Kategori arşivi: Yazılar

2023’den Benim Seçtiklerim

Bir senenin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. 2023 yılı içinde izleyebildiklerim arasından seçtiğim geleneksel en iyiler listemi bir kez daha paylaşıyorum. Cannes ve Venedik’te büyük övgü toplayan ‘The Zone of Interest’ ve ‘Poor Things’ başta olmak üzere festivallerde yakalayamadığım ve henüz bizde vizyona girmemiş kimi filmler önümüzdeki yıl değerlendirilmek üzere listenin dışında tutulmuştur. (Not: Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayınlanmış yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz.)

1- KURU OTLAR ÜSTÜNE

Klasik Rus edebiyatı başyapıtlarının izinde bir roman filme dönüşmüş olan yapım, 197 dakikalık uzunluğuna karşın zamanın nasıl geçtiği fark edilmeden izleniyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan ödülle dönen son opusu kusursuz bir başyapıt. ‘Umut etme yorgunluğu’ üzerinden bu karamsar deneyim, Nuri Bilge’nin de dahil olduğu açık hesaplaşmayı daha da sarsıcı kılmış. (‘Umut Etmenin Yorgunluğu’ / 27.09.2023)

2- BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ / Anatomie d’Une Chute

Cannes Film Festivali’nin bu yılki galibi Altın Palmiyeli yapım önceki ilgiye değer filmleri bizde gösterilmemiş Justine Triet’nin dördüncü uzun metrajı. Film polisiye ve mahkeme dramalarının bildik klişelerine düşmeden, yaman bir senaryonun izinde bir ilişkinin çözülmesinin adım adım sahnelerken, filmin lokomotifi Sandra Hüller’in müthiş performansına şapka çıkarıyoruz. (‘Bir İlişkinin Anatomisi’ / 05.11.2023)

3- KIZIL GÖKYÜZÜ / Roter Himmel

Christian Petzold, Berlinale’den ödülle dönen elementler üçlemesinin ikinci ayağında ‘Ateş’ yaklaşmakta olan tehdidi, ekolojik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. Alman sinemacı dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söylerken, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkiyi tartışmaya açıyor. (‘Alevler Yaklaşırken’ / 27.11.2023)

4- KORKUYORUM / Beau Is Afraid

Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor’ doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin yaşadığı kara komik Amerikan kâbusu üzerine. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile sinemacı bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile besliyor. (‘Kara Komik bir Yolculuk’ / 09.06.2023)

5- ÇOCUK VE BALIKÇIL / Kimitachi Wa Dô Ka’

Hayao Miyazaki’nin 82. yaşının dönüş ve belki de vasiyet filmi, onun görkemli sinema kariyerinden değerli parçaların izini süreceğiniz, her izleyişte farklı şeyler keşfedeceğiniz tam bir sinema şöleni. Bilge usta durmadan dönen dünya misali hayal etmekten kendini alamıyor, barışı, dostluğu, doğayı yücelten şiirsel düşlerine dalmaktan başka yol bulamıyor bir kez daha. (‘İnsan Ne İçin Yaşar’ / 27.10.2023)

6- SUZUME

Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin büyülü mirasının varisi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Makato Shinka, Berlinale’de prömiyer yapan son animesinde klasik büyüme öyküsü ve romantik bir aşk hikâyesini bilimkurgunun sonsuz olanakları içinde harmanlarken, Japon ulusunun geçmiş travmalarını özgün bir serüven aracılığı ile neşter altına yatırıyor. (‘Bir Ulusun Yaralarını Sarmak’ / 26.05.2023)

7- DISCO BOY

Giacomo Abbruzzese imzalı çarpıcı bir ilk film. İtalyan yönetmenin sağlam bir politik mesaj taşıyan sömürgecilik ve militarizm karşıtı yapıtı, bir Apichatpong Weerasethakul filmini anımsatan düşsel girişinden başlayarak sinyallerini verdiği farklı bir duyusal evrenin kapılarını açıyor. Bu çizgi dışı yapımın Berlin’den ‘olağanüstü sanatsal katkı’ ödülü ile dönmüş olması hiç şaşırtıcı değil. (‘Efsunlu Bir İçsel Yolculuk’ / 11.07.2023)

8- SONSUZ SIR / The Eternal Daughter

Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının gotik hayalet öykülerinden beslenen çalışması, usta sinemacının ‘Hatırat / Souvenir’ üçlemesini tamamlayan son küçük mücevher. Muhteşem Tilda Swinton’ın çifte karakteri yorumladığı etkileyici bir oda filmi, annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyon. (‘Onay Bekleyen Kız Çocuğu’ / 06.09.2023)

9- GÜZEL BİR SABAH / Un Beau Matin

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile bağrımıza bastığımız Mia Hansen-Løve, Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş dedenin oğlu babasının yaşlılık hikâyesinde hayatını düşünmeye adamış felsefe profesörünün adım adım belleğinin yitirecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyişini perdeye taşımış. Hüzünlü ve tutkulu. (‘Geriye Aşk Kalacak’ / 21.09.2023)

10- GÜVENLİ BİR YER / Sigurno Mjesto

Şaşırtıcı bir ilk fim daha. Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun meta anlatısında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme farklı biçimsel arayışları ile sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir çalışma. (‘Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar’ / 14.09.2023)

11- SESSİZ KIZ / The Quiet Girl

Çocukluk ve ‘ebeveyn olmak’ üzerine çok önemli dersler içeren film çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış novellasından yola çıkmış. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip bu ilk kurgu çalışması unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benziyor. (‘Emanet Çocuk’ / 10.03.2023)

12- SAINT OMER

Fransız sinemasının yeni parlayan sinemacılarından Alice Diop imzasını taşıyan film 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak, bir duruşma sürecinde kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna devrolunan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüveriyor. Sakin görünümü altında nefes nefese izlenen yılın en iyilerinden. (‘Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı / 08.06.2023)

BONUS:

ÖRÜMCEK-ADAM: ÖRÜMCEK EVRENİNE GEÇİŞ / Spider-Man: Across The Spider-Verse

‘Bu sefer gerçekten farklı bir şey yapmışlar.’ Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış devam filmi alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zeka ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. (‘Örümcek Kulübüne Hoşgeldiniz’ / 01.06.2023)

(28 Aralık 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hata Yaparsan Kaybeder, Yaptırırsan Kazanırsın: Ferrari

İkinci Dünya Savaşının ardından, yanmış yıkılmış, dahası yenilmiş İtalya, yeniden ayağa kalkmanın yolunu sanayi hamlesinde görür. Hepimizin bildiği Fuat, Ferrari, Maserati, Lamborghini gibi dünya devleri o dönemin yatırımları ve ürünleridir.

