Kategori arşivi: Yazılar

Alevler Yaklaşırken

Christian Petzold’un yeni filmi ‘Kızıl Gökyüzü / Roter Himmel’ ‘bir sorun var’ repliği ile başlıyor. Mütevazı kır evine varmaya çalışan iki gencin arabası ormanlık alanda tekliyor önce. Ellerinde bavul ve sırt çantalarıyla karanlık basmadan eve ulaşmaya çalışırken alçaktan uçan yangın söndürme uçaklarının sesleri ve hayvan çığlıkları gitgide yaklaşan tehlikeyi haberliyor. Leo ile Felix adrese vardıklarında onları başka bir sürpriz beklemektedir.

Bu girizgâhtan Petzold’un Hollywoodvari bir gerilime meylettiği düşünülmesin. Parlak sinema geçmişinde çalkantılı geçmişiyle hesaplaşan çağdaş Alman toplumunu mercek altına almış olan Berlin Okulu’nun usta yönetmeni bu kez günümüz gençlerinin meseleleri üzerine eğilmek istemiş. Bir yaz evi sakinliğinde kendi sanatsal uğraşılarına yoğunlaşmak isteyen gençlerden Leo (Thomas Schubert) huzursuz Alman gençliğinin tipik bir örneğidir. Kaleme almış olduğu ilk romanının müsveddeleri üzerinde çalışırken görüşmeye gelecek yayıncısını bir ‘Barton Fink’ tedirginliği içinde bekler. Felix (Langston Uibel) bir yandan sanat okuluna başvurmak için hazırlamakta olduğu portfolio fotoğraflarını çekerken öte yandan yaz tatilinin keyfini çıkarmaya çalışır. Sonradan edebiyat dalında doktora öğrencisi olduğunu öğreneceğimiz evin sürpriz misafiri Nadja (Paula Beer) ise her iki oğlandan daha aktif olarak hayatını sürdürebilmek için sürekli çalışır. Evin işlerini bitirdikten sonra bisikletine atlar yakındaki otelin önünde dondurma satıcılığı yapar, alışverişi halleder, yemek hazırlar. Geceleyin de plajda cankurtaranlık yapan yakışıklı ile sevişir. Yapacak çok işi olduğundan şikayet eden ancak yalnız kaldığında tenis topunu evin duvarına atmaktan başka bir şey yapmadan bir türlü gelmeyen esini bekleyen Leo hayatın dışındadır sanki. İki oğlan biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla izler Nadja’yı. Evin incecik duvarlarından onun orgazm iniltileri işitilir ama eril gözlere hitap eden bir seks objesi olarak göremeyiz onu.

Petzold’un biraz da Covid yorgunluğunun etkisiyle vazgeçtiği distopik öykü yerine çektiği ve elementler üçlemesinin ikincisi olan filmine ‘Mutlu Olanlar’ anlamına gelen ‘The Happy Ones’ adını vermek istemiş. Telif engeli çıkınca ‘Kızıl Gökyüzü’nde karar kılınmış. Filmin İngilizce adı ‘Afire’ ise ‘tutuşmuş, alevler içinde kalmış’ anlamına geliyor. ‘Ateş’ elementini hem doğrudan hem metaforik olarak kullanıyor sinemacı. Bir zamanlar Doğu Almanya’ya dahil olan Baltık kıyısındaki yerleşim bölgesinde çektiği filminde orman yangını fikri 2022 yazında ülkemiz güney sahillerinde yaşanan trajik olaylar sonucu gelişmiş. Kendisi o yaz Türkiye’deymiş ve dehşeti iliklerine kadar yaşamış.

Ateş öte yandan yaklaşmakta olan tehdidi, gençlere kuşaklar boyu ebeveynlerinden kalan mirası, ekonomik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. 60’lı yaşlarındaki Petzold genç çocukların kaygısız coşkularına sevecenlikle ve büyük ölçüde imrenerek bakarken onların tamamiyle masum olduklarının altını çiziyor. Nadja’dan iki kez dinlediğimiz Heinrich Heine’nin ‘Der Asra’ adlı güzelim şiirinde, geceleri yaşanan fiziksel birlikteliklerde ya da iki oğlan arasında yeşeren duygularda hep aşk var. Bu aşkları ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ sarhoşluğunda, Alman romantizminden kopup gelmişe benzer bir peri masalı tadında anlatmayı deniyor, ancak kapıda bekleyen felaket ve ölüm karşısında aşkın gücü yeterli olacak mıdır. Bunu kestirmekte sanırım o da zorlanıyor.

Berlinale’den ödülle dönmüş olan ‘Kızıl Gökyüzü’, Alman sinemacının Eric Rohmervari ‘oğlan kıza rastlar’ öykülerinin kaygısız yaz esinini taşıyan son opusu. Yönetmenin ‘Transit’ ve ‘Undine’nin ardından muhteşem Paula Beer ile üçüncü birlikteliği. Dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söyleyen, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bu güzel filmi atlamamanızı öneririm.

(27 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Resimli Avrupa Tarihi

Tarihi bir kişilik üzerine biyografik film çekmek kolay değil. Halen gösterimde olan ‘Atatürk 1881 – 1919’ için yazdıklarımı yeni gösterime giren ‘Napolyon / Napoleon’ için de yinelemek isterim. 86 yaşındaki deneyimli İngiliz yönetmen Ridley Scott ahir ömründe bu zor işe soyunarak, tüm donkişotluğu ile bir zamanlar Stanley Kubrick’in niyetlenip hayata geçiremediği ‘Napolyon’ projesine sarılmış. Ancak herkesin kafasında farklı bir fotoğraf olarak duran tarihe mal olmuş şahsiyetlere ilişkin her yorum, gelecek eleştirilere de açık olmalı. Lakin Scott yaşının getirdiği huysuzluktan olacak özellikle Fransız eleştirmenlerin sert eleştirilerini bir o kadar sert bir biçimde yanıtlamayı seçti.

Fransızların göklere çıkardığı. sessiz sinemanın en parlak döneminde çekilmiş olan 1927 yapımı Abel Gance imzalı 5,5 saatlik epik ‘Napoléon’da üstad milli kahraman olarak yorumlanır. İlk büyük zaferi olan Toulon kuşatmasını bir saat boyunca izleriz. Dönemin sinemasında teknik bir devrim yaratan deneysel buluşlarıyla bilinen klasik yapım, Napolyon’un düşüş dönemine yer vermez. Rivayet odur ki Gance öykünün devamını getireceği 4 ayrı film için gerekli kaynağı bulamamıştır. Scott’ın Anglosakson bakışıyla çektiği elimizdeki taze yapıma dönecek olursak, film fonda Edith Piaf’ın yorumundan ünlü devrim şarkısı ‘Ah! Ça Ira’nın işitildiği 1789 Fransız Devrimi’nin kaotik günlerinde kraliçe Marie Antoinette’in giyotine gidiş sahnesi ile açılıyor. Korsikalı azimli topçu subayı Napoléon Bonaparte infazı izleyenler arasındadır. Bunun tarihi gerçeklere uygun olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak izlediğimizin belgesel değil, Scott’un yorumladığı bir kurgu olduğunu, halkın sokaklarda Fransızca sloganlarla ihtilali kutlarken pahalı bir Hollywood filminde olduğumuzun bilincinde tüm diyalogların İngilizce dilinde olacağını baştan kabul ediyor ve yazıya devam ediyoruz.

İkinci sınıf vatandaş olarak hor görülen genç Korsikalı subay devrim ortamında yeniden şekillenen Fransa’da askeri manevra tekniklerindeki becerisi ile öne çıkmayı başarıyor. Toulon’da kazandığı ilk zaferin ardından orduda tuğgenerallik rütbesine yükseliyor. İktidardakilerin işe yaramaz Korsikalı serseri olarak gördüğü genç subay değildir artık o. Filmde es geçilen İtalya zaferinin ardından Mısır seferine çıkıyor, 1805 Austerlitz zaferi ona imparatorluğunun yolunu açıyor.

