Kategori arşivi: Yazılar

Sinema Bir Şenliktir

Fransız Sinematek’i geleneksel mevsim başı program broşürünü posta yoluyla sinemaseverlere ulaştırmayı sürdürüyor. Yeni elimize geçen ve 03 Eylül’de başlayacak olan 2014 – 2015 sezonu retrospektif programlarını duyuran bu minik bülten, İstanbul’un Sinematek’li yıllarına götürdü bizleri.

Yazımızın başlığının değerli yazar ve düşünür Onat Kutlar’ın sinema yazılarını topladığı kitabından alınmış olması bu açıdan tesadüf değil. 1980 askeri darbesine kadar 15 yıl kesintisiz olarak faaliyetini sürdürmüş olan İstanbul’daki Sinematek Derneği, kurucularından rahmetli Kutlar’ın yöneticiliği döneminde altın yıllarını yaşamış, bir kuşağın sinema klasikleri ve çağdaş dünya sineması ile tanışmasına önemli katkıda bulunmuştur.

Koskoca İstanbul metropolü, yaklaşık 35 yıldır bir sinematek kurumundan mahrum. Seksenli yıllarda yine Kutlar ve ekibinin İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı bünyesindeki girişimleriyle başlayan Sinema Günleri ve Film Festivallerinin kentimiz ve ülkemizde sinema kültürünün gelişmesine büyük katkıları oldu kuşkusuz. Ancak yılın her mevsimi düzenli film gösterileriyle bir kültür mabedine dönüşmüş sinemateklerin eksikliği hep hissedilmekte şehrimizde.

Paris tam bir şenlik kenti sinefiller açısından. Sayısız sinema kulübünün faaliyete olduğu metropolün ünlü sinematek’i ‘La Cinémathèque Française’, Amerikalı yönetmen Martin Scorsese’nin altını çizdiği gibi, gitmese de, görmese de her sinefil için kutsal bir mekân. Dünyanın en geniş film, sinema belgesi ve sinemayla ilgili obje arşivine sahip kurumu 1936 yılında 1914 İzmir doğumlu efsanevi sinema tarihçisi Henri Langlois tarafından kuruldu. Langlois’nın çalışmaları 1960’lar Fransız sinemasını ve özellikle Yeni Dalga sinemacılarını büyük ölçüde etkiledi. 1963 yılında dönemin Kültür Bakanı tanınmış edebiyatçı André Malraux’nun desteğiyle uzun yıllar faaliyet göstereceği Palais de Chaillot’ya taşındı.

2005 yılından itibaren mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış, 12. Bölge rue de Bercy’deki’de postmodern binasında faaliyetlerini sürdüren Fransız Sinematek’inin bu mevsim ilk büyük toplu gösterisi, 1960’larda ‘sinematek çocukları’ olarak anılan Yeni Dalga’nın efsanevi yönetmenlerinden François Truffaut’nun tüm yapıtlarına ayrılmış. Truffaut retrospektifi, 08 Ekim 2014 – 25 Ocak 2015 tarihleri arasına programlanmış. Modern sinemanın kurucularından Michelangelo Antonioni’ye ayrılmış bir diğer kapsamlı retrospektif 08 Nisan – 19 Temmuz 2015 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor.

Broşürde yer alan bazı etkinliklere baktığımızda gözlerimiz kamaşıyor. Sonbahar aylarında Maggie Cheung’un konuk olarak katılacağı ‘Çin Sinemasından Kadın Portreleri’ başlıklı bir programın yanısıra, Western’i yenileyen Sergio Leone’nin filmleri, Fransız yönetmen Guy Gilles, Amerikalı John McTiernan ve Film Noir’ın ustalarından Phil Karlson’ın yapıtları gösterilecek.

John Ford westernleri, son İKSV şenliğinde ülkemize de ulaşmış olan Rus sinemacı Alexei Guerman’ın altı çalışması ve ölümsüz Romy Schneider’in filmleri kış aylarına programlanmış. İlkbahar aylarını, Japon Yeni Dalga’sının ünlü ismi Nagisa Oshima’nın başyapıtları, Brezilya Sineması üzerine kapsamlı bir toplu gösteri ve Buster Kaeton retrospektifi süslüyor. Orson Welles, Philippe De Broca ve Ingrid Bergman’a adanmış ‘Hollywood’dan Rossellini’ye adlı programlar ise yaz aylarını şenlendirecek.

Fransız Sinematek’inin yıl boyu süren sinema şenliğinde daha sayısız etkinlik yer alıyor. Darısı başımıza diyelim ve yolu Paris’e düşecek olan sinemasever dostlara, film gösterilerinin yanı sıra zengin film müzesi, film kitaplığı ve ünlü sinemacıların adları verilmiş şirin sokakları ve cafeleriyle ünlü rue de Bercy’yi ziyaret etmeyi ihmal etmemelerini salık verelim.

(31 Ağustos 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aslan’ın Bir Sivas’ı Var

Sivas
Yönetmen-Senaryo: Kaan Müjdeci
Görüntü: Armin Dierolf-MartinSolvang
Oyuncular: Doğan İzci (Aslan), Ezgi Ergin (Ayşe), Furkan Uyar (Osman), Hasan Özdemir (Hasan), Ozan Çelik (Şahin), Okan Avcı (Öğretmen), Muttalip Müjdeci (Muhtar), Hasan Yazılıtaş (Baba), Banu Fotocan (Anne), Çakır (Sivas)
Yapım: Renkli Zürafalar (2014)

Kaan Müjdeci’nin ilk uzun filmi “Sivas”, Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışıyor. Orta Anadolu’nun kırsalına çocuklar gözüyle bakan bu film, gerçekçi ve insani bir yapıt.

Sinemamıza yeni düşen genç yönetmen Kaan Müjdeci’nin sinemaskop çekilmiş 2014 yapımı “Sivas” filminin hikâyesi Yozgat’ın köylerinde geçiyor. Filmin tam ortasında on yaşındaki Aslan’la Sivas kangalı olan Sivas. Bu film, 71. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülüne aday. Yönetmen, filmin basın gösteriminden sonra filmin gösterildiği salonda ekibiyle beraber bir sohbet de gerçekleştirdi. Gerçekten içtenlikli ve esprili konuştu. Yönetmeni filmin içinde bulabiliyorsunuz. İçtenliği ve esprileriyle. Filmde gerçekten çok küfürlü savruluşlar var. Bir karış çocukların bile ağzından eksik olmuyor o küfürler. Anadolu’ya ve kültürlerine uzak olanlara bütün bunlar tuhaf geliyor elbette. Şehirlilerde yabancılaşma sürüyor tüm kibirleriyle beraber. Ama gerçeklik bu.

Sivas’a Aslan şefkati…

Aslan, her gün hayata dair bir şeyler keşfediyor, tıpkı bu filmin içinde dolaşan şehirliler gibi. Film, Aslan, Hasan, Osman ve başka çocukların havaya fişek uçurmalarıyla başlıyor. Muhtarın kavgacı oğlu Osman’la anlaşamayan Aslan, sınıftan Ayşe’ye vurgun. Kamyonun arkasında tabuta benzeyen sandıkla okula gelen kostümler ona ilk aşk acısını da yaşatıyor. Kulağından telefon kulaklığı düşmeyen öğretmen, “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” piyesinde, prenses olarak Ayşe’yi seçiyor. Ama ya Prens? O da Osman. Kederlere düşen Aslan’ın yolu Sivas’la buluşuyor köpek dövüşünde. Muhtarın kangalı Sivas’ı yenince, Sivas’ın sahibi köpek öldü diye yazının ortasında yapayalnız bırakınca Aslan şefkatle köpeğe yaklaşıyor ve aralarında sevgi doğuyor. Bütün zamanını Sivas’a adayan Aslan, okulu assa da Sivas’ın güçlenmesine yardımcı oluyor. Sivas, daha önce yenildiği muhtarın köpeğini yeniyor ve kaderi de değişiyor. İyi yürekli muhtar, kendi köpeğini yenen Sivas’a saygılı yaklaşıyor ve uzaklarda dövüşmesi için Aslan’ı ikna ediyor. Sivas güçlü ve her köpeği yenmeye hazır Aslan’ın şefkatli sevgisiyle.