Filmde, ilgi çeken, bizim ülkemizde, bırakın uygulamayı düşünülmesi bile epey güç olan bir vaaz var… Kilisedeki ayinde papaz, marangoz olan İsa’nın, bu yıllarda (1957) İtalya’da yaşasaydı, motorcu olacağını söylüyor. Gelişimi ve daha da önemlisi, ileri görüşlülüğü dile getiriyor. Darısı bizim ülkemizin din adamlarına ve yöneticilerine…

Enzo Ferrari (Adam Driver), Laura (Penelope Cruz) ile evli olmasına rağmen savaşta çocukları öldükten sonra bir başka kadından çocuk sahibi olmuştur. Zor günler yaşamaktadırlar. Ya batacak ya da çıkacaklardır; hisselerini elinde tutup yeni atılımlar yapmak isteyen Enzo’ya, Laura’nın şartları vardır.

Böylesi bir karmaşanın arasında, ülkenin, hatta dünyanın da gözünün üzerinde olduğu zorlu Mille Miglia yarışından başarıyla çıkmak zorunluluktur. Her patron gibi Enzo da kendi çıkarını düşünür, sürücülerinin canlarından önce. (Burada, filmin hayatın her alanına, her anına yönelik iletileri olduğunu; hiçbir şeyin birbirinden ayrı tutulamayacağını görüyoruz.)

Biyografi filmleri zordur; aslına bakarsanız romanları da öyle… Ancak resmi tarihe bakarak çok daha doğru ve güvenilirdir, birtakım gizleri içerse de… Hataları da, eksikleri de öğreniriz bu çerçevede. Hemen eklemem gereken bir şey, düzeltmesi yoktur burada dillendirilenlerin, siz yeni bir film (ya da kitap) ile kendi görüşünüzü bildirebilirsiniz.

Bir kitaptan uyarlanan Ferrari’de de benzer zorluklar var. Sadece bir dönem ele alınmış, öncesi ve sonrası yok. Enzo’nun hem erkek çocuk hem de fabrikasını/markasını koruma hırsı var. Bu hırs değil mi, zaten insanın başına dertler açan?

Etkili ve yenilikçi filmleriyle tanıdığımız Michael Mann, senaryoyu çok iyi işlemiş, görselliği dorukta bir film çıkartmış Ferrari ile. Sinemada oyunculuk “susları oynamakla” ölçülür. Gerek Cruz, gerekse Driver gerçekten çok başarılılar. Hele Cruz’un gözlerinin dolduğu o sahne, unutulmazlar arasında.

Savaşın yıkıntıları arasından çıkan…

Toplumsal ahlâk hepimizin yaşamında belirleyici… Kişi kendisi kadar mahalle baskısının da altında ezilir çoğu zaman. Burada Enzo, gayrimeşru oğlunu gizlemesi, ama öncesinde başarma hırsıyla öne çıkıyor. Sürücülerini de öyle, ölümüne motive ediyor. Hata yapmaktan çok (keskin dönüşlerde kazayı önlemek için frene basan sürücülerine kızıyor) hata yapmaya zorlarlarsa kazanabileceklerini söylüyor. Hatta eşlerine/yakınlarına birer mektup bırakmaları, belki de Enzo’nun ajitasyonlarından kaynaklanıyor. Laura ise yıllarını verdiği kocasının kendisine yaptıklarına sessiz kalmasa da ileriyi gördüğü için hep yardımcı oluyor. Erkek egemen dünyada kadının bu içtenliği bir kez daha göz alıcı.

22 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Korkut Akın Yazıyor: Barış, Hemen Barış, Hep Barış…: Nefes: Yer Eksi İki

Dağ çiçeği gelincik, nazlıdır… Rüzgâra, borana dayanır, salınsa da incecik boynunun üstünde direnir. Yağmurda da kopmaz yaprağı, güneşte de… Belki solar biraz ama inançla, mutlulukla, insanları ikna etmek istercesine güler gözlerinin içine. Ama belki de ilk kez kan metaforuyla birleştirilmiş ve bu çok, gerçekten de çok acı… “Nefes: Yer Eksi İki”, devletin bakış açısıyla alabildiğine hamaset yüklü, alabildiğine tek yönlü, alabildiğine hayatın … Devamı… »

Güzel Bir Gelecek Hayalle Başlar: Wonka

Sinema bilgilendirdiği kadar eğlendiren de bir sanat… Wonka, müthiş görselliği, insanı sarıp sarmalayan müziği, inanılmaz renkli sahne düzeni, hareketli setlerle hem mutlu ediyor hem de “bir umut” dedirtiyor.

Ronald Dahl’ın, Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın hemen öncesini, anlatan Paul King’in çektiği, Timothée Chalamet, Olivia Colman, Rowan Atkinson ve daha nice tanıdığımız oyuncunun bulunduğu Wonka, yeni yılı mutlu, umutlu, keyifli karşılamak için tasarlanmış. Hem drama hem müzikal hem de eğlence bir araya gelince, görsel bir şölen çıkıyor ortaya, tamam… ama hızına yetişmek için sizin de alabildiğine hızlı olmanız gerekiyor. Görüntünün şaşaasına dalınca müzikale dönüşen şarkı sözlerine yetişememek söz konusu. Bilmem, dublaj yapıldı mı şarkılara? Yoksa şarkı sözlerine takılmak yerine görselliğin mutluluğunu tam olarak çıkarmak en doğrusu.

Annesinin tariflerine biraz sihir katıp kentin tam da merkezinde bir çikolatacı olmak isteyen Wonka (Timothée Chalamet), doğal olarak kötü adamlarla karşılaşır. Kimler mi kötü adamlar? Tabii ki bir çete… Tüccarından polisine, din adamından otelcisine kadar hemen tüm yetkililer. Sahi, bu size bir ülkeyi anımsatmıyor mu? Bu soruyu hemen bir kenara bırakıp filmin keyfine dalmak istiyorum… Onların karşısında haksızlıklar nedeniyle dışlanmış insanlar dayanışma gösteren (bakın, burası çok önemli, dayanışma göstermek başarmanın ilk adımlarından) insanlar var. Tabii ki Wonka, onlarla birlikte olup o sihirli çikolatasını insanlara ulaştırıyor.

…dikkatinizi verin lütfen, bir küçük ipucu… oompa-loompa. Bu bir şarkı ve küçük bir adam söylüyor. Kim mi? Hugh Grant. Keyifle tempo tutacaksınız onunla birlikte.

Bu arada Wonka’nın sihirlerinin yanı sıra mucit olduğunu da görüyoruz… Arkadaşlarına zaman kazandıracak ilginç makineler icat ediyor. Laf aramızda, ikna kabiliyeti de çok yüksek. Sahi Timothée Chalamet gibi şirin birinin o görsel şölenin içinde ikna edemeyeceği biri (izleyici bile) çıkar mı? Bir de, filmden çıkarken ağzınızda çikolata olmayacak ama beyninizde çikolatanın verdiği o mutluluk duygusu sizi hiç bırakmayacak.

