Kategori arşivi: Yazılar

Televizyon ve Sinema Yok Olacak, Kendinizi Şimdiden Bu Gerçeğe Hazırlarsanız İyi Olur

Hocaların hocası, ünlü Hollywood teorisyeni Robert McKee, 10 yıl sonra, 4. Boğaziçi Film Festivali kapsamında vereceği 3 günlük seminer için yeniden İstanbul’a geldi. 75 yaşında olan yazar, sabahın ilk saatlerinden akşamın karanlığına kadar yaşından beklenmeyecek bir enerji ve mizah yeteneği ile seminerine katılan sektör profesyonellerine altın değerinde öğütler verdi. İlk günün teması “Televizyon”du, ancak sinemadan hayata pek çok konuda kendisinden kıymetli tavsiyeler aldığımız bir buluşma oldu. Ağırlıklı olarak dizicilerin katılımıyla geçen ilk günden kendime ve bu bizim bir türlü gerçek bir sektör olamayan sektörümüze bir umut, bir ışık olsun diye aldığım notlarımı paylaşıyorum. McKee’nin diyalog meselesine değinirken, “Ülkenizde çok iyi yazarlarınız var, mesela Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ bana ilham veren kitaplardan bir tanesi” demesi yüzümüzde tatlı bir gülümsemeye neden oldu.

Story adlı kitabımı okudunuz mu? Eğer okumadaysanız Hollywood’u unutun! (gülerek)

– Size nasıl yazacağınızı söyleyemem, elinizden tutup kaleminizi oynatamam ama prensiplerini öğretebilirim.

– Hollywood’da yazarlar çok önemlidir, yönetmenleri yazarlar işe alır. Sizde durum nasıl?

– İnsanlar artık, bir sürü insanın konuştuğu, gürültü yaptığı ve cep telefonu ile ilgilendiği bir ortamda film izlemek yerine, evinde, dev ekranda, istediği zaman durdurup bir kadeh şarap alabileceği bir ortamda film izlemek istiyor.

– Ülkenizde seyircinin sinemaya ilgisi nasıl? Bir seyirci; – Çok iyi! McKee: – Ah, harika! Demek Türk Sineması altın çağını yaşıyor… (gülerek)

– Günümüzde sinemanın özellikle de “sanat sineması”nın kendisini tekrar ettiğini düşünüyorum. Son 20 – 30 yıldır yeni bir şey söylemiyorlar. François Truffaut, Federico Fellini, Bernardo Bertolucci’nin ardından iyi bir şey çıkmadı.

– İyi bir yazar olmak için başka insanların ne yazdıklarını okuyun. Kötü de olsa okuyun. Hatta kötü yazılar sizi daha çok geliştirir. Ben olsam daha iyi nasıl yazardım deyip, oturup baştan yazın.

– Kötü filmler için de bu geçerlidir. Kötü bir filmi izleyip ben olsam daha iyisini nasıl çekerdim diye düşünün.

– Sinema ve televizyonun geleceği tamamen internette, bundan eminim. Ne zaman olacağını bilemem ama olacak.

– Bir süre sonra televizyonların tamamen tarih olacağını düşünüyorum, sinemanın da aynı şekilde… Demek istediğim hikâyeler anlatılmaya devam edecek ama formu değişecek.

– Karasal yayıncılığın tamamen sona ereceğini düşünüyorum. Uydu, kablolar hepsi yok olacak.

– Değişimin önünde duramayız. Bundan endişe duymuyorum. Siz de gelecek için kendinizi hazır ederseniz iyi edersiniz.

– Teknoloji uzun metrajlı filmleri de sinema salonlarından söküp atacak. Bu kültür yok olup gidecek.

– Ekran ise sonsuza kadar var olacak. Hikâyeler ekran üzerinden anlatılmaya devam edecek. Benim için önemli olan da hikâyelerin anlatılmaya devam etmesi…

– İsteseniz de istemeseniz de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalacaksınız. Zamanla her şey internete evrilecek.

– Gençlerin ilgisini uzun bir süre herhangi bir şeyde tutamadığını söylüyorlar. Bu doğru olsaydı genetik bir değişimden söz ederdik.

– Geçmişte insanlar daha kibardı, sabırla reklamları izliyorlardı. Gençlerin buna tahammülü yok ama bir haftasonu boyunca kapanıp bir dizinin bir sezonunu bitiriyorlar.

– Bana televizyon ve sinemayı birbirinden ayıran en önemli farkı soruyorlar. Bende şöyle cevap veriyorum, sinema dış kapıya, televizyon ise iç kapıya açılan hikâyelerdir.

– Televizyonun meselesi karakterdir. Karakterin “sempatik” olması isteğe bağlıdır, “empati” ise olmazsa olmazdır.

– Komedi de “içerik”ten öte “üslup” önemlidir. İyi bir dizinin olmazsa olmazı form, içerik, karakter ve üsluptur.

– Oğlum ile Gandhi’nin filmini izliyorduk. Bu tarz toplumun yüzde ellisinin bildiği hikâyelerde kahramanın sonu filmin başında verilir. Oğlum, “Ne kadar popüler bir adammış, cenazesi ne kalabalık.” dedi. Kendisi Amerika’nın en önemli tarih okullarından birinde derece almış bir çocuk. İşte Amerika’nın diğer yüzde ellisi bu okullardan mezun oluyor. Demek ki hocasının Ganghi’ye bir ilgisi yokmuş. (gülerek)

– İnsanların, başka insanların yaratıcılıkları üzerinden kendi kimliklerini bulması hiç sağlıklı değil. Mesela benim çocukluğumda bir film izlerdik, beğenenler ve beğenmeyenler olurdu ve o konu orada kalırdı. Şimdiyse kişisel algılanıyor.

– Örneğin Titanik filmini hep b*ktan bir film olarak görmüşümdür. Bunu Titanik’i seven biriyle paylaştığım zaman sanki kendisine yapılmış bir hakaret gibi algılıyor. “Pardon,” diyorum, “Titanik’i siz mi çektiniz?”

– Müzikte, tasarımda da bu böyle… İnsanlar bir şeyle kendisini özdeşleştiriyor ve onu kendisine aitmiş gibi savunuyor. Size tavsiyem kendi yolunuzu bulun, kendi cümlelerinizi kurun…

– Dizilerin klişelerle dolu olduğunu söylerler. Klişeleri aşmanın tek yolu araştırma yapmaktır. Karakterinizi derinleştirmek için, onu yakından tanımak için çaba göstermek, okumak ve entelektüel birikiminizi arttırmak zorundasınız.

– Öylesine birine aşık oluruz ama ilk fırsatta onu değiştirmeye çalışırız.

– İnsanlar tutarlı değil, çelişkilidir. Bu yüzden karakterleriniz de böyle olmalıdır.

(16 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Fantastik Dünyada Eğlenceli Macera

Fantastik Canavarlar: Nelerdir, Nerede Bulunurlar?
(Fantastic Beasts and Where to Find Them)
Yönetmen: David Yates
Eser: J. K. Rowling
Müzik: James Newton Howard
Görüntü: Philippe Rousselot
Oyuncular: Eddie Redmayne (Newt), Katherine Waterston (Porpentina Tina), Dan Fogler (Kowalski), Colin Farrell (Graves), Ezra Miller (Credence), Ron Perlman (Gnarlack), Samantha Morton (Mary), Jon Voight (Shaw), Carmen Ejogo (Seraphina), Alison Sudol (Queenie), Josh Cowdery (Shaw, Jr) Kamil Lemieszewski (Jan), Johnny Depp (Grindelwald)
Yapım: Warner Bros (2016)

İngiliz yönetmen David Yates’in “Harry Potter” ruhundan düşmüş “Fantastik Canavarlar: Nelerdir, Nerede Bulunurlar?” filmi, görsel dünyasıyla beraber hayal gücüne ve sanata da kutsama yapıyor.

İngiliz Newt Scamander’ın yolu New York’a düşüyor. 1926 yılı. Özgürlük Heykeli’nin şehrine Ellis Adası’ndan giriş yapıyor. Dünyayı dolaştıktan sonra bu şehre gelmiş. Büyülü yaratıkları arıyor. Banka önünde Salem Hayırsever Cemiyeti’nin lideri Mary Lou Barebone’un konuşması ilgisini çekiyor. Orada Porpentina “Tina” Goldstein de var. Tina, bir Seherbaz. Amerika Birleşik Devletleri Sihirli Kongresi (MACUSA) ajanı. Bu Kongre’nin bir özelliği de canavar sihirli yaratıklarla savaşırken, halkın belleğini de siliyor. Halkın kendilerinden haberli olması gerekiyormuş. Kongre’nin başında da Seraphina Picquery var.

Hikâyeye bir de işçi sınıfından Polonyalı Jacob Kowalski katılıyor. Elinde Newt’ün bavuluna benzeyen bavuluyla telaşla bankaya doğru giderken Newt’le çarpışıyor. Bu çarpışma heyecan dolu maceranın da başlangıcı oluyor Jacob gibi Sihirdışı olan seyirciler için de. Savaş gazisi Jacob, konserve fabrikasında ezilmekten yorulmuş. Bankadan kredi alıp pasta fırını açmayı hayal ediyor. Newt’ün soyguncu sihirli hayvan dostu bankaya girince, madeni paraları toplamaya başlıyor. İşte Newt’le Jacob’ın yolları bankada kesişiyor.

Sanatın yönetmeninden…

David Yates, 1963’te Merseyside bölgesindeki St. Helen’de doğdu. İngiliz yönetmen son dört “Harry Potter” filmini de çekti. En son sinemalarımıza 2016 yapımı IMAX ve üç boyutlu “The Legend of Tarzan-Tarzan Efsanesi” gelmişti. Yates, “Harry Potter”ın yazarı J. K. Rowling’le ruh birliği sağlamış. Yates’in en değerli yönü, filmlerinde sanatı geriye atmaması. 2016 yapımı sinemaskop “Fantastic Beasts and Where to Find Them-Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?” filminin her anında hayal gücüne ve sanata kutsama var. Bu filmde çizgi roman ruhuyla dışavurumcu estetik perdeyi kuşatıyor. Bu dışavurumcu mekânları kocaman sinemaskop perdede görmek gerek. Enkaza dönmüş binalar ve çarpık mekânlardaki karanlık, kasvet bu dışavurumcu estetikle buluşuyor. Elbette sadece bunlarla değil. Kara filmlerden ödünç alınmış karanlık ve ıslak dış sokaklar da çok çarpıcı yansıyor. Filmin, zaman zaman polisiye sinema tadı verdiğini de belirtelim. Yönetmen, Newt’ün Jacob’ı götürdüğü özel dünyası da gerçeküstücü estetikten beslenmiş. Fransız sinemasından Hollywood’a gitmiş büyük kameramanlardan Philippe Rousselot’nun bu görsel zenginliğe çok şey kattığını belirtelim.

Tahripçi canavarlar kimdi?

MACUSA’nın güvenlik sorumlusu Percival Graves de, binaları yıkan, ölümlere neden olan sihirli canavarların peşinde. Salem Hayırsever Cemiyeti’nde Barebone’un evlatlığı genç Credence’i muhbir olarak kullanıyor. Tahripçi sihirli canavarlardan bir kız çocuğunun cemiyette olduğundan şüpheleniyor. Diğer tarafta Tina, Newt ve Jacob’ı kız kardeşi Queenie’yle beraber yaşadığı daireye götürüyor. Zihinokuyan Queenie’yle Jacob’ın kalpleri birbiri için çarpmaya başlarken, Newt, Jacob’ı da bavulunun içine alarak gizli bahçesine götürüyor. Orada iyi sihirli hayvanları var. Gergadana benzeyen sihirli hayvanların çiftleşme yaşarken, kokudan dolayı erkek gergedan Jacob’ın peşine düşüyor. Filmin en eğlenceli anları da perdeden salona taşmaya başlıyor bu kaçıp-kovalamada. Jacob karakteri bu filme çok şey katmış. Ama en beğendiğimiz sahnelerse tuhaf görünümlü gangster Gnarlack’ın gece kulübünde geçen anlardı.

