Kategori arşivi: Yazılar

Erkeklik Öldü mü Atıf Bey

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Ankara Uluslararası Film Festivali’nin verdiği ilhamla Nostalji’nin hikâyesi: Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazanmışsınız, Ankara’ya geliyorsunuz. Bahçelievler’de ev tutmuş, o güzel öğrencilik yıllarınıza başlamışsınız, bir yandan tahsilinizi yapıyorsunuz, diğer yandan sanat faaliyetlerini takip etmeye başlıyorsunuz. Sinemalar, tiyatrolar, sergiler, hayat sürüyor. O zamanlar, yani gençlik zamanı nostalji diye bir kavramın varlığından haberiniz yok, çünkü farkında olmadan onu tesis etmektesiniz. Sonra hayat rüzgârı esmeye başlıyor ve sizi memleket sathına savuruyor. Nostalji hikâyesinin başlangıç bölümü insanların mekânları terk etmesiyle sona eriyor. Yıllar geçiyor, 28 yıl kadar, şehre dönüyorsunuz. Anılar size hatırlattığı için önceki yıllardaki mekânları aramaya başlıyorsunuz. Çoğunu bulamıyorsunuz, çünkü kapanmışlar, yıkılmışlar, yol veya yeşil alan olmuşlar. Tesadüfen bir tanesine rastlıyorsunuz. Direnmiş, hâlâ öğrencilerin şen kahkahalarına eşlik ediyor. İçeriye girip sessizce dolaşıyorsunuz, garson soruyor: “Buyurun beyefendi ne aramıştınız?” Sizin kenarda köşede eski anıları aradığınızı bilmiyor tabi ki, “Şöyle bir dolaşıyorum,” deyip yavaşça çıkıyorsunuz dışarı. Muhtemelen genç garson sizin ne yaptığınızı anlamadan arkanızdan bakıyor. Sinemaları arıyorsunuz, çünkü oralarda da iz bırakmıştınız. Batı Sineması, Derya Sineması, Nergis Sineması, Gölbaşı Sineması’nı arıyorsunuz. Sizin film seyrettiğiniz mekânların bazıları başka yerlere dönüşmüşler, yabancılaşmışlar. Bulamadıklarınızı zamane gençlerine sormayın, çünkü “Aaa burada sinema mı varmış?” diye soruyu size çevirdiklerinde aradığınızı ikinci defa kaybetmiş gibi oluyorsunuz. Nostalji hikâyesinin bu bölümünde mekânlar insanları terk etmiş oluyor. 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde, yıllar önce çok sevdiğiniz filmleri yeniden izleyince bazılarından pek tat alamadığınızı fark ediyorsunuz. Zamanında usulen izlediğiniz ve oldukça sıkıldığınız klasik filmlerin ise sırrına ulaşıp hayran oluyorsunuz. Ve artık kanaat getiriyorsunuz ki eski zamanlar gitmiş, geri gelmesi mümkün değil; yeni zamanlardaki umudun peşine düşmek gerek. (03 Mayıs 2017)

Sadi Bey’in Bey’in Beyazperde Yazıları: Habersiz gelen muson yağmuru ödülümüz olmuştu. (Gerçeğin İki Yüzü-The Last Face, Yön: Sean Penn) (03 Mayıs 2017)

Basından bir arkadaş ile haftada birkaç kez WhatsApp’tan yazışırız. Hangi filmin basın gösterimi olduğunu genelde o bana sorar. Dün akşam sormayacağı tuttu, ben de muziplik olsun diye doğrudan bugün öğleden sonra gösterimi yapılacak olan filmin adını yazdım: “Çam Yarması”. “Ayıp oluyor ama abi” gibi sitemli bir cevap beklentisine girdim. Sağ olsun kendisi hoşgörülü ve kalender bir arkadaştır beklemediğim bir cevap yazdı: “Buyur”. Gösterimde rastlaştığımızda neden alınmadığını sordum. “Abi ben ufak tefek bir adamım, Çam Yarması gibi iri değilim ki, niye alınayım.” diye cevap verince “O zaman sana Selvi Yarması diye mi hitap edeceğiz?” diye sordum, gülüştük. “Çam Yarması” filmi sinema perdesine gelmeyi başarmış her film gibi en azından asgari bir takdiri hak ediyor ancak filmcilerin de seyirciye saygı göstermesi gerek. Filme sanki geniş bir ailenin tüm fertleri katkıda bulunmuş. Jeneriğin yarısında Kuşçu soyadı geçiyor, ancak jenerik yazılımına gerekli özen gösterilmemiş, soyadı çok yerde Kuşcu, Kusçu şeklinde iki şekilde geçiyor, afişte ise Kuşçu olarak yazılmış. (03 Mayıs 2017)

Bugün başlayan Eskişehir Film Festivali’nin az bilinen -çok önemli- bir özelliği de Sadi Bey’e Emek Ödülü veren ilk festival olmasıdır. Sevdiğim festival bu seneki duyuru ve davetlerini 02 Mayıs’ta, festivale bir kaç gün kala yaptı. Daha önceden gelen çağrılara angaje olduğumdan festivale bu sene katılamıyorum. Ancak programda gözüme çarpan, baş rolünde Onur Ödülü verilecek olan İzzet Günay’ın oynadığı “Beni Osman Öldürdü” filminin verdiği çağrışımla seneye 20. festival için 2 adet film önereyim dedim. Sinemada iki yönetmenin film isimleriyle birbirlerine serzenişte bulunduğu başka örnek var mıdır, bilmiyorum ama “Allah Cezanı Versin Osman Bey” (1961) ile “Erkeklik Öldü mü Atıf Bey” (1962) filmleri sinemamızın ünlü yönetmenleri Atıf Yılmaz ile Osman Fahir Seden’in genç yaşlarında birbirlerine film isimleriyle yaptıkları sitemler olarak sinema tarihimize yazılmıştır. Eskişehir Film Festivali önümüzdeki sene bu filmleri gösterirse izleyicilerinin nostaljik gülümsemelerine vesile olacağına eminim. (05 Mayıs 2017) Festival emekçisi Ali Sönmez’den Ek: Açılışını Yeşilçam’ın en ünlü dev kadrolu komedi filmi “Badem Şekeri”ni göstererek ve iki efsanevi kadın oyuncusu Türkan Şoray ile Fatma Girik’i aynı sahnede buluşturarak yaptığımız Malatya Film Festivali, ilk senesinde tasarladığımız gibi “Komedi Filmleri Festivali” olarak sürseydi, Bursa İpek Yolu ve Malatya Film Festivalleri’nin danışma kurullarında beraber görev aldığımız sevgili İzzet Abi’nin sempatik filmlerinden biri olan ve Öztürk Serengil’in “kült” sayılacak Abidik Gubidik Twist yorumunu da içeren “Beni Osman Öldürdü” (ki yönetmeni Osman Fahir Seden’dir) ve önerdiğiniz “derin anlamlı” (!) filmler de “Yeşilçam Komedi Klasikleri” arasında gösterilecekti!.. Arada bir bilene danışmak şart!

(14 Mayıs 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kamplara Bölünmüş Bir Toplumun Trajedisi

Ülkemizdeki gösterimi sessiz sedasız süren bir filme dikkatinizi çekmek istiyorum bu yazımda. Mısırlı yönetmen Muhammed Diab imzalı ‘Çatışma / Esthebak’, kamplara bölünmüş ülkesinin çağdaş trajedisini son derece etkileyici bir biçimde perdeye yansıtan 2016 yılının en ilgiye değer yapımlarından biri. Bizde yalnızca Antalya Film Festivali’nde gösterilmiş ilk filmi ‘678 Numaralı Kahire Otobüsünün Kadınları’nda tacize uğrayan üç kadının hak ve adalet savaşını dile getiren 38 yaşındaki sinemacı, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinin açılış filmi olan bu ikinci uzun metrajında, Arap Baharı’ndan sonra ülkesinde yaşananları sıcağı sıcağına perdeye aktarıyor.

Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık tek adamlığının sonunu getiren Mısır Devrimi’nin ardından Muhammed Mursi’nin demoktratik seçimlerle cumhurbaşkanı seçilmesi ve üç gün sonra askeri darbe ile devrilmesiyle Müslüman Kardeşler ile Ordu’nun çatışmaya girmesi özetleniyor perdede beliren ilk yazılarda. Devrimin üzerinden iki yıl geçmiş, Mısır’da hayat normale dönmemiştir. Ülke kanunsuzluğun hüküm sürdüğü karanlık bir dönemden geçmektedir. Farklı grup ve fraksiyonların çatışmalarıyla Mısır tam bir kaosun içine sürüklenmiştir.

‘Çatışma’, Kahire’nin 2013 yazında sıradan bir günde geçer. Ancak yönetmen Diab’ın tercihiyle, bizler olan biteni, bu kaosun ortasında silahlı kuvvetlerin gözaltına aldığı bir grup protestocunun hapishaneye götürülmek üzere içine kondukları tutuklu aracının içinden, onlarla birlikte izleriz. ABD vatandaşı olan Mısır asıllı bir gazeteci ile onunla birlikte çalışan fotoğrafçı araca alınır önce. Daha sonra, ABD karşıtı ordu yanlısı protestocular içeri atılır. Bir sokak gösterisinde gözaltına alınan Müslüman Kardeşler yanlılarıyla araçtakilerin sayısı 20 küsur kişiyi bulur.

Farklı kültürlerden, inançlardan ve yaşam biçimlerinden gelen, farklı hayatları olan bir grup insanın biraraya geldiği patlamaya hazır bir kazana dönüşür araç. Sekiz metrekarelik metal bölme, değişik fraksiyonlardan insanların birbirinin boğazına sarıldığı Mısır toplumunun minyatür bir replikası haline gelir. Manevra alanı olmayan, giderek artan ısıdan nefes almakta zorluk çeken bu insanlar topluluğu, sıkışmış bir toplumun metaforu haline dönüşür. Araç yoluna devam ederken dışarda sürüp giden patlamalara, yakılan taşıt görüntülerine, biber gazı hücumlarına, bizler de gözaltına alınanlar gibi tel örgüler ardından şahit oluruz. Görüş alanımız ‘Saul’un Oğlu’ deneyiminde olduğu gibi son derece kısıtlıdır. Bu klostrofobik ortamda, izleyici de hapsedilmişlik duygusundan kurtulamaz.