15 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(14 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Barış, Hemen Barış, Hep Barış…: Nefes: Yer Eksi İki

Dağ çiçeği gelincik, nazlıdır… Rüzgâra, borana dayanır, salınsa da incecik boynunun üstünde direnir. Yağmurda da kopmaz yaprağı, güneşte de… Belki solar biraz ama inançla, mutlulukla, insanları ikna etmek istercesine güler gözlerinin içine. Ama belki de ilk kez kan metaforuyla birleştirilmiş ve bu çok, gerçekten de çok acı…

“Nefes: Yer Eksi İki”, devletin bakış açısıyla alabildiğine hamaset yüklü, alabildiğine tek yönlü, alabildiğine hayatın gerçeklerinden uzak, ama güzel görüntüleri, tutarlı rejisiyle izleyicinin tercihi olacaktır. Yokluktan, yoksulluktan, barınma sorunlarından, açlıktan, eğitimsizlikten, sağlıktaki problemlerden uzak sadece karşısındakini “düşman” belleyen, belleten bir film. Aklıma, ilkokuldayken, hatırladığım kadarıyla “bize dağları, nehirleri öğrettiniz, ama o dağlarda nelerin nasıl yetiştiğini, ırmakların, göllerin kazandırdıklarını öğretmediniz” diyen şiir geldi. Niye bunca savaş? Gencecik insanlar neden ve niye ölüyor? Okul yerine karakol yapmaktan kimin kazancı var?

Ozan Uzunoğlu, Hakan Evrensel’in senaryosunu, tam da istenilen gibi, sadece kahramanlık ve milliyetçi duyguları kabartarak çekmiş. Filmi izlerken aklıma Yavuz Turgul’un, o ünlü filmi, “Av Mevsimi”nde, kadim oyuncusu Şener Şen’in canlandırdığı polis komiserinin ekibine söylediği, “Bakış açınızı değiştirin” sözü takıldı. Sahi, bakış açımızı değiştirsek de analar ağlamasa, yavuklular birbirlerini kucaklayabilse, ocaklara ateş düşmese…

15 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşamın İçinden…: Bir Skandalın Peşinde

Herkesin hayatı roman, herkesin hayatı film sorarsanız. Ama anlat dediğiniz zaman anlatacak bir şey bulamaz; buna da bağlı olarak ne yazılabilir o hayat ne de çekilebilir. Ancak herkesin hayatında küçük de olsa hem sürprizli bir dönem vardır hem de herkesi ilgilendirir… yeter ki anlatmayı bilin.

Dünya ilk gösterimini 2023 Cannes Film Festivali ana yarışmada yapan Todd Haynes imzalı uyarlama “Bir Skandalın Peşinde”, yaşamın içine açılan pencereden sokuyor izleyiciyi ve ne görürse o.

Oyuncu Elizabeth Berry (Natalie Portman), bir filmde canlandıracağı Gracie Atherton’ı (Julianne Moore) tanımak için evine gider. Gracie evli ve çocuklu bir kadındır, oğlunun yaşıtı Joe Yoo (Charles Melton) ile aşk yaşar, eşinden ayrılıp Joe ile evlenir ve ikisinin çocukları olur. Yazarken kolay da, yaşı küçük biriyle birlikte olmak yasalara göre suçtur ve yargılanır. Zaten basının diline de düşen bu öykü nedeniyle film çekilmesi kararlaştırılmıştır.

Geçmişten korkan…

Geçmişinden korkanlar böyle bir şeye izin vermez aslında, ama Gracie öylesine özgüvenli ve öylesine dik duruşlu bir kadındır ki, hiç açık vermeyeceğini sanır. Elizabeth araştırmasını derinleştirince kaygı da artar. İlk eşiyle görüşür, komşularıyla konuşur, aileye uzak duran (yeni eşin yaşıtı) ilk evliliğinden olan oğlu Georgie (Cory Michael Smith) bambaşka bir çerçeve çizer. Küçük bir kasabada herkes duymuştur bir filmin çekileceğini ve oyuncunun hazırlıklar için geldiğini…

Gracie geçmişinden korkmasa bile, eve gönderilen dışkı paketleri ve yapıp sattığı tatlıları kimsenin satın almak istememesi, kasabada unutulmayan bir olaylar örgüsünün kahramanı olarak görülüyor. Komşuları belki çekiniyorlar ondan…

Kim kimi kandırdı?

13 yaşındaki Joe, belki de kendisine ilk duygusal yaklaşan (ergenliğini unutmayın) Gracie ile birlikte olurken, hayatın sadece o çerçevede yaşandığını sanmaktadır. Oyuncu Elizabeth, aynı yaşta olduklarını söyleyerek genç erkekle birlikte olur. İlkiyle (yani eşiyle) bir ilk yaşayan Joe, ikinci bir sıra dışılığı da oyuncu ile yaşar. Hangisi daha doğrudur, hangisi gerçektir?

Film bu soruların yanıtını izleyiciye bırakıyor. Öykü biraz karışık, biraz zayıf gibi görünse de her şey insanın içinde yaşattığı duygular ve olgularla bağlantılıdır. Filmin orijinal adı “May December”, Mayıs Aralık, belki de bir yaz aşkı, buluşması gibi düşünülmüş (uyarlama olduğu için romanın ne anlattığını da bilmek gerekir aslında); ama belli ki orada kalmamış 20 yıl sürmüş bir aşk.

Bir de aynalar var…

Daha ilk gördüğünde, Joe’e yaşlarının aynı olduğunu söyleyen Elizabeth, Gracie ile ilk birlikte olduğu yere gidip kendini aynı ilişki içinde duyumsar ve sonrasında da Joe ile birlikte olur (yukarıda ele aldım).

Filmdeki aynalar, giderek aynı olan, birbirine benzeyen, birbirini etkileyen kadınların gerçekte de aynı düşler içinde olduğunun da göstergesi…

Oyuncular çok başarılı, ancak öykü birçok izleyici için sıkıcı gelebilir; filmden değil kendileriyle bağdaştıracaklarından…

(11 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İmece, Sinemanın da Yanında: Aynı Masanın Etrafında

Sanat, belki de sadece bizim ülkemizde üzerinde durulmayan, desteklenmeyen (lâf olsun torba dolsun niyetiyle devlet ve kurumlar tarafından ulûfe niyetine verilen üç kuruşlarla) bir alan. Oysa hepimiz biliyoruz ki, Almanya, İkinci Dünya Savaşından çıktığında önce tiyatro binalarını yaptırdı, hastane ve yollara sıra sonra geldi.

Diğer dallara bakarak sinema, endüstri oluşunun da etkisiyle çok daha meşakkatli, çok daha zor ve zaman alıcı bir sanat dalı. Öyküyü senaryolaştırmak, oyuncuları belirlemek, ortak zamanlarını saptayıp onları buluşturmak, mekân ve diğer (ışık, set ve sanat grubu) zorunlulukları bir araya getirmek… Yetmiyor, kamera, film (gerçi artık peliküle çekilmediği için daha kolay, en azından negatif ve pozitif film peşinde koşmak -bunların aynı seride olması da gerekirdi- gerekmiyor. Ancak bilgisayar destekli montaj aşaması, epey enerji gerektiriyor. Filmler sesli çekiliyor, belki dublaj sorunu çıktı aradan, ama bu kez de sessizliğin sağlanması gerekiyor. Yani, bir film çekmek nereden bakarsanız bakın öyle koltuğa yaslanıp da izlemek gibi kolay ve rahat bir iş değil.

