Kategori arşivi: Yazılar

Çorak Topraklarda

George Miller üç kuşak öncesinin kült serisi Mad Max efsanesini sürdürüyor. ‘Mad Max: Fury Road’ ile otuz yılın ardından muhteşem bir dönüşü gerçekleştirmiş olan sinemacı, dünya sinemalarıyla aynı anda bizde de gösterime giren son çalışması ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı / Furiosa: A Mad Max Saga’ ile memleketi Avustralya’nın uçsuz bucaksız kırsalında çektiği bir önceki maceranın evveline, küçük Furiosa’nın ana kucağından koparıldığı 15 yıl öncesine dönüyor.

Miller ile yapımcı Byron Kennedy’nin yetmişli yıllarda dünya ekonomisini kilitleyen petrol krizinin taze anıları üzerine kurguladıkları, yetmişlerin tekinsiz otoyol filmlerinin izini süren özgün öykü zaman içinde şirazesinden çıkmış insanlığın ilkel vahşetine ayna tutmuştur. Oysa serinin bu son halkası ön jenerikteki çöküş çığlıklarının uzağında yeşil bir vadinin huzurlu ortamında açılıyor. Küçük Furiosa (Alyla Browne) uzandığı ağaç dalından ‘yasak meyve misali’ olgun bir şeftaliyi kopardıktan hemen sonra yakındaki uğursuz adamların eline geçiyor. Savaşkan annesi onu kurtarmak için peşlerine düşse de kader onun çocukluğunu elinden almaya niyetlidir.

Küçük kız önce motor çetesinin lideri Dementius’un (Chris Hemsworth), daha sonra ilk kez ‘Fury Road’da tanıştığımız ‘Kale’nin efendisi ölümsüz Joe’nun (Lachy Hulme) tutsağı oluyor. Yeşil vatanına özleminin yanında küstah Dementius’tan alacağı intikamın da hayatta tuttuğu Furiosa nefret hissiyatıyla büyüyor ve gözüpek bir savaşçı olarak yetişiyor. Ölümsüz Joe’nun askeri olacağı ‘Fury Road’ öncesinde kısıtlı yeryüzü kaynakları için mücadele eden savaş lordları sofrasında Praeatorian Jack’in (Tom Burke) eğitiminden geçiyor. Yalnızca yağmalayacak kadar vahşi olabilenlerin hayatta kalabildiği bu yeni dünyada kendi şeytanlarıyla boğuşurken çorak topraklarda yeniden yaşamayı öğrenecek olan Max ile tanışma öncesinde intikamının izini sürmeye kararlıdır Furiosa.

Deneyimli Miller, temel içgüdünün hayatta kalmak olduğu bu distopik alemin son model dijital sürümünde kendine özgü dünyasının ana dinamiklerini ve 80’ine merdiven dayadığı yaşında parmak ısırtan absürd enerjisini korumayı sürdürüyor. Bir kez daha ustası Sergio Leone’nin stilize planlarını örnek alıyor, filmini bir çöl operası kıvamında sahneye koyuyor. Hikâyenin açılış bölümünü, Furiosa’yı kurtarmak için annesinin verdiği amansız mücadeleyi içeren ‘Ulaşılmazlık Kutbu’ adı verilmiş ilk epizodu çok beğendimi söyleyebilirim. Bu bölümde Baz Luhrmann imzalı ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’den anımsadığımız Simon Duggan’ın özellikle gece görüntüleri (aman iyi bir projeksiyonda izleyin) çok etkileyici. Çorak topraklarda petrol, gıda, su ya da silah ticaretinin paylaşım savaşları pek de uzak olmayan distopik bir gelecekten çağımıza göz kırpar gibi. Lakin çok ilginç giriş bölümünün devamında aksiyon sahneleri peş peşe sıralanmaya başlıyor. Günümüz genç izleyicisi bunu bekliyor derseniz haklısınız da tüm bu iyi çekilmiş curcuna içinde karakter yaratmaya pek fırsat kalmamış. Söz gelimi Tom Burke gibi çok iyi bir oyuncu hız tuzağının içinde güme gidiveriyor.

Filmin Tom Holkenborg imzasını taşıyan müzikleri ve ses bandı (ses düzeni birinci sınıf bir salonda izleyin) dört dörtlük. Edgar Wright’ın ‘Dün Gece Soho’da / Last Night in Soho’sunda bayıldığımız Anja Taylor-Joy, Furiosa’nın yetişkinliğinde aksiyon yıldızı olarak parlarken, burun protezinin karizmasını bozamadığı ‘Thor’ Hemsworth, Dementius’da göz dolduruyor. Keza, beklenen hesaplaşma bölümünde Furiosa’nın Dementius’a hazırladığı son antolojilere geçecek cinsten. Noktalarken, ‘Furiosa’nın erdemleri ve aşırılıklarıyla distopik western sinemasının yaratıcı bir örneği olarak izlenmeyi hak ettiğinin altını çizelim.

(31 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Cehennemden Canlı Yayın

Cannes prömiyerinden sonra 43. İstanbul Film Festivali’nin gece yarısı sürprizlerinden biri olarak izlediğimiz ‘Şeytanla Bir Gece / Late Night with the Devil’, yazar – yönetmen Cairnes Kardeşler imzasını taşıyor. Cameron ve Colin biraderlerin 70’ler korku ve dehşet estetiğini yeniden inşa ettiği filmleri 1977 yılının Cadılar Bayramı haftasında tek mekânda gelişen ilginç bir deneme olarak dikkat çekiyor.

Vietnam kâbusu ve enerji krizinin ardından Watergate skandalı ile boğuşan ‘70’ler Amerika’sının güvensiz ve huzursuz yıllarındayız. Televizyon kaosu oturma odasına taşıdığı ölçüde, röportaj, müzik ya da skeç komedisinin eğlenceli karışımıyla kalbini ve zihnini ele geçirdiği topluma belli bir rahatlık da sunmaktadır. Johnny Carson’ın sunduğu ‘Tonight Show’un reyting rekorları kırdığı o yıllarda radyo spikerliğinden gelen Jack Delroy (David Dastmalchian) rakip kanalda yayınlanan şovuyla zirveye gözünü diker. Geç saatlerde yayınlanan UBC’nin ‘Gece Baykuşları / Night Owls’ programı tutmasına tutar, Emmy adaylıkları gelir, kanalın izleyici sayısı artar, ancak 4 sezon geçmiş olmasına rağmen Carson’ın reytingini yakalayamaz. Bu süreçte ilham perisi karısını amansız bir hastalıktan yitiren Delroy’un şovu düşüşe geçmeye başladığında hırslı sunucu talihini döndürecek çareyi 1977 Cadılar Bayramı haftasında yayına sokacağı şeytani bir canlı yayın gösterisinde arar.