Daha sakin anlar devreye girer ara ara. Farklı yaşam biçimlerinden gelen hemşire ile tesettürlü genç kızın kaba saba erkeklere karşı dayanışmasına tanık oluruz. Futbol ve müzikte birleşebilir bir bölümü en azından. Tutukevleri dolu olduğu için gün boyu hapis kaldıkları cehennemi araçta, aynı hamurdan gelen insanlar olduklarını hatırlarlar zaman zaman. Her biri Mısır toplumunun farklı bir rengini temsil eden bireyler, hep birlikte yaşamayı öğrenemedikleri takdirde, hep birlikte uçuruma gideceklerini fark ederler.

Yer, zaman ve olay örgüsü birliği içinde, saflara ayrılmış bir toplumun trajedisini aktaran ‘Çatışma’ sarsıcı bir deneyim. Aktif el kamerası ve dinamik kurgusuyla dar alandaki gerilimi canlı tutmayı bilen Mısırlı sinemacı ve ekibi son derece başarılı. Bir sosyal komediden aksiyona, savaş filmine dümen kıran, taraf tutmayan bu çalışmanın, kamplara bölünmenin tehlikeli boyutlara tırmanmakta olduğu ülkemizde ibretle izlenmesi gerekiyor.

(07 Mayıs 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Merdiven Baba

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Seyithan Özdemir ve Sadi Bey (28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin en önemli fotosu.) Fotoğraf çektirmek için Seyithan’ın yanına gittiğimde ve “Sana hayranım Seyithan, Sarmaşık’taki gölgenle bile bu hayranlığı hak ediyorsun.” dediğimde kolunu omuzuma attı, “Aman ağam, kimseye doğru dürüst sarılamıyorum, asıl ben sana minnettarım, uzun boyun ve kalıbınla kolumu doldurdun.” dedi. Seyithan, sinemamızda kötü karakter canlandıran altın kalpli oyuncularımızın son temsilcilerinden. (25 Nisan 2017)

28. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda “Lüfer” adlı belgeseliyle İkincilik Ödülü kazanan Mert Gökalp, teşekkür konuşmasında “Umarım bir belgesel bir balığı kurtarır” mealinde bir şeyler söyledi. Gökalp’e moral vereyim: Kurtarır, kurtarır, Süha Arın’ın “Safranbolu’da Zaman” belgeseli koskoca kasabayı kurtardı, “Lüfer” niye lüferi kurtaramasın? (01 Mayıs 2017)

Hayatta her an bir ilk’le karşılaşmamız mümkün. 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nden dönüyoruz. Sabiha Gökçen’e indik, önden 5. sırada otursam da erken kalktım yürüdüm, uçağın kapısına geldim. Hayatımda ilk defa uçaktan birinci inen insan olacağım. O sırada merdiven yanaşmış, uçağın kapısına “Tık, tık” diye vuruldu. Tam burada “Atlara Fısıldayan Adam”dan aldığım ilhamla aklıma film yapımcılarına ilginç bir film adı önermek geldi: “Uçağın Kapısını Tıklayan Adam”. Bu isimden hareketle pekâlâ güzel bir (hava) yol(u) filmi yapabilirsiniz. Bu önerdiğim filmin öncülü de “Merdiven Baba” adıyla yapılmıştı zaten. Olur, olur. (01 Mayıs 2017)

“Çok konuşanlar bilmez, çok bilenler konuşmaz” mı, neydi o? (02 Mayıs 2017)

Cümleye büyük harfle başlamayan, noktayı, virgülü nereye koyacağını bilmeyen arkadaşların yazdığı yazıları -elimde değil- pek ciddiye alamıyorum. Misalen bir arkadaşın yazma şekli ilkokul öğrencisinden bile kötü. Neredeyse her kelimeden sonra veya iki kelimede bir nokta koyuyor, rastgele büyük harf kullanıyor. Adam sanki Friedrich Nietzsche ama dediğim gibi, imlâ hataları yüzünden yazdıklarını pek ciddiye alamıyorum. Buraya yazdıklarımızı bir kişi bile okuyor olsa dahi, dil bilgisi kurallarına uygun yazmaya gayret göstermeliyiz. (02 Mayıs 2017)

Sosyal medya ortamında Sabiha Gökçen Havalimanı’nda genelde yer bildirimi yapmıyorum. Olur da facebook kamu aleme “Sabiha Gökçen’den ayrıldı” diye mesaj geçer, yanlış anlaşılır. (02 Mayıs 2017)

“İyilikten maraz doğar” sözüne son haftamdan iki örnek vereyim. Birinci örnek: Otelden çıktık, taksiyle SİYAD jüri üyesi görevimi yapmak üzere Büyülüfener Sineması’na gidiyoruz, yanımda Kısa Film jürisinin yabancı üyesi bir delikanlı var. Tam Tunus Caddesi’nden sapacağız önümüzde giden taksi ile özel araba birbirine girecekken ani bir frenle durdular. Her ikisinden de sürücüler indi, hışımla arabaların yapmadığı birbirine girme eylemine davrandılar. Tam o sırada iyi niyetli bir vatandaş “Yapmayın, etmeyin” diyerek aralarına daldı. Özel araba sürücüsü ilk şiddetini bu vatandaş üzerine uygulayınca, boş bulanan vatandaş boylu boyunca yola devrildi. O sırada çevreden yetişenler kavgaya niyetlenen sürücüleri yatıştırdılar, arabalarına bindirip gönderdiler. Yola düşen vatandaş ise kenarda kendi kendine ayağa kalkmış yere çarpan ellerini oğuşturmaktaydı. Belli ki ellerinde eziklikler oluşmuştu ve yüz ifadesinden acı çektiği anlaşılıyordu. İkinci maraz hikâyesi de az önce kendi başıma geliyordu. Şişli Etfal Hastanesi’nde iki çeşit asansör var. Vatandaşların kullandığı birincisinin, malûm olduğu üzere müşterisi bol, kapısı sürekli kalabalık. İkincisini ise doktorlar ve hastane personeli kartla kullanıyor. Vatandaşın birisi geldi, kapıya dikildi. Ben o sıra 6. katta gözüme damlatılan ilacı sindirmek için tam asansörün karşısında oturuyorum. Birden iyilik damarım kabardı. Vatandaş boşuna beklemesin diye “O asansör kartla çalışıyor” diye seslendim. Vatandaş şöyle bir geri döndü, öyle bir baktı ki, kendimi Rocky tarafından bir güzel benzetilmiş gibi hissettim. Bakışını uygulamaya teşebbüs edemeden tam o sırada asansörün kapısı açıldı, bir doktor indi ve bu uyanık vatandaş atladı asansöre, gitti. Çoğunluğu disiplinli ve doğru hareket eden vatandaşların hayatı işte bu tür kişiler yüzünden sıkıntı içinde geçiyor. Memleketimiz eskiden böyle değildi, son yıllarda şirazesinden çıktı. 40 yıl önce, gece yarısı, Ankara’da tren garından çıkmış vatandaşın, yoldan araba geçmediği halde yaya geçidinde durup kendisine yeşil ışığın yanmasını beklediğine bizzat şahit olmuşumdur. Boşuna “Ankara, Ankara, güzel Ankara; seni görmek ister her bahtı kara” dememişler. Ondan. (03 Mayıs 2017)

Sinemada Kelebek Etkisi’ne bir örnek: Değerli oyuncumuz İzzet Günay’a 2013 yılında 4. Malatya Uluslararası Film Festivali ve 20. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali onur ödülü vermişti. Kelebek etkisi bu yıl 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde de etkisini gösterdi ve değerli sanatçımız 3. kez onurlandırıldı. 19. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nin dün yapılan basın toplantısında açıklandığına göre değerli sanatçı 2017 yılında -şimdilik- 15 gün içinde 2. kez onurlandırılmış olacak. Benzer bir olay birkaç yıl önce naçizane bendenizin de başına gelmişti. Sağolsun 15. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nin verdiği Emek Ödülünü valizime koyup Malatya’ya geçtim, birde orada Emek Ödülüyle onurlandırıldım. İnsan mutlu oluyor ama yanlış anlaşılmasın bir yıl içinde iki kere bana ödül vereceğinize bir bana vereydiniz, bir de Hadi Bey’e vereydiniz daha iyi olurdu gibime geliyor. (03 Mayıs 2017)

(05 Mayıs 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sinema ve Akıl Sağlığı -Psikopatolojileri Anlamak İçin Filmlerden Yararlanmak-

Görüntüleri okumak, (Çiçekler çelenk örsün başucunda, sevgili Ertan Yılmaz’ın çevirdiği “Film Okuma Kılavuzu” önemli bir kaynak ve başucu kitabı) katmanlarından ötürü hep bir ilerisini gerektirdiğinden keyifli ve heyecan vericidir. Sizin için şöyle olan bir başka izleyici için böyle bir anlam kazanabilir, oysa herkes aynı filmi izlemiştir, aynı insan yürüyordur mesela…

Onun için de sinema önemli bir deneyim alanıdır. Herkesin kendince bulduğundan daha farklı bulgular üretebilir doktorlar. Bunun bir diğer ucu da, doktorlarla birlikte yazılan senaryolarla bambaşka izlenimler elde edilebilir.

Kaynak kitap…

Zihnini vererek alabildiğine katılarak film (televizyon da olabilir kuşkusuz) izleyen biri belli bir iletişim içine girer. İnsan, izlediği filmdeki karakterlerle özdeşleştiği gibi kendisine rehber de edinebilir. Dolayısıyla bir film, diğer birçok araca (disipline) göre çok daha etkileyicidir. Anlaşılırlığı da artar. Kendinizden değer biçin.

Film izlemenin güzelliği

“Bir bütün olarak hayat, tıpkı film izlemeye benzer. Yalnız her seferinde, sanki esas film başlamış da siz on dakika sonra içeri girmişsiniz gibidir, hiç kimse size konuyu anlatmaz, ipuçlarına bakarak her şeyi kendiniz çözmek zorundasınızdır.” Terry Prachett’in kitapta da yer alan bu alıntısı, birçok şeyi anlatıyor aslında. Bilindiği üzere, film imaj yaratmaz, imajı yaratan öyküdür (kitaptır). Film, imajın imajıdır ve onun da bir imajı daha olamaz. Prachett’in dediği gibi ipuçlarından yola çıkmak ve anlamlandırmak zorundasınızdır. O zaman, hemen, bir kez daha vurgulayalım ki okumak belirleyicidir. Film o okumanın üzerine inşa edilir. İpuçları da ona göre belirir.

Bu noktada unutmadan, Bunuel’in, “Bir filmde bir şey iki defa görünüyorsa farklı bir anlamı vardır” sözünü hatırlatmalıyım. “Sinema ve Akıl Sağlığı”ndaki film çözümlemelerini okuduğunuzda bu sözün anlamını da içerdiği değeri de bir kez daha kabul edeceksiniz.