Yılmak yok…

Peki, bunca zorluğa, sıkıntıya (tabii, sansür ve yasaklamalar da var) rağmen sinemacılar yılıyor mu? Asla. Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Erken öten horozun başını keserler / Bitmek tükenmek bilmez ki başın kesile kesile” diyor bir şiirinde. Onlar da biraz hayal gücü, biraz metafor, biraz da imeceyle anlatmak istediklerini döküyor filme, muhakkak.

Yapımcı Burak Kum ve yönetmen Zeynep Üstünipek çifti, birlikte yazdıkları senaryoyu imeceyle (oyuncusundan, ışığına, mekânından animasyonuna dek) kotardıkları “Aynı Masanın Etrafında” sinema filmini bitirmeyi başardılar pandemi, ekonomik zorluklar, deprem ve enflasyon canavarına rağmen.

Aynı Masanın Etrafında…

Asıl olan anlatmak istediklerinizse, stop-motion ve animasyon tekniklerin de yardımıyla çok keyifli, çok başarılı, çok beğenilen, hatta ödüller kazanan filmler yapabilirsiniz. Yeter ki çalışmayı, anlatmayı bir tarafa itelemeyin.

Film, farklı zamanlarda aynı masanın etrafında bir araya gelen hasta yakınlarının, hayatlarının en zor dönemlerinde karşılaştıkları sorunları çözebilmek için bir birlerinin iç dünyasına doğru duygusal bir yolculuğa çıkarak, birbirlerinin dertleriyle hem hâl olmalarını anlatıyor. Sinemalarda gösterime gir(e)mese bile birbiri ardına ulusal ve uluslararası ödül almış “Aynı Masanın Etrafında” filmi. İnsanların farklı olmasına rağmen bir masa etrafında olmak, sadece o masayı görmek sinemasal anlamda da epey bir hareketlilik doğuruyor. O hasta yakınının derdi başka, bununki bambaşka, diğerininki, “Allah kimsenin başına vermesin.”

Doğurgan bir öykü anlatılan, çünkü herkes farklı birbirinden ve anlatılan herkesin öyküsü; çeşitlendikçe, izleyici de sorunlar yumağından sıyrılıp çözüm bulmaya çalışıyor kendince… Kolay mı? Sorunları çözüme kavuşturmak kolay olsaydı, şimdiye her şey (her yer) güllük gülistan olurdu. Ama ne var! İzleyici kendince bir anlam yüklüyor beyazperdeye yansıyanlara ve ileriye daha güvenli, daha umutlu bakıyor.

Burak Kum ve Zeynep Üstünipek, yılmamışlar başarmışlar. İnanıyorum ki, genç sinema sevdalıları, öykülerine, projelerine güvendikleri zaman -tamam çok zor, tamam çok pahalı, tamam yıllar sürebilir- düşlerini gerçekleştirebilirler. Birbiri ardına ödül kazanan “Aynı Masanın Etrafında” filminin izleyiciye bir an önce ulaşması dileğiyle…

(10 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Başka Bir Hayatta Görüşmek Üzerine

New York’ta bir barda sohbet eden ikisi Asyalı biri Amerikalı üç kişiyi izleyen gözler onlar hakkında tahminde bulunurken hangi ikisinin çift olduğu konusunda karasız kalırlar. ‘Başka Bir Hayatta / Past Lives’ın bu giriş sekansı Kore asıllı Celine Song’un özyaşamsal anılarından süzülüp gelmiş. Birebir değil belki ama kurgu hikâye onun yaşadıklarının izini sürüyor.

Bu gizemli başlangıcın ardından 24 yıl öncesine, Koreli Na Young ile Hae Sung’un ortaokul yıllarına dönüyoruz. Minik kalpleri birbirleri için çarpan iki çocuk, kızın ailesinin Kanada’ya yerleşme kararıyla ayrılmak zorunda kalacak, mühendislik okuyan delikanlı ancak 12 yıl sonra sosyal medya kanalıyla küçük yaşta sevdalandığı Na Young’ın izine ulaşacaktır. Toronto’dan New York City’ye ikinci kez göç etmiş yeni adıyla Nora Moon yeni ülkesinde tıpkı babası gibi yazarlık hayallerinin peşindedir. Genç adamın çocukluk aşkı ile fiziksel olarak karşılaşabilmesi için ise bir 12 yıl daha beklemesi gerekecektir.

Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ilk uzun metrajında gayet başarılı bir sınav veren Koreli genç sinemacının anlatısı romantik aşk filmlerinin klişelerinden uzakta, duygulu ancak ayakları yere basan bir bakış üzerinden ilerliyor. Yahudi bir Amerikalı ile East Village’daki küçük dairelerinde yazarlık uğraşını sürdüren Nora çocukluk aşkı ile karşılaştığında içi titrer. Aşkın ötesinde Kore’ye duyduğu özlemdir onu kendisine çeken. Genç adam o küçük kızın geride bıraktığı geçmişi, Seul’un ta kendisidir. İşte film tam da bu noktada klasik romantik anlatılardan uzaklaşarak Alain Resnais’nin ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’una selamını çakıyor.

Nora’nın annesinin en baştan söylediği gibi ‘bir şeyi terk ettiğimizde başka bir şey kazanır mıyız?’. Bölünmüş kimliğinde bocalamalar yaşar Nora. Hangi seçeneğin daha iyi olduğu meselesini tartışırız bizler de. İki genç insan daha önce karşılaşmış olsalardı ne olurdu; sevgili mi olurlardı, yoksa ayrılırlar mıydı’yı düşünürüz. Ancak hayatın neler getireceğini bilemeyiz ve kaseti geriye sarma şansımız olmadığı için Nora’nın deyimiyle ‘kökler dikili olduğu saksıda yerini bulacaktır’. Daha sonra, filmde sıkça geçen, Kore dilinde yazgı ya da kader anlamına gelen ‘In-Yun’ deyişi hakkında bilgi sahibi oluruz. Düzen ve reenkarnasyon inancından gelen bu tabir doğrultusunda, örneğin sokaktan geçen iki yabancının kıyafetlerinin birbirine sürtmesi dahi In-Yun’dur ve bu onların geçmiş yaşamlarında mutlaka bir ilişkileri olduğu anlamına gelmektedir. Her ne kadar Nora bunu birini ayartmak için Korelilerin uydurduğunu söylese de, Song’un masalsı gerçekçiliği iki ana karakterin başka bir hayatta yeniden bir araya gelme ihtimalini ima eder gibidir.

Tiyatro kökenli Celine Song ‘In-Yun’ anlatısını son derece zarif bir biçimde taşıyor filmine. Nora’yı canlandıran Greta Lee’nin iki kültür arasında bocalayan duygularını, unutulmaz ‘Ayrılık Kararı’ndan hatırladığımız Teo Yoo’nun umutsuzca romantizmini ince jestler ve bakışlarla yönetiyor.

