Kategori arşivi: Yazılar

Festivalde Bruno Dumont İmzalı Bir İnsanlık Komedyası

34. İstanbul Film Festivali’ne son çalışmasıyla konuk oluyor Bruno Dumont. Çağımızın önde gelen yaratıcılarından biri olan Fransız sinemacının televizyon için çektiği dört bölümlük mini dizinin sinema versiyonu festivalde ‘Küçük Serseri’ adıyla gösteriliyor. Filmin Kuzey Fransa’ya özgü yerel diyalektin kullanıldığı ninniden alınma özgün adı ‘P’tit Quinquin’ ise ‘küçük çocuk’ anlamına geliyor. 1997 yapımı ilk uzun metrajı ‘İsa’nın Yaşamı / La Vie de Jésus’den başlayarak ‘İnsanlık / L’Humanité’ ve ’Flanders’ gibi ses getiren yapıtlarına mekân olmuş doğup büyüdüğü ve felsefe eğitimi için ayrıldığı topraklara, Manş denizi kıyısındaki kasabasına bir kez daha dönüş yapmış Dumont. Evini memleketini, bu toprakların insanlarını sevdiğini, Pas-de-Calais yöresine ait olduğunu ifade ediyor yönetmen.

‘İnsanlık’ta olduğu gibi cinai bir hikâyeden yola çıkıyor yine. Ancak bir tür filmi yapma çabası değil, sakin kıyı kasabası atmosferinin ardına gizlenmiş şiddetin incelenmesi amaçlanan. Dumont daha önceki denemelerinde insan denen mahlûku anlamaya çalışmış, anlattığı hikâyelerde uç noktalara gitmekten kaçınmamıştı. Aşırı şiddeti, insanoğlunun çirkin yüzünü, kışkırtıcı cinsel davranışları sergilemekten çekinmemiş, bunu yaparken uzun çekimlere ve sık sık insan vücudunun yakın planlarına başvurmuştu. Ancak ineklerin cesetleri içine doldurulmuş insan organlarının bulunmasıyla ortaya çıkan bir dizi vahşi cinayetin izini süren jandarma şefi ve yardımcısının soruşturması alabildiğine tuhaf ve komik bu kez. Sessiz film karakterlerini andıran polisler ve tuhaf kasaba ahalisi cinayetlerin dehşet vericiliğine alabildiğine tezat şapşal kişilikler olarak çizilmiş. Önümüze sürülen kanlı cinayetlerin de Hitchcock’un meşhur ‘McGuffin’lerinden farkı yok. Yörenin ve insanlarının hınzır bir portresini çizmek asıl hedeflenen.

Önceki filmleri dolayısıyla kendisine atfedilmiş olan ‘natüralist’ tanımlamasına itiraz eden yönetmen, tanınmış Flaman ressam Van Der Weyden ile aynı adı taşıyan komiser karakterinden yola çıkarak ‘insan denen hayvan’ın doğası üzerine hınzır bir hicve soyunmuş. Polisiye sinemanın bildik klişelerini ters yüz ederek türün parodisine girişiyor. Bunu yaparken gerçekliği eğip büküyor, perspektif kurallarına uymayan Flaman resminin izini sürüyor. Doğal sesler ve yöre halkından derlediği profesyonel olmayan oyuncularla çalışırken insanlığın nerede bittiğini, içindeki hayvanın nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışıyor. Kadın sanatçının katı dinsel dogmaların hüküm sürdüğü erkekler dünyasında tutsaklığı üzerine benzersiz bir feminist manifesto niteliği taşıyan bir önceki çalışması ‘Camille Claudel 1915’te olduğu gibi Hristiyan ahlakı ile hesaplaşması sürüyor. Kilise bir kez daha sanatçının mizah yüklü eleştirisinden payını alıyor.

‘Küçük Serseri’ Fransızların ünlü ARTE kanalı için ellişer dakika uzunluğunda dört bölüm halinde çekilmiş. Televizyon yapım şartlarına bağlı kalınarak Dumont’un o çok sevdiğimiz uzun planları kısalmış bu defa ancak doğanın bir parçası olarak insan davranışlarının analizi önceki çalışmalarında olduğu gibi etkileyici. Sırasıyla ‘İnsan Denen Hayvan’ / ‘Kötülüğün Kalbinde’ / ‘İnsan Kılığında Şeytan’ / ‘Allah-ü Ekber’ adlarını taşıyan bölümler çağdaş Fransız toplumunun cebelleştiği yabancı düşmanlığı, ırkçılık, terörizme yol açan dinsel ayrımcılık gibi sosyopolitik meseleleri de göz ardı etmiyor. Böylece Kuzey Fransa’nın küçük kasabası tüm Fransız halkını temsil eden bir mikrocosmos’a dönüşüyor. Filmin coşkun mizahı finale doğru ses bandından yükselen Bach kantatlarının ağıtsal ezgileriyle dengeleniyor.

‘Küçük Serseri’ festivalin güzel sürprizlerinden biri. Kaçırılmayacak bir sinema deneyimi. 12 Nisan Pazar 11:00’de Fransız Kültür Merkezi’nde, 14 Nisan Salı 21:30’da Kadıköy Rexx Sineması’nda iki kez daha gösterilecek.

(08 Nisan 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Evvelden ya da Bir Ulusun Çöküşünün Kronolojisi

34. İstanbul Film Festivali’ne Locarno Şenliği büyük ödüllü son filmi ‘Evvelden / Mula Sa Kung Ano Ang Noon’ (ya da İngilizce adıyla ‘From What Is Before’) ile konuk olan Lav Diaz çağımızın en güçlü yaratıcılarından biri. Filipinli sinemacının sadece bizde değil tüm dünyada keşfedilmesi biraz vakit aldı. Bunun başta gelen nedeni filmlerinin standartların çok ötesinde uzunlukta olması. Geçtiğimiz yıl festivalde gösterildiğinde hayran olduğumuz ve 2014 yılının en iyi filmleri listemizde başköşeye yerleşmiş olan bir önceki çalışması ‘Norte: Tarihin Sonu’ dört saati aşkın süresine rağmen yönetmenin önceki filmlerine kıyasla kısa bile sayılabilir. Filmografisinde yer alan kimi filmlerin altı, ikisinin dokuz, ‘Melancholia’ başlıklı olanın sekiz saat uzunluğunda olduğu biliniyor.

Konvansiyonel sinemayla işi yok Diaz’ın. Zaman algısı farklı. Malay insanına özgü bir zaman dilimi içinde klişelerden arınmış uzun planlar eşliğinde ülkesini mercek altına alıyor. 300 yılı aşkın İspanyol sömürge yılları (ülkenin adı İspanyol kral II. Philip’den miras) ardından Amerikan vesayeti, İkinci Dünya savaşıyla birlikte Japon işgali, 1965’ten başlayarak 20 yıllık Marcos diktası ve takibeden iç savaşla lanetlenmiş, ruhunu arayan memleketinin makus kaderinin izini sürüyor filmlerinde. Gözde yazarı Dostoyevski’nin etkisi tüm filmografisine sızmış. 1998 yapımı ilk filmi ‘Suç ve Ceza’dan bir alıntıyla başlar. Bir uyarlamadan ziyade bu ölümsüz romanın başlangıç olay örgüsünü kullanan ‘Norte: Tarihin Sonu’ ahlaki ve sosyal çöküş karşısında şiddet uygulamayı seçen nihilist entellektüel Fabian ile ailesini geçindirmeye çalışan köylü Joaquin’in kesişen hikâyesini, ülkenin yoksulların yaşadığı (filme adını veren) kuzey bölgesinden insan manzaraları eşliğinde anlatır. Visconti’nin ‘Lanetliler’de yaptığı gibi, bir ulusun ahlaki çöküşünü, bir ailenin benzer düşüşüyle paralel vermeyi dener. Tanrıyı, gerçeği, ahlakı, günahı, adaleti, ulus olma bilincini, tarihi tartışmaya açar. Bunları yaparken zamanı tamamen kontrol altına alırken benzersiz mizansenleri, uzun planları, ışık ve (11 yıl aradan sonra ilk kez kullandığı) renkler aracılığıyla kendi dünyasını kurar.

‘Evvelden’ yönetmenin siyah / beyaz estetiğine dönüş yaptığı son çalışması. Günümüzde geçen ve uluslararası dağıtıma çıkma şansı bulan ‘Norte’nin öncülü olarak da kabul ediliyor. Beş buçuk saati aşan süresiyle konvansiyonel sinemaya yine meydan okuyan Diaz bu kez Filipinler’in yakın geçmişine götürüyor izleyicisini. Diktatör Marcos yönetiminin ülkenin ruhunu kemirdiği döneme, sıkıyönetimin ilan edildiği 1972’nin hemen öncesine. Kaybolmuş çocukluğuna, kendi deyimiyle ‘lanetli yıllara’ uzanırken ülkesinin başına gelenlerin kronolojisini çıkarmayı deniyor.

Erken yetmişlerde merkezden uzak bir sahil köyündeki yaşamı, kadim gelenek ve görenekleriyle bölge insanlarını tanıyor, geniş bir zaman süreci içinde karakterleri tüm hal ve tavırlarıyla yakından inceleme fırsatı buluyoruz önce. Ardından tuhaf olaylar sakin yerleşim bölgesinin düzenini altüst etmeye başlıyor. Büyükbaş hayvanlar nedensizce parçalanmış halde bulunuyor ormanın ortasında. Gece yarısı kulübeler ateşe veriliyor. Uzaklardan feryat eden kadın çığlıkları işitiliyor. Geçmişe yönelik saklanan sırlar, yalanlar ortalığa dökülüyor ve askerler geliyor daha sonra.

Askerlerle yapılan konuşmalarda, Marcos ve karısı Imelda’nın portrelerinde, sıkıyönetim bildirgesinde duyulan sesinde diktatörün nefesini her an enselerinde hisseden Filipinlileri görüntülerken, mikrokosmos olarak ele aldığı ücra yerleşim bölgesi üzerinden bir ulusun çöküşünün allegorik hikâyesine girişiyor Diaz. Filmlerinde halkının asırlar boyu süregelen büyük kederini dile getirdiğini ifade eden sinemacı, Ferdinand Marcos’un aynı adı taşıyan oğlunun 2016 seçimlerine hazırlandığı, diktatörün yakınları ve sıkıyönetim dönemindeki yakın işbirlikçilerinin halen önemli mevkilerde bulunduğu bir dönemde bu filmi çekmiş olmasının önemini vurguluyor. Bir yıl önce çekimlerin yapıldığı Abulug köyüne elektriğin hala gelmediğini, yol ve köprülerin yapılmadığını sözlerine ekliyor.

Festivalin ilk günlerinde gösterilecek olan ‘Evvelden’ uzun süresi nedeniyle seyri kolay olmayan ancak sinefiller için gerçek bir şölen değerinde yapıtlardan. Sinema yapmak arzusunda olan gençler için kaçırılmayacak bir ders aynı zamanda.

[‘Evvelden’ 05 Nisan Cumartesi 19:00 Kadıköy Rexx; 06 Nisan Pazar 11:00 Atlas; 07 Nisan Pazartesi 20:30 (normal seanslardan bir saat öncesinde başlıyor, dikkat!) Beyoğlu Sinemaları’nda gösterilecektir.]

(02 Nisan 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Özlem Her Yerde: Tarkovski

Rus sinemasının dünyaya sunduğu büyük filozof yönetmen Andrey Tarkovski’yi özlemler içinde olduğu “Ayna”, “Nostalji” ve “Kurban” filmleriyle anıyoruz.

“Ayna…”

Sinemanın filozof büyük ustası Andrey Tarkovski’nin 1975 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmi, kişisel bir yolculuk. Mosfilm’in sunduğu bu yapımın senaryosunu yönetmenle beraber Alexander Misharin ortak yazmışlar. İlahi hüznü duyuran müzikleri Eduard Artemev bestelemiş. Resim ve fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan şiirsel görüntüleriyse kameraman Georgi Rerberg yansıtmış. Bu filmin kurgusunu yapmak sanatları derinden hissetmeyi gerektiriyor. Kurguyu da Lyudmila Feyginova yapmış. Aleksey’in geçmişteki anları hatırlaması ve gördüğü rüyaları, bu filmin klasik anlatımdaki bütünlüğünü bozuyor. Her şey parçalanmış ve bazı şeyleri bir yerlere koymak son derece zor. Bir sekans filmdi bu. Hatta bazı karakterlere anlam vermek de. Aleksey, küçükken oğlu İgnat’a, büyüyünce babasına benziyor. Aslında büyük Aleksey’in yüzü hiç görülmüyor, zihninizde böyle düşünüyorsunuz. Karısı Natalya, annesi Maruşya’ya benziyor. Filmin içinde şiirsel kayboluşlar yaşıyorsunuz baştan sona kadar. Bir defayla bu filmin içinden dışarıya çıkamıyorsunuz. Tarkovski usta bu filminde alabildiğine hareketli kamera kullanmış. İnsana dolaşıyormuş hissi verirken keşiflere de çıkartıyor. Filmdeki tüm şiirler, büyük ustanın babası şair Arseni Tarkovski’den. Bu şiirler, tüm kadınlara mektup olarak gitsin. Tarkovski, yaşlı anneyi gerçek annesine oynatmış. Biliyorsunuz Ruslar, Maria isminin kısaltmasına Maruşya ve Maşa diyorlar. Aleksey’e de Alyoşa. Tarkovski filmlerinde gerçeküstücü estetik yoğun, bu filminde de öyle. Kır evleri de.

1970’lerin ortasında. Renkli görüntülerle yansıyan anda İgnat (Ignat Daniltsev), televizyonu açıyor. Televizyonda kekeç Yuri Zhary’nin (Yuri Sventisov) doktor muayenesi yayımlanıyor. Siyah-beyaz yansıyan bu anda, kadın ikna ederek liseli gence güven duygusu vererek cesaretini arttırıyor ve genç düzgün konuşmaya başlıyor. Bu an filmin nevrotik ruh halini de yansıtıyor. Heyecanın obsesyona dönüştüğü Yuri, kekemeliğiyle bir travma yaşıyor. Dinginlik ve heyecanı denetim altında tutmak, Yuri’yi travmasından uzaklaştırıyor. Aleksey de zihninde çocukluğunu takıntılı bir ruh hali içinde yaşıyor. Özlem bir travma. Baba da. Annesini karısı Natalya’ya benzetmesi de nevrotik ruh halini öne çıkartıyor. Yoksa zihninde “Oidipus Kompleksi”ni mi yaşıyordu Aleksey?

Ardından ön jenerik yazıları geliyor. 1930’ların ortasında. Renkli görüntüler… Maruşya (Margarita Terekhova), büyükbabanın kır evinin bahçesinde ahşap çitte oturmuş sigarasını tüttürürken, uzaklardan, tarlaların içinden biri ona doğru gelişini izliyor. Büyük Aleksey’in dış sesi (Innokenti Smoktunovski) duyuluyor: “İstasyondaki yol İgnetievo’dan geçiyor, sonra çiftliğin yakınlarına sapıyor, her yaz savaştan önce yaşadığımız yer ve sık meşe ormanından Tomşino’ya kadar uzanıyor. Genelde insanlarımız tanırız. Tarlaların ortasında, çalılıkların arkasında belirir belirmez. Çalıdan yolunu çevirirse o zaman o bir babadır. Eğer çevirmezse, o bir baba hiç gelmez…” Yolunu şaşırmış kendine doktor diyen yaya (Anatoli Solonitsin), Maruşya’ya hafiften asılıyor.

Adam gidince Maruşya eve doğru yürürken kamera da onu takip ediyor arkasından. Maruşya yürürken, şair Arseni Tarkovski’nin kendi sesinden kendi şiiri duyuluyor: “Buluşmalarımızın her anında pek fazla değil / Sanki hiç yaşamamışçasına kutladık, / Bu kocaman dünyada yalnızdık / Bir kuştan daha hafif ve daha yürekli / Merdivenlerden aşağıda, aptal hayalet gibi / Beni kendi yoluna götürmek için geldin / Yağmurda demlenmiş leylakların arasından, / Kendi hükümranlığına / Cam dünyana bakıyorsun / Gece çökerken / Ben zarafetle kutsanmıştım / Minber kapısı açıldı / Ve karanlığın içinden parlıyordu / Ve yavaşça döndün, vücudun çıplaktı / Uyanırken sana: ‘Tanrı seni korusun’ dedim / Senin yürekli ve aşırı olmanı bilmeme rağmen / Benim dileğimle: Sen hemen uykuya daldın / Gözkapakların evrensel mavi renkle kapalıydı / Masamın üstünde leylaklar süpürülmeyecek kadar güçlüydü / Maviyle boyanmış gözkapakların / Hayli sakin ve ellerin sıcaktı / Nehirlerin kalp atışı kristali parçalıyordu / Dağlar dumanlı ve okyanuslar kabarıyordu / Küreyi avucunun içine aldın / Kristalin tahtında sakin uyuyordun / Ve ‘Aman Tanrım!’ / Sadece bana göre / Uyandın ve şekil değiştirdin / Konuşma hızlanarak çınlamaya dönüştü / ‘Sen’ kelimesiyle daha çok geliştin / Kralın yeni anlamının değişmesi gibi / Ve her şey aniden değişti, transa geçmiş gibi / Tüm önemsiz şeyler bile, / Çok sık kullanıldı ve güvenildi / Aramızda dururken, bizi korurken / Su katı katmanlıydı / Nerede olduğunu bilmesem de o bizi önemsiyordu / Bizden önce çekiliyordu, tıpkı bir serap gibi / Şehirler mucizevî bir şekilde eşitti / Ayaklarımızın altına nane yaprakları serilmişti / Kuşlar ayak seslerimizi takip ediyordu / Balıklar nehir kıyısına geliyordu / Ve gözlerinde gökyüzü açıktı / Arkamızdan kader ağını örüyordu / Elinde ustura olan delirmiş bir adam gibi… “ Bu şiir sürerken, kamera da başka şeyler de yansıtıyor renkli olarak. Çocuk Aleksey’in küçük kız kardeşi bahçede uyuyor. Saçları simsiyah ve hep toplu mürebbiye bakıcı genç kadın onu kucaklıyor. Bu kadın hep ailenin yanında yaşıyor. 1970’lerin ortasında bile. Evin içinde Maruşya kederler içinde ve gözyaşları yağmuru çağrıştırıyor. Çocuklar masada yemeklerini yiyorlar. Kamera, sağa doğru çevrinerek (pan yaparak) evi gösterirken, şiirin sonlarına doğru pencereye yöneliyor, yağmurun düştüğü dışarısını yansıtıyor. Sonra ahır yanıyor. Yağmur yağarken, ahır kül oluyor. Maruşya, tulumbada yüzünü yıkayabiliyor sadece.

