Kategori arşivi: Yazılar

Hayat Öpücüğü

Luis Bunuel, “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, bu farklı bir anlam taşır” diyor. Şenol Sönmez, Ali Sunal’ın projesinden yola çıkan Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı’nın senaryosundan çektiği -aslında pırıl pırıl, insanın içini açan- Hayat Öpücüğü’nde bu sözün gerekliliklerini yerine getirmiş.

Tam seyirlik bir film Hayat Öpücüğü. İçine alan, çağıran, dozunda güldüren, dozunda duygulandıran, sıcak, sımsıcak bir film. Hemen baştan belirtelim, seyirci keyif alacaktır, bilet parasını hak eden bu filmden.

Hastalık hastası Metin, başta kendisi olmak üzere her şeyden çekinen korkan biridir. Yaşamayı seven ama geleceği olmayan Hayat ile karşılaşınca her şey değişir. Güzel, cıvıl cıvıl bir kız olan Hayat, Metin’in hayallerini gerçekleştirmesinin de kaynağı olacaktır.

Metin karakterinde gördüğümüz -projenin de sahibi- Ali Sunal, çok, çoktan da çok Kemal Sunal olmuş. Fiziken benzemese bile konuşmasındaki vurgular, ellerini kullanması, özellikle koşarkenki tavırları ile yer yer gülmesi hep Kemal Sunal’ı çağrıştırdı. Kişisel bir çağrışım mı acaba diye sordum, hayır, birçok arkadaş aynı izlenimi edinmiş. Peki, bu, başarısını engelliyor mu Ali Sunal’ın? Hayır, kesinlikle… Aksine çok iyi bir performans gösteriyor genç oyuncu.

Hatice Şendil ise ilk film çalışmasında başarılı gözüktü bana. Kuşkusuz daha pişecek, daha iyi taşıyacak rolünü. Dizilerin o anlamsız, o gereksiz, o yanlış yaklaşımından sıyrılması için biraz zamana ihtiyacı var ve seyirci o hoşgörüyü gösterecektir.

Yerli dizi yersiz uzun

Yönetmen, Şenol Sönmez, televizyon dizilerinden gelen bilgi birikimi ve deneyimiyle iyi bir iş çıkarmış; temiz ve anlaşılır. Tabii, televizyon dizisi yönetmeni olduğu için -gençliğini de göz ardı etmemek gerekir- fazla inisiyatif geliştirememiş olsa gerek ki filmi istediği yerde bitirememiş. Yani, ben olsam bitirirdim demek istiyorum. Televizyon dizilerinde yönetmen en sonra geldiğinden “olmasa da olur” kabilinden görülür, yani sinemanın ilk zamanlarındaki gibi sadece düzenleyicidir. Sinemada ise, öğrencilerime rahatlıkla söyleyebiliyordum: “Sinemada, yönetmen Allah’tır (belgeseldeyse Allah yönetmendir). O ne derse o olur.” Televizyonlar sanat ile zanaatı karıştırdığı için çok da söylenebilecek bir şey yok.

Bu arada aynı şeyi senaryo yazarlarına da söyleyebiliriz. Film üç kez (hadi, abartmış olayım… iki kez bitti) noktalandı. Şöyle bir dönüp baktığımızda filmin ritmi aksamıyor, olaylar da dozunda, süresi normal sanki… Demek ki birkaç yan öykücük daha eklemek gerekiyor diye geçiriyorum içimden.

Sinemanın kurtuluşu…

Sinemamız 100 yaşını devirdi ama dilini hâlâ oluşturabilmiş değil (sinema dilini oturtmuş yönetmenlerimiz var, yadsıyamayız). Filmdeki Metin karakteri gibi, yönetmenler de en yalnız en korunmasız insanlardır; dolayısıyla bir araya gelmeleri pek beklen(e)mez. Buna da bağlı olarak sıkıntılarını tek başlarına çözmek zorundadırlar. Bu da pek mümkün değildir. Hem zaten sistem böylesi küçük sömürüler üzerine kurulmuştur.

Senaryo yazarları hem yazdıklarının daha özgün, daha nitelikli ve daha ‘anlaşılır’ olabilmesi için hem de tekrara düşmemek ve küçümsenmemek için uzun (giderek kısalması gerekirken aksine daha da uzayan) senaryolara itiraz etmeliler… Yönetmenler ise televizyonda değil ama sinemada hiç değilse işlerini sahiplenmeliler.

İzleyici için…

Hayat Öpücüğü; sakin, yalın ve sıcak bir film. İzlerken daha karakterlerle özdeşleşeceksiniz. Bir yerde gülerken, bir yerde gözleriniz dolacak duygulanacaksınız (evet, benim de, yanımda oturan -tanımadığım- izleyicinin de gözlerimiz yaşardı). Keyifli seyirler…

(09 Ekim 2015)

Korkut Akın

Acımasız Olan Zaman

Halen gösterimini sürdüren ’45 Yıl’ uzun beraberliklerini sürdüren yaşlı bir çiftin hikâyesi. İngiltere’nin doğusunda Thomas Hardy külliyatından aşina olduğumuz Norfolk kırsalında küçük bir kasabada sakin bir yaşam sürer Kate ile Geoffrey Mercer. Neredeyse yarım asırlık evlilik yıllarında çocukları olmamıştır ancak sevgili köpekleri can yoldaşlığı yapmaktadır onlara. Adamın kalp ameliyatı nedeniyle atlamak zorunda kaldıkları kırkıncı yılları yerine 45. evlilik yıldönümlerini dostları ile birlikte kutlama hazırlıkları içindedirler. Orta sınıf İngiliz karı kocanın dingin ve huzurlu gündelik yaşamı tam bu sırada ellerine geçen bir mektupla bozulur. İsviçreli yetkililerden gelen yazı Geoffrey’nin elli yıl önce Alplerde kayak yaparken buzul çukuruna düşerek kaybolmuş kız arkadaşı Katya’nın cesedinin bulunduğunu bildirmektedir. Günümüze kıyasla çok daha muhafazakâr olan o yıllarda konaklama kolaylığı nedeniyle kendilerini evli olarak tanıtmış olduklarından Katya’nın en yakın akrabası olması sıfatıyla yaşlı adama başvurmaktadır İsviçreli yetkililer. Bu beklenmedik haberle aniden beliren geçmişin hayaleti çiftin sarsılmasına ve birlikteliğin sorgulanmasına neden olacaktır.

Yönetmen Andrew Haigh’in büyük ilgiyle karşılanan ve geçtiğimiz yıl bizde de gösterilmiş olan bol ödüllü bir önceki çalışması ‘Hafta Sonu / Weekend’ genç bir eşcinsel çiftin kısa bir zaman dilimine sıkışmış birliktelikleri üzerinedir. Kapalı yüzme havuzunda cankurtaranlık yapan Russell ile sanat galerisinde çalışan Glen’in beraberliği bir gecelik ilişki olarak başlar, Cuma gecesinden Pazar akşamına tutkulu bir aşka dönüşür. İlk heyecanları yıllar öncesinde
kalmış olsa da şefkat ve özenle birlikteliklerini sürdüren Kate ile Geoffrey’nin ilişkisini yine kısa bir zaman dilimi içinde ele alıyor yetenekli İngiliz sinemacı. Senaryosunun kaynağı bu defa edebi bir
metin. David Constantine’in kısa hikâyesi ‘Bir Başka Ülkede / In Another Country’den yola çıkan Haigh yaşlı ingiliz çiftin Pazartesi sabahından Cumartesi akşamına altı gününü ince ayrıntılarla oya gibi işliyor. Kate’in köpeği havalandırmaya çıkardığı gündelik gezileri, çevredeki dostlarla sohbetler, akşam çöktüğünde evdeki paylaşımlardan cinsel muhabbetlere kadar türlü detayları eksik etmiyor.

Sessiz sakin bir film bu. Lakin buna tezat olarak karakterlerin ruhunda fırtınalar kopuyor. Yıllar sonra buzulun içinde bozulmamış halde bulunan Katya yaşlı adamın yitip gitmiş gençliğidir. Ne Berlin Duvarı’nı ne de Domuzlar Körfezi’ni umursamayan yirmili yaşlarının pervasızlığını hatırlatır ona geçmişin anıları. ‘Yaşlılığın en berbat tarafı amaçsızlığıdır’ der Geoffrey. ‘Yaşlandıkça seçim yapmaktan vazgeçiyoruz’ diye ilave eder. Birlikteliklerinden önce yaşanmış bir ilişkiye kızamayacağını bilir Kate. Tavan arasında yüzyüze geldiği kocasının geçmişi, projektöre yansıyan eski fotoğraflar hüznünü ve kıskançlığını dağlamayı sürdürecektir yine de.

’45 Yıl’ izlendikten sonra kolay kolay peşinizi bırakmayan o özel filmlerden. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş. Minimalist çalışmasında görsel dünyasını titizlikle kuran İngiliz sinemacı bir kez daha özgün film müziği kullanmamış. Klasik müzik ve başta The Platters’ın ‘Smoke Gets In Your Eyes’ı olmak üzere ellili altmışlı yılların popüler şarkıları eşlik ediyor Berlinale’den ödüllü baş oyuncuların nefes kesici performanslarına. Kate’de Charlotte Rampling belki de kariyerinin en parlak yorumunu sunuyor. Keza emektar Tom Courtenay’in Geoffrey kompozisyonu birinci sınıf. Acımasız ve zalim olan ise hızla akıp giden zaman. Courtenay’in Katya’nın buzulda kaybolduğu 1962 yılından kalma ‘Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı / The Loneliness of the Long Distance Runner’daki yakışıklılığı ya da Rampling’in yetmişlerden süzülen ‘Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte’deki duru güzelliğini anımsadığınızda rüya gibi geçen yıllara hayıflanmadan edemiyorsunuz.

(04 Ekim 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bulantı

Sinema, bir endüstri, dolayısıyla da bir ekiple birlikte kotarılan bireysel bir sanat. Tamam, zor bir uğraş, emek yoğun çaba istiyor, ince düşünmeyi, sık dokumayı gerektiriyor. Tam da o nedenle seyirciyi yakalamak zorunda; değilse karşılığını bulamıyor, hem parasal anlamda hem de içeriğiyle.

Zeki Demirkubuz, Türkiye sinemasının aykırı, ayrıksı, nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden biri, belki de birincisi. Filmlerini kendisi için yaptığını söylüyor. Sanatın bütün dallarında, bütün yapıtlar (ister yazılı olsun ister plastik sanat) sanatçının sadece -ama sadece- kendisi için yaptıklarıdır. Buradan yola çıkılınca da “kendim için yaptım” sözünün bir özelliği kalmıyor.

Yalnızlığın sonunda…

Öğretim görevlisi Ahmet, sevgilisinin koynunda öğrenir eşi ve çocuğunun öldüğünü… Zaten yalnız ve tepkisiz biridir; ipler iyiden iyiye kopar. Yetkin sinemacı Demirkubuz, böylesi küçük bir öyküden sinema üretecek denli büyük bir sinemacı olduğunu gösteriyor Bulantı ile. Yer yer “olmaz ki, böyle de yapılmaz ki” deseniz de izlerken her seferinde kendinizden de bir parça bulup hak verirken yakalıyorsunuz kendinizi. Filmin dilinin gücü yavaşlığını hissettirmese de, size düşünme fırsatı yaratıyor: Ne olacak şimdi? Siz, kendi yaşamınızdan biçin, ne olacağını / olabileceğini bilebiliyor musunuz? Sorularla sarmalanmış bir film Bulantı, tıpkı bir ağaç gibi… kökü derinlerde, yaprakları göklerde. Hepsi birbirine karışmış, çetrefil bir bilmece gibi. Çözmek kolay olmasa gerek. Sanki Yönetmen de çözememiş…

Rekabet

Zeki Demirkubuz, geçen hafta verdiği bir röportajda Nuri Bilge Ceylan ile yollarının ayrıldığını söylüyor ama bir yandan da onun filmine (birkaçına birden) gönderme yaptığı görülüyor. Seyirci iki yönetmeni karşılaştırsın, kıyaslasın… Kapitalizmin ayrılmaz parçası olan rekabet, burada, bu film üzerinden de gösteriyor kendisini… Zeki, nasıl ki Dostoyevski’den, Çehov’dan etkilenmişse NBC’den de etkilenmiş, her ne kadar konuşmasalar da… Ama doğal değil mi, insan her şeyden etkilenir az ya da çok. Bu, oradan neler süzdüğüyle doğru orantılıdır. Bir yanıyla Dostoyevski, bir yanıyla Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz’u taşıyorlar. Bence kötü bir şey yok bunda. Keşke her zaman birbirlerini taşıyıp bizleri de geliştirseler…

Zor zenaat…

Yine aynı röportajda, oyuncuların bu filmde gözükmekten (rol almaktan) kaçındıklarını söylüyor… Sinema kolektif bir sanatsa, birilerinin bir şekilde ucundan tutması gerekir. Bunların başta gelenleri de oyunculardır. Kendisinin oynadığı bu rolü kaldıramamış Demirkubuz. Yani yönetmenliği denli başarılı değil oyunculukta.

Resimleri çok başarılı, ışığı çok iyi değerlendirmiş, özellikle yansımalar izleyiciyi gerçekten zorluyor; bu da bir diğer başarısı filmin… tabii, Yönetmenin de. Ancak montaj için aynı şeyi söyleyememenin haklı hüznünü taşıyorum. Neredeyse her öykücük “kararma” ile noktalandı; Yönetmenin dili dersek kendimizi kandırmış oluruz; Yönetmenin de ummadığı bir şeyler olmuş ve/veya senaryoda atlamış…

Toparlarsak…

Karamsarlıktan umut üretilebilir mi? Bulantı’yı izleyin, siz de bu önemli üretime katkıda bulunacaksınız.

(02 Ekim 2015)

Korkut Akın

George Roy Hill Vardı

Hollywood’un değerli yönetmenlerinden George Roy Hill’in iki muhteşem filmi “Sonsuz Ölüm” ve “Belalılar” filmlerini hatırlatmak istedik. Sinema sanatına katkı sunmuş bu iki klasikleşmiş başyapıt sinemanın unutulmazlarından.

Hollywood’un değerli ve önemli yönetmenlerinden George Roy Hill, 20 Aralık 1921’de Minneapolis’te doğdu. 27 Aralık 2002’de New York’ta Parkinson hastalığından vefat etti. Aralıkta doğdu ve öldü. Yönetmenlik dalında bir Oscar kazandı Akademi’den. Usta, çok film yönetmedi. Ülkemizde de çok az filmi vizyona çıkmıştı. Vizyona çıkabilmiş 1966 yapımı “Hawaii-Havai”, 1967 yapımı “Thoroughly Modern Millie-Tatlı Kızın Aşkı”, 1972 yapımı “Slaughterhouse-Five-Mezbaha No: 5” gibi filmlerdi.

“Sonsuz Ölüm…”

George Roy Hill’in 1969’da çektiği sinemaskop “Butch Cassidy and the Sundance Kid- Sonsuz Ölüm”, western türünün altın değerindeki çok önemli filmlerinden. Fox’un sunduğu filmin senaryosunu William Goldman yazdı. Bazı anlarda insanın ruhuna dinginlik veren, bazı anlarda coşkulara sürükleyen, bazı anlardaysa tedirgin eden müzikleri besteleyen Burt Bacharach. Bu müzikler bazen karakterlerin ruh hallerini de dışarıya çıkartabiliyor. Fotoğraf sanatının etrafında dolaşarak, çarpıcı ve estetik görsellik yaratan da önemli kameramanlardan Conrad L. Hall. Filmde zincirlemeli geçişler sıkça kullanılmış. Az da olsa zumlu çekimler de var. Filmde gerçeküstü estetik öne çıkmış. Bu film Oscarlar da kazandı. Senaryo, görüntü, müzik ve şarkı dallarında Oscar aldı. Ayrıca Britanya’da şu ana kadar kırılamamış bir rekoru kırdı ve tam dokuz dalda BAFTA Ödülü kazandı. Filmin Oscarlı şarkısı “Raindrops Keep Fallin’ on My Head”, film kadar ünlendi ve bir klasik oldu. Şarkı duyulduğunda kulağa aşina geliyor. Şarkının sözlerini Hal David yazmış. Butch Cassidy ve Sundance Kid, 1908’de öldürülmüştü.

Filmin ön jeneriği özel ve sinemanın sinemaya bir armağanıydı. Görüntünün sol tarafında banka ve tren soyguncusu “Duvardaki Delik Çetesi” (Hole in the Wall Gang) üzerine sessiz film sepya olarak yansırken, sağ taraftaysa ön jenerik yazıları okunuyor. Kulağa projeksiyon makinesinin sesi gelirken, piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. “Bir zamanlar batının hali onlardı” yazıyor çetenin yansıyan filminde. Ön jenerik yazılarından ardından “Anlatılacakların büyük bir bölümü gerçektir” diyen ara yazı okunduktan sonra Butch Cassidy ve Sundance Kid’in hikâyesi başlıyor. 20. yüzyılın başlarında… Son kovboylar. Sepya görüntülerle bir kasaba yansıyor. Butch Cassidy (Paul Newman), kasabanın bankasına giriyor, keşif yapıyor. Güvenlik görevlisine eski bankaya ne olduğunu soruyor. Soyulmaktan bıkan eski banka kapanmış. Butch, oradan çıkıp kasbanın “saloon”una gidiyor. Kumarbaz ve solak Sundance Kid (Robert Redford) yine kumar masasında. Kid bıyıklı, Butch bıyıksız. Masadaki biri Kid’in hile yaptığını söylüyor. Şimdi ne olacaktı? Bir düello mu? Adamın tabancasını vuran hızlı Kid, Butch’la yola çıkıyorlar atlarıyla. Görüntü de renkleniyor. Butch’un uzak yerler hakkında bildiği hep bir şeyler var. Kid’e madenleri bol olan Bolivya’dan söz ediyor. Ya Kaliforniya? Orada altına hücum yok muydu? Çetelerin yanına geliyorlar. Butch, çetenin bir şeyler planladığını anlıyor. Butch, “News” (Haber) Carver’dan (Timothy Scott) olayı öğreniyor. Gazetelerde çetenin arandığı haberi de çıkmış. Bu yüzden çete, patronlarını kendilerince çetenin başına Harvey Logan (Ted Cassidy) geçirmişler. Yeni soyulacak yerse, H. G. Harriman’ın sahibi olduğu tren Union Pasific Flyer. Lider Butch banka soymayı düşünse de planı yapılmış tren soygunu da fena olmuyor çete için. Tren soygun sahnesi özel ve eğlenceliydi. Kid, lokomotif tarafına geçiyor ve treni durduruyor. Paranın olduğu vagonu açması için sorumlu Woodcock’a (George Furth) ricada bulunuyorlar sonra. Olmayınca da işi dinamitle hallediyorlar. Kasa için de dinamit gerekiyor tabii ki.

