Kategori arşivi: Yazılar

Legolu Batman Neşe Saçıyor

Lego Batman Filmi (The Lego Batman Movie)
Yönetmen: Chris McKay
Eser: Bob Kane-Bill Finger
Senaryo: Seth Grahame Smith-Chris McKenna-Erik Sommers
Müzik: Lorne Balfe
Seslendirenler: Will Arnett (Batman/Bruce), Jenny Slate (Harley), Ralph Fiennes (Alfred), Rosario Dawson (Batgirl/Barbara), Channing Tatum (Süpermen), Zach Galifianakis (Joker), Michael Cera (Robin/Dick), Zoë Kravitz (Catwoman), Mariah Carey (Belediye Başkanı McCaskill), Billy Dee Williams (İkiyüz), Seth Green (King Kong), Jason Mantzoukas (Yaralı Yüz)
Yapım: Warner Bros (2017)

Chris McKay’in “Lego Batman Filmi”, oyuncak Legolarla beyazperdeyi kuşatıyor. Üç boyutlu bu eğlencelik filmde sadece ergen çocuklar değil büyükler de eğleniyor.

Batman yine döndü. Bu defa Legolu olarak beyazperdeyi kuşatıyor. Hem de üç boyutlu. Lego oyuncakları 1949’da Danimarka’da icat edilmiş. Filmde espriler gerçekten güçlü. Bunda Türkçe seslendirmenin de gücünü belirtmeliyiz. Aslında bu şahane esprileri çoğu çocuk anlayamayabilir. Daha çok ergenlik çağı çocukları için bu “Batman”e giriş filmi. İçinde çocuğu yaşatan büyükler de keyif alabilir bu filmden.

1943’te Lambert Hillyer siyah-beyaz “Batman” ve 1949’da Spencer Gordon Bennet siyah-beyaz “Batman and Robin”i Columbia adına çekmişler. 1966 yılındaysa Leslie H. Martinson renkli olarak
“Batman: The Movie-Betmen”
filmini Fox adına çekti. Warner Bros, kendi malı olan “Batman”e, ancak 1989’da Tim Burton’ın “Batman” filmiyle el atabildi. Warner Bros, 1989’dan 2016’ya kadar sekiz film çekti. Bundan sonra yeni “Batman” Ben Affleck artık.

“Batman”, 1939 yılında doğdu. Bill Fingerın yazdığı, Bob Kane’in çizdiği bu çizgi roman, DC Comics (Dedective Comics) tarafından yıllarca yayınlandı. DC Comics, Warner Bros tarafından 1967 yılında satın alınmıştı. O zamandan beri bu çizgi roman serisini beyazperdeye bu büyük stüdyo yansıtıyor.

Batman de insandı…

Chris McKay’in 2017 yapımı sinemaskop ve üç boyutlu “The Lego Batman Movie-Lego Batman Filmi”nin girişi muhteşem. Batman’in anlatımıyla film başlıyor. İyi filmler karanlıkta açılırmış. Warner Bros için söyledikleri de eğlenceli Batman’in. Sonra Gotham şehrinin bildik hikâyesi başlıyor. New York’u andıran Gotham’ın altı boşlukmuş. İşte bu şehrin belâlısı Joker (Şakacı) yine şehre musallat oluyor. Yanında da İki Yüz’den Kedi Kadın’a, King Kong’tan Yaralı Yüz’e kadar. Joker, bu defa güçlü geliyor ve şehrin altına bombayı da yerleştiriyor. Ama milyarder Bruce Wayne, nam-ı diğer Batman tek başına alt ediyor onları. Joker’in tek isteği Batman’den saygı görmek.

Batman, Gotham’ın açıklarında şatosunda tek başına yaşıyor. Ama daima yanında olan sadık hizmetkârı Alfred de var yanında. Aslında Batman aşkı arıyor. Şatosundaki sinemasında tek başına Cameron Crowe’un “Jerry Maguire-Yeni Bir Başlangıç” romantik filmini izlemek. Aile olmak. Hayatının kadını neredeydi şimdi? Aslında uzakta değildi. Emekli olan polis müdürünün Harvard görmüş kızı Rosario şehre geliyor polis müdürü olmak için. Onu davette görünce hemen tutuluyor Batman. Parti de Dick adında bir yetimi de evlâtlık ediniyor farkına varmadan. Dick de kendine Robin adını takıyor sonra.

Batman, çetesiyle hapse atılan Joker’i serbest bırakıp, gökyüzündeki Fantom (Hayalet) bölgesine yolluyor. Rosario da onu hücreye atıyor. Ama Joker kurnaz ve Fantom bölgesinde de rahat durmuyor ve yine Gotham’a saldırıyor. Sonuçta iyiler kazanacaktı. Tıpkı sonu mutlu biten filmlerdeki gibi perde beyaz olarak bitecekti. Öyle de oluyor.

(08 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Duvar

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Duvar, nam-ı diğer The Wall. “Duvar” deyip hor görme garibi. Nice dünya güzelleri, yeryüzü yakışıklıları yürüdü, geçti önünden. (31 Ocak 2017)

Geleceği tahmin etme becerisi en çok ses sanatçılarımızın ailelerinde bulunuyor sanırım. Soyadlarına dikkat ederseniz Tatlıses, Gürses, Şenses, Güzelses, Bülbülses’lerin aileleri daha evlatları dünyaya gelmeden onların ses sanatçısı olacaklarını öngörmüşler ki ailelerinin soyadlarını ses’lendirmişler. Bendeniz de bu uygulamadan ve şu an içinde bulunduğum sektörden ilham alarak soyadımı Tatlıfilm, Gürfilm, Şenfilm, Güzelfilm, Bülbülfilm veya Tatlısinema, Gürsinema, Şensinema, Güzelsinema, Bülbülsinema olarak değiştirmeyi düşünüyorum. Sadi Tatlısinema veya Sadi Güzelfilm olur mu? Henüz karar veremedim, siz ne dersiniz? (“O soyadları ses sanatçılarımızın şöhret basamaklarını tırmanmaları için kullandıkları takma adlardır” diye bazı arkadaşlar konuya hemen müdahil olup akıl vermesinler lütfen. Öyle olduğunu ben de biliyorum ve bu saatten sonra soyadımdan da vazgeçecek değilim tabi ki. Ne de olsa o şekilde meşhur oldum; bu duruma meşhurluk denmese de sağ olsunlar bazen duayen diyorlar.) (01 Şubat 2017)

Gemilerde talim var. (“Gemicik” yazsam yanlış anlaşırım deye* böyle yazdım. Fotoğrafı otobüs içinden çektim. Camdaki “Acil Çıkış” yazısı da konuya uydu sanki. Hani talim, hoplama, zıplama vs. vs. gibi.)
*Rahmetli Özdemir Asaf malum kelimeyi böyle yazardı. (01 Şubat 2017)

Kısa boylu arkadaşlar genelde boylarından şikâyet ederler. Hiç etmesinler, çünkü uzun boylu olmak daha kötü. 1.83 boyumla pek selvi boylu olmasam da ben bile bazen rahatsız oluyorum uzunluğumdan. Sinemada, tiyatroda arkamıza denk gelenler, oyunun, filmin olur olmaz yerinde dürterler bizi, “Perde görünmüyor, kafanızı eğer misiniz?” diye taciz ederler. Taciz olmasa da uzunluğun verdiği tedirginlikle koltukta büzüldükçe büzülürüz. Mesela kısa boylu olarak hiç duydunuz mu “Beyefendi kafanızı biraz yukarı kaldırın da perdenin yarısı kapansın.” diye. Mümkün değil, duymamışsınızdır. Bazen seslenirler “Uzuuun baksana” diye, “Kısaaa bak bana.” diyene rastladınız mı? Rastlamadınız tabi ki. Bazen tarifi bile uzun adam üzerinden yapanlar olagelmiştir. “Bak teee oradaki uzunun önünde durduğu dükkân.” derler. “Kısanın yan tarafındaki kebapçı.” demezleeer. (02 Şubat 2017)

“Yeni Nesil Ajan” filminin afişinde IMAxXx esprisi. (01 Şubat 2017)

Kantarın topuzunu kaçırıp sürekli mağdur olduğunuzdan ve suçunuz olmadığından bahsederseniz, farkında olmasanız dahi kendi aleyhinize çalışıyorsunuz demektir. Bir müddet sonra insanlar sizin mağdur olmadığınıza ve suçun kesinlikle sizde olduğuna inanmaya başlarlar. Çünkü işin suyunu çıkardınız, inanılmaz oldunuz. (05 Şubat 2017)

“Bir çiçekle bahar gelmez” deyip gülü, yasemini, menekşeyi hor görme, sadece sana değil görüntü ve kokularıyla tüm doğaya mutluluk saçıyorlar. (05 Şubat 2017)

Milliyet Gazetesi’nin ekini tetkik ederken üstad R. Hakan Kırkoğlu’nun köşesine takıldım. Kırk yılda bir burcuma bakayım dedim, bulamadım. Kova Burcu’nu göremeyince tarih aralığına baktım, Saka Burcu yazıyor. 67 yaşımdan sonra Yeni Türkiye’de burcumun da değiştiğini gördüm ya artık sen sağ ben selamet. (05 Şubat 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları:

Üzüntü insanı olgunlaştırır. (Dixie, Yön: Edward Sutherland.)

Hepimiz çocukluğumuzu özleriz; en kötümüz bile. (Vahşi Belde-The Wild Bunch, Yön: Sam Peckinpah.)

(07 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Güzel Adam Süreyya

Bir insanın yaşamı, her kim olursa olsun, her nerede yaşıyorsa yaşasın, her ne yapıyorsa yapsın muhakkak ki özeldir, önemlidir. Tabii ki, bakmak, bakmayı bilmek, ondaki farklılığı anlamak, anlatabilmek gerekli… Bunu bize sunan filmlere belgesel diyoruz. Belgeseller, yorum da içeren ama aslında izleyicinin yorumunu öne çıkaran çalışmalardır.

Bizim ülkemizde, belgesel denilince akla -her nedense- sadece tarihi değerlerin anlatılması geliyor. Onların da çoğunu yok ettiğimiz için sadece camiler var elimizde… Onları da yeterince anlatabildiğimizi sanmıyorum ya… Bu yazının konusu değil, başka bir yazıda ele alırız.

İnsan, en değerli varlık

Toplumsal belleğimizin olmadığını, eskiyen her şeyin unutulduğunu, unutulanların arkasından hüzünlendiğimizi söyleyip dururuz. O güzellikleri belgelemek isteyenler gerekli bilgiyi, belgeyi bulamaz; bulanlar da daha fazla kazanç getirecek yatırımlara yönelir. Bu, yazmak için de, görüntülemek için de, resimlemek için de geçerli… Resmi ve özel kurumlar da her şeye para bulurlar ama böylesi güzellikleri belgelemeye hiç sıcak bakmazlar.

Bu nedenle, hemen baştan Sompo Japan Sigorta ile İdea Jeneratör’e teşekkürü bir borç biliyorum. Her şey para değildir, bu yapılan, paradan çok daha değerlidir, geleceğe kalacak önemli bir yaşamdır.

Takımın atan kalbi

Maç içerisinde tribünden edilen küfürlere, “Ayıptır, yazıktır.” diyen Süreyya’ya, “Sen hele hiç konuşma, her maçta görüyorum seni, hep yedeksin. Hiç mi oynamaz bir insan…” cevabı, o seyircinin duygusuyla birlikte bilgisizliğini de yansıtıyor. Bilenlerse, Süreyya’yı hep merkezde tutuyor, takımın kalbi olarak niteliyor.

Önemli bir çalışma Güzel Adam Süreyya. Yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran çok titiz çalışmış, yıllara dayanan çekimleri iyi toparlamış. Muhakkak ki eksikleri vardır ama eksiksiz hayat mı olur!

Gözleri doluyor…

Birçok işe girmiş çıkmış Süreyya. Herkese sevdirmiş kendini. Beşiktaş’la sahaya çıkmak en büyük arzusuymuş ve malzemeci olarak her maçta, ister deplasmanda, ister Avrupa kupası maçlarında çıkmış büyük bir gururla.

Anlatırken gözleri doluyor, bu kadar da duyarlı, bu kadar da alçakgönüllü… Gözlerinin içi gülüyor güzel bir şey anlatırken…

Futbolcular, malzemeci Süreyya ile ilgili anılarını aktarırlarken, belli ki kendileriyle en içten ilgilenen, onlara hep yakın davranan bu ağabeylerini unutamıyorlar. Çok insan, futbolcu, yönetici, çalıştırıcı geçmiş takımdan ama Süreyya hep kalmış. Hepsiyle de iyi anlaşmış, hiçbiri kötü söylemiyor, rakip olsalar da artık.