Filmde, öfkeli tahripkâr canavarların kimler olduğu final bölümüne kadar merak duygusuyla taşınıyor. Son bölümde sürprizler var işte. Aslında filmin hikâyesi karmaşık değil. Çocuklar da atmosferin içine rahat girebiliyor. Belki patlamalar, yıkımlar biraz ürkütebilir bu eğlenceli ve güldüren macerada. Filmde Colin Farrell, Samantha Morton, Jon Voight, Ron Perlman ve Johnny Depp gibi önemli oyuncuları aynı filmde görmek de keyifli. Fonda duyulan James Newton Howard’ın senfonik müzikleri de unutulmamalı.

(16 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İki Yakanın Festivaliyiz

Kısacıların gözdesi Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” geride bıraktığımız üç yılda yaptığı birçok yenilik ve değişiklere bu yıl “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması”nı da ekledi. TRT ortaklığı ile düzenlenen “Yapım Destek Platformu”da festivalin bu yıl öne çıkan adımları arasındaki yerini aldı. Hem sektörün hem de sinemaseverlerin kalp atışlarını hızlandıran en önemli etkinlik ise hiç şüphesiz Hollywood teorisyeni, senaryo yazarlarının kutsal kitabı Story’nin yazarı Robert McKee’nin festival münasebetiyle şehrimize geliyor olması… 18 Kasım’a panel, söyleşi ve atölye çalışmalarıyla devam edecek festivalin tüm yeniliklerini ve geleceğine dair merak edilenlerini koordinatörü İrem Şentürk ile konuştuk.

Boğaziçi, Kısa Film Festivali olarak başladı, bu yıl Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nı da bünyenize eklediniz. Kısacıları küstürmek gibi bir endişeniz oldu mu?

Kısalar hâlâ bizim için çok önemli ve hep öyle kalacak. Bu konuda çok hassas olduğumuzu söyleyebilirim. Artık uzun metrajı da içinde barındıran bir festival olmamıza rağmen kısalarımıza çok değer veriyoruz. Bana kalırsa bu hassasiyetimiz bizi özel kılan şey…

Festival her yıl kendi içinde önemli yenilik ve değişikliklerle geliyor, Boğaziçi’nin bugüne kadar olan serüvenini nasıl özetlersiniz?

Çok genç ama hızla büyüyen bir festivaliz. İlk yıl “Ulusal Kısa Film”leri yarıştırdık. İkinci yılında “Uluslararası Kısa”ları bünyemiz aldık. Geçen yıl ilk kez “Uzun Metrajlı Film”leri yarıştırdık. Ancak geçen yıl ulusal ve uluslararası filmler tek bir uzun metraj yarışması çatısı altındaydı. Bu yıl ulusal uzun metraja ayrı bir yarışma bölümü açtık.

Sizce, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın festivale nasıl bir etkisi oldu?

Biz Kısa Film Festivali olarak yola çıktığımız için özellikle yurt dışında çok fazla ilgi gören bir festivaliz. Ulusal Uzun Metraj’a ayrı bir bölüm açmamız bizim en büyük farkımız oldu. Bununla birlikte daha çok duyulmaya başladığımızı söyleyebilirim. Kısası, uzunu ve diğer tüm uluslararası platformlarda… Bu yıl yaptığımız en önemli fark buydu ve çok büyük bir ilgiyle karşılandık.

O halde biraz da “Ulusal Yarışma Filmleri”nden bahsedelim, seçki nasıl oluşturuldu?

Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın dahil olmasıyla bu yıl ekipte çok tatlı bir heyecan vardı. Öyle güzel filmler başvurdu ki… Çok klasik belki ama yarışacak filmleri belirlemek gerçekten çok zor oldu. Jürimiz çok kıymetli ve sinerjisi çok güzel. Birbirinden güçlü filmler var.

Diğer yandan halihazırdaki projeleri desteklendiğiniz bir pitching platformu da oluşturdunuz. Bu bölümün detaylarından söz eder misiniz?

Evet, halihazırdaki projeleri bünyemizde topluyoruz ve şu anda yanılmıyorsam 8 adet projemiz var. Bu bölümde pitching nasıl yapılır, yapımcının karşısına nasıl çıkılır, yapımcılarsa bu işler dünya çapında nasıl yürür gibi başlıklar etrafında, biraz daha globale hitap eden bir eğitim veriyoruz. Eğitmenimiz Hayet Benkara, Toronto’da da bu eğitimleri veren, tüm dünya sinemasına hakim çok önemli bir isim.

TRT’nin benzer bir desteğini Antalya’da Film Forum’da görmüştük, sizce Boğaziçi’ni de seçme nedenleri nedir?

Pitching platformunda TRT bizim kurumsal iş ortağımız oldu. Bu Digiflame’in de içinde olduğu bir yapım destek bölümü… Bu bölümün sürekliliği ve TRT’nin işbirliği bizim için çok önemli. Prodüksiyon desteği 100 bin TL olarak belirlendi fakat TRT beğendiği projeyi sonuna kadar destekleme sözü verdi. Bizi seçme nedenleri bu kadar genç bir festivalin güçlü bir destekle ilerlemesini sağlamak.

Seçki, paneller, söyleşiler harika… Peki İstanbulluların festivale ilgi ve alakası nasıl?

Film seçkileri, etkinlikler çok önemli ama bu filmleri seyirciyle buluşturmak da bizim için aynı derecede önemli… Daha çok seyirciye ulaşmanın en önemli yolu maddiyattan geçiyor. Bu yüzden bilet fiyatlarımızı 5 TL yaptık, öğrencilere ise ücretsiz… Bu hem bizi hem de seyircilerimizi mutlu ediyor.

Gelelim sektörün nefesini tutarak beklediği Robert McKee’nin 16-17-18 Kasım’da vereceği seminere…

Sektör bu anı bekliyordu diyebilirim. Birçok senarist, yönetmen, yapımcı ve oyuncu başvurdu. Bu etkinliği de ücretsiz yapıyoruz çünkü festival algımıza göre böyle olması gerekiyor. Bu düsturla yola çıktığımız için amacımız etkinliklerimizi mümkün olduğunca halka açık ve ücretsiz bir şekilde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu tavrımızdan dolayı da çok güzel geri dönüşler alıyoruz.

Robert McKee’nin semineri kaç kişiye açık olacak?

Kısıtlı bir kapasitemiz var, kısıtlı dediğim de 500 kişi… Ama öyle yoğun bir ilgi var ki başvuru bunun çok üzerinde. Hem öğrenciler hem de sektörden kişiler gelecek. Robert McKee’i hayatında hiç görme fırsatı bulamayacak kişilere ulaştıracak olmak bizi çok mutlu ediyor.

Son olarak sizce Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’ni diğer festivallerden ayıran en önemli özelliği nedir?

Ödüllerimizin çok cazip olması en önemli özelliklerimizin başında geliyor diyebilirim. Ayrıca her yarışma bölümümüze eşit ve adaletli yaklaşıyoruz. Bu bizi farklı kılıyor diye düşünüyorum.

(12 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Kurban Olmayı Reddeden Kadın

Paul Verhoeven’in on yıl aradan sonra çektiği ve geçtiğimiz Cannes Şenliği’nde olay olmuş yeni uzun metrajı ‘O Kadın / Elle’ az sayıda salonda sessiz sedasız gösterimini sürdürüyor. Jean-Jacques Beneix’in 1985 yapımı efsane filmi Betty Blue’ya kaynaklık etmiş eserin yazarı olarak tanıdığımız Philippe Djian’ın (bizde Hakan Tansel’in çevirisinden ‘Vay…’ adıyla Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı) 2012 tarihli ödüllü romanı ‘Oh…’dan uyarlanmış ‘Elle’. Ermeni asıllı Fransız yazarın metni ’70 ve ’80’li yıllarda Avrupa sinemasının kötü çocuğu olarak ün salmış, daha sonra demir attığı Hollywood’da tür kalıplarıyla ustaca oynamış Hollandalı sinemacı için biçilmiş kaftan. Verhoeven’in ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ formda olması ve cüretkâr adımlar atması bizler için de keyifli bir sürpriz oldu doğrusu.

Fransızca özgün adının karşılığı olan üçüncü tekil şahıs kadının yani Michèle Leblanc’ın öyküsünü ön jeneriğin ardından karanlık perdede başlatıyor Verhoeven. Kulağımıza gelen haykırış ve inleme seslerini çözmeye çalışırken perde aydınlandığında Michèle’in maskeli bir adamın tecavüzüne uğradığını anlarız. Saldırgan çekip gittiğinde yattığı yerden doğrulan orta yaşlardaki kadının beklentilerimize uymayan davranışlarıyla şaşkınlığımız sürer. Bahçeye açılan kapıyı kilitledikten sonra yerdeki kırılmış çanak çömleği süpürür, üzerindeki giysileri çöpe attıktan sonra küvete girer ve ardından gününe kaldığı yerden devam eder.

Verhoeven daha ilk sahnelerden alışılageldik tecavüz öykülerinden bir tanesiyle karşı karşıya olmadığımızın altını çizmektedir. Şiddet yüklü erotizm içeren orta çağ fantezilerinde uzmanlaşmış tanınmış video oyunları firmasının patronlarındandır kadın. ‘Oyuncu mitolojik bir devi haklıyorsa kanının ılıklığını parmaklarında hissetmeli’ ya da ‘canavarın masum bakireye tecavüzü çok daha şehvetli bir biçimde tasarlanmalı’ şeklinde direktifleriyle genç çalışanlarını bunaltan işkolik ana karakterimiz yaşantısına hiçbir şey olmamış gibi devam ederken, hepsi de sorunlu yakınlarının dertleriyle uğraşmayı sürdürmektedir.

Uğradığı saldırının ardından evin kilitlerini baştan aşağı değiştirmeyi, kan testi yaptırmayı ya da gece bir ses duyduğunda başucuna kesici bir alet almayı ihmal etmez gerçi ancak karmakarışık duygular içerisindedir. İlerleyen zaman içinde tecavüz anını farklı biçimlerde hayal etmekten kendini alamaz. Saldırganın cüretkâr mesajlarla tacize devam etmesi onu yeni önlemler almaya iter. Biber gazı ve bir balta edinir, silah kullanmayı öğrenmeye girişir vs. Bu arada, yirmili yaşlarındaki aklı bir karış havada oğlu ve hamile kız arkadaşı, ilerlemiş yaşında genç sevgilisiyle evlenme planları yapan annesi, meteliksiz yazar eski kocasının sorunlarıyla ilgilenmeyi ihmal etmez. En yakın arkadaşı ve iş ortağı Anna’nın kocasıyla gizlice buluşmayı sürdürür. Bir akşam yemeğinde aynı sakinliğiyle gündüz vakti evinin salonunda saldırıya maruz kaldığını ve (galiba!) tecavüze uğradığını ilk kez dile getirir. Eski kocası ve yakın dostları Verhoeven’in izleyicileri gibi şaşkınlık içerisindedir. Neden polise başvurmadığını ve karanlık geçmişinin detaylarını bu noktadan itibaren öğrenmeye başlarız.