Bu anlar unutulmaz…

Aslında bu filmde ayrıntılar, anlar ve karakterler önemli. Yönetmen aslında diğer karakterleri, Aslan’ın abisi çoban Şahin dışında öne çıkartmamış. Çoğu şey Aslan’ın gözüyle yansıyor perdeye. O gördükçe ve keşfettikçe, seyirci de görüyor ve keşfediyor. Yılkı atının salıverilmesi sahnesinde, gerçeklikle gerçeküstücülüğü iç içe geçirmeyi başarabilmiş yönetmen. Aslan’ın ahırdaki sahnesi bize Erden Kıral ustanın 1980’lerdeki “Ayna” ve “Dilan” filmlerindeki bazı estetik dokunuşlarını hissettirdi. Damdan içeriye akan yağmur damlaları, mekândaki şeylerin ayrıntı çekimlerle yansıması gibi. Mekânlardan estetik fotoğraflar yansırken, yoksulluklara da dokunuluyor filmde. Tüm köpek dövüş sahneleri de çarpıcı filmde. Kaotik bir kurgu ve kamera hareketleriyle yansıyan bu dövüşler perdeye vahşi bir şiddetle yansıyor. Yönetmen konuşmasında bu sahnelerin nasıl çekildiğini anlattı ve de içimize su serpti. Yönetmen, çocukların olduğu birçok anla köpek dövüşü sahnelerinde yoğunlukla “steadicam” ve hafif el kamerası kullanmış. Haliyle görüntüler de sarsıntılı. Yönetmen, kamera kullanımında karakterlerin hızı belirttiğini söylüyor. Haliyle çocuklar çok enerjik olunca kamera da buna uyum sağlamış. Filmin başlarında yönetmen, Aslan ve Ayşe’yi “steadicam” kamerayla arkadan ve önden de takip ediyor. Ama en etkileyici sahne, tarlada Aslan’la Ayşe’nin konuşmasıydı herhalde. İnsanı çocukluğuna götüren ansa, Aslan’ın Ayşe’yi izlediği andı. Filmde önemli bir şey de fark ediliyor. Erkeklerin dünyasının yansıdığı bu filmde erkeklerin sertliği de öne çıkıyor. İster insan ister hayvan, erkekler aynı ortamda bulunduğunda kavga çıkma ihtimali var. Bunun alt metniyse de dişilere ulaşabilmek.

Yönetmen bu filmini büyük ozanlardan Neşet Ertaş’a adamış. Sonda arabanın teybinden üstadın sazı ve sesi duyulmaya başlıyor. Yönetmen filminde müzikleri dış ses olarak kullanmış. Bu sıcak, içtenlikli, esprili gerçekçi film insana iyi geliyor.

(28 Ağustos 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sivas’ın Venedik Macerası Başlıyor

27 Ağustos – 06 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 71. Venedik Film Festivali’nin Altın Aslan ödüllü yarışmalı bölümüne seçilen ‘Sivas’ı şenlik öncesinde düzenlenen basın gösteriminde izleme fırsatı bulduk. İlk uzun metrajıyla prestijli bir festivalin ana seçkisine dahil olmanın keyfini yaşayan genç sinemacı Kaan Müjdeci, bir jest yaparak filminin ilk gösterimini ülkesinin sinema yazarlarıyla paylaştı. Öncelikle başarılı bir ilk film olmanın ötesinde, hayli gözükara bir işle karşılaştığımızı söyleyebiliriz.

Basında yer aldığı biçimde 11 yaşındaki Aslan ile Sivas Kangal cinsi bir köpeğin dostluğunun ötesinde, Orta Anadolu’nun şiddeti içinde yoğrulmuş erkeklerin dünyasını cesaretle, ürkütücü bir sinema diliyle vermeyi başarabilmiş bir çalışma bu. Küçük çocuğun gözünden şiddete baktırıyor bizi Müjdeci. Karlı bozkırda ‘Feza Füze’ patlatarak, kızlı erkekli saklambaç oynayarak yaşıtlarıyla eğlenen küçük Aslan’ın sıfır kilometre masumiyeti, çevresindeki erkek figürlerinden etkilenerek hızla kirlenmeye doğru yol alıyor. Günü geceye bağlayan, yaralı Sivas’ın başında beklediği o unutulmaz saflık ve merhamet anları erkek toplumunun şiddetine toslayarak tuzla buz olmaya başlıyor.

Müjdeci bu toprakların ezeli ebedi sorununa ayna tutarken öncüllerinden, akrabası olduğu Nuri Bilge Ceylan filmlerinden, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın erkekler dünyasından daha sert sahneler seçiyor. Köpek dövüşünün filmin merkezinde olması bu şiddeti özellikle besliyor.

Yozgat Yerköy doğumlu genç sinemacı, kendi memleketinde çekmiş filmini. Uzun ve sağlam bir ön hazırlık, filmin başarısında büyük etken olmuş. Müjdeci bu dokümantasyon çabasını ‘Babalar ve Oğulları’ adını verdiği kısa metrajlı bir belgesele de dönüştürmüş. Başta Aslan rolünü başarıyla oynayan Doğan İzci olmak üzere çocuk oyuncularla ve köpeklerle uzun bir hazırlık dönemi geçirilmiş. Müjdeci’nin oyuncu koçu Kutay Sandıkçı’ya özel teşekkürünü de ben buradan tekrar ileteyim. Kuzeyli iki görüntü yönetmeni Armin Dierolff ve Martin Solvang’ın işleri kusursuz. Film için seferber olmuş Yerköy halkının çabaları da öyle.

Sinema sevdalısı Müjdeci’nin ‘Sivas’ı bir tokat gibi çarptı yüzümüze. Her saat kadınların kurban edildiği topraklarımızdan ürkütücü bir panorama izlemenin rahatsızlığı iyi kotarılmış bir filmin etkisiyle daha da büyüdü. ‘Sivas’ yakınlarda kaybettiğimiz büyük ozan Neşet Ertaş’ın güzelim ezgisi ‘Hata Benim, Günah Benim, Suç Benim’ ile kapanıyor. Müjdeci de ‘Bozkır’ı en iyi anlatan odur’ dediği ustasına adamış filmini. ‘Sivas’ın dünya prömiyeri 03 Eylül Çarşamba günü Venedik’te yapılıyor. Ardından Antalya Film Festivali’nde gösterilecek. Müjdeci’nin gönlü festivaller ertesinde filminin iyi bir PR ve dağıtım stratejisiyle ülke çapında tüm sinemaseverlere ulaşabilmesi. Hemen ardından yeni filminin senaryo çalışmalarına yoğunlaşmak arzusunda. Kendisine sinemamıza hoş geldin diyor, Venedik’te başarılar diliyoruz.

(26 Ağustos 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Fransa Böyle Daha Güzel

Sürpriz Damatlar (Qu’est-ce qu’on a fait au Bon Dieu?)
Yönetmen: Philippe de Chauveron
Senaryo: Philippe de Chauveron-Guy Laurent
Müzik: Marc Chouarain
Görüntü: Vincent Mathias
Oyuncular: Christian Clavier (Claude), Chantal Lauby (Marie ), Ary Abittan (David), Medi Sadoun (Rachid), Frédéric Chau (Chao), Noom Diawara (Charles), Fréderique Bel (Isabelle), Julia Piaton (Odile), Emile Caen (Ségolene), Elodie Fontan (Laure), Pascal N’Zonzi (André), Salimatra Kamate (Madeleine), Tatiana Rojo (Viviane)
Yapım: UGC-Les Films du 24 (2014)

De Gaulle hayranı bir babanın dört kızının dört göçmenle evliliğini anlatan hiciv yüklü “Sürpriz Damatlar”, önyargının anlamsızlığını gösteren harika bir film.

Film, Claude ve Marie Verneuil çiftinin, iki kızının Chinon şehrindeki nikâhlarıyla açılıyor. Isabelle, Cezayirli Müslüman Rachid Benassem’le, Odile de Yahudi David Benichou’yla nikâhlanıyor. Bir yıl sonra da Ségolene Çinli Chao Ling’le evleniyor. Rachid avukat, Chao bankacı ve David de bankadan kredi bulup iş kurmayı düşünüyor. Bu yüzden Chao’yla iyi geçinmesi gerekiyor David’in. Claude ve Marie’nin küçük kızları Laure’un sürpriziyle karşılaşmadan önce bu durumları hazmetmeleri gerekiyor. Marie hoşgörülü gibi görünse de ruhunun derinliğinin bir yerinde ırkçılık var mıydı? Laure’un damat adayı Fildişi Sahilli tiyatro oyuncusu Charles Koffi ortaya çıkana kadar önyargıları derinlerde Marie’nin.