Görüntü renkliyken beş yaşındaki Aleksey (Filipp Yankovski), uykusunda baba diye sayıklıyor. Peşinden siyah-beyaz görüntülerle orman yansıyor. Siyah-beyaz görüntüler sürerken, Aleksey’in rüyası yansıyor: Aleksey yataktan kalkıyor. Babasının (Oleg Yankovski), annesi Maruşya’nın saçlarına su döktüğünü görüyor uykulu. Yağmur içeri yağıyor, sular duvarlardan aşağıya süzülüyor. Maruşya, buğulu aynayı sildiğinde yaşlı Maruşya’nın, Maria’nın (Maria Vishnyakova Tarkovski) yansımasını görüyor. 1970’lerin ortası. Görüntü renkleniyor. Soğuk algınlığına yakalanmış Aleksey, evinde annesiyle telefonda konuşurken, kamera yavaşça öne doğru kayarken, duvarda Tarkovski’nin 1966 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli “Andrey Rublyov-Andrey Rublev” filminin afişi fark ediliyor birden. Kamera, salona doğru kaymasını sürdürürken, Lisa’nın öldüğü öğreniliyor. Geçmiş… Siyah-beyaz görüntüler kuşatıyor her yanı. Kamera, matbaanın sokağında koşan Maruşya’yı takip ediyor. Yağmur hızlanıyor. Maruşya telaşlı. Matbaadaki ofise geldiğinde, deneme baskıya girmeden bir kelimeyi düzeltiyor Maruşya. O kelimeyi merak ediyorsunuz hep. Sonra odaya Yelisaveta (Alla Demidova), yani Lisa geliyor. Maruşya, matbaada koridorda yürürken, kamera da geriye doğru kayıyor. Arseni Tarkovski, kendi sesiyle kendi şiirini okuyor yine: “Seni dün sabahtan beri bekliyordum / Tahmin ettikleri gibi gelmedin / Güzel bir günün ne olduğunu hatırlıyor musun? / Tatil havası / Ve ceketsiz yürüyordum / Bugün buradasın ve onlar düzenli / Ve tamamen kapalı, bulutlu bir gün / Hava yağmurlu ve nadiren geç oluyor / Yağmur damlaları soğuk toprağa düşüyor / Yersiz kelimeler elle silinmez…” Yağmurda iyice ıslanan Maruşya, işyerinde duş alıyor. Su kesiliyor. İpeksi beyaz çıplak teni tüm büyüleyiciliğiyle yansıyor bu anda. Şiir akıyor sanki. Tarkovski, matbaa sekansında bolca hareketli kamera kullanmış. Renkli yangın görüntüsünden sonra 1970’lerin ortası renkli yansıyor. Aleksey, boşandığı karısı Natalya’yla (Margarita Terekhova) evde konuşuyor. İgnat şimdilik babasıyla kalıyor. Aleksey, Natalya’nın annesi Maruşya’ya benzediği için boşanmış. Aleksey zihnininde Oedipus Kompleksi mi yaşıyordu? Natalya, suçluluk duygusu yaşıyorsun, diyor ona. Belki de hep annesiyle yatıyormuş hissi yaşıyordu Aleksey. Salonda boy aynası da var. Natalya aynaya bakarken sadece kendini görüyor. Natalya, “Korkuyla fark ettim. İgnat senin gibi oluyor” diyor. Aleksey de, “Neden korkuyla” diye soruyor. Natalya, “Kimseyle normal hayat yaşamıyor musun” diyor. Aleksey de, “Bir kadın tarafından dünyaya getirildim” diye cevap veriyor.

1930’ların ortasında. Arenada, siyah-beyaz belgesel görüntülerle boğa güreşi yansıyor. Ardından renkli görüntülerle bir İspanyol boğa güreşlerini anlatıyor Maruşya’ya. İspanyol aile İspanya’daki iç savaştan dolayı buralardalar. Sonra siyah-beyaz belgesel görüntülerle iç savaş yansıyor. Faşist Franco’nun ordusu muhalif şehirleri bombalıyor. İnsanlar kendi ülkelerinde mülteci oluyorlar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar kaçışıyor. Valizlerle trenlere, otobüslere koşuyorlar. Bir babanın küçük kızını sevgiyle öpüşü insanı gerçekten etkiliyor. Daha sonra, Sovyetler Birliği’nden balon belgeseli siyah-beyaz yansıyor. 1970’lerin ortasında. Renkli görüntüler. İgnat, Rönesans’ın büyük sanatçısı ve bilim insanı Da Vinci kitabına bakıyor evde. Fonda da ilahi müzik duyuluyor. Natalya evden ayrılacakken çantasını yere düşürüyor. Oğlu İgnat’la eşyaları topluyorlar. Natalya giderken, Maria geldiğinde beni ara, diyor oğluna. Maria, yani Maruşya. Renkli görüntüler devam ediyor. İgnat, evin kütüphane bölümünden bir kitap alıyor, mürebbiyesine (Tamara Ogorodnikova) okuyor. Saçları simsiyah ve hep toplu mürebbiye şimdi de İgnat’ın bakıcılığını yapıyor. Maruşya gibi o da yaşlanmış. İgnat yanlışlıkla filozof Jean-Jacques Rousseau’nun (1712-1778), “Sanat ve bilim insanı ne yönde etkiledi? Olumsuz yönde” diyen metnini okuyor. Mürebbiye, Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) mektubunu okumasını istiyor İgnat’tan. Puşkin’in mektubunda, Kilise, Hıristiyanlık, Avrupa vs. yakınışı var. Puşkin, “Kiliselerin bölünmesi bizi Avrupa’dan ayırdı (…) Bizim kendimize özgü kaderimiz vardı (…) Hıristiyanlık bizi terk edince, Hıristiyanlık bize yabancılaştı’ diye yazmış Çadeyev’e. Sonra İgnat babasıyla telefonda konuşuyor. Babası ona kız arkadaşı olup olmadığını soruyor. Aleksey, oğlu İgnat gibi 12 yaşındayken ilk aşkını yaşamış. Platonik bir aşktı bu. Renkli görüntülerle 2. Dünya Savaşı anları yansıyor. Önce o kız görünüyor. Elinde okul çantasıyla karlar üzerinde yürüyor büyüleyici gülümsemesiyle. Bu kız, Aleksey’in ilk aşkı. Ama platonik kalmış aşkı. Sonra atış alanında bir komutan (Yuri Nazarov) eşliğinde çocuklar askeri eğitim alıyorlar. Atış alanında komutan emrini yanlış uygulayan on yaşlarındaki bir çocukla uğraşıyor. Çocuğun anne ve babası bu savaşta ölmüş. Belki de komutan, yetim ve öksüz kalmış bu çocuğu uzaklaştırarak yaşamasına, ailesinin soyunu sürdürmesine izin veriyor. Vicdanın nerede ve nasıl çıkacağı belli olmuyor. Tüfekle nişan aldıktan sonra bir çocuk çantasından el bombasını çıkartıyor. Bir başka çocuk oyuncak gibi bombayı alıp fırlatıyor. Çocuk, her zaman çocuktur. Savaşta bile. Bu dünyada çocuklardan ve kadınlardan yana olacaksın. Siyah-beyaz belgesel görüntülerle Sovyet cephesi de yansıyor. Savaşın tüm acıları ve yoklukları yansıyor bu anlarda. Sonra yine siyah-beyaz belgesel görüntülerle Çin-Sovyet sınır gerilimi yansıyor 1969’dan. Çinliler, ellerinde Mao’nun posterleriyle protesto gösterisi yapıyorlar sınırda.

1940’ların ortaları. Savaş bitiyor. Görüntü renkleniyor. 12 yaşındaki Aleksey (Ignat Daniltsev), küçük kız kardeşiyle evin bahçesinde. Kız ağlıyor birden. Babalarının sesini duyuyorlar. Onlar koşarken, kamera da Da Vinci kitabına yöneliyor. Baba askeri elbiselerle savaştan dönmüş, sevgi ve şefkatle çocuklarına sarılırken, Maruşya’nın yüzüne hüzün ve sevinç aynı anda oturuyor. Ardından kadın resim tabloları yansıyor şiirsel görüntülerle.

1970’lerin ortaları. Siyah-beyaz görüntülerle yansıyor. Natalya, Aleksey’e İgnat’ın kendisiyle kalmasını istiyor. İgnat buna ne cevap verecekti? Araya siyah-beyaz orman görüntüsü giriyor. Ardından geçmişteki büyükbabanın kır evi renkli yansıyor. Sonra görüntü siyah-beyaza dönüşüyor. 1930’ların ortaları. Aleksey’in rüyası… Rüzgâr çıkıyor, fırtınaya dönüşüyor. Beş yaşındaki Aleksey oradan oraya koşuşturup duruyor. Evin kapısına gidiyor, kapıyı açamıyor. Gidiyor, ardından kapı kendiliğinden açılıyor. Maruşya yerdeki patatesleri toplarken köpekleri de dışarı çıkıyor. 1940’ların başı renkli yansıyor peşinden. Aleksey, bir evin önünde çıplak ayakla tedirgin koşup duruyor. Bir kadın dışarı çıkıyor sonra. Maruşya, Aleksey’e Alyoşa diyor. Sonra Maruşya, doktorun karısı Nadezhda’nın (Larisa Tarkovskaya) kocasını tanıdığını söylüyor. Nadezhda, onları içeri alıyor. Kadınlar bir odaya gittiklerinde Aleksey salonda yalnız kalıyor. Etrafı keşfeder gibi gözlerini gezdiriyor salonda. Sonra süt damlamaya başlıyor. Aleksey, aynaya utangaç bakıyor, kendini keşfeder gibi. İçeride Nadezhda, Maruşya’ya tavuğu kesmesini istiyor. Bu o kadar da kolay mıydı? Tavuğu kütüğün üstüne koyan Maruşya, elindeki küçük baltayı indiriyor. Tarkovski bu vahşet anını izlenimde yaşatıyor. Gideceklerken Aleksey o kızı, platonik âşık olacağı kızı görüyor içeride. Sonra bir bebek uykusundan uyanıyor. Yatak odasından bir an araya giriyor, Maruşya havada asılı gibi görünüyor. Kocası da büyülenmiş gibi. Maruşya ve Aleksey evden ayrılıyorlar. Kamera onları yana kayarak takip ederken, Arseni Tarkovski’nin sesinden bir şiir duyuluyor: “Bir adamın bir tek vücudu var / Tek hücreli gibi / Ruh yorgun ve hasta / Üç boyutlu kabuğuyla / Kulakları, ağzı ve gözleri bir bozuk paranın büyüklüğünde / Ve derisi yaralı ve damalı / Parçalanmış bir iskelet / Korneya kadar kanat çırptı cennet baharı / Buz sapanı fırlat / Savaş arabalı kuşlara / O, yaşadığı kalem hapishanesinin kafesinden duyuyor / Tarlaların ve ormanların tıkırtısını / Yedi mevsim geri çekilsin / Beden olmadan ruh çıplaktır / Bluz olmadan bedenin çıplak kalması gibi: / Düşünmeden gelecek yaklaşıyor, iyi değil / Kelimeler yok, yeni fikirler doğmadı / Cevabı olmayan bir soru: / Her kim geri gelirse / Dansçının olmadığı bir yeri terk eder? / Bir başka ruh hakkında düş gördüm / Başka bir kılık: / Istırap arasında yer değiştirirken / Ve umut onu yaktı / Alkol gibi ve uzaklaştı / Oyuncular gölgesiz / Ve anılar gibi yok oldular / Leylaklar çayır kokuyordu / Koş ona, çocuğum, yas tutma / Orfeus’un karısının kaderine / Dünyanın sonuna kadar sür / Bakırdan hulohopunu / Bütün bunları görmen için / Adımlarına cevap verene kadar / Küçük bir iz olabilir / Dünya neşeli ve güçlü sinyaller veriyor / Her kuvvetli kemiğe…”

1930’ların ortasında beş yaşındaki Aleksey, evin içinde. Görüntülerse siyah-beyaz yansıyor. Viraneye dönüşmüş. Büyükçe odanın bir yerinde eşyalar varken, diğer tarafıysa bomboş. Kamera evin içinde çevriniyor sağa ve sola doğru. Kamera kayarak aynaya yaklaşıyor, çocuğun görüntüsü yansıyor. Elinde süt dolu büyük şişeden süt içiyor. Görüntü renkli yansırken çocuk dışarı çıkıyor, “Anne” diye sesleniyor. Sigara içen yaşlı Maria, yani Maruşya ilgisiz gözlerle çocuğa bakıyor. 1970’lerin ortasında. Görüntüler renkli. Evde. Aleksey’in boğazı ağrıyor. Mürebbiye ve yün ören yaşlı annesi de orada. Doktor ölümden bahsediyor. Doktor, “Annesi aniden öldü. Sonra karısı ve çocuğu öldü” diye konuşuyor karamsar kelimelerle. Mürebbiye, “Onun ailesinden kimse ölmedi” diyor. Doktor, “Vicdan gibi şeyler var, anılar” diye cevaplıyor. Uzanmış yatan Aleksey, “sadece mutlu olmak istedim” diyor. Avucunun içinde bir kuş var. “Her şey iyi olacak” diyor sonra. Ardından kır görüntüsü yansıyor renkli. Kamera sağa doğru çevriniyor. Sonra kamera aşağı tilt yapıyor Maruşya ve kocasını gösteriyor. Yeni evlenmişler. Kocası çocuklarının kız mı, erkek mi olsun, diye soruyor Maruşya’ya. Yaşlı Maria, yani Maruşya, beş yaşındaki Aleksey ve küçük kızıyla kırda yürüyorlar. Küçük Aleksey, Tarzan gibi nara attıktan sonra film bitiyor.

“Nostalji…”

Andrey Tarkovski’nin İtalya’da çektiği 1983 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Nostalghia-Nostalji”, bir şairin, Andrey’in geçmişteki müzisyenin İtalya’daki hayatını araştırmasının veya araştıramamasının filmi. 18. yüzyılda İtalya’da yaşadıktan sonra Rusya’ya döndüğünde boşluğa düşüp kendini içkiye vermiş, sonra da intihar etmiş Rus besteci Pavel Sosnovski, şair Andrey Gorçakov’u boşluğa ve özleme düşürüyor. Filmin senaryosunu Tarkovski’yle beraber Tonino Guerra ortak yazmışlar. Filmin görüntüleriyse kameraman Giuseppe Lanci’den. Bu filmde de sekanslar öne çıkıyor. Tarkovski, Verdi ve Beethoven müziklerini kullanmış filminde. Toskana, ustanın bu filmine mekânlarıyla çok şey ve ruh katmış. Tarkovski’nin bu filminde de anlamlandırmakta zorlandığınız anlar ve karakterler olabiliyor. Tarkovski’nin bu filmini seyrederken, bir sonraki filmi 1986 yapımı “Offret-Kurban”la ruh beraberliği olduğunu da keşfedeceksiniz belki. Tarkovski’nin bu filminde de yoğun gerçeküstücü anlar var. Kır evi de. Bu filmin ruh hali şizofren diyebiliriz. Önce Domenico’nun davranışlarıyla, sonra da şairin ruh haliyle. Şair, ailesine ve Rusya’ya büyük özlem duyuyor. Ardından Domenico’nun etkisinde kalıyor.

Filmin ön jeneriğinde puslu görüntüler içinde gölge gibi görünen şairin karısı Maria, annesi, Domenico’nun karısı ve sarı saçlı oğlu yansıyor rüyadan yansıma gibi. Fonda da Bach’ın operası duyuluyor. Toskana’nın kırsalında bir araba uzun yolculuğun ardından sisler içinde mola veriyor. Kalbi olan Rus şair Andrey Gorçakov (Oleg Yankovski), Rus müzisyen Pavel Sosnovski’nin biyografisini yazabilmek için buralara gelmiş. Tercümanı da kızıl saçlı çok güzel bir genç kadın. Tercüman Eugenia (Domiziana Giordano), şairin çevirmenliğini ve rehberliğini yaparken iletişimini de sağlıyor. Aslında ilk uğramaları gereken yer Piero della Francesca adındaki manastır. Andrey, manastıra giremiyor, uzakta duruyor. Madonna’ya, Meryem Ana’ya da uzakta bu kadar yakınken. Manastır, tarihi ve freskleri de büyüleyici. Kadınlar, manastırda Meryem Ana’nın karşısında çocuk sahibi olmak için dua ediyorlar. Kilisenin hademesi olduğunu söyleyen adam, Eugenia’ya “Çocuk sahibi olabilmek için mi, yoksa olmamak için mi” diyor. Adam, “Ne dilenirse o olur” diyor sonra. Bir kadın, Meryem Ana’nın karşısında diz çöküyor, ondan bir çocuk sahibi olabilmek için mucize diliyor. Meryem Ana’nın elbisesinin önünü açıyor, kuşlar dışarı uçup gidiyorlar. Şair Andrey, su birikintisinin içinden kuş tüyünü alıyor, az uzağa bakıyor. Görüntüler sepya gibi. Uzaktaki kır evininin görüntüsü zihninden düşüyor.