(09 Aralık 2023

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geyiğin Ayak İzleri

‘Kusursuz bir başyapıt karşısında duyguların coşması ve gözyaşlarını tutamamak’. Geleneksel en iyi filmler sıralamamda geçtiğimiz yıl en başa yerleştirmiş olduğum ‘Drive My Car’ üzerine yazıma böyle başlamışım. Filmin unutulmaz yönetmeni Ryûsuke Hamaguchi’nin kısa bir aradan sonra bu kez Venedik’te dünya prömiyerini yapan ve festivalden ödülle dönen son çalışması ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok / Aku Wa Sonzai Shinai’nin yılın sonuna yaklaşırken sinemalarda gösterim şansı bulması güzel bir sürpriz. Murakami’nin aynı adlı kısa öyküsünden uyarladığı, tüm dünyada ses getirmiş Çehov lezzetli ‘Drive My Car’ın ardından, usta sinemacının izleyicisine ters köşe yapan çok daha küçük ölçekli meditatif bir çalışması bu. Hamaguchi bir kez daha memleketlisi ünlü besteci Eiko Ishibashi ile yola çıkmış, hatta onun bir müzikal çalışması için çektiği videolar, diyalogdan ziyade görüntüler üzerinden ilerleyen filmin ana fikrini oluşturmuş.

Başlarken Tokyo kırsalındaki ormanlık yerleşim biriminde doğa ile başbaşa bırakıyor bizi. Gökyüzüne ok gibi yükselen ağaçların görüntüsüne Ishibashi’nin hipnotik müziğinin eşlik ettiği uzunca bir açılış sekansının ardından çevreyi merak ve hayranlıkla gözlemleyen 8 yaşındaki Hana ile tanışıyoruz. Okuldan çıkmış ve babası onu almaya yine gecikmiş olduğundan orman yolundan mütevazı köy evine dönüş yolundadır. Takumi San yine geç kalmıştır ama bitirmesi gereken işleri vardır. Önce uzun uzun odun kırar, daha sonra mis gibi kaynak suyunu bidonlara doldurur. Orman yolunda kızı ile buluştuğunda gizemli bitkiler arasında gezintimiz sürer. Hana ile birlikte meşeyi, dağ kirazını tanırız. Çam ile karaçamlar arasındaki farkı öğreniriz. Baba kız, Hana’nın bulduğu sülün tüyünü klavsen çalan oğlunun kullanımı için köyün muhtarına hediye etmek üzere yanlarına alır. Geyiğin meşe üzerinde bıraktığı diş izlerini, karlı zemindeki ayak izlerini takip ederiz. Lanet olası avcıların silah seslerinden irkiliriz. Ormanın boynuzlu sakinlerinin insanlara saldırmadığını, ancak kurşunu yediklerinde ya da yavrularını kaybettiklerinde gözlerinin hiçbir şey görmediğini öğreniriz.

Kuşlarıyla, hayvanların kardaki ayak izleriyle, şırıl şırıl akan sularıyla cenneti andıran büyülü doğayı Ishibashi’nin klasik ile elektroniği harmanlayan müziği eşliğinde yudumlarız. Lakin Hamaguchi’nin müzik kanalıyla duyguları coşturma niyeti yoktur. Godardvari bir üslûpla müziği aniden susturur, ardından yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeden haberdar oluruz.

Covid sübvansiyonlarından acilen yararlanmak isteyen menajerlik firması bölgede satın aldığı arsa üzerine şehirli beyaz yakalılar arasında moda haline gelmekte olan, özgün dilinde ‘glamping’ olarak geçen her türlü konforu haiz göz alıcı doğa kampı inşaatına başlamak üzeredir. Firma bölgeye gönderdikleri iki çalışanıyla yerel halkın nabzını tutmak, onları projeye ikna etme peşindedir. Ancak köy ahalisi bu konuda uyanıktır. Yapılan toplantıda, yeraltı sularına bağlanacak olan foseptik çukurunun mis gibi sularını kirleteceği, kentten gelecek gençlerin denetimsiz barbekülü eğlence faaliyetlerinin orman yangınlarını körükleyeceği konusunda itirazlarını dile getirirler. Bir toplumun parçası olmanın doğaya karşı sorumluluk sahibi olmayı gerektirdiğini hatırlatırlar onlara. Lakin bu karşı çıkış gözü dönmüş vahşi kapitalizmi durdurmaya yetecek midir. Halbuki doğada anahtar dengedir, aşırıya kaçıldığında denge bozulacaktır.

Japon sinemacı ödünsüz minyatüründe işte bu meseleleri tartışıyor, naif ama güçlü çığlığına kulak vermemizi istiyor. Doğanın kendi dengesi içinde uyumlu aktığının ve hiçbir canlının özünde kötü olmadığını vurguladığı filmin özgün adı buradan geliyor. Ancak her canlının kendini savunmak için her zaman saldırabileceğini unutmamak gerekiyor. Film bu minvalde belirsiz, yoruma açık finaline doğru ilerlerken izleyici olarak tedirgin bir deneyime dahil oluyoruz, kafamız karışıyor. Hamaguchi bunu kasıtlı olarak yaptığını hiç saklamıyor.

(08 Aralık 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Okyanusu Akvaryuma Sığdıran Murat Göğebakan

Eskiden bir film için, aileler de izlesin diye “mendilinizi hazır tutun” derlerdi; Yeşilçam’ın en başarılı olduğu dram türüydü çünkü. Gözlerinizin dolması bir yana gerçekten ağlatacak denli yoğun bir dramatik yapısı olurdu filmlerin. Ama en çok da oyuncular üzerinden tutulurdu filmler. Murat Göğebakan, acıyı, hüznü, ünü, şöhreti, mutluluğu ama en çok da aldatma / aldanmayı o kısacık ömrüne sığdırmış, ilginç sesi ve yorumuyla da çok sevilmiş bir şarkıcı… “Kalbim Yaralı” parçasıyla tanındığı için de filmin adı da olmuş o şarkı.

Sıradan, tipik bir ailenin engelli çocuğudur Murat, doktorun önerisine rağmen annesinin kürtaja izin vermemesiyle gelmiştir dünyaya. Kendisi çocukken, sorumluluğunu üstlendiği kardeşini kamyon ezince, onun da ağırlığı omuzlarına biner ve hüzün iyiden iyiye çöreklenir omuzlarına…

Film icabı mı?

Yeşilçam’da benzer melodramlar öyle çok yapıldı ki, hemen hepsi için neredeyse, “film icabı, bu kadarı da olmaz” denirdi, ama şimdi görüyoruz ki, benzer sorunlu ve sıkıntılı yaşamlar varmış.

“Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı” filmi, gerek senaristlerin (Sezgin Irmak ve Lütfi Albayrak) gerekse yönetmenin (Ali Ayyıldız) dersine iyi çalıştığının göstergesi. Burada, Murat Göğebakan’dan daha çok Murat Göğebakan olmuş Burak Sevinç’in oyunculuğunu alkışlamak gerekir. Biraz abartılı gibi gelse de, engelli bir bireyin o sarsaklığı, o mimikleri, o hareketliliği ne zaman dinler ne de zemin; kabûl etmelisiniz.