Önce futbol…

Futbolcuların bilinçsizliği üzüyor tabii, ister istemez, izledikçe. Sağlıkta ve hastalıkta Süreyya’yı arayıp soran (dil bilmeseler de “tarzanca” anlaştıkları halde) yabancı futbolcular olmuş. Bizim futbolcularımız, biraz palazlanınca herkesi küçümsüyorlar, film de bunun kanıtı. İstisnalar da var kuşkusuz, onları da izliyoruz zaten…

Yaşamını futbola vermiş, takımı için gece gündüz çalışan Süreyya’nın eşi ve oğluna daha çok yer verilmemesi, futbolun ailesinden de önce geldiğinin göstergesi bana sorarsanız. Eşinin ve oğlunun görüntüde yer alması da, aayıp olmasın, o da bulunsun” kabilinden araya sıkıştırılmış…

İki küçük noktaya takıldım…

Birincisi, Efsane Başkan Süleyman Seba’nın (yanlış mı hatırlıyorum), Süreyya adının kız adı olduğunu söylemesi… Çünkü Beşiktaş’ta Süreyya adlı çok da başarılı bir futbolcu vardı, nasıl unutulur! Hele de Başkan’ın unutması, mümkün değil. Bir hata olmalı…

İkincisi, Yılmaz Erdoğan’ın rol çalması… Dış ses olarak destek veren Erdoğan, haddinden fazla ağdalı yorumlamış elindeki metni.

Devamını bekliyoruz…

Derler ki, ABD’nin bu kadar güçlü olmasının altında, müzelerinin çok olması yatar… Amerika kıtası, daha bilinmezken biz İstanbul’u fethetmiştik ama bizim o kadar müzemiz yok. Buna da bağlı olarak binlerce yıla dayanan kültürel geçmişimizi ne yazdık ne de film yaptık. Bu ilk adım olsun.

Güzel Adam Süreyya, yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran, belgesel… 9 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(07 Şubat 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yapımcı Sabahattin Çetin’den Kültür Bakanı Nabi Avcı’ya Mektup

Sayın NABİ AVCI,

Sayın Bakan, Sinema Destekleme Fonu’nun uygulamalarından mutlu değiliz. Meslektaşlarım için vazgeçilmez değerde olan fonumuzu yöneten kurul, senaryoları değil kişileri değerlendirme yoluna girmiştir. Bu yanlış uygulama bizi derinden endişelendirmektedir. Bir meslek duayeni olarak bunu size bildirmeyi görev kabul ettim.

Fon, birkaç yıldır, idare tarafından açık biçimde sektöre karşı bir silah gibi kullanılmaya başlanmıştır.

Muhalif olarak algılanan kişi veya kurumların hiçbiri destek alamadığı gibi, muhalif kimliği olmayan sadece mesleğini icra etmek isteyen sinemacılar da bu destekten mahrum bırakılmaktadır.

Bu vahim yanlış, sektörün yarısından fazlasının işsiz kalmasına sebep olmaktadır.

Kültür ve sanat alanı özellikle sinema, uzmanlık gerektiren bir alandır. Yıllarca emek verilerek oluşan yaratıcı meslek birikiminin, işsiz ve atıl durumda kalmasının hiç kimseye bir yararı yoktur.

Bunun ülkeyi yönetenlere de bir yararı yoktur.

Sadece bu, ülkemiz sinemasına yapılan büyük bir kötülüktür.

Sinemacılar, esirgediğiniz bu destek yüzünden uluslararası sinema fonlarına başvurmak hakkını da kaybetmektedirler. Çünkü bu fonların çoğu kendi ülkesinden alınan desteği zorunluluk olarak kabul etmektedirler.

Çok değerli birkaç sinemacımızın destek alması teselli vericidir ancak, çoğunlukla destek verilen verilen bazı kişi ve kurumların ciddi anlamda sektörel birikimleri yoktur. Bu da fonumuzdan çıkan paranın çoğu kez heba olması anlamına gelmektedir.

Sayın Bakan, Fonumuza siyaset bulaşmasına izin etmeyin. Sadece filmler çekmek isteyen birçok değerli sinemacıyı küstürüp üzmeyin.

Siz milyonlarca dolar harcayarak ülke tanıtımı yaparken, bu insanlar, yaptıkları küçük bütçeli filmlerle ülkemizin adını en prestijli film festivallerinde duyurmaktadır.

Yasa, fonumuzun yönetimini Meslek Birliklerinden seçilmiş meslektaşlarımıza bırakmasına rağmen, bürokratlarınız siyasal direktiflerle irademizin önüne geçmektedir. Bu haksızlıktır, bu yanlıştan vazgeçilmelidir. Bürokratlarınızın görevi, sadece alınan kararları uygulamak olmalıdır.

Sayın Bakan, oysa çözüm çok basittir;

Uluslararası uygulamalarda olduğu gibi sinema profesyonellerinden oluşan bir fon yönetimi oluşturulmalıdır. Bürokratlarımızın oy hakkı olmadığı bir fon yönetiminde, meslektaşlarımızın sinema değeri taşıyan her projesi karşılığını bulacaktır. Çünkü bizim işimiz sinemadır, siyaset asla değildir.

Mevcut durumda 14 üye ile projeler değerlendirilmektedir. Bu üyelerin büyük bir bölümü sinema kariyerine sahip değildir. Bu yapı ile adil bir değerlendirme yapılması mümkün değildir.

Fonun yönetimi, mesleğin beş temel unsuru sayılan yapımcı, yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni ve oyuncudan oluşmalıdır. Bu göreve meslek birliklerince seçilen üyelerin en az beş adet uzun metraj sinema filminde çalışmış olmaları temel bir kriter olmalıdır.

Sinema profesyonellerinden oluşan bu kurul, en az dört yıl için seçilmeli ve üyeler emeklerinin karşılığında belirli bir ücret almalıdır.

Değerli bir kültür adamı olduğuna inandığımız sayın Nabi AVCI’nın çığlığımızı duyması ve fon yönetimine çeki düzen vermesini diliyoruz.

Saygılarımla.

(06 Şubat 2017)

Sabahattin ÇETİN
(Yapımcı-senarist-dağıtımcı)

Kederin Portresi

Bizde ‘Yaşamın Kıyısında’ adıyla gösterime giren ‘Manchester by the Sea’ sinemada yapılmış en etkileyici matem filmlerinden. Hikâyenin ana karakteri Lee Chandler, Boston’da kapıcılık yapan bir adam. Görevli olduğu blokta kendisine tahsis edilmiş küçük bodrum dairesinde yaşıyor. Binaların önünde biriken karları temizlemek, dairelerin su, elektrik tesisatlarındaki arızaları onarmakla geçiyor günleri. Tek başına içkisini yudumladığı barda kendisine baktığını düşündüğü iki adama saldırmasıyla sakin görünüşlü genç adamın içinde kopan fırtınalara tanık oluyoruz ilk kez.

Acı bir haber geliyor daha sonra. Genç yaşlardaki ağabeyi kronik kalp hastalığına yenik düşmüştür. Defin töreni için yıllar önce terk etmiş olduğu birkaç saat uzaklıktaki memleketi küçük sahil kasabası Manchester’a zorunlu dönüş yaptığında ağabeyin ondan 16 yaşındaki oğlu Patrick’in velayetini almasını istediğini öğreniyor. Ailesi için doğru olanı yapmak istiyor Lee, ancak böyle bir sorumluluk yüklenmeye, hele hele doğup büyüdüğü kasabadan ayrılmak istemeyen yeğeniyle birlikte Manchester’da yaşamaya katlanamayacaktır. Bu ısrarlı reddedişin nedeni ise film ilerledikçe sayfa sayfa öğreneceğimiz Lee’nin trajik geçmişinde saklıdır.

Oyun yazarlığından beyazperdeye geçiş yapan Kenneth Lonergan, yazıp yönettiği hikâyesini krolonojik geriye dönüşler eşliğinde aktarıyor. Paralel bir kurguyla geçmişin mutlu anılarına ve ani gelen trajik olaya tanıklık ediyoruz. Lonergan yaklaşık 2,5 saatlik süresi boyunca öykünün durgun akan ritmini korumayı tercih ediyor. Benzer Hollywood yapımlarının klişe duygusallığından özenle kaçınıyor. Sakin sahil kasabasının günlük rutini içinde acısıyla tatlısıyla hayatın içinden sahnelerle anlatıyor hikâyesini. Karakterlerin ruh hallerini oya gibi işliyor. Bu acelesiz dingin tavır yaşanmış trajedinin hüznünü azaltmıyor, tersine kederin bir portresi haline gelmiş Lee’nin acısını daha derinden hissetmemizi sağlıyor.

Filmi bu denli dokunaklı ve unutulmaz kılan tam da Lonnergan’ın bu tercihi sayesinde gerçekleşiyor. Beyazperdeye adımını attığı beri hiç değişmeyen seçimi bu usta yazar yönetmenin. 2000 yapımı ilk uzun metrajı ‘You Can Count On Me / Bana Güvenebilirsin’ trajik bir trafik kazasıyla başlar. Küçük yaşta ebeveynlerini yitiren kardeşler yıllar sonra doğup büyüdükleri küçük kasabada bir araya geldiklerinde geçmişin acılarıyla hesaplaşmayı denerler. Benzersiz Mark Ruffalo’nun canlandırdığı erkek kardeş, ablası gibi kolay atlatamamıştır erken yaşta ebeveyn kaybını. Yerini yurdunu terk edip yollara vurmuştur kendini. Öykünün finalindeki vedalaşma sahnesi ‘Manchester by the Sea’nin finaliyle benzer hüznü taşır. Lonnergan’ın 2008 yapımı ikinci denemesi ‘Margaret’ feci bir otobüs kazasının yol açtığı travma üzerinedir. Kazaya sebebiyet veren Lisa Cohen, kollarında can veren hiç tanımadığı kadının ölümüyle vicdan azabı çekecektir.

Yakın kayıplarına ilişkin korkuları olduğunu ifade ediyor yönetmen bir söyleşisinde. Trajik kayıpları ve bunun sonucu yaşanan travmaları konu edinen öyküler yazmak onun korkularıyla yüzleşmesinde bir savunma biçimi belki de. Nedeni ne olursa olsun, duygu sömürüsünden özenle kaçınan, yüreğimizi derinden etkileyen hikâyeler üretiyor. Laura Linney, Mark Ruffalo, Anna Paquin gibi güçlü oyuncuları yönetti daha önce. ‘Yaşamın Kıyısında’da ilk kez çalışıyor benzersiz Casey Affleck ile. 2007 yapımı ‘The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’ daki Oscar adayı kompozisyonu ile belleğimize kazınmış olan bu büyük oyuncu, Lee Chandler yorumunda yönetmenin en büyük destekçisi oluyor ve mükemmel performansıyla kederin birebir portresi olarak zihnimize çakılıyor.

(06 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kalbe Sızı Veren Manchester’da

Yaşamın Kıyısında (Manchester by the Sea)
Yönetmen-Senaryo: Kenneth Lonergan
Müzik: Lesley Barber
Görüntü: Jody Lee Lipes
Oyuncular: Casey Affleck (Lee), Michelle Williams (Randi), Kyle Chandler (Joe), Lucas Hedges (Patrick), Mary Mallen (Sharon), C.J. Wilson (George), Gretchen Mol (Elise), Tom Kemp (Stan), Chloe Dixon (Suzy), Heather Burns (Jill), Kara Hayward (Silvie), Anna Baryshnikov (Sandy), Tate Donovan (Hokey Koçu), Matthew Broderick (Elise’in Sevgilisi)
Yapım: Amazon (2016)

Amerikalı yönetmen Kenneth Lonergan’ın “Yaşamın Kıyısında”, ruhu acıtan derin kederin ortasında ayakta durabilmenin filmi. Akademi’den de hak ettiği saygıyı aldı.

Quincy kasabasında. Kış zamanları. Kapıcılık yapan Lee Chandler, dünyanın tüm kederlerini ruhunda toplamış bir insan sanki. Onun dünyasının etrafında dolaşmaya başlanınca bu derin kederin ortasında yüreğin kaldırması zor bir trajedinin olduğu keşfediliyor. Yıllardır Manchester’dan uzak tek başına yaşayan Lee, eşi Randi’den ayrıldıktan sonra kendini boşluğa bırakmış. Bir acı haber onu tekrar Manchester’a sürüklüyor. Filmin içinde dolaşırken, geçmişten düşen anlarla her şey birbirini tamamlıyor.

1962’de New York’ta doğan yönetmen Kenneth Lonergan, Martin Scorsese’nin 2002 yapımı “Gangs of New York-New York Çeteleri” filminin ortak senaryo yazarlığını da yapmıştı. 2000’de “You can Count on Me-Bana Güvenebilirsin” ve 2011’de “Margaret” filmlerini yönetti. Yönetmen, 2016 yapımı “Manchester by the Sea-Yaşamın Kıyısında” filminin anlatımını, Lee’nin yavaşlığı ve sakinliğiyle bütünleştirebilmiş. Fonda duyulan müzikler de bu Lee’nin acılı ruhuyla buluşabilmiş. Film, Massachusetts eyaletinde geçiyor. Manchester, Boston şehrine çok yakın kıyıdaki bir balıkçı kasabası.

Manchester’a yolculuk…

Lee, acı haberi aldığında geçmişteki anlar da zihninden perdeye düşmeye başlıyor. Abisi Joe ve küçük oğlu Patrick’le tekneyle balık avına çıktıkları anları düşünüyor. Sonrasındaysa geçmişteki evi aklına düşüyor. O zamanlar mutluluk zamanlarıydı onun için. Karısı Randy, iki küçük kızı ve bebek oğlu hayatına anlam katıyorlar. Bir dikkatsizlik, bir sorumsuzluk o dayanılmaz büyük trajediyi getiriyor. Evin yanışını sarhoş gözlerle izleyen Lee, bu suçluluk duygusunun cehenneminde şimdi ne yapacaktı? Fonda da da Handel’in Barok dönem ruhu taşıyan ve acı çığlığa dönüşen “Pifa (Pastoral Senfoni) – Mesih” senfonisi duyuluyor bu anda. Büyük Alman besteci George Frideric Handel’den (1685-1759) “Bir Çoban Gibi Sürülerini Besleyecektir; O’na Ulaşın – Mesih” oratoryosu da duyuluyor filmde.