İngiliz yönetmen Napolyon’u etten kemikten bir insan olarak yorumlamayı deniyor. Tarihi şahsiyete benzerliğinin ötesinde, ‘The Master’ ya da Oscar ödülüne ulaştığı ünlü ‘Joker’ yorumunda hayranlıkla izlediğimiz, erkekliklerini ispat çabası içinde iktidarın peşine düşmüş kırılgan eril karakterlerin izini başarıyla sürmüş muhteşem Joaquin Phoenix var elinde. Yönetmen muktedirin annesi ile olan derin bağına fazlaca girmemiş ama Vanessa Kirby’nin tüm baştan çıkarıcılığı ile başarıyla yorumladığı ölümsüz aşkı Joséphine Beauharnais ile süregelen çalkantılı ilişkisine filmin ana ekseninde yer vermiş. Ancak ana karakterin, ‘küçük adam’ isyanından egosu şişmiş, topçu ateşine kulağını tıkayarak savaş meydanlarında üç milyondan fazla kişinin zayiatına neden olmuş diktatöre dönüş sürecinde Scott’ın ustası olduğu kalabalık tören ve muharebe sekansları aslan payını kapmakta gecikmiyor.

86 yaşında bir yönetmenin bu son derece başarılı savaş sekanslarına hakimiyetini takdir ederken, uzun yıllar birlikte çalıştığı görüntü büyücüsünü de unutmamak gerekiyor. Polonya asıllı Dariusz Wolski imzalı sepya Mısır seferi sekansı, mum ışığında çekilmiş sahnelerdeki ışık – gölge uyumu hep onun ustalığının izlerini taşıyor. ‘Napolyon’ belki küçükler için fazlaca kanlı ama gençler için ‘Resimli Avrupa Tarihi’ mahiyetinde tarih okumalarını şevklendirecek iyi bir seyirlik olarak göz dolduruyor.

(26 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Benim Bedenim: Jeanne Du Barry

“Aşk nedir bilmiyorum, ama bunun bir aşk olmadığının farkındayım.” sözü filmin ana teması… Devrim öncesi Fransa Sarayında, Kralın metresi olan Jeanne Du Barry’nin yaşamına odaklanıyoruz.

Cannes Film Festivali’nin açılış filmi de olan Jeanne Du Barry, mizahi yanı, ihtişamlı saray görüntüleri ve anlatımına sakladığı günümüze yönelik ipuçlarıyla seyircinin ilgisini çekecektir. Jeanne, o denli çarpıcıdır ki, gören bir daha gözünü ondan alamaz, kuralları kendi bildiğince bozar ve kimse de ağzını açıp bir şey diyemez. Kralın karşısında bile bütün protokol kurallarını yıkabilecek bir özgüveni vardır; kral bile şaşırır, daha da önemlisi sıradan bir fahişeyken yanından hiç ayırmaz.

Küçük Jeanne, akıllı, çok okuyan bir kızdır, bulunduğu manastırda birçok kural gibi cinsellik de yasaktır. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini çevresine anlatmaya (ya da yaşatmaya) başlayınca kovulur. Bütün kapalı toplumlarda olduğu gibi tabu olan cinsellik, üzerinde durulmasa hiçbir sorun çıkarmayacaktır. Bu, bugün de süregelen bir sorundur, özellikle bizim ülkemiz için… Jeanne ya annesi gibi hizmetçi olacaktır ya da fahişe. Fahişe olunca hem itibar kazanır hem de istediklerini elde eder. Kralın gözdesi olmuştur, ama kralın kızları peşini bırakmayıp çeşitli entrikalarla onu dışlar.

Kâğıt üstünde evlilik…

Fransız sarayında, o yıllarda, kralın metresinin olması sorun değildir, ama metresin evli ve unvanı olması gerekir. Bu pek alışılmış bir durum değil bizim için. Zaten ihtilalden sonra, krallıkla birlikte bu durum da sona erer. Jeanne’in evlendiği kont, kraliyetle hem yakın olmak hem de işlerini daha kolay kotarmak için bu evliliği kabul eder. Kralın kızlarının sesi kesilmiştir, ancak kral çiçek hastalığına yakalanır. Fransız İhtilaliyle birlikte hepsinin giyotinle başları vurulur.

Jeanne karakterini de oynayan filmin yönetmeni Maïwenn, akıcı, anlaşılır ve izleyiciyi sarıp sarmalayan bir film çekmiş. İlgiyle izleniyor ve anlatılmak istenen hikâyenin aslında bizim de hikâyemiz olduğunu hissettiriyor.

Onca badire atlatan, eşiyle kavgalı boşanmaları herkesin diline dolanan Johnny Depp, kral olmakla birlikte yalın ve sakin bir aşığı canlandırıyor. Kralın aksanını tutturabildiğini söyleyen uzmanların sözüne katılıyorum.

Annelerin de görüşü vardır

Annem 93 yaşında. Birkaç kez birlikte basın gösterimine gelmişti. Bu kez filmi çok beğendiğini söyleyip düşüncelerini aktardı:

“Jeanne Du Barry

Kadın isterse kendini yoktan var eder, her yerde her durumda kendini kollar korur.

Kadının yapıcı gücü kendisini var etmekle gözler önüne serilir, yapar yakıştırır yüreklere oturur yürekleri yakar.

Dilindeki ninni gibi uyutur, coşturur sevindirir.

Hele bi de okumuş, dünyayı tanımışsa paraya şöhrete tapmaz, onurlu duruşu, yapıcı gücüyle beşiği de sallar, krallara da diz çöktürür.

Neboş, 09 Kasım 2023”

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

Korkut Akın

(22 Kasım 2023)

korkutakin@gmail.com

İnsan Ruhunun Kasvetli Tasviri: Açlık Oyunları Kuşların ve Yılanların Şarkısı

Vahşi kapitalizmi gözler önüne seren, kimsenin iyi olmadığı, kimsenin umudunun kalmadığı bir film “Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı”.

Filmin tanıtım bülteninde, “Yakışıklı ve çekici bir genç olan Coriolanus Snow, Capitol’de gözden düşen, solmakta olan bir soyun son umududur. Onun hayatı, 10. Açlık Oyunları için mentor olarak seçildiğinde değişir. Snow, yoksul 12. Bölge’nin haraç kızı Lucy Gray Baird’e akıl hocalığı yapmakla görevlendirildiğinde büyük bir paniğe kapılır.” deniyor. Dizinin beşinci filmi, izleyiciyi en başa, Snow’un “iyi” olduğu döneme götürüyor, ama kader ağlarını öyle örüyor ki, sadece o değil iyi kimse kalmıyor. Aslına bakarsanız distopik bir film, ama gerek kitaplarının gerekse önceki filmleri sevenlerinin beğeneceği denli çekici. Hızlı, güçlü ve hareketli. Her an her şey olabilir, her an her şey değişebilir. Zaten Lucy’nin sesini duyunca şarkısının etkisine giriyorsunuz hemen. Belki biraz ağır olacak, ama bencileyin yaşı gelmiş insanların sırf şarkıları dinlemek için bile izleyeceği bir film. Lucy’nin güçlü sesi, güzel yorumu filmi taşımaya yetiyor.

Korkulacak ne var?

Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir ülkede herkesin bildiği açlık yaşanıyor. Bu, öylesine büyük, öylesine zorlu bir açlık ki, insanlar bacaklarını kesiyor, sırf karnını doyurmak için. Açlık, günümüzün de en büyük sorunu; her ne kadar bizim ülkemizde egemen erk açlık ve yoksulluk yaşanmadığını iddia etse de, kendileri de çok iyi biliyor ki, inanılmaz büyük bir açlık ve yoksulluk yaşanıyor. Tabii, kara para aklayanlar, bahis oyunlarıyla insanları kandıranlar dışında…

İyi bir dekor tasarımı, müthiş pahalı prodüksiyonuyla “Açlık Oyunları, Kuşların ve Yılanların Şarkısı” muhakkak ki ilginç ve güçlü. Yoksullaşmayı hâlâ kabul edememiş Snow, ailesini bu durumdan kurtarmak için, yani sonunda verilen para ödülünü kazanmak için katıldığı bu yarışmada Lucy’e gönlünü düşürür, Lucy de ona… Çok çabuk olur bu, bir görüşte aşk gibi… Peki, kuşların ve yılanların işi ne? Onu da filmi izleyince göreceksiniz.

17 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(17 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yetimden Ne Olur

Yönetmen Mehmet Ada Öztekin Atatürk 1881-1919 projesinin temel ilhamını Zübeyde hanımın manşette yer alan cümlesinden almış. Küçük Mustafa iki çocukla tek başına yaşam mücadelesi veren kederli annesine ‘gör bak yetim çocuktan neler olur’ karşılığını verecek ve inandığı yolda tarih önünde yüce sınavını verecektir.