Gece kasabada şirket sorumlusu, tren soyguncusu çeteyi yakalamak için silahlı adamları toplamaya çabalıyor. Kid ve Butch, “saloon”un otel odasından onları görüyorlar. Savaşa katılsalar binbaşı olabileceklerini söylüyor Butch. Onun gerçek adı Robert Leroy Parker. Ortağı Kid’inkiyse Harry Longbaugh. O sırada bisiklet satıcısı (Henry Jones), yeni atlar bisikleti tanıtıyor kalabalık toplanmışken. Kısa bir zaman sonra genç kadın evine geliyor. Soyunurken kendine tabanca doğrultmuş Kid’i fark ediyor. “Korku”yla dediklerini yapıyor. Yönetmen göstermese de sevişiyorlar. Sabah olduğunda da her şey anlaşılıyor. Genç güzel öğretmen Etta (Katharine Ross), Kid’in sevgilisi. Arada ilişkilerine böyle gerilim yüklü heyecanlar katıyorlar işte. Butch, yeni atı bisikletiyle geliyor ve yeni uyanmış Etta’yla sabah gezintisine çıkıyor. Fonda da “Raindrops Keep Falling on My Head” şarkısı duyuluyor. Onlar bisikletle eğlenceli tur atarlarken şarkı da, “Damlalar üzerime yağıyor / Ve Tıpkı ayakları yatağına sığmayan adam gibi / Hiçbir şey uymayacak sanki / Damlalar üzerime yağıyor / Durmaksızın yağıyor / Güneşle biraz muhabbet ettim / Ve dedim ki, işini iyi yapmıyorsun / İş üstünde uyuyorum / Damlalar da üzerime yağıyor / Durmaksızın yağıyor / Ama bildiğim bir şey var / Üzerime saldıkları hüzün / Beni ele geçiremez bugün / Az kaldı / Mutluluğun selâmı yakın / Damlalar üzerime yağıyor / Ama bu demek değil ki / Gözlerim kırmızıya çalıyor / Ağlamak bana göre değil / Çünkü biliyorum ki / Sızlanarak durduramam yağmuru / Ben özgürüm çünkü / Hiçbir şey kesemez önümü” diyor. Bu şarkı sürerken, Butch ve Etta, tarif edilemez mutluluk saçıyorlar. Elmayı bile paylaşıyorlar. Kamera şarkının sonlarına doğru barakaların tahta boşluklarından sola doğru kayarak onları dikizler gibi takip ediyordu. Bu filmin derinliğinde daha bir anlamlaşacaktı. Butch, bisikletle akrobatik gösteri yaparak Etta’yı daha da mutlu ediyor. Geri dönüyorlar. Etta ilk Butch’la tanışsaydı ne olurdu? Butch, bisikletin önünde oturan Etta’ya, “Bazı Arap ülkelerinde bu evlilik gibi bir şey” diyor. Kid uyanmış ve onların mutlu hallerini izliyor hafiften kıskanarak. Butch, “Hatununu yürütüyorum” diyor. Kid, “Al hayrını gör” diyor.

Yine aynı şirketin trenini soyuyor çete. Woodcock yine kasanın olduğu vagonda. Butch yine ricada bulunuyor kapıyı açması için. Dinamitten korkan Woodcock onları içeri alıyor. Bu defa kasa değişik. Açılması için daha çok dinamit gerekiyor. Dinamit patlayınca kasayla beraber vagonda havaya uçuşuyor. Elbette dolarlar da. Çete paraları toplarken başka bir treni fark ediyorlar. Bunun tuzak olduğunu anlıyorlar. Gelen trenin vagonundan atlılar çıkıyor. Çete dağılıyor. Butch ve Kid başka yöne kaçıyorlar atlarıyla. Çölü geçiyorlar. Zincirlemeli geçişle kasabaya geliyorlar. “Saloon”un genelevinden Agnes’le (Cloris Leachman) hep beraber oluyor Butch. Odada bulunan Kid tedirgin. Peşlerindeki atlılar gecenin bir yerinde kasabaya geliyorlar. Atlarını ahırdan alıp kasabadan uzaklaşıyorlar. Zincirlemeli geçiş. Gece ağaçlıklı yeri geçtikten sonra mola veriyor Butch ve Kid. Uzakta ışıkları fark ediyor Butch. Atlılar peşlerinde. Butch ve Kid, gece sürerken, tanıdıkları Şerif Bledsoe’nun (Jeff Corey) yanına gidiyorlar. Butch, asker olurlarsa suçlarının bağışlanacağını düşünüyor. Devlet unutur muydu? Şerif onlara sonlarının geldiğini söylüyor. Çünkü onlar son kovboylar. Sanayi gelişiyor. Tren ve otomobil çoğalıyor, şehirler kalabalıklaşıyor. Zincirlemeli geçiş. Kavuran güneşin altında gökyüzünde bir akbaba uçuyor. Şimdi tek atla yola çıkmış Butch ve Kid. Tedirginlik her taraflarını kuşatmış. En küçük tıkırtı bile onları telaşa düşürüyor. Kid, yanlışlıkla küçük bir yılanı bile
öldürüyor bu korku kuşatmasından. Hava sıcak. Bir su birikintisi gören Butch kendini suya bırakırken, Kid de korkuyla etrafı gözlüyor. Atlılar peşlerinde. Kid, Denver’ı hatırlatıyor. Kendisi, Etta ve Butch restoranda yemek yemişler, Kid sonra kumar oynamış. Kumar masasındaki bir Kızılderili ona Oklahomalı Lord Baltimore’dan söz etmiş. Baltimore, gece ve gündüz iz sürmekte ustaymış. Atlıların içinde Baltimore olabilir miydi? İzlerini
kaybettirmek için derenin içinden geçiyorlar. Peşlerindekiler doğru iz üstündeler ve birkaç adım gerideler. Butch, Joe LeFors’tan söz ediyor Kid’e. Butch, “En iyi kanun adamı kim” diye soruyor Kid’e. “Rüşvet vermesi kolay olan mı, yoksa en zor olan mı” diye cevabı zor soru soruyor Butch. Satın alması en zor kanun adamı Wyomingli LeFors. O da mı peşlerindeydi? Bu film bir anda yol filmine dönüşüyor. Kanyondalar. Uçurum. Butch nehri fark ediyor. Tek çıkış suya atlamak. Ama Kid direniyor. Çünkü o yüzme bilmiyor. Onlara karşı savaşabilmeleri mümkün müydü? Etraflarını çevirirlerse açlıktan ölebilirlerdi. Yaşama içgüdüsü bastırınca suya atlamak zorunda kalıyor Kid. Bu anlarda insanı gülümsetebiliyor yönetmen.
Gece Etta’nın evine geliyorlar. Etta’dan bilgi alıyorlar. Peşlerindekinin LeFors ve Baltimore olduğunu öğreniyorlar. Yönetmen, LeFors ve Baltimore’u hiç göstermiyor. Çünkü kamera, hep Butch ve Kid’in yanından hiç ayrılmıyor. Kid, Etta’ya kendileriyle gelmesini istiyor, ama sızlanmazsa.. Etta, “26 yaşındayım, bekârım ve öğretmenim. Bu çukurun dibine varmak demek. İşte ilk defa heyecan ayağıma geldi. Sizinle geleceğim ve sızlanmayacağım” diyor. Sabahleyin… At arabasına valizlerini yüklüyorlar. Yola çıkmadan önce Butch bisikleti öfkeyle itiyor, “Gelecek sizin rezil bisiklet” diyor. Su birikintisine düşen bisikletin üzerinde görüntü sepyalaşıyor. Sonra yolculuklar ve gittikleri yerlerdeki anlar sepya fotoğraflarla yansıyor. Bohem hayatı yaşıyorlar. Bir an kendinizi François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filminin içinde sanıyorsunuz. Otomobiller de artık yaşamın parçaları olmuşlar. Tramvaylar da fark ediliyor. Biliyorsunuz, tren İngiltere’de 1825’te bulunmuştu. Mucidi de okuma-yazma bilmeyen bir tornacıydı. Adına da “lokomotif” demişti. Otomobillerse 1900’lerin başında yaygınlaşmıştı. New York, yeni yüzyılda modernleşiyor ve gelişiyor. Fonda da romantik müzik duyuluyor bu fotoğraflı gezide.

En sonunda Güney Amerika’ya geçiyorlar. Son durak olarak Bolivya’ya geliyorlar. Tren garındalar. Fotoğraf, hareketleniyor ve ardından renkleniyor. Satın aldıkları çiftliğe geldiklerinde bir harabeyle karşılaşıyorlar. Bir de lamalarla. Yedikleri ilk kazık bu oluyor. Kid öfkeli. Butch, bir-iki banka soyunca Kid’in rahatlayacağını söylüyor. Sonra bir bankaya gidiyorlar keşif yapmak için. Bir sorun var. O da dil. Banka soymak için Etta onlara İspanyolca öğretiyor. Amerika ve İngilizce dışında pek bir şey bilmeyen Kid epeyce zorlanıyor bu dil sınavında. Sonunda bankaya giriyorlar. Butch, elindeki notları okuyarak soygunu eğlenceye çeviriyor. Soygundan sonra üç atla kasabadan uzaklaşıyorlar. Bankanın güvenlik görevlisi polislere haber verince Bolivya’da da aranmaya başlıyorlar. Butch, Kid ve Etta kaçarken fonda duyulan müzik de müthişti. Onların coşkusunu dışarı çıkartıyordu sanki. Etta ve Kid, başka bir kasabada bir bankaya giriyorlar. Üstleri düzgün. Müdürle kasaların olduğu yere gidiyorlar ve Etta da ilk soygununu gerçekleştiriyor böylece. Gittikleri her yerde bankaları soyup duruyor üçlü çete. Polisten uzakta durmak için madende çalışmak için başvuruyorlar. Amerikalılar, bu kuş uçmaz kervan geçmez madende ne iş yapabilirlerdi ki? Onları işe alacak şef de öyle düşünüyor. Ama korucu olurlarsa iş hazırdı. Haydutlar işçilerin maaşlarını soyup duruyormuş. Şef, Kid’i deniyor. Hızlı ve solak Kid, hünerini gösteriyor ve işe giriyorlar. Şehre maaş almak için iniyorlar şefle beraber. Dönüşte yolu kesen Bolivyalı haydutlar şefi öldürüyorlar. Ateş altında gümüş para dolu torbayı alan Kid, hemen uzağa atıyor. Adamlar içi para dolu torbayı görünce coşuyorlar. Butch ve Kid, paraları isteseler de bu mümkün müydü? Kid, zor kaldığında birilerini öldürebiliyor. Butch, şimdiye kadar hiç kimseyi öldürmemiş. Hem paralar hem de can olunca yaylım ateşi açıyorlar, sonra da Kid, “Ne yapacağız” diyor. Gece… Etta, Kid ve Butch yine bir aradalar. Çiftlikten söz ediyor Etta. Onlar çiftlikten anlarlar mıydı? Etta eve dönebileceğini söylüyor. Fonda da hüzün yüklü müzik duyuluyor.
Zincirlemeli geçişle ormanda atlarla giden Butch ve Kid’i takip ediyor kamera. Madencilerin maaşlarını soyuyorlar. Sonra da bir kasabaya geliyorlar. Bu kasaba onların trajedisini yazıyor. Lokantada yemek yerlerken, atlarını götüren çocuk onları polise ihbar ediyor. Polis ikisini de çembere alıyor. Sona kadar süren bu çatışma anları sinemanın özel anlarından. Bir baraka eve sığınıyorlar. Ateş ederek dışarı çıkmayı denemek istiyorlar yaylım ateşi altında. Butch, iki at arasına girerek polisleri şaşırtmak istiyor ama başaramıyor. Çok geçmeden ordu da geliyor. İkisi de yaralanıyor. Sığındıkları evin içinde küçük bir hesaplaşma da başlıyor. Kid, Butch’un fikirlerinin peşinden buralara kadar geldiği için pişmanlık duyuyor. Butch, Avustralya’dan söz ediyor. Kumsallardan, güneşten. İngilizce konuşuyorlar, diyor Kid’e. Ölüm anında bile gelecek üstüne düşünmek. Yaşamın gücündendir belki. İkisi birden dışarı
çıkıyorlar. Ellerinde tabancalar. Polis ve ordu kurşunları yağmur
gibi üzerlerine yağıyor. Vurulduklarında görüntü donup, sepya fotoğrafa dönüşüyor, nostalji oluyor. Kamera, fotoğraf üzerinde geriye çekilirken genel planda her taraf görünüyor. Son jenerik yazıları da yansıyor. Bu film ülkemizde Aralık 1971’de vizyona çıkmıştı. Bu filme Türkçe adı veren sinema üstatlarımıza saygı gönderiyoruz. Filmin Türkçe adı filmin ruhuyla tam anlamıyla buluşuyor. Fotoğraf ölümsüzlüktü çünkü. Biliyorsunuz, fotoğraf 1830’ların ilk yarısında bulunmuştu. Sinema kamerasını Edison 1893’te, Lumière kardeşler de film oynatma makinesini, yani projeksiyonu 1895’te icat etmişlerdi. Lumière kardeşler aynı zamanda renkli fotoğrafı da 1903’te bulmuştu. 1907’de piyasaya çıktı renkli fotoğraf. Hill’in “Sonsuz Ölüm” filmi, sinemanın gerçek anlamda mücevherlerinden. Parıltısı hep olacak. Hill’in bu filmiyle François Truffaut’ya saygı sunduğunu da hissediyorsunuz.

“Belalılar…”

George Roy Hill’in 1973 yapımı “The Sting-Belalılar”, yedi dalda Oscar kazandı. Akademi, suç filmlerine karşı çoğunlukla müşkülpesentlik yaptı hep. Film, yönetmen, özgün senaryo, müzik, kurgu (William H. Reynolds), sanat yönetimi (Henry Bumstead-James W. Payne) ve kostüm (Edith Head) dallarında bu ödülü kazandı. Universal’ın sunduğu filmin senaryosunu David S. Ward yazdı. Duyulan o çoğu caz tadı veren müzikleriyse Marvin Hamlisch besteledi. Çarpıcı fotoğraflarıysa Robert Surtees yansıtmış. “Technicolor” renk tonlarına sinema perdesinde dokunmak gerekiyor. Filmin kurgusu da özeldi. Tam anlamıyla sinemaya saygı sunuşuydu. Yönetmen bu filminde sıkça kararma-
açılma tekniği kullanmış zaman geçişlerinde. Çok az zincirlemeli geçiş ve zumlu çekim var filmde. Komedi sosu katılmış bu gangster filmi, çok geçmiş zamanların, 1920’lerin, 1930’ların sinema estetiğinden de bolca yararlanmış. Öncelikle “silme” (wipe) tekniği anlamında. Filmde bölümler arasında ara yazılar da kullanılmış. Filmde gerçeküstü estetik öne çıkıyor. Filmin hikâyesi 1930’larda Şikago’da geçiyor. Dönem, stüdyoda kurulan setlerde yansıtılmış. Biliyorsunuz bu şehir, cazın ve gangsterlerin ülkesiydi. “Cotton Club”lar ilk bu şehirde yaygınlaşmıştı. Gökdelenlerin ilk yükseldiği Şikago, bir nehir liman şehri ayrıca. Bir şey daha vardı. Bu film MGM’de çekilecekti. Bu büyük stüdyo senaryoya onay vermişti. Ama Robert Redford, muhafazakâr şımarıklığıyla MGM’e itiraz etmişti. Yapımcılar da senaryoyu Universal’a götürmüşlerdi. Stüdyo da bu filmi çekmeyi kabul etti ve bir klasik çıktı ortaya.

Ayrıca bu film ülkemizde Şubat 1983 yılında vizyona çıkabilmişti. Çekildiğinden on yıl sonra. Yeşilçam, Hill’in bu filminden kopya ederek kötü bir film çekmişti. Sıkıcı ve melodram yüklü bu avantürde Cüneyt Arkın ve Ahmet Mekin oynamışlardı. Melih Gülgen’in 1974’te yönettiği filme de “Belalılar” adını vermişlerdi. Gerçek film 1983’te vizyona çıktığında, ikinci el Yeşilçam filminin “Belalılar” adını almak zorunda kaldı belki ithalatçı şirket. Hill’in filminin orijinal adı “Kazık” anlamına geliyor, belirtelim.

Film, çarpıcı ön jeneriğiyle hikâyesine giriş yapıyor. Fonda piyano tınıları duyulurken, illüstrasyon çizimli sayfalar çevrilerek yansıyor önce. Sonra da öne çıkan oyuncular, filmin derinliğindeki anlarıyla yansıyor ön jenerikte. Yıl 1936, Şikago… Önsöz (prolog)… Ekonomik buhran hâlâ sürüyor. Film, Joliet’teki tren garının önünde açılıyor. İşsizlik, açlık ve evsizlik hemen fark ediliyor. Kamera, öne kayarak birini takip ediyor. Sinemada ilk kaydırmalı çekim, Giovanni Pastone’nin 1914 yapımı siyah-beyaz ve sessiz tarihsel filmi “Cabiria” filmiydi. Filmin başlarında kamera, hafifçe öne kayıyordu. Görüntüleri çarpıcı olan bu filmin derinliğinde kamera geriye de kayıyordu. Filmde çevrinme (pan) çekim de vardı. Mottola (James J. Sloyan), hâsılatı almak için kumarhaneye giriyor. Parayı alıyor. Dışarı çıktığında, Erie Kid (Jack Kehoe) siyahî Luther’ı (Robert Earl Jones) kovaladığını izliyor. Oradan tesadüen geçen bir genç gibi görünen bıyıksız Johnny Hooker (Robert Redford) Luther’a yardım ediyor. Mottola ne olduğunu anlayamadan olayın içinde buluyor kendini bir gangster olarak. Hooker, Erie ve Luther, kendi çaplarında üçkâğıtçı bir çete. Bu giriş anı önemli. Geniş final bölümü de öyle. Hooker önce kendine çizgili bir takım elbise alıyor. Fonda neşeli müzik duyuluyor. Hooker, elinde bir çiçek demetiyle müzikhole gidiyor. Güzel Crystal’la (Sally Kirkland) buluşuyor. Sahnedeki işi bittikten sonra bir daha hayal kırıklığı yaşıyor Crystal. Çünkü Hooker rulette J. J.’ye (Ray Walston) üç bin dolar
kaybediyor. Hooker için paranın önemi yok. Günlük yaşam ve o anki mutluluk daha önemli. Hooker, Luther’ın evine gidiyor. Orada Erie de var. Luther’ın karısı Alva (Paulene Myers), çocuğuyla kiliseye gidiyor. Hokker onlara paylarını veriyor. Ama Luther istemiyor. Artık kendine dürüst yol çizmek istiyor. Hooker’a dolandırıcılar kralı Henry Gondorff’a (Paul Newman) gitmesini söylüyor. Öte tarafta, soydukları Mottola, Joliet’teki garın orada sarhoş bulunmuş. Mottola, yeraltı dünyasının krallarından Doyle Lonnegan’ın (Robert Shaw) adamı. Her türlü pis işler yapan Doyle, bankacılık gibi yasal işler de yapıyor. New York ve Şikago’da birçok politikacı ve polis de satın almış bu poker ve bahis tutkunu yeraltı babası. Bir de kirlenmiş polis dedektifi Teğmen Snyder (Charles Durning) var. Hooker’ın peşinde. Çünkü Mottola’yı soyanı biliyor. Gece sokakta beraber yürüyen Hooker ve Erie’yi sıkıştıran Snyder paraların hepsini istiyor. Hooker da ayırdığı sahte paraları bu “iyi” polise veriyor. Çok geçmeden oyuna getirildiğini anlayan Snyder, her şeyi bırakıyor, Hooker’ın peşine düşüyor. Hooker bir dükkândan Luther’ı arıyor, bulamıyor. Telaşla eve gidiyor. Luther’ın ölüsüyle karşılaşıyor. Artık onun tek şey Doyle’dan intikam almak. Görüntü kararıyor.