Senaryoda ele alınan yoğun acı, aldatılma (kendisininki sayılmıyor nedense, çünkü erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz), ihanet, hasret ve hastalık sorunları o denli vurgulanıyor ve üzerine düşülüyor ki… Yaşamın her anında, her alanında yaşananlar bunlar, ama senaryoda köpürtülünce, yönetmen de üzerine düşeni gereğince yerine getirince seyircinin de gözyaşları sel olup akıyor. Nizam Eren, Murat Göğebakan’ı, “Hoca Efendisinin uğruna şarkı besteleyen ayrıca ‘uzun adam’ için seçim şarkısı yapan, 15 Temmuz ihanetini göremeden ölen ve parayı bulunca önce ailesini unutan biri…” olarak tanımlıyor.

Beyazperdeye (veya ekrana) yansıyan filmin görüntüsü kadar içeriği ve verdiği mesaj belirleyicidir. İçeriğinden ayırdığınız filmin kalıcılığı da birkaç gün sürer. “Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı” filmini bu açıdan da ele almak gerekir.

Burak Sevinç, bu filmdeki Murat Göğebakan rolüyle izleyicinin en beğendiği, festivallerdeyse en iyi erkek oyuncu ödülünün açık ara adayı olacaktır. Tabii, filmin seyirciyi sar(s)ması da izlenme rekorlarının habercisi muhakkak ki…

Toplumsal olarak duygusallığımız, hayata bakışımızı da belirliyor. İyi filmler her zaman izlenir, gözyaşlarına boğsa da…

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İki Kültür Arasında Kalan Duygular: Başka Bir Hayatta

Kim neden ve niye (ister politik, ister ekonomik, ister savaş, isterse de iklimsel nedenlerle) göç ederse etsin göçmenlik yaşamı paramparça ediyor. Belki ilk anda hissetmiyorsunuz, çok da iyi bir şey yaptığınızı düşünüyorsunuz, ama o duygu bırakmıyor yakanızı (tabii, gittiğiniz yerde ötekileştirme, aşağılanma, dışlanma da söz konusu), bocalıyorsunuz. Bu arada egonuz o kadar yükseliyor ki, burnunuz düşse almayacak kadar şişiyor, ama içinizde yaşayanların önüne geçmeniz de pek mümkün değil…

Celine Song, gerçekten yaşamın içinden, hepimizin yaşadığı bir öykü (özyaşam öyküsü aslında) yazmış ve başarıyla çekmiş. İki çocukluk aşkı, aradan geçen 20 yılda çok şey yaşamış, çok şey farklılaşmış ve köprülerin altından çok sular akmış… Göç ederlerken, Koreli izlenimini de silmek amacıyla “Na Young” adını değiştiren Nora’yı arasa da bulamayan Hai Sung, içinde közlenen aşkının sönmesine izin vermemiş. Arada internet aracılığıyla buluşsalar da bir türlü bir araya gelemediklerinden, yeniden uykuya yatırırlar ilişkilerini…

Kader ağlarını örer (mi?)

In-Yun, Kore’de insanların inandığı bir efsanedir. Biriyle bir şekilde yolunuz kesiştiğinde, sadece yoldan geçerken giysileriniz sürtünse bile kader sizi yeniden buluşturur… Yani, Nora ile Hai arasındaki duygusal ilişki yeniden başlayabilir. Sahi, başlar mı? Filmi izleyin, muhakkak izleyin. Herkesin yanıtı kendince, bakalım sizin yanıtınız ne olacak.

… buluştuklarındaysa değişimden çok geçmişin anılarını canlandırıyorlar, sözle değil ama duyguyla. Yönetmen, ilk filmi olmasına karşın, gerçekten o duyguyu yansıtıyor beyazperdeye…

Nora (Greta Lee) ve Hae Sung (Teo Yoo) abartısız canlandırıyorlar karakterlerini, belki de filmdeki iki karakterin uyumluluğu, iki oyuncunun uyumundan kaynaklanıyor. Her iki oyuncuda da kendinizi buluyorsunuz; siz de aynı şeyi yapar, aynı duyguları yaşardınız aynı durumda.

Anadilinde rüya…

Nora, bir yazarla (Arthur) evlenmiş ve artık tümüyle New Yorklu olmuştur, öyle giyinir, öyle düşünür, öyle yaşar… Ama eşi, uykusunda Korece sayıkladığını fısıldar kulağına… Filmin belki de en önemli dönemeci odur. Rüyanızı, her ne olursa olsun anadilinizde görürsünüz. Kız için de, kırılma noktasıdır bu rüyalardaki Korece… Arthur (John Magaro) ile uyumlu bir yaşam sürdürüyor olsalar da… Kim bilir, belki Hae ile o uyumu hiç yakalayamayacak, belki çocukları olacak, belki boşanacaklar ve acılar yaşayacaklar… Peki, şimdi yaşananlar acı değil mi? O ikilemin içinde kalmak ve o duygudan sıyrılmak kolay mı?

Gerek Seul (İstanbul’a çok benziyor ve turistik yerlerini değil, yaşamın geçtiği dar sokakları, heykelli parklarıyla insanda gezip görme ihtiyacı hissettiriyor) gerekse New York görüntüleri çok güzel, filmin müziği de alabildiğine çarpıcı. Kısacası, kaçırılmaması gereken bir film.

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(07 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Alevler Yaklaşırken

Christian Petzold’un yeni filmi ‘Kızıl Gökyüzü / Roter Himmel’ ‘bir sorun var’ repliği ile başlıyor. Mütevazı kır evine varmaya çalışan iki gencin arabası ormanlık alanda tekliyor önce. Ellerinde bavul ve sırt çantalarıyla karanlık basmadan eve ulaşmaya çalışırken alçaktan uçan yangın söndürme uçaklarının sesleri ve hayvan çığlıkları gitgide yaklaşan tehlikeyi haberliyor. Leo ile Felix adrese vardıklarında onları başka bir sürpriz beklemektedir.

Bu girizgâhtan Petzold’un Hollywoodvari bir gerilime meylettiği düşünülmesin. Parlak sinema geçmişinde çalkantılı geçmişiyle hesaplaşan çağdaş Alman toplumunu mercek altına almış olan Berlin Okulu’nun usta yönetmeni bu kez günümüz gençlerinin meseleleri üzerine eğilmek istemiş. Bir yaz evi sakinliğinde kendi sanatsal uğraşılarına yoğunlaşmak isteyen gençlerden Leo (Thomas Schubert) huzursuz Alman gençliğinin tipik bir örneğidir. Kaleme almış olduğu ilk romanının müsveddeleri üzerinde çalışırken görüşmeye gelecek yayıncısını bir ‘Barton Fink’ tedirginliği içinde bekler. Felix (Langston Uibel) bir yandan sanat okuluna başvurmak için hazırlamakta olduğu portfolio fotoğraflarını çekerken öte yandan yaz tatilinin keyfini çıkarmaya çalışır. Sonradan edebiyat dalında doktora öğrencisi olduğunu öğreneceğimiz evin sürpriz misafiri Nadja (Paula Beer) ise her iki oğlandan daha aktif olarak hayatını sürdürebilmek için sürekli çalışır. Evin işlerini bitirdikten sonra bisikletine atlar yakındaki otelin önünde dondurma satıcılığı yapar, alışverişi halleder, yemek hazırlar. Geceleyin de plajda cankurtaranlık yapan yakışıklı ile sevişir. Yapacak çok işi olduğundan şikayet eden ancak yalnız kaldığında tenis topunu evin duvarına atmaktan başka bir şey yapmadan bir türlü gelmeyen esini bekleyen Leo hayatın dışındadır sanki. İki oğlan biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla izler Nadja’yı. Evin incecik duvarlarından onun orgazm iniltileri işitilir ama eril gözlere hitap eden bir seks objesi olarak göremeyiz onu.