Görüntü renkleniyor. Otelin lobisinde. Kamera, şairi arkadan, Eugenia’yı yandan yansıtıyor. Eugenia Andrey’e, “İtalya’yı sisler içinde geçip Doğumun Madonnası için gelmezler. Seni anlayamıyorum” diyor. Eugenia, Rus şair Arseni Tarkovski’nin şiir kitabını okuyor. Andrey, “Şiir tercüme edilemez. Diğer tüm sanatlar gibi” diyor, Şair, Eugenia’nın okuduğu kitaba gönderme yaparak Puşkin’i, Tolstoy’u ve başka sanatçıları gerçek anlamda anlayamaz mı diyor başka dilleri konuşanlar? Eugenia, “Birbirimizi nasıl tanıyacağız” diye soruyor. Şair, “Sınırları feshederek” diye cevaplıyor. “Hiçbiriniz Rusya’yı anlamıyor” diye mırıldanıyor sonra. Eugenia da, “Sen de İtalya’yı tanımıyorsun” diyor. Araya siyah-beyaz bir görüntü giriyor, Andrey’in karısı Maria (Patrizia Terrone), bardakları kurulayışı. Sonra yine lobi yansıyor. Görüntü renkleniyor. Eugenia, Milano’da çalıştığı evi yakan bir hizmetçi kadının trajedisini anlatıyor. Evini özlemiş. Onu engelleyen evi kül etmiş sonra. Kadın, köle olacağını bile bile Rusya’ya dönmüş” diyor. Eugenia, niçin şair Andrey’le olduğunu bilmiyor. “Neden bana sır vermiyorsun” diye merakla soruyor. Andrey cebinden Bologna Konservatuarı’nın bir mektubunu çıkartıyor. Biyografisini yazacağı besteci Sosnoski, 18. yüzyılda İtalya’dan Rusya’ya dönmüş, boşluğa düşmüş, kendini içkiye vermiş ve sonra da intihar etmiş. Besteci, Rus bir köle kadına âşıkmış. Araya sepya kır görüntüsü giriyor. Şairin Karısı Maria gülümseyerek, kurt köpeğiyle su birikintisine doğru mutlulukla koşan kızlarına bakıyor. Mutluluğun resmiydi sanki bu an.

Görüntü renkleniyor. Şair, otel odasının ışığını yakıyor ve mavimsi ışık odayı aydınlatıyor. Mavi renk, sinemada karmaşayı çağrıştırıyor. Burada şairin zihinsel karmaşasını simgeliyor. Odanın kapısında Eugenia şaire, “İki gündür karını aramadın” diyor. Şair odaya döndüğünde, Euginia yüksek ökçeli ayakkabılarıyla sprint yapmaya çabalıyor güldürerek. Şair odasının ışığını kapatıyor, banyonunkini yakıyor, sonra yatağına oturuyor. Pencereden de ışık içeri süzülüyor. Çerçevenin solunda pencere, sağında banyo mavimsi ışıkları gönderirken, karanlıkta kalan yatağa oturuyor şair. Dışarıda yağmur da yağıyor. Kamera, belli belirsiz öne de kaymaya başlıyor. Kurt köpeği de odaya geliyor. Tarkovski filmlerinde yağmurlar, estetik olmanın yanında hüzünlü bir tını gibi de duyuluyor. Şair, iç sıkıntısıyla uykuya dalıyor. Yüzüne ışık düşüyor. Şair rüya görüyor, görüntü sepyalaşırken. Siyah saçları toplanmış karısı Maria, Eugenia’nın yanına geliyor, sarılıyorlar. Eugenia, yatakta uyuyan şairi izliyor. Sonra şair, yatakta uzanmış hamile kadına bakıyor. Karısına sarılmış Euginia, yataktaki kadına ve şaire ağlamaklı seyrediyor. Sonra “Andrey” diyen kadın sesi duyuluyor.

Görüntü renkleniyor. Tarihi binadaki otelin tarihi Azize Caterina kaplıca havuzunda şifa arayan insanlar buharlar içinde yüzerken, Domenico da ((Erland Josephson) kurt köpeğiyle kaplıca havuzuna geliyor. Sıcak suda şifa arayan insanlar konuşurken, kamera hafifçe geriye doğru kayıyor, sonra da yana doğru kaymaya başlıyor. Tarkovski bu filminde yoğun olarak yanal, yana kayan kameralı çekimler kullanmış bolca. Elbette çevrindirmeli (panlı) çekimler de var. Bir sonraki filmi “Kurban”da da aynı kamera estetiğini kullanıyor usta. Şair, Bagno Vignoni kasabasında herkesin tanıdığı başında hep beresi olan Domenico’yla konuşurken görüyor Eugenia’yı. Kurt köpeğiyle yapayalnız yaşayan Domenico dini ibadetin ötesinde gören tuhaf bir adam. Dini içselleştirmiş Domenico bir meczup muydu? Dünyayı neyle kurtaracaktı? Çok eski zamanlarda ailesini yıllarca evin içinde hapsetmiş dünyanın sonundan korumak için. Polis ailesini kurtarmış. Domenico tımarhanede tedavi görmüş. Şimdiyse yapayalnız. Sadece yanında kurt köpeği var Domenico’nun. Şair, yaşadığı bu dünyaya yabancılaşmış Domenico’yla tanışmak istiyor. Belki de onun inandığı şeyin gerçek bir inanç mı, yoksa bir delilik mi olduğunu keşfetmek istiyor. Belki de kendi yabancılaşmasını görüyordu onda. Eugenia’yla beraber onun kaldığı tarihi binaya gidiyor. Ama öncesinde otelin koridorunda, Eugenia’nın yüzüne düşen ışıkla Eugenia’nın titreten güzelliğinin çoğaldığını fark ediyor şair.

Bisikletinin pedalını çevirip duran Domenico, şairle konuşmayı ve tanışmayı reddediyor önce. Gök gürüldüyor. Sonunda şair gidiyor Domenico’nun yanına. Kırık İtalyancasıyla ona yaklaşmaya çalışıyor. Kamera, bu dış sahnede sağa ve sola kayıp duruyor. Bu öylesine estetik bir an yaratılsın diye değildi. Final bölümüne anlam katmak içindi. Domenico, sonra şairi dünyasına, evine alıyor. Şair kapıyı açıyor. Şairin zihninden siyah-beyaz bir an yansıyor birden. Şair, duvar aynasının karşısında kederli ve mahcup duruyor. Kamera, odanın içinde çevrinerek Domenico’nun yalnızlığının belgeselini yansıtıyor. Odada duvar kâğıtları sıyrılmış. Yağan yağmurlar, Domenico’nun yaşadığı bu mekânın içine akıyor. Damlayan suların altında kovalar, şişeler dolu. Kurt köpeği de orada. Domenico, aynada kederli yüzüne bakıyor, kendini ilk defa görüyormuş gibi. Beethoven’ın müziğinin çaldığı mekânında ona kırmızı şarap ve bir dilim ekmek sunuyor Domenico. İsa’nın kanını sunar gibi. Dışarıda da yağmurun müziği duyuluyor. Domenico, “Daha büyük fikirlere ihtiyacımız var” diyor şaire. Ailesini ve tüm dünyayı kurtarmak istemiş Domenico. Yanan mumu havuzdan geçiriyormuş Domenico. Ama onu hep Azize Caterina havuzundan çıkartıyorlarmış. Domenico, “Yardım et bana” diyor. “Pekâlâ” diye cevaplıyor şair. Domenico, şaire mum veriyor. Şair mumu cebine koyuyor. Şair oradan çıkarken çan sesleri duyuluyor. Şair gittikten sonra Domenico, “O kadar insanın içinden neden ben” diyor. Görüntü sepyalaşıyor. Domenico’nun zihninden ailesi düşüyor, geçmişi acıyla hatırlıyor. Karısıyla (Della Boccoardo) sarı saçlı küçük çocuğu varmış. Domenico dışarı çıktığında başka görüntüler de düşüyor zihninden. Karısı yere kapanmış ağlarken, genç Domenico kilisenin merdivenlerinde koşan küçük sarışın çocuğunun ardından koşuyor düşmesin diye. Geçmiş ruhunu acıtıyor hep Domenico’nun. Sonra, renkli görüntüyle bir yolda kasabaya doğru gelen bir arabaya görünüyor. Merdivenlerde oturan oğlan çocuğu, “Baba, dünyanın sonu mu” diyor, sonra başını kameraya çeviriyor. Zihin karışıklıklar yaşanıyor hep. Şair de Domenico’nun rüyalarını mı görüyor, diye. Şair de şizofreniye mi düşüyordu? Her şey zihinsel olarak birbirine karışıyor. Domenico, şairi çok etkiliyor. İçindeki özlemi arttırıyor. Karısını ve kızını özlüyor. Rusya’yı da. Buralarda daha fazla kalabilir miydi şair? Domenico, köpeğiyle şairi uğurluyor evinin önündeki sokaktan. Şair beyaz taksiye biniyor, araba hareket ediyor, kamera yana kayarak başka dar sokağa giren taksiyi izliyor. Sonra geçmişteki bir an Domenico’nun evinin önünde sepya görüntülerle yansıyor. Polisler ve cankurtaran (ambulans) gelmiş, komşuların meraklı kalabalığı ortasında, Domenico’nun evde yedi yıl hapsettiği ailesini kurtarıyor. Şairin bu mekânda bindiği beyaz taksiye benzer araba, ustanın bir sonraki “Kurban” filminin geniş final bölümündeki beyaz arabayı çağrıştırıyordu.

Görüntü renkleniyor. Şair oteldeki odasına geliyor. Odadaki yatakta tüm çekiciliğiyle kitap okuyan Eugenia’yı buluyor. Şair, Domenico’nun kendisine verdiği mumu gösteriyor. Eugenia bir an için tedirginlik hissediyor. Eugenia, “Hepiniz özgürlük istiyorsunuz. Sonra ne yapacağınız bilmiyorsunuz” diyor. Kırıcı başka sözler söylüyor. Spnra geceliğinin altındaki çıplak göğsünü gösteriyor, “Neyin peşindesiniz, bunun mu” diyor kızgınlıkla. “Sen değil. Sen bir azizsin. Madonnalar istersin” diyor. Eugina bir entelektüelle beraber olmuş ve kendisini kilitli tutmuş. Kendi tarzı erkeği mutlaka bulacakmış Eugenia. Bir entelektüelle yatmak, farklı bir şeyi bulabilme umudu muydu? Hayal kırıklıkları insanlar içindi. Eugenia’nın bu anda yaşadığı öfkesi, sevişememenin verdiği psikolojik gerilim miydi? Karşı cins altından değerli olmalıydı ruhun dinginliği için.

Otelin koridorunda. Eugenia odasına çıkıyor. Eugenia gittikten sonra şairin burnu kanıyor. Eugenia valizini toplamış. Sonra koridorda, şairin verdiği mektubu okuyor. Şair uzanıyor. Sepya görüntüler yansıyor Maria sesiyle. Şairin karısı yataktan çıkıyor. Geceliğiyle salona geliyor. Pencerenin perdesini açıyor. Pencerede bir güvercin de var. Kır evinden dışarı çıkıyor. Domenico’nun karısı ve sarışın çocuğuyla kurt köpeği yansıyor çayırda. Bir an ön jenerikteki an geliyor akla. Maria, kederli gözlerle boşluğa bakıyor. Yanında da kızı var. Kamera, sağa doğru kayıyor. Otelin koridorunda görüntü renkleniyor. Şair doğruluyor. Sonra sel suları içinde kalmış bir tarihi mekânda yürüyor şair. “Çocukken açlıktan hasta düşmüştüm” diyor Rusça. Ateş yakıyor. Votka içiyor. Bir kız çocuğuyla konuşuyor. Şair, “Büyük aşklarda öpüşmek yok. Saf. Bu yüzden büyük” diyor. Sonra sigarasını yakmaya çalışıyor. Sonra çocuğa, balçık çamura saplanmış bir adamın trajedisini anlatıyor. Bacak bacak üstüne atmış, şairi dinleyen küçük kızın adı da Angela. Şair suyun kenarına uzanıyor. Defter ve kâğıtlar da ateşte yanıyor. Ardından görüntü sepyalaşıyor ve bir sokak yansıyor. Şair yerden kalkıyor. Yürüyor. Sokakta aynalı dolabı görüyor. Aynalı dolabı açmak istiyor. Aynada genç Domenico’nun yansımasını görüyor. Şair, tarihi kemerli binanın içindeyken kamera sağa doğru kayıyor. Fonda da çocuk korosunun ilahisi duyuluyor. Çocuk sesleri, çığlıklar ve ağlamalar duyuluyor. Bir kadın sesi Tanrı’ya yakarıyor, “Kendini hissettir ona” diyerek. Görüntü renkleniyor sel basmış mekânda. Şair uyanmış.

Şair, Bologna’dan ayrılmak için tarihi binanın dışında bekliyor. Roma’ya daha önce giden Eugenia onu telefonla konuşuyor şair. Yeni tanıştığı sevgilisiyle beraber Eugenia. Şaire, Domenico’nun da Roma’da olduğunu söylüyor. Şair kasabaya dönmek istiyor bunu öğrendikten sonra. Dönüyor. Domenico, Roma’da tarihi kilisenin avlusunda toplanmış insanlara dini söylev veriyor dünyayı kurtarmak için. Kurt köpeği de yanında. Ardından Domenico, atlı heykelin üstüne çıkıyor, sonra üstüne benzin döküyor ve ardından cayır cayır yanıyor. Hiç kimse ona yardımcı olmuyor. Belki bir mucize yaşanır diye bekliyordu topluluk. Şair, kasabadaki otelin Azize Caterina havuzunun temizlendiğini görüyor. Havuzun içinden birçok şey çıkıyor. Şair, suyu çekilmiş havuza giriyor. Domenico’nun kendisine verdiği mumu yakıyor ve havuzun diğer ucuna doğru yürüyor, ama mum sönüyor. Bunu bir defa daha yapıyor. Yine sönüyor. Sonraki denemesinde başarıyor. Kamera, hiç kesme yapmadan sağa ve sola kayarak bu anı yansıtıyordu. Mumu havuzun basamağına bıraktıktan sonra şair yere yığılıyor ve kalbi duruyor. Son sahnede sepya görüntüler kuşatıyor her yanı. Şair, kemerli tarihi mekânda su birikintisinin kıyısında kurt köpeğiyle oturmuş hareketsiz duruyor, boşluğa bakıyor. Kamera hafifçe geriye çekilirken, kar da yağmaya başlıyor. Su birikintisi, kır evinin az uzağındaki su birikintisini çağrıştırıyordu. İki farklı mekân, tek bir mekâna dönüşüyordu.

“Kurban…”

Andrey Tarkovski ustanın ölmeden önce İsveç’te çektiği son filmi 1986 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Offret-Kurban”, şizofreniye düşmüş bir adamın cinnetini yansıtıyor. Svenska Filminstitutet’in sunduğu filmin senaryosunu Tarkovski kendisi yazmış. Filmin görüntüleri de, Ingmar Bergman ustanın kadim kameramanı Sven Nykvist. Tarkovski, bu filminde Johann Sebastian Bach’ın müziklerini filminin ruhuyla buluşturmuş. Rüyaların, halüsinasyonların ve gerçekliğin birbirine karıştığı bir film bu. Bu sekans karmaşasının ortasında insana yolunu kaybettiren özel bir filmdi ayrıca. Sadece meczup Alexander değil, filmin kurgusu da şizofreninin tam ortasında. Gerçek anlamıyla paranoid şizofren bir atmosfer bu.

İsveç’in Baltık’taki adalarının birinde geçiyor bu trajedi. Ön jenerik yazıları sürerken, Da Vinci’nin 1481’de yaptığı tablosu yansıyor. Annesinin kucağındaki çocuk elini uzatmış, yaşlı keşiş de tapınıyor, bebeğe hürmet ediyor. Kamera yukarı tilt yaparken iki keşiş de fark ediliyor. Kamera yukarı çıkmaya devam ediyor. Bir ağaç ve derinlikte bulanık olarak iki atlı seçiliyor resimde. Ağaç ve çocuk, film için de önemli simgeler. Tablonun adı “The Adoration of the Magi / Üç Müneccimin Tapınması” anlamına geliyor. Madonna’nın, yani Meryem’in kucağındaki bebek de İsa. Fonda da Bach’ın müziği duyuluyor.

Bugün doğum günü olan Alexander (Erland Josephson), deniz kıyısında kuru bir ağaç dikiyor. Yanında da “küçük adam” dedikleri oğlu da (Tommy Kjellqvist) var. Alexander, ağacı dikerken oğluna bir hikâye anlatıyor. Ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. Adı da Pamve’ymiş. Bir yamaca kuru bir ağaç dikmiş. Genç öğrencisi Ioaan Kolov’a, ağaç canlanıncaya kadar her gün ağacı sulayacaksın, demiş. Ioaan, her sabah bir kova su doldurup, manastırdan çıkar, dağa tırmanır, kurumuş ağacın dibine su dökermiş. Üç yıl sürmüş. Koca ağacın etrafında çiçekler açmış. Alexander, “Bir sistemin kendine göre meziyetleri var” diyor. Küçük oğlundan da aynı şeyi umuyor. Alexander, “Aynı şey sistemli olarak yinelenirse dünya çok farklı olur. Bir şeyler değişir” diyor oğluna. O sırada bisikletiyle postacı Otto (Allan Edwall) bisikletiyle geliyor oraya. Alexander’e doğum günü için çekilmiş telgrafı getirmiş. Kamera sola doğru kaymaya başlıyor. Alexander şimdilerde gazeteye makaleler yazarken, üniversitede öğrencilere estetik dersi de veriyormuş. Aslında o ünlü bir tiyatro oyuncusu. Emekli olmuş. Kamera yana kaymasını sürdürürken, Otto bisikletinde, Alexander ve oğlu da yayalar. Otto, Alexander’i itham eder gibi konuşuyor. “Yüzün öyle karanlıktı ki. (…) Böyle acı çekmen hiç doğru değil. Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şeyi beklemeyeceksin. (…) Ben hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum. Tren istasyonunda bekler gibiydim” diyor. “Hayatı, sahici olanı, önemli olanı bekleyişti” diye tamamlıyor sonra. Duruyorlar. Otto, oğlana bakarak, Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabındaki cüceden bahsediyor. Alexander, bir postacının felsefi sözler söylemesine şaşırıyor burjuva kibriyle. Kimse fark etmeden oğlan da bisikleti iple bağlamış. Otto giderken, düşüyor. Alexander, Yuhanna’nın İncil’de yazdığı, “Başlangıçta söz vardı” girişini mırıldanıyor. Biliyorsunuz, Yuhanna’ya İngilizler John, Fransızlar Jean, İspanyollar Juan, Almanlar Johann, Araplarsa Yahya diyorlar. En başından bu ana kadar tek bir çekimle yansıyor bu giriş bölümü. On dakika kadar sürüyor. Sinemada daha uzundur elbette.