Michèle’in halen müebbet hapis cezasını çekmekte olan babası bundan kırk yıl kadar önce bir cinnet anında kesici aletlerle komşu evlere dalmış ve çoluk çocuk 27 kişiyi hunharca katletmiştir. O zamanlar 10 yaşında olan küçük kızın dehşetle bakan gözleri insanların hafızasına kazınmış, hatta katliamda parmağı olduğundan bile şüphe edilmiştir. Tüm yaşamını babasının izinden korkarak, polisten, gazetecilerden kaçarak geçirmiş olan yaralı kadının karanlık geçmişin üzerine inşa ettiği yeni hayatına polisleri sokmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Kendi tabiriyle ailesi ve çevresi yeteri kadar manyakla doludur ve bu tuhaflıklarla mücadele onun uzmanlık alanı haline gelmiştir artık.

Yakınlarının ve izleyicinin şaşkın bakışları altında bir kez daha kurban olmayı reddeder O. Tecavüzcüsü ile arasında yaşananlar delilik ya da kendi deyimiyle tam bir hastalık bile olsa duygularının ve fantezilerinin peşinden özgürce gitmeye ve asla yalan söylememeye kararlıdır. ‘Utanç duygusunun insanın yapmak istediklerini engelleyecek kadar güçlü olmadığının’ altını çizer bir repliğinde. ‘Beterin beteri, paçozun paçozudur’ belki ama sahte değil gerçek, Kessel/Bunuel’in ünlü ‘Gündüz Güzeli’nin yakın akrabasıdır O. Yazar Djian O’nu sosyal kodlara boyun eğmeyen özgür bir karakter olarak tarif eder. Sapkın olarak karşılanmasını toplumun kadın özgürlüğüne verdiği tepkiden kaynaklandığını savunur.

O’nun öyküsü Verhoeven’in elinde türlerle ustaca oynamaya elverişli bir malzemeye dönüşür. Djian’ın metnini ilk sahneden itibaren ‘ahlaki statüko’yu alaşağı etmede bir araç olarak kullanır sinemacı. Pek hoş bulmasak da karakterlerini kanlı canlı insanlar olarak savunur. A sınıfı Amerikalı kadın oyuncuların rolü geri çevirmesinden sonra Amerika’da yapmak istediği çekimleri Fransa’ya kaydırdığını açıklar. Lakin Fransızca çektiği ilk filminde sonuç mükemmeldir. Anne Dudley’nin (Hitchcock’un gözde bestecisi) Bernard Herrmann’ı anımsatan tınılarıyla korku dolu bir gerilim atmoferinden aile dramına, ordan güldürüye, hicve çark eden bu hınzır Verhoeven yapıtında yönetmenin de hayranlıkla vurguladığı gibi, filmi baştan sona sırtında taşıyan Isabelle Huppert bir kez daha harikalar yaratmaktadır. Haneke’nin unutulmaz ‘La Pianiste / Piyano Öğretmeni’ne akraba bir karakterde kurban olmaktan mazoşizme uzanan bir dönüşümde duygusal dalgalanmalarını bakışlar ve benzersiz nüanslarla yorumlayan usta oyuncunun muhteşem performansına bir kez daha şapka çıkarırız. 69. Cannes Film Festivali’nin açılış töreninde Amerikan püritanizmi ile dalgasını geçmeyi amaçlayan ve konuklar arasında bulunan Woody Allen’a yönelik şakasıyla küçük çapta bir skandala neden olan La Comédie-Française aktörlerinden Laurent Lafitte, Anne Consigny, Charles Berling gibi Fransız sinemasının kalburüstü oyuncuları (Huppert’in tabiriyle) bu gizemli ‘peri masalı’nın alabildiğine tekinsiz karakterleri olarak ona eşlik eder.

(11 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk Acısının Götürdüğü Yerlerde

Benim Adım Feridun
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Eser: Mahir Ünsal Eriş
Müzik: Çiğdem Erken
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Halil Sezai Paracıkoğlu (Ersan), Büşra Pekin (Hayal),
Özge Borak (Ayla), Tarık Papuççuoğlu (Selahattin), Suzan Aksoy (Saniye),
Güngör Bayrak (Yıldız), Defne Yalnız (Büyükanne), Ayşe Tunaboylu (Zekiye),
Cem Kurtoğlu (Ümit)
Yapım: TAFF Pictures (2016)

Çağan Irmak’ın “Benim Adım Feridun”, ince duygulu ve sevgiye inanan bir film. Eski zamanlardan esen ılık bir meltem gibi. İnsana gerekli.

Sinemamızın değerli yönetmenlerinden Çağan Irmak, yine insanın iç dünyasındaki, zihnindeki dehlizlerden sevgiyi, ona sığınmayı arıyor. 2016 yapımı sinemaskop “Benim Adım Feridun” filminde yönetmen, en başından sonuna kadar tüm karakterlerine önyargısız ve sıcak bakışla yaklaşıyor. Aslında bütün bunlar Ersan’ın kabuğundan çıkıp hayata, başka insanlara dokunuşuyla oluyor.

O bırakıp gidince…

Ersan ve Ayla dört yıl beraber bir aşkı paylaşmışlar. Ayla hayatının bu ilişkide çürüdüğünü hissettiğinde her zaman gittikleri kahvehanede içini döküyor ve gidiyor. Bir anda enkaza dönen Ersan, bu terk etmeye, bu ayrılığa dayanabilecek miydi? Ayla öyle iyi bir insan ki, ayrılırken bile o aç kalmasın diye yemek bile yapmış. Roman yazmayı hayal eden Ersan, hayatını sürdürebilmek için çeviri işleri de yapıyor. Her şeyiyle kendi dünyasının içine hapsolmuş ki, gözünün önünde olanların bile farkına varamamış. Ersan’ın adı da 1970’lerdeki ünlü popçu Ersan Erdura’dan geliyormuş. Ona Elvis diyorlardı.

Bunalımlı anlarının ardından sakalını kesip Kadıköy’deki dairesinden çıkıp Bandırma’daki ana ocağına gidiyor. Ama her anne gibi o da torun bekliyor. Ayla’yla ayrıldığını öğrenince de hayal kırıklığı yaşıyor. Ersan da bir otobüsle gidilen Erdek’e sığınıyor. Sevdiği biralardan içiyor. Düğün salonundaki düğün de ilgisini çekiyor. Orada içki içmek isterken, hayatı bambaşka taraflara savruluyor güzel insanlarla. Bir an insan izlediklerini gerçeküstücü hikâyenin içindeymiş gibi hissediyor. Damadın babası onu kendi yeğeni Feridun’a benzetince yeni hayatının yeni aşkı Hayal’le mutlu bir hayata başlayacaktı belki de Ersan.

Yönetmen Irmak, önceki filmlerinden daha sade bir anlatıma yönelmiş. Ama filmin başlarında biraz daha karmaşık bir anlatımı yönelse de. Bu da doğaldı. Kaybedilmiş bir aşkın psikolojisi, acısı var çünkü. Elbette bir defa daha Gökhan Tiryaki demeli. Sinemamızın önemli kameramanlarından Tiryaki gerçekten insana ilham veriyor. Oyunculara da övgü göndermeli. Usta oyuncuların karşısında performansları övgüyü hak ediyor. Filmdeki mizah duygusunun da iyi olduğunu belirtelim. Yönetmenin filmlerini izlerken anne takıntılı olduğunu da unutmayın diyoruz.

(09 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Ekşi Elmalar’a Taraf Olmak!

Yılmaz Erdoğan’ı “ezan sesi” polemiğinin ve “adrese teslim” gol paslarının ortasında bir yerlerde kaybetmiştim. Aradan epey zaman geçmiş. Bir süredir çok sevilen bir kavram olan “toplum mühendisliği”ne kanıt oluşturmak adına, -geçmişteki bir filminde, imamı kekeme olarak resmeden kendisi değilmiş gibi- kimi iddialarını böylesi zayıf bir argümana dayandırması, onun gibi çok zeki bir adamdan beklenmezdi. Ama şu sıralarda benim de çok sevdiğim bir başka kavramla izah edilebilirdi her şey: Dönemin Ruhu!

Çok da heyecanlı olmamakla birlikte, böylesi bir ruh haliyle izlediğim “Ekşi Elmalar”ı, gelinen noktanın ne kadar hazin olduğunu belgelemesi adına önemli buldum. Oysa ilk “Vizontele” filminde nasıl da farklıydı her şey? Evet, film, benim çizgi roman (özelde frankofon) estetiği olarak nitelendirdiğim bir kurguya ve sinemamızın geleneksel parodi anlayışına yaslanıyordu; ama dönemiyle tam da örtüşmeyen belli bir “ruhu”, duyarlılığı vardı. “Ekşi Elmalar”, bir ilk film olan “Vizontele”nin “sahici” ve daha da önemlisi “içeriden” bakışın yanından bile geçemiyor. Bunda, filmin, Yılmaz Erdoğan’ın Köyceğiz’deki çiftliğinin bahçesinde çekilmesinin rolünün ne olduğunu sorarsanız, “çok fazla” derim. Erdoğan, kendisini “çiftçi yazar” olarak tanımlıyor artık; ama bana sorarsanız “oralı bir yazar” değil. Belki de “bura”, dönemin ruhuna daha denk düşüyor.

Bir darbe öyküsü olarak nitelendirmenin fazlasıyla abartılı olacağı son filmde en büyük sıkıntı, Erdoğan’ın bizzat canlandırdığı baba karakterinde saklı sanki. Burada şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Yönetmenin kafasında yeterince kurgulayamadığı, adeta bir “nefret aşkı”yla ele aldığı bir karakteri seyirci nasıl anlayacak? Bu zorunlu değil elbette; ancak Erdoğan’ın film sonrası söyleşileri de bu konudaki “kafa karışıklığını” doğruluyor. Belediye Başkanı’nın filme adını veren “elma” hadisesindeki yaklaşımı ortadayken (ki, senaryonun tek zirve noktası), finalde yanlış mekâna giren adam için (çığlık çığlığa, bize üzülmemiz gerektiğini haykıran müziğe rağmen!) neden hüzünleneceğiz? Eser, yönetmeni tarafından Hakkari’nin kurtuluşunu 60’larda gördüğü iddia edilen bu şahsın zekasına hayran olmak için de hiçbir neden içermiyor; aksine, kızlarına reva gördüğü yaşam, fikirlerini “lüzumsuz” olarak nitelendirmemizi kolaylaştırıyor. Kararsızlık hali, “paldır küldür” yazıldığını düşündüğümüz önce melodramatik, sonra görece “umutlu” finalin de seyirciye geçememesinde önemli rol oynuyor. Üstelik yeterince işlenememe durumu, sadece Reis için değil, örneğin oyunu övgüye boğulan Songül Öden’in, filmin ikinci yarısında hapsolduğu “dar alanda” olduğu gibi neredeyse tüm karakterlerde geçerli.

Sözünü ettiğimiz “olmamış” figürlerin muhtemelen hiçbiri “solcu gencin” eline su dökemez! Yayladaki “aşk çocuğunu”, üniversitedeki robotlaşmış devrimciye dönüştürmek, karaktere oldukça soğukkanlı bir “mesafeyle” yaklaşmayı gerektiriyor ve belli ki bu da Yılmaz Erdoğan için artık çok zor değil. (Belki de yönetmen’in “soğuk ve yağmurlu havalarda” vazgeçtiği tek şey çocuk olmak değildir artık…) “Ekşi Elmalar”ın ilk yarısının bu örneğe paralel olarak, “eski günlerden kalma” bir coşkuyla, ilk filmleri andıran bir ruhla yazıldığını söyleyebiliriz. “Kız kaçırma” hadisesinden sonra ortaya çıkan manzarayı ise, uzatmaları oynanan ve skoru tamamen aleyhine çalışan bir müsabakaya benzetmemek olası değil. (Yazının bu bölümünü “dün” ve “bugün” ekseninde de okuyabilirsiniz ve belki de -o ünlü deyişten uyarlayacak olursak-, “değişen hayatlar ilkinde komedya, ikincisinde tragedya olarak” yaşanıyordur.)