Fransızların başka kültürleri…

Filmin içinde dolaşırken, ırk, inanç ve kültürel farklar, yönetmenin ironik anlatımıyla insanı kahkahaya boğuyor. Yönetmen, önyargının ve uzaktan bakmanın herkeste olduğunu fark ettiriyor. Verneuil ailesinin Müslüman, Yahudi ve Çinli damatlarının birbirlerine karşı “sert olmayan” iğnelemelerinde bile önyargılara dokunabiliyorsunuz. Charles’ın asker emeklisi babası André bile önyargılı. Bu önyargı denen şey din, ırk ve kültür ayrımı yapmıyor işte. Paris’te okumuş evin dört kızı Isabelle, Odile, Ségolene ve Laure önyargısız. Bir de Charles’ın annesi ve kız kardeşleri de öyle. Fransız toplumu, yükselen aşırı sağ politikalarına karşı göçmenlerle evlenme konusunda açıklar. Kültürleri ve dinleri ne olursa olsun.

Sonunda ve hiç beklenmedik bir anda küçük kızları Laure, anne-babasına son sürprizi açıklıyor. Marie, Fildişili damat Charles’ın Katolik olmasıyla teselli buluyor. Hiç olmazsa nikâhı kilisede yapabilecekler. Son damadının siyah olduğumu gören sağ liberal Le Figaro Gazetesi ve bu gazetenin yayınlarını takip eden tanınmış avukat Claude, küçük sarayı andıran malikânesinin küçük ormanını testereyle doğrayarak şoku atlatmaya çabalarken, Marie de küçük bir depresyona düşüyor. Temmuzdaki düğüne Charles’ın ailesi geldiğinde başka bir eğlence başlıyor. Fransa’ya yerel kıyafetleriyle gelen André’yle Claude arasındaki tek ortak nokta De Gaulle. Balık avında dostlukları derinleşiyor Claude ve André’nin. Filmin başlarındaki bebeğin sünnet sahnesiyle peşinden gelen yemek sahnesi harikaydı. Ama, Marie’nin günah çıkartırken pederin odada tablette alışveriş sayfalarını takip etmesi çok eğlenceliydi. Katolikler kapitalizmle epeydir kol kola değil miydi? Siz de belki eğlenceli anlar bulabilirsiniz. Film bunu vadediyor. Akıcı bir sinema anlatımı olan 2014 yapımı “Qu’est-ce qu’on a fait au Bon Dieu?-Sürpriz Damatlar”, insanı önyargılarıyla karşılaştırırken bol bol da kahkaha attırıyor. Yönetmen Philippe de Chauveron’un bu iyi yazılmış ve oynamış filmini görmeli. Tüm oyunculuklar muhteşemdi. Film, mekânlarıysa Paris ve Chinon şehirlerinden. Elbette Fildişi Sahili’nden de anlar yansıyor perdeye.

(20 Ağustos 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Viyana’nın Karanlık Sokaklarında

Betondaki Çatlaklar (Risse im Beton)
Yönetmen: Umut Dağ
Senaryo: Petra Ladining
Müzik: Iva Zabkar
Görüntü: Georg Geutebrück
Oyuncular: Murathan Muslu (Erkan), Alechan Tagaev (Mikail), Ekrem Türkoğlu (Kemal), Ivan Krizjak (Dejan), Shamil Ilkhanov (Murad), Daniel Mijatovic (Danijel), Magdalena Paulus (Daria), Elif Dağ (Erkan’ın Annesi), Stephanie Buddenbrock (Jenny), Mehmet Ali Salman (Yılmaz)
Yapım: Wega Film (2014)

Büyük yönetmen Micael Haneke’nin desteklediği Türk asıllı Umut Dağ’ın “Betondaki Çatlaklar” filmi, suça bulaşmış Viyana’daki göçmenlerin peşinde dolaşıyor.

Kısa filmlerle sinemaya giriş yapan yönetmen Umut Dağ, 2012 yapımı ilk deneyimi “Kuma” filminden sonra ikinci uzun filmi 2014 yapımı “Risse im Beton-Betondaki Çatlaklar”, Viyana’nın yeraltı dünyasında suça bulaşmış göçmenleri gözlemci kamerasıyla yansıtıyor. Genç yönetmen Umut Dağ, derslerine giren Avusturya sinemasının büyük yönetmenlerinden Michael Haneke’yi etkilemiş ve onun yapımcıları bu yönetmene fırsat sunmuşlar Sinemaskop çekilmiş “Betondaki Çatlaklar” filmiyle. O da bu fırsatı gerçekten çarpıcı ve etkileyici bir sinema diliyle perdeye yansıtabilmiş. Film zaman zaman melodramın kıyılarına kadar gelse de gerçeklikten uzaklaşmıyor. Filmin gerçekliği insanın ruhuna acı verecek kadar gerçekçi yaşatıyor. Viyana, büyük besteci Mozart’ın şehri olarak hatırlarsınız. Romantizme bulanmıştır hep. Umut Dağ, bu romantizmin dışındaki kenarların Viyana şehrinde göçmenlerin peşinde dolaştırıyor kamerasını. Loş, yer yer karanlık bir Viyana bu. Çoğunlukla gece atmosferinde geçen filmde kasvet her yeri sarıyor. Bulutlu gündüz anlarında Haneke filmlerindeki gri-mavimsi tonlar fark ediliyor. Haneke etkisini düşününce bulabiliyorsunuz. Haneke de filmlerinde yüreğini göçmenlere sunuyordu, onların gerçekçi dramlarını perdesinden yansıtırken. Filmde Türkçe ve Almanca konuşulduğunu da hatırlatalım.

Kader değişmez miydi?

Ertan, uyuşturucu sattığı ve bir insanı öldürdüğü için 15 yıl hapse mahkûm olmuş bir Türk göçmeni. On yıl hapis yatmış ve şartlı tahliye olmuş. Viyana yer altı dünyasının önde gelen mafya babalarından Yılmaz ve benzeri gangsterlerin yanında uyuşturucu satıcılığı yapmış Ertan, öfkesini kontrol edemediği için bir insanı yumruklarıyla öldürmüş. Hapse girdiğinde kendisi gibi göçmen olan bir kadından Mikail adında bir oğlu olmuş. O hapse girdiğinde küçük bir çocuk olan Mikail babasını tanımıyor. Çocuğunun annesine yaklaşması da yasak olan Ertan, mafya lideri Yılmaz’ın yardımıyla Sosyal Hizmetler’de süren tamirat işine giriyor. Bunun da amacı var tabii ki. Oğlu oradaki kayıt stüdyosunda demo dolduruyor. Demosunu ünlü rapçi Azad’a ulaştırıp o sahnede yer almayı hayal ediyor Mikail. Ama hayat çetin ve hayale ulaşmak o kadar kolay değil. Okulu bırakmış Mikail’in evde annesiyle de sorunları var. Kız kardeşi de olan Mikail, babasının kaderini en başından yaşamaya başlıyor sanki. Kader değişmiyor ve filmi başa sarıyor. Mikail, geçmişte babasının yaşadıklarını yaşıyor. O da tıpkı babası gibi Yılmaz’ın çetesinin içine düşüyor, uyuşturucu satıyor ve hayallerine ulaşma hayalleri kuruyor. Mikail’n arkadaşları da Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden gençler. Onlar da Yılmaz’a çalışıyorlar. Ertan, usulca oğluna yaklaşıyor, onunla iletişim kurmaya çabalıyor. Ertan, kendisinin babası olduğunu bilmeyen oğlu Mikail’e yaklaşmasaydı, belki de trajedi daha derin olabilirdi. Elbette bir de Daria var. O da bir göçmen. Daria, Mikail’in eski okulunda okuyor. Elbette ona sırılsıklam âşık Mikail. Onu gördüğünde eli ayağına dolanıyor adeta Mikali’in. Kız da onunla ilgileniyor yanlış yolda olduğunu bile.

Bu kamera çarpıcı…

Yönetmen Umut Dağ, estetik anlamda çok az Haneke tadı verse de kullandığı kamera çok çarpıcı. Yönetmen, “steadicam” ve öfkeli hafif el kamera kullanımlarıyla Viyana’nın loş sokaklarındaki romantizmi silip atıyor. Yönetmen, babayla oğlun kaderlerini bütünleştirdiği anlarda, Ertan ve Mikail’i önden ve arkadan “steadicam” kamerayla izlemiş genelde. Kader gibi. Yönetmenin kurgusu da çarpıcıydı bu filmde. Babayla oğlun anları koşut kurguyla yansıyor perdeye hep. Gerilimi de yavaş yavaş yükseltiyor bu kurgu. Yönetmen, Haneke gibi uzun plan-çekimler yerine sıkça kamera açılarını değiştirerek “kesme kurgu” yapmış. Yönetmen bu filminde en az görünen karakter bile hikâyeye anlam ve derinlik katmış. Gerçekten ilham verici karakterlerin yansıyışı. Filmdeki tüm oyuncular övgüyü hak ediyor. Filmin geniş final bölümünün çarpıcı olduğunu da belirtelim. Filmin final bölümüne kadar polisler pek ortalarda görünmüyor, tıpkı Hollywood’un 1930’lardaki gangster filmlerindeki gibi. “Betondaki Çatlaklar” filminin finalinin açık uçlu olduğunu da belirtelim. Fonda usulca duyulan piyano tınılarına da kulak vermeli. Avusturya sineması, önemli ve değerli. Bu sinemanın içinde Umut Dağ ve filmleri umut verebilir. Bu film, Berlin ve İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti.