Petzold’un biraz da Covid yorgunluğunun etkisiyle vazgeçtiği distopik öykü yerine çektiği ve elementler üçlemesinin ikincisi olan filmine ‘Mutlu Olanlar’ anlamına gelen ‘The Happy Ones’ adını vermek istemiş. Telif engeli çıkınca ‘Kızıl Gökyüzü’nde karar kılınmış. Filmin İngilizce adı ‘Afire’ ise ‘tutuşmuş, alevler içinde kalmış’ anlamına geliyor. ‘Ateş’ elementini hem doğrudan hem metaforik olarak kullanıyor sinemacı. Bir zamanlar Doğu Almanya’ya dahil olan Baltık kıyısındaki yerleşim bölgesinde çektiği filminde orman yangını fikri 2022 yazında ülkemiz güney sahillerinde yaşanan trajik olaylar sonucu gelişmiş. Kendisi o yaz Türkiye’deymiş ve dehşeti iliklerine kadar yaşamış.

Ateş öte yandan yaklaşmakta olan tehdidi, gençlere kuşaklar boyu ebeveynlerinden kalan mirası, ekonomik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. 60’lı yaşlarındaki Petzold genç çocukların kaygısız coşkularına sevecenlikle ve büyük ölçüde imrenerek bakarken onların tamamiyle masum olduklarının altını çiziyor. Nadja’dan iki kez dinlediğimiz Heinrich Heine’nin ‘Der Asra’ adlı güzelim şiirinde, geceleri yaşanan fiziksel birlikteliklerde ya da iki oğlan arasında yeşeren duygularda hep aşk var. Bu aşkları ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ sarhoşluğunda, Alman romantizminden kopup gelmişe benzer bir peri masalı tadında anlatmayı deniyor, ancak kapıda bekleyen felaket ve ölüm karşısında aşkın gücü yeterli olacak mıdır. Bunu kestirmekte sanırım o da zorlanıyor.

Berlinale’den ödülle dönmüş olan ‘Kızıl Gökyüzü’, Alman sinemacının Eric Rohmervari ‘oğlan kıza rastlar’ öykülerinin kaygısız yaz esinini taşıyan son opusu. Yönetmenin ‘Transit’ ve ‘Undine’nin ardından muhteşem Paula Beer ile üçüncü birlikteliği. Dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söyleyen, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bu güzel filmi atlamamanızı öneririm.

(27 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Resimli Avrupa Tarihi

Tarihi bir kişilik üzerine biyografik film çekmek kolay değil. Halen gösterimde olan ‘Atatürk 1881 – 1919’ için yazdıklarımı yeni gösterime giren ‘Napolyon / Napoleon’ için de yinelemek isterim. 86 yaşındaki deneyimli İngiliz yönetmen Ridley Scott ahir ömründe bu zor işe soyunarak, tüm donkişotluğu ile bir zamanlar Stanley Kubrick’in niyetlenip hayata geçiremediği ‘Napolyon’ projesine sarılmış. Ancak herkesin kafasında farklı bir fotoğraf olarak duran tarihe mal olmuş şahsiyetlere ilişkin her yorum, gelecek eleştirilere de açık olmalı. Lakin Scott yaşının getirdiği huysuzluktan olacak özellikle Fransız eleştirmenlerin sert eleştirilerini bir o kadar sert bir biçimde yanıtlamayı seçti.

Fransızların göklere çıkardığı. sessiz sinemanın en parlak döneminde çekilmiş olan 1927 yapımı Abel Gance imzalı 5,5 saatlik epik ‘Napoléon’da üstad milli kahraman olarak yorumlanır. İlk büyük zaferi olan Toulon kuşatmasını bir saat boyunca izleriz. Dönemin sinemasında teknik bir devrim yaratan deneysel buluşlarıyla bilinen klasik yapım, Napolyon’un düşüş dönemine yer vermez. Rivayet odur ki Gance öykünün devamını getireceği 4 ayrı film için gerekli kaynağı bulamamıştır. Scott’ın Anglosakson bakışıyla çektiği elimizdeki taze yapıma dönecek olursak, film fonda Edith Piaf’ın yorumundan ünlü devrim şarkısı ‘Ah! Ça Ira’nın işitildiği 1789 Fransız Devrimi’nin kaotik günlerinde kraliçe Marie Antoinette’in giyotine gidiş sahnesi ile açılıyor. Korsikalı azimli topçu subayı Napoléon Bonaparte infazı izleyenler arasındadır. Bunun tarihi gerçeklere uygun olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak izlediğimizin belgesel değil, Scott’un yorumladığı bir kurgu olduğunu, halkın sokaklarda Fransızca sloganlarla ihtilali kutlarken pahalı bir Hollywood filminde olduğumuzun bilincinde tüm diyalogların İngilizce dilinde olacağını baştan kabul ediyor ve yazıya devam ediyoruz.

İkinci sınıf vatandaş olarak hor görülen genç Korsikalı subay devrim ortamında yeniden şekillenen Fransa’da askeri manevra tekniklerindeki becerisi ile öne çıkmayı başarıyor. Toulon’da kazandığı ilk zaferin ardından orduda tuğgenerallik rütbesine yükseliyor. İktidardakilerin işe yaramaz Korsikalı serseri olarak gördüğü genç subay değildir artık o. Filmde es geçilen İtalya zaferinin ardından Mısır seferine çıkıyor, 1805 Austerlitz zaferi ona imparatorluğunun yolunu açıyor.

İngiliz yönetmen Napolyon’u etten kemikten bir insan olarak yorumlamayı deniyor. Tarihi şahsiyete benzerliğinin ötesinde, ‘The Master’ ya da Oscar ödülüne ulaştığı ünlü ‘Joker’ yorumunda hayranlıkla izlediğimiz, erkekliklerini ispat çabası içinde iktidarın peşine düşmüş kırılgan eril karakterlerin izini başarıyla sürmüş muhteşem Joaquin Phoenix var elinde. Yönetmen muktedirin annesi ile olan derin bağına fazlaca girmemiş ama Vanessa Kirby’nin tüm baştan çıkarıcılığı ile başarıyla yorumladığı ölümsüz aşkı Joséphine Beauharnais ile süregelen çalkantılı ilişkisine filmin ana ekseninde yer vermiş. Ancak ana karakterin, ‘küçük adam’ isyanından egosu şişmiş, topçu ateşine kulağını tıkayarak savaş meydanlarında üç milyondan fazla kişinin zayiatına neden olmuş diktatöre dönüş sürecinde Scott’ın ustası olduğu kalabalık tören ve muharebe sekansları aslan payını kapmakta gecikmiyor.