Yapım başlangıçta bir dizi film projesi olarak çekilmiş, ancak Disney Plus platformunun basında yer alan kimi nedenlerle yayına sokmaktan vazgeçmesinin ardından 2 bölüm halinde sinemalarda gösterime girmesine karar verilmiş, Çok da iyi olmuş. Kendi adıma bu 4 saati aşan ve iki bölüm halinde gösterilecek olan filmi yüzbinlerle birlikte, üstelik böylesine anlamlı bir yıldönümünde sinema salonunun büyülü perdesinde izlemekten büyük mutluluk duydum.

10 Ağustos 1915 sabaha karşı Gelibolu Conk Bayırı taarruzu ile açılıyor film. ‘Vatan Kasidesi’nin dizeleri eşliğinde ön saflara ilerleyen yarbay Mustafa Kemal, vatan şairi Namık Kemal’e ‘bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini’ yanıtını verecektir. İlk taarruzun ardından bir şarapnel parçası ile yere yıkılan komutanın fırtınalı çocukluk yıllarına, gümrük memurluğundan istifa ederek ticarete atılan Ali Rıza Bey’in tomruklarının maskeli eşkıyalar tarafından yakılıp yok edildiği o meşum geceye dönüyoruz daha sonra. Ailesi ve Türkler için güvenli bir yer değildir artık Selanik. Babanın erken ölümü ile küçük Mustafa’nın Osmanlı yönetimine güven endişesi derinleşecek, ilerleyen yıllarda doğup büyüdüğü toprakların tıpkı bir dolu başka iller gibi tek kurşun atılmadan yabancılara bırakılması, babasının tomrukları gibi yanan memleketi emperyalist ellene teslim etmemek için mücadeleyi başlatmasına neden olacaktır.

İlk duyduğumda ‘Atatürk’ projesine kuşkuyla baktığımı hatırlıyorum. Aynı endişeyi yönetmen Öztekin de yaşamış. Hatta kendisine gönderilen ilk senaryoyu okumayı reddetmiş. ‘Bu ülkede herkesin kafasında bir Atatürk fotoğrafı olduğunu ve çok doğal olarak herkesin o fotoğrafa aşık olduğunu ve o fotoğrafı görmeyi beklediğini’ ifade ediyor bir söyleşisinde. Yine de yel değirmenlerine savaş açma misali projeye sarılmaktan alamamış kendisini. Yaptığının bir belgesel değil, bir drama, bir kurgu olduğu gerçeğini hiç unutmadan. Zamanının çok ilerisinde geleceği gören, çalışkan bir askeri dehayı heykelden insana döndürmeye çabalamış ve bunu başarmış. Yetim kalmış bir çocuğun tüm bir ulusun babası olmaya giden bu zorlu ve muhteşem serüvende, o gün için bir kahraman olmayan azimli, öfkeli ve yürekli genç adamı insan olarak perdeye taşımanın altından kalkmayı bilmiş. Kendisini ve ulusunu inşa etmiş bir adamı bir fikir, bir düşünce, bir tabu niteliğinden nefes alıp veren bir bedenin içine sokmanın üstesinden gelinebilmiş. Genç Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli’nin bir çok televizyon ve sinema projesinde haklı ilgi gören ışığı bu çabanın başarıya ulaşmasında büyük etken olmuş.

Mustafa’nın Atatürk’e giden yolculuğunda onun nefes alıp verdiğine, zorlu mücadelesinin kısa zaman dilimlerinde sevdalandığına, anasının elini öptüğüne, ıspanaklı böreğini yediğine, kızkardeşi Makbule’nin burnunu sıkıştırdığına, ‘işimize bakalım’ lafını ağzından eksik etmediğine tanıklık ediyoruz. Büyük emek verilmiş prodüksiyon ve kostüm tasarımı ve başarılı oyuncu kadrosu ile göz dolduruyor yapım. Bu noktada kararlı ve fedakâr Zübeyde hanımdaki içten yorumu ile Songül Öden’e ve küçük Mustafa’yı canlandıran 9 yaşındaki yetenekli çocuk oyuncu Emre Mete Sönmez’e ayrıca dikkat çekmek isterim.

Resmi tarihten yola çıksa da Atatürk’ün insan kişiliğine dair ince ayrıntılarla bezeli senaryosu da başarılı filmin. Yüzbaşı Mustafa Kemal’in gözden ırak tutulmak için gönderildiği Selanik İstasyon Şefliği’nde geçen sahneler ve yarbay Mustafa Kemal’in Conk Bayırı taarruzu öncesinde filmin ithaf edildiği efsanevi 57. Alay’a hitabının yer aldığı ilk bölümün final sekansı Öztekin sinemasının öne çıktığı güzel anlar olarak hatırlanacak. 1915 – 1919 yılları arasındaki vatan mücadelesini perdeye taşıyacak olan ikinci bölümü 05 Ocak 2024’te gösterime girecek olan filmin Atatürk’ü sinemamızda farklı bir perspektiften anlatan ilk yapım olduğunu ve daha nicelerine zemin hazırladığını düşünüyor, emeği geçen herkesi kutluyorum.

(13 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatın Gerçeği… Kurban

Sinema diğerlerinin arasında en zorlu sanattır, çünkü işin içine endüstri girer ve birçok ucu aynı potada eritmeniz gerekir. Bu, sadece bizim ülkemizde değil, dünyada da böyle. En tam da o nedenle sinema hem zorluğu hem de izleyiciye ulaşmanın kendine has coşkusuyla seyircisini etkiler.

Belki de bu gücü nedeniyle en korkulan sanattır sinema. Yasaklar ve sansür en çok da filmlerin tepesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanır durur. Hep daha iyisini isteyen sinemacı (senarist, yapımcı, yönetmen) tüm baskılardan kurtulmanın yolunu da bulur/bulmaya çalışır.

Festivaller ve filmler…

Bizim ülkemizde sosyoekonomik, sosyopolitik ve sosyokültürel sorunlar nedeniyle sanatın yapılması engelleniyor; yapılacaksa da sadece egemenin görüşüyle doğru orantılı olanların üretilmesi destekleniyor. Zorlu koşullar altında film yapan, mesajını izleyiciye iletmeyi amaçlayan sinemacı doğal olarak her fırsatı değerlendirmek istiyor. Bunun tek yolu da festivaller. En tam o nedenle de Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza gibi köklü ve gelenekselleşmiş festivallere yolluyor. Yarışmacı olmasa da festivalde filminin izleyiciye ulaşmasını istiyor.

Egemen erk ise yasaları hiçe sayıp -ki, artık Anayasa da uygulan(a)mıyor- yasaklarla, sansürle filmlere yaşama hakkı tanımıyor. En son örneğini “Kanun Hükmü” belgeselinin engellenmesinde gördük, yaşadık. Altın Portakal Festivali’nden jüri başta olmak üzere yarışmacı filmler de çekildi, sonunda festival yapılamaz hale geldi. Festivallerin küçük (ve aslında bir anlamda bağımsız) yapımcıların kendisini gösterebilme (salon bulamıyor birçok film ve izleyiciye ulaşamıyor) imkânı yarattığını ileri süren İsmail Güneş, filmini çekmedi sadece. Bana göre de doğru yapmadı, ama haksız da sayılmaz. Onun farklı düşüncesi vardı, başka yollar bulmak gerektiğini ileri sürdü. Sonuçta sinemamızın gelenekselleşmiş bir festivali bitti.

Suç ve Ceza Filmleri Festivali

İsmail Güneş’in, Altın Portakal’dan çekmediği Kurban filmi, 17 – 23 Kasım tarihleri arasında yapılacak 13. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde yarışacak. Güneş, sosyal medyadan, belki de izleyiciye başka ulaşma şansı bulamayacak bu filmi için izleme çağrısı yapıyor.

Bu, acı bir şey… Sadece Güneş’in Kurban filmi için değil, sinemamız ve film yapmak için olağanüstü çaba harcayan insanlar için de çok acı. İçeriği, konusu ne olursa olsun bir filmin ne meşakkatli bir süreç sonucunda tamamlandığını bilenler o filmin izleyiciye ulaşmasının ne denli önemli olduğunu kabul ederler. Muhakkak ki başarılı ya da başarısız bulunabilir, ama bu, her ne olursa olsun o meşakkatin çekilmediği anlamına gelmez. Her filmin izleyiciye ulaşma hakkı vardır ve olmalıdır.