Hazırlık (Set-Up)… Gündüz. Dış mekânın yansıması sanki fırçayla çizilmiş resim gibi. Dönemin arabaları filme ruh katıyor. Fonda da piyano sesleri duyuluyor. Hooker, Henry’nin kaldığı yere gidiyor. Bu mekânda her şey var. Bar, genelev vs. Henry’nin şimdilik takıldığı çekici kadın Billie (Eileen Brennan) burayı işletiyor. Billie’yle tanışan Hooker, bıyıklı Henry’yi sızmış buluyor. Sarhoş Henry’yi soğuk duşun altında ayıltıyor önce. Henry en son işinde baltayı taşa vurmuş. Floridalı bir senatörü dolandırmış. Uyanık bir şantöz, senatörü uyarmış. Peşine adamlar takmış senatör. Saklanıyor Henry. New York’ta Doyle’un koruması Floyd (Charles Dierkop), golf oynayan Doyle’a Hooker olayı hakkında bilgi veriyor. Hooker da Doyle’a kazık atmak için büyük dolandırıcılık işini öğretmesini istiyor. Her şey Luther için. Luther’ı seven Henry ikna oluyor. Henry önce Hooker’ı önce berbere, sonra da terziye götürüyor. Piyano tınıları eşliğinde “silmeler” de sahne geçişlerini yapıyor bu anlarda. Gecikmeden ekip oluşturmaya başlıyor Henry. Müzikler coşkulu çalmaya başlıyor. Twist (Harold Gould), bir beyin gibi. Çoğu şeyi tasarlıyor, bilgiler topluyor, bahis mekânı hazırlıyor. Twist, Mottola’yı taşocağında Doyle’un tetikçileri Riley (John Quade) ve Cole’un (Brad Sullivan) öldürdüğünü de söylüyor toplantıda. Ekibin içinde J. J. de var. Henry, ikinci adam olarak Hooker’ı öneriyor. Elbette kabul ediliyor. Hedef Doyle.

Kanca (The Hook)… İş başlıyor. Bodrum katında at yarışları bahsi için mekân açılıyor Twist’in organizasyonuyla. Bir de eczane açılıyor. Bu eczane bilinen eczanelere benzemiyor. Kafe-eczane yani. Gecenin derinliğinde şimdi Şikago’ya giden trende… Henry, Shaw adını kullanarak Doyle’la poker oynamayı ayarlıyor trende. Önce Billie, Doyle’un cüzdanını yankesicilikle üşürüyor. Sonra da plan uygulanmaya başlıyor. Cin şişesini suyla dolduran Henry, poker oynanan özel kompartımanda Doyle’u hile yaparak yeniyor. Yenilgiyi hazmedemeyen Doyle cüzdanını arıyor ama bulamıyor. Bu kumar sahnesinin birinci sınıf olduğunu belirtmeliyiz. Henry oradan ayrıldıktan sonra planın diğer ayağında Hooker rolünü oynuyor. Billie’nin çaldığı cüzdanı Doyle’a veren Hooker, ona adının Kelly olarak tanıtıyor. Hooker, Henry’nin bahis mekânından bahsediyor. At tiyolarından da. Bahisçi Doyle’a eczanenin adresini veriyor. Tren Şikago’ya geldiğinde Doyle, Hooker’ı kaldığı yere arabayla bırakıyor. Dairesine giderken, Hooker’a ateş ediliyor. Hooker, Riley ve Cole’dan kaçmayı başarıyor gecenin içinde.

Masal (The Tale)… Doyle, Riley’e gidiyor Hooker’ın durumunu öğrenmek için. Doyle, Hooker’ın yüzünü bilmiyor. Gündüz. Hooker eczanede Doyle’u bekliyor heyecanla. Doyle, koruması Floyd ve birkaç adamıyla geliyor mekâna. Telefonda hangi atın geleceğini öğrenebilecekmiş Doyle. Sonra telefon geliyor. Doyle bahis oynanan yere geliyor. Twist’in işe aldığı Erie de orada. Her şey öylesine inandırıcı ki, şeytan bile inanabilirdi. Bu büyük senaryonun arkasında bir büyük usta Henry var elbette. J. J., sanki atlar koşuyormuş gibi yarışı anlatıyor. Billie de orada. Herkes Doyle’un karşısında işini kusursuz yapıyor. Hooker garsonluk yapıyor. Ertesi gün Hooker, Doyle’un malikânesine gidiyor. Doyle’a Union Western’de birini tanıdığını söylüyor. Çok yüksek ikramiyeli koşuymuş bu. Doyle’dan payına düşen payını alan Hooker, oradan ayrıldıktan sonra Hooker, kulübeden telefon ediyor. Ardından Snyder’ın saldırısına uğruyor. Kaçıyor. Tren garına giriyor Hooker. Bu kaçma-kovalamaca sahnesinde eğlenceli piyano tınıları da duyuluyor.

Tel (The Wire)… Hooker kafeye geliyor. Twist ve J. J., işçi tulumlarıyla kamyonette bekliyorlar caddede. Hooker, bir şeyler yiyor. Kafedeki bar bölümündeki siyah saçlı kadına ilgi gösteriyor sanki Hooker. Sonradan adının Loretta (Dimitra Arliss) olduğunu
öğreniliyor bu gizemli kadının. Başkasının yerine geçici olarak çalışıyormuş. Twist ve J. J. de Western Union şirketinin binasına giriyorlar işçi tulumlarıyla. Kafeden ayrılan Hooker, Doyle’un arabasına gidiyor. Hooker, Doyle’u ikna edebilmek için şirkete götürüyor. Her şeyi gözleriyle gören Doyle ikna oluyor. Diğer yanda FBI ajanı Polk (Dana Elcar), kafede oturan Snyder’i alıp konuşlandıkları mekâna götürüyor. FBI, Doyle’un peşindeymiş.

Sokmamak (The Shut-Out)… Hikâyede yeni sayfa açılıyor. Görüntü de sayfa açılır gibi bu yeni bölüme başlıyor. Gündüz. Yağmur yağıyor. Doyle eczanede bekliyor. Tiyo için telefon geliyor. Bahis mekânına gidiyor Doyle. Gece. Hooker kafede. Loretta’yla iletişim kurmaya çalışıyor. Sonra dışarıda birini fark ediyor. Loretta da ona yardımcı oluyor. İzini kaybettiriyor. Ama Snyder’a yakalanıyor. Snyder onu ajan Polk’a götürüyor. Polk, Hooker’dan Doyle’u gammazlamasını istiyor. Büyük bahsin oynanacağı gün Doyle’u tüm delilleriyle ele geçirebilecek. Hooker gönülsüz olsa da işe karışıyor. Luther’ın karısı Alva üstünden tehdit ediyor Hooker’ı Polk. Hooker herkese ihanet mi edecekti? Billie’nin mekânında Hooker’ın canı sıkkın Henry’yle kâğıt oynarken. Ertesi gün her şey bitecek. Son oyun. Geceleyin… Hooker boş sokakta kafeye bakarken altta da hüzün yüklü piyano tınıları duyuluyor. Loretta kafeyi kapatıyor. Yukarı çıkıyor. Hooker da Loretta’nın kaldığı yere gidiyor. Kapısını çalıyor. İkisinin de yalnızlığı üstünden kadını etkileyerek içeri giriyor. Sevişiyorlar. Billie ve Henry de yataktalar. Henry az da olsa üzüntülü.
Kazık (The Sting)… Sonsöz (epilog)… Sabah. Tren geçiyor, Loretta’nın odasında Hooker uyanırken. Henry de büyük gün için hazırlanıyor. Siyah eldivenli bir el de tabancanın namlusuna susturucu takıyor başka mekânda. Hooker kafede kahvaltı yapıyor. Sonra Polk’u arıyor telefonla. Hooker, krem rengindeki trençkotuyla sokakta Loretta’yı görüyor. Mutlu oluyor. Ama arkadan birisi ateş edip Loretta’yı alnından vuruyor. Loretta’yı vuran katil Doyle’un adamıymış. Hooker’ı vurmaları için Doyle’un çetesinden bazıları Loretta’yı tutmuş tetikçi olarak. Loretta, Dutch Schultz’un çetesiyle de çalışmış. İçinde 500 bin dolar olan valiziyle eczanede telefon bekliyor Doyle. Sonra bahis oynanan mekâna gidiyor Doyle. Riverside Park yarışlarında at Luck Dan’e bahis basmak için gişenin önünde kuyruğa giriyor sabırsız Doyle. Gişe memuru bu kadar yüksek bahsi alabilmek için patronu Shaw’a, yani Henry’ye danışıyor. Tüm parayı Luck Dan’e basıyor Doyle. Sonra da sonucu beklemeye başlıyor. Yanına Twist geliyor. Luck Dan’in ikinci geleceğini söylediğinde Doyle telaşa kapılıyor. Gişeden tüm parasını isterken, FBI baskını oluyor. Polk ateş ediyor. Önce Hooker, sonra da Henry vuruluyor. Şimdi ne olacaktı? Filmi görmek gerekecekti. Hem merak duygusu hem de sunduğu armağanlar için. Son jenerik yazıları da illüstrasyonun üzerine düşüyor. Ardından da film bitiyor.

(27 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

 

At İzi İt İzine Karıştığında

68. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı ana seçkisinde görücüye çıkmış son çalışması ‘Sicario’ ile bu hafta sinemalarımıza konuk olan yönetmen Denis Villeneuve’ün şiddetle meselesi devam ediyor. Kanadalı sinemacının kısalarını takip eden ilk uzun metrajı ‘Polytechnique’ 1989 yılında Montreal’de bir üniversitede 12 kadının ölümüyle sonuçlanan gerçek bir toplu bir katliam girişimi üzerinedir. 2010 yapımı ‘Incendies / İçimdeki Yangın’da şiddetin coğrafyası Orta Doğu’dur. Montreal’e göç etmiş Lübnanlı ailenin acı iç savaş deneyimleri izlenmesi kolay olmayan bir hüzün içermektedir.

Villeneuve’ün 2013’de çektiği ‘Prisoners / Tutsaklar’ bir çocuk kaçırma gerilimi çerçevesinde çağdaş Batı uygarlığında pusuya yatmış dehşetin izini sürmeye devam eder. Aynı dönemin ürünü ‘Enemy / Düşman’ başarılı bir José Saramago uyarlamasıdır. Nobel ödüllü Portekizli yazarın metnini Toronto’ya taşıyan yönetmen devasa metropolde sıkışmış bireyin çıkmazını etkileyici bir biçimde görselleştirmeyi başarmıştır.

Kökeni ‘ülkelerini istila eden Romalılarla savaşan Kudüslü Yahudiler’den gelse de günümüzde Meksikalı tetikçiler için kullanılan ‘Sicario’ sözcüğünü ad olarak seçtiği son çalışmasında şiddetin izini sürmek üzere Teksas / Meksika sınırına yollanıyor Kanadalı sinemacı. Bu tekinsiz sınırda konuşlanmış akıl almaz vahşete başta Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘No Country For Old Men’ olmak üzere birçok filmden tanıklığımız mevcut. Bırakın eski adamları günümüzde genç insanların dahi başa çıkamayacağı şiddet sarmalının Amerika sınırları içine sızmış dehşet verici görüntüleriyle açılıyor film. Arizona kırsalındaki baskında kırk küsur kişinin vahşi bir biçimde katledildikten sonra uyuşturucu kartelinin başlarından biri üzerine kayıtlı metruk evin içine gizlendiğine tanık oluyor FBI. Kurulu bombanın infilakıyla zayiat daha da büyüyor ardından.

Olaydan sağ kurtulmuş kadın ajan Kate Mercer (Emily Blunt) olan biten hakkında detaylı bilgi verilmeden Meksika’daki kartelin tepesindeki kişiyi hedef alan gizli bir operasyona dahil edilir daha sonra. Operasyonu yürüten küstah CIA ajanı Matt (Josh Brolin), Kolombiya’dan geldiği söylenen gizemli Alejandro (Benicio Del Toro) ve de Irak’ta Afganistan’da türlü işler çevirmiş erkekler topluluğu ile Meksika’nın sınır şehri Juarez’e yapılan yolculukta at izi it izine karışacak, genç kadın yabancı olduğu bu kurtlar dünyasında yolunu bulmaya çalışacaktır.

‘Sicario’ parlak bir yönetmenlik gösterisi. İngiliz asıllı görüntü yönetmeni Roger Deakins’in büyüleyici görselliğini tamamlayan Joe Walker’ın saat gibi işleyen kurgusu, Johann Johannsson imzalı etkileyici müzik çalışması ve de üç başarılı oyuncusunun katkılarıyla kusursuz bir işe imza atmış Villeneuve. Çok müsait olmasına karşın aksiyon türünün bildik klişelerine rağbet etmeden müthiş bir gerilim yaratabilmesi filmin belki en önemli erdemi. Deakins’in kuşbaşı çekimleri eşliğinde kalabalık otobanda çekilmiş uzun sekans antolojilere geçecek kadar başarılı.

‘Blade Runner’ devam filmi çekimleri öncesinde Villeneuve’e prestij sağlayacak bu parmak ısırtan görselliğin cilasını kazıdığımızda gördüğümüz manzara o denli masum değil oysa. ABD’nin itinayla beslediği ve görmezden geldiği üçüncü dünyanın şiddeti ve öfkesi kendi topraklarına sızmaya başladığında nasıl ikili oynayabileceği, şiddeti şiddetle mağlup etmek üzere kimlerle işbirliği yapabileceği bu cilanın ardında gizli. Uyuşturucu mafyasının köprü altına dizdiği parçalanmış cesetlerin, patlama sesleri arasında günlük hayatına devam eden tedirgin Meksika halkının Amerikan kamuoyunun pek umurunda olduğunu da zannetmiyorum. Meksikalıların yaşadığı kabusa samimi olarak tanık olmak isteyenler Amat Escalante’nin filmlerine, ‘Sangre’ye, ‘Los Bastardos’a, ‘Heli’ye göz atsınlar.

(22 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

52. Altın Portakal’a Sorular

Hemen her gün yeni bir Altın Portakal haberiyle karşılaşıyor, 52. Festival’in nasıl gerçekleşeceğine dair “bilgi bombardımanına” tutuluyoruz. Sözü edilen “bilgilerin” resmi bir karşılığı yok; çoğunlukla Antalya yerel basınına yansıyan açıklamalar bir yana, Festival yönetiminden -son olarak Eylül ortası gibi bir tarih telaffuz edilmesine karşın- bu satırların yazıldığı saate kadar herhangi bir ses çıkmış değil.

Organizasyonların İşlevi

Eldeki gayrı resmi açıklamalara göre Portakal bir kez daha Elif Dağdeviren’e emanet edilmiş durumda. Öncelikle kendisine ve ekibine başarılar diliyorum. Festival’in 52 yıla yaklaşan tarihi boyunca, sinema dünyasından birçok ismin “danışman”, “organizatör”, “sanat yönetmeni” vb. sıfatlarla Antalya’ya geldiğine tanık olduk. Bu bağlamda, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı olan Ümit Utku’nun damgasını vurduğu 60’lardan günümüze, -aradaki istisnaları unutmadan- neredeyse tamamı İstanbul merkezli organizasyonlarla yürüdü Portakal. Kimi zaman “toplumcu gerçekçi” sinemacıların başarılı üretimlerinin “Yeşilçam kodamanları”nca hiçe sayıldığını, kimi zaman da “yeni Cannes” söylemiyle ulusal sinemanın ufukta kaybolduğunu gördük. 80’ler, tam da dönemin ruhuna uygun “kitsch” bir atmosferi dayattığında “sessiz çoğunluk” oradaydı, şenlik Kaleiçi’nin dar sokaklarına hapsolduğunda ise ortalıkta pek kimse kalmamıştı. Yine de sürüp gitti bu sevda. Kimi zaman beyazperdenin yıldızlarının kendisiyle buluşmasına dudak bükenlere, bazen de açılış / kapanış gecelerinde araya konan bariyerlere inat! Evet, korteji ilkellik sayan da oldu, kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışan da. Sansüre ortak tavır alıp festivali demokrasi şölenine dönüştüren de, onu meşrulaştıran da. Bütün bu tartışmaların ve gelgitlerin arasında, kimi zaman dönemin belediye başkanlarının Portakal’ı sırtlarında kambur olarak görmelerini de yazdı tarih kitapları, onu bir halk şenliği olarak yorumlayanları da…

Sonuç olarak her türden renge rastladık bu topraklarda. Organizasyonu dünya turizmine giden yolda yapıtaşı olarak gören ve Konyaaltı sahillerini çıplak dansözlerle donatan zihniyet ile “Hollywood platolarını Antalya’ya taşıyoruz” diyen yöneticilerin unuttukları bir şey vardı: Altın Portakal, şaşaalı törenlerin, after party’lerin, beş yıldızlı otellerde yapılan kutlamaların veya jüri başkanının konakladığı odanın büyüklüğünden ziyade, Halit Refiğ’lerin, Yılmaz Güney’lerin, Onat Kutlar’ların ve daha nice önemli sinemacının özlemlerine tanıklık ettiği ve onlara selam durduğu ölçüde Altın Portakal olmuştu. Göç sorunu, her daim kanayan bir yara olan maden işçilerinin sömürüsü, 12 Eylül, işkenceler, “kadın sineması”, “sanat filmlerinin yükselişi” ve daha nice toplumsal olgu bu platformda dile getirilmiş ve festival, yedinci sanatın tarihe tanık olma gibi büyük sorumluluğuna ev sahipliği yapmıştı.