Eğitim aracı…

Kitapta örnek olarak ele alınan, çözümlenen filmler aslında birer eğitim aracıdır, bunun altını çizmek gerekir. Kuşkusuz çözümlemelerde sonuçlar farklı çıkacaktır, tartışma yaratacaktır. Sinemanın özünde yer alan bu tartışmacılık, gelişimin de yani film okumanın da ilk adımı olacaktır.

“Sinema ve Akıl Sağlığı” sadece sinema televizyon öğrencileri için değil, sadece o okullarda ders veren akademisyenler için de değil, özellikle pedagoji, psikoloji, parapsikoloji ve psikiyatri bilimiyle ilgilenenler için de bir ders kitabı. Ama benim için asıl önemli olan, sinema sevdalıları için gerçek bir kaynak. Asistanlığım süresince, “Ben olsaydım nasıl çekerdim” diye bakardım senaryoya, montajda kafamda çektiğimle pelikülün üstüne düşen görüntülerin anlamını karşılaştırırdım; öyle ya, yılların yönetmenlerinin bir bildiği vardı, ona göre çekiyorlardı. Daha da önemlisi bir adım sonrasını görüyorlardı. Bu kitap ile birlikte “Ben nasıl çözümledim” diye bakmaya başladım. Kitapta yer alan 16 bölüm -ki her bölüm bir başka psikopatolojiyi içeriyor- ve filmlerdeki ‘kahraman’ların yer aldığı film listeleri ile yanıtlamanız beklenen sorular bakış açınızı genişletecektir.

Sinema ve Akıl Sağlığı, Psikopatolojileri Anlamak İçin Filmlerden Yararlanmak, Danny Wedding – Ryan M. Niemiec, Kaknüs Yayınları, 2016, 825 s.

(03 Mayıs 2017)

Korkut Akın

Rüzgarda Salınan Nilüfer

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Mekânı cennet olsun, Bülent Kayabaş’ı kaybettik. Kayabaş, seyirciden gördüğü ilginin desteğiyle başrole yükselen sayılı karakter oyuncularımızdandır. Ediz Hun ve Gülşen Bubikoğlu’nun başrolünde oynadığı “100 Lira ile Evlenilmez” ve yine Ediz Hun’un Türkan Şoray’la oynadığı “Güllü Geliyor Güllü” adlı filmde canlandırdığı, baş erkek oyuncu karakterinin sevimli arkadaşı rolleriyle büyük ilgi görünce bu filmlerin yapımcısı İrfan Ünal tarafından kendisine “Hayret 17” adlı filmle başrolde oynama imkânı sağlanmıştı. Keza yine, bir zamanlar sinemamızın en güçlü şirketlerinden Akün Film yapımı, yukarıda bahsettiğim bu filmlerin gördükleri ilginin tesiriyle, diğer en güçlü şirketlerden Acar Film – Murat Köseoğlu da Nejat Saydam yönetiminde Bülent Kayabaş’ın başrolünü oynadığı “Sevimli Frankenştayn” filmini çekti. Kayabaş’ın A sınıfı firmaların başrolünde oynadığı filmleri maalesef bu iki filmle sınırlı kaldı. Sinemamızda yan rollerde iyi veya kötü karakterleri canlandırdıktan sonra dikkat çeken ve başrole kadar yükselen diğer oyuncularımız arasında Sadri Alışık, Öztürk Serengil, Hüseyin Baradan, Ahmet Tarık Tekçe gibi oyuncularımız hatırlanır. Mete İnselel, Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman ve hatırlayamadığımız bazı oyuncularımız ise konusu malûm, başka tür filmlerde başrol oyunculuklarını sürdürmüşlerdir. (19 Nisan 2017)

Türkçe altyazılı seyrettiğim Fransız filminin son jeneriğini İngilizce şarkı eşliğinde izlemek nefisti. (“Gelecek Günler / L’Avenia” isimli film, Isabelle Huppert başrolü ile 28 Nisan’da sinemalarda gösterime girecek.) (20 Nisan 2017)

Bazı filmlerimizin adlarını çok severim. Şiir dizesi gibidirler. Yazarı şiire başlamış da vazgeçmiş, film senaryosuna döndürmüş gibidir: Kiraz Çiçek Açıyor, Rüzgârda Salınan Nilüfer, Karanlıkta Uyananlar, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Karacaoğlan’ın Kara Sevdası, Bekle Dedim Gölgeye, Sen Şarkılarını Söyle, Cumartesi Cumartesi, Fikrimin İnce Gülü, Bir Yanımız Bahar Bahçe, Çok Uzak Fazla Yakın… Aklınıza gelenleri ekleyin buraya, bakın ne kadar güzel bir liste çıkacak. (21 Nisan 2017) Sevenlerinin ekledikleri: Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu, Dönersen Islık Çal, Vesikalı Yarim, Gece Melek ve Bizim Çocuklar, Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, Sevmek Zamanı, Kız Kulesi Aşıkları, Sen de Gitme Triyandafilis, Piano Piano Bacaksız, Ve Recep ve Zehra ve Ayşe, Her Şey Çok Güzel Olacak, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Benim Sinemalarım, Şehre Gelen Yabancı, Unutursam Fısılda, Selvi Boylum Al Yazmalım, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, İstanbul Kanatlarımın Altında, Mum Kokulu Kadınlar, Başka Semtin Çocukları, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Laleli’de Bir Azize, Yağmurlarda Yıkansam.

Lütfi Ömer Akad’ın ünlü “Vesikalı Yarim” filminin o yürek sızlatan, “Çok eskiden rastlaşacaktık.” arzusunun yerine gelmesi mümkün değil. Ancak bu arzuya teselli olabilecek bir öneri buldum. Şöyle: “Şimdi rastlaş, 30 sene sonra ‘Çok eskiden rastlaşmıştık’ diyebilirsin.” (24 Nisan 2017)

Tesellinin açıklaması (veya gerekçesi): Yaş ve yaşlanmak meselesine fazla takmamak gerektiği kanaatine vardım henüz, yeniden. Neden derseniz şöyle açıklayabilirim: Hepimiz, genci, yaşlısı, çok genci, çok yaşlısı aynı güneşte ısınıyoruz, aynı yağmurlarda ıslanıyoruz, aynı yerleri geziyoruz, aynı filmleri seyrediyoruz, aynı eserleri okuyoruz, aynı sesleri dinliyoruz. İstisnasız hepimizin bedeninin ve ruhunun da zamanın amansız yıpratmasından kurtulması mümkün değil, mecburen hep birlikte eskiyoruz. Tesellinin açıklaması (veya gerekçesi) budur. (29 Nisan 2017)

Son 5 yılda hakkında kitap yayınlanan en şanslı Yeşilçam oyuncumuz İzzet Günay olmalı. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı, düzenlediği 28. Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında sanatçı hakkında yeni bir kitap yayınladı. Değerli sanatçı hakkında 2013 yılında 20. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali ve 4. Malatya Uluslararası Film Festivali tarafından da 2 kitap yayınlamıştı. Yayınlanan bu kitapların diğer ilginç özelliği de hepsinin araştırmacı yazar Burçak Evren tarafından hazırlanmış olmaları. Değerli yazar her kitabı farklı yöntemlerle hazırladığını belirtiyor. (29 Nisan 2017)

Ülkemize yabancı film ithal eden bazı firmaların son zamanlarda sinema salonlarını ihmal etmeye veya fazla önemsememeye başladıklarını görüyoruz. Malûm yurtdışından alınan filmlerin gösterim raconu şöyle işler: Alınan film önce sinema salonlarında, sonra TV.lerde gösterilir, en sonunda DVD ve Blu-ray olarak piyasaya sürülür. Bu sürülme aşamasında zaman aralıkları her gösterim mecrasını koruyacak şekilde ayarlanır. Son zamanlarda bazı ithalatçı şirketlerin bu koruma kalkanını kullanmadıklarını görüyoruz. TV.ler satın aldıkları film henüz sinemalarda gösterilirken, aynı filmi yakın zamanda TV ekranında göstereceklerini duyuruyor. Keza bazı firmalar da sinemalarda gösterimi süren filmi yakın zamanda DVD olarak gösterime sunacaklarının reklâmlarını yapıyor. Bu reklâmları gören ve duyan seyirci sinemaya niye gitsin? Yapmayın bunu. (30 Nisan 2017)

(30 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Hayat Uzun Sakin Bir Irmaktır

‘2016’nın En İyileri’ listemde yer almış ‘Gelecek Günler / L’avenir’in hayli gecikmeli de olsa bizde de gösterime girmesine ne kadar sevindiğimi anlatamam. Geçtiğimiz yılın Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş film Fransız sinemacı Mia Hansen-Løve imzasını taşıyor. Yönetmen son çalışmasında hayatın gündelik akışı üzerine mizahla beslenen kırılgan yaklaşımını sürdürmeye devam ediyor. Beklenmedik dönüşümlerde alabildiğine sakin yine. Yazının başlığını bir diğer Fransız sinemacı Etienne Chatiliez’nin 1988 yapımı hınzır güldürüsünden almam bu yüzden.

Çağımızın tartışmasız en iyi oyuncularından Isabelle Huppert, Oscar adayı olduğu ‘O Kadın / Elle’in ardından bir kez daha güçlü bir kadın karakter portresiyle çıkıyor karşımıza. Deneyimli oyuncunun etkileyici bir performansla yorumladığı Nathalie, 50’li yaşlarında iki yetişkin çocuklu, evli bir felsefe öğretmeni. Orta yaşlı kadının ilgi bekleyen annesi, çok sevdiği işi ve yolunda giden evliliği beklenmedik gelişmelerle değişime uğruyor. Aynı meslekten kocası, 25 yıllık evliliğin ardından genç öğrencisiyle bir ilişki yaşadığını itiraf ediyor. Yazmış olduğu ders kitapları eskisi kadar ilgi görmüyor. Bir zamanların ünlü modellerinden yaşlı annesinin talepleri onun için katlanılması güç bir yük haline geliyor.

‘Bir ömür boyu kendisini seveceğini düşündüğü’ kocasının açıklamasıyla şaşırıyor önce. Yaşlı annesinin ölümü ve yetişkin çocuklarının yuvadan uçmasıyla hiç beklemediği bir özgürlük alanının tam ortasında buluyor kendisini. Kaybettikleri üzecektir onu. Chateaubriand’ın mezarının bulunduğu Britanya’daki mütevazi sahil evini ilelebet kaybetmenin hüznüne Schubert’in ezgileri eşlik eder. Ama hayat böyledir işte. Acısıyla tatlısıyla akar gider. Parlak öğrencilerinden yakışıklı Fabien ve arkadaşlarının dağdaki komün hayatına eşlik eder bir süre. ’68 kuşağının ateşli direnişçisinin radikalizm için yaşının hayli ilerlediğini fark etmesi uzun sürmez. Annesinden (metaforik olarak) miras kalan son yükten, gençlere bırakacağı Pandora adındaki kediden de ayrıldıktan sonra, geleceğini yeni baştan şekillendirmeye koyulacaktır. Filmin Fransızca özgün ismi olan ‘Gelecek’ ne çok karanlık ne de çok aydınlıktır. Hayat sakin akışına bırakılarak yaşanacaktır.