Bir araba geliyor. Arabadan, Alexander’in kızı Marta (Filippa Franzen) ve geçici dilsiz küçük oğlanın tedavisini yapan Dr. Victor (Sven Wollter) çıkıyor. Alexander ve Gossen’i eve götürmek istiyorlar, ama Alezander, oğluyla konuşmak istiyor. Onlar eve gittikten sonra Alexander, oğluna bu kıyıdaki kır evini nasıl aldığını anlatıyor. Oğlu bu evde doğmuş. Oğlan konuşamadığı için Alexander’in konuşmaları monologa dönüşüyor. Alexander, “Ölümden korkmasaydık, daha başka şeyler başarabilir miydik” diye mırıldanıyor. “İnsan hep kendini savundu. Başka insanlara, doğaya karşı güç kullandı. Sonuç: Güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil” diyen Alexander, “Teknik ilerleme nedir” diye soruyor. “Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz. Vahşiler, maneviyata daha çok önem veriyorlar. Bilimsel buluş mu yaptık, onu kötüye alet ederiz. Bir âlim, gerekli olmayan şey günahtır demiş. Bu uygarlık o zaman günahtan ibaret” diye bir şeyler söylüyor. Alexander’in içindeki korku yaşamanı kuşatmış ve cevapları ilahi kelimelerde arıyor sanki. “Hamlet’in ne demek istediğini anladım. Gevezelerden bıkmış” diyor ve telaşla etrafına bakıyor. Oğlu etrafta görünmüyor. Oğlan aniden üstüne atladığında korkudan çocuğu itiyor. Siyah-beyaz görüntü yansıyor ardından. Kamera, yukarıdan aşağı doğru tilt yapıyor. Mahşer sonrası bir görüntüydü bu. Her şey harabeye dönüşmüş. Terk edilmiş. Sular akıyor. Bir araba devrilmiş. Sonra camın yansımasıyla şehir binaları fark ediliyor. Ardından görüntü kararıyor. Sonra röprodüksiyon resim albümü araya giriyor. Alexander’in resimler karşısındaki hayranlığını duyuran kelimeleri duyuluyor bu anda. Andrey Rublev’in ikona resimlerine benziyor.

Herkes, Alexander’in doğum günü için evdeler. Tarkovski, finale kadar sürekli gerçeklik ve zihinsel gerçeklik ortasında insanları bir kaosun içinde bırakıyor. Neyin gerçek, neyin halüsinasyon, neyin rüya olduğunu kaybeden seyirci, çok geçmeden her şeyi Alexander’in algıladığı gibi görmeye başlıyor. Görülen birçok şey tümüyle öyle olmayabilir. Gerçek anlamda seyirci yönünü kaybediyor. Alexander, salonda Victor’a oğlu doğunca ona bağlandığını söylüyor. Oğlu, onu hayata bağlamış. Görüntü, dönemsel filmlerdeki kahverengimsi renk tonlarını öne çıkartıyor. Ama sepya gibi değil. Salona Alexander’in oyuncu karısı Adelaide (Susan Fleetwood) çiçek demetiyle geliyor. Alexander, “Bir oyuncunun egosu olmalı mı, yoksa kimliğini unutup başka biri mi olmalı” diye mırıldanıyor. Victor, Avustralya’ya gidecekmiş. Sahildeki kır evine bisikletiyle Otto da geliyor. Yanında 1600’lerden kalma çerçeveli Avrupa haritasını da getiriyor. Günümüzdeki Avrupa’ya benzemiyor bu harita. Marta’nın dediği gibi, o zamanlar da insanlar yaşıyordu burada. Otto önceleri tarih öğretmenliği yapmış. Yüzlerce trajedi görmüş. Daha da görmek için yarım gün postacılık yapıyormuş. Evde, hemşire-hizmetçi İzlandalı Maria (Gudrun Gisladottir), yerini Julia’ya (Valérie Mairesse) bırakmış. Maria’nın garip halleri de eleştiriliyor. Gossen de odasında uyuyor. Otto salonda birden yere yığılıyor. “Melekler onu yokladıu geçerken” diyor ironi yaparak.

Birdenbire dışarıda. Uzakta bir kadını, Maria’yı çevrinerek takip ediyor kamera. Evin içinde deprem gibi sarsıntılar oluyor. Savaş jetlerinin sesleri duyuluyor. Alexander, dışarıda evine benzeyen maketine bakıyor. Kamera, aşağı tilt yaparak ev maketi gösteriyor. Sepyaya benzer görüntüyle yansıyor bu anlar. Alexander, Maria’yı ağaçların arasında görüyor. Alexander, Maria’ya “Bunu kim yaptı” diye soruyor. Kadın, “Küçük adam” diye cevap veriyor. Maria, “Size doğum günü hediyesi hazırladılar. Otto’yla yaptılar” diyor. Oğlan odasında uyuyor. Salonda Otto, filmin ön jeneriğindeki Da Vinci tablosuna görüyor, tedirgin oluyor. Da Vinci, her zaman Otto’nun ödünü koparmış. Salonda, televizyonda başbakanı dinliyorlar. III. Dünya Savaşı, bir nükleer felâket mi çökecek insanlığın üstüne? Asayiş önemli ve hiç kimse bulunduğu yerden ayrılmamalı. Alexander, “Hayatım boyunca bunu bekledim. Hayatım uzun bir bekleyişti” diye mırıldanıyor. Elektrikler kesiliyor. Adelaide tedirgin oluyor. Sandalyede oturan Victor’a sığınıyor. Victor ona iğne yapıyor sakinleşmesi için. Marta’ya da iğne yapıyor. Alexander dışarıda. Sabit açıdaki kamera onun uzaklaşmasını izliyor. Divan koltukta uzanan Adelaide kendine geliyor, Otto’ya bir şeyler mırıldanıyor. Birini sevmiş. Başka biriyle evlenmiş. Tarkovski, Adelaide’ın başucuna yerleştirmiş bu anda kamerayı. “Şimdi anlıyorum. Kimseye bağlı kalmak istemiyoruz. Birbirlerini sevince, eşit sevmiyorlar. Biri daha güçlü, biri daha zayıf” diye mırıldanıyor Adelaide. İçinde başka biri varmış ve kendine bırakma, diyormuş. Victor geliyor. Adelaide ayağa kalkıp onu yanağından öpüyor. Derinlikte de Alexander yansıyor. Kıskanıyor muydu?

Alexander, Victor’un doktor çantasında bir tabanca görüyor. Ardından Tanrı’ya yalvarıyor üst kattaki salonda. Alexander, “Gökteki ulu Tanrım. İnaniyetin üstümüze olsun. Yalnız senin dediğin olur. Bizi seversin. Bizi kötülüklerden korursun. Zafer senindir. Amin” diyor. Ardından, “Bu savaş sonuncusu. En korkuncu. Her şey yok olacak” diye sesleniyor Tanrı’ya. Küçük adamdan, Oğlandan kurtulmak, evi yakmak… Bunları da diliyor Alexander. Tanrı’ya da söz veriyor: “Söylediğim her şeyi yapacağım…” Alexander bir meczup muydu?

Marta, yatak odasında çırılçıplak soyunurken, aynadan da onun çıplak vücudu yansıyor. Ardından siyah-beyaz görüntü kaplıyor. Harabeye dönüşmüş bir ev. Alexander sandalyede oturmuş. Kamera, yavaşça pencereye yöneliyor. Yağmur yağmış ve her taraf çamurlu. Alexander dışarıda yürüyor, çamurlar içinde bir şey görüyor. Bir başka ev yansıyor. Kar yağmış. Kamera, sağa doğru kaymaya başlıyor, ağacın arkasındaki Alexander fark ediliyor. Kamera öne doğru kayarken, yerdeki bozuk paralar da görünüyor. Ayakları çıplak bir çocuk görünüyor, sonra çocuk kaçıyor. Kamera kaymasını sürdürüyor. Görüntü renkleniyor. Alexander uyuyakalmış, uyanıyor. Otto da yukarıdaki salonda. Ön jenerikteki Da Vinci tablosu da camdan yansıyor. Otto, “Bir şans daha var” diyor Alexander’e. Son bir umutmuş. Bunun için Alexander’in Maria’yla yatması gerekiyormuş. Maria, kilisenin arkasında bir evde kalıyormuş. Otto ayaktayken, Alexander boy aynasından yansıyor. Kamera, sonra sandalyedeki Alexander’den ayrılıyor, sağa dönüyor boy aynasını gösteriyor. Kamera bir an dışarı çıkıyor ve camdan yansıyan ön jenerikteki tabloyu fark ettiriyor. Alexander dışarıda. Zihninden mi, yoksa gaipten mı geldiğini bilmediği bir ses duyuyor. Ses, “Anladığım kadarıyla Alexander, kişinin kendisini özgür iradesiyle bir sanat eserine dönüştürmesinin insana özgü bir şey olduğunu söylemek istedim” diyor. Şiirden, şairden de konuşuyor ses. Ardından, “Aktörün kendisi, kendi yarattığı bir sanat eseridir” diyor. Alex, evin başka bir yerinde. Oradan ayrılırken, kamera aşağı tilt yapıyor ve masanın üstündekileri gösteriyor. Kâğıtlar, bir kitap, bir yumurta ve bir içki kadehi… Alexander salonda. Victor’un çantasından tabancayı alıyor. Sessizce, duvara yaslanmış merdivenden iniyor. Kamera yana kayıyor, dışarıda masada yemek yiyor aile. Saklanan Alexander, gizlice uzaklaşıyor. Kamera sağa kayarak onu izliyor. Alexander, Otto’nun bisikletine biniyor. Patika yolda giderken, Victor’un arabasını görüyor, terk edilmiş gibi. Bisikletten düşüyor. Geri dönmek istiyor. Sonra vazgeçiyor. Kilisenin arkasındaki çiftlik evine benzer eve gidiyor. Maria münzevi bir hayatın içinde. Bu büyükçe mekân onun hem salonu hem yatak odası onun. İçeride dini simgeler de göze çarpıyor. Maria, rahibe hayatı yaşıyor sanki. Görüntüler sepya tadında. Alexander orgun başına oturuyor Alexander. Sonra geçmişinden bir olayı anlatıyor Maria’ya. Alexander yeni evlendiğinde annesi yaşıyormuş. Hasta annesi küçük bir kulübede yaşıyormuş. Bahçesi bakımsızmış. Bahçedeki otları yolmuş, bahçeyi düzeltmiş. Kulübenin penceresinden bahçeye baktığında dağınıklığın yok olduğunu fark etmiş. Her yerde şiddet izlerini görmüş. Maria ağlıyor. “Anneniz gördü mü” diyor Maria. Yatağa kapaklanan Alexander, “Beni sevebilir misin Maria” diye soruyor yalvaran bir sesle. “Hepimizi kurtar” diyor. Alexander, tabancayı çıkartıp başına dayıyor. Soyunuyorlar. Maria onu öpüyor şefkatle. Yatak yukarı doğru kalkıyor bu gerçeküstücü anda. Yatak dönmeye başlıyor sonra. Sanki bir tablo gibiydi. Ardından siyah-beyaz mahşer görüntüsü yansıyor. Filmin başında görülen mahşer mekânıydı burası. İnsanlar kaçışırken, devrilmiş arabanın etrafından kaçışırken, kamera yine aşağı doğru tilt yapıyor, camın yansımasından binalar fark ediliyor. Ön jenerikteki Da Vinci tablosu araya giriyor. Görüntü renkleniyor. Alexander, kır evinin ikinci katındaki salonda uykudan uyanıyor.

Çığlığa benzeyen flüt tınısı her yeri kaplıyor. Alexander, kadehine konyak koyuyor, içiyor. Sonra telefonla gazeteyi arıyor. Alexander’in en büyük korkusu nükleer savaş. Bu korkuyu tüm hücrelerinde yaşıyor. Gardırobundan rahip elbisesini çağrıştıran siyah elbisesini çıkarıp üzerine geçiriyor. Duvara yaslanmış merdivenden aşağı iniyor, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Aile dışarıda. Adelaide, Victor’un Avustralya’ya gideceğini öğreniyor, tepki gösteriyor. Victor, buralarda kendini yorgun hissediyormuş. Kamera Victor’dan ayrılıyor, sağa çevriniyor, evin içindeki Alexander’i gösteriyor. Cinnetin ortasındaki Alexander dışarı çıkıyor, saklanıyor. Aile, Japon ağacını sulamaya gitmiş oğlanın yanına gittiklerinde, Alexander Victor’un tabancasını çantaya koyuyor. Çantayı alıyor, Victor’un arabasına bırakıyor. Sonra içerideki masanın üzerine sandalyeleri yığıyor. Sonra Victor’un arabasını evin uzağına sürüyor. Ardından beyaz arabayı uzaklaştırıyor. Kamera, sandalyelerin yığıldığı masayı gösteriyor. Alexander kibritle sandalyelerin üstündeki beyaz çarşafı tutuşturuyor. Tanrı’ya verdiği sözü gerçekleştiriyor Alexander. Çarşaf yanıyor, kamera yukarı tilt yapıyor. Cinnetinin sonucunu, alevler sardığı evinin yanışını yerde oturmuş izliyor Alexander. Ayağa kalkıyor, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Adelaide, Marta, Victor ve Julia koşarak geliyorlar. Alexander, Maria’yı görüyor, karşısında diz çökmek istiyor şefaat için. Otto da orada. Çok geçmeden cankurtaran (ambulans) geliyor ve Alexander’i bindirip akıl hastanesine götürüyorlar. Cankurtaran giderken, kamera sağa doğru kayarak bisikletle giden Maria’yı izliyor.

Cankurtaran Japon ağacının oradan geçip gidiyor. Kamera, küçük oğlanın kuru ağacı sulamasını gösteriyor. Çocuk ağacın dibine uzandığında, vince takılı kamera ağaca tırmanır gibi yukarı çıkıyor ve denizi gösteriyor. Alexander’in sesi duyuluyor, “Başlangıçta söz vardı” diyen. “Neden baba”, diye soruyor oğlan. Bu son sahne, Da Vinci tablosunun ruhuna dokuyordu sanki. Tarkovski, bu son filmini oğlu Andrjusja’ya (Andryuşya’ya) adamış. Fonda da ilahi müzik duyuluyordu.

(30 Mart 2015)

Ali Erden

[email protected]

34. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

34. İstanbul Film Festivali heyecanı başlıyor. Kitapçıklar sinemalara dağıtıldı, Lale Kart üyelerine bilet satışları başladı bile. Sinema şöleni 04 – 19 Nisan günleri arasında bu yıl. İki salonuyla Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’yla birlikte Beyoğlu Beyoğlu, Ortaköy Feriye, Fransız Kültür Merkezi, İstanbul Modern ve Pera Müzesi perdelerini festival filmlerine açıyor.

Film festivallerinin önde gelen işlevlerinden biri kuşkusuz yeni sinemacıları, bilinmeyen sinemaları tanıtmak, sinemaseveri bir keşif yolculuğuna çıkartmaktır. 34. festivalin programını incelediğimizde bu seneki seçkinin bu açıdan büyük bir özenle oluşturulduğunu sevinçle görmekteyiz. Arjantin sinemasının aykırı isimlerinden Lisandro Alonso’nun ‘Liverpool’ dışında bizde pek bilinmeyen filmlerinden oluşan toplu gösteri bu açıdan önemli.

Uzun kuyruklar öncesinde seçimlerinize katkıda bulunmak için hazırlanmış 15 filmlik geleneksel kişisel öneri listemi oluşturan yapımlar şöyle sıralanıyor :

1- Evvelden / Lav Diaz
2- Küçük Serseri / Bruno Dumont
3- Hayal Ülkesi (Jauja) / Lisandro Alonso
4- Gizli Kusur / Paul Thomas Anderson
5- Eisenstein Meksika’da / Peter Greenaway
6- Postacının Beyaz Geceleri / Andrey Konchalovsky
7- Taksi / Cafer Panahi
8- Özgürlük Tepesi / Hong Sang-Soo
9- Victoria / Sebastian Schipper
10- Mahkeme / Chaitanya Tamhane
11- Sonsuz Hüzün / Jorge Perez Solano
12- Aç Kalpler / Saverio Costanzo
13- Beden / Malgorzata Szumowska
14- Ders / Kristina Grozeva – Petar Valchanov
15- Kızıl Amnezi / Wang Xiaoshuai

Festival birbirinden ilginç belgeseller sunuyor bu yıl yine. Bunlar arasından özellikle üç tanesini kaçırmamanızı öneriyorum.

1- Sedef Düğme / Patricio Guzman:
Bizde gösterilmemiş bir önceki muhteşem filmi ‘Işığa Özlem’de Atamaca çölünde yok edilenlerin hikâyesini belgeleyen Şili’li sinemacı bu kez yaşamın temel kaynağı suyun hafızasına kulak verirken ülkesinin karanlık geçmişini eşelemeye devam ediyor.

2- Caligari’den Hitler’e / Rüdiger Suchsland:
Geçen yılki festivale ‘Caligari: Korku Sinemaya Geldiğinde’ belgeseliyle konuk olan Alman sinema yazarı ve yönetmen bu kez Siegfried Kraucauer’in aynı adlı ünlü eserinden yola çıkarak Weimar dönemi Alman sinemasını mercek altına alıyor.

3- Ulusal Müze / Frederick Wiseman:
Dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Londra’daki ‘National Gallery’ usta sinemacı Wiseman’ın yeni belgeseline konu olmuş. Müzenin farklı odalarındaki tablolar aracılığıyla resim ve hikâye anlatma sanatları arasındaki ilişki inceleniyor.

Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşunun 50. yılı şerefine ve rahmetli Onat Kutlar’ın anısına programa alınmış Luchino Visconti’nin benzersiz eseri ‘Leopar’ ile iki ay önce kaybettiğimiz İtalyan usta Francesco Rosi’nin anısına gösterilecek olan ve kentsel dönüşüm yolsuzluğu üzerine 52 yıl sonra bugün hâlâ güncelliğini koruyan politik başyapıt ‘Şehrin Üzerindeki Eller’ ise festival seçkisinin önemli klasik yapımları arasında yer alıyor.

Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

[Festival biletlerinin genel satışı 28 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren Biletix satış kanallarından (0216 556 98 00 / biletix.com ve satış noktaları) ve saat 10:00 – 19:00 arasında, hizmet bedeli eklenmeden Atlas ve Rexx Sinemaları’nda yapılıyor.]

(27 Mart 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Öldürmenin ve Aşkın Filmleri: Kieslowski

Krzysztof Kieslowski’yi, “Musa’nın On Emri”nden çektiği “Dekaloglar” serisinin beşinci ve altıncı filmleri “Öldürme Üzerine Bir Film” ve “Aşk Üzerine Bir Film” yapıtlarının içinde dolaşmak istedik. İki filmin de Türkçe dublajları iyiydi.

“Öldürme Üzerine Bir Film…”

Krzysztof Kieslowski’nin “Musa’nın On Emri”nden çektiği “Dekaloglar” serisinden 1988 yapımı “Krótki Film o Zabijaniu-Öldürme Üzerine Bir Film”, birey ve devlet üzerinden öldürmeyi yansıtıyor. “Dekaloglar”ın bu beşinci filminin şeriatı “Öldürmeyeceksin…” İsa da, Tevrat’ın indiği Yahudilerin peygamberi Musa’nın bu emrine tamamen katılıyor İncil’de. Fransız MK2’nin dünya dağıtımını yaptığı, Zespoly-Filmowe-Tor’un ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Krzysztof Piesiewicz ortak yazmışlar. Filmin insan ruhunun ortasında dolaşan müziklerini Zbigniew Preisner bestelemiş. Fotoğraf sanatına zenginlik sunan görüntülerse büyük kameramanlardan Slawomir Idziak’tan.

Kieslowski, “Dekaloglar” serisini Polonya devlet televizyonu için çekti. “Dekaloglar”ın beşinci ve altıncı filmleri sinemalarda vizyona çıkmıştı. “Dekaloglar”, 1990’larda İstanbul Film Festivali’nde iki farklı zamanda gösterilmişti. İlki 1990 yılıydı. İlkinde beşinci ve altıncı filme rastlayamadık, bilemiyoruz. 1997 yılında 16. İstanbul Film Festivali’ndeyse bu emirler tüm filmleriyle gösterilmişti. Beyoğlu Fitaş Sineması’nda da sekizini görmüştük. Özlemle andığımız TRT 2, Kieslowski ustanın ölümünün onuncu yıldönümünde “Dekaloglar”ın hepsini saygıyla sunmuştu 2006 yılında. Bu film, 1991’de “Öldürme Üzerine Bir Film” adıyla vizyona çıkmıştı ülkemizde. İstanbul Film Festivali’ndeyse “Öldürme Üzerine Küçük Bir Film” adıyla sunulmuştu. DVD’deyse “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film” adıyla yayımlandı.

Varşova… Sabah, blok apartmanların olduğu bölgede açılıyor film. Ön jenerik yazıları sürerken, akarsuda bir domuz leşi yansıyor. Ardından iple idam edilmiş kedi görünüyor. Çocuklar oradan uzaklaşıyorlar. Fonda da korku filmini hatırlatan müzik duyuluyor. Buraları, Varşova’da apartman ormanının bulunduğu yer. Batı’daki şehir banliyölerindeki apartman bloklarını çağrıştırıyor. Sosyalist rejim vakti zamanında Polonya’nın belli başlı büyük şehirlerinde böyle banliyöler kurmuş.

Bu hayvan vahşetinin ardından bir kapı cızırtısı duyuluyor, bu orman apartmanlarının sakinlerinden taksi şoförü Waldemar Rekowski (Jan Tesarz) görünüyor. Sinirli, aksi ve itici biri Waldemar. Elindeki mavi kovalarla taksisine doğru yürüyor. Ardından Varşova caddelerinde aylak aylak dolaşan taşralı genç Jacek Lazar’ın (Miroslaw Baka) peşine takılıyor kamera. Gencin ve taksi şoförünün adları filmin derinliğinde öğreniliyor. Omuz çantalı Jacek şehirde dolaşırken derinlikte kilisenin çan sesleri de duyuluyor. Kieslowski usta, taksi şoförünü başlarda dikizliyormuş gibi yansıtırken, hayli de sevimsiz gösteriyor. Ama biraz daha ilerleyince, Jacek’in de sevimsiz ve itici halleri fark ediliyor. Kieslowski, birçok şeyi ve anı, bir kişilik özelliğinin altını çizerek değil, bir anlık ayrıntıyla yansıtıyor. Bir anlık ifadeyle geçip gidiyor. Filmin büyük bölümünde, özellikle ilk bölümlerde daha yoğun fotoğraf estetiği hissediliyor. Filtreli görüntülerde çerçevenin kenarları bulanık ve lekeli görülüyor. Bazı anlardaysa görüntünün bir tarafı sepyalı, diğer tarafı koyu renk tonlarıyla yansıyor. Elbette kasvet duygusu da yaşatıyor bu estetik alıştırmalar. Sürekli bir fotoğrafı çağrıştıran estetik görüntülerin anlamı, filmin derinliğinde fark edilebiliyor.

Waldemar ve Jacek arasında koşut kurguyla gidip gelen kamera, avukat olabilmek için mülakata giren Piotr Balicki’yi de (Krzysztof Globisz) takip etmeye başlayınca çapraz kurguyla yansıtmaya başlıyor her şeyi. Piotr, mülakatta devletin ceza yöntemlerini ve idamı eleştiriyor. Çünkü verilen cezalar caydırıcı değil ve suçları da azaltmıyor. Piotr, mülakattaki kurula, filmin ruhuna dokunan söz de ediyor. Piotr, “Kabil’den bu yana hiçbir ceza dünyayı iyileştirmedi” diyor.

Gerçekten bu filmde küçük ayrıntılar ve anlar, simgesel olarak da filme anlam ve derinlik katıyor. Kesinlikle bir defa görülünce fark edilemeyecek ayrıntılar ve anlar bunlar. Fonda duyulan müzikleri bile bir yere yerleştirebilmek için çaba göstermek gerekiyor. Müzikler, hem karakterlerin hem de atmosferin ruhunun tam ortasında savruluyor çünkü. Kieslowski, koşut kurguyla sürekli Jacek ve Waldemar’ı göstererek içlerinde yanan öfke lavlarını hissettiriyor. Kader ve rastlantı onları buluşturuyor, aynı zamanda onlara trajedilerini yaşatıyor. Genç Jacek, aylak aylak dolaşırken, peşindeki kamera da onun kişiliğinin yansımalarına tanıklık ettiriyor. Jacek, meydanda bir sigara yakıyor. Güvercin yemi satan kadından azar işitiyor. Waldemar, taksisinin sabah temizliğini hâlâ yapmaya devam ediyor. Bir çift Waldemar’ın yanına geliyor, aksi
taksi Waldemar onları taksiye almıyor. Sanki kaderin eli dokunuyor. Waldemar, blok apartmanlardaki marketin manavında çalışan genç kız Beatka’ya da (Elzbieta Helman) asılıyordu kedilerden nefret eden Waldemar. Beatka da bir kader miydi? Şans oyunlarından kazanan Waldemar, hayat oyunundan kazanabilecek miydi? Jacek üst geçitte aşağıda akan trafiğe bakıyor. Sonra aşağıya bir taş atıyor. Piotr’un da mülakatı sürüyor. Aslında Kieslowski, koşut kurguyla Jacek ve Waldemar’ı gösterirken “Cehennem”e dokunuyorsunuz. “Araf”, Piotr muydu? Ya “Cennet” neredeydi? Piotr’un bir yıl sonra doğacak bebeği miydi? Yaşamın ve her şeyin devamı… Jacek, panolarda siyah-beyaz kadın fotoğraflarına baktıktan sonra kapıya doğru yürüdüğünde kapının demirleri hapishaneyi çağrıştırıyordu bir an. Mülakattaki simgesel bir an da insanı çarpıyordu. Bardağın içinde sallanan ipe bağlı küçük paket çay idama gönderme yapıyordu. Jacek’in meydanda ressamla konuşuyor, ressam kız çocuğun resmini yaparken. Belki de kız çocuğu kendi kız kardeşini hatırlatmıştır Jacek’e. Bu anda da
Jacek’in kişiliğinden dışarı çıkanlar var. Waldemar, taksisiyle yolda giderken bir sokak köpeği görüyor ona ekmek parçası atıyor. Jacek bir fotoğrafçıya giriyor ve kız kardeşi Marysia’nın siyah-beyaz fotoğrafını büyütmek istiyor. Çantasından beyaz bir ip de çıkartıp masaya bırakıyor Jacek. Sonra yine sokaklarda dolaşmaya başlıyor. Legia Varşova taraftarlarının arasında kalıyor. Jacek erkekler tuvaletinde pisuarda çiş yaparken, bir oğlan da geliyor. Jacek işini gördükten sonra genci çekip yere düşürüyor. Mülakatı geçip avukat olan Piotr, mobiletine biniyor ve karısı Krystyna’ya (Janda Dorota) gidiyor mutluluğu paylaşmak için. Fonda da piyano tınıları duyuluyor, alttan da yaylılar yükselmeye başlıyor. Falcı kadın Jacek’in falına bakmak istiyor. Jacek ürküyor. Piotr, sarışın karısı Krystyna’yla otelin barına giriyor. Caddenin karşısında resmi giyimli polis servisi bekliyor. Jacek aynı barda yiyip içiyor. İpi çantasından çıkartıp eline dolarken, camın dışında iki kız çocuğuna gülümsüyor. Belki de kız kardeşini hatırlattıkları için.

Jacek, taksi durağına gidiyor. Sırasını acelesi olanlara veriyor. Ama sıradaki taksiye binerken sıradakileri itiyor ve taksiye biniyor. Jacek’le Waldemar’ın trajik buluşması gerçekleşiyor. Jacek, Waldemar’ı tanıyor muydu? Kader yollarını çiziyor ikisinin de. Taksi duraktan ayrılırken gökyüzü de fırça darbesi atılmış gibi solgun yansıyor. Jacek ipi eline doluyor Waldemar’ı boğmak için. Taksi trafikte duruyor. İnşaat malzemeleri olan genç adam ((Artur Barcis) taksiye, Jacek’e bakıyor kederli yüklü gözlerle. Sanki bir şeyleri sezmiş gibi. Jacek tedirgin oluyor. Final bölümünde bu genç adam yine fark ediliyor. Hapishanede çalışan genç adam, apartman ormanının sakinlerindendi. Altıncı bölümde “leit-motif”e dönüşen valizli genç adamdı o.

Taksinin arka koltuğundaki Jacek, eline sardığı ipi Waldemar’ın boynuna doluyor. Şehrin dışında gerçekleşiyor bu vaka. Araba durunca dışarı çıkan Jacek, Waldemar’ın ölmediğini görüyor. Kieslowski, ayrıntılı olarak yansıtıyor bu anları. Jacek, çantasından demir çubuk çıkartıyor ve Waldemar’ın başına şiddetle vuruyor. Tren geçerken Jacek saklanıyor. Sonra demir çubukla vurmayı sürdürüyor Jacek. Waldemar’ın takma dişi fırlıyor. Jacek, taksiyi biraz ileriye sürüyor. Waldemar’ı taksiden çıkartıp aşağı tarafa sürüklüyor. Waldemar hâlâ nefes alıyor. Jacek, yerdeki taşı alıp Waldemar’ın kafasına indiriyor. Waldemar, “Eşim” diye mırıldanıyor. Taksiye binen Jacek, torpido gözünden paraları alıyor, kalan bir parça ekmeği yiyor. Sonra taksiyle apartman ormanına gidiyor. Akşam vakti. Manavda çalışan Beatka’nın yanına gidiyor Jacek. Kız ve Jacek birbirlerini tanıyorlar. Beatka’yı taksiye bindiren Jacek’e kız taksiyi nereden bulduğunu soruyor. Beatka, taksinin kimin olduğunu biliyor, ön camda asılı erkek başı biblosundan. Sonra…

Mahkemede genç avukat Jacek’i savunuyor ama davayı kaybediyor. Mahkeme Jacek’i idama mahkûm ediyor. Zaman geçiyor. Bir yıl sonra. Jacek infaz olacağı gün Piotr’la görüşmek istiyor. Kieslowski, infaz odasının hazırlanışını da ayrıntılı yansıtıyor cellatın (Aleksander Bednarz) titizliğiyle. Kieslowski, insanı soğukluğun tam ortasında bırakıyor. Jacek, hücresinde Piotr’la görüşürken bazı şeyler de keşfediliyor. Çünkü Jacek’in içinde suçluluk duygusu ve vicdan azabı var. Köyde, traktörü olan arkadaşıyla sürekli içen Jacek, ruhunda cehennemi yaşatan o olayı anlatıyor Piotr’a. Traktörü plan arkadaşı sarhoşken kız kardeşi 12 yaşındaki Marysia’yı ezmiş ve ölümüne neden olmuş. Zaman geçmiş ve Jacek’in ruhuna çöken bu olay daha da derinleşmiş. Belki de bu yüzden, herhangi bir şey süren birini öldürerek kız kardeşinin acısını bastırabileceğini sanmış Jacek. Ama şimdi öleceğini biliyor. Ölüsünün, babasının ve kız kardeşinin yanına gömülmesini istiyor. Avukattan annesini ikna etmesini diliyor bunun için.

O an… Şimdi 21 yaşındaki Jacek, hücresinden ölüm odasına, infaz odasına götürülüyor. Rahip dua ediyor. Son sigarasını içiyor, savcı (Maciej Maciejewski), Yargıtay’ın kararını okuyor. İp boynuna geçiyor ve her şey bitiyor. Piotr da suçluluk hissediyor idamı önleyemediği için. Gözyaşları akıp gidiyor son sahnede. Artık arabası da var onun. Film bittikten sonra, devlet intikam alır mı, diye düşünüyorsunuz. Devlet, kamu adına cinayet işleyebilir miydi? Devlet, kısasa kısas yapabilir miydi? Devletin tüm tasarladığı cezalar suçu önleyebiliyor muydu? Devlet bir yerde yanlış mı yapıyordu? Hem de binlerce yıldır.

“Aşk Üzerine Bir Film…”

Krzysztof Kieslowski’nin “Dekaloglar” serisinden 1988 yapımı altıncı filmi “Krótki Film o Milosci – Aşk Üzerine Bir Film” de “Musa’nın On Emri”ndeki “Zina etmeyeceksin” şeriatından yola çıkıyor. İsa, biraz çekinceler koysa da bu emrin birçok şeyine katılıyor İncil’de. Fransız MK2’nin dünya dağıtımını yaptığı, Zespoly-Filmowe-Tor’un ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Krzysztof Piesiewicz ortak yazmışlar yine. Elbette müzikleri Zbigniew Preisner bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa Witold Adamek yansıtmış. Bu filmde aşkın acısına dokunuyorsunuz. Genç Tomek, kendinden büyük karşı apartmandaki komşu kadına tutku ötesi âşık oluyor. İntihara sürükleniyor. İnsan, bu filmi seyrederken aşka anlam verebilmek için çaba gösteriyor. Bu film ülkemizde 1991 yılında “Aşk Üzerine Bir Film” adıyla gösterime girmişti. İstanbul Film Festivali’ndeyse “Aşk Üzerine Küçük Bir Film” adıyla sunulmuştu. DVD’deyse “Aşk Üzerine Kısa Bir Film” adıyla yayımlandı işte.

Film, bileği pansumanlı 19 yaşındaki Tomek’in (Olaf Lubaszenko) üzerine açılıyor. Kamera, buraya kadar olanları göstermek için başa dönüyor. Çocuk yuvasında büyümüş, anne-babasını hiç tanımamış Tomek, şimdi vaftiz annesiyle (Stefania Iwinska) apartman sitesinde, apartman ormanında bir dairede yaşıyor. Vaftiz annesinin oğlu Marcin uzaklarda. Tomek, onun oğlu gibi. Vaftiz anne, Tomek’in hiç bilmediği, hiç yaşamadığı anne sevgisini
veriyor. Tomek postanede çalışıyor. Çalıştığı yerden teleskop çalan Tomek, odasından karşı apartmandaki kadını dikizliyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyor. Kieslowski, biraz olsun Hitchcock’un 1954 yapımı renkli “Rear Window-Arka Pencere” filminden fikir anlamında ilham almış sanki. Kieslowski, kadının ne iş yaptığını, hayatını göstermiyor. Tomek onu ne kadar tanıyorsa o kadarını gösteriyor. Akşamları sekiz gibi dairesine gelen kadını teleskopuyla dikizleyen Tomek, o sevişirken hayalini bile kurmuş başlarda doğal olarak. Sonra vazgeçmiş. Çünkü Tomek âşık.

Dikizlendiğinin farkında olmayan kadın, alabildiğine de özgür. Hareketleri Tomek’i büyülüyor. Onu izlemek bir zevk Tomek için. Kadın kendine kahve yapıyor, ekmeğine yağ sürüyor, televizyon izliyor. Banyodan çıktıktan sonra içinde hiçbir şey yokmuş gibi onu saran gömleği, boşta kalan düzgün bacakları, ıslak saçları… Tüm bunlar büyü saçıyor Tomek’e. Sonra telefon ediyor Tomek ona. Cevap vermiyor önce. Bir daha aradığında özür diliyor kadından. Kadının dairesine beyaz yakalılardan biri geliyor. Öpüşüyorlar. Kadın, daha sonra beyaz yakalıyla tartışıyor ve adam öfkeyle gidiyor. Çok geçmeden başka bir erkek gelmeye başlıyor daireye. Bu yeni gelen adam, daha farklı, sakallı ve rahat giyinen biriydi. Üstelik yumruğu da sağlamdı. Kadınlar, tepki gösterdiğinde tam tersini tercih ediyorlar belki de. Tomek onlara oyun da oynuyor doğalgazcıları onların dairesine yönlendiriyor onlar sevişirken. Tomek, kadını daha yakından görebilmek düzmece havale bile yapıyor. Sonra da itiraf ediyor. Öncesinde sütçülük de yapmaya başlıyor Tomek. Kadın, son günlerde sütü gelmediği için markete şikâyette bulunuyor. Tomek hemen işe başvuruyor ve sabahın köründe sitedeki apartmanlara süt dağıtmaya da başlıyor. Böylece kadını dikizlediği dairenin kapısında daha da yakından görebilecek. Hem de hayli yakından. Tomek, tüm duyularıyla âşık kadına.