Kurban…

İsmail Güneş’in filmografisine baktığınızda, Kurban, belki de en başarılı filmi. Daha önce sansüre uğrayan, sansürle sürekli boğuşan Güneş, belki de Altın Portakal’dan çekilmeme kararının tartışılmasını bu filmi izleyiciye ulaştırarak sonlandırabilecek.

Yoksul bir orman köylüsü, oğlunun tezkere bırakarak, hiç değilse kendisiyle birlikte ailesini de kurtarabileceği inancındadır. Güneydoğu sınırındaki oğulun ölümle burun buruna olması bile babayı bu kararından caydıramaz. Gelir olarak sadece hasta ve bir ayağı çukurda babasının emekli maaşı vardır ailenin. Hem babanın maaşını çekmek hem de hastaneye götürmek için indikleri kasabada kalp krizi geçiren birinin para dolu cüzdanı kendi çantalarına düşer… Doluya koyup aldıramayan boşa koyup dolduramayan babanın -ve ailenin tabii ki- çelişkisiyle komşularının bakışı filmin temel izleğini oluşturuyor.

Kurban, Atlas 1948 Sineması’nda, 18 Kasım günü 16:30’da;
Kadıköy Sineması’nda, 19 Kasım günü 16:30’da izleyiciyle buluşacak.

(11 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Süper Kahramanlar da Karışır: Marvels

Süper kahraman filmleri her kesimden izleyicinin beğenisini alsa da ben sevemiyordum. Bu kez, üç kahramanın buluştuğu (Charlie’nin Melekleri’ni anımsattı) Marvels, hem ilgimi çekti hem de keyifle izledim, sıkılmadan.

Süper kahramanlar, her yerde her zaman kazananlardır; ama bu türün özellikle fütürist (gelecekçi) olanlarında ağırlıkla olarak insanlar değil düşsel yaratıklar öne çıkıyor. O düşsel yaratıklar da hiç beğenilecek tipte olmuyorlar bana göre. Ayrıca bilmem kaç bin yıl sonrasını anlattıkları halde birçok şey günümüz teknolojisini yansıtıyor; biraz düş(ünce) gücü, biraz özen istiyor insan. Tamam, belki gerçekleşmeyebilir, ama o hayal bizi sarıp sarmalar hiç değilse…

Bu kez Marvels, bu sıkıntıyı aşmış göründü… Birbirinin yerine geçebilen, ama güçlerini birleştirdiklerinde her güçlüğün üstesinden gelebilecek üç genç kadın Kaptan Marvel, yani Carol Danvers (Brie Larson), Kamala Khan, diğer adıyla Bayan Marvel (Iman Vellani) ve Carol’ın görüşmediği yeğeni, şimdi SABER astronotu Kaptan Monica Rambeau (Teyonah Parris) şekilden şekle girebiliyorlar, zamanı dilediklerince değiştirebiliyorlar, komik durumlara düşüyorlar… Kısacası izleyiciyi beyazperdeye odaklamayı başarıyorlar.

Fütürist süper kahraman filmlerinin olmazsa olmazı niteliğindeki canavarlar ve/veya kötü yaratıklar bu filmde yok. Yerine geleceğin kedisi var: Goose (uzay kedisi). Çirkin görünse de işe yaradığı için sevimli sayılabilecek bir yardımcı güç Marvels için…

Film alabildiğine hareketli, aksiyon sahneleri birbiri ardına eklendikçe zaten “ne oldu, niye, nasıl ve ama” gibi soruları siliyorsunuz zihninizden. Güncelliği de var filmin, egemenliği ele geçirmek isteyen kötülerle onlara engel olmak için çabalayan (bilim insanları da var, unutulmamalı) süper kahramanlar Ukrayna – Rusya ve İsrail – Filistin savaşlarını anımsattı. Haksız ve emperyalist savaşlar neden binlerce yıl sonra da olsun ki? Bu üç genç ve güzel süper kahraman kadın barışı getirebilir, bizler de onlar gibi korkusuz ve kararlı olursak.

10 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(08 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir İlişkinin Anatomisi

İnsan sadece yaşadığı şeyleri yazabilir mi? Üretken kadın yazar Sandra Voyter Fransız Alplerindeki dağ evinde kendisi ile röportaj yapan edebiyat öğrencisi genç kıza, geniş kitlelere ulaşmış polisiye metinlerinde neyin gerçek neyin kurgu olduğunun yaşam kadar belirsiz olduğunu anlatmaktadır. Neşeli, keyifli samimi bir tonda yol alan söyleşi yüksek volümlü müzik ile kesintiye uğrar. Sandra’nın (Sandra Hüller) çatı katında çalışan kocası Samuel Moleski’nin (Samuel Theis) görüşmeyi sabote etme niyetinde olduğunu anlarız. Çiftin küçük yaşta geçirdiği kaza sonucu gözleri görmeyen 11 yaşındaki oğulları Daniel (Milo Machado Graner) biraz da evin gerilimli ortamından uzaklaşmak için sadık köpeği ile yürüyüşe çıkar. Eve geri döndüğünde 50 Cent şarkısı P.I.M.P.’in looplanmış enstrümantal kalipso remix’inin yüksek volümde çalmaya devam ettiği işitilir. Daniel köpeğin yardımıyla kapıya yakın odunluğun biraz ilerisinde babasının karlı zemini kana bulamış cesedine ulaştığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını idrak ederiz.

Cannes Film Festivali’nin bu yılki galibi Altın Palmiyeli ‘Bir Düşüşün Anatomisi / Anatomie d’une Chute’ önceki ilgiye değer filmleri bizde gösterilmemiş Justine Triet’nin dördüncü uzun metrajı. Fransız sinemacı 2016 yapımı ‘Victoria’ ve 2019’da çektiği ‘Sybil’de çocuklu güçlü bekâr kadınların duygusal yaşam mücadelesini alter ego’su Virginie Efira üzerinden vermeyi denemişti. Bu kez gerçek yaşamda partneri olan sinemacı yazar Arthur Harari ile birlikte pandemi döneminde geliştirdiği iddialı metniyle edebiyatçı bir çiftin öyküsünü anlatıyor.

Fransız koca öykünün hemen başında aramızdan ayrılıyor ve bizler olay anında evde yalnız bulunan Alman asıllı karısının mahkeme sürecine yoğunlaşıyoruz. Genç adam dağ evinin üçüncü katındaki çatı odasından düşüşü bir kaza ya da intihar mıdır, yoksa bir mücadele sonunda aşağıya mı itilmiştir. Uzun süren mahkeme sürecinde masum kurbanı oynamayı reddeder genç kadın. Gözyaşı dökmez, katılığını güçlü duruşundan alır. Bu dimdik duruş yerel dile hakimiyetindeki yetersizliği ile birleşince kendisi aleyhine bir tehdide dönme riski de taşır. Triet’nin mükemmel dialoglarının bu tehlikeyi hep canlı tuttuğu süreçte, bizler de Daniel ya da mahkeme heyeti gibi gerçeği tam olarak göremez, olan biteni el yordamıyla anlamaya çalışırız.

Herkes konuşurken Sandra sessiz doğallığını korur. Hikâyenin kendine ait olduğunu, kocasının gizli ses kaydında ortaya çıktığı gibi meşum düşüşün bir gün öncesinde şiddetli bir kavgaya giriştiklerini kabûl eder. Daniel’in geçirdiği kaza sonrası seks hayatlarının bitişinin ardından bir hemcinsi ile cinsel doyum arayışını itiraf etmekten çekinmez. Aralarındaki entelektüel çatışmadan, oğullarının başına gelenlerden kendini sorumlu tutan babanın hayata geçiremediklerinden her koşulda üretmeyi sürdüren karısını sorumlu tuttuğundan haberdar oluruz.

Sandra’nın samimi duyguları ve dürüst itirafları hukukçuların rasyonel suçlamaları ile çelişmeyi sürdürür. Zaman zaman bizler de kararsız kalırız. Yazar karaktere dönüşür mü ya da boşluklar varsayımlarla doldurulur mu gibi sorular kafaları meşgûl eder. Adalet ile edebiyatın birbirine karıştırılma sürecini eleştirir Triet. Gizem, Daniel’in göremedikleri ama duydukları ve hissettikleri ile aralanacaktır belki de.