Fransız sinemacı Hansen-Løve, hayatın gündelik akışını nefis ayrıntı ve gözlemlerle heyecanlı kılan, felsefe öğretmeni ebeveynlerinden aldığı ilhamla kaleme aldığı senaryo ve yönetmenlik becerisiyle beşinci uzun metrajında bir kez daha büyülüyor bizleri. Bir önceki filmi ‘Eden’den beri birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Denis Lenoir’ın ustalıklı kamerası,ana karakter Nathalie’yi benzersiz bir yorumla canlandıran Isabelle Huppert’in bakışları ve jestlerini takip ediyor film boyunca. Annede, Georges Franju’nun ilham perilerinden efsanevi Fransız oyuncu Edith Scob ve Fabien’de yönetmenin ‘Eden’ filminden anımsadığımız yetenekli Roman Kolinka’nın performansları zevkle izleniyor. Mükemmel yazılmış diyaloglara, Schubert’in D. Fischer-Dieskau tarafından kaydedilmiş ‘Auf dem Wasser zu singen’i; genç Fabien’in yorumladığı Woody Guthrie’nin güzelim şarkısı ‘My Daddy Flies That Ship In The Sky’ın tınıları karışıyor.

(29 Nisan 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Aynı Rüyada Buluşmak

36. İstanbul Film Festivali seçkisinin en güzel filmlerinden ‘Beden ve Ruh / Teströl és Lélékröl’ sıcağı sıcağına sinemalarda. Macar sinemacı Ildiko Enyedi’nin 19 yıl aradan sonra çektiği, Berlinale’den Altın Ayı ödüllü son çalışması şiirsel bir sekansla açılıyor. Mavi ışıkla renklendirilmiş, Noel kartpostallarından fırlamışa benzeyen görüntüler, karlar altındaki düşsel bir ormanda biri erkek diğeri dişi iki geyiğin yakınlaşması üzerine. Hemen ardından bir büyükbaş hayvan kesimevinin kaotik ortamına, gerçek hayata dönüyoruz.

Budapeşte’deki mezbahanın finans müdürü Endre’nin rutin yaşamı, firmaya yeni alınan kalite kontrol elemanı Mária’nın gelişiyle değişiyor. İşindeki titizliği ve çalışkanlığına tezat biçimde asosyal, otizmin sınırlarında gezen farklı bir kişiliği olan genç kadın, orta yaşlı adamın ilgisini karşılıksız bırakıyor önce. Daha sonra, iş yerindeki bir hırsızlık olayına polisin ve bir psikoloğun karışması neticesinde bu ikilinin aynı rüyayı gördükleri ortaya çıkıyor.

Endre ve Mária başlangıç sekansında tanık olduklarımızı tüm detaylarıyla birlikte aynı anda düşlemişlerdir. Ormanda karları eşeleyerek çayırlık alan aramışlardır birlikte. Erkek geyik karlar altında sulu bir kalın yaprak bularak dişisine sunmuş, küçük göletin yanında su içerken burunları birbirine değmiştir. Boşuna dememişler, herşey dokunmakla başlıyor. Aynı rüyada buluşan ikili şaşkınlık ve heyecan içindedir. Adam emekliliğine yakın altmışlı yaşlarındadır. Daha önce bir ailesi olmuş, eşinden ayrılmış, yetişkin kızından uzakta tek başına monoton hayatını sürdürmektedir. Otuzlu yaşlarının başındaki kadın için ise hayat henüz başlamamıştır. Adamın ilgisi ve aşkın beklenmedik hücumu allak bullak eder onu. Sol kolu tutmayan adamın bedensel sakatlığı, kadının hiç gelişmemiş sosyal becerileri bu aniden beliren aşkın yeşermesine imkân verecek midir. Kabuğunda yaşayan genç kadın çiçeklerini açmayı becerebilecek midir. Bunların cevabına ulaşmanız için bu güzel filmi izlemeniz gerekiyor.

9. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz, sürrealist tadlar taşıyan bir ikiz kız kardeşler öyküsü etrafında şekillenen 1989 yapımı ilk filmi ’20. Yüzyılım Benim / Az En XX. Szazadom’ ile tanıdığımız Macar sinemacı, mizahın eksik olmadığı büyülü gerçeklik tadı taşıyan nefis bir aşk hikayesiyle bunca yıl sonra bir kez daha gönülleri fethediyor. Bu şiirsel aşk masalı Máté Herbai’nin yakın plan ağırlıklı zarif görüntüleri ve Adam Balazs’ın etkileyici müzik çalışması eşliğinde usul usul akarken, yalnız ruhlarda deneyimli aktör Géza Morcsányi ile kadın oyuncu Alexandra Borbély’nin mükemmel performansları göz kamaştırıyor. Beklemediği bir aşk ile baş etmenin şaşkınlığını yaşayan genç kadın, İngiliz folk şarkıcısı Laura Marling imzalı ‘What He Wrote’ şarkısının dizelerine sığınıyor.

(25 Nisan 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Güllerin Savaşı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Kendimce yeni bir keşifte daha bulundum; yazayım. Gala, açılış, ödül töreni vs. gibi etkinlikler için gelen davetiyelerin bazılarında “Davetiye tek kişiliktir” yazar. Davet eden haklıdır, ancak olaya davet edilen tarafından bakıldığında işin rengi değişir. Hele davet edilen bir de kılıbıksa yandı gülüm keten helva. Bin dereden su getirsen olmaz ama benim keşfimi uygularsanız yırttınız demektir. Şöyle: Bu ifade ile çağrılacağım ilk davete iki kişi gittiğimde ve “Beyefendi davetiye tek kişilik” denilerek durdurulduğumda şaaak diye cevabı yapıştıracağım. “Ben tek kişiyim, senin gözlerinde sorun var, çift görüyorsun azizim.” diyeceğim. Bence 500 kişiye tek gel çağrısı yapacağınıza 250 kişiye çift gel çağrısı yapın. Malûm tek’lik sadece Recep İvedik’e mahsus. 5.siyle sanırım şu sıra son 28 yılın hasılat rekorunu kıracak. (12 Nisan 2017)

Trakyalı veya Arnavut, dinlemek zorunda kaldığı bıktırıcı bir söylemden sonra, tam hatırlayamıyorum ama aşağı yukarı şöyle demiş: “Abe hoca efendi, ben sana sabah akşam kabak aşı yedirsem, bıkmaz mısın yemekten? İçirme şu Amerikan sütünü diyerim sana. Çocuk öğüriyeri, kusuyeri, hastalanıyeri.” (Kafanı sallasan propaganda afişine çarpacak ya, o nedenle bu sitemi hatırladım.) (12 Nisan 2017)

Bir sintine hikâyesi: İstanbul Film Festivali’nin geleneksel Boğaz Gezisi’ne iştirak etmek için evden çıktım, tam otobüse bineceğim, Ergenekon Caddesi’nin gözünü sevdiğim güvercinlerinden birisi bütün sintinesini üzerime boşalttı. Öyle, böyle değil, nokta atışı falan hiç denemez, montumun her yerine mükemmelen saçtı. Sağ olsun şöfer gülerek ıslak mendil uzattı da nispeten kıta temizliği yaptım. O aşamada güvercine bir hayli kızmıştım. Sonra durup düşününce kızmamın gereksizliğini idrak ettim. Öyle ya, garibim güvercin binlerce yıldır atalarından gördüğü gibi özgürce saçıyor. Kabahat bende, ne diye başka yer yokmuş gibi gidip onun sahasından geçiyorum ki. Netice olarak dünya hepimizin, özgürüz ve kardeşçe yaşamaya mecburuz. Festival, sağ olsun bu seneki geziyi koskocaman ve çok güzel, modern bir gemiyle yaptı; ikramlar kapalı büfe olsa da vesile olduğu sohbetler mükemmeldi. (Bu yazıyı Nişantaşı Cinemaximum City’s Sineması’nda bugün 13:30’da yapılan Afganistan filmi “Ayrılık”ın gösterimi öncesinde yazdım. Tam son kelime “… mükemmeldi”yi yazarken perdeden festivalin o bayıldığım anonsu geldi: “Şimdi o telefonu yerine koy, kafanı kaldır, İstanbul Film Festivali başlıyor.” Telefonumu yerine koydum, kafamı kaldırdım ve güzel Afgan kızı Fereşte* ile tutkunu Nabi’nin hüzünlü hikâyesi başladı.)
* Festival broşüründe Feriştah olarak geçiyor. (14 Nisan 2017)

Fenerandum arifesinde, hava da güzel olunca vatandaş atmış kendini dışarı, alışveriş ve gezi keyfi yapıyor. Ergenekon Caddesi o kadar kalabalık ki önümde hayatının en yavaş yürüyüşünü yapan vatandaşı bir türlü sollayıp geçemiyorum. Eve gidince ilk işim Yayayolları Genel Müdürlüğü’ne dilekçe yazıp, kaldırımlarda hızlı yürüyen yayalara şerit tahsisi yapılmasını talep edeceğim. (15 Nisan 2017)

Bu bir rüya. Abartma. Bitecek. (Erkin Koray dinlerken ilham geldi. Bu kadar bıraktı gitti.) (15 Nisan 2017)

2. Uluslararası Antalya Sinema Günleri, 28 – 30 Nisan 2017 tarihleri arasında Antalya Kültür Merkezi’nde düzenleniyor. Geçen yıl 1. Uluslararası Antalya Film Günleri olarak duyurulan etkinliğin adı gerçekleşme aşamasında “Sinema Günleri”ne evrildi. Bu yılki etkinliği de gerçekleştirilecek olan Antalya Sinema Derneği’nin web sitesindeki duyuruda etkinlikten sekiz-dokuz kez “festival” şeklinde bahsediliyor. Önümüzdeki sene bu etkinliğin adı 3. Uluslararası Antalya Sinema Festivali’ne mi dönüşecek diye merak ediyorum doğrusu. (15 Nisan 2017)