Altın Portakal; Venedik, Berlin, Cannes Değildir!

Festival; yarım asrı ardında bırakarak Türkiye’nin yalnızca sinemasal değil, kültürel birikimine de iz düşürmüş ve son yılların moda deyimiyle en kalıcı “marka değerini” oluşturmuş durumda. Ne var ki, önce yapılan açıklamalar, sonra da web sayfasında yapılan değişiklik, bu durumun tüm çevrelerce kabul görmediğini gösteriyor.

Bu noktada karşı argüman, dünyada akredite edilen 43 Festival arasında yalnızca Altın Portakal’ın ödülün adıyla anıldığı söylemini içeriyor ve organizasyonların kentin adıyla anılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Kulağa hoş gelen bir ifade; üstelik örneklemeler Venedik, Berlin ve Cannes’dan doğru yapılınca tesiri daha yüksek, ama…

Dilerseniz, 2005 – 2008 yılları arasında yapılan Altın Portakal’ları anımsayalım. Bu 4 yıllık AKSAV-TÜRSAK Dönemi’nde, Uluslararası Avrasya Film Festivali’ne katılan ünlüler arasında Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Jafar Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk gibi isimler bulunmaktadır. Kulağa inanılmaz geliyor, değil mi?

Sonra, 46. Altın Portakal’ı anımsayalım. Yeni yönetimin göreve geldiği ilk günlerde bir bütçe tartışması başlamış, Festival’e önceki yıllarda yapılan devlet yardımının kesintiye uğradığı dile getirilerek “eskiye” dönülmüştü. Uluslararası yarışmalar yine devam etti; ama öncekiyle kıyaslan(a)mayacak mütevazı ölçülerde. Öyleyse tespitimizin altını çizelim: Altın Portakal konjonktürel siyasetten etkisini kurtaramamış, özellikle belediyeler eliyle yürütülen bir organizasyon olduğu için “devamlılık” gibi önemli bir ilke, bu festival için işlevsel hale getirilememiştir. Halkaya, seçimler sonucu işbaşına gelen yeni yönetimin ilk icraatının, Portakal’a 1995 yılından bu yana hizmet veren AKSAV’la işbirliğini noktalamak olduğunu da ekleyelim ve devam edelim: Altın Portakal’a sahip çıkan temel unsur Antalya halkı ve sinemaya gönül veren yığınlardır. Festival tarihinde atılan uluslararası adımların “emek” ekseninde kuşkusuz bir karşılığı vardır; ancak bunlar bir “renk” olmaktan öteye gidememiş, belirleyici olan, ülkenin son 50 küsur yılının sosyal, siyasal ve kültürel tarihinden izler taşıyan Ulusal Yarışma olmuştur! Bu yüzden temel gaye -“iyi niyet” çerçevesinde atıldığını varsaysak bile- Altın Portakal’ı dünya ölçeğine açmak gibi bir adımsa, bunun ne yazık ki karşılığı yoktur, olamayacaktır.

En çok da bu sebepten ötürü, Festival’in adını değiştirmek, ödül heykeliyle (ilk olarak 70’lerde ve sonrasında da 2008’de olduğu gibi) “oynamak”, onu kübik forma dönüştürmek (!) ve festivalin ana rotasını keskin biçimde farklılaştırmaktan çok, “içe dönmek” gerekmektedir. Buna göre; Altın Portakal’ın yıllardan bu yana en temel eksikliğinin, olgunun Antalya kamuoyunda yeterince tartışılmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 52 yıllık tarihin bize haykırdığı gibi hedef kitlesi ulusal sinema olan bir kurum, öncelikle bu işlevini nasıl layıkıyla yerine getireceğini masaya yatırmalı ve temel misyonunu bu bakıştan hareketle yerine getirmelidir. Bu festivalin taşıyıcısı, onu bugünlere getiren itici gücü, temel motivasyonu hiçbir zaman uluslararası platform olmadığına ve Altın Portakal ismi, “içeride” zaten Antalya’yı yeterince anımsattığına göre yola Altın Portakal’la devam edilmesi elzemdir! Bunun dışında yapacağınız her köklü değişiklik, tıpkı geçmişte olduğu gibi uzun soluklu olmayacak ve en iyimser ifadeyle bir veya iki dönem sonra yapılacak yerel yönetim seçimleri sonrasında rafa kaldırılacaktır!

Para Meselesi

Gayrı resmi olduğunun altını yeniden çizmeyi ihmal etmeden, aldığımız son “duyumlar”, Festival’de para ödülünün sıfırlanacağı açıklamalarını içermektedir. Uygulanabilirliği zor olan bu yaklaşım, bir ölçüde “romantik / idealist” görünmektedir; ancak yüzey kazındıkça farklı bir muhtevaya büründüğü de açığa çıkmaktadır.

Söylentilere göre 52. Altın Portakal’da ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Film Müziği’ kategorilerinde ve ‘En İyi Kısa Film’, ‘En İyi Belgesel’, ‘En İyi İlk Belgesel’ yarışmalarında para ödülü kaldırılacaktır; ama bu, genel olarak para ödülünün noktalanacağı anlamına gelmemektedir. Bir yerel gazete haberi şu ifadeleri içermektedir: “Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Eylül ayı meclis toplantısının ikinci oturumunda, bu yıl festivalde dağıtılacak para ödülleri karara bağlandı. Buna göre ‘En İyi Film Altın Portakal Ödülü’ 150 bin lira,
2 adet ‘Antalya Film Forum (AFF) Pitching Progress Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü’ 30’ar bin lira, 2 adet ‘AFF Pitching Progress Uzun Metraj Belgesel Ödülü’ 30’ar bin lira, ‘AFF Yapım Aşaması Uzun Metraj Ödülü’ 100 bin lira, ‘Antalya Film Fonu Ödülü’ 100 bin lira, ‘En İyi Ulusal Film Ödülü’ 50 bin lira, ‘Vizyon Desteği Ödülü’ 50 bin lira olarak belirlendi.”

Buna göre En İyi Film kategorisi (Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü sayılmazsa!) ikiye bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? 150 bin lira, olası bir uluslararası yarışmanın ödülü müdür? En İyi Ulusal Film ayrı bir kategori olarak açıklandığı için bu sorunun yanıtı belli gibidir. Bunun, Altın Portakal tarihinde bir ilk olduğu unutulmamalıdır. Bugüne kadar, yukarıda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız gibi ulusal sinemamızın en önemli sinema platformu olan Altın Portakal’ın bu işlevi elinden alınacak ve daha önceki festivallerde bir “renk” olarak gözümüze çarpan uluslararası boyut, ekonomik bakımdan öne çıkarılacaktır.

Soruları çeşitlendirebiliriz: Yönetmenlere, senaristlere, görüntü yönetmenlerine, kısa filmcilere ve belgesel sinemacılara verilen ödüllerin geri alınmasının nedeni, asıl “birikimin” Uluslararası Yarışma’da değerlendirileceğini mi ortaya koymaktadır? ‘Antalya Film Forum’un (AFF), Ulusal Yarışma’nın çok ötesinde bir işlev üstlenmesi mi öngörülmektedir? Yapım Aşaması’nda olan bir filme verilmesi planlanan para ödülünün, En İyi Ulusal Film ödülünün iki katı olması ne anlama gelmektedir? Planlamada Kısa Film’den neden bahsedilmemektedir?

Takvimlerin Eylül sonuna işaret ettiği bir noktada, yanıtlanması acil sorulardır bunlar; üstelik, sayın Türel’in de vurguladığı gibi “Altın Portakal, Türk Sineması’nın Oscar’ı” iken.

“Uzun Lafın Kısası”

Geçen yıl, yalnız Altın Portakal’a değil, neredeyse tüm film festivallerine damgasını vuran “sansür” sorunuyla boğuşmaktadır sinemamız. Önemli sıyrıklarla atlatılan bir süreç, yeni sorunların gölgesinde ağır aksak ilerleyip, konuşulması gereken asıl konular kapıda belirmişken, bizleri neyin beklediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

4 Temmuz’da yayınlanan bir yazımda -böylesi bir manzara daha ortada yokken- şu ifadeleri savunmuştum: “Altın Portakal, en zorlu zamanlarında bile ulusal sinemanın yanında durmuş, kriz dönemlerinde dahi varlığını sürdürmüştür. Bu tavır, yalnızca yarışma bölümünde değil, kültürel çalışmalarda da kendisini gösterebilir. Şu günlerde sıkça tartışılan “sinemamızın temel sorunları”, “film festivalleri ve işlevleri”, “kitlesel üretimler ve sanat sineması”, “sansür sorunu” gibi konular festival kapsamında masaya yatırılmalıdır.” Yazarını “naif” kılan bu ifadeler, böylesi bir gündemde tebessümle okunabilir; ancak daha başka bir konu vardır ki, onun sonuçları çok daha düşündürücüdür: “Sinemacılarımız, bütün bu olup biten karşısında fikirlerini beyan etmek için neyi beklemektedirler?”

(21 Eylül 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Everest’in Zirvesinde İnsan – Doğa Savaşı

Everest
Yönetmen: Baltasar Kormákur
Senaryo: William Nicholson-Simon Beaufoy
Müzik: Dario Marianelli
Görüntü: Salvatore Totino
Oyuncular: Jason Clarke (Rob), Josh Brolin (Beck), Emily Watson (Helen), Jake Gyllenhaal (Scott), John Hawkes (Doug), Robin Wright (Peach), Ang Phula Sherpa (Dorjee), Keira Knightley (Jan), Thomas M. Wright (Michael), Martin Henderson (Andy “Harold”), Tom Goodman-Hill (Neal Beidleman), Charlotte Bøving (Lene), Pemba Sherpa (Lopsang), Amy Shindler (Charlotte), Justin Salinger (Ian), Vanessa Kirby (Sandy), Chris Reilly (Klev), Naoko Mori (Yasuko)
Yapım: Universal (2015)

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’un gerçek bir olaydan yola çıkan “Everest”, insanın doğayı fethetme savaşının trajik filmi. IMAX ve üç boyutlu bu film, sinema teknolojisinin üst noktası. İnsan kendini o anların yaşıyor sanki.

Gerçek bir hikâye… 1996 yılı. Hayatlarına anlam ve heyecan katmak isteyen çoğu zengin insan, Rob Hall’ün önderliğinde, Nepal’de Everest macerasına atılıyor. Everest, dünyanın en yüksek sıradağıydı. Bu yüce dağ, dünyanın da çatısıydı. Orada da küresel ısınmadan dolayı buzlar eriyordu. Everest’e buzullar erirse, bu Kuzey Kutbu kadar dünyanın iklimine etki yapacağı vurgulanıyor iklimbilimciler tarafından. Zirvesine yaklaştıkça  oksijen de azalıyor. Bu dağın zirvesine ulaşan çok az dağcı oldu. Çoğu oraya ulaşamadan öldü. İnsan doğaya hükmedebilir miydi? Şu ana kadar insanlar bunu başaramadı. Doğayı mağlubiyete
uğrattıklarını sandıkları anda doğa onlara büyük trajediler yaşattı. Yaşatmayı da sürdürüyor. Bu dağ tırmanışı büyük bir ekip çalışmasıyla gerçekleşiyor. Her şey en kötü durum düşünülerek oluşturulmuş. Deneyimler de var. Ama doğa da tam karşıdaydı. Her şey dinginken, birden karabulutlar çöker, ardından fırtına kopar ve trajediler yaşanırdı. Bu film üzerine yazmak yerine sinema perdesinde yaşamak daha iyi herhalde.

Hollywood’un gözdesi…
Bu filmi IMAX olarak devasa perdede görmek insanı görsel anlamda etkiliyor. Bir de üç boyutlu olunca, o anları birebir yaşıyor insan. Yağan karlar, kayan çığlar, soğuklar insana zihinsel
anlamda biraz da olsa deneyim yaşatıyor. İzlandalı heyecan verici yönetmenlerden Baltasar Kormákur, 1966’da Reykjavik’te doğdu. 2010 yapımı “Inhale-Nefes Nefese”
gerilimi, 2012 yapımı “Contraband-Son Vurgun” aksiyon-macerası, 2013 yapımı “2 Guns-Zorlu İkili” aksiyon-suç filmleri ülkemize uğramıştı. Hollywood, küçücük İzlanda’dan çıkan bu yönetmene düşlerini gerçekleştirme fırsatı veriyor işte.

Trajedinin dağında…

Kormákur’un filminde sadece Everest’in yaşattıkları değil, başka dramlar da var. Kormákur, doğa-insan ilişkisini anlattığı bu filminde, insan-insan ilişkilerini de öne çıkartıyor. Dağcıların lideri Rob, Jan Arnold’la beraber. Kadını hamile. Kız babası olmayı hayal ediyor Rob. Kızı olursa adının Sarah olmasını düşlüyor bir de. Everest’in uzmanı Rob, bildiği bu dağı yenebilecek miydi bir daha? Teksaslı Beck Weathers, zaman zaman dağa kaçan maceracılardan biri. İki çocuk babası Beck, bu defa karısı Peach’e haber vermemiş. Gözlerinden de ameliyat olmuş üstelik. Bumacera, ailedeki küçük sorunları onarabilecek miydi? Ya Doug? İlkokul öğrencileri onun bu maceraya katılması için para toplamış ve Everest’e yollamışlar. Doug Hansen, bu çocuklara ilham vermek istiyor Everest’in zirvesine ulaşarak. Helen Wilton da Rob’un sağ kolu bu macerada. Everest’in eteklerinde kurulmuş kampta iletişimi ve ihtiyaçları karşılıyor Helen. Bir de maceracılardan Scott Fischer var. Elbette yerel rehber Ang Dorjee de. Everest’in zirvesine ilk ulaşan kadın Yasuko Namba’yı da unutmamalı. Yönetmen, trajedileri yaşayanları önde göstererek Everest’in trajediler dağı olduğuna dokunduruyor seyircilere.

Çarpıcı görsellik…

Maceracılar, Everest’e tırmanmadan önce küçük tırmanışlar yapıyorlar önce. Mart ayının sonunda başlayan macera, Mayısın ilk yarısında başlıyor. Filmde gerçek anlamda o anın içinde olunan
anlar var. İki buzul arasına gerilmiş ince uzun asma köprüden geçiş anı insanı insana gerçek anlamda yükseklik korkusu yaşatıyor. Aşağısı uçurum ve neredeyse dibi görünmüyor. Bir an koltuktan aşağı doğru kaydığınızı hissedebilirsiniz. Müthiş ve anlatılamaz bir duygu. Buna benzer bir anı daha yaşatıyor yönetmen. Beck, iki buzul arasına kurulmuş merdivenlerden karşıya geçerken, onun yaşadığı korku iliklerde hissediliyor. Elbette fırtınalar ve çığlar da var. Zirvede, bu maceracılar gibi oksijensiz kalmış gibi de hissediyorsunuz. Yönetmenin, son jenerik öncesi küçük bir sürprizi de var seyircilere. Merak duygusu iyidir.

Filmde, Everest’e ilk çıkanlara da saygı sunuşu yapılıyor. 1953’te bu yüce dağa Yeni Zelandalı Edmund Hillary ve Nepalli Tenzing Norgay tırmanmıştı. Dağa adını verense İngiliz coğrafyacı Albay George Everest olmuş 1865’te.

Filmin müziklerini yazan Toskanalı besteci Dario Marianelli’yi de keşfetmeli. Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement-Kefaret” filmindeki besteleri arşive alınmalı. Onun müzikleri insanın ruhuna iyi geliyor. Bu filmde de öyle. Marianelli, müziklerini Everest’in ruhuna adamış sanki. Everest’in ruhuna dokunabiliyor insan bu müziklerle. Zaman zaman dingin, zaman zaman çığlık atar gibi. Filmin kameramanı da önemliydi. Salvatore Totino, Ron Howard’ın 2006’daki “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi” ve 2009’daki “Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar” filmlerindeki fotoğrafları çok çarpıcıydı. Ama yine Howard’ın yönettiği 2005 yapımı “Cinderella Man” filmindeki çalışması da hatırlanmalı. Kormákur’un 2015 yapımı “Everest” filminde de solukları kesiyor çarpıcı fotoğraflarıyla bu kameraman.

(21 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Her Şeye İyi Gelen İhtiyar

Stajyer (The Intern)
Yönetmen-Senaryo: Nancy Meyers
Müzik: Theodore Shapiro
Görüntü: Stephen Goldblatt
Oyuncular: Robert de Niro (Ben), Anne Hathaway (Jules), Christina Scherer (Becky),
Anders Holm (Matt),René Russo (Fiona), Adam DeVine (Jason), Wallis Currie-Wood (Kiera),
Christine Evangelista (Mia), Annie Funke (Ali),Christina Brucato (Emily), JoJo Kushner (Paige)
Yapım: Warner Bros (2015)

Hollywood’un mizah yüklü yönetmenlerinden Nancy Meyers’in “Stajyer”i insana iyi gelen filmlerden. Bu film, yaşlı insanlara ve tecrübeye saygıyı çoğaltacak belki.

Kırk yılı aşkın telefon idaresinde rehber baskı bölümünde çalışmış Ben Wittaker, emekli olduktan sonra sudan çıkmış balık gibi olmuş. Biriktirdiği uçak puanlarıyla bedava dolaşmış durmuş. 42 yıl yıllık karısı sekiz yıl önce kendini yalnız bırakıp göçüp gitmiş bu dünyadan. Torunları da var. Arada bir istemeyerek sevişmek zorunda olduğu kendi gibi yaşlı bir kadını da idare edip gidiyor. Şimdi yetmiş yaşında ve koca bir boşluğun ortasında. Yapacak
hiçbir şey yok. Koskoca evde yalnızlıktan da bunalmış. Hayatını geçirdiği büyülü Brooklyn’de caddeden geçerken bir ilana gözü çarpıyor. İlanda, internet üzerinden giysi satan bir şirket yaşlı insanları stajyer olarak işe alınacağı yazıyor. Ama onun da koşulları var. O da teknoloji. Artık insanlar “tweet” atıyorlar, “facebook”ta arkadaş oluyorlar, birbirleriyle konuşacaklarına cep telefonlarıyla kısa mesajlar atıyorlar. Elbiselerini ve başka ihtiyaçlarını internetten sipariş ediyorlardı. 2015 yılının dünyası böyleydi işte. Kibirliklerin, iletişimsizliklerin ve yalnızlıkların dünyasıydı bu zamanlar.