Triet’nin Fransa’da kendisinin bile beklemediği kadar ilgi gören filmi 2,5 saatin nasıl geçtiğini hissettirmeden soluk soluğa izleniyor. Klâsik mahkeme filmlerinin bildik klişelerine düşmeden, bir ilişkinin çözülmesinin adım adım sahnelenişini izlerken, filmin lokomotifi Sandra Hüller denen büyük oyuncunun her türlü ödülü hak eden müthiş performansına bir kez daha şapka çıkarıyoruz.

(05 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyuncakların Ruhu Olur (mu): Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece

“Niye?” sorusu kocaman bir kasap çengeli örneği takıldı kafama. Sahi, niye, neden, nasıl gibi soruların yanıtı olmadan “bodoslama” girdiğinizde film, daha mı çok sarsıyor insanı?

Çocukluğunda yaşadığı bir travmadan kurtulamayan, hep o anı yaşayan, dahası çözmek isteyen biri, bulduğu gece bekçiliği işinde beş gece dayanırsa… Ne olacak beş gece dayanırsa? Peki, dayan(a)mazsa ne olacak? Niye beş gece? Daha uzun veya daha kısa süre olsaydı bir şey değişir miydi?

“Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece”, korku filmlerinin fenomeni Jason Blum, Scott Cawthon’un yapımcılığıyla, belki de sadece o fenomenlik ününden yararlanmak amacıyla yapılmış bir film. Emma Tammi, kendisinin de aralarında olduğu bir yazarlar grubuyla yazmış senaryoyu ve yönetmenliğini üstlenmiş. Ancak, yukarıda sorduğumuz soruların yanıtı olmayınca filmin etkisi de başarısı da kalmıyor. O güvenlik görevlisi olan Mike (Josh Hutcherson) niye ve neye göre seçilmiş? Niye o da, bir başkası değil… Bir özelliği mi var, bilmediğimiz… Küçük kardeşi Abby (Elizabeth Lail) ile aralarındaki yaş farkı sanki aynı anne babadan değilmiş gibi… Niye o kadar yaş farkı var?

Geçmişi yanınızda taşısanız da…

İnsanlar geçmişlerinden kurtulamazlar. Zaten filmin temeli de bu saptamaya dayanıyor. Mike, “unutsanız bile belleğinizin bir tarafında kalır o yaşananlar” diyor. Bu, hemen her psikoloji(k) kitapta yer alan ama kanıtlan(a)mayan bir sav. Çocukken kaçırılan kardeşinizin niye ve kim(ler) tarafından kaçırıldığını aradan geçen onca yıldan sonra öğrenseniz kime ne yararı olacak? Bir sav üzerine, ama dersine çalışmamışlar tarafından yapılan film istenilen etkiyi yaratamıyor doğal olarak.

Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece” korkutuyor mu? Hayır! Merak uyandırıyor mu? Evet! Temposunu ya da merak duygusunu film boyunca taşıyor mu… İzleyin, siz karar verin.

03 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(01 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Adaletin Terazisi Gündemi Belirler: Suç ve Ceza Film Festivali

Anayasanın bile uygulanmadığı ülkemizde hukukun üstünlüğünden, kuvvetler ayrılığından söz etmek kolay değil. “Dünyanın gözü üzerimizde.” demek de pek doğru değil, “’Doktor ne yerse yesin.’ dedi” durumundayız, umursanmıyoruz…

Peki, bu durumu kabullenip oturmak mı gerekiyor? Bir şeyler yapmak gerekiyor. Bir şeyler yapılmalı muhakkak. Geç olsun ama güç olmasın diyerek işin ucundan tutanlara, elini taşın altına sokanlara destek olmak hepimizin sadece kendimiz için değil, geleceğimiz için de boynumuzun borcu…

Hukuk ve adalet…

“Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali”nin 13.sü, 17 – 23 Kasım 2023 tarihlerinde, Atlas 1948 Sineması, Kadıköy Sineması ve İBB Beyoğlu Sineması’nda gerçekleştirilecek. Bu festivalin önemli, önemli olduğu kadar gerekli, gerekli olduğu kadar da geleceğimizi belirleyecek ayağı da “İfadeye Özgürlük” temasıyla yapılacak olan akademik programı var. Panel, açıkoturum, konferanslarla sürdürülecek akademik program hem herkese açık hem de ücretsiz. Bu da herkesin bir kez daha düşünmesine fırsat verecek önemli bir çaba. Film analizleri forumu, ufuk açacak hem filmin okunması hem de katmanlarının anlaşılması için.

Siz yoksanız bir eksik…

Muhakkak ki herkesin kendince işi gücü, programı, yapması gerekenler var. Ancak kendinizi geliştirmezseniz ne işinizi gerçekten başarıyla yapabilirsiniz ne de programlarınız sonuca ulaşır. “Bir çiçek açsın bin fikir yarışsın” savsözünün işaret ettiği gibi her görüş yeni bir bakış açısı kazandıracak ve yeni ufuklar açacaktır.

İzleyeceğiniz bir film (mesela, İsmail Güneş’in, Kurban’ı ilk kez Antalya’da Altın Portakal adayı olmuştu, ama festival, bilindiği gibi, elbirliğiyle yok edilince yarışma olanağı kalmadığı gibi izlenmesi için tarih beklemek zorundaydı. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali bu fırsatı sunuyor) sadece konusu ve teması ile değil duygusu ve mesajıyla da günün gündemine uyacak, size kazandıracaktır. Sadece konulu uzun metraj filmler değil, bana sorarsanız tecimen olmadığı için duyguyu olanca gücüyle yansıtan kısafilmler de yepyeni tatlar katacaktır yaşamımıza. Uzun – kısa belgeseller, uzun metraj filmler, kısafilmler hukuk olmazsa adalet, adalet olmazsa demokrasi, demokrasi olmazsa gelişme olmaz diyecek izleyicilere…

(30 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnsan Ne İçin Yaşar

Miyazaki’nin veda filmi olduğu söylenen 2013 yapımı ‘Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachini’yi Berkin Elvan’ı kaybetmenin kederi ile izlemiş ve kaleme aldığım yazımı; yüzemediği denizlerin, okuyamadığı kitapların, izleyemediği filmlerin, yaşayamadığı aşkların ondan çalındığı küçük çocuğa ithaf etmiştim. Aradan 10 yıl geçti. Yükselen rüzgârlarda küçük Berkin’lere daha mutlu ve özgür bir yaşam sözümüzü yerine getiremedik. Bunun hüznünü yaşarken Japonya semalarından yükselen bilge Miyazaki vedasını bir kez daha erteledi ve 82 yaşında ‘Çocuk ve Balıkçıl / Kimitachi Wa Dô Ka’ ile belki de senenin en güzel sürprizini yaptı. Göklere uçaklara olan tutkusunu bildiğimiz büyük usta bir önceki filminde uçak tasarımcısı Jiro Horikoshi’nin biyografisinden yola çıkarken Almanya ile paralel olarak militarizmin tırmandığı Japonya’nın tarihten bildiğimiz mahvını hazırlayan gelişmeleri perdeye taşımıştı. Sinemacının filmografisine damgasını vurmuş fantastik unsurlardan büyük ölçüde arınmış olan bu yapımı onun hayli karanlık tonlarda yol alan buruk vedası olarak nitelendirdiğimi hatırlıyorum.