“Güllerin Savaşı” adlı TV dizisi 40 ülkeye satılmış. Dizi sektörü için sevindirici bir başarı tabi ki. Hiç izlemişliğim yok ama ne zaman bu dizinin adını duysam Michael Douglas ile Kathleen Turner başrollerini paylaştığı ve 1990 Eylül’ünde Özen Film dağıtımıyla sinemalarımızda gösterilen “Güllerin Savaşı” (The War of the Roses) adlı yabancı filmi hatırlarım ve hep dizide bu filmden esinlenmeler var mıdır diye meraklanırım. (15 Nisan 2017)

Kapan Kapana: 21 Nisan’da ismiyle manidar bir film vizyona giriyor: “Kapan”. Son 10 yılda iki kez daha kapana kısılmışız. Birinci “Kapan” (Fermat’s Room), 11 Nisan 2008’de; ikinci “Kapan” (Hush), 10 Temmuz 2009 tarihlerinde vizyona girmiş. Teferruatlı kapanları (Dehşet Kapanı, Ejder Kapanı, İntikam Kapanı, Karınca Kapanı, Korku Kapanı, Ölüm Kapanı) -görüldüğü üzere- saymıyorum. (19 Nisan 2017)

(24 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Değerli büyüğümüzün bugünkü Yenikapı mitinginde yaptığı konuşmanın başında “İstanbul beni sarhoş ediyorsun” mealindeki sözünden hareketle TV.lerde gösterilen sinema filmlerindeki kadeh sahnelerinin buğulanması uygulanmasından vazgeçilmesini umut ediyorum. (08 Nisan 2017)

67 yıllık hayatımın 50 yılını İstanbul’da geçirdiğime göre İstanbullu olmaktan gurur duyduğumu beyan etmekte bir beis görmüyorum. Gözünü* sevdiğim İstanbul hakikaten memleket gibi bir şehir. Siyasilerimiz diğer şehirlerimize gittiklerinde genelde boyunlarına o şehrin futbol takımının renklerini havi atkı, şal, poşu, vs. asar. Bugünkü Yenikapı mitinginde ikinci değerli büyüğümüzün kırmızı-beyaz atkı ile sahneye çıktığını gördüğümde yüzüme geniş bir tebessümün yayıldığını itiraf ederim.
* Neresi olduğunu tabi ki bilmiyorum, “gözünü sevdiğim” lâfın gelişi. (08 Nisan 2017)

1914 yılında başlayan sinemamız bu yıl itibariyle 103 yaşında. Türk Sineması olarak adlandırılan sinemamız son yıllarda bazı kesimler tarafından Türkiye Sineması olarak adlandırılmaya başlandı. Bu yeni adlandırmayı -festival nedeniyle ilk akla gelen- İstanbul Film Festivali, Mithat Alam Film Merkezi, Sinema Yazarları Derneği gibi kuruluşlar da kullanmaya başladı. Mithat Alam Film Merkezi’nin “Türk Sineması Görsel Hafıza Projesi”nin adı “Türkiye Sineması Görsel Hafıza Projesi”ne, Kadir Has Üniversitesi’nin “Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı”nın adı “Türkiye Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı”na dönüştü. 36. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Altın Lale Yarışması’nın tanıtım görselleri arasında ülkemiz sinemasına ait filmlerin Blue Silence, Claire Obsure adlı İngilizce afişlerini görünce sinemamızı da artık Turkey Cinema olarak mı anmaya başlasak diye düşündüm. Yeşilçam Sineması’na da Green Pine Cinema veya Pinecine deriz. (Pine/Çam ile Cine/Sinema arasındaki kafiye uyumuna da dikkat çekerim.) (09 Nisan 2017)

“Sinemamızda benzeri olmayan film” denildiğinde birbirleriyle hiç âlâkası olmayan Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Ömer Kavur’un Yusuf ile Kenan filmleri aklıma gelirdi, şimdi bunlara bir de Rıza Sönmez’in Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var filmi eklendi. (09 Nisan 2017)

Yanlış hatırlamıyorsam Rıza Sönmez’in Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var filminin adı başlangıçta Peri Peri’ydi. Antalya’da Rıza ile konuştuğumuzda, filmin yeni adını bildirdiği Orhan Pamuk’tan herhangi bir kısıtlama gelmediğini söylemişti. Ayrıca kanaatimce filmin, seyreden sinemaseverleri romanı okumaya da teşvik edeceğine eminim. Nasıl ki bendeniz film festivali nedeniyle Kars’a gittiğimde ilk iş olarak Kar romanında bahsedilen mekânları aradıysam, filmi seyredenler de romanı okuyacaklar ve Kars’a yolları düştüğünde romandaki ve filmdeki yerleri görmek isteyeceklerdir. Orhan Pamuk-Kars birlikteliğini bundan böyle pekâlâ Orhan Pamuk-Kars-Rıza Sönmez birlikteliği olarak da algılayabiliriz. (10 Nisan 2017)

Rutin muayenem için hastaneye biraz erken gidince kafeteryada bekleyelim dedik. Ben telefonumla haşır neşir olurken hanım yanından geçen şef garsona “Çay alabilir miyiz?” dedi. Şef garson çayları dolaştıran diğer garsona “Hanımefendilere de iki çay ver?” diye seslendi. Etraf kalabalık, duyan falan olmuştur diye zevahiri kurtarayım dedim, “Hayırdır şef, hanımefendiye benzer bir yerim mi var?” diye sordum. Neyse ki Şef, gaf yaptığını fark etti, “Estağfurullah abi.” dedi. Güldüm. Gülüştük. (10 Nisan 2017)

Fısıltı gazetesinin gücüne bir kez daha inandım. T2 Transpotting filmi geçtiğimiz If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterildi. Festival ilgilileri sağolsunlar basına da ayrıca bir gösterim düzenlediler. Filmi seyrettikten sonra Türkiye’de vizyona girmeyeceği bilgisi gelince görenler bir kez daha göremeyeceklerine, göremeyenler de filmle sinema perdesinde buluşamayacaklarına üzüldüler. Tam o aşamada fısıltı gazetesi faaliyete geçti, sinemaseverler ve medya mensupları filmden övgüyle bahsetmeye başladılar. Ardından filmin 05 Mayıs’ta vizyona gireceği açıklandı. Bu karar değişiminde fısıltı gazetesinin büyük etkisi olduğunu sanıyorum. (10 Nisan 2017)

11 Nisan Şanlıurfa kurtuluş günü kutlu olsun; 1967’lerdeki Atlas Sineması ve Türkmen Sineması’na selam olsun. (11 Nisan 2017)

Sabah soğukluğu: Güzel Türkçemizde bazı ifadeler ters yüz edildiğinde insanı gülümsetiyor. Hep “Sebze fiyatları aldı başını gidiyor” ve “Trafik Arap saçına döndü” denir; hiç “Sebze fiyatları verdi başını geliyor” denmez veya trafik hiçbir zaman Fransız saçına dönmez. (11 Nisan 2017)

(15 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

36. İstanbul Film Festivali’nden Son İzlenimler

Bir festivali daha geride bıraktık. Hızla geçen 11 gün içinde bir sinema salonundan diğerine koştuk, güzel filmlerle içimiz aydınlandı. Festivalin son günlerinde izleme fırsatı bulduğum birkaç filmden söz etmek istiyorum bu yazımda.

Locarno Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü ‘Ornitolog’ Portekizli sinemacı Joao Pedro Rodrigues’in imzasını taşıyordu. Kuş gözlemcisi Fernando’nun ormanın derinliklerinde, doğanın huzur verici dinginliğinde başlayan sakin yolculuğu, nehirdeki akıntının botunu kapıp götürmesiyle yön değiştiriyor. Bundan sonrasında orman ile Fernando, gerçek ve hayal, rüya ile kâbus arasındaki çizgiler giderek belirsizleşecektir. Rodrigues bu kaybolmuşluk öyküsünü dinsel referanslar ve cinsel fanteziler eşliğinde sunuyor izleyicisine. Hacı olma yolundaki tekinsiz Japon kızlar, etrafta cirit atan orman ruhları, genç İsa, yönetmenin bizzat yorumladığı Aziz Antonio devreye giriyor sırasıyla. Derek Jarman külliyatından beslenen Rodrigues’in yapıtı hem ana karakterine, hem de izleyicisine şaşırtıcı sürprizler sunuyor, görselliğiyle parmak ısırtıyor. Film, Reha Erdem’in başkanlığını yaptığı Uluslararası Yarışma’da Altın Lale ödülüne layık görüldü.

Yarışma seçkisinin bir diğer önemli filmi ‘Benim Mutlu Ailem’ Gürcistan’dan geliyordu. Üç yıl önce yine festivalde izlediğimiz ilk uzun metrajları ‘Hayatın Baharı’ ile ilgi alanımıza giren Nana Ekvtimishvili ile Simon Gros’un ortaklaşa yönettikleri yapım, ataerkil Gürcü toplumunu mercek altına alıyor. 25 yıllık evliliğini sürdüren edebiyat öğretmeni Manana, üç odalı baba evini kocası, anne-babası, yetişkin iki çocuğu ve damadıyla paylaşmaktadır. 50’li yaşlardaki Manana kiraladığı küçük dairede tek başına yaşama kararı aldığında aile bireyleri şaşkınlığa düşeceklerdir. Mükemmel yazılmış, yönetilmiş, Gürcistan sinemasının tanınmış oyuncusu Ia Shugliashvili’nin kusursuz performansı ve uzun planlar eşliğinde dingin ilerleyen yapım, bu yılki festivalin iz bırakan filmleri arasındaydı.

Aynı seçkide yer alan ‘Lady Macbeth’, İngiliz tiyatro ve opera yönetmeni William Oldroyd’un ilk uzun metraj denemesi. Oldroyd, Rus yazar Nikolai Leskov’un Shostakovich’in aynı adlı ünlü operasına da kaynaklık etmiş kısa romanı ‘Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i’ni, İngiltere’nin genç kuşak oyun yazarlarından Alice Birch ile ortaklaşa kaleme aldıkları senaryodan beyazperdeye uyarlamış. Shakespeare’in ünlü tragedyasıyla doğrudan bağlantısı olmayan bu hikâyede, kendisinden yaşça büyük zengin adama bir küçük toprak parçası ile birlikte satılmış genç Katherine’in tutkuları ve özgürlüğü için mücadelesini izliyoruz. Kocasının aşağılayıcı davranışlarına katlanmaya çalışırken, çiftlikteki işçilerden biri ile tutkulu bir ilişki yaşamaya başlayan genç kadın, hayatta kalabilmek için mazlum konumundan acımasız bir Lady’ye dönüşecektir. Genç oyuncu Florence Pugh’un parlak kompozisyonuyla öne çıktığı yapım, festivalin iyileri arasındaydı.