Programa sahtekâr medyum Christou (Fayssal Bazzi) ve hipnotist Carmichael Haig (Ian Bliss) ile başlayan sunucunun bir sonraki konukları ortalığı karıştırır. ‘Şeytanla Sohbetler / Conversations with the Devil’ kitabının yazarı Dr. June Ross – Mitchell’in (Laura Gordon) şeytani bir tarikatın elinden kurtarıp himayesine almış olduğu 13 yaşındaki Lilly (Ingrid Torelli) aracılığıyla stüdyoya giriş yapacak olan iblis, cehennemi kâbusu Amerika’nın oturma odalarına salıverecektir.

Son yıllarda pek yaygın olan ‘sahte belgesel’ akımından hareketle çok ilginç bir fikirle yola çıkmış olan Cairnes Kardeşler’in filmi belli bir noktaya kadar merakla izleniyor. ‘Birazdan izleyecekleriniz o gece yayınlanan görüntülerin yeni keşfedilen ana kaseti ve daha önce yayınlanmamış kamera arkası görüntüleridir’ ifadesi bu ilgiyi zinde tutmakta başarılı olmuş. TV reyting savaşlarının tarihçesine değinen başlangıç da gayet iyi. Delroy’un üne kavuştuktan sonra üyesi olduğu California ormanlarında sadece erkeklerin üye olduğu ‘The Grove’ ile ilişkisi bir diğer çok ilginç, geliştirilebilecek bir ayrıntı. Ancak, 1800’lerde kurulmuş ve üyeleri arasında politikacılar, şovmenler, endüstri liderlerin bulunduğu zenginler ve güçlüler kampına ilişkin cinsel istismar spekülasyonları üzerinde pek de durulmadan geçiliyor. Buna karşılık beklenen final o denli tatmin edici olamamış. İş William Friedkin imzalı ‘70’li yıllar kâbuslarının simgesi haline gelmiş ünlü ‘Şeytan / The Exorcist’in bildik numaralarına dönmeye başladığında film özgün dokusunu yitiriyor. Korku filmlerini seven kitle için yine de ilgiye değer bir deneme. Cairnes Kardeşler’in yaratıcı üretimlerinin devamını bekliyoruz.

(30 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Çocuklara da Büyüklere de…: Garfield

Hemen herkesin sevdiği, adıyla birlikte yüzüne gülümseme yayıldığı obur ve bir o kadar da sevimli kedi, serüveniyle yine beyazperdede.

Bütün devam filmlerinde olduğu gibi (yeni moda, geçmişe dönmek, öncesini görmek ya da öğrenmek), Garfield’in babasıyla nasıl ayrıldığını, Jon’un evini nasıl ele geçirdiğini, teknolojinin nimetlerinden nasıl yararlandığını izliyoruz.

Garfield, haklı olarak Vic (babası) ile buluşmalı yeniden değil mi? Haklısınız, yeniden buluşsun ama bu, özellikle çocuklar için travmatik olmasın, mümkünse. Büyüklerin yarım ağız gülümseyeceği, küçüklerinse, Garfield sevgisiyle hayran olacakları, ama asla sahiplenmeyecekleri bir film izleyeceklerini baştan söyleyelim.

Vic’in onu terk ettikten sonra, uzaktan izlediğini, sürekli takip ettiğini, mutlu bir yaşamı olduğunu görünce yine onu korumak amaçlı yakınlaşmadığını öğreniyoruz. Ancak Vic, pek de tekin biri değildir. “Yük”lerinden kurtulmak için bir süt fabrikası soymak zorundadırlar. Bu arada Garifeld babasıyla yüzleşir ve anlaşır. Süt fabrikasının satılması, amblemlerindeki Otto ile sevgilisinin ayrılması, bu soygunun yan öykücükleridir.

Büyüklerin pek sev(e)meyeceği, çocuklanışa gülse de benimsemeyeceği böylesi bir film aslında iki kötü (dikkat: kadın) karakterin çevresinde döneniyor. Filmden önemli bir cümleyi aktarmalıyım: “Eğer küçük çocuklarınız varsa, odadan çıkmaları iyi olabilir.” Bu, anne babalara mı sesleniyor, yoksa çocukların aklını mı karıştırır? Kasap çengeli örneği asılı duruyor ortada.

Klasik çizgi film sürükleyiciliği yine de var filmde, ama yeterli sayılır mı, bilemem…

31 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(29 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kaybolmak İçin Gelinen Yer, İstanbul: Geçiş

Sosyal, siyasal, ekonomik, duygusal ve/veya yaşamsal nedenlerle bir göç hareketi yaşanıyor yeryüzünde, her zamankinden daha fazla. Sizin gitmek istediğiniz yerlerden birileri belki de sizin bulunduğunuz yere göçmeyi tasarlıyor ya da deniyor. Sorunlar o kadar çok, o kadar geniş alana yayılmış ve o kadar yoğun ki, kimseye niye, neden, nasıl diye sor(a)mıyorsunuz bile.

İstanbul, Levan Akın’ın filminin ana odağı olması nedeniyle de kuşkusuz, bir geçiş kenti. Onun için de zaten kültürler mozaiği diyoruz. ’68 kuşağı için “dünyanın merkezi”ydi, tabii çok daha öncesinden, “milyon taşı” için de aynı tanım yapılıyordu. Refik Durbaş, bir şiirinde “Anadolu’nun merkezi Sirkeci, dünyanın merkezi Sultanahmet” diyor, en tam da bu nedenle. Gürcü yönetmen Levan Akın, İstanbul’un bir diğer “merkez”ini anlatıyor hepsiyle birlikte: Kuir yaşam.

Gürcü, emekli öğretmen Lia (Mzia Arabuli), kardeşine verdiği söz üzerine yeğeni Tekla’yı aramak için kendisine yardımcı olmak isteyen ama aslında gönüllü göçmen/sığınmacı/mülteci olmayı aklına koymuş Achi (Lucas Kankava) İstanbul’a gelir. Pembe Hayatlar gönüllüsü, Avukat Evrim (Deniz Dumanlı) ile yolları kesişir ve İstanbul’un o kendine has hercümercinde Tekla’yı ararlar. Bu aramada insan yaşamlarına tanık oluruz. Kim nedir, nasıl davranır, kimi kandırmaya çalışır, kanan ile kandırılan kimlerdir sorularını sordurur film bize. Akın’ın filmi, İstanbul’a bir pencere açar ve film boyunca o pencerenin önünden geçenleri izleriz; aslında her gün, her saat yaşadığımızdır izlediğimiz de. Bir belgesel tadında yaşamdan manzaralar gelir beyazperdeye; hani şu bildiğimiz, hep görüp geçtiğimiz evsiz çocuklar, küçük hırsızlıklar, şaşaalı lokantalardan arta kalanlar, martılar, kediler…

Umutlar ne zaman artar, niye söner kim bilebilir ki!

Dış çekimleri, oyuncuların kalabalık içinde kaybolmalarını yönetmen iyi çözümlemiş. Oyuncuları da titizlikle seçmiş, röportajlarında belirtmişti. Şerif Gören, çok yıllar önce Eyüp Halit Türkyazıcı ile Hüseyin Kuzu’nun senaryosundan “Beyoğlu’nun Arka Yakası”nda, arka sokaklardaki yaşamı sergilemişti. Aradan geçen 40 yıla yakın zamanda değişen pek bir fazla şey yok, olmamış. Yine yoksulluk, yine ötekileştirme, yine aşağılanan insanlar… İstanbul’u tanımayanlar (daha doğru deyişle “arka sokaklardan geçmeyenler) böyle bir öykü oluşturamazlar. Levan Akın da Hüseyin Kuzu ve Eyüp Halit Türkyazıcı gibi o sokakları yaşamış besbelli.