Lee ve etrafındakiler…

Karısından da ayrılan Lee, Quincy kasabasına sığınmış ve cehenneminde yanmayı sürdürüyor. Aile dostları George’dan aldığı haber ona bir acı daha yaşatıyor. Abisi Joe kalp hastalığından ölmüş. Joe’nun alkolik karısı Elise, çocukları Patrick’i de geride bırakıp yıllar önce uzaklara gitmiş. Elise’in nerede olduğunu kimse bilmiyor. Lee, Joe’nun vasiyetiyle Patrick’in velayetini de üstüne almak zorunda kalıyor. Şimdi bir delikanlı olan Patrick’le ne yapacaktı? Quincy’de tek gözlü bir bodrum dairesinde yaşıyor Lee. Ama Joe birçok şeyi düşünmüş. Cenazesini bile. Joe’nun teknesi ve evi de Patrick’e kalmış. Ama onun daha büyümesi gerekiyor. Yeğeniyle zaman geçirmek zorunda kalan Lee, Patrick’i de yakından tanıyor böylece. İki sevgiliyi, Silvie ve Sandy’yi idare edebiliyor. Daha 16 yaşında. Toprak donmuş olduğu için Joe gömülemiyor hemen. Toprak yumuşayıncaya kadar morgda bekleyecekmiş. Bu yüzden olmalı Patrick, buzdolabının dondurucusundaki tavuklardan korkuyor. Cenaze törenine Randi de geliyor. Evlenmiş ve üstelik de hamile. Randi, kalbini kırdığı Lee’den özür diler gibi barışmak ve konuşmak istiyor. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Patrick de annesiyle iletişim kuruyor ve habersizce onu ziyaret ediyor. Annesinin sevgilisi bu ziyaretten mutlu olmuyor. Belki de geçmişin geri gelmesinden korkuyordur. Bundan sonra neler olacaktı?

Yönetmen Lonergan, dingin bir sinematografik bir dille Lee ve etrafındakileri yansıtırken, çarpıcı kurguyla bu dingin insanın içine girerek oradaki fırtınaları yansıtabiliyor. Daha doğrusu cehennemi. Hiçbir şey suçluluk duygusu kadar insanı enkaza çeviremezdi. Lee’nin içindeki fırtınalar öfkeyle dışarı çıkıyordu. Yönetmen çoğu anda kamerayı Lee’nin yanından ayırmamış. Nadiren ayrılsa bile Lee de yakınlarda bir yerde. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde film, yönetmen, senaryo, erkek oyuncu (Casey Affleck), yardımcı kadın (Michelle Williams) ve erkek (Lucas Hedges) oyuncu dallarında Oscar’a aday oldu. Elbette müzik, kurgu ve görüntü dallarında hakkı yenmiş sanki.

(05 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Joe İyi Adamdı ama…

Gecenin Kanunu (Live by Night)
Yönetmen-Senaryo: Ben Affleck
Eser: Dennis Lehane
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Ben Affleck (Joe), Elle Fanning (Loretta), Brendan Gleeson (Thomas), Sienna Miller (Emma), Zoe Saldana (Graciela), Chris Cooper (Şerif Figgis), Remo Girone (Maso), Chris Messina (Dion), Robert Glenister (White), Matthew Maher (RD), Miguel (Estaban), Titus Welliver (Tim)
Yapım: Warner Bros (2016)

Amerikalı oyuncu-yönetmen Ben Affleck’in yazıp yönettiği “Gecenin Kanunu” filmi, modern gangster sinemasına değer katan bir yapıt. Anlatımı ve görselliğiyle bu değeri anlamlaştırıyor.

Film, sepyalaşmış fotoğraf üzerine açılıyor. Ellis Adası’nda yüzleri New York’a dönük göçmen aile geleceklerine mutlulukla bakıyorlar. Altta da Joseph “Joe” Coughlin’in sesi duyuluyor. Sonra I. Dünya Savaşı’ndan cepheden fotoğraflar yansıyor. Etrafında hep iyi insanların ölümüne tanıklık etmiş. Bu ölümlere sebep olanlarsa yaşıyorlar. Filmin bu girişi gerçekten çok önemliydi. Fotoğraflar “nostalji”yi, yaşanmışlığı çağrıştırıyor. Filmin derinliğinde birkaç anda da görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Boston’daki gangsterlerin çatışmalarını hatırlayın.

1926 yılı. Massachusetts’ın Boston şehri. İyi adam olan Joe, ölümlere neden olanları soyarak kendi çapında suç dünyasının içinde yer alıyor. Babası da Boston Emniyeti’nde bir başkomiser olan Thomas Coughlin. Küçük çetenin lideri olan Joe, yeraltının namlı gangster babası Albert White’ın metresi Emma Gould’la da aşk yaşıyor. Son işinden sonra buraları terk edip Emma’yla sıcak yerlere gitmeyi düşlüyor Joe. Ama kaderin ve Emma’nın da planları vardı. Banka soygunu arabanın tutukluğuyla başarısızlıkla sonuçlanıyor. Peşlerine polis düşünce trajediler de yaşanıyor. Çeteden kendisiyle beraber sadece Dion Bartolo kalıyor. Yakalan Joe, polisleri öldürmekle suçlansa da babasının yardımıyla üç yıl yatıp çıkıyor. Ama babası da vefat ediyor. Bir de Maso Pescatore var. İtalyan mafya babasıydı. White’ın da en büyük rakibi. Hapisten çıkan Joe, öldüğünü düşündüğü Emma’nın yasını tutarken White’dan intikam almak için Maso’ya mı katılacaktı. Devir içki yasağının olduğu devirdi. Gangsterlerin ve cazın hükmü sürüyordu. Ekonomik buhran da başlamıştı üstelik..

1972’de Kaliforniya’nın Berkeley şehrinde doğan oyuncu-yönetmen Ben Affleck, çocuk yaşta Hollywood’un tozunu yutmaya başladı. Oyuncu olarak farkına vardığımız, John Frankenheimer’ın 2000 yapımı “Reindeer Games-Soygun” filmiydi. Allen Coulter’ın 2006’daki “Hollywoodland-Hollywood Ülkesi”nde, ölmüş bir aktörün ölümü üzerine üç bakışın yansıdığı film değerliydi. Affleck filmler de yönetiyor. Yönettiği üçüncü film olan 2012 yapımı “Argo-Operasyon: Argo”yla üç Oscar kazanmıştı. Affleck, 2016 yapımı sinemaskop “Live by Night-Gecenin Kanunu” filminde kurgusal hikâyesine gerçeklik katabilmiş. Filmi izlerken gerçek olayların yansıması gibi izliyorsunuz. Fotoğraflar da buna destek veriyor. Fotoğraflar her zaman sinemada yaşanmışlık hissi verir.

Massachusetts’in Dorchester şehrinde 1965’te doğan yazar Dennis Lehane’in birçok romanı Hollywood tarafından kutsandı. 2003’te Clint Eastwood’la “Mystic River-Gizemli Nehir”, 2007’de Ben Affleck’le “Gone Baby Gone-Kızımı Kurtarın” ve de Martin Scorsese’yle de 2010’da “Shutter Island-Zindan Adası” Gerilim-polisiye edebiyatında önemli bir yerde yazar. Ben Affleck’in uyarladığı “Live by Night” romanı 2012’de yayınlandı ve 2013’te Edgar Allan Poe adına verilen “Edgar Ödülü”nü kazandı.

Filmin bir de büyük kameramanı var. Hyannis, Massachusetts-Hyannis’te 1955’te doğan büyük kameramanlarından Robert Richardson, Oliver Stone’un filmleriyle sinemada sağlam yer edindi. Ardından Quentin Tarantino filmleri geldi. Scorsese de bu büyük sanatçıya kayıtsız kalamadı elbette.

İntikam ve aşk…

Joe, Maso’nun emrine girerek Florida’ya gidiyor. Elbette ortağı Dion. Florida’nın Tampa şehrindeki tarihi semt Ybor’a yerleşiyor. İşe hemen koyuluyor. Önünü temizliyor. Şerif Irving Figgis’le tanışıyor. Rom işinden Maso’ya iyi para kazandırıyor. Kübalı güzel siyahî kadın Graciela Corrales’e de âşık oluyor. Kalbindeki Emma aşkı külleniyor muydu? Joe, içki yasağının uzakta olmayan bir zamanda biteceğini düşünüyor. Bu yüzden inşa edilen lüks otelin kumarhane işini bağlamaya da çalışıyor. Şerif Figgis’in Loretta adında kızı var. Oyuncu olmak için Los Angeles’a gidince orada başına kötü şeyler geliyor. Kızı bataktan kurtulmasına yardımcı da oluyor. Sonra Loretta dindar olup çıkıyor. Ama itirafında Tanrı’yı da sorguluyor. Cennetin bu dünyada olduğunu söyledikten sonra trajedi onu bekliyor.

Her şeyin yanında bir de Ku Klux Klan (KKK) çıkıyor ortaya. İçki yasağını delen, kumar oynatmayı düşünen İtalyan ve İrlandalı Katolik suçlulara ceza mı vereceklerdi? KKK’nın militanlarından RD epey sorun çıkartıyor Joe’ya. Elbette geniş final bölümünü sinema perdesinde keşfetmek gerek. Özellikle Maso’nun mekânında geçen anlar görsel açıdan da çarpıcı. Filmdeki şiddet sert miydi? Şiddeti estetik fotoğraflarla yansıtsa da her şey yerli yerindeydi filmde.

(04 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Zaman İlâç mı Yoksa Bıçak mıdır?

Sinema çok ulvi, büyük bir güç… İnsana bir an için kendi yasını unutturup başkasının acısına ortak edebiliyor. Tıpkı Türkçeye Yaşamın Kıyısında olarak çevrilen Manchester by the Sea filminin yaptığı gibi…

Gangs of New York ve Analyze This filmlerinin senaristi “Kenneth Lonergan”ın yazıp yönettiği film her şeyden önce iyi bir yazarın elinden çıktığını her diyalogda hissettiriyor.

Bir matem filmi Yaşamın Kıyısında… Matemle nasıl baş edilir ya da mateme ilâç filmi değil kesinlikle… Bu yüzden alıştığımız filmlerde olduğu gibi kendisinden bir mucize ya da mutlu son beklemeyin. Zaten gerçek hayatta böyle şeyler pek olmaz. Ölüm, ölümdür işte… Gidenin arkasından hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz. Zaman geçer ama her zaman ilâç da olmaz çünkü bazı yaraların merhemi yoktur.

Bir anlık hatası yüzünden çocuklarının ölümüne sebep olan bir adamın yıllar sonra abisinin vefatı sebebiyle trajik geçmişiyle hesaplaşmasını konu alan Yaşamın Kıyısında, ağır dramasına rağmen bir an için bile ajitasyona tuzağına düşmüyor.

Casey Affleck’e “En İyi Erkek Oyuncu” Altın Küre Ödülü kazandıran film bana kalırsa da aktörün bugüne kadar sergilediği en iyi performansı olarak zirveye çıkıyor.

Filmin ayrıca En İyi Film başta olmak üzere; En İyi Yönetmen (Kenneth Lonergan), En İyi Erkek Oyuncu (Casey Affleck), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Michelle Williams), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Lucas Hedges) ve En İyi Orijinal Senaryo (Kenneth Logergan) dallarında Oscar’a adaylığı bulunuyor. Filmin Oscar alıp almayacağı ya da kaç dalda alabileceğini tahmin etmek güç çünkü gerçekten karşısında çok güçlü rakipleri var. Ancak tek bir Oscar kazanmasa dahi bu filmden hiçbir şey götürmez elbette. Nihayetinde sinema tarihi Oscar almayan başyapıtlarla dolu… Dolayısıyla ben bu yıl Oscar’daki film çeşitliliğinden oldukça memnunum. Çeşitli kategorilerde adaylıkları bulunan The Lobster, Arrival, La La Land, The Salesman, Toni Erdmann, Captain Fantastic, Nocturnal Animals ve henüz görme fırsatı bulamadığım ancak çok iyi olduğuna emin olduğum Moonlight gibi çok özel ve kıymetli filmler izledik sene boyunca. Ancak söylemeden geçemeyeceğim şu an hâlâ vizyonda bulunan ve teknik bir dalda da adaylığı bulunan Passengers – Uzay Yolcuları filmi yılın en büyük balonu ve fiyaskosu. Uzun zamandır bu denli her yanından sapır sapır dökülen başarısız bir dev yapım izlememiştim. Tamamen para ve zaman kaybı. En kısa zamanda kendisini bir daha hatırlamamak üzere unutmayı diliyorum.

Tekrar filmimize dönecek olursak, Casey Affleck, Altın Küre’de olduğu gibi “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar adaylığı elde etti. Ayrıca var olduğu her sahnede yüreğimizi titreten ve adeta oyunculuk dersi veren Michelle Williams “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar’a aday. Filmin en güçlü adaylıklarından biri olduğunu ve yüksek ihtimalle heykelciği Williams’ın kucaklayacağını düşünüyorum.

