Kategori arşivi: Yazılar

Yansın Bu Dünya

Bizde ‘Şüphe’ adıyla gösterime giren ‘Burning / Beoning’in çok katmanlı yapısıyla tartışmasız bir başyapıt olduğunun altını çizerek söze başlamak istiyorum. Güney Kore’nin önde gelen yazar yönetmenlerinden ve ülkenin eski kültür bakanı Lee Chang-dong’un izleyenlerin yüreğinde yer etmiş ‘Şiir / Shi’ adlı filminden tam sekiz yıl sonra çektiği ‘Şüphe’, tanınmış Japon yazar Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli kısa hikâyesinden yola çıkmış.

Usta sinemacı, geniş kapsamlı bir metin haline dönüştürdüğü 10 küsur sayfalık öyküde ana karakterlerin yaşları, yakınlıkları, medeni durumları ve en önemlisi sosyal konumlarıyla oynamış. Sözgelimi, hikâyede bir arkadaş düğününde tanışan, aralarında 12 yıl yaş farkı bulunan orta sınıf kökenli Jong-su ile Hae-mi, filmde Kuzey Kore ile sınır teşkil eden kırsal yörede birlikte büyümüş ergen sayılabilecek yaşlarda iki çocukluk arkadaşı. İkili yıllar sonra büyük şehrin kalabalığında karşılaşıyor. Yarı zamanlı işlerde çalışarak metropolde tutunmaya çabalayan yazarlık heveslisi genç adam ile varoluşunun ve hayatın anlamının peşindeki genç kızın kısa süreli birlikteliğinin büyüsü, Hae-mi’nin bir Afrika seyahati sırasında tanıştığı üst sınıftan yakışıklı ve mağrur Ben’in ortaya çıkışıyla bozuluyor. Jong-su’nun görünürdeki sakinliğinin altında alev alev kabaran öfkesi hikâyeyi çok bilinmeyenli bir denkleme doğru sürükleyecektir.

Yönetmen bir söyleşisinde milenyum kuşağı gençlerinin patlamaya hazır bir biçimde ‘öfkeli’ olduklarından söz ediyor. Geleceklerinin önemli ölçüde değişmeyeceğinin paniğinde kendilerini yetersiz hisseden genç insanları anlatmak için Murakami’nin kısa öyküsünden yola çıktığını belirtiyor. Ben haricinde iki ana karakteri alt sınıftan gençler olarak konumlandırması bu yüzden. Kore’nin varlıklı bölgesi Gangnam’da lüks rezidansında yaşayan, afili Porche marka araba kullanan şık giyimli genç adam kırsal kökenli iki arkadaş/sevgili’nin dünyasına, -Jong-su’nun tabiriyle- bir modern çağ ‘Muhteşem Gatsby’si olarak giriyor. Ne iş yaptığı belli olmayan, kendi deyişiyle mali piyasalarda ‘oyun oynayarak’ para kazandığını söyleyen Ben, kendi biçimlendirdiği ahlâk anlayışını savunarak, iki aylık periyodlar dahilinde kırsalda unutulmuş seraları yaktığını ve bundan büyük bir haz duyduğunu anlatıyor Jong-su’ya kafalarının dumanlı olduğu bir gece vakti. Bu itirafın hemen ardından sırra kadem basıyor Hae-mi. Genç adamın büyüyen ‘şüphe’si, yangın yerine dönmüş ruhundaki alevlerin ortalığı kasıp kavurmasına neden olacaktır.

Adını Murakami’nin en sevdiği yazarlardan biri olan William Faulkner’ın aynı adlı eserinden alan, dilimize ‘Ahır Yakmak’ olarak çevirebileceğimiz özgün hikâyede ağılların yerini Kore’de daha yaygın olarak bulunan seralar almış. Faulkner yazar olmak isteyen Jong-su’nun da favori edebiyatçılarından. Ben’in onun tavsiyesi üzerine bir kafede Faulkner külliyatını karıştırdığı bir sahneyle yazara saygıda kusur etmeyen Chang-dong, kısacık hikâyenin sınırlarını ustaca geliştirmiş. Jong-su’nun ebeveynleri, komşuları, Ben’in arkadaşlarını devreye sokmuş.