1984 doğumlu Polonyalı yönetmen Bartosz M. Kowalski’nin ilk uzun metrajı ‘Oyun Alanı / Plac Zabaw’, herkesin kolay kaldıramayacağı final sekansıyla festivalin seyri en zor filmlerinden biriydi. Ergenliğe geçiş yaşlarındaki çocukların dünyasındaki acımasızlık ve şiddeti son derece soğukkanlı bir şekilde perdeye taşıyan genç sinemacının cevap vermekten ziyade sorunları ortaya koyan tavrı dikkat çekiyor ve Haneke etkisi buram buram hissediliyordu.

Kaçırılmaması gerekenler listemde ilk sırada yer alan ancak programım gereği festivaldeki son gösteriminde izleme şansı bulabildiğim ‘Vahşi Bölge / La Region Salvage’ ile Amat Escalante bizleri bir kez daha yanıltmadı. Yıllar önce festivalde gösterilen ‘Kan / Sangre’ ile bir avuç sinefili büyüleyen Meksikalı sinemacı, ‘Heli’nin ardından çektiği, Venedik’ten en iyi yönetmen ödüllü son filminde, cinselliğin; tabu, kural, sınır tanımayan cinselliğin, doğanın en ölümcül mutluluk kaynağı olduğunun altını çiziyor. Andrzej Zulawski’nin ünlü ‘Possession’una ithaf edilmiş bu çizgi dışı yapımda, insanlar (ve de hayvanlar) saf cinsel haz veren dünya dışı bir varlığın çekimine kapılıyor. Yönetmen ilk kez tür sinemasıyla flört ediyor, Mozart’ın ‘Sihirli Flüt’ ezgilerine tedirgin edici elektronik tınılar karışıyor.

(15 Nisan 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

36. İstanbul Film Festivali’nde Berlinale Rüzgarları

36. İstanbul Film Festivali kentin iki yakasına yayılmış 10 farklı sinema salonunda tüm heyecanıyla sürüyor. Bu yıl 21 bölümde, 61 ülkeden, 207 yönetmenin 186 uzun metrajlı ve 17 kısa filminden oluşan zengin programıyla sinemaseverlerin karşısına çıkan festivalin ilk günlerinde öne çıkan yapımlar, 67. Berlin Film Şenliği seçkisi dahilinde geçtiğimiz Şubat ayı içinde dünya prömiyerini yapmış yapımlardı.

Berlinale’nin açılışını yapmış olan ‘Django’, İstanbul Film Festivali’nin ‘Musikişinas’ başlıklı bölümünde gösterildi. Bizde ‘Sürgün Melodiler’ adıyla gösterime girecek olan Etienne Comar imzalı yapım, Avrupa Cazı’nın öncülerinden ve Gypsy Swing’in babası olarak bilinen Django Reinhardt’ın 1943 yılında Nazi İşgali altındaki Paris’ten kaçışının hikâyesini anlatıyor. Reinhardt rolünde Cezayir asıllı tanınmış oyuncu Reda Kateb’in yer aldığı, Nazizm dönemine ilişkin bildik klişelerle örülü, konvansiyonel bir seyir izleyen yapımın en etkileyici yanı Django’nun Avrupa’nın önde gelen topluluklarından Rosenberg Trio tarafından yeniden yorumlanan doyumsuz müziği oluyor.

Son Berlinale seçkisinin en değerli parçası, en iyi filme takdim edilen büyük ödül Altın Ayı’nın yanı sıra, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini toplayan ‘Beden ve Ruh’ idi kuşkusuz. Yılların usta sinemacısı Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra çektiği bu güzel yapım, emekliliği yaklaşmış bir mezbaha müdürüyle, işe yeni alınmış asosyal kalite kontrol uzmanının ortak rüyalarla başlayan tutkulu aşkını öykülüyor. Rüyalarındaki birlikteliği gerçek hayata taşımaya çalışan ana karakterlerin büyülü gerçeklik tadı taşıyan sevda öyküsünde oyuncular muhteşem. Festivalde kaçırdıysanız üzülmeyin, 21 Nisan’da ‘Başka Sinema’ salonlarında vizyona giriyor. Bu benzersiz film üzerine daha ayrıntılı bir yazıyı yaygın gösterime gireceği tarihe bırakalım dilerseniz.

Bu yıl kadın sinemacıların zaferiyle kapanan Berlinale’nin Alfred Bauer Gümüş Ayı ödüllü bir diğer ilgiye değer filmi ‘İz / Pokot’ bizim festivalin de gözdeleri arasındaydı. Yine yılların eskitemediği bir başka ustanın, Polonyalı sinemacı Agnieszka Holland’ın imzasını taşıyan filmi, anarşist-feminist bir polisiye olarak tanımlıyor yönetmeni. Karlar altındaki bir dağ kasabasında geçen, eksantrik karakterlerin cirit attığı bu cinai filmde, kasabada İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji meraklısı, hayvan hakları savunucusu şirin ihtiyarın iki köpeğinin ortadan kaybolmasının ardından, çoğu kaçak avcılıkla uğraşan bölge sakinleri art arda cinayetlere kurban gitmeye başlıyor. Özgün Lehçe adı ‘Hayvan İzi’ anlamına gelen bu kara güldürü ancak 68 kuşağından bir sinemacının elinden çıkabilecek hınzırlıkta. ‘İnsanların dünyayı değiştirmek için mücadele verdikleri bir devirde büyümüş’ Polonyalı sinemacı, adaşı başoyuncusu Agnieszka Mandat’ın muhteşem katkısıyla yarattığı ütopik dünyasında, doğa ve hayvan katliamına isyanını haykırıyor. Bizde fazla gecikmeden sinemalara gelmesini umut ettiğim bu güzel filmin festivaldeki son gösterimi, 13 Ekim Perşembe 19:00’da Nişantaşı City’s Sineması’nın üçüncü salonunda.

Senegal asıllı Fransız yönetmen Alain Gomis’nin geçen ay Berlin’den Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi ‘Félicité’ festivalin ilgiye değer bir başka yapımıydı. Geceleri barda şarkı söyleyerek geçimini kazanan Félicité’nin yaşamı üzerine filmin hikâyesi. Kongo’nun başkenti Kinşasa’da zengini acımasızlaştıran, yoksulu ve özellikle kadını yalnızlaştıran ekonomik ve ataerkil düzenin varlığını her karede hissettiğimiz filmde, Félicité’nin 14 yaşındaki oğlunun geçirdiği motosiklet kazasıyla iyice çıkmaza giren hayatını, oğlanın ameliyatı için gereken parayı toplama mücadelesini ‘onca yoksulluğa rağmen’ klişesine düşmeden şefkatle izlemiş Gomis, sık kullandığı yakın planlarla başroldeki Vero Tshanda Beya’nın anlamlı yüzüne odaklanmış. Film, 12 Nisan Çarşamba 16:00’da Atlas Sineması’nda, 14 Nisan Cuma 19:00’da Kadıköy Rexx Sineması’nda gösteriliyor.

2013’te ‘Çocuk Pozu’ ile Berlin’de Altın Ayı kazanan Calin Peter Netzer’in son çalışması ‘Ana, Sevgilim / Ana, Mon Amour’ bir kara sevda öyküsü. Romanya Yeni Dalgası’nın en parlak temsilcilerinden biri olan Netzer’in filmi, üniversite yıllarında karşılaşan Ana ile Toma’nın bağımlılığa dönüşen sorunlu birlikteliklerini psikanalize geniş alan açan bir senaryo, Mircea Postelnicu ve Diana Cavallioti’nin doğal oyunculuklarıyla, bir de Berlin’den kurgu alanında en iyi sanatsal katkı ödülüyle dönen Dana Bunescu’nun ustalıkla kullandığı dinamik el kamerası çalışmasıyla parlıyor. Filmin festivaldeki son gösterimi, 15 Nisan Cumartesi 21:30’da Atlas Sineması’nda.

Bu yıl Berlin’den en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönen Koreli sevdiğimiz sinemacı Hong Sangsoo’nun İstanbul Film Festivali seçkisine dahil olan son filmi ‘Gece Sahilde Tek Başına’ yönetmenin kendini tekrar ettiği vasat çalışmalarından biriydi. Otobiyografik öğeler taşıyan, yönetmenin evliyken bir ilişki yaşadığı kendisinden 22 yaş küçük Kim Minhee’yi başrole aldığı film, ünlü kadın oyuncunun yalnızlığını iki ayrı ülkenin sahil kentinde atlatmaya çalışması üzerine. Kadın karakterin melankolisini, dürüstlüğünü ve hesaplaşmalarını etrafındaki insanlarla konuşmaları aracılığıyla anlatan yönetmen, etkileyici kadın karakterin yanında yer alarak bir kez daha alışıldık erkek davranışlarını eleştiriyor.

Berlinale’nin yarışma filmlerinden olup bizim festivale uğrayan ‘Unutulmayan Aşk / Rückkehr Nach Montauk’u fırsat bulup izleyemedik. Filmin yönetmeni, başka bir usta sinemacı Volker Schlöndorff gösterimlerde bulunmak üzere kentimize kadar uğramışken üstelik. Filmin bizde vizyona girmesini bekleyeceğiz artık. Bu yıl Berlin’de yarışmalı bölümde yer almış tek belgesel olan ‘Beuys’, yönetmeni Andres Veiel’in sözleriyle ‘çok Alman, ancak mizahı yüzünden çok gayri-Alman’ sanatçı Joseph Beuys’un yapıtları kadar sıradışı yaşamını ve fikirlerini ele alıyor. Bu ilginç belgeseli 15 Nisan Cumartesi 13:30’da Beyoğlu Sineması’ndaki son gösteriminde yakalayabilirsiniz.

(10 Nisan 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Baraka -The Shack-

Ölüm, geri dönülmeyen bir yok oluştur. Bu, bütün canlılar için geçerli. Bunu kabul etmek, belki bütün canlılar için değil ama insanlar için en zor kabul edilebilir bir durum. Herkes, hepimiz ikinci bir dünya olduğuna, orada huzur, barış, mutluluk olduğuna inanırız. Büyük olasılıkla burada, bu dünyada yaşayamadığımız bütün güzellikleri oraya bırakmamızın temelinde yatan da bu duygu.

Üç çocuklu, geliri yerinde, mutlu ailede en küçük kız kaçırılarak öldürülünce her şey ama her şey tersine döner. Kendisini suçlayandan tutun da, yaşadığı umudunu taşıyanlara kadar. Kolay değildir böylesi bir sonuçla karşı karşıya olmak ve dik durabilmek.