Filmin genç yıldızı ve performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ına aday gösterilen Lucas Hedges’i de çok beğendim. Amcası ile aralarında geçen her bir diyalog muhteşem, çok sahici ve ustaca tasarlanmış. Üstüne Hedges ve Affleck’in leziz performansları eklenince film izlediğinizi unutuyorsunuz.

Mutlu sona alışmış seyirciler olarak finali sizi tatmin etmeyebilir ancak gerçek hayatta da tüm sonların mutlu olmadığı gerçeği ile yüzleşirsek filmin ansızın ve sade finali daha etkileyici bir hale bürünüyor. Çünkü film bitmiyor akmaya devam ediyor, tıpkı hayat gibi… Jenerik akarken aklıma Ceylan Ertem’in şu dizeleri geliyor ansızın:

“Zaman ilâç mıdır, yoksa kalbini yavaşça yaran, yoran bir bıçak mıdır?”

(04 Şubat 2017)

Gizem Ertürk

Devlet Sinemayı Nasıl Destekler?

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün sektör temsilcileriyle birlikte oluşturduğu Sinema Destekleme Kurulu’nun sinema filmlerini destekleme kriterlerini, geçtiğimiz günlerde açıklanan 2017-1 sayılı kararı üzerinden ele alacak, devletin sinemayla ilişkisini resmedeceğiz.

Neden Oluşur Bu Kurul?

Öncelikle bu fonunun sinemacılara sunulan bir lütuf değil, Türkiye’de üretilen filmleri desteklemek için, bizim vergilerimizle devlete verilen bir görev olduğunu hatırlatarak başlayalım. Türkiye Sineması’na ayrılan bu fonu dağıtan kurulun asli oluşum nedeni, sağladığı maddi olanaklarla; bizi ‘iyi’ filmler üretecek ‘iyi’ yönetmenlerle buluşturmak; ‘iyi’ yönetmenlerin ‘iyi’ koşullarda sinema yapabilmesini kolaylaştırmaktır. Ülkemizin bağımsız sinemayla olan imtihanına destekleyici bir katkı sunmaktır.

Nasıl Oluşur Bu Kurul?

Bu kurul, 10 Meslek Kuruluşu temsilcisi ve 4 Bakanlık üyesinden oluşur. Toplamda 14 kişinin oy çokluğuyla desteklerini belirler. Bu seçimin kriterleri, başvuran filmlerin senaryo ve teknik açıdan incelenmesi, proje dosyasının ele alınması, yapılabilirliğinin tartışılması olarak yönetmelikte açıklanırken, fiili olarak bu süreç hiçbir zaman işletilmez çünkü kurul üyeleri ikiye ayrılır: Bu süreci işletme ısrarında olan sinema sektöründen 4-5 kişi ve karşısında politik olarak baskıcı hareket eden, sektörden çok yandaşlıklarıyla seçilen 9-10 kişi. Bu nedenle 9-10 kişi olarak gösterilen kurul, aslında 1 kişi gibi hareket eder. Bu 1 kişiye ister devlet diyelim ister devletli. 2006 yılında yürürlüğe giren bu kurulun üyeleri iki yılda bir değişir. (AKP’nin 2002 yılından beri iktidarda olduğunu unutmayalım) Kelimeleri aynı olan bu kişiler kurduğu farklı cümlelerle filmin ve yönetmenin siyasal iktidarla olan ilişkileri üzerine yorum yapar ve karar verir. Yönetmen ya da yapımcı AKP’li değilse bile iktidara olan itaatini test eder, sorgusuz kabulünü bekler, apolitik olmasından yandaş bir politik tutum çıkarmayı arzular.

Kimlerden Oluşur Bu Kurul?

Öncelikle yukarıda bahsettiğim sinema sektöründen kurula girmeyi başarabilmiş bu dönemki isimleri tanıyalım: SE-YAP/Serkan Çakarer, SENARİSTBİR/Gülin Tokat, BSB/Kerime Şenyücel ve BİROY/Güner Özkul’u filmleri yönetmelikteki gibi tarafsızca ele almaya çalışan sektör temsilcileri olarak tarihe not edelim. SESAM temsilcisi Abdurrahman Keskiner’i ise bir önceki kurulu adil bulmadığı için terk eden bir isim olarak yad edelim. Şimdi de gelelim bu seneki kurulda 9 kişi gibi gözüküp tek vücut gibi hareket eden üyelere. Bakanlığın atadığı devlet temsilcileri: Sinema Genel Müdürü Erkin Yılmaz, TTNET’in Ceo’su Mehmet Demirhan, eski sinema işletmecisi Abdullah Tüze ve Gazi Üniversitesi Gazetecilik bölümünden Mehmet Sezai Türk. Bakanlığın dolaylı olarak atadığı meslek örgütü temsilcileri ise şöyle: TESİYAP/Mahmut Özden, ASİTEM/Müjde Kaynar, FİYAB/Ahmet Edebali (ya da daimi üye Nazif Tunç diyelim) ve SETEM/Semih Kaplanoğlu, SİNEBİR/İsmail Güneş. Semih Kaplanoğlu ve İsmail Güneş’i özellikle “ve” bağlacıyla ayırma gereği duydum. Bu iki yönetmen dışındaki isimlerin sinemayla bağlantısı ‘Bir Annenin Feryadı’ filminin estetiğini aşamamış durumda. Bu iki yönetmen ise Türkiye Sineması’nın önemli bir parçası olmasına rağmen siyasal iktidarla kurdukları çıkarcı ilişkiler sebebiyle yaptıkları filmlerden çok yandaş tavırlarıyla ‘muktedir yönetmenler’ olarak sinema tarihinde hatırlanacaklardır.

Kimleri Destekler Bu Kurul?

Elbette yukarıda belirttiğim sektör dışı çoğunluk ve muktedir yönetmenler destekleyeceği filmleri seçerken ödüllü kısa filmler çekmiş genç sinemacıları veya kendini ispatlamış usta yönetmenleri desteklemiyor. Tabii istisnalar kaideyi bozmadığı için vardır. Bu kurulda ilk filmini gerçekleştirecek yönetmen desteğinde Ercan Kesal’ın ve uzun metraj film yapım desteğinde Nuri Bilge Ceylan’ın desteklenmesi devletin kurduğu düzenin devamlılığının simgesidir, ‘bak biz aslında herkese destek veriyoruz’ demektir. Tabii bu iki usta da siyasal olarak iktidarın yanında yer almasada, iktidar karşıtı bir metne imza atmadığını da unutmayalım. Nitekim, bu yıl destek için başvuru yapan daha önceki kısa veya uzun metraj filmleriyle ulusal ya da uluslararası birçok festivalde ödül sahibi olan yönetmenlerin politik dünya görüşü yüzünden ya da barışı savunan bir metne imza attıkları için desteklenmediği aşikâr.

Bu kurul başvuran bağımsız bir filmi seçerken; senaryoların dramatik yapısından, karakter kurulumundan anlamadığından olsa gerek, filmin söylediği sözün siyasal iktidarla yakınlığını ölçmektedir. Bu kurul, yönetmenin filme yaklaşımını, hikâyesini estetik olarak anlatımını kavrayamadığı için olsa gerek başvuranın sosyal medya hesapları üzerinden politik görüşlerine göre kararını vermektedir. Kaldı ki başvuran projeler kurula toplantıdan 15 gün öncesinde verilmekte ve 15 gün içerisinde yüzlerce filmin (bu yıl 157 uzun metraj film başvurdu) senaryolarının, proje dosyalarının okunması gibi imkânsız bir durum beklenmektedir.

Mesele Nedir?

Mesele, bu kurulun varlığı değil işleyişidir. Kurul, bir devlet kurumunun sinema sektörüyle birlikteliği olarak demokratik ve tarafsız ilerletilmelidir. Kurulun Türkiye Sineması’nı desteklemesi için mesleki yeterlilikte ve politik olarak siyasal iktidarın cümlelerini tekrar etmeyen kişilerden oluşması bu süreç için aslolandır. Sürecin işletilmesinde şeffaflık olmazsa olmazdır. Kaldı ki kurulun verdiği kararlar gerekçeli bir şekilde açıklanmalı ve itiraz mekanizması da kurulmalıdır. Sinemacılarda bu süreçte meslek örgütlerini sahiplenmeli, bağımsız bir sinema için örgütlenmelidir. Sinema için verilen destek sinema için verilmelidir!*

* “Söylenmesi gereken her şey söylendi. Ama kimse dinlemediği için her şeyin tekrar söylenmesi gerekli.” – Andre Gide.

(03 Şubat 2017)

Fadıl Kara

fadilkara68@gmail.com

Gecenin Kanunu -Live by Night-

Yapımcı, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı “Gecenin Kanunu”nda, Ben Affleck, kendisine ve yakınındakilere yapılan yanlışları düzeltme dürtüsüyle, yetiştiriliş tarzına ve kendi ahlâk anlayışına aykırı ama bir o kadar da riskli bir yaşamı tercih eder. Dennis Lehane’in çok satan romanını uyarlarken, 20’li yılların gangsterlerini yeniden taşıyor beyazperdeye, hem de başarıyla…

Sinemanın en çok sevilen, bir döneme damgasını vurmuş gangster filmleri, “Gecenin Kanunu” ile gerçekten güçlü dönüyor. Bu, birkaç yıl içerisinde yeniden gangster filmleri örnekleri izleyeceğimizin işareti olmalı.

Gerçeği gerçekten yaşatmak…

1920’lerde içki yasağı sürerken yaşanan illegal içki satışını ve bu pazarı elinde tutmaya çalışan gangsterleri anlatıyor “Gecenin Kanunu”. Her yerde ve her şeyde olduğu gibi bu gizli hayatın da belirli kuralları, onların diliyle söylersek raconu vardır. Ne kadar güçlü ve başarılı olursanız olun, kadını çalmak katlinizin fermanını imzalamanız demektir. Boston’dan Miami’ye, bir diğer deyişle soğuktan sıcağa yayılan bu gizli hayat neler getirir, neler götürür…

Ben Affleck’in canlandırdığı Joe Coughlin, kendi kurallarını kendisi belirleyen, aslına bakarsanız küçük çetesiyle kendi yağında kavrulan bir soyguncudur. Babası polis amiri olunca ve bizde de hep karşılaşıldığı gibi “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” ve şantaj imkânlarıyla oğlunu korur, kollar. Bir gangsterin kız arkadaşıyla beraberdir ve çekirge hep olduğu gibi üçten, beşten fazla zıplayamaz.

Dünya cennet olmalı…

Gangster filmlerinin olmazsa olmazı, güzel kadınlar, tehlikeli adamlar, polisler, mafya, silahlı çatışmalar, arabalı kovalamacalar… “Gecenin Kanunu”nda da sıralanıyor. Ancak filmi belirleyen coşku ve heyecanı yükselten “Bizim cennetimiz bu dünya” sözleri. Geleceği olmayan kişiler, burada namlunun ucunda yaşayan gangsterler anı yaşamak zorundadırlar, “carpe diem”. Belki o zaman hayatın tadını çıkarabilirler. Hep bir gözü açık uyumak, hep dört bir yanı kollamak zorunda olanlar sevişmenin de güzelliğini yaşayamazlar. Onun içindir ki “dünya cennet olmalı”dır. Zaten ne olacaksa olsundur artık.

Tam bir sinema…

Sinemanın tanımlarından, bana göre en iyisi, “ışık artı zaman eşittir sinema”dır. Bu, aynı zamanda hayatın da tanımıdır. Çünkü sinema hayatı yansıtır beyazperde aracılığıyla bizlere. Onun için de zordur sinema… Ayrıntıları da atlamamak gerekir, görülmeyecek olsa bile o duyguyu yansıtacak hususlar kaçırılmamalıdır. Filmde geçen zaman diliminde, şimdiki gibi siyah giyilmemektedir, kadınlar kahverengi bürünmüştür. Zamana ve zemine uygun giyinilmeli, giyecekler ona göre tasarlanmalıdır. O dönemin gangsterleri jartiyer giyermiş, özenli ve düzenli gözükmek için… Hiç görmesek de Joe Coughlin hep jartiyer takmış… Güvenli duruşuna katkısı olmuş olsa gerek ki başarılı. “Gecenin Kanunu” üzerinde uzun süre durulacak, konuşulacak, zamanla da en iyiler arasında anılacaktır. Kişisel bir umut: Bu yılın önemli ödüllerinden birkaçını alacaktır muhakkak.

Bir başka hayat…

Yeraltında yaşasalar da gündelik yaşamın içindedir gangsterler de… Düşleri, umutları, beklentileri vardır herkes gibi. Herkes gibi sevmeyi, sevilmeyi isterler. Kuşkusuz herkes gibi yanıldıkları da olur. Yukarıdaki sinema tanımı çerçevesinde günümüz Türkiye’sini de görebilirsiniz. İstemez misiniz?

Gecenin Kanunu -Live By Night- Yönetmen Ben Affleck
Oyuncular Ben Affleck, Elle Fanning, Brendan Gleeson, Chris Messina…
3 Şubat’tan itibaren gösterimde.