Herşeyden önce Murakami külliyatını çok iyi incelemiş. Bu hikâyede olmayan ama Japon yazarın diğer temel yapıtlarında yer alan motifleri, meseleleri ustaca bezemiş yapıtına. Murakami’nin, daha önce de sözünü ettiğim, milenyum gençliğinin çıkışsızlıkla büyüyen öfkesi, kent ile taşra arasında giderek büyüyen uçurum, çarpık kentleşme gibi ana meseleleri; onun eserlerinin ruhunu yansıtan kedi, kuyu benzeri motifler bu çok başarılı sinema eserine ustaca yedirilmiş.

İçe dönük bir aşk ve cinsellik hikâyesi olarak başlayan, sınıf çatışmasının körüklediği bir yangın yerine dönüşen hikâye, son bölümde yaman bir gerilim ve iz sürümle noktalanıyor. Ancak perde kapandıktan sonra, filmin Türkçe adındaki ‘şüphe’ Jong-su gibi içimizi kemirmeye devam ediyor. İzlediklerimiz gerçekten yaşanmakta mıdır? Yoksa yazar olmak isteyen genç adamın hayalleri midir her şey?

Çok katmanlı, katmanların sabır ve sükunet ile açıldığı, 148 dakikalık süresine karşın su gibi bir solukta izlenen film, günbatımında Miles Davis eşliğinde Hae-mi’nin ‘büyük açlık’ın izinden yakarış dansının yer aldığı bölümle zirveye ulaşıyor. İzlenmesi, tekrar tekrar izlenmesi gereken sinema şaheserlerinden biri ‘Şüphe’.

(11 Ocak 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Üç Kadın Üç Hayat

2010 yılından başlayarak 20 yıl süreyle film çekmesi ve yurt dışına çıkması yasaklanmış olan İranlı sinemacı Cafer Panahi, 2011’de ‘Bu Bir Film Değildir’ ve 2013’te ‘Perde’yi kapalı kapılar ardında çektikten sonra dört yıl önce Berlinale’den Altın Ayı ile dönen ‘Taksi Tahran’da bizzat kendisinin kullandığı ticari taksiyle kentin ana caddelerine çıkmıştı. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü aldığı ‘3 Hayat / Se Rokh’da bu kez kendi arabasını sürdüğü yeni bir yol hikâyesiyle karşımızda.

Panahi’nin sinema yapma inadı bir kez daha engel tanımıyor, çağımız video devriminin olanakları sanatçının cesaretiyle birleştiğinde yasakların üstesinden gelmenin zorluğu aşılıyor. İran-Türkiye sınırında, yönetmenin ailesinin yaşadığı Azeri topraklarına yolculuk bu defa. İşte bu ücra köylerden birinde yaşayan Marziye’nin, Telegram üzerinden İranlı sinemacı kanalıyla ülkenin tanınmış kadın oyuncularından Behnaz Caferi’ye gönderdiği görüntülü mesaj zoraki yolculuğu tetikleyen. Oyuncu adayı genç kız Tahran’daki konservatuvara kabul edildiğini, ancak ailesinin buna rızası göstermediğini dile getirirken, ‘can yoldaşımsın’ diye hitap ettiği yıldız oyuncunun aramalarına geri dönmediğinden yakınarak intihar girişiminde bulunuyor yolladığı görüntülerde. Bunun üzerine çalışmakta olduğu dizinin son sahnesini çekemeden apar topar seti terkeden Caferi, Panahi ile birlikte kızın izini sürmeye başlıyor.

Usta yönetmen kendini, ailesini bir sosyal medya olayının tam merkezine yerleştiriyor ve hem sanat dünyasının hem de İran kırsalının huzursuzluğunu keskin gözlemciliğiyle mercek altına yatırıyor. Ücra köylerde trajikomik hallerle karşılaşıyoruz. Tek vasıtanın geçebildiği dağ yollarında korna düzeniyle geçiş hakkı talep eden köylüler, mezarına yatmış ve yılanlar gelmesin diye gece vakti lamba ve mum ışığıyla kabrini ışıklı tutan yaşlı nine, daracık yolu çökerek kapatmış damızlık boğasının başında veteriner bekleyen adam, oğlunun sünnet derisini Tahran’a götürülmesi için köye gelen konuklardan yardım isteyen yaşlı adam benzeri insan manzaralarına tanık oluyoruz. Ancak Panahi bu defa kadın hikâyelerini ön plana çıkarıyor. Kendi varlığını daha geri plana çekerek üç kuşak oyuncu kadının hikâyesi ve İran’da yaşadıklarıyla ilgileniyor. Devrim sonrasında dışlanmış ve hor görülmüş bir dönemin ünlü kadın oyuncusu Şehrazad’ın yüzünü bizlere hiç göstermiyor ama diğer kadınların dayanışmasını uzaktan da olsa aktarıyor.