Yılmaz Erdoğan, 2008 başlarında kendisiyle yaptığım bir söyleşide (Modern Zamanlar, Sayı: 4), “sinemada eleştiri” sorusu üzerine şunları söylemişti: “Temel sorun hemen her köşe yazarının potansiyel sinema eleştirmeni olması ya da kendini öyle zannetmesidir. Çünkü sinema ‘kolay’ bir yazı kaynağıdır. İyi kötü her insanın sinemayla ilgili bir ‘fikri’ vardır ve bu yüzden sinema mevzuunda fikir çoktur ama bunların içinde kayda değer olanları pek azdır. Bu yazıların kapsamı genellikle ‘valla beni sardı sarmadı’ falan biçimindedir ve en tevazu sahibi olanı ‘ben kendi fikirlerimi söylüyorum’ parantezi içindedir. Eleştirmen, eğer eleştirmen ise, yani dünyanın önemli festivallerini ve sinemayı ciddi ciddi takip ediyorsa, empatik birisi ise ve taraf tutmuyorsa büyük saygım vardır. Taraf tutmuyorsa!”

Yönetmenin kaygılarını haklı çıkarırcasına, olguya “taraf olma” ruh hali içinde yaklaşan bu satırların yazarı, en büyük esin kaynağının Gauguin’in “Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” tablosu olduğu itiraf eder!

(07 Kasım 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Kurgulanmış Tarihin Çıkmazları Üzerine

Cannes, Saraybosna ve Adana festivallerinde övgü ve ödüllere boğulmuş Mehmet Can Mertoğlu imzalı ‘Albüm’ bu haftadan itibaren sinemalarımızda gösterime çıkıyor. 1988 doğumlu gencecik sinemacımızın dört yıldır üzerinde çalıştığı bu ilk uzun metrajı her anlamıyla yılın en heyecan verici keşiflerinden.

Film, otuzlu yaşlarının sonlarında sekiz yıllık evli Bahtiyaroğlu ailesinin trajikomik serüvenini anlatıyor. Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın canlandırdıkları çiftimiz doğal yoldan çocuk sahibi olamayınca, çok yakın aile çevresi dışında herkesten gizleyerek evlat edinmeye karar veriyor ve kimse anlamasın diye bebeği bulma sürecinde yeni bir geçmiş kurgulama yoluna gidiyor. Anne adayının yastık dolu karnı ile çekilmiş sahte hamilelik fotoğrafları ile başlayan oyun, hastanede kuvözden çıkartılmış minik bebekle doğum fotoğrafı çektirmeye kadar uzanıyor. Kendilerine önerilen ilk bebeği hem kız hem de esmer tenli olduğu için reddeden karı koca, Burdur’daki yetimhanede aradıkları maviş oğlanı buluyor. Ancak istedikleri kadar şehir değiştirsinler, evlat edindikleri devlet kayıtlarına geçtiği için, gizlemeye çalıştıkları gerçek gittikleri yerde peşlerini bırakmayacaktır.

Mertoğlu’nun ‘Albüm’ü daha senaryo aşamasında heyecanla karşılanmış ve yürütücü yapımcılar arasında yer alan Danis Tanovic ve ‘Çocuk Pozu’nun yönetmeni Calin Peter Netzer gibi isimlerin dikkatini çekmiş. Çağımızda çoğu kişinin çılgınlık diye nitelediği 35 mm formatını tercih eden yönetmen, özellikle Corneliu Porumboiu imzalı mükemmel ‘Bükreş’in Doğusu’ ve ‘Police Adjective’den hatırladığımız tanınmış Romen görüntü ustası Marius Panduru ile çalışma fırsatını bulmuş. Malatya hayvan çiftleştirme çiftliğinde açılan diyalogsuz başlangıç sekansında üreme zorunluluğunun suniliğini hayvanlar üzerinden aktarıyor genç sinemacı. Ardından içine daldığımız Bahtiyaroğlu’ların öyküsünde, sosyal statülerini sağlamlaştırmak adına bir bebekleri olmasının, oturma odasına koltuk seçer gibi peşine düştükleri bebeğin kendisinden çok daha önemli olduğu süreci sergiliyor adım adım.

Tarih epistomolojisine meraklı olduğunu, filminin ülkemizin resmi tarih algısını sorguladığını vurguluyor Mertoğlu. Can Bahtiyaroğlu’nun lise tarih öğretmeni olması bu yüzden anlamlı. Karısı Bahar ise vergi dairesinde çalışan bir kamu görevlisi. Çiftimiz ilmek ilmek kurgulanmış bir tarih yaratıyor ancak gerçeklerden kaçamıyor. Böylece kâğıt üzerindeki basit aile hikâyesi genç sinemacının elinde kurgulanmış tarihimizin çıkmazları üzerine benzersiz bir metafora dönüşüyor. Kısalarında söze yer vermemiş olan sinemacı (bir hastane görevlisinin günlük rutinini aktaran Akhisar’da çektiği 2008 yapımı mükemmel “Yokuş “u youtube ‘dan izleyebilirsiniz), ilk uzun metrajında ölçülü ve çarpıcı diyaloglarıyla parlıyor. ‘Diyalogların çoğu benim kişisel tanıklıklarımdan çıkıyor’ diyor bir söyleşisinde. Manisa Akhisar’da büyümüş. Taşrada doktor olan babası dahil, devlet dairelerindeki tiplemeler aşina olduğu bir dünyadan esinlenmiş. ‘Bu serüvende karşımıza çıkan tiplerle Türkiye için bir portre çizmeyi hedeflediğini’ ifade ediyor. Devlet kurumları sahnelerinin tümüne yakını gerçek mekânlarda çekildiğinden, sahneler ve diyaloglar daha bir sahici.

Evlât edinmenin ülkemizde saklanılması gereken bir şey olduğu gerçeğinden çıktığı yolda, ırkçı, seksist ayrımcı replikleri gündelik konuşmaların içine ustaca yerleştiriyor. Hantal devlet bürokrasisi eleştirisi hayranlık duyduğu Romen sinemasından izler taşıyor, ancak katı ahlâkçı bir tutum değil onun seçimi. Tersine trajiğin ardındaki komiğin, gündeliğin içine sızmış saçmanın (absürdün) peşine düşmeyi yeğliyor. Televizyonda yerli dizi ya da futbol maçı izleyen, muhafazakâr komşularıyla okey oynayan, erotik bir iştahla yemek yiyen, bebek odasında fosur fosur sigara tüttüren orta sınıftan yeni Türkiyelileri mesafeli bir bakışla izliyor. Birer anti-kahraman yaratma peşinde de değil. Yargılamıyor onları, ancak yüzeydeki komik söylem kültürel kodlarımıza dair yakıcı bir eleştiri içeriyor.

Vergi dairesinde geçen, öğle tatilinde Bahar haricinde tüm memurların uyukladığı, elektrikli süpürgenin çalışır vaziyette sahipsiz ortada döndüğü sekansta Roy Anderson’a, Antalya’daki plaj çekimlerinde Jacques Tati’ye, bürokrasi eleştirisinde Romanyalı ustalarına selam çakıyor, ancak genelinde kendi taptaze imzasını vuruyor filmine. Büyük kaybımız Seyfi Teoman’ın anısına ithaf ettiği İlk uzun metrajıyla sinemamıza hoş geldin diyoruz Mehmet Can Mertoğlu’na. Kendi adıma çok şeyler bekliyorum ondan. Yolu açık olsun.

(03 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cüneyt Karakterine Girebilmek İçin Günde 4 Paket Sigara İçtim

Yokuş ” adlı kısa filmi ile dikkat çeken Mehmet Can Mertoğlu’nun yönettiği bol ödüllü ve övgülü ilk filmi “Albüm”, 04 Kasım 2016 Cuma günü itibariyle ülkemiz sinemalarında gösterime giriyor ve sinemasever izleyicileriyle buluşuyor. Sinemamızda yokluğu hissedilen kara komedi türünün yüz akı bir ilk film olan “Albüm” filminin başarılı ve tecrübeli oyuncusu Murat Kılıç ile sadibey.com okurları için yazarımız Gizem Ertürk söyleşi yaptı:

“Albüm”, 4 Kasım itibariyle vizyonda, öncelikle filminizin bol ödüllü festival yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Saraybosna’da En İyi Film Ödülü almamız büyük bir onur, Cannes’daki En Yenilikçi Film Ödülü’de aynı şekilde… Hikayemizin ne kadar evrensel olduğunu kanıtlıyor.

“Albüm”, Adana’da da En İyi Yönetmen ve Senaryo dahil olmak üzere 3 ödül kazanmıştı. Filmin Antalya’da jüri tarafından görülmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Jürinin kararları kendisini bağlar. Ben kendi adıma ödül beklentisinde değildim ama filmimizin jüri tarafından onore edilmesini beklerdim. Yurt dışında bu kadar ödül almış bir filmin kendi memleketinde görmezden gelinmesine –birkaç filmle daha birlikte- kendi adıma üzüldüğümü söyleyebilirim. Afrika’da bir kabile var, berabere kalınca bırakıyorlar. Orada amaç bir ürün ortaya koymak… Antik Yunan’dan beri bir yarışma kültürü var ne yazı ki ama keşke olmasa…

Adana ve Antalya’da nasıl bir festival haftası geçirdiniz?

Her iki şehre de ilk kez bir film festivali dolayısıyla gittim. Film izlemeyi çok sevdiğim için sabah ilk seanstan gece son seansa kadar film izleyerek geçirdim. Günde 3-4 film izledim, kapıda beni görenler abi bu filme de mi geldin, diye soruyorlardı. (gülüyor)

Yeniden filme dönecek olursak, “Albüm”e nasıl dahil oldunuz?

4 yıl önce Yoel Meranda (Yapımcı) beni aradı ve Mehmet Can’ın benimle tanışmak istediğini söyledi. Beni Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki Polis İzzet rolünde görmüş. Bana senaryoyu gönderdi ve sonraki 3 yıl boyunca sık sık görüştük. Filmi konuşmadık, önce arkadaş olduk. Bu süreçte Mehmet Can bana bazı film ve kitap önerilerinde bulundu. Bazıları çok sıkıcı olsa da okudum, izledim. (gülüyor)

Neden bu filmde olmak istediniz?

Dürüstlük benim için çok önemli. Yoel ve Mehmet Can hayatıma o kadar güzel bir şekilde girdiler ki… Bir iş yapıp sonradan savunmak durumunda kalmaktansa savunduğum işler yapmayı tercih ettim. Bu film de derdi itibariyle benim savunduğum bir dünya görüşünü içinde barındırdığı için içinde olmayı çok istedim.

Konu itibariyle çok bize ait bir hikâye gibi görünen filmin yurt dışında bu kadar sevilmesini neye bağlıyorsunuz?

Çocuğu olmayan anne-baba, bürokrasi altında ezilen insanlar… Tüm bunlar dünyanın her yerinde aynı. Hatta Fransa’da gelin bürokrasiyi siz bir de bizde görün, diyenler bile oldu. Bu ülkeye has şeyler var ama dünyanın her yerinde yaşanabilecek bir hikâye.

Cüneyt karakterinin size çok uzak olduğunu biliyoruz. Peki onu kendinize yakınlaştırmak için neler yaptınız?

Bu kadar tek düze, ağır ve durağan bir insanın karakterine girebilmek kolay olmadı. Günde 4 paket sigara içtim. (gülüyor) Bol bol çay içtim, insanlarla çok az diyalog kurdum.

35 mm kamera ile çalışmak hakkında neler söylersiniz?