Vaftiz annesi, gözlemlediği Tomek’in karşı cinsin sıcaklığına ihtiyacı olduğunu hissediyor. Suriye’de BM adına görev yapan oğlu Marcin’in de kız arkadaşı olduğunu söylüyor. Kızlar hakkında da konuşuyor Tomek’e. Şimdinin kızları özgür gibi davransa da, nazik erkeklerden hoşlandıklarını söylüyor. Belki de Tomek’in gizli bir şeyler yaptığını hissediyordu. Tomek, o kadının uğruna sabah erkenden kalkıyor, süt şişeleri dolu arabayla apartmanlar arasında dolaşıyor, dairelerin kapısına süt şişesi bırakıyor. Onun da dairesinin kapısına bırakıyor. Kadın, dürbünle Tomek’in dikizci penceresini arıyor. Adama söylüyor. Adam daireden çıkıyor, Tomek’in kaldığı apartmanın önüne geliyor ve Tomek’le hesaplaşıyor suratına bir yumruk indirerek. Sabahleyin sütleri yüzü şiş dağıtıyor Tomek. Kadının dairesinin kapısını çalıyor sütü vermek için. Kadın sabahlığıyla kapıya çıktığında büyüleniyor Tomek. İlk defa kadının yaşadığı yeri yakından görülüyor. Fonda çello tınıları duyuluyor. Kadın, gece beyaz yakalının arabasıyla geliyor. Tartışmışlar. Ayrılıyorlar. Kadın dairesine geliyor. Fonda piyano tınıları duyuluyor. Kadın süt içmek isterken şişeyi masaya düşürüyor kederler içinde. Hayatında iki erkek var ve mutsuz. Elbette platonik âşık Tomek’i de unutmayın.

Kadın Tomek’i kafeye davet ediyor. Tomek, onu ne öpmek, ne de sevişmek istiyor. Hiçbir şey istemiyor. Sadece onu görmek istiyor. Sanki surete âşık olmak gibi onun aşkı. Doğu kültüründeki gibiydi sanki. Metin Erksan ustanın 1965 yapımı siyah-beyaz “Sevmek Zamanı” filmindeki gibi. Kadını bir yıldır dikizleyen Tomek, onu sevdiğibi söylüyor. Kadın, Seni seviyorum diye bir şey yok” diyor. Tomek birçok dil öğreniyormuş. Bulgarca, İngilizce, Fransızca vs. Belleği güçlüymüş Tomek’in. Kadının mektuplarını da gizlice almış Tomek. Kadının mektuplarını iade ediyor. Kadının dairesine gidiyorlar. Kadın duş alıyor. Islak ıslak, koltukta oturan Tomek’in önünde çömeliyor aşkın somut halini göstermek için. Kalbi ve gururu incinen Tomek koşarak oradan uzaklaşıyor, daireye gidiyor, kederler içinde boşluğa düşüyor. Banyoda jiletle bileğini kesiyor, intihar ediyor Tomek. O ana kadar adı bilinmeyen kadının Magda olduğu öğreniliyor. Magda (Grazyna Szapolowska), yani Maria Magdalena… İsa’nın linççilerin elinden kurtardığı Maria Magdalena’nın adını taşıyor. İsa, “Günahı olmayan ilk taşı atsın” demişti linççi Yahudilere. Vaftiz anne, Magda’yı Tomek’ten uzak tutmak istiyor. Sonra Magda, bu derin aşkı anlamaya çabalıyor. Aşk ona uzak mıydı? Aşk sadece sevişmek miydi? Bu bölümde, beşinci bölümdeki hapishanede tadilat işinde çalışan genç adam (Artur Barcis), valizli olarak yansıyor. Tam “leit-motif” gibi. Yani aynı karakterdi.

Filmdeki en etkileyici anlardan biri, final bölümünde Magda’nın yine sütü masaya dökmesiydi. Sütü döktüğü anı hatırlıyor ve Tomek’in bunu nasıl göründüğünü hayal ediyor Magda. Hüzünlü piyano tınıları işitilirken, görüntü kararıyor. Her şey herkes için farklı yaşanacaktı belki bundan sonra.

(22 Mart 2015)

Ali Erden

[email protected]

Gökten İnen Prenses

‘Prenses Kaguya Masalı / Kaguyahime no Monogatari’nin büyüleyici güzelliği Japon sineması ve resminin paha biçilmez geleneğinden kaynaklanıyor. Ozu, Naruse, Mizoguchi ve diğerlerinin zengin geçmişine bu son katkı efsanevi Japon canlandırma stüdyosu Ghibli’nin kurucularından Isao Takahata’nın sekiz yıllık emeğinin ürünü.

1935 doğumlu yönetmenin son çalışması çok bilinen bir Japon halk masalından yola çıkmış. Herşey bir ormancının bambu sırığından yayılan ışığı fark etmesiyle başlıyor. Erikler bile çiçek açmamışken bitmeye başlayan bambu filizi hızla bitkiye dönüşüyor ve yaprakları açıldığında içinden avuç içi kadar küçük bir kız çocuğu beliriyor. ‘Bu küçük bebek cennetin bir bağışı olmalı’ diye düşünen yaşlı oduncu ve karısı bambu misali hızla büyüyen kızlarına asil bir prenses hayatı yaşatmak üzere bitki sırığından fışkıran altınlar ve rengarenk giysilerle büyük kentin yolunu tutuyor. Bütün bunlar küçük prensesin iyiliği içindir ancak doğadan ve arkadaşlarından koparılarak gösterişli bir malikanenin kapalı yaşamına mahkum edilen genç kız mutsuzdur. Dillere destan güzelliği ve müzik konusundaki yeteneğiyle ülkenin dört bir yanından zengin taliplerin ve sonunda imparatorun ilgisine mazhar olan mahzun prenses geleceği hakkında bir karar almak durumundadır. İşte bu aşamada dünyaya düşüşünün sırrı da ortaya çıkacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’nın acı dolu yıllarını hayatta kalmaya çalışan iki kardeşin gözünden anlattığı 1988 yapımı ‘Ateşböceklerinin Mezarı / Hotaru no Haka’ benzeri gerçekçi öykülerdeki imzasıyla bilinen yönetmen, Ghibli’deki yakın dostu ve çalışma arkadaşı Hiyao Miyazaki denli popüler olmamış ancak onun kadar değerli bir usta. Çağımızın üç boyutlu bilgisayar destekli robot aksiyonlarına güçlü bir alternatif oluşturan ‘Prenses Kaguya Masalı’nın da bu bilge sinemacının vasiyet filmi olması muhtemel.

Uzun yılların emeğini barındıran el yapımı suluboya çizimleriyle hayranlık uyandıran filmde birçok Ghibli yapımında olduğu gibi çevreci temalar baş köşede. ‘Kuşlar, böcekler, hayvanlar / Otlar, ağaçlar, çiçekler / Nasıl hissedeceğimi öğretin bana’ diyor duygulu şarkısında küçük kız. Köylüler dağdaki ağaçları tüketmemek ve doğanın kendini yenileyebilmesine fırsat tanımak için bir süreliğine başka alanlara göç ediyor. Ataerkil bir düzen içinde erkekler tarafından yönlendirilen kentli kadının mutsuzluğunu haykıran küçük prensesin en doğal haliyle kırlara kaçışını resmeden Takahata’nın eserinde feminist damar bu kez daha belirgin.

Aksiyona prim vermeyen hikâyesiyle meditatif bir yapıya sahip bu değerli yapım özellikle iki rüya sekansıyla unutulmayacak. Siyah beyaz çizimlerle etki gücü doruğa çıkan Kaguya’nın gösterişli giysilerinden sıyrılarak kentteki malikaneden dağdaki kulübesine kaçışı ile küçük prensesin çocukluk arkadaşı Stemaru ile ‘yer gök bizi kabul et’ nidalarıyla doğaya selam çaktıkları uçarı bölümler filmin doruk noktaları.

‘Parıldayan Işık’ anlamına gelen Kaguya’nın hikâyesini mutlaka izleyin. Çocuklarınızla birlikte izleyin. Doğallığın ve sadeliğin zenginliğini keşiflerinde onlara rehber olun.

(15 Mart 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Devrimin Öksüz Çocukları

Fransız sinemasının saygın ismi Laurent Cantet bizde ‘Havana’ya Dönüş’ adıyla gösterilen son çalışmasında Küba Devrimi’ne inanmış bir kuşağın geçmişle hesaplaşmasını anlatıyor. 1999 yapımı ilk uzun metrajı ‘İnsan Kaynakları / Ressources Humaines’ ve ‘İş Yok Zaman Çok / L’emploi du Temps’ gibi önceki işleriyle çağdaş Fransız toplumunda emek sermaye ilişkilerini didik didik eder Cantet. Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü ‘Sınıf / Entre Les Murs’de farklı etnik gruplardan öğrencilerin oluşturmuş olduğu sınıf ortamını çağdaş Fransız toplumunun sosyokültürel yapısını analiz ettiği laboratuvara dönüştürür. 2005 yapımı ‘Güneye Doğru / Vers Le Sud’, ‘Bebek Doc’ lakaplı Haiti diktatörü Duvalier’nin ülkeyi haraca kestiği karanlık yıllarda yerli genç erkek bedenlerinde cinsel tatmin arayan Kuzey Amerikalı varlıklı kadınların özelinde çağdaş sömürü düzenini sorgular.

Fransız sinemacının bu kez çağdaş Kübalıların yaşamlarına uzandığı son filmi ülkenin tanınmış edebiyat eleştirmeni gazeteci ve polisiye romanlarla ünlenmiş yazar Leonardo Padura ile ortaklaşa yazılmış senaryodan yola çıkmak suretiyle yıllar sonra buluşmuş beş eski arkadaşın bir gecelik birliktelikleri üzerine. Filmin Homeros referanslı özgün adı ‘Ithaca’ya Dönüş / Retour à Ithaque’ın izleyiciye işaret ettiği efsanevi Yunan kralı Odysseus uzun bir ayrılıktan sonra ülkesine dönüş yapan Amadeo’dan (Nestor Jimenez) başkası değil. 16 yıl önce arkadaşlarına haber dahi vermeden İspanya’ya kaçmış olan Amadeo’nun gönüllü sürgünden geri dönüşü üzerine düzenlenmiş mütevazi karşılama partisi için Aldo’nun (Pedro Julio Diaz Ferran) derme çatma terasında bir araya geliyor eski dostlar. Günbatımı öncesi hasret kucaklaşmaları, dans ve eğlencenin ardından hesaplaşma süreci başlıyor. Amadeo’nun kaçışına ilişkin soruları yanıtsız bırakması tartışmayı giderek alevlendiriyor, geçmişin tatlı anılarını gölgeleyen ihanet ve pişmanlıklar gecenin gündemini oluşturmaya başlıyor.

Aldo’nun okyanus kıyısındaki Malecon bulvarına bakan terası bir zamanlar dünyayı kurtaracaklarına inanmış insanların toplu hayal kırıklıklarının ifşasına tanıklık ediyor gece boyunca. Daha iyi yaşamak için yıllarca okuduğunu, deli gibi çalıştığını ifade eden ekibin tek kadın üyesi göz doktoru Tania (Isabel Santos) aldığı maaşla geçinemez haldedir. Oğlu babasıyla birlikte ülkeyi terk etmiş, Miami’ye yerleşmiştir. Mücadele yıllarının ardından daha iyi bir hayata olan inancını sürdürmeye mecbur olduğunu dile getiren ev sahibi mühendis Aldo çalıştığı fabrikanın kapanmasından sonra şimdilerde bir pil fabrikasında işçi olarak hayatını sürdürmektedir. Karısının kendisine bakacak yaşlı bir İtalyanla evi terk edişinin ardından delikanlı oğlu ilk fırsatta ülkeden kaçmanın peşindedir.

Bir zamanların yetenekli ressamı Rafa (Fernando Hechevarria) Sovyetler’in dağılışının ardından ekonomisi çökmüş ülkesinde sesi fazla çıktığı için önü kesilmiş, baskıya dayanamayan sanat adamı alkolizm batağında ruhunu kaybetmiştir. Ekibin ülkenin yaşadığı kaos ortamını fırsata çevirebilen, finans sektöründeki gizli kapaklı işlerle hayatta kalmayı başarabilen üyesi Aldo (Jorge Perrugoria) ise yazarlık hayalini satmanın, buna karşılık sistemle uzlaşmanın ve teslim olmanın pişmanlığını yaşamaktadır.

‘Havana’ya Dönüş’ geceden sabaha itirafların havada uçuştuğu çok başarılı senaryosu ve her biri mükemmel oyuncularının yorumuyla hüzünle izlenen bir hesaplaşma deneyimi. Görüntü yönetmeni Diego Dussuel alacakaranlıktan şafağa yıpranmış karakterlerin yorgun bakışlarındaki hayal kırıklığının izini sürüyor. Yönetmen Cantet bir tiyatro oyununu anımsatan anlatısını ince ayrıntılarla süslemesini biliyor. Terastaki ateşli tartışmalara avluda boğazlanan domuzun çığlıkları, komşu kavgalarının gürültüsü, Industriales’in 6-2 kazandığı beyzbol maçının aşağı caddeden yankıları, avluda ip atlayan kız, çamaşır asan annesi ya da köpek gibi yalnızlık çektiğini haykıran Amadeo’nun aşağı balkonda saçını tarayan genç kadına bakışı gibi enstantaneler eşlik ediyor.

(08 Mart 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

İntihar: Ölümün Kısadevresi

Mısırlı mumyanın geri dönmesi mitiyle (ölümü bir ıslah yolu), Trelkovsky hastanedeki Simone Choule’un sargılı halini benzetiyor. Kilisede ölünün bozulacağı vaazına karşın mumyalama ölünün bozulmamasını sağlar. Temiz ölüm, hastaneye bu mumyalama şeklinin yansıması gibidir. İntiharı yani ölümün konforsuz yolunu hastane ıslah edebilir mi?

Roman Polanski’nin “Apartman” üçlemesinin son filmi olan “Kiracı”da (The Tenant) yine üçlemenin diğer filmlerinde de olan iyinin ve kötünün karşı karşıya gelişini izleriz. Simone Choule adındaki kadın dairesinin penceresinden apartman boşluğuna atlayarak intihar etmiştir. Ardından onun hakkında hep aynı yorumu duyarız: “Bir gece önce iyiydi” veya “Bir anlık bunalım yüzünden” vs. Yani her risk yok sayılır, hayatımız sanki hiçbir riskin geçerli olmadığı bir yermiş gibi…

Ardından Polonya’dan Fransa’ya yerleşmiş, bekar bir memur olan Trelkovsky daireyi tutmak için apartmana gider. Orada dairenin asıl kiracısının yani Choule’un intiharı anlatılır ve şu anda hastanede yatmakta olduğu söylenir. Choule ölürse daireyi kiralayabilecektir. Bunun için Trelkovsky hastaneyi ziyaret eder ve Choule’un ölüm haberini beklemeye başlar. Choule tüm bedeni sargılı halde bir çığlık atar, besbelli ki çok acı çekmektedir ve ölümü yaklaşmıştır. Birinin ölüm haberini beklemek kötü hissettirmiştir. O esnada Choule’un bir arkadaşı olan Stella’yla hastanede karşılaşır ve üzüntüsünü yatıştırmak için bir şeyler içmeyi teklif eder, ardından sinemada yakınlaşırlar. Bu yeni, güzel şeylerin başlangıcı gibi hissettirir Trelkovsky’e.

Trelkovsky Choule öldükten sonra evine yerleşerek kötü, hatta şeytani bir şey yaptığını düşünür. Kilisedeki cenaze töreninde Choule’un hastanede İsa gibi çok fazla acı çekerek öldüğünü düşünür ve kendini kiliseden dışarı atar.

İntihar düşüncesi Trelkovsky’nin kabul edemediği bir şeydir. Nihayet konforsuz bir ölüm tercihi olarak özgür insanlardan sizi ayırır ve o korkunç geri dönüş mitini işe katar. Özgür olmayan insanlar, canlanarak değil bizzat ölü halde geri dönerek bize öfkelenirler. Yani ölümün ait olmadığı bir diyara modern dünyanın içine geleneksel bir biçimde dönüşü…

Bizler yerlilerin geleneklerinin yerine bir inkar şekli olan “televizyon”u yerleştirerek (çünkü TV.de ölen biri ertesi gün ölmekten cayarak işine gidebilir) ölümü ve hayaletleri uzaklaştırmaya çalışırız, buna tahammül edebiliriz hayatımızda.

Trelkovsky’nin yaşadığı apartman bu hayaletlerin geri döndüğü ve yerleştiği bir yer. Arkadaşının apartmanı ise böyle değil. Trelkovsky’nin apartmanında ondan sürekli iyilikler beklenir, kurallara uyması şart koşulur. Karşısına bir komşusu sakat kızını çıkartarak ondan iyilik bekler. Ancak modern hayatta iyiliğin mutlak kötülük (sefalet, açlık, ölüm, sakatlık vs,) getireceği söylenerek kötülük en azından çekici kılınır ve yeryüzü cenneti böyle kurulur. Trelkovsky’nin hayatı giderek sefil ve fakirleşir ancak diğer arkadaşlarının evleri cennettir. Kapı sürekli çalınıyor, konfor neredeyse yok, hatta evde bir tuvalet bile yok! (Tuvalet koridorun öbür ucundaki ortak yer).