10 yılın ardından bu son dönüşünde İkinci Dünya Savaşı dehşetinin süregeldiği yılları anlatmayı sürdüren Miyazaki, Genzaburō Yoshino’nun 1937 tarihli, filme Japonca özgün adını vermiş mangası ‘İnsan Nasıl Yaşar?’dan yola çıkmış olmasına karşın izleyicisini kendi çocukluğuna ve görkemli kariyerini süsleyen fantastik dünyaya taşıyan ‘Fellini Amarcord’u anımsatır bir hatıra albümüne imza atmış. 1941 doğumlu yönetmenin annesini filmin ana karakteri küçük Mahito gibi bombardımanda alevler içinde kalan hastanede yitirmediğini ama genç sayılabilecek bir yaşta tüberkülozdan kaybettiğini, savaşın en karanlık günlerinde ailesi bir süreliğine kırsalda yaşadığını, pek yakın olmadığı babasının uçak mühendisi olduğunu biliyoruz. Mahito da annesinin yerine geçen teyzesi ile birlikte doğanın içindeki yeni hayatına uyum sağlamaya çalışırken, ona annesinden haber getiren -hatta annesinin sesini taklit eden- insan formuna da girebilen koca burunlu gri balıkçılın rehberliğinde, büyük amcasının inşa ettiği gizemli kulenin tünellerinden başka bir aleme geçiş yapıyor. Bu muhteşem serüvende karşısına çıkan ve onun başını türlü beladan kurtaracak olan denizci Kiriko, ateş kadın Himi, faşist krala hizmet eden dev muhabbet kuşları, insan olmak için dünyanın kapısından geçen warawaralar ve diğerleri Miyazaki’nin fantastik filmografisinden izler taşıyor. Filmin heyecan verici doğum odası sahnesinde hamile teyzesi Natsuko ile karşılaşıyor. Mahito’nun -ve de Miyazaki’nin- anne özlemi onların ruhani alemdeki arayışlarını tetikliyor. Kubrick’in ‘2001’inden fırlamışa benzeyen farklı formda bir ‘kara taş’ ve de kötülük bulaşmamış küçük taşlarla yarattığı evrenin bekçiliğini yapan büyük amca devreye giriyor daha sonra. Ondan bolluk, huzur ve güzelliklerle dolu bir dünya yaratmasını, ‘insanın bunun için yaşaması gerektiği’ öğüdünü alıyor. Dizginlenemez cinayetler ve kötülüklerle dolu, yakında yok olacak bir dünyaya dönüş nafile mi diye düşünmeden edemiyor insan. Miyazaki’nin de kafası karışık sanırım ama durmadan dönen dünya misali hayal etmekten kendini alamıyor, barışı, dostluğu, doğayı yücelten şiirsel düşlerine dalmaktan başka yol bulamıyor nihayetinde. Büyük bilgenin muhtemel vasiyet filmi yoruma açık sayısız ayrıntı barındırıyor. Onun görkemli sinema kariyerinden değerli parçaların izini süreceğiniz, her izleyişte farklı şeyler keşfedeceğiniz bu sinema şölenini kaçırmayın.

(27 Ekim 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Petrol Kadar Kara

Unutulmuş tarihi süreçleri derin bir inceleme sonucunda gün ışığına çıkarmasıyla bilinen araştırmacı gazeteci yazar David Grann’in 2017 yılında yayımlandığında büyük yankı uyandıran kitabı ‘Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu’ bir ulusun geçmiş günahlarını belgeleri ile ortaya koyan dehşetengiz bir Amerikan suç ve ırkçılık öyküsüdür. Kitabın merkezinde ABD hükümeti tarafından Oklahoma’daki Kızılderili Bölgesi’ne yerleştirilen yerli kabilesi Osage Halkı yer alır. Ohio ve Mississippi nehri vadilerindeki verimli topraklardan batıya sürülenler için Tanrı’nın başka bir planı olacaktır. Gündüz kıtlığın gece aç kurtların dolaştığı bu olabilecek en berbat topraklarda 19. yüzyıl sonlarında ‘kara altın’ın bulunmasının ardından kabile maden haklarını elinde tutmak ve arazilerini müteahhitlere kiralamak suretiyle fevkalade zenginleşecek, 1920’lere gelindiğinde Osage halkı kişi başına en yüksek gelire sahip toplululuk olarak anılacaktır.

Lakin Beyaz Amerikalı’nın topraktan fışkıran baş döndürücü zenginliği yerli kabilelere bırakma niyeti yoktur. Önce gözü dönmüş vurguncular bölgeye akın eder. Göz dikme ve el koyma, ABD hükümetinin onayıyla devreye giren, -yetersiz’ görüldükleri için- Kızılderili servetlerinin beyazlar tarafından yönetildiği çarpık, düpedüz ırkçı ‘vasilik’ sistemi ile ayyuka çıkar. Daha da kötüsü, yine 1920’lerin başlarında ‘Korku Krallığı / The Reign of Terror’ olarak adlandırılan süreçte düzinelerce Osage insanı, arsenik katılmış viski ile yavaş yavaş zehirlenme dahil korkunç yöntemlerle infaz edilir. Böylece evlenme yoluyla yerli ailelere sızan beyazlar hunharca katledilenlerin mirasçısı olarak petrol hisseleri dahil ‘kelle hakları’nın üstüne oturur. Yeni kurulmuş olan FBI, 1923 yılında Osage ileri gelenlerinin talebi üzerine soruşturma başlatır. New Yorker ekibinden yazar Grann’in büronun başarı ile yürütülmüş ilk cinayet davaları üzerinden ilerleyen yaman araştırmacı gazetecilik öyküsünün ana kahramanı ise soruşturmayı yürüten eski Teksas korucusu FBI dedektifi Thomas Bruce White’dan başkası değildir.

Leonardo DiCaprio kitabı ilk keşfedenlerden biri olarak film haklarını yayım öncesinde satın almış ve ‘hep bir Western yapmak istemiş’ olan hamisi Martin Scorsese ile uzun bir çalışma dönemi geçirmiş. Araya oyuncunun ve yönetmenin başka filmleri girmiş, senaryo yazarı Eric Roth ile birlikte birkaç taslak üzerinde çalıştıktan sonra hikâyeyi romanın ana kahramanı olan FBI görevlisi yerine, Osage zenginliğine gözünü dikmiş beyaz dayı-yeğen üzerine kurma fikri tercih edilmiş.

80 yaşındaki Scorsese’nin yönettiği, Amerikan tarihinin utanç verici sayfalarından birini konu alan ‘Dolunay Katilleri / Killers of the Flower Moon’ doğrudan mahkeme tutanaklarından ve Grann’in Osage cinayetleri davası üzerinden yürüyen Roth’un dramatik kurgusundan yola çıkmış. Birinci Dünya Savaşı’ndan iç organlarından hasarlı bir biçimde dönen Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio), Fairfax şerif yardımcılığını da yürüten sığır çiftliği sahibi dayısının başrolde olduğu suç kampanyasına dahil olmak suretiyle köşeyi dönme planları peşindedir. Kaba saba genç adam üstünü başını düzeltir düzeltmez dayısının önerisi üzerine, biraz da deniz mavisi gözlerinin yardımıyla babasız zengin Osage ailesinin büyük kızı Mollie (Lily Gladstone) ile evlenmeyi başarır. Karısının akrabaları meçhul cinayetler sonucu bir bir ortadan kaldırıldıktan sonra sıra kronik şeker hastası Mollie’ye gelecektir.

Deneyimli Scorsese Amerikan tarihinin petrol kadar kara geçmişini neşter altına yatırdığı ilk Western’inde kariyerinde önemli bir yer teşkil eden suç ve kara film unsurlarını tarihi belgelerle kaynaştırmak üzere yola çıkmış. Öte yandan Osage halkının yaşadığı yerlerde topluluğun yaşayan gerçek üyeleri ile işbirliği yaparak bölgenin otantik kültürünü, düğün, cenaze törenlerini, dua ritüellerini belgesel tadında yansıtmayı arzulamış. Bir de zaman içinde filizlenen bir aşk hikâyesine yer vermek istemiş. Bu da çok amaçlı destansı yapımın hayli uzaması, tekrara ve hantallığa düşmesine neden olmuş. Romanın etrafında şekillendiği FBI hadisesi ve dedektif Tom White’ın (Jesse Plemons) perdede gözükmesi için 2 saati aşkın bir sürenin geçmesini bekliyorsunuz örneğin. Burkhart çiftinin üç çocuğunun dünyaya geldiği 8-10 yıllık süreçte ana karakterlerin değişim süreci ve Scorsese’nin bir söyleşisinde ifade ettiği ‘masum olmayan karakterlere insanlık katmak’ çabası da maalesef pek işlemiyor. De Niro’nun çok bildik yorumuyla canlandırdığı William ‘King’ Hale’in Osage halkı için ‘çok nazik ve cömertler ama hastalar’ diyerek ‘şansın seçtiği insanları’ yok etmeyi olağan sayması, ‘yollar, okullar hastaneler yaptım, onları 20. yüzyıla taşıdım’ kibrinin, geleneksel ‘Beyaz Amerikalı Irkçılığı’nın (filmde bir sahnede eş zamanlı olarak zencilerin katledildiği Tulsa olaylarına da yer verilmiş) mahkûm edilişi değerli kuşkusuz, ancak deneyimli oyuncuları ve teknik ekibi ile görselliği sorunsuz duran yapım dağınıklığı yüzünden 4 bölümlü mini dizi duygusunu fazlaca hissettiriyor. Bu hakiki Vahşi Batı kâbusunun, petrol kadar kara hikâyenin ruhunu yakalayabilmek için ise David Grann’in soruşturma belgelerini, birinci ağızdan tarihi kayıtları, verilen ifadeleri yıllarca titizlikle inceleyerek kaleme aldığı, film ile aynı adı taşıyan dilimize de çevrilmiş (İthaki Yayınları) kurgusal olmayan romanına göz atmanız gerekiyor.