Bol bol prova yapmak derim… 5 prova yaptıysak bir kayıt alıyorduk. Kamera dendiğinde kesmeden en az 5 dakikalık sahneler çekmekten söz ediyorum. Oldukça zorlayıcıydı.

Peki en çok zorlandığınız sahne hangisiydi?

Cem Zeynel ile maç izlediğimiz sahne… Buna aynı zamanda Mehmet Can’ın mobbingini en çok arttırdığı sahne demek daha doğru olur. (gülüyor) Cem’i çok eskiden tanırım, ev arkadaşlığı yapmışlığımız bile vardır ama Mehmet Can sahneyi bir türlü beğenmiyor. Bende zaten futbol fanatiği değilim, isimleri bilmem, kim iyi oynuyorsa onu tutarım. Sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim yani…

Sonra ne oldu?

O sahneden bir gün önce bir yemek sahnesi çekmiştik. Ondan sonra hastalandım. İki üç serumdan sonra geldim. Mehmet Can istersen çekmeyelim dedi ama enerjim düşük ve durağan olduğum için çekmek istedi. O sırada sanırım ben yanlış meslek yapıyorum, oyuncu olmamalıydım diye bile düşündüm. (gülerek)

Tüm diyaloglar senaryoda yazdığı gibi mi çekildi, doğaçlamalarınız var mı?

Her şey senaryoda yazıldığı gibiydi ama yemek sahnesi normalde diyaloglu bir sahneydi. Aile bir haber alır ve yemek yerken bu haberi konuşur ancak Mehmet Can sahnenin diyalogla çalışmadığını görünce çok zekice bir yöntemle sahneyi başka bir şeye dönüştürdü. Mehmet Can’in ne istediğini bilen bir yönetmen olması işimizi çok kolaylaştırdı.

Türk seyircisi ödüllü filmlerden korkuyor mu sizce?

Korkuyor muyuz bilmiyorum ama ödüllü filmleri izlemediğimiz kesin. Nuri Bilge Ceylan Bir Zamanlar Anadolu’da ile Cannes’dan ödül aldı. Kış Uykusu, Altın Palmiye aldı. Rakamlara baktığımızda 250 bin gibi bir ortalama görüyoruz. Oysa bir komedi filmi 1, 2 hatta 6 milyon izlenebiliyor. Ödüllü filmlere sıkıcı sanat filmi gözüyle bakıyor olmak seyirciyi uzaklaştırıyor sanırım.

Tam da bu noktada, Yüksel Aksu’nun Antalya’da söylediği “seyirci dostu film yapmak” ile ilgili söylemi hakkında ne düşündüğünüzü sormak isterim.

Biz bizi izlemiyoruz ama öyle de bir gerçek var. Biz kendi içimizde birbirimizin filmlerini izlemiyoruz, ötekileştiriyoruz. Sonra da bir fırıncıya, bakkala ya da bankacıya neden beni izlemiyorsun deme hakkım yok.

Ama dönüp dolaşıp “tekelleşme” meselesine geliyoruz değil mi?

Evet, geçen senenin en iyi filmleri Abluka ve Sarmaşık bile 20 bin küsuru geçemedi. Oysa bu şirketler bir salonlarını bağımsız filmlere açsalar bir film izleme kültürü ve seyircisi de oluşacak. Eğer mesele paraysa bu da uzun vadede gelir demek. Sanki ikisi bir arada olmazmış, popüler olan mubahmış gibi bir durum var.

Geleceğe kalmak deyince, Muhsin Bey geliyor aklıma…

Ah, Uğur Yücel diyorum başka bir şey demiyorum. Gözlerinin içine bakarak oynamak istediğim tek adam…

Gelelim esas soruya, seyirci “Albüm”ü niye izlemeli?

“Biz” olduğumuz için… Her gün gördüğümüz insanlar oldukları için… Ön yargılarımızı bir kenara bırakıp izlemeliyiz ancak bu şekilde bir yere varabiliriz. Kibirle yukarıdan bakarsak hiçbir şeyi çözemeyiz.

(03 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Altın Portakallı Sanatçılar ve Rabarba

102 yıl önce Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (çekilip çekilmediği tartışmalıdır… bağlı olarak, Uzkınay’ın ilk sinemacı olduğu da…) ile başlayan sinema yolculuğumuzda sayısız yönetmen, yapımcı, kameraman, oyuncu ve set çalışanı gelip geçti. Kimi hâlâ unutulmadı, kimiyse bu “sevgi kulesi”nin sürmekte olan yolculuğunun çimentosu unutulsa da…

Unutmayı unutmak için ödüller kurulmuş başından beri. Çeşitli festivaller, şenlikler aracılığıyla başarılı bulunan kamera önünde ve arkasındaki sinemacılar ödüllendirilmiş. Bu festivaller ve ödüller zamanla kurumsallaşmış ve gerçek birer “değer”e dönüşmüş.

Sinema bir şenliktir

Antalya’da 1964’te düzenlenmeye başlanan Altın Portakal Film Şenliği, son yıllarda Antalya Film Festivali adıyla anılıyor. Siyasetin her zaman için damgasını vurduğu sinemamızın, özellikle de festivallerin kararları tartışmaya açık kuşkusuz. Seçici Kurul, o filmi tercih etmiş… bir başka kurul başka filmi seçebilirdi. Hem siz olsanız oy bile vermezdiniz değil mi? Peki, bu tartışmalar yaratan kararlar sinemanın şenlik olmasını engeller mi? Tabii ki hayır! Binlerce kez hayır…

Ödüllü sanatçılar

Sinema, zorlu bir sürecin sonunda ulaşır seyircinin beğenisine… Diğer sanat dallarından -birikimi bir tarafa bırakırsak- çok zahmet gerektirir. Senaryolaştırılması, mekân bulunması, oyuncu belirlenmesi, ekip kurulması, çekimler, (eskide kalsa da) banyo işlemleri, montaj çalışmaları, seslendirme (sesli çekiliyor filmler artık) ve çoğaltma… bitiyor mu, tabii ki hayır. Salon da bulmalısınız filminizin gösterime gireceği. A’dan Z’ye emeği geçen herkesin alkışı ve ödülü hak ettiği uzun bir süreç. (Alkışı hak ettiği deyince… Neden gösterimin ardından alkışlamıyoruz, tiyatroda olduğu gibi, hep garibime gidiyor. Sanki eskiden alkışlardık. Artık basın gösteriminde bile –sinema yazarlarının daha bir kadirbilir olacağı düşüncesiyle söylüyorum- alkış görülmüyor… Hatta birçoğumuz jeneriği beklemiyor bile.

Bir yıllık çalışmayla…

Antalya Film Festivali’nin 53 yılında (53.sü bu yıl gerçekleştirildi, doğal olarak bu seçkide yer almıyor) 520 yönetmen, yapımcı, senarist, kameraman, müzisyen montajcı, sanat yönetmeni, oyuncunun yer aldığı Altın Portakallı Sanatçılar” kitabını Ali Can Sekmeç, bir yıllık çalışma ile çıkarmış ortaya. Önemli bir çalışma. Özellikle sinema tarihçileri, sosyologlar ve akademisyenler için bulunmaz nimet. Böylesi çalışmaları yapanların emekleri çok fazladır ama kadri bilinmez; çok yıllar sonra hakkı teslim edildiğinde de o burukluk kalır insanın içinde.

Emeğine ve çabana çok teşekkürler Ali Can Sekmeç. Sinemamızın -tabii, diğer sanat dallarının da- böylesi bir çalışmaya ihtiyacı vardı. Yeterli mi? Kesinlikle değil. Ali Can Sekmeç’e ve diğer araştırmacı arkadaşlara olanak sağlamalı ki, geçmişle geleceği buluşturabilelim. Kültür Bakanlığı benzer çalışmaları desteklemeyi sürdürmeli… Hatta son anda sipariş vermek yerine uzun süreli araştırma için hem ödeneklerini hem teknik olanaklarını arttırmalı.

Rabarba

Sinemanın gizli kahramanları seslendirmecilerdir. Onlar da montajcılar gibi filmi kurtardıklarını söyleyebilirler rahatlıkla. Çoğunlukla, havasız küçücük odalarda ter kan içinde hayat verirler filmlere. Küçük ve havasız yerlerdir çünkü seslendirme salonları yalıtılmış olmak zorundadır. Dışarıdan ses girmemesi, içindeki seslerin kaçmaması, yankılanmaması gerekir.

Uluslararası Antalya Film Festivali Direktörü ve yapımcı Elif Dağdeviren, Serdal Güzel ile Deniz Çakır’ın seslendirme sanatçılarını bir sergide toplama fikrini -kendisinin de bir dönem aynı işi yaptığından yola çıkarak- büyük bir hevesle kabul ettiğini, serginin bir kitaba dönüşmesinin de o çabayı kalıcılaştıracağını söylüyor. Deniz Çakır ile Serdal Güzel, sinemanın bu gizli, gizli olduğu kadar başarılı, başarılı olduğu kadar güçlü, güçlü olduğu kadar kurtarıcı kahramanlarını, bulabildikleri, ulaşabildikleri kadarıyla toplamış.

Abecesel sırayla dizilen fotoğrafların sergisi kim bilir ne kadar güzeldi (Antalya Film Festivali’nin yöneticileri, Atilla Dorsay’ın ricasını kırmalarının acısını yaşıyorlardır bu satırların sonunda, muhakkak). Kitap da bir o kadar güzel. Özellikle fotoğraflar, bu gizli, güçlü, başarılı ve kurtarıcı kahramanları birebir yansıtıyor. Sungun Babacan, yazdığı önsözle her şeyi özetlemiş…

Güzel ama eksik…

80’de sinemaya girdiğimde, Acar Film ve özellikle, daha çok da Lale Film stüdyolarının koridorlarında ve bekleme odalarında seslendirmeci ağabey ve ablalarla bir arada olur, onların anılarını dinlemeyi çok severdim. Birçok şeyi o sohbetlerin arasından öğrendiğimi söylemeliyim. Arada, stüdyoya çağrılırlar, repliklerini söyledikten sonra konuşmaya kaldıkları yerden devam ederlerdi susamlı tavuk (Lale Film’in bir üst sokağındaki küçük bir simit fırınından alınan taze çıtır simidin adı) eşliğinde. Ne film öyküleri anlatılırdı, ne filmler çekilirdi sadece düşlerde…

Değerli çalışma…

Böylesi çalışmalar hem çok sık yapılmaz/yapılamaz hem de satış şansı pek yoktur. Ancak, yukarıda da değindiğim gibi tarihçiler, akademisyenler, araştırmacılar ve ilgililer peşine düşer bu ve benzeri kitapların (ben şanslılardan biriyim). Buna da bağlı olarak -kuşkusuz eksikleri olacaktır, zamanla tamamlanan- kapsamının geniş tutulması, ulaşılamayan kişilerin hiç değilse adlarının geçmesi hem ahde vefa hem işin hem de saygı gereği geçmeliydi.

Bir Yeşilçam klasiği olan “n’ayır, n’olamaz” nasıl olur da geçmez? Abdurrahman Palay, Agah Hün (ilk aklıma gelenler, daha da sıralayabilirim Adalet Cimcoz, Ferdi Tayfur… Zafer Önen) unutulabilirler mi?

Deniz Çakır ile Serdal Güzel’i kutluyorum. Aceleye getirilmesi ise üzdü beni. Kültür Bakanlığı desteklese, bu değerli çalışma eksiklerini giderse keşke.