İnternet ticaretinde sıfırdan yaratan Jules Ostin, şirketin patronu. Sürekli koşturuyor. Çalışanlarının çoğu bilgisayarın başında sipariş alıyor bu işyerinde. Elbise depoları da var. Jules, Matt’le evli ve Paige adında da küçük bir kızları var. Ben, Jules’la çalışmaya başlıyor. Hep erken kalkmaya alışmış düzenli Ben, yatmadan önce iki çalar saatini erken saate ayarlıyor. Ben’in evinde her şey düzenli ve tertemiz görünüyor. Yatağı bile. İşe gidiyor. Burası ona
yabancı bir mekân değil. Kırk yıl bu binada çalışmış. Jules, bu binayı almış. İlk günden, Jules dışında herkes Ben’e ısınıyor. Ben,
görmüş geçirmiş ve gençlerde pek olmayan sabrı var. Buna hayat tecrübesi deniyor. Ben’in gözü hep Jules’un üzerinde. Ben, pencereden dışarı bakarken, Jules’un şoförünün gizlice içki içtiğini görüyor. Korumacı Ben işe el koyuyor ve Jules’un şoförlüğünü yapmaya başlıyor. Jules, Ben’in sıcaklığını hissetmeye başlıyor. Bir insana yakından bakınca uzaktan görülmeyenler fark ediliyor muydu? Önyargılar böyle mi yıkılıyordu?

1949’da Pensilvanya’da doğan yönetmen Nancy Meyers, 1998 yapımı “The Parent Trap-Komik Tuzak” komedi filmiyle yönetmenliğe geçti. Asıl bilinen filmi, 2000 yapımı “What Women Want-Kadınlar Ne İster?” yapıtıydı. Bu filmde, kadınların ne istediği insanı tuhaf yapıyordu güldürürken. En Son Meryl Streep’i yatağa sokan 2009 yapımı “It’s Complicated-İlişki Durumu: Karmaşık” vardı. Meyers, melodramlarında insanları gerçeken güldürebilen yönetmenlerden. Meyers, 2015 yapımı “The Intern-Stajyer” filminde insan sıcaklığı verirken, gerçek anlamda güldürüyor. Sinemanın ağır işçilerinden koca Robert de Niro, bu filmde komedi tarafını da ortaya koyuyor. Metot oyunculuğunun önemli isimlerinden De Niro, bu filmde sanki oraya kahve içmeye gelmiş bir insan sanki. Çok rahat ve ilham vericiydi.

Ben, işyerinde herkese iyi geliyor. Hayatının sonbaharında, işyerindeki masöz Fiona’yla aşka düşüp yalnızlığından bir nebze kurtuluyor. Ama her şeyden önce Jules’a terapi gibi geliyor Ben. Birçok şey darmadağın olup gidecekken, Ben’in varlığıyla her şey yoluna giriyor sanki. O, iyi bir gözlemci ve dinleyiciydi. Jules, iş yoğunluğundan kocasını ve evini ihmal ediyor. Sevişmeye bile zaman kalmıyor hayatında. Matt, belki de bu yüzden karısını aldatmış oluyor. Ama herkes için doğru yol vardır. Aile kutsaldır.

Yakın çekimlerin yoğun olduğu filmi, televizyon estetiğine yakın bulduk. Hatta “dolly”ye takılı çekimleri de. Ama kamera biraz açıldığında film de sinemaya yaklaşıyor elbette. Bilgisayar, tablet, akıllı telefon ve televizyon ekranlarının başında daha çok vakit harcayan seyircileri yabancılaştırmak istememiş sanki yönetmen. Mutlu sonla biten, insana kendini iyi hissettiren ve de güldüren bir film bu. Yaşlıların tecrübesine ve kendilerine saygı sunuyor film. Çünkü bir gün herkes yaşlı olacak.

(17 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

72. Venedik Film Festivali Başladı

Dünyanın önde gelen film festivallerinden biri olan Venedik Film Festivali, bu yıl 72. kez düzenleniyor. Festival Baltasar Kormakur’un yeni filmi Everest’in gösterimiyle başladı. 1996 yılında Everest’te meydana gelen bir olayı konu alan filmin başrollerini Jason Clarke, Josh Brolin, John Hawkes ve Keira Knightley gibi ünlü isimler paylaşıyor. Venedik Film Festivali, bu yıl Türkiye için ayrı bir önem taşıyor. Gerek ana yarışma jürisinde yer alan Nuri Bilge Ceylan ile gerek çeşitli bölümlerde yarışan filmlerle Türk sinemasının katılımının yoğun olduğu bir yıl. Emin Alper’in yönettiği ikinci uzun metrajlı filmi Abluka, Altın Aslan için yarışacak. (Haber: Serpil Boydak.)

Cellatla Yüzleşme

İnsanlık tarihi bir katliam tarihi. Geçmişin acı deneyimlerinden ders almadan katletmeye devam ediyor insanoğlu. Çoğu zaman cezasız kalıyor suçlar, kurbanlar kederli suskunluklarına gömülüyor. Bu hafta gösterime giren ‘Sessizliğin Bakışı / The Look of Silence’ tam elli yıl önce askeri darbeyle sarsılan Endonezya’da yaşanmış tarihin en büyük soykırımlarından birinin ardından bugüne bakıyor ve hayatta kalanların gözünden kanlı geçmişle hesaplaşmayı deniyor.

Amerikalı sinemacı Joshua Oppenheimer’ın Christine Cynn ve adı gizli tutulan bölgeden bir yardımcı yönetmen ile birlikte giriştikleri çabanın başlangıcı hayli eskiye dayanıyor. Endonezya’ya ilk kez 2001’de bir grup sömürge çiftliği işçisinin sendika kurma çabalarını anlatan ‘Küreselleşme Kayıtları / The Globalisation Tapes’ belgeseline yardım etmek üzere giden Oppenheimer, neredeyse her işçinin bir akrabasının 1965 soykırımında öldürüldüğünü keşfediyor. Onu daha da dehşete düşüren, travmaya uğramış yığınların susturulduğu ülkede suçluların halen iktidarda olmasıdır. İçinde bulunduğu ruh halini ‘Nazi Soykırımı’ndan kırk yıl sonra SS’lerin hâlâ iktidarda olduğunu görmüş gibiydim’ diye ifade ediyor yönetmen.

Suharto cuntasının emriyle katledilen yığınlara kamerasını çevirdiğinde üç yıl öncesinin eşine benzerine kolay rastlanmayacak belgesel çalışması ‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ çıkıyor ortaya. Yabancı işbirlikçilerin de desteğiyle bir yıldan az bir süre içinde 1 milyondan fazla insanı katlettirmiştir dikta. Muhalefet eden tüm gruplar, sendika üyeleri, topraksız köylüler, aydınlar, Çinli etnik gruplar sistematik bir biçimde yok edilmiştir. Cuntayla birlikte çalışan yerel gangsterler ve halen iktidarını sürdüren milis kuvvetleri üyeleriyle röportaj yapmaya başladığında bu kiralık katillerin geçmişteki kanlı infazlarını gururla dile getirmeleri yönetmenin dehşetini daha da büyütür. Gangster eskileri yaptıklarını bizzat sahnelemekten çekinmez. Giderek grotesk bir görünüm kazanan bu kanlı oyunda gangster şeflerinden Anwar Kongo’yu uykusundan uyandıran kâbuslar ya da öksürük krizleri dışında vicdana ya da herhangi bir suçluluk duygusunun izine rastlanmaz. Bu korkunç insanlık suçunun cezasız kalmasının verdiği güvenle alabildiğine pervasızdır kanlı katiller.

Büyük bir şaşkınlıkla karşılanan ‘Öldürme Eylemi’ olan biteni bizzat cellatların gözünden sergilerken kurbanlara ve kurban yakınlarına söz hakkı tanımadığı ve soykırıma perde arkasında destek vermiş
uluslararası kapitalizmin çirkin yüzünü kararlı bir biçimde deşifre
etmediği için eleştiriler alır. Oppenheimer güvenlik nedeniyle yapım
süreleri iç içe geçmiş bu ikinci belgeselinde ilk filmde yeterince yer alamamış unsurları perdeye taşıyor ve Kuzey Sumatra soykırımının bu son perdesinde filmin adından da anlaşılacağı üzere sessiz bırakılmış kurban yakınlarının gözünden toplu cinayetlere ışık tutmayı amaçlıyor.

‘Sessizliğin Bakışı’nın ana karakteri Adi Rukun cinayet kurbanlarından efsanevi Ramli’nin erkek kardeşi. Ramli unutulmamış çünkü vahşi bir biçimde katlinin tanıkları var. Adi soykırımdan iki yıl sonra dünyaya gelmiş ve ailesinden hayatta kalanların sessizliği içinde büyümüş. Yönetmenin çekimlerden çok önce tanımış olduğu genç adam çevresindekilerden farklı biri. Göz bozukluklarını tespit eden optisyen genç adam, tehdit altında sessiz kalmış, komünist yaftasıyla sürekli baskı altında tutulmuş köylülerinden uzağa büyük şehre göç etmiş, meslek edinmiş.

‘Öldürme Eylemi’nin temsili katliam bölümlerini izleyen Adi’den gelmiş soykırım failleriyle yüzleşme fikri. İlk filmde eksik kalanı tamamlamak istemiş, katillerle yüzyüze konuşmayı o talep etmiş. Bu son derece tehlikeli süreçte Adi’nin mesleği bir koruma kalkanı olarak kullanılmış. Kapı kapı gezerek insanların gözlerini kontrol eden Adi’nin yaşlı adamların 1965 katliamına ilişkin hatıralarını
sorgulaması üzerine kurulu plan mükemmel işlemiş. Oppenheimer Adi’nin mesleğinin görme üzerine müthiş bir metafor olabileceğini düşünmüş ve birçok söyleşisinde dile getirdiği biçimde ‘Adi’nin kendisi gibi gerçeği görmek isteyenler, olan biteni korkuyla görmek istemeyen, hafızalarından silmek isteyen kurban yakınları ve yarattıkları dehşetin gözlerini kör ettiği katillerle’ sıkı bir yüzleşme süreci gerçekleştirmiş. Doktor muayenesi sırasında ortaya çıkan güçsüzlük hissinin de yardımıyla sorgulamalarını rahatlıkla gerçekleştirebilmiş genç adam.

Yine kendi ifadesiyle ‘izleyiciyi korkudan doğan sessizliğin içine daldırmayı’ başarabilen sinemacı ülkesi ABD’nin darbe ve soykırımla ilgili bağını daha açık bir biçimde göstermekten kaçınmıyor bu kez. NBC haber bülteninin katliamları olumlayan 1967 yılından kalma haber kaydı dehşet içinde izleniyor. Endonezya’nın doğal kaynaklarını ve köleleştirdiği komünist işçiler vasıtasıyla emek gücünü sömüren Good Year örneğinden yola çıkarak çokuluslu şirketlerin soykırımın yürütülmesindeki desteği açıkça vurgulanıyor.

Bizler dehşetin dehlizlerine dalarken Adi’nin tek arzusu gerçeğin ortaya dökülmesi. İçlerinde kelebekler olduğu için zıplayan tohumlar metaforu eşliğinde Oppenheimer gibi Adi’nin yaşlı annesi de gerçeğin bir yerlerden sızacağının ve susturulmuş halkın artık
konuşmaya başlamasının beklentisi içinde. Adi’nin suçlarını kabullendikleri takdirde katilleri affetmeye hazır olmasını kederli
annesi gibi bizler de kabul edemiyoruz. Toplumsal dokunun paramparça olduğu bir ülkede sosyal uzlaşmaya olan ihtiyacın bağışlama yoluyla değil, suçluların adalet önünde hesap vermesiyle sağlanabileceğini düşünüyoruz.

Devletin dindar halkı kışkırtarak muhalifleri, komünistleri, siyasi suçluları kendi komşularına kırdırdığı akıl almaz vahşet hikâyelerini işittikçe kanımız donuyor, itirazımız büyüyor. Adi’nin soğukkanlı kederinden etkileniyor, yönetmenin altını çizdiği biçimde bu cesur belgeselin ‘sadece Endonezya’ya açılan bir pencere olmadığı, hepimizin üzerine tutulan bir ayna olduğu’ hususunda fikir birliğine varıyoruz. Benzer koşullarda kendi topraklarımızda yaşanan katliam görüntüleri, faili meçhuller, Maraşlar, Madımaklar bir film şeridi halinde gözlerimizin önünde canlanıyor. Ülkemizde halen oynanmakta olan kanlı oyuna isyan ediyor, endişe içinde Cizre’den haber almayı umut ediyoruz. Tüm bu yaşananları yüreklilikle beyazperdeye taşıyacak cesur sinemacılara ise bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

(11 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema, Zorlukların Üstesinden Gelme Sanatı

Yedinci sanat olarak nitelediğimiz sinema, birçok sanat dalının aksine sanayi/endüstri aynı zamanda… Bütün hepsi için bilgi birikimi ve deneyim gerekiyor kuşkusuz ama sinema deyince, o bilgi birikiminin yanı sıra senaryolaştırma, mekân bulma, oyuncu seçimi, kamera, ışık, oyuncular… -eskiden banyo da vardı, teknoloji onu ekarte etti- montaj, seslendirme, kopya çoğaltımı… bitmedi, salon ve gösterim tarihi… Şöyle bir baktığınız zaman sinemacının (buna televizyoncuları da eklemek gerekir) işinin ne denli zor olduğunu görürüz.

Sanayi deyince, parasız yapılamadığını bilmem söylememe gerek var mı? “Benim hayatım filim ama yapamıyorum, çünkü param yok.” Parası olan, o filim olan hayatları mı çekiyor? Kuşkusuz evet. Benimkini değilse de arkadaşımınkini, onun değilse bir diğerini, sınırlar ötesi birilerinin hayatını… ama hep sahici olanları…

Piyasadan Alacağımız Var…

Herkes kalıcı olmak ister, herkes aklından geçeni bir başkasına aktarmak ister… Bu, kimi zaman yazıyla, resimle, konuşmayla olur, kimi zaman hepsini bünyesinde buluşturan sinema ile ancak toparlanabilir. Her ne kadar “imajın imajı olmaz, dolayısıyla yoruma açık değildir” dense de, diğerleri denli “soyut” olmadığı için insanların daha bir benimsediği daldır. Buna da bağlı olarak hemen her çocuk “Karpuz Kabuğundan Gemiler” yapıp yüzdürmek ister akıntılı sularda.

Bu hafta gösterime giren, “ama hiç ünlü oyuncusu yok ki” denilen “Piyasadan Büyük Alacağımız Var – Maddi Manevi” filmi, tam da yukarıda anlattığımız şeyi işliyor. Bir araya gelen, “Genç Kafa”lar hem para kazanmak hem düşüncelerini aktarmak hem de “zevahiri kurtarmak” için televizyona bir dizi önerirler.

İpin ucu orada kaçıyor…

Bu alanda çalışan hemen herkes, ekonomik gücü yetmeyeceği için öncelikle (tabii, daha iyi, daha güzel, daha doğru ve çok izlenebilirlik gibi düşünceler de var) para yatıracak birilerini bulmak zorundadır. Televizyon kanalları bunun için biçilmiş kaftandır ve ilk akla gelendir. Projenizi -ne kadar uyduruk olursa olsun- anlatmak zorundasınız… ama ya çalınırsa? Sahi, çalınabilir, küçük üç beş değişiklikle (ona bile gerek kalmayabilir çoğunlukla) onca kafa patlattığınız, umut bağladığınız düşünceniz kaçıverir elinizden de… eliniz böğrünüzde kalakalırsınız. Birçoğumuz yaşamadık mı bunları?

Hukuk da çözemez bu problemi… Yapabileceğiniz tek şey vardır (geçtiğimiz haftalarda gösterime giren Aşkın Ritmi ve girecek olan Sıradışı Anne -Ricki and the Flash- filminde olduğu gibi) ek iş yapmak ama o da kolay değildir bizim ülkemizde… Oralarda
parttime çalıştığınız zaman ölmeyecek kadar para kazanabilir ve sanat yapmaya fırsat bulabilirsiniz ama bizim ülkemizde fulltime çalıştığınızda bile karnınızı doyuramayabilirsiniz, kaldı ki sanata zaman ve zemin kalsın. Yani aynı alanda, belki yine kandırılmayı, dolandırılmayı kabullenmek dışında bir seçeneğiniz yoktur.

Emek yoğun çalışma koşulları

Bir de emek yoğun çalışma koşulu vardır ki, hemen bütün çalışanlar emeklerinin karşılığını alamazlar. Gün ağarmadan başlayan çalışma -çoğunlukla ünlü başrol oyuncusuna göre planlanır- ertesi gün gün ağardıktan çok sonra biter… Dinlenmeye fırsat bulamayan set çalışanları yorgun argın yola düşerler yeniden. Doğal olarak ne güçlü bir (dizi için geçerli tabii) senaryo beklenir bu durumda ne de iyi bir mizansen ve set çalışması… Zaten herkes, bir an önce bitsin de gidip dinlenelim derdindedir… Bir de acaba emeğimizin karşılığını alabilecek miyiz?

Anlatılan bizim hikayemiz…

“Piyasadan Büyük Alacağımız Var” filmi, bizim hikayemiz… birebir gerçeklerle örülü. Bir arkadaşımız bile dışında değildir bu yaşananların… Filmi birlikte seyrettiğimiz bir arkadaşım, Yadigar
Ejder’in (çiçekler çelenk örsün başucunda) küçük bir rolün ardından günlerce parasının peşinde koştuğunu, parasının yine de ödenmediğini, üstüne üstlük ulaşım için de onca para verdiğini
anlattı. Yadigar’a verilecek para da zaten öyle çok değildir ya, ayrı mesele. Güleriz ağlanacak halimize ya… mizahla anlatmışlar bu yaşamsal dramı, hem de hiç dilini bozmadan, düzeyini yitirmeden.

Bu filmi öncelikle düşünce hırsızlarına izlettirmeli, ardından da yapımcılara… Gerçi onlar hepimizden iyi biliyorlar yaşananları… Salonda (evde) koltuğa kaykılıp izlediğimiz bir filmin ardında ne sorunlar yaşanıyor, ne umutlar sönüyor ve doğuyor anlamak için…

“Piyasadan Büyük Alacağımız Var”, yönetmen Ekin Akçay, oyuncular İzzet Başlak, Baran Erdoğan, Ali Yiğit San, Rabia Tutal, Okan Sağlam Ali Rıza Kara ve Salih Kalyon.

(10 Eylül 2015)

Korkut Akın

Kanlı Postal Filminin Yönetmeni Muhammet A. B. Arslan Röportajı

Neden böyle bir film çekiyorsunuz sorusunu duymuşsunuzdur pek çok kez ama gerçekten bu kadar zor bir konuya neden ve nasıl değindiniz? Çok eleştirenler olmuştur bu işi yapmayın başınıza iş alırsınız şeklinde? Bunlar için ne diyeceksiniz? Kimler destek oldu kimler köstek oldu?