Diyalektik bağlantılı…

Eskilerin “köprü altı yaşamları” dedikleri artık çok daha renkli, çok daha karmaşık, çok daha zorlu ve çok daha hüzünlü artık. Her ne kadar kuir biri aranıyorsa da filmde, asıl amaç yaşamı yansıtmak ve böyle bir sorunun varlığını da kabul etmeyen farklı kesimlere göstermek. Berlinale’den sonra İstanbul Film Festivali’nde de izleyiciden olumlu not alan Geçiş, bir dönemin tanıklığını da yapıyor.

31 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(28 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İki Dünya Arasında Sıkışmak

Yazar yönetmen Nehir Tuna’nın geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali resmi seçkisinde yer alan Orrizonti (Ufuklar) bölümünde dünya prömiyerini yapmış olan ilk uzun metrajı ‘Yurt’, 90’lı yılların ikinci yarısı Türkiye’sinin siyasi kutuplaşma ortamında geçen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Babasının beklentilerinin sınırladığı dünyasında kimlik mücadelesi veren 14 yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet (Doğa Karakaş) hafta içi özel bir koleje devam ederken, kendini İslam’a adamış cemaat mensubu babasının zoruyla dini esaslar doğrultusunda eğitim veren bir erkekler yurduna yatılı olarak yerleştiriliyor. Ahmet alıştığı aile ortamından koparılmanın çaresizliğini yaşar ve babasının beklentilerini karşılamanın ağırlığı altında ezilirken, bir yandan da seküler okul ve dini yurt arasındaki ikili hayatında sıkışmışlık duygusu ile mücadele eder. Yurdun tecrübeli öğrencisi Hakan (Can Bartu Arslan) onun tek sığınağı olacaktır.

Tuna, 26. Adana Altın Koza Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda birincilik ödülünü alan ‘Ayakkabı’(2019) ile alıştırmasını yaptığı ‘Yurt’un çıkış amacının kendini anlatabilmek olduğunu söylüyor. Ergenlik çağında kendi tercihini yapamayacak yaştaki genç çocuğun gözünden yarı otobiyografik bir öykü olarak şekillenen film, yönetmenin kendi yaşadıklarından yola çıkarak babasının istediği gibi bir insan olmaya çabalayan Ahmet’in sevgi yoksunluğu ve sevgiye ulaşma mücadelesi üzerine kurulmuş. Baba sevgisi, sıcak bir aile ortamı özlemi, lisedeki kıza aşık olup ondan romantik bir beklenti içerisine giriş, en yakınında olan ve her sırtından bıçaklandığında onu koruyan Hakan ile olan ilişkisi, Ahmet’in farklı sevgi formları yumağında bir sörf yapmasına neden oluyor. Ahmet’in kendi sesini bulması, içsel olarak özgürleşmesi ve kendi seçimlerini yapabilmesi, başkalarının sevgisini kazanmak için başka birisi olmaması gerektiğini idrak ettiğinde gerçekleşecektir.

Son jenerikte filmini ‘babasına’ ithaf ettiğini öğrendiğimiz Tuna’nın kişisel bir terapi özelliğini barındıran ilgiye değer projesi, Florent Herry’nin klasik başyapıtlardan esinlenmişe benzeyen olağanüstü siyah – beyaz çalışması, Avris Alptekin’in hızlı kurgusu, Avi Medina’nın etkileyici müzik çalışması ve iki gencecik oyuncusunun başarılı performansları ile sivriliyor. Ahmet’in siyah – beyaz’dan renkliye, statikten hareketli kamera hareketlerine dönüşecek olan özgürlük adımları bir auteur sinemacının doğuşunu müjdeliyor.

(25 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Yeşilçam’ın Unutulmayan Filmleri 2, SESAM Etkinliği Hakkında

Bu topraklarda doğduğum için Allah’a şükrettiğim anlardan birini dün, 24 Mayıs 2024 günü Beyoğlu Sineması’nda SESAM’ın Yeşilçam’ın Unutulmayan Filmleri 2 etkinliği kapsamında izlediğim Son Osmanlı: Yandım Ali filminin sonunda yaşadım. Aynı duyguyu büyük bir Türk senfonisi dinlediğim veya operası izlediğim, benzersiz müzelerimizi gezdiğim, Anadolu’nun büyülü doğasını ve tabii anlatım, ifade ve temaşanın zirvelerini yakalamış bir Türk filmi izlerken de yaşıyorum.

Filmde Mustafa Kemal Atatürk’te sembolleşen, uğruna seve seve can verilecek ülke sevgisi, vatan aşkı, sarsıcı, yoğun bir duygusallıkla seyirciye geçiyordu. Uzun seneler sonra bir filmi izlerken yüreğimin titrediğini hissettim. Gururdan gözlerini yaşarmaması ise nerdeyse olanaksızdı.

Etkinlik afişinde yazıldığı gibi, aynen unutulmaz bir filmle karşı karşıya idik ve salonda bir düzine izleyici. Bu filmi izlemeye gelmemek, üniversitelerin sinema öğrencileri, hocaları, sinema yazarları, akademisyenler için bence bir utançtır.

Filmin yapımcısı Mehmet Soyarslan, yönetmen Mustafa Şevki Doğan ve kameraman Zekeriya Kurtuluş hiç alışık olmadığımız bir alçakgönüllülükle tebrikleri kabul ettiler. Ortaya çıkardıkları eserin değerinin farkında olarak ama asla kibre kapılmadan olağanüstü bir tevazu ile.

Yurtdışında ödül kazanmak için ülkesini karalayanların aksine bu filmde Anadolu insanının cesareti, adaleti, cömertliği, ez cümle müstesna insanlığı, yani gerçeği ortaya çıkarılmıştı. Hem de sinema sanatının, yönetim, oyunculuk, kostüm tasarımı, mekân seçimi, aksiyon gibi güçlü yaratıcılık, ustalık, özel yetenek gerektiren sanatsal dokunuşunda zirveleri zorlayarak. Hepsi şiirsel bir ahenkle bir araya gelerek.

Sovyetlerin devlet desteği, batının sermaye gücüne sahip olmayan Yeşilçam Sineması; yalnız seyircinin ilgisi, yani gişe hasılatı ile ayakta duran, işçisinden oyuncusuna, yönetmenine kadar tüm ekibin tek yürek olarak sadece güzel bir film yapmak için, büyük çabalar, fedakârlıklar, insan üstü emekler ve sinema aşkıyla yaratılan bir mucizeydi ve bu özelliği ile dünyada biricikti. Müziği konunun ruhuyla böylesine örtüşen kaç sinema örneği vardır?