(31 Ekim 2016)

Korkut Akın

Karanlık Mali Meselelere Heyecanlı Aksiyon

Hesaplaşma (The Accountant)
Yönetmen: Gavin O’Connor
Senaryo: Bill Dubuque
Müzik: Mark Isham
Görüntü: Seamus McGarvey
Oyuncular: Ben Affleck (Christian), Anna Kendrick (Dana), John Lithgow (Lamar), J. K. Simmons (Ray), Jon Bernthal (Brax), Jeffrey Tambor (Francis), Cynthia Addai-Robinson (Medina), Andy Umberger (Ed), Alison Wright (Justin), Robert C. Treveiler (Baba), Mary Kraft (Anne), Seth Lee (Çocuk Christian), Jake Pesley (Çocuk Braxton), Izzy Fenech (Çocuk Justine)
Yapım: Warner Bros. (2016)

Gavin O’Connor’ın heyecanı yüksek “Hesaplaşma”, heyecanı yüksek şiddet dolu bir aksiyon gerilim. Bu film, otistik bir anti-kahramanın karanlık mali dünyadaki kanlı hesaplaşmasının peşine düşüyor.

Küçük Christian Wolff bir otistik. Yapboz oyunu oynamayı seviyor. Kız kardeşi de konuşma engelli. Kendinden küçük kardeşi Braxton’ın herhangi bir sorunu yok. 1998 yılı. Anne-babası asker olan Christian için doktor çözüm yollarını sunuyor aileye. Yapboz oynamaktan hoşlanan Christian’ın annesi onun öfke nöbetlerine dayanamıyor. Baba da kendi eğitimini oğullarının gelişimi için kullanıyor. Cakarta’ya bile götürüyor onları dövüş sanatını öğrenmeleri için. Baba, belki de kendilerini korumaları için bu eğitimi veriyor. Bu anlar filmde Christian’ın zihninden düşüyor filmin derinliklerinde. Christian, muhasebeci olarak suç dünyasının içinde yer alırken, Braxton da tetikçi oluyor.

Yönetmen Gavin O’Connor, 1964’te Long Island-New York’ta doğdu. 2004’te “Miracle-Efsane”, 2008’de “Pride and Glory-Zafer ve Gurur”, 2011’de “Warrior-Büyük Dövüş” filmleri ülkemize uğramıştı. Yönetmen O’Connor, sistemin kendine sundukları kadar karanlık mali işleri gölgeli de olsa yansıtma fırsatı bulabilmiş. 2016 yapımı sinemaskop “The Accountant-Hesaplaşma” filminde anlatılanlar gerçeğin yakınlarında dolaşıyor. Vergi kaçırmak ve muhasebe defterlerinde oyun oynamak doğalmış gibi bu dünyada. O’Connor, bu karanlık dehlizlerdeki yolsuzluklara tam bir spot ışığı düşüremese de bulanıklık içinde kalanlar anlaşılıyor. Yönetmen, filmin tıkanacağı anlarda aksiyonu öne çıkartarak bu dünyalardaki kanlı tarafları yansıtma fırsatı buluyor.

Hazine’nin aradığı adam…

Hazine Bakanlığı Suçla Mücadele Birimi’nden Ray King, ergenlikten beri suç dosyası kabarık Marybeth Medina’yı, Christian’ı araştırmasını istiyor. Karşı kahraman Christian, karanlık kişilerin muhasebesini de tutuyor. Elbette geride ölüler de bırakıyor. Medina, eski usul çalışan Ray’in yöntemleriyle Christian’ı araştırmaya girişse de teknolojiden de uzak durmuyor. Bilgisayarın tuşları da işe yarıyor. Evet Christian… O bir otistik. Hastalığından dolayı sorgulama yapamıyor ve geniş açıdan bakamıyor. Ayrıntıları eklemlendiremiyor olayların içine. ZZZ Muhasebe adında bürosu var. Hatta büronun olduğu yerde başka işyerleri de var. Şehir dışında müstakil evde yaşıyor. Kameralarla güvenliği sağlıyor. Ressam Renoir tutkunu. Kendine ünlü matematikçilerin adlarını veriyor. Medina için de zorlu bir araştırma yolculuğu bu. Karavanı da var. Yaptığı işlerden aldığı nakit paraları burada biriktiriyor.

Sert dünyanın şiddeti…

Christian’ın kardeşi Braxton da kendi çetesiyle temizlik işlerine devam ediyor. On yıldır görmediği Christian’ı da tanımıyor. Onun söylediği bir tekerleme olan, “Solomon Grundy Pazartesi günü doğdu, Salı günü vaftiz oldu, Çarşamba günü evlendi, Perşembe günü hastalandı, Cuma günü evlendi, Cumartesi günü öldü, Pazar günü gömüldü” şiirsel sözüyle tanıyabiliyor son bölümde Lamar’ın evinde. Christian, Lamar’ın robot üretim şirketinde muhasebe kayıtlarını inceliyor. Orada muhasebede çalışan Dana’yla tanışıyor. Olaylara geniş bakabilseydi belki hayatındaki ilk aşkı da yaşayabilecekti Christian. Araştırmaların sonunda zimmete para geçirmeyi fark ediyor. O sırada şirketten biri öldürülüyor. Araştırması yarım kalan Christian, Dana’yı ölümden kurtardıktan sonra yine tabancasını eline alıp ölüm saçıyor. Yönetmen bazı şeyler tamamlamamış sanki. Belki devamı gelecek. Arkasında bir dolu ölü bırakan Christian, Ford pikabının arkasına taktığı karavanıyla yollara düşüyor sonda.

İzlenimci ve dışavurumcu…

Christian, Jackson Pollock ve Pierre Auguste Renoir orijinal tablolarını saklıyor. Amerikalı Pollock (1912-1956), soyut dışavurumcu bir ressam. Fransız Renoir (1841-1919, izlenimci bir ressam. Yönetmen, birbirinden nefret eden iki estetiği bu filminde bir araya getirmiş görsel anlamda. Filmde geriye dönüşlerle, sıcak ve parlak görsellik izlenimcilikle buluşuyor. Bunun karşısında çoğu iç mekândaki gölgeleri öne çıkartan kasvetli atmosferler de dışavurumculukla buluşuyor elbette. Filmdeki müzikler de etkileyici. Kendinizi Mark Isham’ın tınılarına bıraktığınızı fark ediyorsunuz. Bu değerli film, yönetmenin filmografisinde önemli bir yer alacak sanki. Filmin orijinal adının “Muhasebeci” olduğunu belirtelim.

(28 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Almodovar’ın 66 Yaş Dinginliği

Dünya sinemasının en renkli kişiliklerinden Pedro Almodovar üç yılın ardından çektiği ‘Julieta’ ile kadınların dünyasına dönüş yapıyor. Ellili yaşlarını süren Julieta’nın kıpkırmızı bluzunun yakın çekimiyle başlıyor film. Titreşen kumaşın altında çarpmaktadır yorgun kadının yüreği. Şefkatli Lorenzo ile Portekiz’e yerleşme hazırlıkları yaptığı sırada 12 yıldır görmediği kızından aldığı haberle Madrid’deki eski dairesine geri dönmeye karar verir, Antia ile çekilmiş yırtıp attığı fotoğrafın parçalarını biraraya getirir ve yaşadıklarını yazıya dökmeye başlar Julieta.

Ana karakterin otuz yıla yayılmış anılarını geriye dönüşlerle anlatır İspanyol usta. Genç edebiyat öğretmeninin aşk ve ölümle tanıştığı o düşsel tren yolculuğunu, bir balıkçı kasabasında yakışıklı Xoan’la birlikteliğini, kızının dünyaya gelişini, kıskançlık krizinin ardından yaşanan trajediyi adım adım önümüze serer. Kendi deyimiyle ‘has bir melodram’ çekmeyi tercih etmiştir. Çeşitli rahatsızlıklar sonucunda son yıllarda içe dönük yalnız bir yaşam sürmeyi seçmiş sinemacıdan beklenebileceği üzere, ilk dönem filmlerinin, hatta üç yıl öncesinde çektiği pek anlaşılamamış sosyopolitik taşlamasının deli doluluğundan uzak, kimsenin şarkı söylemediği, mizahın özellikle tırpanlandığı dingin bir yapıma imza atmak istemiştir 66 yaşını sürdüğü bir dönemde.

Çağımızın Çehov’u olarak tanımlanan Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun Firar (Runaway) adlı kitabında yer alan üç adet öyküden (Şans, Yakında ve Sessizlik) uyarladığı filminin mekânını Vancouver’den Madrid’e kaydırmış olan yönetmen daha önceki uyarlamalarında olduğu gibi kaynak aldığı metni kendi sinemasına uygun olarak biçimlendirmiş. Değişmez çalışma arkadaşı Alberto Iglesias’ın Bernard Hermannvari tınıları anımsatan caz geçişleri, genç Julieta’nın çekici sarışınlığı ya da ikon oyuncularından Rossy de Palma’nın ‘Rebecca’nın meşum kâhya kadınına benzer kompozisyonunun da katkısıyla Julieta’nın sır yüklü dünyasını Hitchcockyen bir tavırla ele almış. İçinde hiçbir cinayet geçmeyen, herhangi bir zanlının yer almadığı gizemli anılar bütününü sürükleyici bir polisiye hikâye kalıbında aktarma deneyiminde başarılı da olmuş. Filmin erkek karakterlerinden Lorenzo’nun Patricia Highsmith hayranlığının altını çizmesi de bu yüzden olsa gerek.

Üstadın 20. filmi olan ‘Julieta’ sinemacının çok sevdiği kadınlar evrenine adanmış bir yapım. Ana karakterin ellili yaşlarını Julio Medem’in 90’larda çekmiş olduğu ‘Kızıl Sincap / La Ardilla Roja’ ve ‘Toprak / Tierra’ filmlerinden gencecik haliyle anımsadığımız etkileyici oyuncu Emma Suárez, 80’li yıllarda geçen uçarı gençlik yıllarını ise Almodovar’ın yeni keşiflerinden Adriana Ugarte canlandırıyor. Kadınların dünyasını her zamanki çarpıcı renk skalasıyla aktarıyor yönetmen. Mavinin hüznüyle kırmızının erotizmini bir arada kullanan sanatçı, Fransız görüntü yönetmeni Jean-Claude Larrieu’nün fantastik sahne düzenlemeleri ve eşsiz kadrajlarıyla harikalar yaratmayı başarıyor yine. Bu hüzünlü öyküyü iyimser bir tonla bitirmeyi tercih eden sinemacı final jeneriğinde bir armağan daha sunuyor izleyicisine. 2012’de kaybettiğimiz Costa Rica doğumlu Meksikalı efsanevi sokak şarkıcısı Chavela Vargas’ın yürek parçalayıcı yorumundan, klasikleşmiş aşk şarkısı ‘Si No Te Vas’ın içimize işleyen “…sensiz yaşayamam, sen gidersen ölürüm…” dizeleriyle ayrılıyoruz salondan.

(28 Ekim 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Peygamberin Çocukluğu

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (Muhammad: Messenger of God)
Yönetmen-Senaryo: Majid Majidi
Müzik: A.R. Rahman
Görüntü: Vittorio Storaro
Oyuncular: Mahdi Pakdel (Ebu Talip), Sarah Bayat (Halime), Hamidreza Tajdolat (Hamza), Arash Falahat Pisheh (Ebrehe), Rana Azadivar (Ümmi Cemil), Mohammad Asgari (Ebu Leheb), Mina Sadati (Amina), Ali-Reza Shoja Nuri (Abdül Muttalip), Mohsin Tanabandeh (Samuel), Dariush Farhang (Ebu Süfyan), Siamak Adib (Hanatte)
Yapım: Nour-e-Taban Film (2015)

İranlı yönetmen Majid Majidi’nin Hz. Muhammed’in doğumundan ergenliğe kadar geçen dönemini anlattığı “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminde insanları gözyaşlarına boğuyor etkileyici anlarıyla.