Galiba zoru seviyorum. Devrimci gelenekten geldiğim içindir belki ayrıca bu konuyu çekmemin en büyük sebebi de o dönemi yaşamam ve o dönemde orada hayatını kaybeden arkadaşlarımın anısına sahip çıkma isteğim. Korku duvarını aşalı çok oldu

Sizce ne yanlış ne doğru yapıldı o dönem? Siz filmi kimin gözüyle anlatmaya çalıştınız?

Yanlış olan emperyalizmin desteğiyle bu ülkede en acımasız faşist uygulamaların ve meydan okumaların tarihte görülmemiş biçimde baskı ve zulmün kendisidir. Doğru olan da direnerek efsaneler yaratanlardır. Ben de filmi efsaneler yaratanların gözünden anlatmaya çalıştım.

Bugün de 12 Eylül 1980 darbesinin etkileri görülüyor ülkemizde. Hâlâ o dönemin anayasasının tartışmaları sürüyor. Kaldı ki bugün ciddi bir çatışma ortamındayız 7 Haziran seçimleri sonrası? Dünü ve bugüne nasıl bağdaştırıyorsunuz sizce hâlâ o dönemin sancıları mı bunlar? Bugünlerde Güneydoğu’da yaşanan acılarla ve ölümlere nasıl bakıyorsunuz? Nasıl çıkacağız ülkece bu olaylardan dışarı?

Tabii ki hâlâ o darbenin anayasası ve hukuku uygulanmaktadır ki bu uygulama halkın bu anayasayı istemediğini belirtmemesine rağmen maalesef bu anayasaya ve hukuk sistemi hâlâ varlığını sürdürüyor. Bu anayasayla darbenin failleri uluslararası mahkemelerde yargılanacak suçlar işlemelerine rağmen kendi anayasa ve hukuklarıyla göstermelik olarak yargılandılar. Bu eli kanlı katiller yine maalesef diyorum suçlarının cezasını çekmeden ölüp gittiler. Baki kalan o yiğitçe direnenlerin efsaneleri ve mücadelesidir. Demin anlattığım gibi anayasa ve hukuk sistemi değişmediğinden hiç bir şey değişmedi. Zaten partiler yasası bunun örneklerinden biri değil mi? Belki de politikacıların işine öyle geliyordur. Artık bugün halklarımız özgürlüğün ne kadar değerli olduğunu biliyor. Bunun için artık barış ve kardeşliği getirecek tüm insan hak ve hürriyetlerinin yiğit savunucuları olarak güzel yarınları yaratacaklarına inanıyorum.

Filmin çekim süreci hakkında bilgi verir misiniz, kaç yıllık bir çalışmanın ürünü bu yapım?

Zaten çok uzun ve zorlu bir süreçti. 2010 yılında senaryo çalışmalarına başladık. Dönemin canlı tanıklarıyla görüştük. Bu anlamda çok desteklerini aldık. Onların bizden tek istediği gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmamızdı. İki yıl sonra da çekimsürecine başladık. Çok zor ve bıçak sırtı bir konu olduğu için bu hassas durumun sinema diliyle anlatmak da çok zor oldu. Özellikle de işkenceleri. Birçoğunu da yansıtmaya içimiz el vermedi. Hiç kimseden destek almadan kendi zor, sıkıntılı olanaklarımızla birçok kişinin de sadece manevi desteğini alarak bu sinema filminin çekimlerini bir kaç ay önce tamamlayabildik.

Sette kazalar oldu mu? Sanırım pek çok işkence ve yanma sahnesi var filmin?

Evet, işkence sahnelerinde özellikle kadın oyuncuların psikolojik ve fiziki olarak acı çekmeleri gibi sıkıntılı olaylar zühûr etti. Ancak en büyük kazayı dört mahkûmun kendilerini yaktıkları sahnede yaşadık, onu da küçük sıyrıklarla atlattık.

Günümüzde daha popüler içerikli filmler çekiliyor. Siz oldukça farklı ve zor bir konu üzerine film çektiniz. Nasıl bir gişe bekliyorsunuz filmden? Sizce seyirciyi yakalayabilecek misiniz?

Bu filme kendine insanım diyen herkes sahip çıkacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugün de yarın da bu tarz filmlere duyarlı halklarımız sahip çıkacaktır. Özellikle ezilen halklarımızın özgürlük uğruna çektikleri acılar neticesinde çocuklarının hikâyesine sahip çıkacağına inanıyorum.

Yeni çalışmalar var mı, yeni projeleriniz? kısaca bahseder misiniz?

Tabi ki bu proje maddi manevi beni ve ailemi çok sarstı. Halkıma borcumun bitmediğini düşünüyorum, hatta iki proje belki üç proje daha çekmeyi planlıyorum. Bunlardan biri Halepçe katliamı diğeri Selahattin Eyyubi bir diğeri de Kenan Evren’i anlatmayı düşündüğüm “Büyük Diktatör (12 Eylül Kenan)”.

(06 Eylül 2015)

Marksist Doğdu ve Öldü: Claude Chabrol

Sinemanın değerli ustalarından Claude Chabrol’ün “Bir Kadın Meselesi” ve “Seremoni” filmleriyle anmak istedik. Bu iki film de gerçekçi sinemanın sarsıcı yapıtlarından.

Claude Chabrol, Fransız “Yeni Dalga” akımının François Truffaut’yla beraber Hitchcock’a en yakın yönetmenlerindendi. Sosyalist düşüncelerinden hiçbir zaman uzağa düşmedi. Duvarlar yıkıldıktan sonra bile. Chabrol’un asıl adı Claude Henri Jean Chabrol’dü. 24 Haziran 1930’da Paris’te doğdu. 12 Eylül 2010’da Paris’te vefat etti. Oyuncu Stéphane Audran’la 16 yıl evli kaldı. !980’de boşanmışlardı. Chabrol, “Yeni Dalga” akımının diğer genç yönetmenleri gibi Cahiers du Cinéma Dergisi’nde sinema eleştirileri yazdı önce. Hitchcock etkisi taşıyan 1958 yapımı siyah-beyaz “Le Beau Serge-Yakışıklı Serge”le ilk filmini çekti.

Chabrol’ün ülkemizde vizyona çıkmış 1959 yapımı “À Double Tour-Tehlikeli Rabıtalar”, 1965 yapımı “Marie Chantal Contre Dr. Kha-Şeytanın Tuzağı”, 1967 yapımı “Le Scandale-Öldüren Şampanya”, 1972 yapımı “Docteur Popaul-Çirkinleri Severim”, 1973 yapımı “Les Noces Rouges-Kanlı Âşıklar”, 1978 yapımı “Violette Nozière-Zehirli Çiçek”, 1997 yapımı “Rien ne va Plus-Hırsız ve Çırağı”, 2000 yapımı “Merci Pour le Chocolat-Sıcak Çikolata”, 2003 yapımı “La Fleur du Mal-Kötülük Çiçeği”, 2007 yapımı “La Fille Coupée en Deux-İkiye Bölünen Kız” gibi filmleri var.

“Bir Kadın Meselesi…”
Claude Chabrol’ün, II. Dünya Savaşı’nda geçen trajedisi 1988 yapımı “Une Affaire de Femmes-Bir Kadın Meselesi”, kadınların yanında giyotin meselesine de dokunuyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Colo Tavernier yazmış. Film, Francis Szpiner’in romanından uyarlanmış. Müzikleri Matthieu Chabrol bestelemiş. Dış mekânlarda, özellikle iç mekânlarda estetik fotoğraflar oluşturansa kameraman Jean Rabier filmde. Değerli oyunculardan Isabelle Huppert, bu filmindeki büyük oyunuyla 45. Venedik Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” dalında ödül kazanmıştı.

II. Dünya Savaşı yılları… Fransa, Nazi Almanyası tarafından kuşatılmış. İktidarda da işbirlikçi Vichy’nin sağcı hükümeti var. Esir alınmış kocalar, sağlıklı gençlerin Almanya’ya çalışmaya götürülmesi. Yoksulluklar ve açlıklar da bunlara dâhil. Kapı komşusu Yahudilerin gizlice toplanıp toplama kamplarına gönderilmesi de var. Filmin hikâyesi, yağmurlu kıyı şehrinde geçiyor. Kocası Paul (François Cluzet) Almanların elinde esir düşmüş Marie-Louise (Isabelle Huppert), iki çocuğuyla yoksul hayatını sürdürüyor. Yedi yaşlarındaki oğlu Pierrot ve küçük kızı Mouche’la yemek yapmak için ot toplamaya çıkıyor Marie. Ön jenerik yazıları okunurken, şehrin yoksul sokakları da yansıyor. Marie ve çocukları Pierrot (Guillaume Fourtier) ve Mouche (Lolita Chammah) kaldıkları yoksul apartmana geldiklerinde, kamera yukarı doğru kalkıyor pencereden komşu Ginette (Marie Bunel), bir erkekle öpüşürken yansıyıveriyor. Ardından, “Bu film tüm oyuncularına adanmıştır” yazıyor. Dairde oğlu Pierrot’nun dizlerini temizleyen Marie, bugün içki günü olduğu için dışarı çıkıyor, en yakın arkadaşı Rachel’le (Miriam David) kafeye gidiyorlar. İçki içip dans ediyorlar kadın kadına. Kafenin sahibi sert adam Blanche (Pierre-François Dumeniaud) onların bu mutluluğunu kısa kesiyor, “Alkol günleri hep sarışınlar geliyor” diye. Akşam çökmüş. Marie ve Rachel, çakırkeyif sokaktan geçerken kamera Bolşevizm karşıtı afişleri yansıtıyor. İlkinde, “Angagez vous Légion Volontaires contre la Bolchévisme” (Bolşevizme Karşı Gönüllü Lejyona Bağlan), ikincisindeyse, “Retournez au terre” (Dünyaya Geri Dön) yazıyor. Marie, tiyatro sahnelerinde şarkı söylemeyi hayal ediyormuş.

Sabah. Marie, çocuklarıyla aynı yatakta yatıyor. Marie, karşı komşusu Ginette’in dairesine gidiyor uyandıktan sonra. Ginette’in dairesi oyuncaklarla dolu. Müzik pikabına özlemle bakıyor Marie. Banyodan Ginette’in sesi geliyor. Hamileymiş. Bernard bebeği doğurmasını istemiyormuş. Çünkü Almanya’ya çalışmaya götürülecekmiş mahkûm değişimleri yüzünden. Sisler içinde şehir yansıyor. Yağmur da başlıyor. Çocuklar okula gidiyor. Marie, Ginette’in dairesinde. Bernard kürtaj için cephaneden bazı aletler getirmiş. Marie, suyu ısıtıyor, sonra soğutuyor. Tencerenin içine sabun doğruyor. Ardından ortasında pompası olan hortumla sabunlu suyu çekiyor. Ginette, yere uzanıyor. Marie, hortumu kadının bacaklarının arasına yerleştiriyor, içeri sabunlu suyu pompalıyor. İşi bittikten sonra kalan sabunu istiyor Ginette’ten.
Savaş zamanında sabun kolay bulunmuyor çünkü. Yağmurlu gün. Sokaklarda Alman askerleri dolaşıyor. Marie aynı kafeye gidiyor. Rachel’i arıyor. Blanche, Rachel’in Yahudi olduğu için götürüldüğünü söylüyor. İnanamıyor Marie. Onun Yahudi olduğunu da bilmiyormuş. Kamera başka bir mekânda sağa doğru kayıyor ve ağlayan Marie’yi kederler içinde gösteriyor. Elindeki evlilik alyansına bakıyor kederle. Ginette hâlâ bebeği düşürememiş. Üstelik Bernard gitmiş. Dairede. Marie, Pierrot’yu yatakta ağlarken buluyor. Üzgün olduğu için ağlıyormuş Pierrot. Gündüz patates tarlasında çiftçiyle pazarlık ediyor Marie. Çocukları için de iyi bir gün bugün. Elli franga yarım çuval patates alıyorlar. Daireye döndüklerinde Marie salondaki masada kocası Paul’ün çantasını görüyor. Mutsuzluk çöküyor üstüne birden. Paul yatağa uzanmış. Rıhtımlarda işçi aranıyormuş. Paul oralarda işe başlıyor çok geçmeden.

Ginette, dairesinde sancılanıyor, bacaklarının arasından kan geliyor ve sonunda bebeği düşürüyor. Paul, Pierrot’yla dışarı çıktıktan sonra Ginette teşekkür için müzik pikabını Marie’ye getiriyor. Marie mutlu oluyor. Artık bu kasvetli dairede müzik dinleyebilecek. Paul geldiğinde pikabı soruyor. “Hediye. Kadınlar arasında” diyor. Örgü örüp satan Marie sonra kuaföre gidiyor, saçlarını yaptırıyor. Kuaförde, Lucie’yle (Marie Trintignant) tanışıyor. Rachel’in boşluğunu Lucie’yle dolduruyor Marie. Bu dostluk derinleşiyor ve işbirliğine dönüşüyor çok geçmeden. Lucie, hayat kadınlığı, yani seks işçiliği yapıyor bu savaş dönemlerinde. Alman askerleriyle, Almanlarla iyi ilişkide olan Fransızları mutlu ediyormuş. Marie’de, “Yasaların yasakladığı işler yapıyorum” diyor ona. Dairede. Marie, leğende kocasının sidikli iç çamaşırlarını yıkarken kederli ve ağlıyor. Paul, cephede topların çıkardığı seslerden korktuğundan altına kaçırmaya başlamış Travma sonrası stres bozukluğu gibi sanki. I. Dünya Savaşı’nda da bu stres bozukluğu yaşanmıştı. Cephedeki askerler, havan toplarının çıkardığı ürpertici seslerinden çok korkuyorlardı ve kendi iradelerinin dışında vücutları Parkinson hastaları gibi titriyordu. Paul, karısının yeni saçını da fark edemiyor. Ev işlerinden ve bu e
vden sıkılmış Marie. Yeni bir daireye taşınmak istiyor. Çok geçmeden ferah bir daireye taşınıyor aile. Başka bir kafeteryada da yeni daireyi pastayla kutluyorlar. Tek mumu sırasıyla söndürüyorlar. Bir de dilek tutmalarını istiyor Marie. Küçük Pierrot da dileğinde cellât olmayı tutmuş. Sanki kader söyletmiş gibi. Gece, dairede. Marie kocasıyla aynı yataktalar. Paul sevişmek istiyor, ama Marie ona şarkıcı olmak istediğini anlatıyor. Gündüz tren yolu yansıyor. Yağmur yağarken iki kadın geliyor kürtaj için. Kadının kocası iki yıldır mahkûmmuş. Yani bir Almandan hamileymiş kadın. Çok para kazanan Marie, çocuklarına güzel yemekler yapıyor şimdi. Paul, paranın çoğalmasından dolayı
şüphelenmeye de başlıyor. Dışarıda Lucie’yle buluşan Marie, Lucie’yi yeni dairesine getiriyor. Akşam yemekte Marie, kocasına yine taşınmak istediğini söylüyor. Gündüz kafede Paul, Pierrot’yla kafede karşılıklı içiyorlar, mutlular. Paul, Pierrot’dan bilgi almak istiyor. Pierrot, eve kadınların geldiğini söylüyor babasına. Çok geçmeden çatı katı da olan yeni daireye taşınıyorlar. Artık tren sesi duyulmuyormuş. Lucie, daireye Lucien’le (Nils Tavernier) geliyor. Artık Lucie müşterilerini Marie’nin dairesine getiriyor. Randevuevi gibi oluyor. Marie de komisyonunu alıyor ondan. Lucien gittikten sonra Paul geliyor. İşsiz kaldığını söylüyor. Malul maaşı alacakmış. Marie, kocasın onu sevmediğini söylüyor artık çekinmeden. O çok para kazanıyor, Paul bir işsiz.

Gündüz. Eğlence meydanında Naziler yarışma düzenliyorlar. Kazanan Lucien, kazandığı kazı Marie’ye veriyor. Böylece Marie’ye de yaklaşıyor. Lucien, Marie’nin çillerinden hoşlanmış. Kamera başka bir mekâna gidiyor. Yoksul bir ev yansıyor. Yatakta çocuklar uyurken, Jasmine (Dominique Blanc), evden çıkıyor barakaya giriyor. Kocası Robert de (Jean-Claude Lacas) peşinden gidiyor. Altı çocuk doğurmuş kadın, bu yoksul hayatlarına birini daha katmak istemiyor. Jasmine, Marie’ye gidiyor. Kendini inek gibi hissediyormuş. Marie kabul ediyor. İşsiz Paul de gazete kupürleri yapıştırıyor defterlere can sıkıntısından. Zaman geçiyor. Marie, vinç operatörlüğü yapan Lucien’e gidiyor. Lucien, Almanlarla “temizlik işlerine” katılarak Almanya’daki zorunlu hizmetten kurtulmuş. Marie eve dönüyor. Âşığı olduğundan şüpheleniyor karısının. Gündüz. Evin avlusuna yanında iki çocuk olan bir kadın geliyor. Biraz büyümüş Pierrot (Nicolas Foutrier) ve Mouche’a (Aurore Gauvin) Marie’yi soruyor. Kadın, Marie’nin yanına gidiyor. Jasmine’in öldüğünü söylüyor. Kocası da trenin altın atmış kendini. Şimdi altı çocuk yetim ve öksüz kalmış. Marie duyarsız. Çünkü acelesi var. Kadın, “Anne karnındaki bebeklerin de ruhu var” diyor. O sırada Lucie, çatı katından müşterisiyle iniyor aşağıya. Marie sonra kafeye uğruyor. Kafenin özel bir yerinde Lucien, Nazi askerleriyle bilardo oynuyor. Lucien geç kaldığı için Marie’ye kızıyor. Yağmur altında eve dönüyor Marie. Kocasına iş bulmuş rıhtımda. Sabotajcı olup olmadığını gözetleyecekmiş Paul. Komünistler varmış. Naziler direnişçileri öldürüyorlar hep. İşi nasıl bulmuştu Marie? Gündüz. Marie genelev sokağında Lucie’yi buluyor. Kafeye gidiyorlar. Zaman geçiyor. Marie, Fernande (Evelyne Didi) adında bir hizmetçi de tutuyor. Onu çatı katına yerleştiriyor. Fernande’la kocasını seviştirmeyi bile planlıyor Marie. Yeter ki kendinden uzak dursun Paul.

Tatlı hayat bir yere kadar sürüyor. İşten eve erken dönen Paul, karısını yatakta Lucien’le uyurken görüyor. Sonun başlangıcı mıydı bu? Esaretten döndüğünden bu yana karısıyla hiç sevişememiş Paul, kendi yataklarında bir yabancı erkekle karısını zina yaparken yakalıyor. Paul, gazete sayfalarından harfler keserek polise, Marie’nin suçlarını ihbar ediyor. Mektup Paul’ün dış sesiyle yansırken, Marie sokakta mutlulukla bir binaya geliyor. İçeri giriyor. Kamera dışarıda sola doğru kayıyor ve usulca pencereye geliyor. Marie, piyano eşliğinde şarkısını söylüyor. Sonra evin avlusuna geldiğinde çocuklarını mutlulukla severken, iki sivil polis geliyor ve onu tutukluyorlar. Pierrot’nun büyümüş genç sesi duyuluyor, “Annemi tutuklarında yedi yaşındaydım” diyen.