Bu anlamlı etkinlikte izlediğimiz birbirinden çok farklı filmler ve değişik anlatımlarla Yeşilçam’ın zengin sanat yelpazesi de sergilendi. Hepsi de etkileyici ve ustalık eseriydi.

Bir araya gelip birlikte şarkı söylemek istediğimizde, hatırladığımız ilk örnekler Yeşilçam filmlerinin şarkılarıdır. Aynen Son Osmanlı: Yandım Ali filminin müzikleri gibi.

Atatürk’ü yüzünün aydınlığı, gözlerinin ışığı ile bizlere umutla gülümserken görmek de bir ilkti sanıyorum. Emeği geçen herkese ancak şükranlarımızı ifade edebiliriz.

Büyük bir teşekkür de anlı şanlı festivallerimizde adı bile geçmeyen Türk Sinemasının büyük yönetmenlerine, filmlerine kahramanca sahip çıkan, bu etkinliğin cesur yüreği, planlayıcısı Nil Gürpınar ve SESAM’ın değerli çalışanlarına. Gelecek için umut ve rehber olmaları dileğimle.

Gülper Refiğ

(25 Mayıs 2024)

Devam Filmleri Bile Yeni Olabilir…: Furiosa: Bir Mad Max Destanı

Mad Max, sinemayla ilgili olsun olmasın hemen herkesin dikkatini çekmiş, önemsenmiş, üzerine tartışmalar yaptırmış bir seri… Bu kez, George Miller’in yine yeniden yarattığı canlı, canlı olduğu kadar heyecanlı, heyecanlı olduğu kadar sürükleyici, sürükleyici olduğu kadar merak duygusunu doruğa çıkaran, merakla birlikte soru işaretlerinin birbiri ardına açıldığı Furiosa: Bir Mad Max Destanı izliyoruz.

Devam filmi deyince, akla ilkin sonrası geliyor; film kasap çengeli örneği kocaman bir soru işaretiyle bitiyorsa izleyici, ‘Ne olacak?’ diye bekliyor. Öykünün heyecanı sarmışsa insanları, sonrası geliyor zaten. Bir de devam filmi olmakla birlikte, öncesinin anlatıldığı filmler var, sayıca az olmasına karşın. Onlardan biri Furiosa…

…ama Max yok. Bu, yönetmenin (aslında senaristin demeliyiz, ama senaryoyu da kendisi yazdığı için) tercihi olarak görülmemeli. Mad Max olmadan da “devam” filmi aynı aksiyonla dolu olabilir, aynı heyecanı yaşatabilir.

Çok ödüllü, artık “hit” diyebileceğimiz “Mad Max: Fury Road”un öncesi olsa da birbiriyle bağlantısını kurmak zor. Kim bilir, belki yeni bir film daha gelir (söylentilere göre çekimi başlamış bile) ve hepsini buluşturur. Yinelemekte yarar var: Fury Road’ı değil yepyeni bir filmi izleyeceksiniz, bağlantısını kurmak size kalmış.

Tekerlek izlerinin peşinde…

Mitoloji, sinemanın her zaman için temel aldığı öykülerdir. Abartılıdır, heyecanlıdır, sürükleyicidir ve abartı olduğunu bildiğiniz halde (düşünün tanrıların yaşamlarını…) hiç “olmaz ki bu kadarı da” diye düşünmezsiniz. Sahi, çocuklara yönelik çizgi film de olsa bu, mitolojiye dayandığında felsefesi de güçlü oluyor, dolayısıyla izleyicinin beğenisini çok daha kolay topluyor. Buna bir de görsel etkiyi katmışsa film, gerçekten seyrine doyum olmuyor.

George Miller, ne istediğini bilen, düşlediğini gerçekleştiren, o sonucu elde etmek için her şeye sahip bir yönetmen. Buna da bağlı olarak Furiosa, iki buçuk saat olmasına karşın izleyiciyi koltuğuna yapıştıracak kadar başarılı.

Savaşların, suikastların yaşandığı, helikopterlerin düş(ürül)tüğü, ekonomik sarsıntının en güçlü devletleri bile etkilediği bir dönemde, küresel iklim krizi, susuzluk, seller ve kuraklıkla birlikte temiz enerji beklentisiyle çalışmaların yapıldığı günümüzdeki sorunların sonucunda Dünya’nın yaşan(a)maz olduğu bir zaman gelecek. Tabii, kahramanlar çıkacak ortaya ve kötülerle mücadele edecek, yeryüzünü yeniden yaşanır kılacak. Furiosa bu, evet, sadece bu. Ancak o denli güçlü bir anlatımı var, o denli hareketli kamera ile takip edi(li)yor ve anlatımını pekiştiriyor ki seyirciye sadece izlemek kalıyor. Yorumu ve/veya çıkarımı kendine ait.

Miller, göz alabildiğine uzanan kumulda sadece tekerlek izlerinin üzerinde harikalar yaratıyor. Oyuncularıyla, kurgusuyla, müziğiyle bir bütün olarak izlenmeye değer.

24 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(22 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İnsanlara Asla Güven Olmaz

‘Çok uzak olmayan bir gelecekte üç uzay gezgini, verimli ormanları, yaşanabilir iklimi ve temiz havasıyla dünyamıza benzeyen bir gezegene iniş yapar. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Uygar maymunların eline geçmiş dünyamızda insanlar esirdir.’ Fransız yazar Pierre Boule’un insanlığın en derin korkularından birini dile getiren 1963’de yayımlanmış ünlü bilim – kurgu romanı ‘Maymunlar Gezegeni / Le Planete des Singes’ 1968 yılında Hollywood emektarlarından Franklin J. Schaffner eliyle beyazperdeye aktarılmış ve dönemin efsanevi oyuncularından Charlton Heston’ın insanlığın kurtarıcısı misyonunu alacak olan Ulysse Mérou’yu (isme dikkat!) canlandırdığı yapım gördüğü büyük ilgi üzerine 4 devam filmi ile sinema serüvenine devam etmişti. Bizde ‘Maymunlar Cehennemi’ adı verilmiş serinin özgün başlangıcını halen kapalı duran Reks Sineması’nda izlediğimde 11 yaşındaydım. Maymunların at koşturduğu gezegenin dünyamız olduğu gerçeğini keşfettiğimiz finalde Heston’ın yerle bir olmuş Amerikan Özgürlük Heykeli önündeki şaşkın hüznünden ne denli etkilendiğimi bugün gibi hatırlarım.

Yeni yüzyılda Tim Burton imzasıyla bu defa özgün ‘Maymunlar Gezegeni / The Planet of the Apes’ adıyla sinemalara gelen 2001 yapımı yeniden çevirim o denli ilgi uyandırmadı. 2011’de Matt Reeves yönetiminde yeniden ele alınan yeni üçleme ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç / Rise of the Planet of the Apes’ ile açılış yaparken, Andy Sarkis’in efekt ve makyaj marifetiyle büründüğü Sezar (Caesar) karakteri eski hayranların ve yeni kuşakların gönlünü kazanmayı bildi. 2017’de ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş / War of the Planet of the Apes’ ile muhteşem bir final yapan seri tam 7 yıl sonra ‘Maymunlar Cehennemi: Yeni Krallık / Kingdom of the Planet of the Apes’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor.