Filmde tuvaletin modern hayatımıza hayaletlerin geri dönüş yaptıkları bir yer olması fikri tuvalet deliğinden geri dönen “bok”a benziyor. Modernliğin sorunu “bok”tur.

Ama biri bizim için iyilik ettiyse (Choule’un hastanede acı çekerek ölmesi) bizim de “iyi” olmamız gerekebilir mi? Yani konfordan ve özgürlükten vazgeçmemiz? Ya evimizi bok basarsa? Etraftaki tüm özgür insanlar bizden bunu mu beklemektedir yoksa?

Mesela komşularımız… Bet suratlı komşular yerine Trelkovsky’nin komşusu güzel Stella olsaydı… Burada Trelkovsky şu soruyu sorar: “Bir kişi hangi noktada olduğunu bildiğini kişi olmayı bırakır?” İyi ben ve kötü ben. Geceleri Choule’un elbiselerini giyerek kadın olan ve gündüzleri kötü bir insan gibi tepkiler veren Trelkovsky. Bu esnada bir gece dişini sökerek acı çekmeyi ve kanlı ölümü simgeleştirir.

Bir insan tuvalete her daim bu kadar uzak olabilir mi, bu en başta Trelkovsky’nin sorusuydu ev sahibine. Fakat “Bir insan ölüme bu kadar uzak olabilir mi” şeklinde değişir bu soru. (İntihar düşüncesine iyice kapılan Trelkovsky tuvaletten tam karşıdaki evinin penceresine baktığında kendini görür.) Tuvaleti bir şekilde ıslah ederek evimize soktuk, ya ölümü nasıl ıslah ederiz ve evimize sokarız?

Filmin sonunda Trelkovsky penceresinden kendini iki defa atarak intihar eder ve şöyle der: “Siz temiz ölüm istemiştiniz ama ben size kanlı ölüm göstereceğim”.

Kiracı (La Locataire)
Yönetmen: Roman Polanski
Yazar: Roland Topor (roman), Gérard Brach.
Cast: Roman Polanski (Trelkovsky), Isabelle Adjani (Stella)
1976, Fransa.

(07 Mart 2015)

Oğulcan Bakiler

Ölüm Bizi Ayırıncaya Dek

Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olur. Gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanır. Arjantinli genç sinemacı Damian Szifron’un dilimize ‘Vahşi Hikayeler’ adıyla çevirebileceğimiz üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ işte buna kafa yoruyor. Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi gören, son olarak en iyi yabancı film kategorisinde Oscar’larda yarışan bu çizgi dışı çalışma ‘Asabiyim Ben’ adıyla bizde de gösterime giriyor.

Szifron’un filmi aslında asabiyetin çok ötesinde, beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküyü barındırıyor. Bir zamanlar İtalyan sinemasında çok gözde bir tür olan kısa skeçlerden oluşmuş yapımın gerçeküstünün sınırlarını zorlayan kapkara hikâyeleri vahşi olduğu denli komik. Çağdaş Arjantin toplumundaki yolsuzluk ve yozlaşma saptamaları bir o kadar evrensel.

Prolog niteliğindeki ‘Pasternak’ aynı adı taşıyan ezik uçak görevlisinin hayatını olumsuz etkilemiş tüm figürleri bir araya topladığı yolcu uçağındaki şaşırtıcı intikamı üzerine ‘Alacakaranlık Kuşağı’ tadında bir hikâye.

‘Fareler’ (Las Ratas) ailesinin mahvına sebep olmuş tefeci gangsterle yıllar sonra garsonluk yaptığı ücra restoranda karşılaşan genç kadının depreşen intikam duygularının vardığı noktayı sergiliyor.

‘Kim Daha Güçlü’ (El Mas Fuerte) başlıklı üçüncü öykü Steven Spielberg etkisi taşıyor. Szifron’un hayranlığını gizlemediği Amerikalı sinemacının televizyon için çektiği ilk yönetmenlik denemesi 1971 yapımı ‘The Duel’de olduğu gibi otoyolda geçen bir ölüm düellosu resmedilen. Bu defa son model Audi’sini altına çekmiş şehir züppesi ile külüstür Peugeot’su tekleyen magandanın kapışmasını izliyoruz. Eşitsizlikten doğan şiddet öylesine büyüyor ki katletmek bir tutkuya dönüşüyor.

Arjantinli gözde oyuncu Ricardo Darin’in oynadığı karakterden adını alan ‘Bombacı’da (Bombita) laf dinlemez bürokrasiye kızgınlığını dinamit gibi patlatan mühendisin absürd serüvenine tanık oluyoruz.

‘Teklif’ (La Propuesta) adını taşını taşıyan kısa öykü bizler için hayli tanıdık. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Üç Maymun’una da konu olmuş başkasının suçunu üstlenme hikâyesi Yılmaz Güney’in 1971 yapımı ‘Baba’ filminden esinler taşıyor. Varlıklı ailenin iyi eğitimli oğlu hamile bir kadına arabasıyla çarpıyor ve kaza mahallinden kaçıyor. Babanın avukatı evin emektarına iki çocuğunun geleceğini garanti altına alacağı yüklü bir para karşılığı cinayeti üstlenmesini teklif ediyor. Buraya kadar çok tanıdık olan gelişmeler olaya karışan savcı ve ikna etmek zorunda olduğu polis müdürü ve diğer görevliler, uyanık avukat ve hatta mazlum gözüken bekçinin cazip rüşvet kazanından daha fazla pay elde etme çabalarıyla trajikomik bir hal almaya başlıyor.

Adını başlığa aldığımız son hikâye (Hasta Que La Muerte Nos Separe) bu yaman filmin belki de en nadide parçası. Bir düğünü anlatıyor bu son bölüm. Hiçbir masraftan kaçınılmadan organize edilmiş bu dillere destan tören gelinin damadın iş arkadaşıyla ilişkisi olduğunu öğrenmesiyle kabusa dönüşüyor. Ani bir öfke patlamasıyla ortaya çıkan beklenmedik yüzleşmede sahte ilişkiler, yalancı gülüşler kanlı bir arbedeye meze oluyor.

Soykırımdan kurtulmuş Polonya asıllı Musevi bir ailenin ferdi olan Szifron son öyküsünün kargaşa ortamını aşinası olduğu bir Yahudi düğününe taşımış. Geleneksel Klezmer müziği ve dansların enerjisi ile söz konusu cemaatin kontrolden çıkmış izlenimi veren çılgın düğün adetleri bu uçuk öyküye çok uygun bir mizansen imkanı sağlamış.

Şaşkınlıkla, kimi zaman dehşetle fakat her daim kahkalarla izlenen, güleriz ağlanacak halimize dedirten, çağdaş toplumlardaki eşitsizlik, yozlaşmış kamu düzeni ve insan ilişkilerine alaycı bir gözle bakan bu filmi kaçırmayın. Arjantinli genç yeteneğin geniş hayran kitlesi kazandığı Hollywood kazanında kişiliğini kaybetmemesini dileyerek yazımızı noktalayalım.

(05 Mart 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Keskin Nişancı’nın Gözden Kaçırdıkları

Clint Eastwood’un son dönem filmografisi içinde hayli düşük bir seviyeye işaret eden yeni filmi Keskin Nişancı, ana akım sinemanın propaganda ile işbirliğine eklemlenen yeni bir halka olarak da dikkat çekiyor.

Bilindiği gibi yedinci sanatın kitlesel örneklerinin belli bir anlayışa / ideolojiye / sisteme “taraf” olmasının tarihi çok eskilere gidiyor. Griffith’in ırkçılıktan sabıkalı başyapıtı Bir Ulusun Doğuşu’ndan ya da sessiz sinemanın erken dönemlerine damgasını vuran “beyaz öncü kovboy – vahşi kızılderili” filmlerinden başlamak üzere, Hollywood’un öne çıkan kimi örnekleri, biraz da siyasal dönemlerin / eğilimlerin takipçisi oluyor. Bunun popüler örnekleri arasında, Frank Capra’nın “güleryüzlü” filmleri aracılığıyla Roosvelt’in Yeni Düzen’ine sağlanan destek akla getirilebilir. 2. Dünya Savaşı sırasında tarafsız ABD’yi cepheye çağıran ve dönemine göre “elzem” bir ihtiyacı karşılayarak “altyapı oluşturan filmler” de öyle.

Sovyet ittifakının zorunlu olduğu 40’ların ilk yarısında komünizmi keşfeden Hollywood’un, takvimlerin Soğuk Savaş’a işaret ettiği günlerde “çark ederek” yeni düşmana işaret etmesinin trajikomik örnekleri tarih sayfalarında yer almaktadır.

Belli bir olgunun yanında veya tam karşısında yer alarak kitleyi yönlendirme çabalarının modern dönemlerdeki bilinen örnekleri, geç 70’ler ve 80’li yıllarda daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Bu süreçte, yükselen feminist harekete kuşkucu yaklaşım, sınırlarını “kutsal aile” kavramının çizdiği Kramer Kramer’e Karşı ve Sıradan İnsanlar gibi filmlerde kendisini gösterir ve ödüle boğulurken, birkaç yıl sonra Öldüren Cazibe gibi filmlerle kendi karikatürünü yaratma noktasına gelecektir.

Şiddet karşıtı söylemi ele alan ve “meşru müdafaa” savını öne çıkaran Kurtuluş ve Köpekler gibi filmlerin İlk Kan’ın önünü açması ise yeni bir yönelime de işaret eder: John Rambo, ilk filmin finalinde karşımıza çıkan efsanevi tiradında Vietnam’ın kaybedilmediğini haykırmakta ve ülkeye döndüğünde barış gösterisi yapanları nefretle hatırlamaktadır. Bu durum, yakın sayılabilecek dönemlerde sinema-propaganda ilişkisine verilebilecek en uç örneklerdendir. Thatcher-Reagan Yeni Sağ’ının sloganlarını şiar edinen bir kısım sinemacı, bizlere propaganda filmlerinin Aşil Topuğu’nu da gösterirler: Amaca giden yolda mantık aranmaz ve eskisini unutturmak adına tarih yeni baştan yazılabilir.

Yazımıza gerekçe olan Keskin Nişancı’nın yönetmeni Eastwood da altını çizmeye çalıştığımız dönemin önde gelen kahramanları arasında yer almaktadır. Oyuncunun Kirli Harry’deki performansının “sorunu kendi yöntemleriyle çözmeye çalışan bireyci kanun adamları”nın etkili örnekleri arasında yer aldığını daha önce başka bir yazıda söylemiştik; ancak namlusunu suçlu bir siyahın kafasına dayayarak onunla Rus ruleti oynayan Harry’nin, 60’ların ırk ayrımına karşı koyan muhalefetine yanıt verdiği tespitimizin altını çizelim.

…..

İnişli çıkışlı filmografisi, –Kanundışı Josey Wales’i (1976) unutmadan- Affedilmeyen ile başarılı bir rotaya oturan yönetmen Eastwood; Gizemli Nehir, Gran Torino, Atalarımızın Bayrakları gibi filmlerinin ardından, “en liberal muhafazakar” mitosunu yerle bir etme ve (aralarında bu satırların yazarı da olmak üzere) hayranlarının önemli bir bölümünü üzme pahasına, karşımıza Keskin Nişancı ile çıktı.

İşe, kendi iç kamuoyunda dahi meşruiyeti sağlanamamış ABD’nin Ortadoğu politikalarını fon alan bir filmle girişen yönetmen, her ne kadar biyografik bir romanı arkaplanına alsa da, maça fazlasıyla yenik başlıyor. Öyle ki; Eastwood’un “kahramanını” seyirciye sempatik gösterme gibi bir kaygı gütmeme hamlelerinin daha ilk anlarda yara aldığını söyleyebiliriz. Babanın aileyi savunma adına şiddeti olumlamasının, gelecekte devletin bekaasını koruma amacıyla yola çıkan Kyle’a çıkış olması bir yana, ana karakterin kovboy kökenlerine vurgu yapılması, John Ford’un 40’lı yıllardaki westernlerinden bu yana görmeye alışık olmadığımız bir ilkelliğe işaret etmekte. Duygularından sıyrılmış ve herşeyi “görev icabı” yapan ana karakterin, öldürdüğü “teröristlere” değil, kurtaramadığı askerlere üzüldüğü masallarını bir kenara bırakınca, Kyle’ı anlayabilmek, aile içi ilişkilerini irdelemekle mümkün olabiliyor; ancak başlangıçtaki yetiştirilme faciası dışında, karısının ele alınışındaki senaryo zaafları bu konuda da soru işaretlerini gidermiyor. Eşiyle tanışması ve “kutsal aileye” olan inancıyla birlikte bile ele alınsa, Rambo’dan bile daha antipatik bir karakter olan Kyle’ın, eline silah alan çocuğa beslediği duygunun, öncülünün savaşa yaklaşımından daha samimiyetsiz olduğu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sıklıkla yazılıp çizildiği üzere, savaş sahnelerinde belli ölçüde gerçeklik duygusunu yakalayan ve zanaatsal olarak “çıtayı yoklayan” yönetmenin, bunca düzeyli filmin ardından böylesi bir yola kanalize olması ise gerçekten merak uyandırıcı.

Son yılların düzeyi en düşük propaganda filminin, herşeye rağmen işaret ettiği olgular da var sanırım: Bu tür filmlerin, Teksaslı / Arizonalı bir çiftçinin gözlerinden izlenmesi yedinci sanatın, kitleleri etkileme gücünü bir kez daha kanıtlaması bakımından önemli görünüyor. (Tarihten benzer bir örnek, Naziler döneminde, başta “Yahudi Süss” olmak üzere, çekilen onlarca film için de verilebilir.) Tabii bu tabloya, filmde “terörist” ilan edilen insanların, başka -ve çok daha yaygın bir bakışa göre- “vatansever” olarak da nitelendirilebileceği gerçeğini de eklemek gerekir.

Hepsi bir yana, Eastwood ve Keskin Nişancı’nın gözden kaçırdığı en temel bakış, böylesi sübjektif yorumların, tarihsel süreç içinde yerli yerine konacağıdır. John Ford’a Cheyenne Autumn filmini yaptıran da, Clint’e Gizemli Nehir’de Boston’un varoşlarındaki işçilerin hayatına nesnel bir bakış attıran da böylesi bir iradedir.

(02 Mart 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Nefes Aldıkça Umut Vardır

‘Her Şeyin Teorisi / The Theory of Everything’ çağımızın cesaret ve mücadele sembolü haline gelmiş ünlü İngiliz fizikçi, evrenbilimci, astronom, teorisyen ve yazar Stephen Hawking’in yaşam öyküsü üzerine etkileyici bir deneme.

Henüz 21 yaşındayken kısaca ALS olarak bilinen ‘motor nöron hastalığı’na yakalanan Hawking doktorların kendisine yalnızca iki yıllık bir ömür biçmelerine rağmen yaşam mücadelesini ve bilimsel araştırmalarını günümüze kadar sürdürmeye devam edecektir.

ALS beyindeki hücreleri yok eden aşamalı bir sinirbilim rahatsızlığı. Motor nöronların zamanla yüzde seksenini yok ederek sinir sistemini felç ediyor. Buna bağlı olarak konuşma, hareket etme, yürüme, nefes alma, yutma faaliyetleri için gereken kas sinyalleri aşama aşama bozuluyor. Kas erimesi sonucunda er ya da geç iradi hareketlerin kontrol yeteneği tamamen kaybolma noktasına geliyor ancak hastalık beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmuyor.

Bu eziyetli süreçte yalnız değil Hawking. Hastalığının ortaya çıkışından kısa bir süre önce tanıştığı kız arkadaşı Jane çileli serüvende kendisinden desteğini esirgemiyor. Evleniyorlar, çocukları oluyor ve adım adım gelen büyük yenilgiyi birlikte zafere çevirmenin yolunu araştırıyorlar.

Adını Hawking’in hayatı boyunca izini sürdüğü ‘evrendeki her şeyi açıklayabilecek tek bir birleştirici denklem’den alan filmin öykülediği yaklaşık otuz yıllık süreç boyunca çalışmalarını sürdüren İngiliz bilim adamı 1985 yılından bu yana sesini de yitirmiş olduğundan, tekerlekli sandalyesinde yerleştirilmiş yazıları sese dönüştürebilen bilgisayarı sayesinde çevresindekilerle iletişimini sürdürmekte.

Eşi Jane’in kaleme aldığı ‘Sonsuza Yolculuk: Stephen ile Hayatım / Travelling to Infinity: My Life with Stephen’ adlı kitabın kaynaklık ettiği ve İngiliz yönetmen James Marsh tarafından yönetilen film, klasik biyografiler kulvarını harfi harfiyen takip etmesine rağmen ele aldığı kişilikten kaynaklanan bir cazibesi olduğu kesin. Duygu sömürüsüne iltifat etmeyen bu mütevazı filmi merak edilir kılan en baskın neden ise çizgi dışı bilim adamını canlandıran Eddie Redmayne’in son olarak Oscar ödülüyle de taçlandırılan üstün yorumu.

Sefiller müzikalinin beyazperde versiyonunda ‘Marius’ rolünde izlemiş olduğumuz aktör ikincil rollerin ardından gelen müthiş Hawking yorumuyla sinemaseverler kadar bilim adamını da etkilemiş. Hawking filmi izledikten sonra yönetmen Marsh’a gönderdiği e-posta’da filmi izlerken ekranda kendisini gördüğünü zannettiği anlar olduğundan sözetmiş.

Başlıkta yer alan tümce ise Stephen Hawking’in ‘Zamanın Kısa Tarihi / A Brief History of Time’ adlı kitabının 10 milyon üzerinde satış grafiğine ulaştığı dönemde ABD’de yaptığı konuşmadan. 1963’de sadece iki yıl olarak biçilmiş ömrünü nefes kesici bir mücadeleyle sürdüren Hawking bugün 73 yaşında. Zihni pırıl pırıl. Kuantum teorisinden, kara deliklerden geldiği noktada araştırmalarını sürdürmeye devam ediyor. Dünyamızın geleceği için kehaneti ise hiç parlak değil. 200 yıldan az bir süre içinde dünyadaki yaşamın sonlanacağını ve acilen uzayda yeni yaşam alanlarına açılma gerekliliğini vurgulayan Hawking böylelikle son dönemin ses getiren yapımlarından ‘Yıldızlararası / Interstallar’a da göz kırpmış oluyor.