Hapse atılan Marie’yi koğuştaki kadın mahkûmlar aşağılıyorlar sürekli. Sonra adliye müşaviri geliyor ve Paris’e gönderileceğini söylüyor Marie’ye. Paris’te cezaevi aracıyla hapishaneye götürülürken, gardiyana Eyfel Kulesi’ni soruyor. Ardından kamera, Marie’nin Paris’teki avukatı Fillon’un (Vincent Gauthier) evine gidiyor. Banyo yapan karısı Helene’e (Caroline Charbonneau), başka bir avukat bu vakayı onun sırtına yüklediğini söylüyor. Ölüm cezasıyla yargılanıyor Marie. Kürtaj ve fuhuş büyük suçlar Vichy’nin ahlakçı hükümetinde. Onca yoksulluk, işgal ve hükümetin Nazilerle işbirliği ahlaki değerlendirmelerin ötesinde miydi? Muhafazakâr ahlak ikiyüzlü müydü? Avukatıyla görüşüyor Marie. Bu dava örnek olmalıymış Fransızlara. Marie, devlete karşı işlenen suçlara karşı kurulmuş özel mahkemede yargılanacakmış Marie. Devlet, ahlaki meselelerde katı davranıyormuş. Hükümet, doğumdan çok kürtaj yapılıyor propagandasını yapıyormuş. Marie, koğuşta bir tek mahkûm kadınla konuşabiliyor. Avukat Fillon, Albay Chabert’e (Jacques Brunet) gidiyor, umut için sonra. Chabert, inatçı ve dürüst bir insanmış. Chabert, bu özel mahkemenin
komiseri. Chabert, eğitim almamış Marie’nin yaptığı işin farkına
varıp vicdan azabı çektiğini söylüyor. “Hayatında ilk kez dine döndü” diyor avukat. Chabert de, “Burası Kudüs değil” diye cevaplıyor. Umut bitiyor. Bu Chabert, Balzac’ın romanı “Albay Chabert” değil. Koğuşta konuşabildiği kadın mahkûma Marie, “Ben kimseyi öldürmedim” diyor. Mahkemeye getiriliyor. Her şey hızlı gelişiyor. Kürtaj yapmış, üstelik evini hayat kadınlarına açmış bu kadının hemen başı gövdesinden ayrılmalıydı Fransa’nın ahlaka kavuşması için. Önyargı yüklü muhafazakâr ahlak kazanıyor. Marie, koğuşundaki kadın mahkûmlarla vedalaşıyor. Konuşabildiği kadın mahkûm ona ilk komünyona ait madalyon veriyor moral için. Marie’nin ayakları da prangalı. Onu hücreye götürüyorlar. Gözleri nemleniyor. “Selâm sana Marie. Çamura battın. İçinizde yarattığınız meyve çürüdü” diye kendi kendine mırıldanıyor kederle. Madalyonu çıkartıp atıyor. Parkta avukat bir meslektaşıyla bankta oturmuş konuşurken gözüyle bebek arabalı kadını izliyor. Avukat, “Fransa dev bir kümese dönüştü” diyor umutsuzca. Ortalıkta Nazi askerleri de dolaşıyor. İnfaz günü geliyor. 30 Temmuz 1943… Avukat Fillon kendisi gelemiyor, stajyer avukatını yolluyor infaza. Marie, “Çok acıtır mı” diye soruyor. Giyotinin bıçağı yukarıdan aşağı düşüyor. Muhafazakâr ahlak buna “ilahi adalet” deyip geçecek herhalde. İnfazın ardından da “Mahkûm edilmişlerin çocuklarına acıyın” yazıyor görüntüde. Geriye kalan neydi? Fransa hükümeti, savaştaki günahlarının cezasını çekecek miydi? Bu filmin tüm kadınlarına merhaba demeli.

“Seremoni…”

Claude Chabrol’ün 1995 yapımı “La Cérémonie-Seremoni”, alt sınıfın üst sınıfı katledişinin şiddet yüklü trajedisini anlatıyor. Sadece katliama uğrayanlar için değil, katliamı yapanlar için de bu trajedi. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu Chabrol’ün kendi yazmış. Film, Ruth Rendell’in “A Judgement in Stone” adlı romanından uyarlanmış. Müzikleri Matthieu Chabrol bestelemiş. Görüntüleriyse kameraman Bernard Zitzermann yansıtmış. Bu film, Nisan 1998’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Filmin hikâyesi, Fransa’nın Manş kıyısındaki Ille-de-Vilaine şehrine bağlı Villes de Saint Malo adındaki kasabada geçiyor. Sophie Bonhomme (Sandrine Bonnaire), hizmetçilik için başvurmuş. Lelièvre ailesinin malikânesi, kasabaya on kilometre uzaklıktaki Saint Coulomb köyünde. Kamera, Sophie’nin kafeye gelişini gösteriyor. Resim galerisi olan evin hanımı Catherine’le (Jacqueline Bisset) buluşuyor. Anlaşıyorlar. Ön jenerik yazıları yansırken, Catherine Honda arabayla evine doğru gidiyor. Bahçeli zengin evine geliyor. Gilles (Valentin Merlet), Catherine’in önceki evliliğinden oğlu. Melinda’ysa (Virginie Ledoyen) şimdiki kocası Georges’un (Jean-Pierre Cassel) kızı. Müzik tutkunu mutlu bir burjuva ailesiydi bu. Eve televizyon için de uydu anteni takılıyor bugün. Akşam yemeğinde yeni hizmetçileri hakkında konuşuyorlar. Catherine, Sophie için “Garabet değil” diyor.

Sophie, birkaç gün sonra trenle şehre geliyor. Garda Catherine’le buluşuyorlar. O sırada Sophie’nin hayatına girecek postanede memur olan kırmızı bereli Jeanne da (Isabelle Huppert) filme dâhil oluyor. Birkaç gün tatile çıkıyormuş. Onu da yol üzerine bırakıyorlar. Sonunda Sophie yeni işyerine geliyor. Sophie yukarı katta kalacak. Odasında televizyon bile var. Herkes kendi işine gittikten sonra hemen televizyonla ilgileniyor Sophie. Tek başına şimdi evde.olunca yemek yapıyor önce Sophie. Akşam oluyor. Aile yemeklerini yiyor. Yemeklerden de memnun kalıyorlar. Gündüz George onu şehre bırakıyor. Sophie dükkânlara giriyor, alışveriş yapıyor. Numaralı gözlük de alıyor. Daha sonra Melinda onu arabayla alıyor, eve dönüyorlar. Yolda Melinda, sol söylemlerle Sophie’ye, “Ağır iş yaptırmalarına izin vermeyin” diyor. Evde. Salonda bir not buluyor Sophie. Notla odasına gidiyor. Bebek resimleriyle dolu defterinde nottaki kelimeleri ve anlamlarını arıyor. Sophie, okuma-yazma bilmiyor. Birinin bunu fark etmesinden de çekiniyor. Mutfakta. Melinda notu görüyor ve okuyor. Catherine, elbiseleri ütülemesini istemiş. Filmde ilk başlarda her şey, zaman geçişleri de hızla oluyor. Hem ev, hem aile tanınıyor böylece. Aile tatile çıkıyor. Sophie evde tek başına ve özgür. Televizyon izliyor, temizlik yapıyor. Marketten siparişleri getiren genç de evde tek başına olan Sophie’ye asılıyormuş gibi yapıyor. İrsaliyeyi de imzalaması nasıl imzalayacaktı? O da bir şeyler karalayıveriyor irsaliyeye. Evde işlerini bitiren Sophie yayan şehre iniyor sonra. Markette Jeanne’la karşılaşıyor. Sonra eve dönüyor. Beklenmedik bir anda Jeanne da geliyor peşinden. Melinda’dan kartpostal gelmiş. Gözlükleri yanında yokken okuyamıyormuş. Jeanne da notu okuyuveriyor ona. Sophie’nin odasında televizyon izliyorlar. TRT İnt Avrasya kanalında bir Yeşilçam filmine takılıyorlar. Sophie merakla bakıyor filme. Jeanne, Sophie’ye kendi geçmişinden bir şeyler anlatıyor. Georges’un şirketine başvurmuş zamanında. Onlar uzun boylu genç bir kadını işe almışlar. Jeanne arabasıyla gidiyor sonra.

Zaman geçiyor. Yolda Jeanne’ın Fransız kapitalizminin gururu Renault arabası bozuluyor. Eski model. Yoldan geçen Melinda, insancıllığıyla Jeanne’a yardım etmek için duruyor. Jeanne, aileye öfkeli. Genç kız küçük dokunuşla arabayı yürüttürüyor. Aküsü azalmış. Bu ilk Brechtyen vurgu. Melinda eve geliyor. Babası da eve gelmiş. Diğerleri yok. Georges av tüfeğini hazırlıyor. Bu ikinci Brechtyen vurgu. Sabah. Catherine çıkarken yine not bırakıyor. Yazılardan, notlardan acı duyuyor Sophie. Yayan şehre iniyor. Postaneye Jeanne’ın yanına gidiyor. Evde telefon bozuk diyor. Jeanne markete siparişleri telefonda söylüyor. Bazıları markette yokmuş. Olmayanları zihnine yazan Sophie başka marketten onları alıyor. Yayan poşetlerle eve doğru giderken, Catherine arabayla yanında duruyor. Pazar günü Melinda’nın doğum günüymüş. Georges evde. Mektuplarının postanede açıldığından şüpheleniyor.

Pazar günü. Eve, Melinda’nın sevgilisi Jeremie de geliyor. Ona müzik seti almış. Bu da üçüncü Brechtyen vurgu. Jeremie de Mozart seviyormuş. Melinda yirmi yaşına giriyor. Bir köşede Melinda ve Jeremie öpüşürken, kamera diğer konuklara dönüyor. İnsanlar, Sophie’nin pişirdiklerinden memnun. Bu arada Sophie de ortadan kayboluyor. Sophie, yayan kasabaya doğru yürürken, yolda Jeanne’ın arabasını görüyor. Jeanne mantar toplamak için ormana gelmiş. Jeanne’ın evine gidiyorlar. Jeanne mantarları pişiriyor. Beyaz şarapla beraber yerlerken, Jeanne kızının yanarak öldüğünü söylüyor Sophie’ye. Sonra gazeteyi alıyor ve Sophie’nin
karanlıkta kalmış bazı şeylerini okuyor Jeanne. Onun da karanlık sırları varmış, hasta babasının ölümünde. Polisin incelemelerine göre yangın kasten çıkartılmış Jacques Bonhomme’un öldüğü olayda. Sophie, babasına hastabakıcılık yapıyormuş yangın çıkmadan önce. Jeanne, “Babanı sen mi öldürdün” diyor. “Hiçbir kanıt yok” diye cevaplıyor Sophie. Sonra yatağa uzanıyorlar kahkaha atarak. Sonra kilisenin muhtaçlar için elbiselerin toplandığı yere gidiyorlar. İşe yarayanları ayırıyorlar. Jeanne, rahip ve rahibelerle alay da ediyor. Sonra arabayla Sophie’yi eve götürüyor Jeanne. Arka kapıdan içeri giriyorlar. Tüfekler göze çarpıyor. Sophie’nin odasında televizyonda Paul Newman’ın oynadığı filmi arıyor Jeanne.

Ertesi gün. Georges postaneye geliyor ve mektupları açması yüzünden Jeanne2la tartışıyor. Jeanne, Georges ve ailesinin geçmişi hakkında çok şey biliyormuş. Catherine’in eskiden fahişe olduğunu söylüyor. Evde Sophie, çalan telefonu açamıyor not alma korkusundan. Cesaret bulup açıyor. Georges bazı evrakları istiyormuş. Şoförü yollayacağını söylüyor. Strese giren Sophie odasına gidiyor televizyon izliyor. Dışarıda araba geliyor, klakson çalıyor. Sophie ilgilenmiyor. Çok geçmeden Georges geliyor. Öfkeli. Akşam. Catherine ve Gilles televizyon izliyorlar. Televizyonda gösterilen Fransız filmindeki öpüşmelerden rahatsız olan Catherine oğlunu uzaklaştırmak istiyor odadan. Sigara istiyor. Gilles sigara paketini alırken Jeanne’ın geldiğini görüyor. Jeanne ve Sophie, yatağın ucunda birbirlerine sarılmış televizyondaki yarışmayı izliyorlar. Sabah mutfakta Georges kahvaltı yaparken,
Sophie’ye Jeanne’ın eve gelmesinden rahatsız olduğunu söylüyor. Zaman geçiyor. Melinda arabasıyla eve geliyor. Hüzünlü. Sevgilisi Jeremie İngiltere’ye gidiyormuş. Melinda telefonla konuşurken, Sophie de Melinda’nın sırrını öğreniyor. Melinda hamileymiş. Sonra Melinda mutfakta test çözmeye başlıyor. Sophie adının “bilge” anlamına geldiğini söylüyor Melinda. Sophie’den de test çözmesini istiyor. Sophie’nin tedirginliğinden onun okuma-yazma bilmediğini de anlıyor Melinda. Aşağılanmış gibi hissediyor Sophie. Okullardan bahseden Melinda’ya şantaj yapıyor Sophie. Sonra odasına çıkıyor televizyon izliyor Sophie. Gece ailenin diğer fertleri de geliyor eve. Melinda’nın hüzünlü halini fark ediyorlar. Melinda her şeyi anlatıyor babasına. Georges, Sophie’nin odasına gidiyor. “Kızıma şantaj yapan birini barındıramam” diyor Georges. Bir hafta daha kalmasına izin veriyor yeni hizmetçi buluna kadar. Evde iş yapmasını da istemiyor. Georges odadan çıktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi soğuk bir yüzle televizyon izlemeyi sürdürüyor Sophie. Görüntü kararıyor.

Gündüz. Sophie ve Jeanne, bir evin kapısını çalıyorlar. Kadından eski elbiseleri istiyorlar. Evin sahibi kadın poşete ayırmış. Jeanne, poşeti boşaltıp kadını aşağılıyor. Bu rahibin (Jean-François Perrier) kulağına gidiyor. Elbiselerin toplandığı mekânda onlara ilişkilerinin kesildiği söyleniyor rahip. Sonra Jeanne’ın evine gidiyorlar. Gece Lelièvre evinde herkes konsere gideceklermiş gibi giyinmişler. Televizyon odasında aile yerini alıyor. Televizyondan Mozart’ın “Don Giovanni” operasını izlemeye başlıyorlar. Jeanne ve Sophie, arabayla Lelièvre ailesinin evine doğru yol alıyorlar Sophie’nin eşyalarını almak için. Jeanne, kızının nasıl öldüğünü anlatıyor Sophie’ye. Kanıt bulamamışlar. Eve geliyorlar. Arka kapıdan içeri giriyorlar. Yüksek sesle operayı izleyen aile onları duymuyorlar. Jeanne, Georges’un kullandığı aletlere dokunuyor. Sophie mutfakta çikolata hazırlarken, Jeanne mutfağa elinde tüfekle giriyor. Sonra Sophie’nin odasına çıkıyorlar. Jeanne, Georges’la Catherine’in yatağına sıcak çikolatayı döküyor. Gardıroptan Catherine’in elbiselerini de çıkartıyor Jeanne. Odadan çıkıp malzemelerin olduğu yere gidiyorlar. Sophie tüfeklere fişek
yerleştiriyor. Catherine, bir gürültü duyar gibi oluyor. Georges bakmaya gidiyor. Sophie, öfkeyle Georges’a ateş ediyor. Georges kanlar içinde yere yığılıveriyor. İçeridekiler tüfek sesini duymuyorlar. Sophie ve Jeanne, sıcak çikolatalarını içiyorlar. Gilles, babasına bakmaya gidiyor. Odanın kapısını açıyor, karşısında tüfekli Jeanne ve Sophie’yi görüyor. Sonra hepsinin üstüne kurşun yağdırıyorlar. Kitaplara bile ateş ediyorlar. Korkunç bir katliam yaşanıyor. Sonra da öylece bakıyorlar cesetlere. “Ben iyiyim” diyor Sophie. “Doğru olanı yaptık” diyerek havayı yumuşatan Jeanne, müzik setini alıyor. Jeanne arabasına gidiyor. Evde kalan Sophie telefon etmek istiyor, vazgeçiyor. Sonra tüfekleri yerine koyarken bezle de siliyor. Jeanne arabasını çalıştırmakta zorlanıyor. Sophie, siyah mantosunu giyiyor, dışarı çıkıyor. Az uzakta ışıkları görüyor. Yaklaşıyor. Polisler ve cankurtaran da (ambulans) orada. Jeanne, rahibin arabasına çarpmış ve ölmüş. Bir polis memuru tüfek sesleri duyulan müzik setini buluyor arabada. Sophie, umutsuzca banka oturuyor ve ifadesiz bir yüzle boşluğa bakıyor.

Chabrol, bu filmiyle görünüşte insanı ikileme düşürüyor. İyi bir aileydi görünen. Sophie’ye de iyi davranmışlardı. O şiddet, o katliam vahşiydi ve hiç kimse savunamazdı. Film, düz bakışla izlendiğinde muhafazakâr bakışa yöneliyor insan. Chabrol, sistem eleştirisi yapıyor bu sınıfsal filminde. Her şeyi belli bir sınıfın üzerinden geliştiren düzen, uçurumları derinleştiriyor ve çoğunluğa gerçek anlamda gelecek vermiyor. Aslında bu sınıf saplantısı, ayrımcılık, ırkçılık ve katliamlar maymun atalarımızdan miras aldığımız sapkınlıklardı. Medya ağzı, denizlerde ölen sığınmacılara (mültecilere) kibir yüklü kelimelerle “kaçak göçmen” demiyorlar mıydı? Sanki haşerelerden söz eder gibi. Maymun atalarımızın, sosyolojilerini ve psikolojilerini günümüze kadar taşıdık. İnsanlık her şeyle başa çıktı, ama sapkınlıkları yenemedi. Irkçılık, ayrımcılık ve aşağılama her yerdeydi. Bir milyon yıl önce ağaçtan inip iki ayaküstünde yürümeye başladığımızda evrimleşmeyle maymunlardan ayrılarak “homo sapiens” olduk, yani zeki insan, modern insan. Aletler yaptık, ateşi ve tekerleği keşfettik. Tarım
yapmaya başladık. Yerleşik olduk. Teknolojik bir türdük. Şunun şurasında 200 bin yıldır konuşuyoruz. Gırtlağımız, evrim sürecinde iki santim aşağı indi ve değişik lisanlarımız oldu. Evet, mutluluk ve hayatın tüm güzellikleri, kapitalizmin üst noktasındaki bir ülke olan Fransa’da da belli bir zümreye veriliyor. Fransa, sosyal bir devletti, üstelik II. Dünya Savaşı sonrasından beri. Ahlak denilen şey de yanılsamalı, ikiyüzlüydü kapitalizmde ve muhafazakârlıkta. Toplumda, çelişkiler ve kaybetmeler oldukça Marksizm ölmeyecekti. Chabrol, “Son Marksist filmi yaptım” demişti “Seremoni” filmi için. Muhafazakâr bakışla bu filme doğru dokunuş yapmak, anlam yaratmak çok zor olacak. Çünkü muhafazakâr ve burjuva ahlakında, sadece görünen üzerinden yorumlama, önyargı ve genelleme var. Olaylara ve olgulara faydacılık üstünden bakıyorlar. Diyalektiğe, yani neden-sonuç ilişkisini öngörmüyorlar. Sol ahlak ve bakış gerekli gerçekliğe gerçek anlamı katabilmek için. İlahi adalet deyip geçmemek gerek. Chabrol, bu filmde yansıyan tüm tüketim ürünlerini sponsor olmuşlar gibi son jenerikte tek tek yazmış. Bu da bir ironiydi belki. Jean Renoir ustanın, 1932 yapımı “Boudu Sauvé des Eaux” (Sulardan Kurtarılmış Boudu) siyah-beyaz filmini de görmek gerek.