Muhtemel yeni üçlemenin ‘Labirent / Maze Runner’ serisi ile çıkış yapmış olan Wes Ball imzasını taşıyan ilk filmi, barış içinde yaşayan bir dünyanın müjdesini vermiş olan Sezar hükümdarlığının nesiller sonrasında geçen ve maymunların sorgusuz sualsiz hakim olduğu, ölümcül bir virüs sonrası zeka kabiliyetlerini büyük ölçüde yitirmiş dağınık insan topluluklarının gölgede yaşamaya itildiği bir dünyaya taşıyor bizleri. Sezar’ın maymun kabileleri arasında bir efsaneye dönüştüğü ancak yeni yetme kuşağın onun yaptıklarından pek de haberdar olmadığı yıllardır bunlar. Bu dönemde Sezar adını kullanarak onun kurmaya çabaladığı uygar düzenin yerine kendi despot krallığını inşa eden Proximus dağınık halde yaşayan kabileler üzerinde terör estirmektedir. Bir saldırı sonrasında köyünü ve ailesini kaybeden genç Noa kaçmayı başarır. Bilge orangutan Raka ve dişi insan Nova ile yolları kesişecek olan henüz hayatın başındaki Noa esir düştüğü despot Proximus’un okyanus kıyısındaki krallığında insanlığın ve türünün tarihi ile tanışacaktır. Bu süreçte, insanlığın teknolojik mirasını ele geçirerek ezici diktatörlüğünü perçinlemek isteyen maymun gücünün yanında yerini almış Trevathan benzeri (özlediğimiz William H. Macy) insan tiplemeleri ya da yeni düzende beyaz insan egemenliğini yeniden kurma mücadelesi veren teşkilatın göründüğünden çok daha zeki ve kurnaz CIA ajanı misali üyesi Nova ile çatışması gecikmeyecektir.

Sonraki bölümlerinde Noa’nın güçlenerek yeni bir Sezar olarak doğuşuna tanıklık edeceğimiz izlenimi veren ‘Maymunlar Cehennemi’nin bu yeni üçlemesi, kusursuz görselliği ve hayli gelişmiş özel efektleri ile daha ilk filmden serinin öncüllerine açıkça meydan okuyor. İnsanlık, otorite, kapitalizm üzerine ilginç okumaların işaretini veren hikâyesi de fena durmuyor. Devam filmlerinde yaratıcı çıtanın daha da yükseleceğini ümit ediyoruz.

(22 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu

Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra harika bir filmle sinemaya dönüş yaptı. ‘Sararmış Yapraklar / Kuolleet Lehdet – Fallen Leaves’ geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve prestijli ‘Jüri Ödülü’ne layık görülmüştü. Sinemacı çağımızın kanayan yaralarından mülteci sorunu üzerine çektiği iki güzel filmin (‘Umut Limanı / Le Havre, 2011; Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen – The Other Side Of Hope, 2017) ardından, bu son filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor.

Bir markette kasiyer olarak çalışan Ansa (Alma Pöysti) çöpe gitmesi gereken tarihi geçmiş ürünleri yoksul bir gencin almasına izin verdiği ve de bu ürünlerden birini çantasına attığı için sorgusuz sualsiz işinden oluyor. İnşaat işçisi Holappa (Jussi Vatanen) ise alkolizm sorunu yüzünden kovuluyor. Yaşadıkları hayattan bezginlikleri yüzlerine vurmuş bu yalnız iki ruh radyoyu açtıklarında sınır komşusu Rusya’nın Ukrayna’da yarattığı terörle burun buruna geliyor. Kaçış yolu bir karaoke barda geçmişin romantik şarkıları ve bira eşliğinde dışardaki şiddeti unutmaktan geçiyor bazen. Çiftimizin ilk karşılaşması da aynı mekânda gerçekleşiyor. Daha sonra randevulaştıkları eski usul sinema salonunda daha huzurlu bir dünyanın keyfini yudumlamaya çalışıyorlar. Ancak türlü aksilikler onların bir araya gelmesini engeller gibidir. Holappa’nın alkolizm sorunu işi daha da çıkmaza sokacaktır.

İşçi sınıfına ağıt niteliğinde olan ‘Kibritçi Kız’, (1990) ile yıllar önce kalbimizi çalmış olan sinemacı, refah ülkesi Finlandiya’nın arka bahçesinde, vahşi kapitalizmin insani duyguları görmezden gelen dişlilerinde sıkışmış yoksul insanları, kimi zaman evsizlerin dünyasını beyazperdeye taşımıştır. Kaurismäki evreninin hüzün yüklü yalnız karakterleri yine gözyaşlarında boğulmuyor ve sinemacı her talihsiz gelişmeyi hınzır bir mizahla beslemeyi sürdürüyor. Absürd insanlık komedisi, yaşamın zorlukları, kalp kırıklıkları, sınırda bekleyen Putin tehdidi, büroktratik dertler yumağında yeşeriyor.

‘Kibritçi Kız’ın trajik finalinin aksine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor sinemacı. Sokağa açılan eski Ritz Sineması’nın büyülü evreninde yakınlaşıyor Ansa ile Holappa. Sinemanın kapısında ya da bira yudumlanan bardaki film afişleri, Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliveriyor. Chaplinvari tesadüfler üzerinden ilerleyen hikâye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor.

Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşiyor bir kez daha. Sadık görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. Issız kalplerin buluştuğu loş barlarda Wurlitzer marka eski müzik kutularından geçmişin romantik ezgileri yükselirken, karakterlerin ruh hali bu unutulmaz şarkıların sözlerinde can buluyor. Arada bir internet cafe ya da akıllı olmayan eski tip cep telefonlarına rast geliyoruz, ancak bu küçük ayrıntılar haricinde nostaljik bir alemin huzurlu sakinliği ile baş başa kalıyoruz.

Geçtiğimiz yıldan başlayarak ülkemizdeki belli başlı festivalleri dolaşmış olan film yaygın vizyona girmedi ancak ‘Başka Sinema’nın özel gösterimleriyle perdeden sinemaseverlere ulaşmayı sürdürüyor. Yakındaki ilk gösterimin 21 Mayıs 21:00’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) olduğunu hatırlatırken, sinema tutkunlarının sinemaya adanmış bu güzel filmi kaçırmamasını öğütleyelim.

(18 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kan Gölünde… Becky’nin Gazabı

Devlet terörü, bizde olduğu gibi dünyanın her devletinde sürdürülüyor. Gerçi onlarda aşağılanıyor, ama bizde kahraman oluyor o teröristler. Devlet, kendi varlığına karşı olan her oluşumu yok etmeyi görev bilir; en çok da egemenliğin halkın büyük çoğunluğunun eline geçmesini isteyenlere karşı acımasızdır. Diğerlerini ise olası itirazları baştan engellemek ve toplumda “bak, bizim devletimiz adildir” dedirtmek amacıyla göz boyamak için engeller. Bunun örneklerini çokça gördük, yaşadık.