Satranç oyunu gibi…

Sizi bilmem ama ben durabileceğimi sanmıyorum. Mackenzie Phillips, en küçük -tabii, bir o kadar da sevimli, akıllı, gelecek vaat eden- kızının trajik ölümünden sonra geçmişe dönük anılarında yaşadıklarını (filmin başında gördüklerimiz cidden güzel bir sürprizdir) anımsar. O ana kadar seyircinin ne olacağı konusunda bildiği pek bir şey yoktur aslında. Siz, satranç oyunundaymışçasına bir sonraki hamleyi düşünürken bambaşka bir şey çıkar karşınıza. Hayat (yani film) yeni hamleler için yeni düşünceler doğurmakla meşguldür artık. Akışa bırakmazsanız kendinizi çıkamazsınız işin içinden.

Kimin elini tutmak istersiniz?

İnançlı olup olmamak değil mesele… Bütün mesele inancınızın peşinden gitmektir. İnancınızla birlikte dik durmak, yorulmamak, bıkmadan usanmadan, hatta belki ölümcül kazalar geçirmek ve onları atlatmaktır. Sahi, onları yaşarken kim vardır yanınızda? Kimin elini tutmak istersiniz.

Geçenlerde tanrının erkek olmayabileceğini açıklayan birileri vardı gazetelere yansıyan haberlerde. Gerçekten de neden “erkek” olarak imgeleniyor hepimizin kafasında? Kadın olmasının bir sakıncası mı var? Yoksa alışılagelmiş, erkek egemen düşüncenin sonucunda belirlenmiş ama kırılması güç olduğu için kimsenin aksini iddia edemediği bir sonuç mu bu? Kilisenin duvarındaki vitrayda erkek olarak imgelenen tanrı gerçekte kadın olarak çıkınca Mack’in karşısına, ne diyeceğini bilememenin, elinin ayağının birbirine karışmasının o dayanılmaz ağırlığını siz de hissediyorsunuz oturduğunuz koltukta.

Görselliği çok güçlü bir film Baraka. Dili de zorlamıyor. Ama konusu itibariyle zorluyor izleyiciyi. Mesajı açık, bir beis yok. Doluya koyup aldıramadığınız, boşa koyup dolduramadığınız her inanç temelli konu için yeniden düşünmenize yol açacak. Tabii, çok yaygın bir düşünce ile… Ben yoksam, tanrı da yok. Ama ya varsa!

BARAKA -The Shack- yönetmen Stuart Hazeldine, oyuncular Sam Worthington, Octavia Spencer, Tim McGraw, Radha Mitchell, 7 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(08 Nisan 2017)

Korkut Akın

Canım Kardeşim

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Ömrü uzun olsun Hakkı Bulut, Müslüm Gürses’in başka bir versiyonudur. Aynen Müslüm Gürses gibi, Mehmet, Heey Mehmet ve Mehmet Efendi tarafından sevildiği gibi Mehmet Bey tarafından da, yani herkes tarafından sevilir. Yıl 1975, Sarıkamış’ta askerim, her gün yer gök “İkimiz Bir Fidanız” diye inliyor. Bulut besteyi yeni yapmış, çok tutulmuş. Asker milletinin de malûm aklı fikri fidanın diğer dalında olduğundan etrafta sürekli o şarkı çalınıyor. (Tempolu koşularda Edip Akbayram’ın “Aha Mehmed Emmi, deha Mehmed Emmi”si de çalınırdı, ancak sonradan yasaklandı. Kimsenin günahını almayayım ama yasaklanma sebebinin hep “Aç insanlar yatar mı?” dizesi olduğu aklıma takılı kalmıştır.) Hakkı’ya dönersek az önce TRT Müzik kanalını açtığımda yine karşıma “İkimiz Bir Fidanız”la çıkınca kendisini andım. Bulut’un sinemamıza katkıda bulunduğu bazı filmleri şunlardır: “Dokunmayın Dünyama”, “Seven Unutmaz”, “Seven Kıskanır”, “Ah İstanbul”, “Güzel Alsın Canımı.” (01 Nisan 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: Herhangi bir şey fark ederse her şey fark eder. (Baraka-The Shack, Yön: Stuart Hazeldine) (05 Nisan 2017)

Sinemamızdan çok güzel iki film: “Üç Arkadaş” (Salih Tozan – Semih Sezerli – Fikret Hakan) ve “Canım Kardeşim” (Halit Akçatepe – Kahraman Kıral – Tarık Akan). İki fotoğrafın birlikteliği “Üç Arkadaş”ı, “Canım Kardeşim”; “Canım Kardeşim”i de “Üç Arkadaş” olarak hatırlayabileceğimizi gösteriyor. Medyada dolaşan bu iki fotoğraftan birincisi doğru fotoğraf, çünkü Memduh Ün’ün yönettiği ilk “Üç Arkadaş” siyah-beyazdı. İkincisi yanlış fotoğraf, çünkü Ertem Eğilmez’in yönettiği “Canım Kardeşim” renkliydi. Soldaki fotoğrafa bakarak “Ahh ne kadar güzeldi o eski siyah-beyaz filmlerimiz” diyerek geçmişe özlem duyabiliriz. Ancak bendeniz sağdaki fotoğrafa baktığımda aklıma ilk olarak filmin renkli olduğu geliyor ve özlem duygum zedelenmiş oluyor. Yanlış algı yaratılmaması açısından renkli filmlerin siyah-beyaz fotoğraflarla tanıtılmaması gerekir. (06 Nisan 2017)

Senelerdir süren alışkanlıkların değişmesi insanı hüzünlendirmiyor desem yalan olur. Çalışma sahamızdan misal vereyim: Yıllardır Lütfi Kırdar’da yapılan açılışları İstanbul sinemaseverleri için klasikleşmiş olan İstanbul Film Festivali’nin bu yılki açılışının Maslak TİM Show Center’da yapılması; keza yıllardır Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılan SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin Türk Sineması Ödülleri töreninin 2 yıldır Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde yapılması; 7. Malatya Film Festivali organizasyonunun Valilikten, Büyükşehir Belediye Başkanlığına geçmesi; keza İstanbul Film Festivali basın gösterimlerinin Beyoğlu SOHO House ile Fransız Kültür Merkezi’nde yapılması. Elimde değil kafam karışıyor, bendeniz bunlara da hüzünleniyorum, eski durumları özlüyorum. Hani İngiltere’ye yolum düşse ve ne bileyim 36. Londra Film Festivali’nin basın gösterimlerine gidesim gelse Londra’nın Covent Gardene semtinde Beyoğlu Evi’ni veya İtalyan Kültür Merkezi’ni arayasım gelecek. O derece yani. (06 Nisan 2017)

Mekânları cennet olsun, vefat eden sanatçılarımızla ilgili haberleri yazarken çoğu zaman sinematurk.com’a başvuruyorum. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Karagöz ustası Orhan Kurt’u sitede bulamayınca sanatçı hakkında “Yaşayan İnsan Hazinelerimiz: Hayali Orhan Kurt” (Sanatçının vefatından sonra belgeselin adı Karagöz Ustası Orhan Kurt olarak değiştirilmiş ve 06 Nisan’da yeniden youtube’a yüklenmiş. “Hayali Orhan Kurt” adı ise başlangıç jeneriğinin içinde yazıyor) adında bir belgesel olduğunu siteye bildirdim. Belgeseli kayıtlarına “Yaşayan İnsan Hazineleri” olarak kaydettiler ancak birkaç kez bildirdiğim halde Orhan Kurt kişi olarak arandığında sitede hâlâ bulunamıyor. Hadi ondan vazgeçtim, Kurt’tan hareketle nasıl olduysa “Külhanbeyler Kralı” adlı filmin künyesine ulaştım. Künyede Turan Kurt adlı oyuncunun adını okuyunca filmin afişine bakayım dedim. Afişte görüleceği gibi bu oyuncunun adı “h” harfi eklemesiyle Turhan Kurt olarak geçiyor. Bu ismin düzeltilmesi için hilâfsız 10 kez yazdığım halde düzelttiremedim. Buradan hareketle bazı sanatçılarımızın ad ve soyadlarının yazılımlarındaki muhtelif hatalardan bahsedeyim. İlk akla geleni Attila Özdemiroğlu’dur. Özdemiroğlu adının Atilla (tek t, çift l) olarak yazılmasına son derece sinirlenirmiş, bunu öğrendikten sonra kayıtlarımda bulabildiğim tüm Atilla’ları düzelttim. Değerli yönetmenimiz Erden Kıral’ın soyadının da zaman zaman Kral olarak yazıldığını görürüz. Sonunda nerede okuduysam soyadının “Kır al” mânâsına geldiğini okudum, doğrusunu öğrenmiş oldum. Tam burada yazının daldan dala atlama bölümüne geçiyorum. Geçen hafta kaybettiğimiz Halit Akçatepe’nin en ünlü filmlerinden “Canım Kardeşim”de oynayan küçük oyuncu Kahraman Kıral’ın soyadı da afişteki düzenlemede Kral şeklinde algılanır. Kahraman Kıral’ın oynadığı başka bir filmin, “Gelin”in afişine bakayım dedim. Sinemalarda gösterildiğinde dikkatimi çekmişti ama unutmuşum, “Gelin”in afişinde filmin adıyla birlikte sadece yapımcı firma Erman Film’in adı yazar, yönetmen dahil başka hiçbir sanatçının adı yazmaz. “Gelin”den Erman Film ve Hülya Koçyiğit üzerinden “Gökçeçiçek” filmini hatırladım. “Gökçeçiçek”in başka hiçbir filmimizde bulunmayan bir özelliği vardır. Filmin sonunda “Son” yazısı yerine “Türk Malı” yazar ve film sona erer. Oradan, daldan dala bölümünün sonuna gelirsek, Yılmaz Güney’in ünlü “Umut” filminin sonunda da “Son” yazısı yoktur. Yılmaz Güney umutsuzca dönerken karenin sağ alt köşesinde “Umut” kelimesi yazar ve film biter. Vizyona çıktığında sinemada izlediğimde öyle bitiyordu, DVD kopyalarında nasıl bittiğini bilmiyorum. Eski filmlerimizin yıpranma nedeniyle başlarından ve sonlarından giden parçalardaki bu kabil hoşlukların yok olması da sinemamız için bir kayıptır diye düşünüyorum. (06 Nisan 2017)

(08 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

50 Unutulmaz Film -Sinemanın Hazineleri-

Sinema hepimizin gözdesi… Televizyonun bu denli yaygınlaşmadığı, yeni teknolojilerle sinema salonlarının dışında hiçbir yerde hiçbir zaman filmlere ulaşılamadığı zamanları bilenler/yaşayanlar için hâlâ öyle. Eğlendiren, eğlendirirken öğreten, öğretirken bilinçlendiren, bir o kadar da yaşama sevinci veren, coşturan, heyecanlandıran, mutlu eden bir sanat dalı.