(05 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

 

Hiçbir Sistem Güvenli Değildir

Genç Alman sinemasının yükselen isimlerinin peşpeşe sinemalarımıza konuk olması ne güzel. 2015 Alman Sinema ödüllerinin ‘Victoria’ ile birlikte öne çıkan bir diğer çalışması ‘Ben Kimim? / Whoami – Kein System ist sicher’ bu hafta ülkemiz vizyonuna başlıyor.

1978 doğumlu Baran Bo Odar’ın ilk uzun metraj denemesi karanlık, çok karanlık bir roman uyarlamasıdır. Bizde festivallerde ve sinemalarda gösterilmemiş olan 2010 yapımı ‘Der Letzte Schweigen / Nihai Sessizlik’ Jan Costin Wagner’in metninden yola çıkarak dram ve gerilim türlerini başarılı bir biçimde kaynaştırmasıyla dikkat çeker. Daha 12 yaşındayken Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı ile tanışmış olan genç sinemacı ıssız Alman kırsalında 23 yıl arayla aynı gün işlenmiş hunharca iki cinayet çerçevesinde ilerleyen anlatısında herbiri kendi kederini içinde yaşayan kasaba halkının derin suskunluğunu eşeler. İnsanoğlunun karanlık dehlizlerine yelken açar. Doğanın uçsuz bucaksız güzelliği içine sinmiş insanoğlunun içindeki iblisle uğraşır. Kuşbakışı çekimlerle insan denen varlığın büyük yalnızlığını resmeder.

Anne tarafından Türk, baba tarafından Rus kökenli olduğunu ifade eden Odar dört yıl aradan sonra çektiği ‘Ben Kimim?’de bu kez farklı bir tarz deniyor. Önceki çalışmasıyla aksi yönde son derece hareketli, aksiyon ve gerilimle ilerleyen bir ‘hacker’ ya da bilgisayar korsanı hikâyesi anlatırken, öykünün merkezinde yer alan ‘Benkimim’ ya da ‘Whoami’ kod adlı yeni yetme karakterin varoluş sorunsalına odaklanıyor. Küçük yaşta anne ve babasını yitirmiş olan Benjamin içe dönük kişiliği ile mücadele ederken hep bir süper kahraman olma hayalini beslemiştir. 14 yaşında oturduğu
klavyenin başından kalkmaz. Program dillerini öğrenir, işe basit sistem çöketme operasyonlarıyla başlar. Gerçek dünyada bir dışlanmış ya da kendi deyimiyle ucube olarak görülürken sanal dünyada ağın içinde özgür ve güçlüdür. Karizmatik hacker Max ve arkadaşlarıyla tanıştığında aktif bir grubun üyesi olur. Dört kafadar kendilerine CLAY (Clowns Laughing at You / Sizlerle Dalga Geçen Palyaçolar) adını verir. Ekip ‘V For Vendetta’ya selam sarkıtan palyaço maskelerinin ardında finans dünyasını ve büyük sanayi zincirlerini hedef almaya başlar. Amaç rol modelleri olan sahnelerin yıldızı büyük hacker MRX’in dikkatini çekmektir. Ancak işler büyüdükçe başları Rus Siber Mafyası ile derde girecek, Alman Gizli Servisi ve Europol peşlerine düşecektir.

‘Ben Kimim?’ çift anlamlı ismiyle özünde bir ‘hiçkimse’ olan görünmez Benjamin’in varoluş hikâyesi, genç adamın kimlik arayışında içine daldığı serüvenin deli dolu öyküsü. ‘Der Letzte Schweigen’in acımasız katili gibi yalnız bir adamın toplum içinde itibar kazanma mücadelesi. Karanlık hikâyeleri seven Alman yönetmenin aynı ‘Victoria’da olduğu gibi genç insanların karanlık yönlerini keşfedişine ilişkin heyecanlı bir deneyim. Baran Bo Odar bu serüveni son derece işlek bir sinema diliyle aktarıyor. Filmin
özgün ikinci adında da vurgulandığı gibi ‘hiç bir sistemin güvenilir olmadığını’ ve her sistemin çökertilebileceğine işaret ederken Benjamin ve kader arkadaşlarını modern çağın sihirbazları olarak resmediyor. Nikolaus Summerer’in usta işi sinematografisinden, Michael Kamm’ın etkileyici müziğinden, Robert Rzesacz’ın ödüllü kurgu çalışmasından ve başta daha önce ‘Oh Boy’da izlediğimiz Tom Schilling olmak üzere genç oyuncu kadrosundan büyük destek alırken, ‘Olağan Şüpheliler / The Usual Suspects’ ile aşık atan final sürprizleriyle ‘hacker’lar üzerine yapılmış en parlak filmlerden birine imza atıyor.

(05 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

80’lerden Gelen

“Rocky”, “Rambo”, “Indiana Jones”, “Superman”, dönemin aksiyon yıldızlarının gövde gösterisi olarak nitelendirilebilecek “The Expendables”in üçüncü serüveni, son “Terminator” ve halkaya eklenen Adam Sandler filmi “Pixels”. Halkaya başarılı animasyon “Oyunbozan Ralph”i de eklediğimizde tablo tamamlanmış gibi oluyor. Bütün bu yeniden çevrimler, tekrar filmleri ya da yeni kavrayışlar, siyasal zeminde ve sinema tarihinde büyük altüst oluşların yaşandığı bu dönemi, 80’leri yeniden mercek altına almamızı zorunlu kılıyor.

Tek kutuplu bir evrenin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı ve kendisinden önceki tüm muhalif çığlıkları keskin siren sesleriyle boğan bu sürece yeniden duyulan özlemi, 60’lardan süzülüp gelen Yeni Hollywood Sineması bağlamında inceleyelim.

Yeni Hollywood’u Anımsamak

1962’de Küba’daki füze kriziyle doruğa ulaşan Soğuk Savaş’tan beslenen sistemin McCarthyci uygulamaları gündemden düşürmediği ve ortalığa içi boş bir antikomünist söyleme karışan “vatanseverlik” şarkılarının döküldüğü bu dönem, Vietnam Savaşı’yla yeni bir boyuta taşınacaktı.

Tam da bu dönemde, sistemin öngördüğü manzara toplumsal muhalefetin reddi ile karşılanmak üzereydi: Büyük Bunalım öncesinin mücadelelerini birçok kazanımla taçlandıran kadın
hareketi, kısa sürede muhafazakârlığa öfkeye dönüşecekti.
Latinlerin bağımsızlık savaşımı tüm ezilen halklar adına umut
olurken, ilerici kamuoyunun bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Martin Luther King’in, günümüzde yapay bir söylemle Obama’nın da diline takılan “Bir Hayalim Var” haykırışı artık sessizlik duvarında parçalanmıyor, yığınları peşine takmayı başarıyordu. Giderek büyüyen ve ‘başkaldıran yüzyıl’ın aktörleri arasında yer alacak muhalefet, çok yakın bir süreçte öğrenci hareketini de kapsayacak ve 68 rüzgârına dönüşecekti.

Aynı günlerde gösterime giren Stuart Rosenberg imzalı “Cool Hand Luke” (1967), kahramanının “Buradaki temel sorun, aramızdaki iletişim eksikliğidir” sözleriyle yeni bir başlangıca işaret edecek ve egemen çevreler adına ‘iletişimsizlik’ bu kez küçük sıyrıklarla savuşturulamayacaktı!

Sürecin sinemasal karşılığı anlamına gelebilecek filmler, 60’ların ikinci yarısıyla birlikte perdeye inmişlerdi. Arthur Penn, “The Chase”de (1966), istemeden elini kana bulamasına karşın yozlaşmış kasabanın tek masumu olan karakterinin arkasında duruyor ve bir karnavala dönüştürülen katliamı onaylamıyordu. Martin Ritt’in “Hombre”sinde (1967) ‘uygar beyaz adam’ söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu anlatacak; Robert Aldrich’le başlayan ve John Ford’u bile içine alan iade-i itibar süreci, oldukça gecikmeli de olsa ‘Vahşi Kızılderili’ savunusunu yerle bir edecek; hatta “Little Big Man”de Vietnam ile yerli soykırımı arasında bağ kurmaktan çekinilmeyecekti.

“Bonnie ve Clyde”, suçlu kavramına getirdiği yorumla John Huston ve Kubrick’ten aldığı mirası ileri bir noktaya taşıyordu. Bu bakış kısa sürede özellikle westernleri doğrudan etkileyecek, Peckinpah, ‘katıksız iyiler’ ve ‘ölümcül kötüler’ arasında oynanan oyuna -finalde kanun adamını bir çocuğa taşlatmak pahasına- dur diyecekti. Bütün bu süreç boyunca seyirci; bir yandan westernin ölümüne tanıklık ederken, mağrur ve yalnız kovboy John Wayne Vietnam bataklığında çoktan can vermiş, mezarına karlar yağmaya başlamıştı!

Sunulanla yetinmeme tavrı, stüdyolar tarafından onyıllar içinde özenerek hazırlanmış klişelerin reddini de beraberinde getiriyor ve film kalıpları hızla tersyüz ediliyordu. Kara filmin çözülüşü (“Night Moves”), screwball comedy’lerin toplumsal sorunlarla karşı karşıya gelince paramparça olması (“Guess Who’s Coming to Dinner”), cinselliğin keşfi (“The Graduate”), Hollywood eleştirisi (“The Party”), Soğuk Savaş’ın acısını çıkarmak için insanlığa meydan okuyan zombiler (Romero Üçlemesi) ve metropolün medeni figürlerini hedef alan satanistler (“Rosemary’s Baby”).

Bu sayısız örneğe, Amerika’yı bulmak için yola çıkan; ancak onu hiç bir zaman göremeyecek olan “Easy Rider”ı; Big Brother öncüllerini (“They Shot Horses Don’t They?”); Vietnam mağduru orduyu içten içe kemiren doktorları (“M.A.S.H.”); Antonioni (“Zabriskie Point”), Altman (“Nashville”) ve Forman’ın (“Hair”) hippi kuşağı güzellemelerini; Peebles’ın, Black Cinema’nın temellerini atan “The Watermelon Man”ini ekleyebiliriz.

ABD, 70’lerin ortasına doğru yol alırken sosyal / siyasal arenada büyük altüst oluşlar yaşanmıştı. Bir bütün olarak bakıldığında özgürlükçü anlatının büyük oranda genişlediği bu dönem, ülkenin yakın tarihini derinden etkileyecek iki olayla kabuk değiştirecekti: Nixon, Watergate adıyla anılan bir skandala karışmış ve istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu olaydan sadece bir yıl sonra ‘şanlı ordu’, yakıp yıktığı ve topraklarının yarısına yakınını kullanılamaz hale getirdiği Vietnam topraklarından çekilecekti. O günlerde, bir tarihçinin not defterine şu satırları düşmesi kaçınılmazdı: “Emperyalist politikalar artık iflas etmiştir!”

Gülüşün Ardına Gizlenen

Sonraki dönemde; ilerici kamuoyu adına yeni talepleri dile getirme imkânı doğuran süreç bambaşka bir seyir izledi. İki kutuplu dünyada ibrenin Sovyetler Birliği’nden yana kayma endişesi, istila kuşkularını beraberinde getirecek ve ortaya çıkan boşluğu -sınıfsallıktan uzak ve konjonktürel olan- muhalefet adına derin bir paranoya duygusu dolduracaktı: Bütün bu olanlar sağın ölmesi değil, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu.

Kendine güvensiz, kuşkucu ve iletişim sorunları yaşayan orta sınıfın Woody Allen’da vücut bulmaya başladığı 70’lerin, Alan Pakula’nın paranoya filmleriyle anılması tesadüf değildi (“Klute”, “Parallax Wiev”, “Three Days of Condor”); tıpkı Spielberg’ün “Duel” ile perdede belirmesi ya da “Bullitt”ten miras kalan faşizan polislerin durumdan vazife çıkararak otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaları gibi (“Dirty
Harry”,
“The French Connection”).
Bir süre sonra “Deliverance” ve “Straw Dogs” gibi filmler, uygarlık kavramını tartışmaya açacak, “bol gelen
demokrasi gömleğini” işlevsel hale getirmek Don Vito Corleone’ye düşecek (“The Godfather”), New York’un arka sokaklarında bambaşka bir dil konuşulmaya başlanacaktı (“Mean Streets”). “Jeremiah Johnson” dağlarda yalnızlığa mahkûm bırakılır ve garip bir biçimde 50’ler nostaljisi yaşanırken (“The Last Picture Show”, “American Grafiti”), “Serpico”nun “Death Wish”in Bronson’u tarafından vurulması kaçınılmazdı. Bu dönemin en çok iş yapan filmler, felaketi
görselleştirerek Amerikan toplumunun hücrelerine korku aşılıyor (“The Towering Inferno”, “Airport”), “The Conversation” geniş kitlelere sistemin yıkılamaz
olduğunu müjdeliyordu! Otoriteyi hiçe sayarak çitten atlayan genç kızın “Jaws” tarafından parçalanması ya da “Taxi Driver”ın Travis’inin kahraman ilan edilmesi an meselesiydi ve Sidney Lumet (“Dog Day Afternnon”), John Schlesinger (“Marathon Man”), Sydney Pollack (“All the President’s Men”) gibi ‘bir kaç iyi adam’ın son çırpınışları fazlaca anlam ifade etmiyordu.

Sistem, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi başarmıştı. Adına ‘Yeni Sağ’ denilen ideoloji, korku ortamından aldığı cesaretle geçmişin geleneksel muhafazakârlarına cesaret aşılıyor; Kore Savaşı’nda ölen ‘Eski Sağ’, Vietnam’da yok olan binlerce insanın cesetlerinin üzerinde yeniden yükselmeye başlıyordu.

Bu dönemin yansıması olarak, sektörün en sevdiği konulardan olan ve kulaklara kapitalizmin nimetlerini fısıldayan sınıf atlama serüvenleri geri dönmüştü. “Saturday Night Fever”ın Monero’suyla birlikte geniş kitlelere ninniler okuyan İtalyan Aygırı, işçi sınıfına da kurtuluş reçetesini açıklıyordu: “Örgütlenmeyi bırak, bireye dönüşmeye bak!”

70’ler, sistemin yol kazasına uğraması sonucu ortaya çıktığı varsayılan yeni ve özgürlükçü sinemanın savunusuna karşı savaş açma çabalarına sahne olmuşken, 80’ler ‘tehlikenin bertaraf edildiği’ ve yerine yepyeni özlemlerin (olmazsa da “Elm Sokağı”, “13. Cuma” ya da “Kötü Ruh” türünden korkuların) yerleştirildiği yıllar olarak hatırlanabilirdi.

Bu dönemin filmlerinde, özgürleşmeye çalışan kadın modeli sürekli olumsuzlanmış, ikinci noir dalgasıyla femme fatale’e ideolojik bir elbise giydirilmiş, kutsal Amerikan değerlerini korumanın reçetesi olarak ‘kutsal ailenin kadını’ ön plana çıkarılmıştı. Sömürge alanlarını genişletme arzusunun simgesi olan “Indiana Jones”ların cirit attığı sürecin genç kahramanları ise ya “Fast Times at Ridgemont High”ın öfke ve isyanlarının kaynağını bulmakta zorlanan zavallılarına, ya da sorumluluğu sisteme hiç bulaştırmadan, aileye veya öğretmenlerine yıkan “Breakfast Club”ın duygusal çocuklarına dönüşmüşlerdi.

“Vietnam Sendromu” ise “First Blood” ile ABD ordusunun savaşı kaybettiğini bir türlü kabullenmeyecek, ortaya çıkan manzarayı dış güçler ya da içerdeki mihrakları ile (ne kadar tanıdık değil mi?) açıklamaya cüret edecekti. Muzaffer ordunun dillere destan başarısızlığı kimi zaman Rambo’nun Rus ve Vietnamlılara ders verdiği sahnelerle, kimi zaman ise Chuck Norris’in ya da bir başka ‘üstün adam’ Schwarzenegger’in kontrgerillalarının göz yaşartan serüvenleriyle ve “Top Gun”ın maceraperest gençleriyle unutturulacaktı.

Tüm uğraş ve mücadeleleri boş ve anlamsız olarak okuyan 80’ler ideolojisi, mutlak kaderci bakış açısını üstün yapımların alt metinlerine inceden inceye sızdırmış, en yüksek teknolojilerle donatılan toplumlarda dahi (“Terminator”) çok önceden yazılan kaderin değiştirilemeyeceğini savlamıştı. Aksini savunmak “Back to the Future” örneğindeki gibi komik olaylara yol açacak, ya da “The Fly”in talihsiz bilim adamının başına geldiği gibi trajik sonuçlar doğuracaktı.

Kısacası hiçbir şey tesadüf değildi ve yıllar sonra kapımızı bir kez daha çalan Schwarzenegger’in son “Terminator”daki çirkin gülüşünün, 11 Eylül sonrası dünyaya bir mesaj yolluyordu. Benzer şeyler, Sandler ve arkadaşlarının kültürel altüst oluşları bir kez daha anımsattığı ve bir tür “sosyalleşme” nostaljisi yaşattıkları “Pixels” için de söylenebilir: “80’lerle ikinci randevuya hazır mısınız?”

NOT: 30 Ağustos 2012 tarihinde BirGün’de yayınlanan yazının genişletilmiş versiyonunu içermektedir.

(25 Ağustos 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com