(01 Şubat 2017)

Korkut Akın

Yoksul Hindistan’dan Zengin Avustralya’ya

Lion
Yönetmen: Garth Davis
Eser: Saroo Bierley-Larry Buttrose
Senaryo: Luke Davies
Müzik: Volker Bertelmann-Dustin O’Halloran
Görüntü: Greig Fraser
Oyuncular: Rooney Mara (Lucy), Nicole Kidman (Sue), Dev Patel (Saroo),David Wenham (John), Priyanka Bose (Kamla), Nawazuddin Siddiqui (Rawa), Aditya Roy Kapoor (Vijay Vora), Eamon Farren (Luke), Tannishtha Chatterjee (Noor), Divian Ladwa (Mantosh), Sunny Pawar (Çocuk Saroo), Abhishek Bharate (Guddu), Khushi Solanki (Çocuk Shekila)
Yapım: Weinstein (2016)

Avustralyalı yönetmen Garth Davis’in “Lion” filmi, yoksullukla zenginliği karşılaştıran güçlü bir yapıt. Yönetmen, küçük bir Hintli çocuğun peşinde büyük meseleleri cesurca perdeye yansıtabiliyor.

Film, 1986 yılında başlıyor. Kamera önceleri yoksul Hint ailesinin peşinde dolaşarak umutsuzca görüntü topluyor. Bu yoksulluktan çıkabilmenin gerçek anlamda imkânı yok. Bu yoksulluk kaderden de bir öte bir şey. Hindistan’ın sosyolojisini kastlarını bilmek gerekiyor. Bununla beraber birçok dil konuşuluyor bu ülkede. Neredeyse İngilizce birbirlerini anlayabildikleri ortak dil. İşte bu Hindistan’dan bir ailenin tragedyası yansıyor. Beş yaşındaki Saroo’nun ailesi öyle yoksul ki. Anneleri Kamla, taşocağında çalışarak çocuklarına bakıyor. Saroo’nun abisi Guddu ve küçük kız kardeşleri Shekila var. Abisi zaman zaman şehir dışında iş aramaya gidiyor Saroo’nun. Saroo, Guddu’yla çalışmak için şehir dışına gittiklerinde istasyonda abisinin izini kaybediyor. Tren vagonuna sığınan Saroo, gözünü açtığında hızla yol aldığını görüyor. Şimdi ne yapacaktı? Vagonda da kimseler yok. Ailesinden 1.600 kilometre uzağa, Kalküta’ya kadar gidiyor Saroo. Hindistan’da her yıl tren kazalarında 15 bin insan ölüyor. Neden mi? Zorlukla buldukları işlerini kaybetmemek ve açlıktan ölmemek için.

Avustralyalı yönetmenin ilk uzun filmi. Yönetmen kısa filmler ve belgesel çekti daha önce. Yönetmen “Mary Magdalene” (Mecdelli Meryem) filmi üzerinde çalışıyor. Aslında yönetmen hakkında pek bilgiye ulaşılamıyor. Belki bundan sonra bilgimiz çoğalabilir. 2016 Avustralya yapımı sinemaskop “Lion” filmi, gerçek olaylardan yola çıkmış. Yönetmenin final bölümünde sürprizi de vardı.

Saroo’ya zorlu yıllar…

Kalküta’da insanlar Bengalce konuşuyor. Bu yüzden derdini pek anlatamıyor küçük Saroo. Sokaklarda kalıyor. Kendi gibi kayıp çocuklara tanık oluyor. Evsizler ve açlar. Hindistan’da her yıl binlerce çocuk kayboluyormuş. Çoğu da Saroo gibi şanslı değil. Saroo, tren yolunda yürürken, genç kadın Noor’la karşılaşıyor. Noor onu evine götürüp önce karnını doyuruyor, sonra da yıkıyor. Bunu yapmasının nedeni vardı. Bunu anlayan küçük Saroo, oradan kaçıyor. Zaman da geçip gidiyor. 1988 yılı. Çöplüklerde karnını doyurmaya çabalayan Saroo’nun bulduğu kaşık kaderini de değiştiriyor.

Kendini kayıp çocukların bulunduğu yuvada bulan Saroo, bir süre sonra Avustralya’nın Tazmanya Adası’na doğru uçuyor. Onu orada Brierley ailesi bekliyor. Çok iyi insan olan Sue ve John Brierley çifti, ona ülkenin zenginliğiyle beraber muhteşem bir gelecek hazırlıyor. Brierley ailesi, Hindistan’dan Mantosh’u da evlâtlık ediniyorlar. Mantosh, çok farklı bir çocuk. Büyüyünce de farklılığı sürüyor.

Ya geride kalanlar?..

Yıllar sonra genç Saroo, otelcilik eğitimi görürken, güzeller güzeli Lucy’yle de tanışıyor. Belki de hep aklında olan, ama cesaret bulamadığı şeyi yapmak istiyor. Hindistan’da bıraktığı ailesini bulmak. “Google Earth” üzerinde çalışan Saroo, ailesini ihmal etse de rüyalarına kavuşuyor. Adını yanlış söylediği şehri bulan Saroo, hemen Hindistan’a doğru yola çıkıyor. Onu orada ne bekliyordu? Geride bıraktıkları duruyor muydu? Sinema perdesinde keşfetmek gerek.

Filmin görselliği de gerçekten çarpıcı. Havadan hem Hindistan’ın hem de Avustralya’nın görüntüleri insanı fotoğraf sanatı tarafıyla da etkiliyor. Yönetmen, estetik olarak yoğunlukla “kararma” tekniğini kullanmış. Zaman geçişlerine destek olmuş bu teknik. Müzikler de önemli. Yönetmen, Saroo çocukken yaylı çalgıları daha bir öne çıkartmış. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Saroo büyüdükten sonra bu defa daha çok öne çıkansa piyano tınılarıydı. Yaylılar da altta hafifçe duyuluyordu. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde tam altı dalda Oscar’a aday oldu. Adaylıkları film, uyarlama senaryo, görüntü, müzik, erkek oyuncu (Dev Patel) ve yardımcı kadın oyuncu (Nicole Kidman)… Saroo’nun anlamı da sonda öğreniliyor.

(01 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Seni Şimdiden Özledim

52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin başlamasından birkaç ay önce Antrakt Sinema Gazetesi’nin sahibi Deniz Yavuz aradı, festival kataloğunu hazırlama görevinin kendisine verildiğini bildirdi. Rahmetli yazar arkadaşımız Orhan Ünser’le birlikte yerli sinemamız hakkında her olayı, bilgiyi takip ettiğimizi bildiğinden, kataloğa koymayı düşündüğü, sinemamızın bir önceki yıl kaybettiği değerleri sanatçılarımızı hatırlatacak ve anmamıza vesile olacak bir yazı hazırlamamı istemişti. “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” başlığı ile hazırladığım bu anma yazısı o yılki festivalin kataloğunda yayınlandı. 53. festivalde de benzer bir talep geleceği düşüncesiyle doğal olarak o tarih itibariyle notlarımı daha dikkatli ve titiz bir şekilde devam ettirdim. 53. festival ilgililerinden herhangi bir talep gelmeyince bu notlarımı aşağıda yayınlıyorum.

Sanatçıların kaderidir, yaşarken onları alkışlar, iltifatlar, ödüller yağdırır, göklere çıkarırız ancak bu dünyadan göçüp gitmelerinden sonra unutuveririz. Hanımla aile büyüklerimizin yattığı Zincirlikuyu Mezarlığı’na ne zaman gitsek hemen yanlarında bulunan Güzin Özipek, Aydın Tezel ve Necati Cumalı’nın mezarları başlarında da birer Fatiha okuruz. Sizler de öyle yapın.

52. Uluslararası Antalya Film Festivali kitabında kayda geçen son kaybımızdan sonra meçhule uğurladığımız sevdiğimiz, saydığımız ve unutmayacağımız aşağıdaki sinema sanatçılarımızı rahmetle anıyoruz.

2015 yılının Kasım ayı iki oyuncu, Erol Alpsoykan, Atilla Arcan ve bir yönetmenimiz, Oğuz Gözen ile sinema filmlerinde köpek eğitmenliği yapan İsmail Efe Yıldız’ı aramızdan aldı. Babadan sinemacı ve gerçek adı Atilla Gürses olan Atilla Arcan’ı yönetmenlik yaptığı filmleriyle de hatırlıyoruz ve bu vesileyle Hababam Sınıfı filmlerinde özel okul sahibini canlandıran babası Muharrem Gürses’i de rahmetle anıyoruz. Beyoğlu ve merkezî semt sinemalarında, yaptığı C sınıfı filmlerine yer bulamayan yönetmen Oğuz Gözen’in kaderi ise filmleriyle Anadolu’nun dar gelirli sinemalarını ihya etmekti.

2015 son ayı Aralık veda ederken Osman Betin, Mithat Esmer, Remzi Evren ve Şefik Döğen adlı oyuncularımız ile Aşkın Yazıcı adlı kamera arkası çalışanımızı da beraberinde götürdü. Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala filminde, kendi hayatından kesitleri başarılı bir şekilde perdeye yansıtan Mithat Esmer aynı zamanda yönetmenin amcasıydı ve rol aldığı tek filmle sinemamızın unutulmazları arasına girmeyi başardı. Sinemamızın önde gelen komedi oyuncuları arasında yerini alamayan Şefik Döğen’in şanssızlığı belki de bir türlü gerçek kabiliyetini gösterebileceği filme denk gelememesiydi.

2016’nın aramızdan aldığı ilk sanatçımız müzisyen Ergüder Yoldaş oldu. Hayatının son yıllarında Büyükada’da inzivaya çekilen ve insanlardan uzak bir yaşam süren Yoldaş, Demiryol filmine yaptığı müzikle sinema tarihimize de yazıldı. Ocak ayındaki diğer kaybımız Ülkü Ülker olurken, Şubat ayında sinema yazarı ve Akademisyen Veysel Atayman aramızdan ayrıldı. Bir zamanlar Antalya’nın neredeyse tüm sinemalarına hükmetmiş olan sinemacı yazar Şener Akıncılar, 06 Mart 2016 tarihinde vefat etti ve Güzeloba 2 Mezarlığı’na defnedildi. Antalya Film Festivalleri sırasında Antalya’da olan ebedi istirahatgâhlarının ziyaretleri gelenek haline dönüşen Hayati Hamzaoğlu ve diğer sanatçılarımız ziyaret edilirken gönül Şener Akıncılar’ın da hatırlanmasını arzu ediyor.

Nisan ayında aramızdan ayrılan Aydın Tansel şarkılarıyla birkaç filmimize, Attila Özdemiroğlu ise müzik düzenlemeleriyle onlarca filmimize katkıda bulundu. Erhan İpar ve Çetin İpekkaya yaptıkları başarılı seslendirmelerle birçok filmimize emek verdiler. Adnan Mersinli’yi genellikle Cüneyt Arkın’ın tarihi filmlerinde yanında gezdirdiği kader arkadaşı rolleriyle hatırlıyoruz. Şarkıcı, oyuncu ve yapımcı Erol Solak ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni lâkabıyla anılan Ülkü Erakalın da 2016’nın Nisan ayında aramızdan ayrıldı. Erakalın, Türkan Şoray’la film çektiği gibi vamp kadın olarak ün yapan Arzu Okay ve Zerrin Egeliler’le de filmler yapmaktan çekinmedi.

Sinemamızın farklı rollere çıkan oyuncuları Romalı Perihan (gerçek adı Perihan Benli), Heyecan Başaran ve Oya Aydoğan, Mayıs ayında aramızdan ayrıldılar. 1950’li yılların oyuncularından Heyecan Başaran, Muhsin Ertuğurul’un yönettiği ilk renkli filmimiz Halıcı Kız’da oynadı. Kısa film yönetmen ve senaristi Serkan Erkök ve yönetmen Orhan Çetin, Mayıs ayında kaybettiğimiz diğer sanatçılarımızdı.

Davudi sesiyle hatırlanan spiker, oyuncu ve seslendirme sanatçısı Alp Buğdaycı, 01 Haziran’da aramızdan ayrıldı ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Kendisine yaşlılığı hiç yakıştıramadığım oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı, Köpekler Adası filmiyle 34. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Tanju Gürsu, 07 Haziran’da hakkın rahmetine kavuştu. Haziran ayı, bir başka kısa filmci Caner Ceyhan’ı da aramızdan alırken, Nisvan: Tarihe Adını Yazdıran Kadınlar adlı filmde kendisini canlandıran ünlü yazar Hakkı Devrim, Kilyos’ta toprağa verildi. Sevilen oyuncular Nezih Tuncay, Mehmet Ege, Emrah Altındağ, Haziran ayındaki oyuncu kayıplarımız oldular. Haziran ayında kaybettiğimiz diğer sanatçılarımız Ses Mühendisi Demir Arakon ile nev-i şahsına münhasır gitaristimiz Asım Can Gündüz oldu. Gündüz, Mc Dandik ve Dansöz adlı filmlerle beyazperdede göründü.

Temmuz ayı, kimisi tek, kimisi birden fazla filmle sinemamızın çeşitli dallarında hizmet vermiş olan sanatçılarımızı aramızdan aldı: Turgay Şeren (Futbolcu), Erol Batıbeki (Işıkçı), Adnan Şahin (Renk Uzmanı), Aydın Ungan (Oyuncu), Çetin Can (Işık Şefi), Işıl German (Ses Sanatçısı), Hüseyin Altın (Ses Sanatçısı). Sinemamızın bir başka kadersizi Leyla Sayar da 22 Temmuz’da aramızdan ayrıldı ve Merkez Efendi Mezarlığı’nda toprağa verildi. Sayar, şöhrete kavuştuktan sonra hayatını sade şekilde devam ettiren ve maneviyata yönelen ilk akla gelen sinema sanatçılarımızdandır. Daha sonra Ayşe Şasa, Necla Nazır ve Kudret Şandra da maneviyata yöneldiler.