(20 Ağustos 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Anneler ve Oğullar

33. İstanbul Film Festivali’nin programında yer almış iki mütevazi yapım, yaz aylarının en zayıf vizyon haftalarından birini şenlendiriyor. Bunlardan ‘Ben, Kendim ve Annem’, ilk kez 2013 yılı Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkmış ve şenliğin ‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’ isimli yan bölümünden iki ödülle dönmüştü. Film ülkesi Fransa’da sinemalarda gösterilmeye başladığında büyük ilgiyle karşılandı. Seyircinin yoğun ilgisinin yanı sıra Fransız Sinema Endüstrisi’nin Oscar’ları olarak kabul edilen César’lara 10 dalda aday gösterildi. Bunlardan en iyi film dahil beşini kazanmayı başardı.

Fransız popüler sinemasının 2013 yılındaki bu büyük süksesi, bir tiyatro uyarlaması. La Comédie Française kökenli Guillaume Gallienne’in özyaşamsal öyküsünden yola çıkarak yazdığı 75 dakikalık tek kişilik oyun, yazarın annesi ile yaşadığı sevgi/nefret ilişkisi üzerine bir hesaplaşmadır. Diğer iki erkek evlâdını ‘oğullarım’ diye çağıran madam Gallienne, Guillaume’u adıyla çağırmaktadır. Filmin ve temel aldığı oyunun, dilimize ‘Oğullarım ve Guillaume, Yemeğe!’ (Les Garçons et Guillaume, à Table!) olarak çevirebileceğimiz özgün adında vurgulandığı üzere. Erkek kardeşlerinden farklı olan Guillaume, kadınların dünyasında çok daha mutludur. Annesi de onu bir kız çocuğu gibi yetiştirme yolunu seçer. Oyun ve film, Guillaume’un çocukluk ve ergenlik yıllarının cinsel kimlik arayışı ve türlü kararsızlıklarının hikâyesidir.

Gallienne oyunda olduğu gibi filmde hem kendini, hem annesini başarıyla canlandırıyor. Ancak anlatı tiyatro oyunu kalıplarından başarılı bir biçimde sıyrılmış. Bu açıdan Gallienne’in yönetmenlikteki ilk deneyiminden yüzünün akıyla çıktığı söylenebilir. Filmin esas sorunu, Freudyen açılımlı bu hesaplaşma metninin bir bulvar komedisi hafifliğinde ele alınmış olmasında. Bu tek kişilik şovun sahnede izlendiğinde çok daha eğlendirici olduğunu da bir not olarak düşelim.

Başka bir anne ve oğulun hikâyesini anlatan haftanın ilgiye değer bir diğer filminin yönetmeni ise Avustralyalı Jennifer Kent. Bu da bir ilk film. Bir dolu sinema ve televizyon filminde oyuncu olarak rol almış olan Kent’in ilk uzun metrajı, övgüyle karşılanmış 2005 yapımı kısa filmi ‘Monster’ın (Canavar) izinden gidiyor. Siyah beyaz bu kısa film etkileyici bir gotik hikâye anlatır. Annesiyle birlikte yaşayan küçük Samuel evin içinde bir canavarın gezindiğinden söz etmektedir. Oğlunun söylediklerine kulak asmayan anne, evde tekinsiz bir varlığın farkına vardığında dehşete düşecektir. Bizde ‘Karabasan’ adıyla gösterime giren ‘The Babadook’, bu kısa hikâyenin uzatılmış versiyonu. Bu defa babanın yokluğunu ve ailenin yaşadığı trajedinin nedenini öğreniyoruz. Jennifer Kent’in ürkütücü denemesi sinema tarihinin ünlü korku filmlerinden alıntılarla süslenmiş. Filme özgün adını veren Babadook ve içinden çıktığı masal kitabının karakterleri Alman dışavurumcu sinemadan kopup gelmişler. Genç anne televizyonda korku filmleri izliyor. 1946 yapımı Lewis Milestone gerilimi ‘The Strange Love of Martha Ivers’ ya da İtalyan Mario Bava’nın 1963 yapımı kült korku filmi ‘I Tre Volti della Paura’dan kimi sahneler, The Exorcist’ izleğini temel almış ‘Karabasan’ın türün meraklılarına selâm sarkıtan bölümleri. Küçük oyuncusu Noah Wiseman’in sevimliliğinden büyük ölçüde yararlanan yönetmen, aralara ‘Home Alone’ numaraları katmayı da ihmal etmemiş.

(19 Ağustos 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hoşçakal Kaptan!

Ne zaman “eğitim sisteminin tepeden tırnağa yenileneceğine” veya “herşeyin öğrenci merkezli olacağına” ilişkin görüşler okusam, aklımdan o muzip gülüşün geçerdi.

Sen ve Sidney Poitier… 50’lerin öfkeli gençlerine ışık tutan “Karatahta Ormanı” ve “Sevgili Öğretmenim”, Norman Mailer’ın ‘en berbat on yıl’ olarak nitelendirdiği dönemde epey ses getirmişti, biliyorum; ama kendisini “aklın ve bilimin ışığında yol alan” (!) sistemin kollarından henüz kurtaran bizim kuşak için bir başka öneme sahipti kurduğun dernek.

Öğrenim yaşamım, Ç harfinin kuyruğunu çapraz atmamızın başımıza büyük belâlar açacağını, bazı şairlerin “sakıncalı” dizelerini öğrenmenin geleceğimizi nasıl karartacağını dinlemekle geçti. Çok soru sormak ve o sorular üzerine düşünmek tehlikeliydi. Çevremizde yatarken bile terliklerini disiplinli biçimde “hizaya sokan” insanlar çoktu; ama ne mutlu ki bize, “başka türlü bir şey benim istediğim” diyenler henüz sağdı!

Evet, biraz ürkek, biraz mahçup; ama her defasında kararlı olan o gülüşe hayat verdiğin için seni hiç unutmayacağım. Elbette bütün bir oyunculuk yaşamını tek bir filme sığdıracak değilim. Yine de en çok, sıranın üzerine çıkarak “sıradan çıkmanın” ne demek olduğunu bizlere çok iyi anlattığın için seni hatırlayacağım. Ve aradan geçen upuzun yıllar boyunca, bilmem kaçıncı kez yeniden karılan ve dağıtılan ellerde sonucun hiç değişmediğini, tek tip fabrikalarda hep aynı biçimde öğütülmeye çalışılan milyonlarca çocuğun olduğunu düşününce, böyle ansızın çekip gidişine de hiç kızmayacağım. Sonuçta Ahmet Telli’nin dizelerindeki gibi değil mi herşey:

“Mağlubuz…
Durmadan kazanan bu hayat
Basit bir üçkâğıtçı sadece, bir sahtekâr…”

(14 Ağustos 2014)

Tuncer Çetinkaya

Bodrum’lu (L’) Atalante!!!?

Tatil nedeni ile gittiğim Datça’da (Gabaklar) bir motor turuna katıldım. Tur sonunda, katılımcıların denize girmeleri için verilen bir molada, koya demirlemiş bir tekne gördüm. Teknenin adı Atalante idi. Bana hemen L’atalante’yi (1934) çağrıştırdı. L’atalante, Jean Vigo’nun (1905 – 1934 ) üçüncü ve son filmi. Vigo’yu ve L’atalante’yi bilenler bilir, bilmeyenler zahmet edip öğrensinler.

Bindiğimiz motorun kaptanına sorup tekne hakkında bilgi istedim. Teknenin 6 yıllık olduğunu ve Bodrum’lu olduğunu öğrendim. Gördüğüm birçok tekne A.B.D. veya Fransa bandıralı idi ama Atalante Türk bandıralı idi. Kimin olduğunu araştırdım ve beklediğim gibi cevap alamadım.

Sorular peşi peşine geldi. “Atalante” adı bu tekneye neden verilmişti, sahibi L’atalante hakkında bilgi sahibi mi idi, bilgi sahibi ise (Vigo dahil) bu bilgi ne derece idi, sahibinin sinema ile herhangi bir ilişkisi olmuş mu idi, oldu ise ne düzeyde idi. Bu gün bu sorulara cevap alamadım. Buraya yazmaktaki maksadım, okurlara L’atalante’yi hatırlatmak, eğer hatırlayacak bir bilgileri yoksa böyle bir bilgi için meraklandırmaktan ibaret.