(01 Mart 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Birdman ya da Aktörün Varolma Savaşı

Alejandro Gonzalez Inarritu’nun ödül mevsiminin gözdesi olan son filmi ‘Birdman’ yitik kuşağın önemli yazarlarından Raymond Carver’ın ‘Late Fragment’ adlı kısa şiiri ile açılıyor. Şair şöyle diyor: ‘Peki hayattan istediğini aldın mı bari? / Aldım evet / Peki ne istemiştin? / Bu dünyada sevilmek ve sevildiğimi hissetmek’. Meksikalı asıllı yönetmenin ana karakteri yaşlanmakta olan aktör Riggan Thomson’un da tek istediği eskiden olduğu gibi seyirciden takdir görmektir. Oysa 90’lı yıllar aksiyonlarının yıldız oyuncusunun şaşaalı günleri gerilerde kalmış, beyazlanmış sakalı ve kaybettiği saçlarıyla eskinin fırtına ‘Kuş Adam’ı gözden düşmüştür.

Thomson var olduğunu kanıtlamak üzere sahnelere dönme çabası içine girer. Broadway’in gözde tiyatro salonlarından birinde (ünlü St. James Tiyatrosu’nun dış mekânları kullanılmış) Carver’ın kısa öyküsünden uyarladığı oyunu sahnelemek üzeredir. Lise yıllarında rol aldığı bir temsili izleyen yazarın ‘bu sahici yorumun için teşekkür ederim’ notunu hâlâ saklayan aktör ‘Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz’ (What We Talk About When We Talk About Love) adlı hikâyenin ana karakterlerinden Terri’nin çılgın aşığını da bizzat kendi oynamaktadır. Oyunun ön temsilleri başlamak üzeredir ancak prodüksiyonun maliyeti bütçeyi aşmış durumdadır ve yönetmen oyuncumuz Mel McGinnis karakterini üstlenen oyuncusundan memnun değildir.

Geçmişiyle hesaplaşmayı hayali Birdman karakterinin iç sesi ve daha sonra perdede beliren görüntüsüyle sürdürür Thomson. Bu hesaplaşmaya asistanlığını yapan sorunlu kızı, eski eşi, sahnede saldırganlaşan metod oyuncusu genç aktör, popüler sinema oyuncularına nefretle yaklaşan tiyatro eleştirmeni ve sahne dünyasının diğer figürleriyle olan çatışması eklenecektir.

Inarritu’nun önceki filmlerinin trajik tonundan hayli uzak bir yapıda olan bu son çalışması çağdaş Amerikan şov dünyası üzerine hınzır bir taşlama. Bir dönem Batman serisiyle ünlenmiş Michael Keaton’un aktör eskisini canlandırması hoş tesadüflerden sadece birisi. Biçimsel olarak da farklı bir yol izleyen Meksikalı yönetmen filmini uzun plan sekanslar halinde çekmiş, başlangıç ve final bölümlerindeki bazı çekimler haricinde kurgu marifetiyle tek plan süsü vermiş anlatısına. ‘Gravity’nin başarılı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin bu konudaki ustalığı ve başta Keaton olmak üzere metod oyuncusunda Edward Norton, kızını oynayan Emma Stone ya da Broadway’de ilk deneyimini yaşayan aktris yorumunda Naomi Watts gibi oyuncularının çabası yönetmenin önemli silahları olmuş bu serüvende.

Lubezki’nin kamerası tiyatro sahnesi ve kulisin dar koridorlarından Times Meydan’ına, oradan gökyüzüne bale adımlarıyla süzülürken Inarritu bu gürültülü, rekabetçi, ışıltılı evreni alaycı gözlerle izliyor. Karakterleri arasında taraf tutmuyor. Kimi zaman yaşlanmakta olan aktörle, kimi zaman ruhsal sorunlarıyla cebelleşen ihmal edilmiş kızıyla, yaralı oyuncularıyla, çağdaş Hollywood’un kan ve aksiyonla kutsanmış süperkahraman hikâyelerine nefretini kusan New York Times tiyatro eleştirmeniyle empati kuruyor. Sanat nedir, ticaret nedir bunları tartışmaya açıyor. Hem bir sanat hem ABD’nin en büyük endüstrilerinden biri olan, kişisel bir ifade aracı olmanın yanı sıra yığınların vazgeçilmez eğlencesi olarak kabul edilen sinemanın ikilemi üzerine tartışma açıyor. Oyunun sıkı kuralları içinde sanat yapıtı üretmenin zorluklarını gündeme getiriyor. Tüm bunları başta da ifade ettiğimiz gibi gülen bir yüzle yapıyor bu defa.

Sinemasal özelliklerinin yanı sıra Raymond Carver’ı gündeme getirdiği için de önemsediğimiz bir film ‘Birdman’. Yazarın filme konu olan kısa hikâyesinin de yer aldığı iki kitabının bizde Can Yayınları’ndan Ayça Sabuncuoğlu’nun özenli çevirisiyle yayımlandığını buradan duyuralım. Filmin afişlerde yer alan ve dilimize ‘Cahilliğin Umulmayan Erdemi’ (The Unexpected Virtue of Ignorance) olarak çevrilen ikinci ismini Thomson’un oyunun finalinde sahne üzerindeki hınzır numarasını ‘üstün gerçekçilik’ olarak adlandıran kadın eleştirmenin yazısının başlığından aldığını not olarak düşelim. Buradan yola çıkarak ışıltılı şov dünyasının hınzır gerçekçi bir taşlaması olan ‘Birdman’i sinemaseverlere tavsiye edelim.

(25 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Anne ve Özgürlük

Son filmi ‘Mommy’ ile sinemalarımızı ziyaret eden Xavier Dolan’ın gençlik enerjisinden etkilenmemek mümkün değil. Kanadalı gencecik sinemacı 2008 yılında ilk filmini çektiğinde 19 yaşındadır. ‘Annemi Öldürdüm / J’ai Tué Ma Mère’ adını taşıyan bu otobiyografik deneme yönetmenin 15 – 16 yaşlarını sıcağı sıcağına kaleme aldığı ilk çalışmasıdır. Başrolde bizzat kendisinin yer aldığı terapi nitelindeki bu ilk film, genç Hubert’in ergenlik acıları, mesafeli annesiyle yolunda gitmeyen ilişkisi ve eşcinselliği ortaya çıktığında yatılı bir okula gönderilişinin hikâyesini şaşırtıcı bir beceriyle aktarır. Klasik ödipal rüzgârların estiği bu ana oğul ilişkisinde aşk ve nefret, şiddet ile duygusallık yan yanadır. Anneye olan derin aşkı Guy de Maupassant’ın sözcükleriyle dillendirir Dolan: ‘Biz annemizi tanımadan severiz, bunun ne denli derin bir sevgi olduğunu son hoşçakalda idrak ederiz’.

Daha sonra çektiği üç filmiyle stilini geliştiren genç sinemacı ‘Mommy’ ile ilk filminin sularına dönüyor, ergen yaşta delikanlı ile annesinin hikâyesine kaldığı yerden devam ediyor. Değişmez oyuncusu ve hayal perisi Anne Dorval bir kez daha anne rolünde ama bu defa baskıcı olmayan daha sevecen ve özgürlükçü bir kadın. Dikkat bozukluğu ve hiperaktivite tanısı konmuş 15 yaşındaki oğlunu yönetmenin yeni keşfi Antoine – Olivier Pilon çok başarılı bir yorumla canlandırıyor.

‘Mommy’ yerinde duramayan Steve’in ruhunun ve bedeninin uzantısı haline gelmiş enerji patlaması halinde yol alıyor. Oğlunun sağlık sorunları bir yana parasal olarak da zor durumda bulunan orta alt sınıftan annenin ve kabına sığamayan oğulun sıkışmışlığını çok yerinde bir buluşla 1:1 kare format tercihiyle perdeye yansıtmayı tercih eden Dolan, ana ile oğulun hareketli dünyasına depresif komşu kadının katılmasıyla üç kişilik alternatif bir aile inşa ediyor. Geçirdiği bunalım sonucu iki yıldır konuşma güçlüğü çeken (yönetmenin bir diğer gözde oyuncusu Suzanne Clément’ın canlandırdığı) Kyla eşi ve kızıyla kuramadığı iletişimi kuruyor komşu evde. Üçlünün birlikte yaşamın tadını çıkardığı bir bölümde Steve elleriyle rasyoyu büyütüyor ve nadir sorunsuz anları geniş ekran izlemeye başlıyoruz. Ortaya çıkan dertlerle rasyo yeniden küçülüyor ancak küçük ailemiz kendilerine nefes alacak alanlar açmada umutlarını yitirmiyor.

Mommy aşk ve onun getirdikleri üzerine bir film. Genç oğulun annesine ve kendisi üzerinde beklenmedik bir otorite kuracak (bir nevi baba rolünü üstlenecek) komşu kadına cinsel imalarından daha öne çıkıyor Steve’in sevgiye olan gereksinimi. Anne Diane aralarındaki ilişkiyi oğluna şöyle açıklıyor filmin bir yerinde: ‘Anneler oğullarını sevmeyi hiç bırakmaz. Bundan sonra tek ihtimal seni daha çok sevecek olmam’ diyor ve ilave ediyor ‘ancak sen beni giderek daha az seveceksin, doğal düzen böyle işliyor. Belki birgün beni sevmeyi bırakabirsin ama sen hep benim önceliğim olarak kalacaksın’.

‘Mommy’yi mutlaka izleyin. Senaryodan kurguya, müzik seçimine hatta kostüm tasarımına kadar filminde imzası olan Xavier Dolan’ın perdeden taşan enerjisini içinizde hissedin. François Truffaut’nun otobiyografik Antoine Doinel’inin 2010’lar versiyonu gencin özgürlük mücadelesine tanıklık edin. Dolan Fransız Yeni Dalga’sının gerçek bir mirasçısı. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde dedesi yaşındaki Jean – Luc Godard ile birlikte ödüllendirilmesi bu açıdan anlamlı.

(22 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Sinema, Propaganda ve Bıyık!

Nazilerin 1934 yılında Nurenberg’de düzenlediği ünlü kongrelerinin görüntülerinden oluşan “İradenin Zaferi / Triumph des Willens” (Yönetmen: Leni Riefenstahl, 1934), Hitler’in kente giriş görüntüleriyle açılır. Dev bayraklarla çevrelenmiş tören alanı, değişik ve özenle hazırlanmış kamera açılarıyla kutsanan otoritenin tek hakimi, dünyayı cehenneme çevirmeye kararlı asker portreleri ve bu ‘kara büyü’ye kapılmış geniş halk kitleleri, sonraki bölümlerde ayrıntılarıyla ele alınır.

Filmin ortalarına doğru; kısacık, saniyelerle ifade edilecek bir anda, kalabalığın arasında esmer bir çocuğa takılır gözlerimiz. Gözlerinin içi gülmektedir. Tarihin en büyük kasabı, yığınları selamlarken ellerini kaldırır ve Hitler’in bıyığını dudaklarının üzerine kondurur. Lideriyle özdeşleşmiş, “biz” olmuştur artık! Hayranlığın itaat ile bütünleşmesinin kusursuz anlatımı, -şayet varsa böyle birşey- faşist estetiğin doruk noktası!

Ne zaman sinemanın propaganda ile ilişkisinden söz açılsa, hep bu sahneyi düşünmüşümdür. Binlerce sayfalık kitapların, saatler süren haber programlarının, iri puntolu gazete haberlerinin, etkileyici afişlerin ulaştırmak istediği mesaj, böyle usulca ve saniyeler içinde geçebiliyorsa kitlelere, sinema muhteşem olduğu kadar tehlikeli de bir sanattır!

Olayın özü bir “bıyıksa” eğer (!), bu filmden yaklaşık altı yıl sonra, başrolünde bir başka bıyığın yer aldığı “Büyük Diktatör / The Great Dictator” gösterime girer (Yönetmen: Charlie Chaplin, 1940). Alexander Korda’nın verdiği ilhamla yola koyulan Chaplin, döneminin koşullarında son derece riskli olan projesinin daha ilk adımında engellemelerle karşılaşır. Bu engellemelerin ‘tarafsız’ Amerika bir yana, okyanus ötesinden, örneğin İngiltere’den gelmesi hayli ilginçtir. Buna karşın, ‘kötü bir taklidi’ olarak nitelendirdiği Hitler’i avucunun içine alan ‘serseri’, Almanların İngiltere’ye savaş açmasının ardından tüm dünyanın merakla beklediği filmini New York’ta seyircinin beğenisine sunar.

“Büyük Diktatör”, Amerikan kamuoyunun Nazilerle ilgili gerçekleri algılama sürecinin en önemli halkalarından biri olarak nitelendirilebilir. (HUAC’ın çekimler başlamadan hemen önce savurduğu tehditler ve McCarthy’ci bir senatörün filmi ‘savaş yanlısı’ olarak okuması sinema tarihinin trajikomik anlarından biri olarak tarihe geçmiştir.)

Döneminde kimi kalemşörler tarafından ‘çocuksu’ olarak değerlendirilen bu metin, Şarlo’nun Hitler görüntüsüyle, en çok da bıyığıyla dünyaya verdiği mesaj olmuştur. Formül bir kez daha işe yaramıştır sizin anlayacağınız!

. . .

Yelkenlerini sanal bir rüzgar ve ekonomik güçle şişiren, konjonktürden kaynaklı büyük iddialara sahip “Yeni Türkiye’nin (bir kısım!) Gişe Filmleri”nin en büyük eksiği budur işte! Hayır, elbette tek noksan Kara Murat’ın bıyığının bir kenara atılması değildir elbette. Yine de propaganda yapacağım derken, 70’lerin bıyıksız “Cemil”ini bile mumla aratan, yeteneksizliğini tehditle örtbas etmeye veya “gerçek politik görüşlerinin farklı olduğunu” izaha çalışan yönetmenlerin, “sakalımız / bıyığımız yok ki söz anlatalım!” deyişinden öğreneceği çok şey olduğu muhakkaktır.

Sözün özü, “bıyık deyip geçmemek gerekir” bazen.

(19 Şubat 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Kadın Sanatçının Kimlik Mücadelesi

Akrilik ya da yağlıboya ile yapılmış Keane tabloları 60’lı yıllar ABD popüler kültürünün gözde parçalarındandır. Kocaman iri gözleri hüzün yüklü küçük çocukları konu alan bu portre eserler dönemin sanat çevrelerinden pek itibar görmemiş olsa da müthiş bir pazarlama stratejisiyle geniş kitlelerin gözbebeği haline gelmiş, çoğaltılmış kopyaları orta sınıf evlerinin duvarlarını süslemiştir. Pop Art’ın efsanevi ismi Andy Warhol’un da takdirini kazanmış olan bu tabloların koleksiyoncularından olduğu bilinen yönetmen Tim Burton yapımcılığını da üstlendiği son filminde işte bu gözü yaşlı çocukların yaratıcısının gizemli hikâyesinin peşine düşüyor.

Bu hafta gösterime giren ‘Big Eyes / Büyük Gözler’in hikâyesi 1950’lerin sonlarında başlıyor. Savaş sonrası ABD ekonomisinin parlak yıllarıdır bunlar. Mükemmel zamanlardır ancak yalnızca beyaz erkekler için. Kadınlar hâlâ ikinci sınıf vatandaş konumundadır çünkü. Kızıyla birlikte küçük kasaba evinden ayrıldığında otomobilinin bagajındaki resimlerinden başka tek bir şeyi olmayan Margaret’in kendisine nefes aldırmayan kocasını terk etmesi gerçek bir cesaret örneğidir. Tablolarına yansıyan hüzün yüklü kocaman bakışların ruhuna açılan pencereler olduğunu ifade eden genç kadın kaçtığı büyük şehirde kendisine ve küçük kızına sahip çıkmayı vaadeden emlâkçı sokak ressamı Walter Keane’in boyunduruğu altına girer. Margaret’in tablolarındaki duygu yükü kısa süre içinde büyük bir taleple karşılaştığında, bir yanlış anlamayı fırsata çevirecek olan Walter karısının ortak soyadlarıyla imzaladığı portrelerin ressamı olarak tanıtır kendisini. Gerekçesi de hazırdır, ressamın erkek olması tabloların sanat çevrelerinde daha ciddiyetle ele alınmasını sağlayacaktır.

Genç kadın benliğinin bir parçası olarak gördüğü hüzünlü çocuklarına sahip çıkılmasından rahatsız olsa da kurulu düzenin bozulmaması adına sesini çıkarmaz. Günah çıkarmaya gittiği papaz bile ona evin reisinin erkek olduğunu ve kocasının kararlarına güvenmesini öğütlemektedir. Bugüne kadar ailesinin kızı, kocasının karısı, kızının annesi olarak varlığını sürdürmüş Margaret’in kimlik kaybının yarattığı şaşkınlıktan kurtulması ve hırsıza dur diyebilmesi zaman alacaktır.

Yetiştiği sıkıcı küçük kasabaların cilalı görünümü ardındaki tekinsizliğini resmeden karanlık filmleriyle haklı bir şöhrete erişmiş olan Tim Burton gerilim yüklü gerçek bir öyküyü ele aldığı son çalışmasında masalsı bir anlatımı tercih etmiş. Dönemin refah Amerika’sının parlak renklerini abartılı bir biçimde tuvaline taşıyan yönetmen, Margaret’in alışveriş yaptığı markette etrafındaki insanları kocaman gözlerle gördüğü sekans dışında ürkütücü gotik tavrını kocaman siyah gözlerin içine gizlemekle yetinmiş. Feminist hareket öncesinde kadın sorunları ya da sanat ve ticaret ilişkileri üzerine ilginç gözlemleri bulunan Burton’ın filmi Amy Adams’ın başarılı performansı, usta görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel’in çabası ve çok başarılı sanat yönetimi ile öne çıkıyor.

(19 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]