03 Ağustos’ta vefat eden efektör Ayhan Arlı’nın acısı henüz tazeyken 07 Ağustos’ta hayatını kaybeden Boom Operatörü Sabri Livan, Silivrikapı Mezarlığı’na defnedildi. Ağustos ayında yazar, senarist ve yönetmen Hüseyin Alemdar’ı Ankaralılar’a emanet ettik. Bir motorsiklet kazasında talihsiz bir şekilde kaybettiğimiz sevilen komedi oyuncumuz İsrafil Köse’ye rahmet diliyoruz. Duayen oyuncumuz Çetin Öner’le bir Adana Altın Koza Film Festivali ödül töreninde aynı masada, yan yana yaptığımız sohbeti gözlerimiz buğulanarak hatırlıyoruz. Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan, yaşamının son anına kadar yolundan dönmeyen, hep aydınlık, hep ilerici, hep yol gösterici yazar, şair, senarist yönetmen Vedat Türkali’yi Zincirlikuyu’da sonsuzluğa uğurladık.

Hüzün mevsimi Eylül, önce, yüzünden gülücük eksik olmayan, sevilen başrol oyuncularımızdan Mahmut Hekimoğlu’nu aramızdan aldı, O’nu Sakarya’nın Hendek ilçesi Kalayık köylülerine teslim ettik. Sinemamızın bebek yüzlü aktörü Tarık Akan önceleri salon filmlerinde, sonraları çoğu sinema tarihimize yazılmış sosyal mesajları güçlü filmleriyle sinemasal hafızamızda yerini daima muhafaza edecek. Eylül’de giden bir başka duayen, Sinema Tarihçisi, Eleştirmen, Yazar Giovanni Scognamillo oldu.

Ekim ayının sevenlerini üzen ilk sanatçısı Efeminya Özmavridis oldu. Özmavridis, Deniz Tanyeli adıyla 1950’li yıllarda onlarca filmin başrolünde oynayarak hayranlarının gönlünde yer edinmişti. Nereye defnedildiği konusunda yaptığı araştırma sırasında bize de danışan bir hayranının, hakkında hazırladığı bir kitabının yakında yayınlanacağını da bu vesileyle duyurmuş olalım. İnternet ortamında aradığınızda bulacağınız ilk fotoğraf olan, yukarıdaki görselini bir filminin fragmanından alıp sitemizdeki taziyemizde kullanmıştık. Toprağı bol olsun. 14 Ekim’de vefat eden Ümit Utku, seveni kadar sevmeyeni olsa da sinemamızın köşe taşlarından biridir. Ümit Utku’nun önceleri çocuk oyuncu olarak tanıdığımız oğlu Menderes Utku’nun ortak olduğu sinema grubu şu anda el değiştirse de ülkemizin en büyük sinema zinciri olarak biliniyor. Senarist, oyuncu Ali Fuat Kalkan 17 Ekim’de, makinist ve sinema sektörümüzün 35 mm film makinelerinin bakım ve kurulum ustası Turgut Orhan ise 29 Ekim Cumhuriyet bayramında hakkın rahmetine kavuştu. Orhan Usta, Beyoğlu, Beşiktaş ve Şişli’de makine dairesine uğramadığı hiçbir sinema yok diye anlatılmaktaydı.

“Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan” olarak daima birlikte anılan sevilen tiyatro oyuncularımızdan, sinemada da oyuncu ve seslendirme sanatçısı olarak görev yapmış olan Gönül Ülkü Özcan, eşi Gazanfer Özcan ile birlikte nice mutlu yaz mevsimlerini geçirdikleri Silivri’deki bahçeli evlerinde hayata veda etti. Evlerinin önünden geçen ve kendilerini tanıyıp, el sallayan, istisnasız tüm sevenlerine gülücükle cevap verirlerdi. O zamanlar oralardan geçerken Cüneyt Arkın’a da küçük oğullarıyla birlikte yeşillikler arasında futbol oynarken rastlayabilirdiniz. Rahmetli babamın aynı zaman aralığında Cüneyt Arkın’la birlikte erken saatlerde balık tuttuğu da olmuştur. Kasım ayında kaybettiğimiz diğer sektör insanlarımız Mete Dönmezer (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı), Alaaddin Us (Besteci, Şarkıcı), Münir Akça (Oyuncu), Mithat Alam (Oyuncu, Sinefil), Akın Paşaoğlu (Oyuncu) oldu. Sinemamızın en sempatik komedi oyuncularından Necdet Tosun’un oğlu Erdal Tosun’u 30 Kasım’da, en verimli çağında talihsiz bir kaza sonucu kaybettik.

2016 yılının Aralık ayında sinema sektörümüzden sadece Akademisyen Yazar ve Çevirmen Ertan Yılmaz hayata veda etti ve İzmir Karşıyaka Örnekköy’de defnedildi.

İnsanlar fani, görüntü sonsuz olduğundan onları daima hatırlayacağız ve hatırlanacaklar, mekânları cennet olsun.

Tesbit edebildiğim kadarıyla meslekleri ve nereye defnedildiklerini de ekleyerek ebediyete uğurladığımız sanatçılarımızı aşağıda liste olarak da belirtiyorum:

Erol Alpsoykan (13 Kasım 2015), Oyuncu
Atilla Arcan (16 Kasım 2015), Oyuncu, (Küçükyalı)
Oğuz Gözen (23 Kasım 2015), Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu, (Üsküdar Bülbülderesi)
İsmail Efe Yıldız (25 Kasım 2015), Köpek Eğitmeni, (Bahçeköy)
Osman Betin (16 Aralık 2015), Oyuncu
Aşkın Yazıcı (26 Aralık 2015), Kamera Arkası Çalışanı, Ses Kayıt Elemanı
Mithat Esmer (27 Aralık 2015), Oyuncu
Remzi Evren (07 Ocak 2016), Oyuncu, Sanat Yönetmeni, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Şefik Döğen (14 Ocak 2016), Oyuncu, Senarist, Yapımcı (Zincirlikuyu)
Ergüder Yoldaş (25 Ocak 2016), Müzik Düzenleme
Ülkü Ülker (31 Ocak 2016), Oyuncu, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Veysel Atayman (21 Şubat 2016), Akademisyen, (Silivrikapı)
Şener Akıncılar (06 Mart 2016), Sinemacı, Yazar, (Antalya Güzeloba 2)
Aydın Tansel (01 Nisan 2016), Şarkıcı, Besteci, Oyuncu, (Bodrum’da Vefat Etti)
Erol Solak (01 Nisan 2016), Yapımcı, Oyuncu
Erhan İpar (04 Nisan 2016), Tiyatrocu, Seslendirme Sanatçısı, (Ümraniye Hekimbaşı)
Ülkü Erakalın (06 Nisan 2016), Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu, Kurgucu, Müzisyen, (Kasımpaşa Kulaksız)
Adnan Mersinli (18 Nisan 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Ayazağa)
Attila Özdemiroğlu (20 Nisan 2016), Besteci, (Zincirlikuyu)
Çetin İpekkaya (25 Nisan 2016), Oyuncu, Senarist, Seslendirme Sanatçısı, (Berlin)
Perihan Benli (Romalı Perihan) (05 Mayıs 2016), Oyuncu, (Ayazağa)
Heyecan Başaran (10 Mayıs 2016), Oyuncu, (Kilyos Ağlamış Dede)
Oya Aydoğan (15 Mayıs 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Zincirlikuyu)
Serkan Erkök (23 Mayıs 2016), Yönetmen, Senarist, Oyuncu
Orhan Çetin (24 Mayıs 2016), Yönetmen
Alp Buğdaycı (01 Haziran 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Spiker, (Karacaahmet)
Tanju Gürsu (07 Haziran 2016), Oyuncu, Yapımcı, Yönetmen
Caner Ceyhan (11 Haziran 2016), Yönetmen, Yönetmen Yardımcısı
Mehmet Ege (12 Haziran 2016), Oyuncu, (Ankara Karşıyaka)
Hakkı Devrim (15 Haziran 2016), Yazar, Oyuncu, (Kilyos)
Emrah Altındağ (16 Haziran 2016), Oyuncu
Demir Arakon (19 Haziran 2016), Ses Mühendisi
Asım Can Gündüz (24 Haziran 2016), Müzisyen, Oyuncu, (Kanlıca)
Nezih Tuncay (29 Haziran 2016), Oyuncu, Senarist, (Kartal Maltepe)
Turgay Şeren (07 Temmuz 2016), Futbolcu, Oyuncu
Erol Batıbeki (08 Temmuz 2016), Işıkçı, Oyuncu (Üsküdar)
Adnan Şahin (12 Temmuz 2016), Renk Uzmanı, Oyuncu, Kurgucu
Aydın Ungan (14 Temmuz 2016) Oyuncu
Çetin Can (16 Temmuz 2016), Işık Şefi, (Ümraniye Ihlamurkuyu)
Işıl German (17 Temmuz 2016), Ses Sanatçısı, Oyuncu, (Kuşadası Adalızade)
Leyla Sayar (22 Temmuz 2016), Oyuncu, (Merkez Efendi)
Hüseyin Altın (23 Temmuz 2016), Ses Sanatçısı, Oyuncu, (Sütlüce)
Ayhan Arlı (03 Ağustos 2016), Efektör, Oyuncu
Sabri Livan (07 Ağustos 2016), Boom Operatörü, (Silivrikapı)
Hüseyin Aydemir (19 Ağustos 2016), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Ankara Cebeci)
İsrafil Köse (22 Ağustos 2016), Oyuncu, Yapım Asistanı, (Kocasinan)
Vedat Türkali (29 Ağustos 2016), Senarist, Yönetmen, Yazar, (Zincirlikuyu)
Mahmut Hekimoğlu (10 Eylül 2016), Oyuncu, Yapımcı, (Sakarya Hendek Kalayık Köyü)
Çetin Öner (14 Eylül 2016), Oyuncu, Senarist Yapımcı, Yönetmen, (Ankara Karşıyaka)
Tarık Akan (16 Eylül 2016), Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı, Yazar, (Bakırköy Zuhuratbaba)
Giovanni Scognamillo (08 Ekim 2016), Sinema Tarihçisi, Eleştirmen, Yazar, Oyuncu, Yapımcı, (Feriköy)
Deniz Tanyeli (13 Ekim 2016), Oyuncu, (Şişli Rum Ortadoks)
Ümit Utku (14 Ekim 2016), Yapımcı,Yönetmen, Senarist, Oyuncu, (Zincirlikuyu)
Ali Fuat Kalkan (17 Ekim 2016), Senarist, Oyuncu
Turgut Orhan (29 Ekim 2016), Makinist, 35 mm Makine Bakım Kurulum Ustası (Zincirlikuyu)
Gönül Ülkü Özcan (02 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Yapımcı, (Karacaahmet)
Mete Dönmezer (16 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Alaaddin Us (20 Kasım 2016), Besteci, Şarkıcı, (Kartal Başıbüyük)
Münir Akça (27 Kasım 2016), Oyuncu (Ordu Perşembe)
Mithat Alam (28 Kasım 2016), Oyuncu, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi Kurucusu, (Rumelihisarı Aşiyan)
Akın Paşaoğlu (28 Kasım 2016), Oyuncu, (Alanya)
Erdal Tosun (30 Kasım 2016), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, (Sarıyer)
Ertan Yılmaz (17 Aralık 2016), Akademisyen, Yazar, Çevirmen, (İzmir Karşıyaka Örnekköy)

(31 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Madencilik Dünyasında Vahşi Savaş

Altın (Gold)
Yönetmen: Stephen Gaghan
Senaryo: Patrick Massett-John Zinman
Müzik: Daniel Pemberton
Görüntü: Robert Elswit
Oyuncular: Matthew McConaughey (Kenny), Edgar Ramírez (Mike), Bryce Dallas Howard (Kay), Stacy Keach (Clive), Bruce Greenwood (Mark), Corey Stoll (Brian), Toby Kebbell (Paul), Bill Camp (Hollis), Joshua Harto (Lloyd), Timothy Simons (Jeff), Craig T. Nelson (Kenny), Macon Blair (Connie)
Yapım: TWC-Dimension (2016)

Amerikalı yönetmen Stephen Gaghan’ın “Altın” filmi, gerçek olaylardan yola çıkarak doğayı ve kendilerini mahveden madencileri anlatıyor. Filmde yoksulluklar da yansıyor.

1981 yılı. Nevada’nın Reno şehri. Büyükbabasının birkaç katırla geldiği, elleriyle kazdığı madeni babası büyük bir şirkete dönüştürmüş Kenny Wells, sevgilisi Kay’i etkilemeye çalışırken Kenny’nin hikâyesi başlıyor. Artık yorgun babası işi ona bırakıyor. 1988 yılı. Kenny iflâsın eşiğinde. Şimdi ne olacaktı? Ama onun hayalleri vardı. Her zaman yeniden başlama gücü olmalıydı. Bunun için de hayallere ihtiyaç vardı.