Biz, sinemaya Atillâ Dorsay’ın gazete yazılarıyla âşık olduk. Onun değerlendirmeleriyle karar verdik hangi filmi göreceğimize. Kimi zaman çok beğendiğimiz bir film izledik, kimi zaman itiraz ettik. Ama hiçbir zaman onun yazısını okumadan gideceğimiz filme karar vermedik.

Aynaya yansıyan…

“Beyazperde denilen o büyülü alana yansıyan karmaşık, yoğun, çelişkili görüntüler bize hem gerçek hayatın sayısız yüzünü öğretti hem de onun ötesinde hayal alemlerini” diyor, devamının geleceğini de duyurduğu “50 Unutulmaz Film” kitabında.

Aklıma Bunuel’in bir sözü geliyor: “Filmde bir şey iki defa gözüküyorsa, farklı bir anlamı vardır”. Bu sözü rehber edinsek bile o “farklı” olan anlamı nasıl yakalayabileceğimizi bilemiyorduk. İşte, Atillâ Dorsay’ın önemi burada. Açıktan değilse bile, muhakkak bir ipucu verir, birkaç yazı sonra siz de o ipucundan yola çıkarak yeni tatlar almaya başlardınız. Değilse hepsi aynı trükler üzerine kurulu… Zengin kız fakir oğlan, köylü kentli çelişkisi vb. toplam 37 trük olduğuna göre (siz onu yazıdaki 29 harf gibi düşünün) her kelimenin (yani görüntünün) ayrı bir anlamı olmalı.

Katmanlar arasında…

Filmin ilk anlamı gördüklerimizdir. Yürüyen bir insan mesela… yalpalayarak yürüyorsa farklı bir anlam taşır, düşe kalka gidiyorsa daha farklı, nefes nefese ise bambaşka. Elini kullanışı, mimikleri de belirleyicidir en az sokakta gördüklerimiz kadar. Yerler çamurluysa, yol asfaltsa, çevre yeşilse başka başka anlamlar yüklenir görüntü. Biz izleyiciler de bunlardan yola çıkarak yorumlarız filmi. Atillâ Dorsay ve diğer eleştirmenlerin yol göstericiliğinde filmin içine gireriz. Anlatırken veya tartışırken de o katmanların arasından çıkardıklarımız bizim gücümüzdür. Siyaset, felsefe, mitoloji, tarih vb. ile güçlendirildiğinde bir çözümlemeye ulaşırız.

50 kitap 50 film

Atillâ Dorsay’ın 50 kitabı yayımlanmış. Birçoğu gazetelerde, dergilerde yayınlanmış yazılarının kitaplaşması iken bu kez, 50’lerin hatırına olsa gerek, yeniden yazmış bu filmleri. Yukarıda değindiğimiz gibi artık video kasetlerle başlayan DVD ve blue-ray ile süren teknolojik devrim sonucu eski filmleri de yeniden izleme şansına sahibiz. İnternet kolaylığını da göz ardı etmemek gerek. Ancak bizim ülkemizin önemli kangrenlerinden olan telif gibi, bir kaçamağa da izin vermemek gerektiğini hemen belirtmeliyim.

Yıllardır görmek istediği, tarihin karanlığında ışıltısı giderek sönmeye yüz tutmuş ama gerek dili gerek oyuncuları gerekse görüntüleriyle belleklerde iz bırakmış filmleri teknolojinin de yardımıyla yeniden izleyip yeniden yazmış Atillâ Dorsay. Çok da iyi etmiş.

Biz, yine onun rehberliğinde yeni coşkular, yeni heyecanlar, yeni umutlarla göneneceğiz o filmleri izleyerek. Bu kitabın bir farklı özelliği de, belleklerde bile kalmayan o güzelim eski filmleri yeniden hayata geçirme fırsatı yaratması… Yoksa onca film içinde aklınıza bile gelmeyebilir… Atillâ Dorsay, sadece filmle yetinmeyip akımlarını, yönetmenlerin içinde bulundukları birlikleri, dönemin koşullarını da aktararak yazılarında gerçek bir rehber hazırlamış.

Unutmadan, 50 değil 52 film var kitapta. Ama sadece film yazıları olduğunu düşünmeyin. İlginç bir öykü denemesi olarak da değerlendirilebilir yazılar. Çünkü okudukça -göreceksiniz, sizi de sarıp sarmalayacak- okuduklarınızdan kendi filminizi çekerken yakalayacaksınız kendinizi. Asıl filmle karşılaştırıp yeni bir görüş çıkarmak sizin seçiminiz olacaktır.

50 Unutulmaz Film -Sinemanın Hazineleri- Atillâ Dorsay, sinema yazıları, Remzi Kitabevi, Mart 2017, 231 s.

(03 Nisan 2017)

Korkut Akın

36. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 36. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Durul ve Yağmur Taylan biraderlerin başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, oyuncu Nejat İşler, yazar Sema Kaygusuz ve görüntü yönetmeni Emre Erkmen’den oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 12 filmden oluşuyor. Bunlardan Yeşim Ustaoğlu imzasını taşıyan ‘Tereddüt’ geçtiğimiz yıl Uluslararası Antalya Film Festivali’nde en iyi film, yönetmen ve kadın oyuncu dallarında ödüllendirilmiş bir yapım. Farklı sosyal sınıf ve kültürlerden gelmiş iki kadının yollarının kesişmesi ve aralarındaki farklılıklara rağmen ortak bir açmazın içinde bulunduklarını fark edişleri üzerine, Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un başarılı performanslarından destek alan cesur bir film bu.

Özgür Doğan ile ‘İki Dil Bir Bavul’, Zeynel Doğan ile ‘Babamın Sesi’ne imza atmış ve büyük beğenimizi kazanmış olan Orhan Eskiköy, üçüncü uzun metrajı ‘Taş’ ile yarışmanın iddialı isimlerinden bir diğeri. Muhammet Uzuner ve Jale Arıkan’ın oyuncuları arasında yer aldığı yapım, ansızın kapılarında beliren zihinsel sorunlu bir adamın, aile bireyleri arasındaki buzları çözmesi ve onları yeniden hayatın içine çekmesini konu ediniyor. Beş yıl önceki ‘Gözetleme Kulesi’nden sonra çektiği ilk film ‘İşe Yarar Bir Şey’ ile Pelin Esmer seçkinin öne çıkan bir diğer yönetmeni. Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener üçlüsünün yorumladığı bu gizemli gece treni hikâyesi, Metin Erksan filmlerini anımsatıyor ilk bakışta.

Sinemamızın bir diğer deneyimli ismi Kazım Öz’ün yeni filmi ‘Zer’, 1938’de Dersim acılarını yaşayan babaannesi Zarife’nin kendisine söylediği şarkının izini süren torun Jan’ın hikâyesi üzerine. 2013’te ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ ile Altın Lale’yi kazanan Onur Ünlü, bu yıl ‘Kırık Kalpler Bankası’ ile yarışmaya renk katacağa benzer. Ünlü’nün Shakespeare hayranlığı sürüyor, olmayacak bir hayalin peşine takılmış üç kafadarın trajik hikâyesini üstadın ‘Romeo ve Juliette’i üzerine kurmuş. Bu sürprizli filmde Haluk Bilginer, Serkan Keskin, Tansu Biçer, Taner Ölmez, Ahmet Mümtaz Taylan, Nazan Kesal gibi güçlü isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosu bekliyor bizleri. ‘Beş Kardeş’ ve ‘Ben de Özledim’ gibi Onur Ünlü imzalı TV yapımlarında yönetmen yardımcılığı yapmış, bazı bölümlerin yönetmenliğini üstlenmiş Erkan Tunç’un ‘Martı’sı İzmir Torbalı’da dağlar arasında kalmış küçük bir tavuk çiftliğinde geçiyor. Dört karakterin dar ve boğucu bir mekânda kesişen yollarının, onların iç dünyalarının ortaya çıkmasına ve kendileriyle yüzleşmesine vesile olmasını anlatıyor.

Sinema yazarı Ceylan Özgün Özçelik’in Berlin Film Festivali Panorama bölümüne seçilmiş ilk uzun metrajı ‘Kaygı’, yarışma seçkisi kapsamında ülkemizde ilk kez gösterilecek bir diğer yapım. Sinemamızın yükselen oyuncularından Algı Eke’nin geçmişini hafızasında arayan Hasret kompozisyonda karşımıza çıkacağı, toplumsal bellek ve etki alanları temeline oturan bu ilginç psikolojik gerilim merakla beklenmeye değer. ‘Kurban kadınların ruhlarının haykırışı’ olarak tanımladığı ilk kısası ‘Küçük Pencereli Evler’ ile Venedik Film Festivali’nden ödüllü Bülent Öztürk, ilk uzun metrajı ‘Mavi Sessizlik’ ile festivalin Altın Lale ödüllü hem Ulusal, hem de Uluslararası yarışmalarında yer alıyor. Teoman Kumbaracıbaşı’nın canlandırdığı eski bir güvenlik kuvveti mensubunun geçmişte yaptıklarıyla yüzleşmesini öykülüyor.

Yarışma seçkisinin izleyiciye tanıtacağı yeni yönetmenlerden bir diğeri olan Özgür Sevimli, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Kış Uykusu’nda Nuri Bilge Ceylan’ın birinci yönetmen yardımcılığını yapmış. Genç sinemacı, başrollerini deneyimli ustalar Cezmi Baskın ile Meral Çetinkaya’ya emanet ettiği ilk uzun metrajı ‘Murtaza’da dokunaklı bir yaşlılık öyküsüne soyunuyor. Yine bir ilk film olan ‘Sarı Sıcak’da üretim ilişkilerinin değişmesine paralel olarak sermayenin el değiştirmesi ve bu değişimden etkilenen insanların hikâyelerini anlatıyor Fikret Seyhan. Bir diğer isim Selman Kılıçaslan, ‘Bütün Saadetler Mümkündür’ isimli çalışmasında, mühendislik öğrencisi gencin hayata dair sorular sorduğu arayış sürecini ele alıyor. Genç oyuncularımızdan Buğra Gülsoy ile Serhat Teoman’ın senaryosunu yazıp ortaklaşa yönettikleri ilk yönetmenlik denemeleri ‘Mahalle,’ İstanbul’un kenarda köşede kalmış, kendi yağıyla kavrulan bir mahallenin dinamiğini, aynı semtte doğmuş büyümüş üç esnaf arkadaş üzerinden aktarıyor.

(02 Nisan 2017)

Ferhan Baran

[email protected]