Eğer, tekne veya sahibi hakkında bilgi sahibi iseler (veya konu ile ilgilenirler ise), sadibey.com sitesine ulaştıracakları her türlü bilgi için kendilerine müteşekkir kalacağımı bildiririm.

L’atalante, bir gelip geçen çatana değil, orada molada kaldığımız sürece beni kendisine çeken, fakat yaklaşamadığım (yaklaşsam ne sonuç alırdım !?!) bir tekne oldu. (Üç gün sonra, Bodrum yat limanında da boş yere aradım.)

(14 Ağustos 2014)

Orhan Ünser

Çoban Yıldızı

Otobüste gidiyordum, evden eşim telefon etti, TV.den Çolpan İlhan’ın vefat haberinin verildiğini söyledi. Düşündüm, yıllar önce bir yazlık sinemada, gündüz vakti tartışıyorduk. Arkadaşlardan biri yeni yeni filmlerde oynamaya başlayan Çolpan İlhan’ın asıl adının İlhan Çolpan olduğunu, değişiklik olsun diye Çolpan İlhan olarak kullandığını söyledi. Bunun doğru olmadığını adının gerçekten Çolpan olduğunu kısa sürede öğrenecektim ama bu ismin ağabeyi Attila İlhan tarafından verildiğini yıllar sonra öğrenecektim.

1959’da İlhan’ın iki filmi var. Öncelikle Yalnızlar Rıhtımı. Akad’ın yönettiği bu filmin senaryo yazarı, Attila İlhan. Hatta, filmde Çolpan İlhan’ın söylediği aynı isimli şarkının sözlerini de Attila İlhan yazmış. Çolpan İlhan filmde ülkemizde pek yaşamayan bir pavyon kadınını oynuyor ama filmin (senaryonun) kusuru bu değil, çünkü film önceleri (gösterime çıktığında) senaryosunun (özellikle diyalogları açısından) tümü açısından basında eleştirilir. Son dönemde ise yönetim (Akad) bakımından film kabul görür ve Akad’ın ustalığı bir kez daha dile getirilir. Fakat Attila İlhan, filmi yönetim (çekim mekânı) açısından eleştirir, senaryoyu barlarla, limanın iç içe olması açısından İzmir için yazdığını, burada çekilmesi gerektiğini söyler. Akad filmi, barlar ile liman arsında hayli mesafe olan İstanbul’da çekmiştir.

Filmlerde mekânını önemi yadsınamaz fakat filmlerimiz de mekân açısından böyle bir eleştiriye, ben başka bir filmde rastlamadım. Yine de Yalnızlar Rıhtımı, Çolpan İlhan’ın rolü ile anımsanacak bir film.

Aynı yıl yapılan Zümrüt’te değişik ilişkiler içinde bulunan bir kadını canlandırır. Film, Sadık Şendil’in İhsan Koza’nın (İhsan İpekçi) aynı adlı romanından uyarladığı senaryo ile Akad tarafından çekilir. Akad’ın bu filmi pek olumlu eleştiriler almaz ama filmde unutulmayan bir söz vardır. (Bu söz İpekçi’nin romanından mı geliyor, yoksa senaryoya Şendil mi koydu bilmiyorum.) Film hatırlanmasa da, İlhan’ın kendisine sigara sunan erkeklere “Yak ta ver.” demesi uzun süre, unutulmamıştı. [Bu replik için, -kullanılıp kullanılmadığını anlamak amacıyla- filmi ikinci kez (!) çeken Özer Kızıltan’ı -Feride (Zümrüt) Yasemin Alkaya- aramak isterim.]

İlhan’ın ilk filmi Günahsız Fahişe (Kamelyalı Kadın – 1957) ise Şakir Sırmalı tarafından yapılmıştı. “Sinema kurallarına (?) ters düşen tutumu yüzünden büyük tartışmalara yol açtı” (Özgüç’ten, Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü, s. 91) ve o güne kadar sadece iki film yapan Sırmalı’nın üçüncü ve son filmi oldu. Alexandre Dumas Fils’in romanı uyarlaması idi. 1962’de, bize uydurulmuş bir Steinbeck uyarlamasında, İkimize Bir Dünya’da (Nevzat Pesen) Çolpan İlhan –Fareler ve İnsanlar’ın- çiftlik yosmasını oynar.

Yine bir Nevzat Pesen filminde, Ahtapotun Kolları’nda (1964), sinema artisti olmak için -uçakla!- İstanbul’a kaçan Hülya Koçyiğit’e alternatif olabilecek bir eski sinema oyuncusunu (heveslisini) oynar. [Bu rolü ile 1965 1. Fuar Filmleri Festivali’nde (İzmir) En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü de alacaktır.] 1958 yılında oynadığı Bir Şoförün Gizli Defteri’nde ise pavyona düştükten sonra hakir gördüğü şoför tarafından kurtarılacak olan, paşa kızı Çiler’in -sonraki adı Çilek- kurtarıcı şoförün kollarında ölecektir.

Tam bir kaçış (yol) filmi olan, Fritz Lang uyarlaması Yaşamak Hakkımdır’da sinemamızın çok çabuk yitirdiği enteresan oyuncu Turan Seyfioğlu ile karşılıklı oynayacaktır (1958). Avare Mustafa (1961) ise İlhan’ın fakir Ayhan Işık’a askıntı olduğu zengin kızı tiplemesi ile boyutlanırken, finalde yönetmen Ün’ün (ve yardımcılarının -devamlılık asistanı?-) gözlerinden kaçan, birbirini izleyen sahnelerdeki kostüm değişikliği, sonraları modacı olacak İlhan’ın da gözünden kaçacaktır.

İlhan’ın sonraki yıllarda daha bir çok filmi var. Uzun yıllar mutlu bir yuva kurduğu Sadri Alışık ile oynadığı filmler… Bir de daha çocuk yaşlarda iken oğlu Kerem Alışık ile oynadığı Kocamın Nişanlısı (Turgut Demirağ / 1965). Başkaca filmini yazmıyorum, tiyatrolarını, modacılığını da… Her ölüm erkendir, Attila İlhan, Sadri Alışık derken Çolpan İlhan Alışık.. Attila İlhan’ın deyişi ile “ayrılıklar sevdaya dahil”. Bundan esinlenerek, gazetelere manşet olan, -acı da olsa- “ölüm (de) sevdaya dahil” … “yak ta ver.”

(14 Ağustos 2014)

Orhan Ünser

Cuma Gecesinden Pazar Akşamına

Kısa bir beraberliğin, Cuma gecesinden Pazar akşamına yaşanmış duygusal bir birlikteliğin öyküsü ‘Hafta Sonu / Weekend’. Richard Linklater’ın 1995 yapımı ‘Gündoğumundan Önce’sini hemen akla getiren, kısıtlı bir sürede yoğun yaşanmış duyguların farklı bir çeşitlemesi izlediğimiz. Kurguculuktan gelme Andrew Haigh’ın büyük ilgiyle karşılanmış bu ikinci uzun metrajının karakterleri eşcinsel. Fakat kendisinin de bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, bu onları tanımlayan tek öğe değil. Kapalı yüzme havuzunda cankurtaranlık yapan Russell ile sanat galerisinde çalışan Glen’in birliktelikleri bir gecelik ilişki olarak başlıyor. Dışa dönük Glen ile eşcinselliğini yakın dostlarından başkalarına açamamış Russell’ın farklı hayatları devreye giriyor daha sonra. Toplumda nasıl karşılandıklarını, duygusal anlamda ne gibi sıkıntılar çektiklerini tartışıyorlar. Özlemlerini, sıkışmışlıklarını konuşuyorlar. 14. katta oturmasına rağmen camlarının taşlanabileceği korkusunu üzerinden atamamış Russell’ın korkularına şahit oluyoruz. Orta sınıftan Glen daha özgüvenli. Koruyucu aile yanında yetişmiş işçi sınıfından Russell çok daha ürkek. Seks, uyuşturucu ve içten itiraflarla yüklü yoğun saatlerde isyanlarını paylaşıyorlar. Ancak kısa bir beraberliktir bu. Glen, Pazar akşama doğru her şeyin çok daha farklı olacağını düşlediği Amerika’ya uçmaya hazırlanmaktadır.

Daha önce ‘Gladyatör’, ‘Cennetin Krallığı’ benzeri gösterişli Amerikan yapımlarında kurgu asistanlığı yapmış olan İngiliz yönetmenin küçük bütçeli bu bağımsız çalışması haftanın en ilgiye değer filmi. Melodramın tuzaklarına düşmekten ustaca sıyrılmış Haigh. Ekonomik diyalogları karakterlerinin dertlerini doyurucu bir biçimde aktarıyor izleyiciye. Yine söyleşisinde ifade ettiği üzere, kamusal alan tartışması üzerine kuruyor filmini. Korunaklı evlerine yahut sınırları çizilmiş ghetto’larına hapsedilmiş olarak yaşadığını düşünen eşcinsel çiftlerin, hayatlarını kamusal alanlarda özgürce yaşayabilme arzularının altını başarıyla çizmiş. Finalde zum kullanarak çektiği üç dakikalık kesintisiz plân bu açıdan anlamlı ve etkileyici.

Minimalist çalışmasında görsel dünyasını titizlikle kuran İngiliz yönetmen, özgün film müziği kullanmamış. Buna karşılık özenle seçilmiş güncel şarkılar eşlik ediyor karakterlerinin inişli çıkışlı hayatlarına. Gerçek mekânlarda, gece kulübü, lunapark benzeri bölümlerde figüran kullanmadan gerçek insanlarla çalışmayı yeğlemiş. Senaryosunu kendi yazmış, filmin kurgusunu bizzat üstlenmiş. Oyuncuları da çok iyi. Sinemadaki ilk başrollerinde Chris New ve Russell kompozisyonuyla İngiliz Bağımsız Sinema ödüllerinden birini kapmış olan Tom Cullen gelecek vaad ediyor.

Yönetmen Andrew Haigh, şimdilerde HBO yapımı bir televizyon dizisiyle adından söz ettiriyor. San Fransisco’da yaşayan üç eşcinsel arkadaşın ilişkilerini anlatan ‘Looking’in, farklı dünyaları ezberlenmiş kalıpların ötesinde ele alışı ve San Fransisco kentini olanca güzelliğiyle tasvir edişi ile övgü aldığını son bir not olarak düşelim.

(11 Ağustos 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kayıp Zamanın İzinde

Animasyon sinemasının harika çocuğu Sylvain Chomet’nin gerçek oyuncularla çalıştığı ilk denemesi ‘Attila Marcel’, tanınmış Fransız romancı ve deneme yazarı Marcel Proust’dan bir alıntıyla açılıyor. Özetle, ‘hafızalarımızdan her şeyi bulup çıkarabiliriz’ diyor yedi ciltlik ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin ölümsüz yazarı. Fransız yönetmeni, Proust ile buluşturan yeni çalışmasının ana karakteri 33 yaşındaki Paul, küçük yaşta geçirdiği bir travma sonucu konuşmaz olmuştur. İki yaşında anne babasını kaybettikten sonra kendisini büyütmüş tuhaf teyzeleriyle yaşayan, geçmişini hatırlamayan ve otizm belirtileri gösteren bu büyüyememiş çocuğun imdadına apartman komşusu madam yetişir. Chomet’nin Nathalie Proust adını verdiği karakter, hippi eskisi rengarenk giysileriyle başına buyruk orta yaşlı bir kadın. Evinin salonunda devasa bir sebze bahçesi kurmuş. Doğa aşığı. Yüreğinin götürdüğü yere gitmiş, Hindistan seferinde budizmle tanışmış. Elinde Hawaii’ye özgü yerel çalgı ukulelesiyle parktaki asırlık ağaçların bekçiliğini yaparken bizim saygıdeğer gezi dayanışması aktörlerini anımsatıyor.

Gölgeler altındaki sırların ya da saklı geçmişin aydınlatılması hususunda Proustvari yöntemlerle yol göstericilik yapıyor madam Proust. Bitki çaylarına eşlik eden Proust’un meşhur madlenlerini, tadlar ve kokuları, müziği anıları yakalamak için yem olarak kullanmayı deniyor. Kendi deyişiyle ‘biraz sevgi, biraz bal, gökkuşakları için biraz gün ışığı, kaleler için biraz kum, resimler için biraz boya kalemi sunuyor’ küçük yaşlarında takılı kalmış Paul’e.

‘Belleville’de Randevu / Les Triplettes de Belleville’ (2003) ve ‘Sihirbaz / L’Illusioniste’ (2010) gibi animasyonda çığır açmış, sessiz sinemaya, Jacques Tati’nin ölümsüz dehasına saygı duruşunda bulunan filmlerin yaratıcısı Chomet’den beklenen şiirsellikte bir yapım bu. Bu kez gerçek oyuncular kullanmasına rağmen, bir örnek giyinen ve senkronize hareket eden eksantrik teyzeler, hayvan doldurucu olmayı düşleyen doktor, el becerileri çok gelişmiş yaşlı kör adam gibi aykırı karakterleriyle animasyon dünyasına göz kırpıyor. Oyuncuları filmin önemli kozlarından. Çifte kompozisyonda hem geçmişini hatırlamaya çalışan Paul’ü, hem de genç adamın seksenli yıllar düşlerinden kopup gelen güreşçi babası Attila Marcel’i canlandıran genç yetenek Guillaume Gouix, madam Proust’ta deneyimli oyuncu yönetmen Anne Le Ny, tuhaf teyzelerde Hélène Vincent ve Chomet’nin filmini ithaf ettiği çekimler sonrası yaşama veda etmiş Yeni Dalga’nın unutulmaz yüzlerinden Bernadette Lafont çok iyiler. Antoine Roch’un görüntüleri, Carlos Conti’nin yapım tasarım çalışması özellikle övgüye değer.

Sylvain Chomet filmlerinde müziğin ayrı bir yeri vardır. Belleville’in Oscar adayı olmuş Benoit Charest bestesinin sözleri ona aittir. Okyanus’un geçildiği filmin en güzel sekansına Mozart’ın K427 Do Minör Missa’sının hüzün yüklü ‘Kyrie’ bölümü eşlik eder. Chomet son çalışmasında Franck Monbaylet ile çalışmış. Yetenekli bestecinin menuet’den java’ya danslı bölümlerin müzikleri, Paul’ün genç piyanistler yarışmasında yorumladığı konçerto yetenekli müzik adamının ürünleri. Tati dışında bir diğer efsanevi ‘Jak’a Jacques Demy’ye adanmış müzikal bölümler, plajda geçen Cherbourg esintili sekans, güreş ringinde sahnelenen dövüş tangosu filmin dayanılmaz anlarından. Attila Marcel adlı şarkıyı seslendiren Jacqueline Moinot’yu ise boşuna aramayın Fransız şansonları antolojilerinde. Çünkü o da Chomet’nin hayali karakterlerinden biri. Belleville’in son jeneriğinde de yer almış Chomet’nin bu Piaf esintili şansonu, ‘barbardır, vahşidir ama benim adamımdır’ minvalinde bir hikâye anlatıyor.

Sıcak Ağustos günlerinde taze bir ferahlık arıyorsanız ‘Attila Marcel’i kaçırmayın. Çok yönlü bir yaratıcının madlen keki tadındaki bu son çalışmasından büyük keyif alacaksınız.

(04 Ağustos 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadının Adının Olmadığı Topraklarda

Suudi Arabistan’da kadının adı gerçek anlamıyla yok. Küçük Vecide’nin sadece erkeklerin yer aldığı soy ağacına bir saç tokasıyla kendi adını iliştirdiği sahne onun için anlamlı ve yürek yakıcı. Adını başroldeki sevimli kız çocuğundan alan ‘Vecide’nin (İngilizce yazılışıyla ‘Wadjda’) tüm dünyada büyük ilgiyle karşılanma nedeni, krallıktan çıkmış yapımın bir kadın tarafından yönetilmiş olması. Haifaa Al-Mansour’un (başta ‘Geleceğin Sineması’ olarak çevirebileceğimiz ‘CinemAvvenire’ olmak üzere) Venedik Şenliği’nden üç ayrı ödülle dönmüş, geçtiğimiz yıl yirmi civarında ödül ve bir o kadar adaylıkla geniş yankı uyandırmış bu uzun metrajı, ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde bizde de gösterimini sürdürüyor.