1965’te Kentucky-Louisville’de doğan yönetmen Stephen Gaghan, önemli filmlerin senaryo yazarı olarak sinemada kendini fark ettirdi.
Senaryo yazarı olarak William Friedkin’in 2000’deki “Rules of Engagement-Vur Emri” ve Steven Soderbergh’in yine 2000’deki “Traffic-Trafik” hemen öne çıkıyor. 2005’te yönettiği ikinci filmi “Syriana” ülkemizde gösterilmişti. Yönetmen bu filminde, Amerika’nın Ortadoğu’daki suçlarını, günahlarını anlatıyordu. Bu filmde, İslamcı teröristlerin nasıl palazlandığı da cesurca anlatılıyordu. Yönetmen Gaghan, 2016 yapımı sinemaskop “Gold-Altın” filminde de altın madenciliğindeki sömürü düzenini cesurca yansıtabiliyor.

En başta filmin görselliğinin çarpıcılığını belirtmeli. Endonezya’nın balta girmemiş zümrüt yeşili ormanları ve uzayıp giden nehirleri insana huzurlu anlar yaşatıyor. Ama buradaki yoksulluklar da bu güzelliklerin arasında kamerayla yansıyor. Filmin kameramanı büyüktü. 1950 doğumlu Amerikalı kameraman Robert Elswit, Curtis Hanson’dan Stephen Gyllenhaal’a, Paul Thomas Anderson’dan Roger Spottiswoode’a kadar önemli yönetmenlerle çalıştı. Ama 2005’te George Clooney’nin siyah-beyaz “Good Night, and Good Luck-İyi Geceler, İyi Şanslar”, Stephen Gaghan’ın yine 2005’te “Syriana” ve Paul Thomas Anderson’ın 2007’deki “There will be Blood-Kan Dökülecek” filmlerindeki görüntü çalışmaları unutulmazdı.

Bir de filmin müzisyeni var. 1978 doğumlu İngiliz besteci Daniel Pemberton’ı keşfetme zamanı. Tınılarının büyüsü hemen insanı kuşatıyor. Nick Murphy’nin 2011’deki “The Awakening-Öbür Dünyadan”, Jeremy Lovering’in 2013’teki “In Fear-Korku Yolu”, yine 2013’te Ridley Scott’ın “The Counselor-Danışman”, 2016’da Nicole Garcia’nın “Mal de Pierres-Aşk Mektupları” filmlerindeki müzikler hemen ele geçirecek sanatseverleri. Bu bestecinin tınılarına kesin kulak verilmeli.

Endonezya’nın ormanlarında…

Dibe vurmuş ve sürekli içen Kenny, son bir umutla Mike Acosta’yla buluşuyor Endonezya’da. Onu ikna etmesi gerekiyor. Çünkü hayaller paradan da önemliydi belki. Mike onu zorlu bir yolculuktan sonra kendi hayallerini gösteriyor. Kenny, Nevada’da toplayabildiği kadar para toplayınca kazma işleri başlıyor. Her şey kötü giderken, bir de sıtmaya yakalanıyor Kenny. Elbette yoksul halk da. Su arıtma kurulunca duran çalışmalar başlıyor yeniden. Sonra bir mucize oluyor ve Mike altın damarını bulduklarını söylüyor Kenny iyileşmeye başlarken. Endonezya’daki başarı, New York’taki borsa madencilerini de heyecanlandırıyor. Şirket, anlaşmalarla borsada işlem görmeye başlıyor. Ama borsa, Endonezya’nın zümrüt ormanlarından daha tehlikeliydi. Oradaki ayak oyunları hiçbir yerdekine benzemiyordu. Borsacılar, Kenny’nin şirketini yutmak istiyorlar. Ama bunu başaramayınca, Endonezya’daki diktatörle anlaşıp şirketin faaliyetlerini durduruyorlar. Kenny yine iflâs ediyor. Ortağı Mike’ın da planları vardı. O da diktatörün işe yaramaz oğlu Danny’yle iş yapmak. Bunun için de Kenny’nin kaplanın başını okşaması gerekiyor. Artık bundan sonrası beklenmedik ve merak duygusunu ayakta tutan anlarla dolu.

Film sadece görselliğiyle değil, zaman zaman çarpıcı kurgusuyla da kendini fark ettiriyor. Görüntülerin büyük perdede karelere bölünmesi muhteşemdi. Sinema tarihinde etkileyici böyle filmler var elbette. Michael Gordon’ın 1959 yapımı renkli sinemaskop “Pillow Talk-Yastık Sohbeti” filminde, görüntüler “W” harfiyle üçe bölünmüştü. Norman Jewison’ın 1968 yapımı “The Thomas Crown-Kibar Soyguncu” filminde de görüntünün karelere bölünmesi yetkin bir teknikle başarılmıştı. Yönetmen Gaghan’ın “Altın” filmi, sezonun sürpriz filmlerinden. Bu yönetmenin bulunan her filmi görülmeli.

(31 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hatıraların Masumiyeti

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Bir başarı öyküsü: Bugün, ki günlerden 28 Ocak 2017 Cumartesi, Mecidiyeköy Cinemaximum Cevahir Sineması’nda 13:30 seansında bir filme girdim. Ferahlatıcı, bilgilendirici, şenlendirici, huzur veren reklâmlardan sonra birkaç tane yerli film fragmanı gösterildi. Bu fragmanlardan bir tanesini, Fırıldak Ailesi adlı yerli yapım animasyon filminin fragmanını görünce şaşırdım. 03 Şubat’ta vizyona girecek olan bu filmi o saate kadar başrollerinde etli, butlu, kanlı, canlı oyuncuların oynadığı konulu bir kurmaca film sanıyordum, meğer animasyonmuş. 16:00 civarı sinemadan çıktıktan sonra Cumhuriyet Caddesi’nin sol kaldırımından yürüdüm. Gazi Sineması’nı geçip Nişantaşı’na dönen Rumeli Caddesi kavşağına gelene kadar hilâfsız her elektrik direğinde Fırıldak Ailesi filminin bez panoları dalgalanıyordu. Bu dalgalanan panolardan öğrendiğime göre bu film BKM Film yapımı ve 3 Adam, Murat Boz, Yılmaz Vural ve Mahmut Tuncer tarafından seslendirilmiş. Panolarda filmin hangi şirket tarafından dağıtıldığı bilgisini edinemedim. Neticede bu facebook notumun başına dönersek, orada yazan “Bir başarı öyküsü”nün ne olduğunu açıklayayım: Buradaki başarı, şu kadar senedir sinemanın içinde olan ve 11 senedir sinema konusunda yayın yapan bir web sitesinin editörlüğünü yürüten bendenizin gösterimine 6 gün kalmış bir film hakkında yeterli bilgiyi öğrenememe başarısıdır. Lütfen bu öyküde başka bir art niyet aramayın. Neyse ki internet ortamı var, girer, bakar, film hakkındaki bilgileri öğrenir, görevimi deruhte ederim. (28 Ocak 2017)

Dikkat ederseniz aldığımız pırasanın neredeyse yarısı çöpe gidiyor. Çekirdeksiz karpuz gibi yapraksız pırasa da yetiştirilse ne güzel olur. “Marketten paketlenmiş pırasa al” demeyin. Ben manav veya pazardan alınan pırasadan bahsediyorum. Salkım domateste kendimce sorunu çözdüm. Sizi bilmem ama ben salkım domates aldığımda hiç üşenmiyorum teeek tek domateslerin saplarını koparıp attıktan sonra tarttırıyorum. Eleman da her seferinde hiç üşenmeden bir bana bir domateslere baktığında “Salkım” diyorum, öylece geçinip gidiyoruz. (28 Ocak 2017)*
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
A.S.K.: Kesinlikle size katılıyorum Sadi abi, Marketlerde pırasanın en uç noktalarını kestiriyorum ama tarttıktan sonra kesiyorlar. Çeri domateslerin de tepelerini tek tek yolup reyondaki çöpe atıyorum. Tartan kişiler homurdansa da ellerinden bir şey gelmiyor tabi.
İ.H.: Siz İstanbul’da çok şanlısınız. Ben İzmit’teki marketlerde domateslerin tepesineki yeşil kısımları koparınca söylenip duruyor elemanlar… Utanmasalar elime vuracaklar. Real’de de, Carrefour’da da böyle… Bir tek Migros’lar anlayışlı sanki…
A.F.K.D.: Aaaa Sadi Abi, pırasanın yapraklarından çok güzel börek olur. Yufkası evde açılsa daha da güzel olur ama hazır yufkayla denedim o da oluyor. Atmaaa yazık ona.
O.Ü.: Saplarını zeytinyağında kavurun, üzerine yumurta kırın. Çok güzel olur.
B.R.: Her türlü değerlendirmesi yapılır: http://tuzluvesekerli.blogspot.com.tr/2010/12/pirasali-borek.html?m=1
Sadi Çilingir: O zaman pırasayı ikiye bölüp ana gövdeyi “yemeklik”, yeşil yapraklı kısımlarını da “böreklik – kavurmalık” şeklinde pazarlamalı ki benim gibi yetersiz aşçılık bilgisine sahip olanlar yeşil kısımlarını çöpe atmasın. Hayır, gülmeyin, fikir fikir, öneri öneridir.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını faş edebilirim. (Faş etmek = Açıklamak)***
*** Büyüklerimizin**** “Eski Türkiye / Yeni Türkiye” diyerek sürekli ayırım yapmaları neticesinde kafalarımızı mükemmelen karıştırdıklarının bir göstergesidir.
**** Lâfın gelişi. Aslında bendenizden küçük.

Mensubu olduğum SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, 2016 yılının sinemalarımızda gösterilen en iyi filmlerini Mart ayında yapacağı ödül töreninde açıklayacak. 2016 yılı yabancı film sıralamam şöyledir:
The Hateful Eight
Dheepan
O Kadın (Elle)
Ben Daniel Blake (I, Daniel Blake)
Hatıraların Masumiyeti (Innocence of Memories)
Gece Hayvanları (Noctural Animals)
Saul’un Oğlu (Son of Saul)
Savaş Vadisi (Hacksaw Ridge)
Aşıklar Şehri (La La Land)
The Club

Genel beğenide öne çıkan Gençlik (Youth), Carol, Cloverfield Yolu No: 10 (10 Cloverfield Lane), Neon Şeytan (The Neon Demon) gibi filmleri göremediğimi de belirteyim. (30 Ocak 2017)

(30 Ocak2017)

Sadi Çilingir

Alin Taşçıyan: Katı Biçimde Ataerkil Bir Toplumda Yaşıyoruz

Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı Alin Taşçıyan… İlklerin kadını demek de yanlış olmaz onun için; 1925 yılında temelleri atılan FIPRESCI’nin de, 1977’de kurulan SİYAD’ın da ilk kadın başkanı oldu. Öyle koltuğuna, mevkiye sıkı sıkıya yapışanlardan da değil, ne zaman bir sohbetimiz olsa hep yerine gelmesini umut ettiği gençlerden, gençlikten söz eder. Çalışkanlığı, entelektüel birikimi ve dik duruşu ile kadın sinema yazarlarının örnek aldığı yegâne isim olmuştur. Günümüzde hızla tırmanışa geçen, siyasetten sanata evrilen eril dil rahatsız edici boyutlara ulaştı. Sektörde hangi kadına dokunsanız bin ah işitiyorsunuz. Kendisiyle tüm bunları konuşmak istediğimi söylediğimde, “meseleye ya feminist açıdan yaklaşılacak, ya da hiç bulaşılmayacak. Çünkü bizim sağlam bir temele dayanmayan argümanlarla magazine düşme lüksümüz yok.” diye cevap verdi. Aradığım cevap tam da buydu. Buyrunuz…

Merhaba, öncelikle sıcağı sıcağına Dakka’da katıldığınız Sinemada Kadın Konferansı’nın nasıl geçtiğini ve gündemde nelerin olduğunu sorarak sohbetimize başlamak isterim.

Üçüncü kez düzenlenen bu konferansın kapsamı çok geniş… Festivalle iç içe organize ediliyor, iki gün sürüyor. Her katılımcı kendi branşı doğrultusunda sunumlar hazırlıyor. Bunların büyük bir kısmı basılı… Ayrıca çeşitli başlıklar altında üçer kişilik paneller de düzenleniyor. Sinemacılar çoğunlukla kendi film yapma deneyimlerinden, karşılaştıkları engellerden ve ulaştıkları hedeflerden yola çıkarak serüvenlerini paylaşırken akademisyenler belirli konulardaki araştırmalarını sunuyor. Ben de dünya çapında daha fazla feminist film eleştirisine ihtiyaç duyma nedenlerimiz üzerine, geniş alıntılar kullandığım bir metin hazırlayarak erkek sinemacıların da sinema yazarlarının da feminist film teorilerini okumamalarından kaynaklı cinsiyetçiliğe vurgu yaptım. Tartışma yaratıp ufuk açacak yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Yakın zamanda bir filmin cinsiyetçi yaklaşımı dolayısıyla kadın sinema yazarları ve film ekibi arasında sosyal medyada seviyesi aşağılarda bir ağız dalaşı yaşandı. Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı olarak meseleye genel olarak feminist açıdan bakarsak, nasıl yorumlamalıyız?