(20 Ekim 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Vahşi Kapitalizmin Yükselişi: Dolunay Katilleri

Martin Scorsese, sinemanın o kendine özgü izlenirliğini, anlatıcılığını ve yorumlayışını muhteşem bir şekilde yansıtıyor beyazperdeye. Deneyimli sinemacı, daha ilk kareden hem izleyiciyi hem de izleyicinin ruhunu kavramayı başarıyor (bana göre hep olduğu gibi).

Bu kez bir uyarlama… Tarihin içinden, sadece Amerikalıları değil, (isimleri değiştirin, istediğiniz ülkeye uyarlayabilirsiniz; maden için İngiltere, çevre korumacılığı için Türkiye, hatta son İsrail saldırılarına bile…) herkesi ilgilendiren bir öykü ve geleceğe yönelik dersler içeren.

Muhteşem bir açılış

Bir aşk öyküsü çerçevesinde, aslında bir soykırımın anlatıldığı filmde; William Hale (Robert De Niro), topraklarını çalmak ve petrol haklarını almak için Yerli Amerikalıları öldürüyor. Yeğeni Ernest Burkhart’ı (Leonardo DiCaprio), petrol haklarını devralma planının bir parçası olarak bir Osage kadını olan Mollie Burkhart (Lily Gladstone) ile evlenmeye ikna eder. Ernest, Mollie’ye aşık olur ve bu da planın bozulması anlamına gelir. Yeni kurulmakta olan (aslında hep var da, kurumsallaşmaya başlayan) FBI’ın bir ajanı (Jesse Plemons) cinayetleri araştırmak için şehre gelir.

Petrolün bulunmasıyla tarihin akışının da değiştiğini anlatarak başlıyor büyük usta filmine. Petrol, dünün yoksul ve hor görülen Osaka halkını, zengin ve Avrupa’ya gidip gelen, her birinin altında birer otomobille yaşayan insanlara dönüştürüyor. Birilerinin ağzı sulanmaz mı, böylesi bir durumda. Irkçılık kendini gösteriyor ve kukuletalı (Ku Klux Klan) katiller gecenin karanlığında değerlerin el değiştirmesini sağlıyor.

Evrensel bir öykü…

Yukarıda da değindiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası, gelişme ve medeniyet adı altında bir katliam yaşanıyor. Bunu ister açgözlü para babaları, ister devletler, isterse devlete sırtını dayamış illegal örgütler yapsın; biliyoruz ki bugünlerin temelinde yatan gerçek bu.

Bu arada, kişisel kin, nefret ve intikam da giriyor devreye… Burkhart, Mollie’nin kişisel servetine göz koymuş ve mirasın paylaşılarak azalmaması için sanki ailenin yanındaymışçasına duruşu, genel anlamda insanın yaşananlar karşısında aldığı tutumu yansıtıyor.

Scorsese, gerçekten uzun olan filmde izleyiciyi sıkmadan, yormadan yılların birikimi ve deneyimiyle anlatıyor anlatacaklarını. Oyuncuları ünlü olsa da filmi taşıyan sinema dili ve çerçevenin görüntülediği estetik tat.

20 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(19 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sanat İyileştirir: Antakya Film Festivali Üzerine

Yaşamı kuran, güçlendiren, güzelleştiren ve daha da önemlisi sürdürülebilir mutluluk haline getiren sanattır. İlk(sel) insanın mağara duvarına çizdikleri, bugün bize geçmişten bugüne yaşananları gösteriyor.

Yaşanan deprem felâketi sonrasında yeni bir heyecan ve gelecek için yeni bir umut olan 11. Antakya Uluslararası Film Festivali, konteynır kentlerde yapılıyor. Taş üstünde taş kalmamış Antakya’da, kapalı alanda bir etkinlik yapmak mümkün olmadığını göz önünde bulundurursanız (asıl önemlisi, halkın konteynır kentlerde barındığını da unutmadan) en iyi yöntem olarak açık hava etkinlikleri çıkıyor karşımıza. Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu ve ekibi gerçekten canla başla mücadele ediyor; birçok aksamaya rağmen, istenen (değil aslında amaçlanan) hedefe ulaşamasa da önemli bir iş başarıyor.

Eksikler hep olacaktır

En kurumsal, en örgütlü projelerde de eksiklikler, aksaklıklar oluyor. Yıkılmış bir kentin, umutsuz insanların içinde böylesine yoğun bir çaba içerisinde olmak, insanların yüzünü bir nebze için bile olsa güldürebilmek (https://sadibey.com/2023/10/07/korkut-akin-yaziyor-11-uluslararasi-antakya-film-festivali-deprem-yaralarini-gulen-filmlerle-saracak/) için çaba harcamak sadece Antakya veya Hatay halkı için değil, ülkenin tümü için geçerli ve önemli.

Atakan Metin (Sağdaki fotoğrafta sağ başta) öncülüğünde buluşan basın çalışanları hem Antakya’yı hem de festivalin dağıttığı o umut heyecanını yaşadı. Antakyalı, gerçekten umutsuz, gerçekten umarsız, gerçekten yılgın. Ancak “Festival” adını duyduklarında yüzleri gülüyor, destek olmak için ellerinden geleni yapıyor. Gönüllü arkadaşlar (hepsinin adını anmak isterim, hak ediyorlar, ama adlarını yazamadığım gönüllülerin gönlünü kırmadan herkese, her emek verene teşekkür ediyorum), bizimle birlikte deprem mağdurlarının da yeniden ayağa kalkacaklarının farkında, dört döndüler…

Koşullar belirleyici…

Deprem olmasaydı, duyurular hedefine daha kolay ulaşacak, etkinliklere katılım daha çok olacaktı. Muhakkak ki, suçun tümünü koşullara atmak pek de doğru değil. Etkinlik yapılan konteynır kentlerde hoparlörlerle duyuru yapılabilir, kentin girişine (hepsinde güvenlik var, özellikle hırsızlıkları önlemek amacıyla) bir pankart asılabilirdi. Şehir merkezinde (zaten beton yığınıydı, bitişik nizam binalar nedeniyle) bırakın bir ağacı, bir direk, bir küçük yükselti bile kalmadığı için duyuru yapılabilmesi pek de mümkün değil. Bu gerçekten üzücü, şimdi yazarken bile içim acıyor.

Moda oldu…

Antalya Altın Portakal sonrası (haklı bir protestoydu) yönetmenler filmlerini çekince moda oldu; Ankara Film Festivali’nden sonra burada da bir yönetmen filmini çektiğini duyurdu. Oraya gelmişsiniz, koşulları biliyorsunuz, biraz esnek davranmak, biraz empati yapmak gerekmez mi?

Devlet nerede?

İkizdere’de, Akbelen’de, Kaz Dağlarında doğayı katledenlerin yanında olan devlet güçleri Antakya’da bu kez depremin yaralarını sarmak için yapılan film gösterimlerinde, panel ve söyleşilerde yoktu.

Vali, işi vardıysa yardımcılarından biri, Belediye Başkanı, yoğunsa bir elemanını, Milli Eğitim Müdürü, Kültür Dairesi Başkanı, Emniyet Müdürü, Sağlık… ve diğer tüm yetkililer neredeydiniz? Siz de sanatın yanında yer almazsanız, kim nasıl destekleyecek bu çileli insanların ayağa kalkmasını?

Biz, üç gazeteci, iki yönetmen, beş gönüllü izledik filmleri… Dışarıda sorduklarım ise “Festival mi var, hiç duymadık” dedi; devlet dairesinde, belediyede veya kurumsal işlerde çalışanlar da aynı sözlerle yanıtladı sorumu. Oysa onlara bildirilse, belki kendileri değil, ama eşleri, çocukları, komşuları gelirdi…

Peki, siz neredesiniz?