Matt Melek ve Suzanne Couta’nın birlikte yazıp yönettikleri (aslında bir devam filmi) “Becky’nin Gazabı”, yukarıda yazdıklarımızı destekliyor. Becky’nin babası Neonaziler tarafından katledilmiştir, bırakın tutuklanıp, hüküm giyip, mahkûm olmalarını, peşlerine bile düşülmemiştir. Becky’ye düşense ihkakıhaktır, yani kendi çözümünü kendisinin bulması gerekir.

Sinemanın sözcükleri…

Alfabede 29 harf var, müzikte 7 nota, sinemadaysa 37 dramatik örgü. Nasıl ki 29 harfle birçok sözcük yaratıp, o sözcükleri farklı düzeylerde birleştirir de bir eser çıkarabilirseniz, sinemanın 37 “harfi”nden birçok olay örgüsü, farklı anlatımlar üretebilirsiniz.

“Becky’nin Gazabı”nı yazanlar, intikam duygusundan yola çıkıp etrafı kan gölüne çeviren bir genç kadın kahraman yaratmışlar, biraz da “Evde Tek Başına” veya benzeri filmlerden ilginç öykücükler kattılar mı izlenirliği yüksek bir film çıkar ortaya diye düşünmüşler. O kadar kan olmasaydı, kahramanımız Becky biraz da zorlansaydı (Cüneyt Arkın bile yaralanırdı da devrilmezdi, hiç mi Yeşilçam filmi izlememişler) bu kış gününde insanların sinemaya gitme arzusunu arttırabilirlerdi.

Yukarıda yazdıklarıma devam etmeliyim. Becky artık devletin kadrolu katili… devam filmi çekilirse -ki, çekilecektir muhakkak- göreceğiz. Demek ki neymiş? Devletler katillerini korurmuş.

17 Mayıs 2024’den itibaren gösterimde…

(04 Aralık 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Masum Kalamıyoruz Hiçbirimiz

‘İki Şafak Arasında’ son dönemde ülkemizde üretilmiş en iyi ilk filmlerden biridir. Selman Nacar’ın uzun plan – sekanslara haiz, son derece olgun bir anlatıma sahip çalışması, bir günün sabahından başlayarak ertesi günün sabahına kadar gelişen olaylara objektif bir biçimde tanıklık ederken, izleyicisini hikâyenin sorduğu sorularla baş başa bırakır. İş kazası üzerine kurulu hikâye Uşaklı fabrika sahibi ailenin küçük oğlunun gözünden ahlâki meseleleri sorgular, köhneleşmiş bir sistem içinde çarkların nasıl döndüğünü içerden bir bakışla gözler önüne serer. Vicdan hesaplaşması üzerine bu çarpıcı deneme geleneksel aile bağları üzerine de keskin gözlemler içerir.

Tadı damağımızda kalan bu ilk uzun metrajın ardından genç sinemacının 80. Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma seçkisi dahilindeki Orrizonti (Ufuklar) Bölümü’ne kabul edilmiş olan ikinci filmini sabırsızlıkla bekliyorduk. Yönetmenin önceki çalışmasında olduğu gibi 24 saatlik bir zaman dilimi içinde geçen ‘Tereddüt Çizgisi’ bir kez daha Nacar’ın doğup büyüdüğü Uşak kentini mekân olarak kullanıyor. Cristian Mungiu imzalı ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ (2016) ve ‘R.M.N.’ (2022) ile Cristi Puiu başyapıtı ‘Malmkrog’ (2020) gibi filmlerden hayranı olduğumuz Romanyalı görüntü ustası Tudor Vladimir Panduru’un açılış ve kapanış sekanslarıyla büyüleyen yapım yeni bir ahlâk ve vicdan otopsisine girişiyor.

Eğitimini yurt dışında tamamlamış olan avukat Canan (Tülin Özen) yıllar sonra dönüş yaptığı kentte solunum cihazına bağlı annesinin akıbetine ilişkin ahlâki karar ile boğuştuğu 24 saat içinde, masum olduğuna inandığı ve uzun süredir savunmasını yaptığı cinayet zanlısı Musa’nın (Oğulcan Arman Uslu) hüküm duruşmasını da göğüslemek durumundadır. Zorda olan genç kadın, annesi, dava hakimi ve sanığın hayatını etkileyecek ahlâki bir tercih yapmak durumunda kalacaktır.

Nacar, film boyunca Canan’ın yanından hiç ayrılmıyor ve olaylarla genç avukatın bakışı üzerinden karşılaşıyor. Yönetmen seyircinin gün boyunca kamusal alanlarda koşuşturan Canan ile birlikte yol almasını, çürümüş sistemin çarklıları ile boğuşan genç kadının psikolojisi ile yüzleşmesini amaçladığını ifade ediyor. Canan karakteri üzerinden filmin izleyiciye ayna tutmasını ve genç kadının bahsettiğimiz gün içerisinde yaşadığı zorluklar üzerinden ahlâk ve vicdan hesaplaşmasına girişmesini istediğini; Musa’nın ‘suçlu mu değil mi, ceza alacak mı almayacak mı?’ gibi soruların açıklığa kavuşmasından çok ‘böyle bir sistem içinde yaşanıyorsa kokuşmuşluğun hayatın her alanına sirayet edeceği ve kimsenin masum kalamayacağını’ anlatmak istediğini ilave ediyor.

Kurgusu ve görselliği ile dikkatleri çekiyor ‘Tereddüt Çizgisi’. Mahkeme tavanının çöktüğü sahne sistemin çürümüşlüğünü ifade eden yaman bir metafor olarak göz dolduruyor. Canan’ı ve aile ilişkilerini, bir de elde Oğulcan Arman Uslu gibi müthiş bir oyuncu varken Musa karakterini daha iyi tanımak isterdik doğrusu. Nacar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklemeyi sürdürüyoruz.

(11 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bedenlerin Alışverişi Üzerine

‘Rekabet / Challengers’ bir tenis kortu görüntüsünü takiben gözlerini ateş bürümüş terli üç yüzün yakın plan görüntüsü ile açılıyor. Ardından duyulan huzurlu Henry Purcell ezgisi (İngiltere, İskoçya ve İrlanda kraliçesi II. Mary’nin doğum günü için bestelenmiş ‘Sound the Trumpet’, 1694) kazanma hırsı ve güç kontrolü üzerine amansız bir mücadele öncesinde duygularımızı dengeliyor.

İtalyan usta Luca Guadagnino kendisi ile tanıştığımız 2009 yapımı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’den beridir aşkın, cinselliğin o karanlık dehlizlerinde gezinmeyi sürdürüyor. Justin Kuritzkes’in ustalıklı senaryosundan perdeye aktarılan ‘Rekabet’ görünürde üç başarılı tenisçinin 13 yıla yayılan tutkulu serüvenini ilk gençlik yıllarından başlayarak anlatıyor. Krolonojik bir inceleme değil yalnız bu. Kuritzkes’in metni geçmiş ile bugün arasında tenis maçı izliyormuş hissi veren hareketli ve hareketli bir kurgu üzerinden ilerliyor.