Meseleden sen söz edince haberim oldu. İnternette aradım, bu konuda bir haber okudum ve bir bildiri gördüm. Doğrusu bildirinin haklı bir nedeni var, birçok kişi imza vermiş… Ama keşke o bildirinin diline biraz daha özen gösterilseydi… “Tecavüz kültürü” diye bir ifade yer almasaydı içinde… Melissa Silverstein, bu ifadeyi, yani “rape culture”ı ironik olarak kullandığı bir makale yazdı ama niteliği yanlış anlaşılan bir olayda, Amerika’daki anlayışı eleştirmek için. Sosyal medyadaki ağız dalaşını bilmiyorum, eğer seviyesi söylediğin kadar aşağıdaysa bilmek de istemem… Katı biçimde ataerkil bir toplumda yaşıyoruz, cinsiyetçilik her alana sinmiş durumda. Sinemaya da yansıyan bir toplumsal sorun. Yeşilçam, kendisine şiddet uygulayan erkeği, ‘namus bekçisini’ anlayışla karşılayan bakireleri kutsayan filmlerle doludur. Evinin iffetli hanımı olmakla, sokağa düşmek arasında seçenek sunmadığı kadın tipine karşılık iş ya da servet sahibi olup cinsel arzu duyan kadını “şeytani şehirli sarışın fahişe” diye damgalar. Erkekler ise kadınları ya da hasımlarını tokatlar, döver, öldürür, zengin olup intikamını düşmanlarını küçük düşürerek alır. Kollektif bilinç altında böylesi marazi karakterler olan bir sinemanın bugün de çoğunlukla kaba cinsiyetçi bir tavırla, zaman zaman da gayet inceltilmiş ve bilinçli bir mizojiniyle film üretmesine şaşırmıyorum. Küfür, erkek olanın erkek olmayana cinsel saldırısını ifade ettiği için savunulacak hiçbir yanı yoktur. Doğrudan erkek şiddetini ifade eder, anlaşılır, normal, olağan bir şey değildir. Ama cinsiyetçiliği sadece senaryoya, diyaloglardaki dile indirgememek gerek. Mizahın kaynağı olarak kullanılması hakikaten çok çirkin ve yazarlarının ince yaratıcılıktan nasibini almadığını, futbol holiganı düzeyinde kaldığını gösteriyor. Fakat unutmayalım ki sinema görsel işitsel bir dal ve maşizm görüntüde de kendini ele veriyor. Feminist film okumalarına ağırlık vermemiz gerek, böylece kulağı tırmalamayan cinsiyetçiliği de analiz edebiliriz.

Yapılan bir araştırma geçtiğimiz yıl boyunca vizyona giren filmlerin yüzde 90’ının erkek yönetmenlere ait olduğundan; bir diğerinde ise 2016’da vizyona giren 110 filmden yalnızca 11 tanesinin yönetmenin kadın olduğunu gözler önüne seriyor. Sizce kadın yönetmenler nerede?

Kadın yönetmenler dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de erkek meslektaşlarıyla eşit fırsatlara ve haklara sahip değiller. O yüzden şimdilik sayıca geri plandalar ne yazık ki… Kadınlar hiçbir alanda henüz eşitliği elde edemediği için sinema sektöründe git gide daha etkin olmaya başlamaları bu alanı ayrıcalıklı ve umut verici bile kılıyor. Hatta belirli dallarda hem sayıca hem nitelik açısından üstünlük sağlamaya başladıklarını yıllardır gözlemliyorum, aman söylemeyeyim hangi dallarda olduklarını hemen önlerine engeller dikiliverir! Sinema için her daim söylenegelir: “Erkekler tarafından, erkekler için yapılan ve erkeklerin oynadığı filmlerden ibarettir” diye. Binlerce yıllık uygarlık tarihinde vardığımız noktaya bakınca yine sinemanın haline şükredebiliriz. Ama dünyada gözlemlediğim şu: Hem Avrupa’da hem ABD’de sinema sektöründeki eşitsizliği sürekli vurgulamamız ciddi bir rahatsızlık yarattı ve kadınların öznesi olduğu filmlere ilgi ve özen gösterilmeye başladı. Hem Avrupa Film Akademisi’nde hem Amerikan Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde de bu yönde hareketlenme var. Festivaller film seçerken bir denge sağlamaya gayret gösteriyor artık. Ama önümüzde daha katedilecek çok yol var…

Sektördeki hemcinslerinizi bir konuda eleştirmeniz gerekse, hangi konuda eleştirirsiniz?

Sektördeki hemcinslerime gelene kadar maçoları eleştireyim, daha yararlı olmaz mı? Ama bir şeyi talep ederim kadınlardan: Feminizm, en basit tanımıyla dünya nüfusunun yarıdan fazlasının özgürlük ve eşitlik mücadelesidir, evrensel bir hak arayışıdır. Bu mücadeleye aktif biçimde katılmalarını, bu konuda kendilerini ciddi yapıtları okuyarak ve izleyerek bilinçlendirmelerini isterim. Safları sıklaştırsak ve bütün farklılıklarımıza rağmen dayanışma içinde olsak gerçekten her şey değişebilir. Ama sağlam bir teori şart ki eleştirilerimiz yüzeysel kalmasın. Bir de sektörde tutunmak uğruna erkek egemen ideolojilerin baskısı altında kalmasınlar, erkek gibi düşünüp erkek gibi davranarak erkek gözüyle ve erkek diliyle film çekmek zorunda değiller… Ki şu an aktif olarak çalışanların önemli bir kısmı kadın gibi kadın filmi çekiyor, hakikaten çok mutlu oluyorum filmlerini izleyince.

Başka bir açıdan bakacak olursak, Son yıllarda Hollywood’da kadın oyunculara karşı yapılan cinsiyetçi tavırlara -yine kadınlar tarafından- ciddi tepkiler geldiğini biliyor, duyuyoruz. Örneğin henüz 40’ına varmamış Amerikalı oyuncu Maggie Gyllenhaal’ın, 55 yaşındaki bir erkek oyuncunun karşısında oynayamayacak kadar “yaşlı” bulunduğu için reddedilmesi bu konuya dair verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi olabilir mi?

Belli ki o rol kadın bedenini nesne olarak gören bir projedeymiş. Hollywood devasa bir pazarlama mekanizması. İdoller yaratmalı ki ebedi gençlik ve güzellik hayalini, ancak bu gençlik ve güzellikle elde edilebilecek aşk, evlilik, başarı, şöhret ve servet hayalini satabilsin. Hollywood’un kadın karakterleri tuhaf biçimde git gide tekdüzeleşti… Gerçek karakterler nadiren çıkıyor karşımıza… Sofistike bir tutuculuk sardı filmleri Arrival’da, Loving’de, La La Land’de kadın karakterlere bakınca içim daralıyor. Kadınları anne ve eş olarak aile içinde konumlandırmanın ötesine geçmiyor ve onlara fedakârlıkları ölçüsünde değer biçiyorlar. Bir de empowerment tutturdular, sanki Wonder Woman çekince sorun çözülüyor. Erkek kahramanlara özgü nitelikleri kadın kahramanlara yüklemek de cinsiyetçilik madalyonunun diğer yüzü sadece.

Son James Bond filmi Spectre 007’de yeni Bond kızının 1985 doğumlu Léa Seydoux olması (Daniel Craig 1968 doğumlu) Hollywood’un altın çağlarından beri süregelen cinsiyetçi bir takıntısının bir sonucu olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün mü?

Oyuncuların doğum tarihlerinden çok daha önemli faktörler var James Bond misali bir kahramanın körüklediği cinsiyetçilikte. Ayrımcılığın bir paket olduğunu emperyalizm, kolonyalizm, ırkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin bir bütünün parçalarını olduğunu gözümüze gözümüze sokar. Dünyaya hükmeden gücün, İngiltere ve ABD’den oluşan beyaz Anglosakson Hristiyan kutsal ittifakının koruyucu şövalyesidir James Bond. Ruslar, Çinliler, Koreliler, Müslümanlar ya da müttefik devletlerin yerine talip olup dünyayı ele geçirmek isteyen delilere karşı temsil ettiği güç, elbette eril bir güçtür! Bu yüzden onu gören her kadın -düşmanı da olsa- karşısında eriyecektir. Çenemizi yorduğumuza değmez, çift sıfır yedi.

53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Türkiye’nin en genç kadın yönetmeni unvanıyla anılan Yağmurlarda Yıkansam filminin yönetmeni Gülten Taranç’ın “Şişman olduğum için iş vermediler” açıklamasını nasıl yorumlarsınız?

Gülten Taranç’a iş vermeyenler utanmıştır diye iyimser düşünmek isterim… Biz onlar adına utandık en azından. Ama gerçek şu ki kadınlara dayatılan güzellik kültü, o tek tip görüntüye endeksli estetik anlayışı, yüzbinlerce kadının kendilerine güvenlerini yitirmesine, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına, yeteneklerini değerlendirmelerine engel olabiliyor. Sinemacı ve akademisyen bir aileden ve çevreden gelmese belki Gülten Taranç da heyecanını yitirecekti, inadı kırılacaktı… Güzellik için ille de ölçütümüz olacaksa moda dergilerine değil de müzelere bakalım bari. Bence Renoir, Gülten Taranç’ı nehir kıyısında yıkanırken çizebilirdi. Victoria’s Secret defilesine çıkmaktan daha prestijli herhalde!

Geçtiğimiz günlerde, İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, Paris’te Son Tango filmindeki tecavüz sahnesinin gerçek olduğu ve Maria Schneider’ın haberi olmadan çekildiğini dair haberler ülkemizdeki pek çok haber sitesinde yer bulmuştu.

Türkçeye çevrilen haberler hakikaten çok sorunlu olabiliyor. Bir de sinemada cinsellik hakikaten yaşanıyormuşçasına haberler yaparak sansasyon yaratmaya bayılır bazı meslektaşlarımız. O söyleşiyi Bertolucci yanılmıyorsam üç yıl önce falan verdi. Sonra bir İspanyol yayın organı kısmen çevirip ortaya koydu. Bir sürü başka yayın organı kullandı eksik haberi, ünlüler tweet attı, derken olay çarpıtıldı. Bertolucci, tecavüz gerçekti demedi, zaten Schneider de dememişti. Küçük düşürülmüş. “Hem Brando, hem Bertolucci tarafından tecavüze uğramış gibi hissettim biraz. Marlon’un yaptığı gerçek olmasa bile döktüğüm gözyaşları gerçekti,” demişti. Nedeni de apaçık tuzağa düşürülmesi! Bir gece önce Brando ve Bertolucci’nin aklına anal seks sahnesinde tereyağını kayganlaştırıcı olarak kullanmak gelmiş. Nasıl çekeceklerini söylememişler ki o dönemde deneyimsiz bir oyuncu olan Schneider gerçekten dehşete düşsün ve performansı inandırıcı olsun. Çok çirkin bir olay ve bir kadın oyuncunun genç ve deneyimsiz olmasından alenen yararlanılmış, güveni de bedeni de istismar edilmiş. Ama tecavüz bambaşka bir suç. Tecavüz kadar ağır bir suçu yerli yersiz kullanmamak lâzım. Polanski’nin bir çocuğa tecavüz ettiği mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmasına rağmen sinema dünyasının erkekleri onu nasıl da korudu ve kolladı! Üzerinden çok vakit geçmişmiş! Hâlâ daha görülmemiş bir dayanışma içindeler! Tippie Hedren Kuşlar için çalıştıkları sırada Hitchcock’un tacizine uğradığını kaç kere anlattı, hâlâ toz kondurmazlar! Büyük usta olması büyük zampara olmasına engel değil. Paris’te Son Tango’ya gelince, şimdiki sözleşmelerle falan zor kabûl ettirirler önceden üzerinde mutabakata varılmamış böyle bir sahnenin çekimini… Sözleşmeye uydurulsa ve tazminat hakkı doğsa bile kadın oyuncu sahneyi çekmek istemese, durumu açıklasa birçok meslek kuruluşu tepki gösterir yönetmene. Demek ki hukuki açıdan bir nebze gelişme gösterilmiş, baskı grupları oluşabilmiş.

Bir de tabii Türkiye’de filmlerdeki cinsiyetçiliğe dikkat çekmek için düzenlediğiniz gelenekselleşen Altın Bamya Ödülleri var. 8 yıla şöyle bir bakacak olursanız tek bir ödül verecek olsanız hangisini seçerdiniz?

Altın Bamya’da birincilik derecesi yok… Film, senaryo, kadın ve erkek karakter kategorileri ve özel ödüller var. Bütün kazanan ve aday olan eserler bence hak etmiştir, bir seçme yapamam, kıyamam hiçbirine!

Tüm bu çabaya rağmen bugün gelinen noktaya baktığımızda ülke sinemamızda erkek egemen bakışa karşı biraz olsun yol alınabildi mi, farkındalık yaratılabildi mi yoksa geriye gitmeye devam mı ediyoruz?

Bence birçok kişide farkındalık yaratabildik. Ama sorunu görmezlikten gelen, varlığını inkâr edenler çok… Durumu sınıf ayrımıyla, piyasa koşullarıyla, geleneklerle, mizahla, romantizmle açıklamaya çalışanlar gördüm. Beni üzen tek şey nadiren de karşımıza çıksa bazı kadın yönetmenlerin de eril bakışla film yapması. En çok sevindirecek olan da bir koldan feminist bir koldan queer sinemanın Türkiye’de atılım yapması ve belden aşağı mizah nasıl yapılır dersini maçolara vermesi. Haydi inşallah canım!

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk