nostalji duygusu ile izleniyor. Türün meraklısı ya da yakın takipçisi sayılmam ancak basın gösterimini pas geçip sinema izleyicisi ile deneyimlediğim filmde Z kuşağından genç seyircinin coşkusuna tanıklık etme fırsatı buldum.

Hikâye ve aksiyon bölümleri hayli bildik sularda gezerken, Kanadalı sinemacı Deadpool’un edepsiz mizahına sırtını yaslıyor ve filmin özellikle ilk bölümünde bol kahkaha attırmayı başarıyor. Öncelikle, açılış sekansı çok başarılı. Wade’in gözleri görmeyen ev arkadaşı ile yaptığı kokain muhabbeti kırıp geçiriyor. Bir de, Deadpool’un eski patronu 20th Century Fox’un ‘Mad Max evreni’ esinli hiçlik bölgesinde bir kenara atılmış yıkık dökük logosunun ‘Maymunlar Cehennemi / Planet of the Apes’in kült finalini anımsattığı sahneye epeyce güldüğümü söyleyebilirim.

Madonna’nın izniyle ‘Like A Prayer’ın, seksenli yılların Chris De Burgh hiti ‘Lady İn Red’ ya da ‘Grease’den ‘You’re the One That I Want’ın aksiyon sahnelerine döşendiği yapımda yönetmen Levy mizahı baştan sona ayakta tutmuş. Kapanış jeneriğinin ardından hınzır edepsiz bir diyalogla final yapmış. Hafta içi Çarşamba günü ABD sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren film ülkemiz seyircisi nezdinde ilgi toplamayı sürdürüyor. Dünya çapında inişe geçmiş olan Marvel filmleri için bir mesih dokunuşu olup olamayacağını ise önümüzdeki haftalarda öğreniriz.

(26 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Şans ve Rastlantılar

90’ına merdiven dayamış Woody Allen kariyerinin ellinci ve belki de son filmi olan ‘Şans Eseri / Coup De Chance’ı Paris’te Fransızca dilinde ve Fransız oyuncularla çekmiş. Bu biraz da zorunlu bir seçim olmuş. Evlatlığı Dylan Farrow’a cinsel taciz suçlaması nedeniyle kamuoyundan aforoz yiyen ve 2019 yılında doğup büyüdüğü şehirde tamamladığı ‘New York’ta Yağmurlu bir Gün / A Rainy Day in New York’ ABD gösterim ağından çıkarılan sinemacı, filmlerinin ezelden beri kendi ülkesinden daha fazla rağbet gördüğü Avrupa toprağında gözde temalarının izini sürüyor.

Şansa inanır mısınız? Son filminin ana karakterlerinden Alain Aubert (Niels Schneider) Allen’ın alter ego’luğunu üstlenmiş bir biçimde ısrarla hayatın şans ve tesadüflerden ibaret olduğunu söylüyor. Genç adamın üniversite yıllarında New York’ta tanıyıp vurulduğu Fanny Moreau (Lou de Laâge) ile yıllar sonra Paris sokaklarında (tam adını verirsek Montaigne Bulvarı’nda) karşılaşması şans eseri değil de nedir. Fanny başarısız ilk evliliğinden sonra şimdilerde zengin iş adamı Jean Fournier (Melvil Poupaud) ile evlidir. Geçmişi kirli rivayetlerle dolu Jean ise Alain’in tam aksine şansı kendi ellerimizle yarattığımızı savunur. İşinin ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olduğunu söyleyen kurt finansçı bir süs bebeği gibi sevdiği karısını kendi ihtişamlı yaşamının değerli bir parçası olarak görür. Oysa Fanny çatı katı bohem odasında Jacques Prévert’in dizeleriyle yakışıklı yazara fazlasıyla çekilmiş ve adeta ilk gençlik yıllarına dönmüştür. Yakın arkadaşı herşeyi mahvetmeden önce iyice düşünmesi konusunda uyarır onu. Genç kadın tatlı bir kararsızlık içindedir ama lüks hayatını elinin tersi ile itmeye pek de niyeti yoktur. Uyanık iş adamının karısının rutinindeki değişiklikleri hissederek özel bir dedektife baş vurması işlerin seyrini değiştirecek, eril sahip olma tutkusu gözleri karartacaktır.

Suç ve ceza öyküleri kariyerinde önemli bir yer tutmuş olan Allen, 1989 yapımı ‘Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors’da ‘kişi ahlaki değerlerin kendisini rahatsız etmediği sürece özgürdür’ diye buyurur. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2005 yapımı ‘Maç Sayısı / Match Point’de tenis topunun fileye çarpıp çarpmayacağından hareketle varoluşu son filminde sık sık kullandığı ‘şans ve raslantı’ya bağlar. Hepimiz kısmetin elindeyiz diye buyuran görmüş geçirmiş sinemacı, daha yakın tarihli ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’de (2015) adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade ederek ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğunu’ ifade edecektir.

Muhteşem bir kariyerin ardından gözden düşen sinemacı ileri yaşına karşın film çekmeyi sürdürse de son yapıtı yukarda sözünü ettiğim yapıtların kalibresinde değil. Hatta finaldeki ‘üzerinde durmamak en iyisi’ anekdotuyla kendisi ile dalgasını geçiyor gibi. Özgün adını ‘şansın yaver gidişi’ne dair deyişten alan, keyifle izlenen ama kolay unutulacak bir film ‘Şans Eseri’. Ancak nükte trafiği, özellikle ‘Blue Jasmine: Mavi Yasemin / Blue Jasmine’de (2013) doruğa çıkmış yüksek burjuvazi eleştirisi ile Allen her zaman Allen’dır. Bir zamanlar kapısında rol bekleyen ünlü Hollywood oyuncuları çoktan çekip gitmişler ama son dört filminde birlikte çalıştığı görüntü ustası Vittorio Storario onu bırakmamış. İtalyan görüntü ustasının Paris sonbaharının ılık sarısını yakaladığı görüntüleri ve çevre düzenlemeleri kusursuz.

(25 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

[email protected]