2005 yapımı ‘Gölgesiz Kadınlar / Women Without Shadows’ adlı orta metraj belgesel çalışmasıyla kadının Suudi toplumundaki yerini sorgulamaya başlayan Al-Mansour’un Oscar aday adayı da olmuş bu son ürünü, başroldeki yaşam arsızı küçük kızın hikâyesi çerçevesinde Suudi toplumunun gündelik yaşamından kadın manzaraları taşıyor perdeye. Ailesiyle birlikte başkent Riyad’ın banliyösünde kapalı bir dünyada sürdürüyor yaşamını 10 küsur yaşlarındaki Vecide. Yaşam alanının sınırlarını zorluyor sürekli. Mor bağcıklı spor ayakkabılarıyla komşunun oğlu Abdullah ile koşturuyor sokaklarda. Annesinin ‘başına bir felâket getirecek’ dediği popüler aşk şarkılarını dinliyor. Okulda yasak olmasına rağmen futbol kulübü renklerinde bileklikler örüp kız arkadaşlarına satıyor. Sıkı disiplinli müdirenin yönetimindeki okulda rengarenk spor ayakkabılar giymekten eğlenmeye birçok şey yasak aslında. ‘Kuran’ı açık bırakma, içine şeytan tükürür’ ya da ‘sırayı sıklaştırın, şeytana yer kalmasın’ benzeri hurafelerle geçiyor okul günleri. Ev içindeki yaşamı okuldakine kıyasla daha özgürdür, o da bir yere kadar. Abdullah’la yarışabilmek için bir yeşil bisiklete göz koyduğunda önce annesi sonra öğretmeni karşı çıkacaklardır bu isteğine. ‘Bisiklet sürerse çocuğu olmayacaktır’ ya da ‘Bisiklet onurlarını düşünen kızlar için değildir’.

Sidney Üniversitesi yönetmenlik yüksek lisanslı Al-Mansour, küçük kızın mücadelesinin yanı sıra, sistem gereği tamamıyla kapanmış kadınların, erkekler duymasın diye sesleri kısılmış genç kızların yasaklarla yüklü dünyasından kesitler vermeyi deniyor. Vecide’nin yaşıtı kızın yirmi yaşında bir kocaya verilmesi, sorunlu ilk hamileliği nedeniyle kocasına bir erkek evlât veremeyecek olan annesinin üzerine ikinci bir kadın aranması gibi örnekleri gündeme getiriyor. Lakin Vecide’nin sevimli baş kaldırışı bir sistem sorunu olarak işlenmiyor. Ya da Suudi desteğiyle çekilmiş filmde işlenemiyor demek daha doğru belki. Kadın yönetmenin akıcı anlatımı ilgiyle izleniyor ancak bu bireysel karşı çıkış finalde Hollywood’un başı çektiği popüler klişelere savrulmaktan kurtulamıyor. ‘Bir şeyi gerçekten istediğinde kimse seni durduramaz’ minvalinde iyimser bir tonla noktalanan yapım, sistemin izin verdiğinin dışına çıkmıyor. Vecide’nin, annesinin, küçük yaşta evlendirilmiş kızların meseleleri havada kalıyor.

(31 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alacakaranlık Kuşağı’ndan Sinyal Var

Gösterimi sürmekte olan ‘Sinyal / The Signal’ yapım parametreleri açısından ilgimizi çeken bir çalışma. Hollywood’un gişe açısından bereketli yaz döneminde birbiri ardına görücüye çıkan hiper bütçeli projeleri arasında, Amerikan Sinema Endüstrisi normlarının çok altında, neredeyse bütçesiz çekilmiş bir mütevazi yapım bu. Üstelik bilim kurgu gibi daha geniş olanaklar isteyen, üç boyutun albenisiyle endüstrinin gişe canavarlarını üreten bir türe el atmış. Görüntü yönetmenliğinden gelme genç yönetmen William Eubank’ın aynı türde ikinci denemesi bu. Sadece 500 bin dolarlık çok daha küçük bir bütçeyle kotardığı ilk yönetmenlik çalışması ‘Aşk / Love’ (2011), uzayda mahsur kalmış astronot Lee Miller’ın hayatta kalma çabası üzerine klostrofobik bir denemedir.

4 milyon dolar bütçeli ‘Sinyal’ gizemli bir fantastik hikâye. MIT öğrencisi üç parlak gençten Nic bir kas hastalığı nedeniyle koltuk değnekleriyle hareket edebilmektedir. İlişkileri sorunlu bir dönemden geçmekte olan sevgilisi Haley ve kankaları Jonah ile birlikte California rotasında yollarına devam ederken, bir süredir MIT bilgi ağına izinsiz giriş yapan Nomad (Göçmen) kod adlı hacker’ın provokatif mesajları ile karşılaşırlar. Nomad’ın peşinde rotalarını değiştiren üç kafadar, Nevada’nın ortasında terk edilmiş metruk bir evde görünmez bir gücün saldırısına uğrar. Gençler gözlerini açtıklarında tıbbi bir araştırma laboratuvarında tutsak bulurlar kendilerini. Korunmalı giysiler giymiş tesis görevlilerinden ‘uyum süreci’nin başındaki Dr. Wallace, dünya dışı bir varlık ile temasa geçtiklerini bildirir Nic’e. Mikrobiyolojik bulaşıcı bir şeye karşı önlem almaları gerektiğini ilâve eder. Nic’in güçsüz bacaklarının yerini yabancı teknoloji ürünü güçlü kuvvetli protez bacaklar almıştır. Bundan sonrası, fareler gibi sıkışıp kaldıkları deney hapishanesinden kaçıp kurtulma mücadelesi üzerinedir.

‘Sinyal’, çıkış noktası hayli merak uyandıran bir öykü. Kuşaklar boyu bilim kurgu meraklılarını ihya etmiş ‘Alacakaranlık Kuşağı / The Twilight Zone’ televizyon dizisinden kopup gelmiş gizemli bir hikâye. 1960 başları ilk sezon bölümleri bizde halen Digiturk’ten ilgiyle izlenen Rod Serling imzalı bu fantastik hikâyelerin başucu esin kaynaklarından biri olduğunu belirtiyor yönetmen Eubank. Çıkış noktası ve özellikle sürpriz finaliyle türün meraklılarını hayal kırıklığına uğratmayacak bu çalışmada Eubank’ın kısıtlı imkânlarıyla yarattığı görsel dünya da sınıfı geçiyor. Lakin Eubank’ın filminde eksik kalan, sözünü ettiğimiz dizide 25 dakika kadar süren ve vurucu sürpriziyle izleyenleri şaşkına çeviren hikâyesinin 90 dakikalık bir süreyi taşıyacak olay örgüsü ve ve karakter çalışmasından yoksun olması. Zamane bilim kurgu serüvenleri gibi bol keseden aksiyondan kaçınması olumlu ancak kimi bölümlerde gençlik filmlerinin klişelerine, öğrenci filmlerinin monotonluğuna düşmekten kurtulamamış. Yine de meraklılarınca ilgiyle izlenen, önümüzdeki dönem ‘Sinema Endüstrisi’ dersimin öğrencileriyle paylaşacağım Eubank açısından endüstriye sunulmuş parlak bir kartvizit bu. Genç yönetmeni yakınlarda devasa bütçeli Hollywood bilim kurgularından birinin başında görmek hiç sürpriz olmayacak.

(26 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çölde Tek Başına

33. İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale ödüllü uluslararası yarışma seçkisinde yer almış ‘Çöldeki İzler’in (Tracks) ön jeneriğinde, Aborijin ve Torrest Strait adalı izleyicilere, bu dünyadan ayrılmış yakınlarının görüntüleri ve sesleriyle karşılaşabilecekleri hususunda bir not düşülmüş. Bu topraklarda yaşayan halkların kutsalına, değerlerine saygıdan ileri geliyor söz konusu uyarı kuşkusuz. Güney Avustralya’nın büyük bir bölümünü kaplayan bu çorak arazi Amerikalı sinemacı John Curran’ın son filminin mekânı. New York doğumlu yönetmenin yirmili yaşlarının ortasında yerleştiği ve doğasının gizemiyle büyülendiği topraklar bunlar.

Curran’ın bundan önceki az sayıda üretimine farklı edebiyat uyarlamaları kaynaklık etmiş. 2004 Sundance senaryo ödüllü (yazar Larry Cross’a buradan bir selam!) ‘We Don’t Live Here Anymore’ (Artık Burada Yaşamıyoruz), Amerikan bağımsız sinemasının unutulmaz örneklerinden ‘In the Bedroom’a da kaynaklık etmiş yazar Andre Dubus’un iki ayrı hikâyesinden yola çıkar. Bir kez daha Naomi Watts ile çalıştığı (bizde ‘Duvak’ adıyla gösterilmiş) ‘The Painted Veil’ (2006), İngiltere sömürgesi uzak bir Çin köyünü mekân almış W. Somerset Maugham uyarlamasıdır. Her iki film de evlilik, ihanet, kadın erkek birlikteliğinin çıkmazları üzerinedir.