Aramızda gazeteci(!!!) olarak bulunan birileri vardı; daha yola çıkmadan ne olduklarını belli ettiler. Havaalanında, bir sonraki uçağa kalırsanız, hepinize şu kadar para, öğle yemeği veririz diyen çığırtkana(?) kanıp ekibi bozdular. Onların transferine harcanan zaman ve para da boşa gitti; çünkü bırakın yazmayı, sözünü bile etmeyeceklerdir bulundukları ortamlarda (biri hele, etkinliğe yetişmeye çalıştığımız aracımızı yoldan döndürdü, meğer akıllı saat alacakmış, çok ucuzmuş… Saat alacağına onun aklını alıp kendisine kullansın).

Biri daha vardı; kukla tiyatrosu etkinliğinde, çocukları kaldırıp yerine oturan… Niye kaldırdınız çocukları diye sorduğumda, ne olduğunu bilmediklerini söylediler (-ler, çünkü iki kişiydiler; hani şu hem sahneyi çekip hem de telefonu kendilerine çevirip kendi reklamını yapmaya çalışanlar). Kukla tiyatrosundan arp konserine giderken, kendisinin müteahhit, sürücü eğitmeni, sürücü, petrolcü ve youtuber (hemen bütün sosyal medya platformlarında olduğunu belki kırk kez tekrarladı) olduğunu söyleyen (ve yanındaki) yine ön sıralardaki çocukları kaldırıp yerlerine oturdu. Ayıp demekten başka ne gelir elden!

Bunun yanında…

Genç gazeteci arkadaşlar, sürekli haber hazırladılar. Gün boyu çektikleri fotoğraf ve hareketli görüntüleri hedef kitlelerine ulaştırmak için sabaha kadar çalıştılar. Onlara (yine adlarını, olası bir eksik bırakmamak için vermekten kaçınıyorum) çok teşekkür borçluyuz. Sadece etkinlikle sınırla kalmadı onlar, gittiğimiz, gezdiğimiz yerlerde ve tabii, konteynır kentlerde herkesle konuşmaya, onları duyurmaya çalıştılar.

Ne yapmalı?

11. Antakya Uluslararası Film Festivali’ni sanat festivali olarak yeniden organize edip diğer sanat dallarının yaygınlığından daha çok yararlanarak bu etkinliği halka indirmek gerekir. Bir fotoğraf sergisi, bir resim çalıştayı (insanların içinde birlikte çalışmak), bir folklor gösterisi eklemek, bu festivali daha da güçlendirecektir. Kısafilm maratonu bile düzenlenebilir. Farklı mahallelere giren sanatçılar halka ulaşmış onların derdini dinlemiş olur. Festivalin omurgası, ana teması yine sinema olur, diğer etkinlikler de sinemayı destekler; böylelikle hem yaygınlaşır hem de etkisi artar.

(17 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Üzerinde Fırtınalar Koparıldı: Kanun Hükmü’nde Yasak

Kimsenin izlemediği, ama çuval dolusu (boş) laf ettiği “Kanun Hükmü” belgeselini izledim. Birkaç gazeteci için düzenlenen özel gösterime davet edilip de gelmeyenlerin, bir festival iptaline varan, siyasal ve mesleki sıkıntılar yaratan bu önemli çalışmanın hiç de söylendiği gibi olmadığını baştan bilmelerini isterim.

Yönetmen Nejla Demirci, gerçekten titiz çalışmış ve temiz bir film yapmış. Beş yıla varan çekimlerle birlikte sadece ve sadece durumu sermiş gözlerimizin önüne. Alabildiğine objektif duruyor. İzleyici karar versin yaşananları görüp.

“İşimi istiyorum”

Demokrasilerde olmaz denilen, Cumhurbaşkanına, olağanüstü yetkiler veren ve kalemle kâğıt arasından (iki dudak arasından) çıkan sözlerle; itiraz edilemez olan “Kanun Hükmünde Kararname”lerle on binlerce insan işinden aşından oldu, yüzlercesi tutuklandı, yargılandı. Kimse nedenini bilemedi, sorsalar da yanıt alamadı… intihar edenler oldu.

Kanun Hükmü belgeseli, bu zor duruma düşürülen iki kişiyi almış ele… Biri doktor, bulunduğu ilçenin tek kardiyoloğu, diğeri öğrencilerini çok seven bir sınıf öğretmeni. Doktor, hastalarını evlerinde takip ediyor, onlar da kaymakamlıktan savcılığa, Cimer’den Bakanlıklara kadar her yere dilekçelerle hekimlerini savunuyor. Belgeselde yer alan hastaların konuşmalarını, gözlerindeki hüznü gördükçe, siz de “Neden?” diye soruyorsunuz kendinize.

Öğretmen ise inanılmaz bir yaratıcılıkla, “İşimi istiyorum.” diye haykırıyor. Suyla yere yazı yazıyor (polisler, sıcak havada kuruyan yazıyı okuyamasalar da) gözaltına alıyor. Öğretmen dediğin yılar mı? Kartonlara yazıyor, iple yine yere yazıyor, pankart hazırlayıp teknede gezdiriyor, Türkçe yazılanlara birçok dilde aynı talebini yazarak bir dizi pankart asıyor. Polisler, bir ara süre veriyor: “Beş dakika içinde kaldıracaksın.” Öğretmen kaldırıyor ama gözaltına alınmaktan kurtulamadığı için yazıları bırakıp polislerle gidiyor…

İnsanın içini acıtan…

İşten neden atıldığını bilmeyen, bilecek birilerini bulamayan, başvurduğu mahkemeden “Biz bir şey söyleyemeyiz.” yanıtı alan öğretmen, bir seferinde, kâğıt uçurtmalar yapıp öğrencilerine yolluyor teneffüste.

Acı olan ne biliyor musunuz? Hapishane gibi çepeçevre demir örgülerle çevrili okulun bahçesi. Bir, bilemediniz bir buçuk metre boyundaki çocukların hapsedildiği okulu üç metrelik demir örgülü çitler koruyor. İçim yandı. Öğretmene olduğu kadar o cendere altında güya koşup oynayan çocuklara…

Televizyon haberleri…

Cumhurbaşkanı, 15 Temmuz’dan sonra Olağanüstü Hal uygulaması başlattıklarını, böylelikle grevleri engellediklerini söyleyip, işverenlerin korunduğunu açıklıyor… Filmden aklımda kaldığınca mealen aktardığım bu görüntü için Yönetmen Demirci, “Gerçekten de televizyonu açtığımızda bu cümleleri duyduk ve olduğu gibi filme aktardık.” diyor.

Televizyonlardaki haberler üzerine bir vatandaş da haklı olarak işten atılmasını gitar çalarak protesto eden öğretmeni tehdit ediyor. Polisler yine öğretmeni gözaltına alırken tehdit edeni bırakıyor.

Sanatın yeri…

Yaşananlarla yüzleşmezsek gelişemeyiz. Bize kendi yorumumuzu da katarak gelişmeyi gösteren sanattır. Sanata karşı çıkmak, gelişmeye, gelişmiş uygarlıkla düzeyine çıkmaya karşı çıkmaktır.

Antalya Altın Portakal Film Festivali sorumlusu, jürinin yarışma değer gördüğü Kanun Hükmü belgeselini, seçkiden çıkararak büyük bir yanlış yaptı. Jüri hemen itiraz etti ve çekildi, ardından (ikisi dışında) bütün filmler çekildiklerini duyurdu. Sinemacılar başta olmak üzere sosyal medya üzerinden inanılmaz büyüklükte tepki gelince festival sorumlusu geri adım atarak filmi yeniden kabul ettiklerini duyurdu.

Olan ondan sonra oldu…

Sanatı ve kültürü savunması gereken Kültür Bakanlığı, Altın Portakal’dan desteğini çekti. Peşi sıra Spor Bakanlığı, mekânı geri aldı; sponsorlar durur mu, onlar da çekildi. Son ana kadar sessiz kalan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, festivali her şart altında, bu yıl sonuna kadar gerçekleştireceklerini ilan etti.

İş işten geçmeden…

Yönetmen Nejla Demirci, başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na başvurduğunu, filmi izlemek isterlerse hemen ileteceğini söylemesine karşın hiçbir kurum ses çıkarmadı. Bugün Kanun Hükmü üzerine ahkâm kesenlerin hepsi filmi sadece teaser üzerinden yargılıyor ve suçluyor. Yarın utanacaklardır, tabii yüzleri kalırsa.

(11 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com