New Rochelle, New York’ta düzenlenen tek erkekler maçında karşı karşıya gelen Patrick Zweig (Josh O’Connor) ile Art Donaldson’ın (Mike Faist) Stanford’daki yatılı günlerinden ranza komşuları olduğunu öğreniyoruz. Aynı okulun kızlar takımında fırtına gibi esen Tashi Duncan’la (Zendaya) 13 yıl önce bir turnuvada tanıştıklarında genç kız iki oğlanın aklını başından almıştır. Zaman içinde kariyerinde daha başarılı yol alan Art ile yakınlaşan ve onunla evlenen Tashi, talihsiz bir sakatlık sonucu spor hayatını bırakmak zorunda kalınca kazanma hırsını kocasının başarısı üzerinden diri tutma peşindedir. Otuzlu yaşlarında aynı turnuvada karşı karşıya gelen tenisçiler bir güç oyununa girişirler. Tashi açık açık kazananla birlikte olacağını deklare etmiştir ancak önemli olan yalnızca kazanmak mıdır.

Guadagnino bir spor draması görünümü altında ilişkilerin baştan çıkarıcı, oyunbaz tabiatının filmini çekmiş. Tenis oyunundan hareketle ilişkileri neşter altına yatırmak, üç bireyin birbirlerine duydukları arzuyu şehveti irdelemek istemiş. Yönetmen karakterlerin bastırdıkları şehvet ve seks arzularını tenis kortundaki tutku ve ihtirasları ile açığa çıkarmayı hedefliyor. Bedenin kırılganlığı kadar hareketliliğini, vücutların karşılıklı iletişimini perdeye taşıyor. Bu yüzden oyunun inceliklerinden ziyade terli sporcu bedenlerinin alışverişi ile ilgileniyor. Bakışlar ve beden dili üzerinden ilerliyor.

Genç insanların kort dışında ulaşamadıkları cinsel tatmini maç sırasında yakalayışlarının izinde, Guadagnino duyguları görsel açıdan olduğu kadar işitsel olarak da ifade etme peşinde. Taylandlı Sayombhu Mukdeeprom’un çarpıcı görüntü çalışması eşliğinde bir tenis maçı kurgusunda ilerleyen hikâyeye Trent Reznor ile Atticus Marcus’un vurucu tekno müziği eşlik ediyor. Nefes almaya ihtiyaç duyduğumuz sahnelerde ise üçlü birlikteliğin cinsel şifrelerini, iki oğlanın bastırılmış duygularını, Art’ın otorite karşısında kırılganlığını, Tashi’nin tahakküm tutkusunu mikroskop altına yatırıyor İtalyan sinemacı.

Son olarak ‘Dune’da izlediğimiz Zendaya, uzun soluklu TV dizisi ‘The Crown’un ardından geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘La Chimera’ ile dikkatleri çekmiş olan İngiliz asıllı O’Connor ve Spielberg imzalı ‘Batı Yakasının Hikâyesi / West Side Story’nin on parmağında on marifetli oyuncusu Faist’in filmin üç tutkulu genç bireyini başarıyla canlandırdığı ‘Rekabet’ çok katmanlı yapısıyla yılın en iyi filmlerinden biri olarak izlenmeyi hak ediyor.

(05 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İsimsiz Kahramanların Şerefine

‘Dublör / The Fall Guy’ sinemada dijital efektlerin yaygınlaşmasıyla gözden düşen meslek grubuna ithaf edilmiş. Kendisi de dublör takımından olan ve 2014 yapımı ‘John Wick’ ile yönetmenliğe geçen David Leitch adrenalin yüklü aksiyon filmi yapımcılığının heyecan verici dünyasında doğrudan edindiği deneyimi ve benzersiz bakış açısını perdeye taşıdığı filminde sette geçirdiği ölümcül kazanın ardından izini kaybettiren tecrübeli dublör Colt Seavers’ın (Ryan Gosling) öyküsünü anlatıyor.

Hayatının aşkı yönetmen yardımcısı Jody (Emily Blunt) ile birlikte hayallerinin mesleğini icra eden genç adam yüksekten düşüp omurgasını parçaladığı kaza sonrasında kurşun geçirmez olmadığının farkına varmış ve hayata küsmüştür. Vale olarak çalıştığı Meksika restoranından 18 ay sonra tekrar setlere dönmeyi işbilir yapımcı Gail’in (Hannah Waddingham) ısrarı, biraz da aylardır arayıp sormadığı eski sevgilisinin ilk yönetmenlik denemesinde çalışmak için kabul eder. ‘Kovboylar ve Uzaylılar / Cowboys & Aliens’ ve ‘Çöl Gezegeni / Dune’ gibi filmlerin eğlenceli parodisi görünümündeki kozmik aşk destanı ‘Metal Fırtınası’ adlı yapımda, Guiness Rekorlar Kitabı’na geçmeye aday arabayla 8,5 takla atma benzeri türlü numara çekerek aksiyon alemine dönüş yapar. Filmin global şöhreti Tom Ryder (Aaron Taylor – Johnson) sırra kadem bastığında Colt’tan onu 48 saat içinde bulup sete getirmesi istenir. Sidney’e uçan korkusuz dublörümüzü hain bir tuzak beklemektedir oysa.

Özgün adını başrolünü Lee Majors’un oynadığı ‘80’li yılların ünlü TV dizisinden alan film, ‘Deadpool 2’ ve bir dönem dublörlüğünü yaptığı Brad Pitt’in başrolde olduğu geçtiğimiz yılın ilgiye değer aksiyonu ‘Suikast Treni / Bullet Train’ yönetmeninin tüm birikimini ustaca ortaya koyduğu akıcı ve eğlenceli bir seyirlik olmuş. Senaryosu David Pearce tarafından kaleme alınan yapım ilk yarısında Gosling ile Blunt’ın tutmuş kimyasından destek alarak klasik Hollywood’un altın çağından ‘screwball güldürüleri’nin izini sürüyor. İkinci bölüm ise araba takip sahneleri ve ustalıklı dövüş koreografisiyle aksiyon emektarlarının gözüpek numaralarından bir demet sunuyor. Bu arada türün CGI salgını öncesi ünlü klasiklerinden ‘Kaçak / The Fugitive’, ‘Son Mohikan / The Last of the Mohicans’, ‘Thelma ve Louise’ gibi kimi örnekler saygıyla anılıyor.

‘Dublör’ eski usul aksiyon filmlerinin izinde keyifli bir sinema tadı veriyor. Ustalıklı kurgusu, zeki esprileri, nostaljik bölünmüş ekran sahneleri, finalde Jason Momoa benzeri türlü sürprizleriyle ilgi çekiyor. Miami Vice dublör takımı tişörtü ile boy gösteren Gosling, ‘Barbie’den sonra bu kez Ken’in aksiyon figürü versiyonuyla şöhretini perçinliyor. The Kiss’in ünlü disco hiti ‘I was made for loving you’ kavga gürültü arasında yaşam bulan romantik aşkın sözcülüğünü yapıyor.