Yönetmenin festivallerde ses getirmiş son çalışması yine bir edebi uyarlama. Ancak bu kez otobiyografik bir metin söz konusu. Robyn Davidson’ın aynı adlı (Tracks) eserinden Marion Nelson’ın uyarlaması, genç kadının 1977 yılında Orta Avustralya’daki Alice Springs’den başlayarak Hint Okyanusu’na kadar uzanan 1700 mil (yaklaşık 2750 km) uzunluğundaki çöllük araziyi yanından ayırmadığı köpeği ve onlara eşlik eden eğitilmiş, üçü yetişkin dört adet deveyle yürüyerek katetmeleri üzerine. Bu yolculuk bir maceradan öte, şehirdeki hayatın monotonluğundan, kendi neslinin, cinsiyetinin ve sınıfının rahatına düşkünlüğünün getirdiği aşırı kırılganlıktan bunalmış Davidson için bir şeylerin başarılmasını, ispatlanmasını hedefliyor. Babasının 1935’te Kalahari çölünü geçtiği gibi aşacaktır bozkır toprakları. Ancak babasının Doğu Afrika’da timsah avlamak, altın aramak gibi amaçlarından farklı olarak, bir kendini bulma, gücünü ispat etme savaşımı olacaktır bu yolculuk onun için. Yörenin maço deve yetiştirilerince kandırılır önce. Başlangıçta geri çevirdiği National Geographic sponsorluğunu kabul etmek zorunda kalır. Fotoğrafçı Rick Smolan’ın yolculuğu belgelemesine, kendisine ‘develi kadın’ diye tezahürat gösteren turistlerin bunaltıcı ilgisine çaresiz katlanır. Lakin serüvenin büyük bölümünde hayvanlarıyla ve kendisiyle başbaşadır ıssızlığın ortasında.

195 günlük bu uzun yolculuk boyunca kısa geriye dönüşlerle Davidson’ın geçmişinden izler gelir perdeye. Küçük yaşta annesinin intihar ettiğini, evinden ve sevgili köpeğinden ayrılmak zorunda kaldığını öğreniriz. Bu şekilde genç kadının taviz vermez inadının nedenleri ortaya çıkar. Kaybolmuş çocukluğun acizliğine bir başkaldırı, sıradan bir insanın her şeyi yapabilme yetisinin gözüpek kanıtlamasına dönüşür Davidson’ın yaşadıkları.

‘Çöldeki İzler’ dingin akan bir yapım. Garth Stevenson’ın meditatif müziği ve Mandy Walker’ın üst düzey görüntü çalışmasıyla benzerlerinden kolayca sıyrılan, belgesel tadında buruk bir iç yolculuğun hikâyesini anlatan bu doğa ve insanlık destanını iPad’lerinden gözünü kaldırmayan yetişmekte olan çocuklarınızla birlikte izlemenizi öğütlerim. Son jeneriği bekleyenler, yıldızı giderek yükselen genç neslin başarılı oyuncusu Mia Wasikowska ile (‘Girls’ dizisinden) Adam Driver’ın öykünün gerçek kahramanlarına benzerliğine tanık olacaklar.

(22 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Soğuk Savaş Zamanlarında Bir Fantom

Hayalet (Phantom)
Yönetmen-Senaryo: Todd Robinson
Müzik: Jeff Rona
Görüntü: Byron WErner
Oyuncular: Ed Harris (Kaptan Demi), David Duchovny (Bruni), William Fitchner (Alex), Lance Henriksen (Markov), Johnathon Schaech (Pavlov), Sean Patrick Flanery (Tyrtov), Jason Gray-Stanford (Sasha), Derek Magyar (Garin), Julian Adams (Bavenod), Dagmara Dominczyk (Sophi)
Yapım: RCR Media-Trilogi Ent. (2013)

Daima macera ruhu taşıyan senarist ve yönetmen Todd Robinson’ın 1960’ların sonunda geçen nükleer felaketin sınırlarında dolaşan filmi, gerçek olaylardan yola çıkarak iki süper gücün gücünü gösteriyor.

1960’ların başında Başkan Kennedy suikasta kurban gitmeden önce dünya bir nükleer felaketin kıyısından dönmüştü. Eğer bir nükleer savaş, yani Üçüncü Dünya Savaşı çıksaydı birçoğumuz şimdi nefes almıyor olacaktık. Aslında gizlenen bunun kadar önemli, hatta daha önemli bir felaketi dünya başından savmış 1968 yılında. Uzayda ABD’yi şimdilik geçmiş Sovyetler Birliği’nde bazı insanlara ve kurumlara bu yetmiyor. CIA’in muadili KGB denilen istihbarat kurumu, Sovyetler’deki politbürodan daha da güçlü. Hatta derin devlet. Yaptığı gizli operasyonlara kendi karar veriyor ve operasyonlar hakkında da hiçbir bilgi vermiyor. 1968 yılındaki felaketin sınırından dönülen operasyon da böyle.

Bilinmeyene doğru sular altında…

Geçmişte babasının kahramanlıklarından ilham almış ve şimdi emekliliğini bekleyen Kaptan Demi, sürekli evden uzaklarda kaldığı için karısı Sophi mutsuz. Bir kızı da var. Demi, emeklilik hayali kurarken, yeni bir görev için yola çıkması gerekiyor. Hem de emektar Phantom adındaki balistik nükleer denizaltıyla. Sovyet Donanması’ndan komutanı Markov ona bu görevi veriyor ve denizaltı yola çıktığında da intihar ediyor. Üç hafta önce seferden dönen mürettabat, bu beklenmedik görevden canı sıkılsa da karşı çıkamıyorlar. Sasha alelacele kilisede evleniyor ve evliliğin tadını çıkartamadan kendini denizler altında buluyor. Denizaltına gizemli Bruni de geliyor teknisyen gibi. Aslında o KGB’nin gizli görevinin başında biri. Denizaltında, yardımcı kaptan Alex, Demi’nin en büyük dostlarından. Kamera ilk defa denizaltının içine girdiğinde fonda da çığlık çığlığa yaylıların tınıları duyulmaya başlıyor. Filmde gerçekten duyulan tüm müzikler etkileyici. Denizaltının dar ve sıkıştırılmışlık hissi veren atmosferinde Yaylıların çığlıkları insanı korkunun ve tedirginliğin içine bırakıyor. Bu parçanın adı “The Early Dawn” ve dinlemeye doyamıyorsunuz. Bir klostrofobinin içine düşüyorsunuz bu kasvetli mekânda. Yönetmen, sinemaskop bu filminde bu sıkıştırılmışlık hissini yaşatabiliyor.

Bruni gerçek yüzünü ve amacını gösterirken, Demi’nin de sırları var geçmişten gelen. Demi’nin sara (epilepsi) hastalığı da var. Yılda birkaç defa komaya giriyor. Tuhaf ve şaşırtıcı derecede gerçekçi rüyalar, sanrılar gören Demi’nin geçmişten gelen ve bu Fantom denizaltısında yaşanmış trajedi onun ruhunu acıtıyor. Belki de yüzleşmesini sağlıyor bilinçaltında. Bu trajik sırrı perdede keşfetmek heyecan verici olabilir. Merak duygusu değerlidir. Yönetmen, Demi’nin rüyalarında Rus sinemasına, büyük usta Ayzenştayn’a selâm göndermiş sanki. Bu biçimci anların kurgusu çok çarpıcı. Filmde merak ve gerilimi azaltmamak için sadece filmin finalinin gerçeküstücü olduğunu belirtelim. Yönetmen, bu maceralı geriliminde sinema sanatının yarattığı estetiklerden uzak durmamış ve bazı anlarda öne çıkartmış. Yönetmen Todd Robinson, ünlü yönetmen Ridley Scott’ın 1996 yapımı “White Squal-Dostluk Denizi” macera filminin senaryosunu yazdı. Yönetmen Robinson’ın 2006’da yazıp yönettiği “Lonely Hearts-Yalnız Kalpler” ülkemizde iki yıl gecikmeli vizyona çıkmıştı. Başrolde de John Travolta vardı. Yönetmenin macera ruhu yaptığı birçok işe bulaşmış. Belki de bu yönetmeni yeni keşfedecekler için, 2013 yapımı “Phantom-Hayalet” filmi iyi bir başlangıç olabilir. Hatta Soğuk Savaş’ın ne olduğunu da fark ettirebilir. Filmdeki oyunculuklar da iyi. Ed Harris gibi bir devi sinema perdesinde izlemek muhteşem.

Filmde, Amerikalı yazar Herman Melville’in (1819-1891) “Moby Dick-Beyaz Balina” romanının kaptanı Ahab’a selâm da var. Çünkü Demi kendini Ahab gibi hissediyor zaman zaman. John Huston’ın yönettiği 1956 yapımı “Moby Dick” film ülkemizde Ekim 1956’da “Deniz Ejderi” adıyla vizyona girmiş. Melville’in romanı ülkemizde 2006 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan “Moby Dick-Beyaz Balina” adıyla çıkmıştı.

(18 Temmuz 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com