İran sinemasının değerli yönetmenlerinden Majid Majidi (Mecid Mecidi), son peygamber Hz. Muhammed’in hayatının ilk dönemlerine baktığı 2015 yapımı sinemaskop “Muhammad: Messenger of God-Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”, İran sinemasının da geldiği önemli noktalarından biri. Filmin teknik yönleri de övgüyü hak ediyor. Filmin başlarında insan biraz hayal kırıklığına uğruyor gibi olurken, film geriye dönüş yaptığında sanat anlamında muhteşem güzelliklerini sunmaya başlıyor seyircilere. Yönetmen, daima beyazlar içindeki Muhammed’in yüzünü hiç göstermiyor. Sesi bile duyulmuyor. Muhammed konuşunca bu altyazı olarak yansıyor. Bebek Muhammed’in minik elleri ve ayakları görünüyor sadece. Çocukluğundaysa uzun saçları yüzüne düşüyor hep.

İranlı yönetmen Majidi, 1959’da Tahran’da doğdu. İran sinemasında Abbas Kiarostami, Mohsen Makhmalbaf, Asgar Ferhadi gibi önde gelen yönetmenlerden. 1997’de “Bacheha-Ye Aseman-Cennetin Çocukları”, 1999’da “Rang-e Khoda-Cennetin Rengi”, 2001’de “Baran” ve “Avaze gonjeshk-ha-Serçelerin Şarkısı” filmleri öne çıkıyor.

Işıklar içinde gelen bebek…

Bu değerli yönetmen bu filminde hikâyeye, Hz. Muhammed’in Mekke’den sürülmesiyle başlıyor. Yedinci yüzyıl… Ebu Süfyan, Kâbe’de Müslümanlara karşı savaş başlatıyor. Ortaya çıkan bu yeni din, Kâbe’ye gelen hacıları azaltırsa şehrin de geliri azalabilirdi. Araplar putlara tapıyorlardı. Elbette diğer öncü iki semavi din Museviliğe ve Hıristiyanlığa putlara tapıyorlar denmiyor. Bu saygısızlık ve hakaret olurdu. Hz. Muhammed’in amcalarından Hamza, korkunç işkencelerden yaşlı bir adamı kurtarıyor. Sonra da Mekke’den göç başlıyor. Açlık ve yokluk demek bu. Peygamber ışıklar içinde bir ayet okurken, büyükbabası Abdül Müttalip kapının dışında bunu dinlediğinde geçmişe dönüyor. Peygamber o olayı bilmiyordu ve Kuran’da vardı. Habeşistan’dan, şimdiki Etiyopya’dan fil ordusuyla gelen Kral Ebrehe (Abraha), Kâbe’yi kuşatmak istiyor. Muhammed daha annesi Amina’nın karnında. Büyük talan başlıyor. Ama bir mucize de gerçekleşiyor. Gökyüzünü kuşatan ebabil kuşları gagalarındaki küçük taşları fil ordusunun üstüne yağdırıyorlar.

Zaman geçiyor ve gökyüzünü ışıklar sarıyor. Çünkü Allah’ın sevdiği bir başka peygamber dünyaya geliyor. Hıristiyan papazları ve Yahudi hahamları bu ışığın anlamını biliyor. İsa da ışıklar içinde gelmişti. Yahudi tüccar Samuel (İşmail) bu yeni doğan bebeğin peşine düşüyor. Samuel ismine bizler İsmail mi diyorduk?

Muhammed’in babası Abdullah’la iki ay evli kalan Amina, bebeğini onsuz büyütmek zorunda. Amina’nın sütü de yok. Muhammed’in amcası Ebu Leheb’in cariyesi süt verirken, karısı Ümmi Cemil karşı çıkıyor buna. Çölde susuz kalmış bir aile Mekke’ye doğru yol alıyor. Onların da bebekleri var. Mekke’de aç kalan aile kahverengi develeri Cemil’i kasaba satarlarken, deve kaçıyor. Peşine Halime de düşüyor. Deve bebek Muhammed’in avlusuna geliyor. Memesi kurumuş Halime Muhammed’i emzirmeye başlayınca memeleri sütleniyor.

Muhammed’in mucizeleri…

Dede Abdül Müttalip bebeği, Samuel gibi düşmanlardan korumak ve Muhammed’in süt emmesi için, sütannesi Halime’nin ailesinin yanına veriyor. Muhammed güvende büyüyor orada. Halime hastalandığında şifacılar büyülerle onu iyileştirmek için uğraşırlarken, Muhammed, ona sarılıp şifa veriyor. İlk mucizesiydi bu. Elbette mucize yayılıyor. Aslında filmde çocuk Muhammed’in yaşadığı birkaç ana dokunmak gerçekten insana sıcak bir huzur veriyor. Filmi izlerken, kendiliğinden insanın boğazı düğümleniyor ve gözleri ıslanıyor.

Genç Muhammed, keçileri güderken bir ses duyuyor. Öfkeli adam, soyunun tükendiğini düşünen adam yine kız bebeği doğurmuş karısına öfkesini boşaltıyor. Muhammed mezarın içindeki tatlı bebeği alıyor ve elindeki zile bebeği sakinleştiriyor. Sonra da bebeğin babasını teskin ediyor. Muhammed’in gözleri, hiç görmediği babasına benziyormuş. Muhammed de, bebeğin gözlerinin babasına benzediğini söylüyor. Güzel sözler, ürpertici kasırgaları bile teskin ederdi. Bir an daha unutulmazdı. Deniz

kıyısında balıkçı halk kıtlıktan açlık çekiyorlar. Bu yüzden tanrılarına kurbanlar veriyorlar. Denizin içine doğru uzanan kayalıkta dışlanmış anne ve çocuklarının yanına gidiyor genç Muhammed. Sonra da mucize yaşanıyor. Dev dalga onlarca balığı kıyıya taşıyarak kasabalının açlığını bitiriyor. Filmdeki başka unutulmaz anları perdede görmek gerek. Üç saate yakın süren bu değerli film görülmeyi hak ediyor. Elbette filmi izlerken, Hintli besteci-şarkıcı AR Rahman’ın tınılarına da kulak vermeli. Bernardo Bertolucci ustanın birçok filmini gözleri olmuş büyük usta Vittorio Storaro’nun görüntüleri de muhteşemdi. Bu film, üçlemenin ilkiydi belirtelim.

(27 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kaplanoğlu vs Kusturica, Vol: 2

09 – 14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 47. Altın Portakal’ı Kusturica olayının damgasını vurduğu bir yıl olarak nitelendirmek sanırız yanlış olmaz. Uluslararası Yarışma’nın Jüri üyesi olarak festivale davetli olan dünyaca ünlü Boşnak asıllı Sırp yönetmenin gelmesinden önce, Bosna’da yaşanan katliama destek verdiği gerekçesiyle başlayan protestolar, Kusturica’nın kente girişiyle doruğa çıkmıştı. Bu konuda işaret fişeğini yakan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sanatçıya tepki olarak festivale katılmayacağını söylemiş, yönetmenin kente gelişini takip eden günlerde “Bal” (Yönetmen: Semih Kaplanoğlu) filmi ekibinden yapılan açıklama, özetle şu ifadeleri içermişti:

“1992 – 1996 yılları arasında Bosna’da yaşanan olaylar uluslararası mahkemeler tarafından soykırım ve insanlık suçu olarak tanımlanmış ve bu suçlara bulaşanlar yargılanıp mahkûm edilmişlerdir. Sayıları yüz binlerle ifade edilen Bosna’lı sivilleri sadece inançları ve Boşnak oldukları için katledenleri, onbinlerce kadına çoluk çocuk tecavüz edenleri canlı tanıklar ve hala açılan toplu mezarlar ortadayken savunan bir ‘sanatçının’ AKSAV yönetimi tarafından himaye edilmesi bizim vicdanımızı acıtmaktadır. Biz burada hiç kimseyi etnik kökeninden ya da inancından dolayı eleştirmiyoruz. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suça sözle de olsa katkı sağlayarak soykırımı ve tecavüzü meşrulaştıran bir zihniyetin savunulmasına karşı çıkıyoruz. Savaşa ve savaş suçlarına karşı bizleri birleştirecek tek kriter tek kimlik insan olmaktır. Sanatçı insanlığından ayrılamaz. Bu gerekçeler doğrultusunda Antalya Altın Portakal Film Festivali programında 11 Ekim 2010 Pazartesi günü saat 12:00’de yapılacak Bal filmi festival galası da dâhil festivaldeki hiç bir etkinliğe üzülerek katılmayacağımızı bildiriyor, kamuoyuna saygılarımızı sunuyoruz…”

Oysa Emir Kusturica, aynı yıl içinde Bursa Festivali’ne de konuk olarak çağrılmış ve hatta o festival kapsamında verdiği konser, basında “Kusturica, Bursa’yı kırdı geçirdi” şeklinde haberlerle ele alınmıştı. Kaplanoğlu’nun ve ekibinin Kusturica’ya gösterdiği tepki, günlerce kamuoyunun gündeminden düşmemiş, o günlerde gazetecilerin, bu protestoyla ilgili sorularını yanıtlayan dönemin festival Onursal Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Kaplanoğlu’nun Altın Koza’da ödül almasına gönderme yaparak, “Kusturica’nın geleceği iki ay önceden belliydi. Neden bu tepkiyi Adana bitimine kadar sakladı da, Altın Koza’da ödül alınca sahneledi? Bu davranışını anlayamadım.” yorumunu yapmıştı.

Bu gelişmelerin ardından Kusturica, geniş güvenlik önlemleri altında AKM bahçesine kurulan sahnede renkli orkestrası tekno-rock grubu ‘No Smoking’ ile mini bir konser veren Kusturica, ardından da festivalin uluslararası jüri üyeliğinden çekildiğini açıklamıştı. Antalya’da öğrencilere yapacağı atölye çalışmasını da iptal eden Kusturica, gitmeden önce yaptığı son toplantıda, “Kariyerime başladığımdan beri benim anti-emperyalist bir duruşum var. Çalışmalarımı ve anlayışımı bunun üzerine kurdum. Bana bu noktadan gelen saldırıları anlamsız buluyorum. Benim uğruna savaştığım şey birleşik Yugoslavya’ydı.” demişti.

*****

Chris Harman, ünlü “Halkların Dünya Tarihi” adlı eserinde, İspanyolların iki ayrı savaşla Aztekleri yok etmesini betimlemek için, “Tarih ender olarak tekerrür eder, burada yaşanan da buydu.” ifadelerini kullanır. Sanırız durum, yukarıda hatırlattığımız gelişmeler ışığında ve bir film festivali ekseninde, Antalya için de geçerli; çünkü 53. Portakal, ilki gibi doğrudan olmasa da Kusturica ve Kaplanoğlu’nu bir kez daha gündeme getirdi. Kaplanoğlu, ulusal yarışmanın kalbinde konumlanıyor ve bu yılın jüri başkanı. Kusturica ise “bedeniyle değil, fikirleriyle (üretimiyle!)” festivalde!

Bakın, festivalin web sayfasında ne diyor, yönetmenin 23 Ekim Pazar günü, Migros AVM’de gösterimi planlanan “Aşk ve Barış” filminin tanıtımında: “Underground / Yeraltı filminin yönetmeni Sırbistanlı Emir Kusturica uzun zamandır yolları gözlenen, kendisinden beklendiği gibi kıpır kıpır ve pervasız yeni filminde Balkanlar’daki çatışmaların en karanlık günleri esnasında yaşanan ihtiras dolu romansta İtalyan aktris Monica Belluci ile birlikte ekrana geliyor. Dram, komedi ve büyülü gerçekçiliğin ışıltısının karışımı olan klasik bir Kusturica yapımı.”