(04 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Duygusal Gerçekçi: Back To Black

Yaşam(ınız)ı belirleyen çevrenizdir. Kiminle, nerede yaşıyorsanız öyle davranmaya, öyle düşünmeye başlarsınız. Ailede farklı, mahallede farklı, okulda, işte farklı olsanız da bir süre sonra zaman ve zemin sizi orayla buluşturur.

Amy Winehouse, duygusal, bir o kadar da şeffaf bir şarkıcıdır kendi mahallesinde. Her şeyiyle ortada, açıktadır; gizleyecek hiçbir şeyi yoktur. Kendine has sesiyle tarzını yansıttığı şarkıları giderek daha sevilir, şöhret basamaklarını hızla tırmanır. Örnek aldığı büyükannesi gibi keyifle yaşamak isterken bir aşk yolunu keser.

“Back To Black”, birbirini seven, ama uzun süre bir arada bulunamayan iki gencin öyküsü… Amy, Black’e (Jack O’Connel) ilk görüşte aşık olur. Birbirlerini severler, hatta evlenirler de… Bu ünlü şarkıcının hem yükselmesinin hem de düşüşünün temel nedenidir.

İlişkiniz sizi belirler. İçki içen, ama uyuşturucudan uzak duran Amy, Black’le ikisini birden yaşar. Bu, girişte değindiğimiz, mahallenin belirleyiciliğidir işte.

Şarkı yazmak ve şarkı söylemek bir insanın yaşamı olabilir mi? Evet, olur. Amy’nin hayatı sadece şarkılarıyla dolu. Duygularını, beklentilerini, umutlarını, hüznünü şarkılarıyla yaş(at)ıyor. Böylesine müzik dolu biri… Hiçbir şey umurunda değil. Filmde de bu açıkça, hatta altı çizilerek vurgulanıyor. Böylesine tutkulu, duygusal birinin bu serüveni uzun süre taşıyamayacağını hissediyorsunuz. Filmde kötü biri yok. Herkes kendince ve ilginçtir alabildiğine rahatlıkla oynuyor. Herkes iyi niyetli, ama gidişatı değiştirebilme şansı elde edemiyor.

Back To Black bir yaşam öyküsü, bir biyografik film değil. Back To Black, müzik yaşayan birinin şarkıları eşliğinde neleri yaptığının öyküsü; sadece açılan bir pencere yaşama. Marisa Abela, sadece Amy’e benzerliğiyle değil sesini kullanarak sivriliyor. Benimsemiş rolünü ve başarmış. Aslına bakarsanız, babası, büyükannesi ve sevgilisi de alabildiğine başarılı. Müzik zaten taşıyor sizi. Back To Black ki, ödüller de alan, kulaklarımızdan silinmeyen şarkılardı; sözlerinin ve ezgisinin eşliğinde duygularını da yaşıyoruz.

03 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(02 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Dışı Seni Yakar, İçi Beni: Dublör

Sinemada veya televizyonda görünmeyi herkes ister. Hem biliyorsunuz, dünyanın en kolay işidir yönetmenlik, değil mi? Yönetmen de olabilirim, oyuncu da… Herkesin gönlünde yatan bu mesleğin; içine girdiğinizde nasıl çetrefilli, nasıl zor olduğunu, nasıl süreç istediğini, zaman ve zemin tanımadığını, gecesi gündüzü bulunmadığını anlıyorsunuz. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” sözü boşuna söylenmemiş… Şimdi, “Dublör”ü bir yana bırakıp o zorluğun, o sıkıntılı sürecin nasıl olduğuyla başlayalım: Tam sırası.

Sinemanın ilk yıllarında yönetmen yokmuş; işi, ilişkileri koordine eden biri varmış ve o neredeyse her işi çözümlüyormuş. Zaman içerisinde işin içine estetik kaygıları da katan kişi(ler) yönetmen olmuş; zaten yönetmen sineması da öyle çıkmış ortaya. Buraya kadarı tamam. Zaman geçip teknoloji geliştikçe ekipler kalabalıklaşmış, işler birbirinin içine geçmiş, ekipler ayrışmış, her ekibin bir başı olmuş (şef) ve işler eşgüdümle yapılmaya başlanmış. Senaryo yazandan tutun da ışıkçısına, montajcısından tutun da filmin yapım aşamasında görev alan herkes elbirliğiyle bu işin başarısı için çalışmaya başlamış. Bugün “Yedinci Sanat” dediğimiz sinema, böylece herkesin gönlünde taht kurmuş ve gözdesi olmuş.

“Dublör”ü ilk çeyrek bölümünde, tam da bu nedenle çok sevdim. Öyküsünü, mesajını koyun bir tarafa… Sinema Televizyon okullarındaki öğrenciler için müthiş anlamlı ve güçlü bir ders bu açıdan bakınca. Yapımcıyla yönetmen, kameramanla ışıkçı, bilgisayar başında görev yapanla set ekibinin her an her şekilde bir isteği, yapması gereken bir iş var. Zamanında ve yerinde yapılmazsa sonucun hüsran olacağını kabul etmelisiniz. Bir kişiyle sınırlı değil ki (bir yazar veya ressam tek başına üretiyor; oysa sinema hem ekip işi hem de bir endüstri) koca bir ordu çalışıyor kameranın arkasında. Yani, yapılan iş “ne olacak ben de yaparım” denilebilecek kadar küçümsenemez. (Burada aklıma Kenan Evren geldi, resim yapmaya soyundu bir zamanlar, “Ne olacak ben de yaparım o resimlerden” demiş ve tuvalin önüne geçmişti. Rant peşinden koşanlar, yalaka takımı avuç dolusu para sayıp satın aldı resimlerini. Devran dönüp de forsu sönünce, beş para bile etmedi o resimler.)

İzle, mutlu ol, unut

Filmden çıkarken bir arkadaşım, “Dublör”ün gerçekten keyifli bir aksiyon, güçlü bir komedi, adrenalin dolu heyecan yüklü olduğunu belirttikten sonra, “izle, mutlu ol, unut” diye özetledi. Sevimli bir çift, müthiş bir prodüksiyon, hoş bir komedi, iyi bir mizah, sürükleyici bir aksiyon filminde biz izleyicileri de taşıyor iki saat boyunca. Sürenin uzunluğunu hiç fark etmiyorsunuz.

Yönetmen David Leitch’in gençliğinde dublörlük yaptığını biliyorduysanız, filmin albenisini baştan kabul edersiniz. Daha önceki filmlerinde sürükleyici ve aksiyon dolu sahnelerle duygusal sahneleri çok iyi harmanladığını bilirsiniz. Başından bir kaza geçen Dublör Colt Seavers (Ryan Gosling), sevgilisi ilk filmini çekecek olan Jody’yi (Emily Blunt) için yeniden setlere döner. Filmin yapımcısı Gail (Hannah Waddingham), çıkarları için filmin asıl oyuncusuyla bambaşka bir iş peşindedir. Amacını anlamışsınızdır, hem para kazanacak hem de Colt’tan kurtulacaktır.

Gerçekten keyifli bir film, seveceksiniz.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(24 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]