86 yaşında bir yönetmenin bu son derece başarılı savaş sekanslarına hakimiyetini takdir ederken, uzun yıllar birlikte çalıştığı görüntü büyücüsünü de unutmamak gerekiyor. Polonya asıllı Dariusz Wolski imzalı sepya Mısır seferi sekansı, mum ışığında çekilmiş sahnelerdeki ışık – gölge uyumu hep onun ustalığının izlerini taşıyor. ‘Napolyon’ belki küçükler için fazlaca kanlı ama gençler için ‘Resimli Avrupa Tarihi’ mahiyetinde tarih okumalarını şevklendirecek iyi bir seyirlik olarak göz dolduruyor.

(26 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Benim Bedenim: Jeanne Du Barry

“Aşk nedir bilmiyorum, ama bunun bir aşk olmadığının farkındayım.” sözü filmin ana teması… Devrim öncesi Fransa Sarayında, Kralın metresi olan Jeanne Du Barry’nin yaşamına odaklanıyoruz.

Cannes Film Festivali’nin açılış filmi de olan Jeanne Du Barry, mizahi yanı, ihtişamlı saray görüntüleri ve anlatımına sakladığı günümüze yönelik ipuçlarıyla seyircinin ilgisini çekecektir. Jeanne, o denli çarpıcıdır ki, gören bir daha gözünü ondan alamaz, kuralları kendi bildiğince bozar ve kimse de ağzını açıp bir şey diyemez. Kralın karşısında bile bütün protokol kurallarını yıkabilecek bir özgüveni vardır; kral bile şaşırır, daha da önemlisi sıradan bir fahişeyken yanından hiç ayırmaz.

Küçük Jeanne, akıllı, çok okuyan bir kızdır, bulunduğu manastırda birçok kural gibi cinsellik de yasaktır. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini çevresine anlatmaya (ya da yaşatmaya) başlayınca kovulur. Bütün kapalı toplumlarda olduğu gibi tabu olan cinsellik, üzerinde durulmasa hiçbir sorun çıkarmayacaktır. Bu, bugün de süregelen bir sorundur, özellikle bizim ülkemiz için… Jeanne ya annesi gibi hizmetçi olacaktır ya da fahişe. Fahişe olunca hem itibar kazanır hem de istediklerini elde eder. Kralın gözdesi olmuştur, ama kralın kızları peşini bırakmayıp çeşitli entrikalarla onu dışlar.

Kâğıt üstünde evlilik…

Fransız sarayında, o yıllarda, kralın metresinin olması sorun değildir, ama metresin evli ve unvanı olması gerekir. Bu pek alışılmış bir durum değil bizim için. Zaten ihtilalden sonra, krallıkla birlikte bu durum da sona erer. Jeanne’in evlendiği kont, kraliyetle hem yakın olmak hem de işlerini daha kolay kotarmak için bu evliliği kabul eder. Kralın kızlarının sesi kesilmiştir, ancak kral çiçek hastalığına yakalanır. Fransız İhtilaliyle birlikte hepsinin giyotinle başları vurulur.

Jeanne karakterini de oynayan filmin yönetmeni Maïwenn, akıcı, anlaşılır ve izleyiciyi sarıp sarmalayan bir film çekmiş. İlgiyle izleniyor ve anlatılmak istenen hikâyenin aslında bizim de hikâyemiz olduğunu hissettiriyor.

Onca badire atlatan, eşiyle kavgalı boşanmaları herkesin diline dolanan Johnny Depp, kral olmakla birlikte yalın ve sakin bir aşığı canlandırıyor. Kralın aksanını tutturabildiğini söyleyen uzmanların sözüne katılıyorum.

Annelerin de görüşü vardır

Annem 93 yaşında. Birkaç kez birlikte basın gösterimine gelmişti. Bu kez filmi çok beğendiğini söyleyip düşüncelerini aktardı:

“Jeanne Du Barry

Kadın isterse kendini yoktan var eder, her yerde her durumda kendini kollar korur.

Kadının yapıcı gücü kendisini var etmekle gözler önüne serilir, yapar yakıştırır yüreklere oturur yürekleri yakar.

Dilindeki ninni gibi uyutur, coşturur sevindirir.

Hele bi de okumuş, dünyayı tanımışsa paraya şöhrete tapmaz, onurlu duruşu, yapıcı gücüyle beşiği de sallar, krallara da diz çöktürür.

Neboş, 09 Kasım 2023”

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

Korkut Akın

(22 Kasım 2023)

korkutakin@gmail.com

İnsan Ruhunun Kasvetli Tasviri: Açlık Oyunları Kuşların ve Yılanların Şarkısı

Vahşi kapitalizmi gözler önüne seren, kimsenin iyi olmadığı, kimsenin umudunun kalmadığı bir film “Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı”.

Filmin tanıtım bülteninde, “Yakışıklı ve çekici bir genç olan Coriolanus Snow, Capitol’de gözden düşen, solmakta olan bir soyun son umududur. Onun hayatı, 10. Açlık Oyunları için mentor olarak seçildiğinde değişir. Snow, yoksul 12. Bölge’nin haraç kızı Lucy Gray Baird’e akıl hocalığı yapmakla görevlendirildiğinde büyük bir paniğe kapılır.” deniyor. Dizinin beşinci filmi, izleyiciyi en başa, Snow’un “iyi” olduğu döneme götürüyor, ama kader ağlarını öyle örüyor ki, sadece o değil iyi kimse kalmıyor. Aslına bakarsanız distopik bir film, ama gerek kitaplarının gerekse önceki filmleri sevenlerinin beğeneceği denli çekici. Hızlı, güçlü ve hareketli. Her an her şey olabilir, her an her şey değişebilir. Zaten Lucy’nin sesini duyunca şarkısının etkisine giriyorsunuz hemen. Belki biraz ağır olacak, ama bencileyin yaşı gelmiş insanların sırf şarkıları dinlemek için bile izleyeceği bir film. Lucy’nin güçlü sesi, güzel yorumu filmi taşımaya yetiyor.

Korkulacak ne var?

Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir ülkede herkesin bildiği açlık yaşanıyor. Bu, öylesine büyük, öylesine zorlu bir açlık ki, insanlar bacaklarını kesiyor, sırf karnını doyurmak için. Açlık, günümüzün de en büyük sorunu; her ne kadar bizim ülkemizde egemen erk açlık ve yoksulluk yaşanmadığını iddia etse de, kendileri de çok iyi biliyor ki, inanılmaz büyük bir açlık ve yoksulluk yaşanıyor. Tabii, kara para aklayanlar, bahis oyunlarıyla insanları kandıranlar dışında…

İyi bir dekor tasarımı, müthiş pahalı prodüksiyonuyla “Açlık Oyunları, Kuşların ve Yılanların Şarkısı” muhakkak ki ilginç ve güçlü. Yoksullaşmayı hâlâ kabul edememiş Snow, ailesini bu durumdan kurtarmak için, yani sonunda verilen para ödülünü kazanmak için katıldığı bu yarışmada Lucy’e gönlünü düşürür, Lucy de ona… Çok çabuk olur bu, bir görüşte aşk gibi… Peki, kuşların ve yılanların işi ne? Onu da filmi izleyince göreceksiniz.

17 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(17 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com