Evet, aradan altı yıl öncesinden söz ediyoruz ve bizler, hafızası ile anılan bir toplumuz ama yönetmeni büyük olaylar ve protestolar eşliğinde kovmamızın üzerinden çok da zaman geçmedi ki! Kimi okuyucuların, “Kaplanoğlu’nun festival programıyla ilgisi yok.” dediğini duyar gibiyim; ancak geçmişte konuya bu denli “duyarlılık” gösteren bir yönetmenin, hiç değilse durum açığa çıktıktan sonra iki kelam etmesi gerekmez mi?

Şimdi, “Tepki filmlerine değil, kendisineydi!” savunusuna kulaklarımızı tıkayıp, geçmişte, “Bursa’ya davet edilen Kusturica, Antalya’ya davet edilen Kusturica’dan evladır!” formülünü hatırlayalım ve bu sloganı günümüze uyarlayalım: “Eski Antalya, Yeni Antalya’ya karşı” diyelim. Tarihe not düşmekten başka bir amacımız yoktu, sürç-i lisan ettiysek affola…

Not: Son dakikada gelen bilgiye göre filmin programda yer alması sehven olarak açıklanmış ve gösterim iptal edilmiştir.

(22 Ekim 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Otoriteye Eğlenceli Başkaldırış

Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları (Middle School: The Worst Years of My Life)
Yönetmen: Steve Carr
Roman: James Patterson-Chris Tebbetts
Senaryo: Chris Bowman-Hubbel Palmer-Kara Holden
Müzik: Jeff Cardoni
Görüntü: Julio Macat
Oyuncular: Griffin Gluck (Rafe), Lauren Graham (Jules), Rob Riggle (Ayı Carl),
Isabela Moner (Jeanne), Alexa Nisenson (Georgia),
Retta (Ida), Thomas Barbusca (Leo), Andy Daly (Müdür Dwight),
Adam Pally (Teller), Jacob Hopkins (Miller),
Efren Ramirez (Gus), Thomas Barbusca(Leo),
Isabella Amara(Heidi), Gemma Forbes (Dana)
Yapım: CBS-Lionsgate (2016)

Komedi filmleri çeken Steve Carr’ın okul yıllarına, özellikle ortaokul yıllarına eğlenceli bir bakış gönderen “Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları” filmi, insana nostaljik hisler yaşatıyor.

Georgia eyaletinin Atlanta şehri sınırlarında Hills Village kasabası. 14 yaşlarındaki Rafe Khatchadorian, okullardaki disiplinsiz davranışları yüzünden okuldan sürülüp durmuş. Şimdiki durağı başka bir ortaokul Rafe’in. Kendinden bir yıl iki ay küçük kardeşi Leo ölmüş. Babası da. Annesi Jules ve küçük kız kardeşi neşeli Georgia’yla beraber yaşıyor. Annesi çift mesai yapıyor. Elbette hayatında “Ayı” lakaplı Carl var. Çocuklar Carl’dan pek hoşlanmıyorlar. 2016 yapımı sinemaskop “Middle School: The Worst Years of My Life-Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları” filmi, James Patterson’ın 2011’de yayınlanmış aynı adlı romandan uyarlanmış. Bu romanı Altın Kitaplar tarafından bizde de yayınlandı.

New York’ta doğan yönetmen Steve Carr, filmlerin yanında video klipler de çekiyor. Yoğunlukla komedi filmleri çeken yönetmenin 2001’deki “Dr. Dolittle”, 2003’teki “Daddy Day Care-Afacanlar Yuvada” ve 2012’deki “Movie 43-Çatlak Film” ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Hayali güçlü Rafe…

Rafe, okuldaki ilk gününde ortaokulun müdürü Dwight’ın kurallar kitapçığıyla tanışıyor. Defterindeki çizgi roman kahramanları ve kardeşi Leo’nun hayaletiyle yaşayan Rafe, çok geçmeden işe koyuluyor yaratıcı zihniyle. Aslında bu filmi yazmak yerine izlemek daha iyi fikir aslında. Rafe, sivil itaatsizliğin simgesi. Otoritenin kuralları, eğitim sistemine sığınarak yaratıcı beyinleri köreltiyordu. Katı disiplin uygulamalarının kuşattığı okullardaki bilgi yığını gerçek hayatta insana hiçbir şey vermiyordu. Rafe’i takip ederken, onun yaptıklarını kaba bulanlar olabilir. Ama Rafe’in yaptıkları otorite, yani okul müdürü dışındaki kimseye zarar vermiyor. Okulu rengârenk yapıyor Rafe. Okuldaki öğrenciler de müdürün maskara olmasından hayli mutlu oluyorlar. Seyirciler de öyle. Filmde bazı anlarda çizgi karakterler de perdeyi kuşatıyor. Müdür Dwight, odasında Rafe’in çizgi karakterlerini yarattığı defteri kovanın içinde erittiği sahne etkileyici bir hüzünle yansıyordu.

Otoriteye karşı daima…

Otorite varlığını sürdürebilmek için düzenbazlıklar yapmak zorundaydı. Okul müdürü de öyleydi. Rafe’i izlerken insan geçmişi, ortaokul yıllarına gidiyor. Mazide böyle şeyler yapamadık. Ne sunulduysa aldık. Ezberledik. Okul bitti ve bilgi yığıntılarından geriye çok az şey kaldı. Üniversite kazanabilmek içinde dershanelere gittik sonraları. Rafe okulda ergenliğinin ilk aşkını da yaşıyor. Jeannie’yi gülerken görmek onu çok mutlu ediyormuş. Kızın soylu direnişi de var. Kuzey Kutbu’nda buzlar inceldiği için kutup ayıları açlıktan soyları azalıyordu. İnsan eliyle oluşan küresel ısınma birçok canlıyı dünyadan siliyordu. Genç oyuncuların performansları gerçekten gözleri yaşartıyor. Hepsi muhteşemdi. İnsanı güldüren ve çoğu anında eğlendiren bu liberal film görülmeyi hak ediyor. Filmin Türkçe dublajlı gösterildiğini de belirtelim.

(20 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bunu Hak Edecek Ne Yaptım

Aslı Özge’nin Alman oyuncularla çektiği üçüncü uzun metrajı ‘Ansızın’ın (Auf Einmal) ana karakteri şaşkınlıkla sorar bu soruyu kendisine. Öyle ya nüfuzlu ailenin oğlu, yaşadığı sakin Alman kasabasının prensidir Karsten. Çevresinde sevilen başarılı genç adamın tıkır tıkır işleyen düzeni evinde verdiği parti sonrasında yalnız kaldığı genç kadının ansızın ölümüyle bozulur. Yabancı uyruklu Anna astım hastasıdır. İlaç kullandığı halde alkol almakla belki de bile isteye gitmek istemiştir bu hayattan. Kadının aniden fenalaşması üzerine paniğe kapılan genç adam öncelikle ambulans çağırmak yerine evin yakınlarındaki klinikten yardım almaya koşar. Ancak Alman kanunları gereğince gecikme nedeniyle ölüme sebep olmaktan suçlu bulunma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Olay gazetelere düştüğünde kurumun imajı sarsılır endişesiyle çalıştığı bankada geri hizmete alınır. Ardından çok daha acı verici bir biçimde yakın dostları ve birlikte yaşadığı kız arkadaşı uzaklaşır ondan. Beldede sözü geçen babanın uzattığı yardım eli yalnızca ailenin itibarını koruma amaçlıdır.

Yeni kuşak sinemacılarımızın en iyilerinden biri olan Aslı Özge’nin filmlerinde çıkışsızlık duygusu ve bireylerin bununla mücadelesi temel mesele olarak öne çıkar. İstanbul, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde en iyi film seçilen ilk uzun metrajı ‘Köprüdekiler’ (2009) maddi imkânsızlık ve eğitimsizlik gibi nedenlerle bulundukları yere sıkışmış insanların çıkışsızlığı üzerinedir. İstanbul varoşlarında yaşayan, şehrin merkezinde varolma savaşı veren gençlerin belgesel tadındaki otobiyografik öyküleri bir ilk filmden beklenmeyen ustalıkta yansır beyazperdeye. Üç yıl önce İstanbul Film Festivali’nde ona en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış olan ‘Hayatboyu’nda kamerasını çok daha yakından tanıdığı entellektüel çiftin yaşamına çevirerek, onların dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen, içerden ise yıpranmış, mesafeli birlikteliklerini anlatmaya koyulur, kontrollü yaşamlarında birbirlerine ve yaşadıkları topluma yabancılaşmış bireylerin iletişimsizliği üzerine kafa yorar.

‘Ansızın’ düzen içine hapsolmuş ancak hapisliğiyle sistemin dışına çıkarıldığında yüzleşebilen bireyin öyküsünü anlatıyor. Mahalle baskısı ile kendini kapana kısılmış hisseden Karsten yaralı bir hayvan misali isyan ederek dağlara sığınıyor. Sistemin simgeleri haç ve bayrağın dalgalandığı tepeden kuş bakışı görülen kasabanın kurulu düzenine küfrediyor. Tıpkı çevresindekilerin ikiyüzlülükleri karşısında kötücülleşen Danimarka prensi Hamlet gibi intikam alma yoluna gidiyor. Lakin sistemi temsil eden bayrak ve haç’ı reddetmeye hiç niyeti yoktur. Oyunu kuralına göre oynayarak sisteme kendini yeniden kabul ettirmek için mücadele verecektir.

Özge’nin değişmez yol arkadaşı olan Emre Erkmen’in görüntü çalışması ‘Ansızın’ın en önemli kozlarından. Yönetmen bir önceki çalışmasında şehrin en seçkin semtlerinden birinde, mimar eşin tasarımı lüks konutu paylaşmakta olan çiftin mutsuzluklarına rağmen değişime, yeniliğe, bilinmeyene yelken açmaya cesaret edemeyişlerini, kurulu düzenin dışına çıkamayışlarını Erkmen’in gri/mavi soğuk tonların öne çıktığı etkileyici görsel tasarımı eşliğinde perdeye taşımıştı. Düzen ve sistemin herşeyin üzerinde geldiği bir sıkışmışlık öyküsü olan ‘Ansızın’da Almanya’da ‘altın sonbahar’ denilen zamanın renk skalası üzerinden melankolik kırmızı, sarı, kahverengi tonları tercih edilmiş. ‘Hayatboyu’nun taş ve metalden ev tasarımı ile klostrofobik yabancılaşma hissini aktarmada başarılı olmuş olan Özge’nin ‘Ansızın’a mekân olarak seçtiği etrafı dağlarla çevrili gökyüzünün gözükmediği küçük Altena kasabası, Karsten’in iç dünyası ve sıkışmışlık duygusunu güçlü bir biçimde aktarabiliyor.

Özge’nin oyuncu seçimi yine başarılı. Bir önceki filminde sinemada ilk kez hacimli bir rol üstlenen deneyimli tiyatro oyuncusu Defne Halman ile çalışmış olan yönetmen, bu defa daha çok televizyon işleriyle bilinen Alman oyuncu Sebastian Hülk’den kusursuz bir oyun almasını bilmiş. Mekân kullanımı ve sessiz anlardan (son jeneriğe kadar müzik kullanmıyor) ustaca yararlanmasını bilen genç sinemacı, iletişimsizliğin sinemacısı Antonioni’nin eserinden açık esinler taşıyan ‘Hayatboyu’nun ardından ‘Ansızın’ ile arayışlarını sürdürüyor, satır aralarında yabancı düşmanlığına dikkat çekerken psikolojik gerilim türüne göz kırpıyor. Karsten ile Anna’nın Rus kökenli kocasıyla karşılaştığı (David) Lynch esinli sekans bu güzel filmin bir diğer hoş sürprizi.

(20 Ekim 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com