Bu arada içinde bulunduğu koşulların komiğini çekmekten de geri durmuyor. Hemen başta yer alan yaklaşık 10 dakikalık kesintisiz sekansta, kendisini telefonla arayan ve film çektiği duyulursa ceza alacağından endişelenen annesini teskin ediyor. Köy yerinde gece vakti kendisine yol göstermeye çalışan köylülere ‘Burada başka her yerden daha güvendeyim’ cevabını veriyor.

Ve baştaki ustalıklı plan sekans, Nuri Bilge izleri taşıyan ve ‘Taksi Tahran’da olduğu gibi araba camından sabit planda ilerleyen şiirsel bir finalle noktalanıyor. Tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış mizah yüklü bir yapım, çağımız İran toplumu üzerine bir belge ‘3 Hayat’.

(09 Ocak 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Ruh ile Bedenin Mücadelesi

Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’, Cannes’da ‘Altın Kamera’ ile ödüllendirilen ilk uzun metrajı ‘Kız /Girl’de bir gazete haberinden yola çıkmış. Henüz 18 yaşında olduğu ve eşcinselliğini gizlediği bir dönemde, 15 yaşındaki trans birey Nora’nın bir yandan ergenliğe ilişkin huzursuzlukla başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan profesyonel bale sevdasının zorluklarıyla cebelleşmesinin öyküsü büyülemiş genç adamı.

Kendi hikâyesinde Lara adını vermiş olduğu genç kızı canlandıracak kişiyi bulmakta hayli zorlanmış 26 yaşındaki yönetmen. Filmde ağırlıklı olarak yer alan bale eğitimi sahneleri için dansçı özelliği olan bir çok adayı denemiş, sonunda bir erkek adayda, Victor Polster’de karar kılmış. Bu seçim transgender ya da dilimizde yaygın olarak kullanılan transseksüel topluluk tarafından eleştiriye uğradı gerçi ancak Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde en iyi erkek oyuncu seçilen genç adam rolünün hakkını veren güçlü bir performans sunuyor.

Dhont’un ‘bir süper kahraman hikâyesi’ olarak tanımladığı filminde, sarışın mavi gözlü Lara bedeniyle mücadele içindedir. 6 yaşındaki erkek kardeş ve annenin yokluğunu doldurmuş şefkatli babadan oluşan küçük ailesiyle birlikte Belçika’dan İsveç’e göç etmiştir. Ülkenin prestijli bale okullarından birinde eğitim görerek iyi bir balerin olmaktır hedefi. Eğitiminin yanı sıra doktor ve psikolog kontrolünde cinsiyet değiştirme ameliyatına hazırlanmaktadır. Cinsel kimliği babası ve çevresi tarafından sevecenlikle kabul edilmiş, uygar bir düzenin talihli bireyidir Lara. Asıl sorun, bedeninin değişme süreciyle genç kızın ergenlik dönemi öfkesi ve sabırsızlığının çatışmasından kaynaklıdır. Doktorların takip ettiği bu ağır ilerleyen değişim süreci onun ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ filminden aşina olduğumuz- meşakkatli bale programı ile birleşince genç bireyin bedeniyle mücadelesi ikiye katlanıyor.

Dhont bu süreci bir belgesel titizliğiyle perdeye aktarmış. Ülkesinin usta sinemacıları Dardenne kardeşler filmlerinin esinini taşıyan bir doğallık ve mesafe ile anlatıyor hikâyesini. Lara’nın günlük rutinini, ev halini, zorlu bale antrenmanlarını kesmelerle veriyor. Değişim zamanı gelene kadar vücudunu saklayan, vücudu değişene kadar duygularını bastıran Lara içinde kopan fırtınaya daha ne kadar dayanabilecektir.

Şok edici bir finalle bağlıyor filmini genç sinemacı ancak tekrarlara dayalı oldukça uzun tuttuğu bu süreçte duygularımızla oynamaya yeltenmiyor. Lara’nın yaşadıklarını bir trajediye çevirmekten özenle kaçınıyor. Bu ilgiye değer ilk filmin en büyük erdemi de bu.

Çoğunlukla ifadesiz bir maskeyle Lara’yı canlandıran genç Polster’in gerek oyuncu gerekse yetenekli bir dansçı olarak hiç aksamadığı ‘Kız’ keskin bir meseleyi bu denli incelikle dile getirdiği için mutlaka izlenmeli. Senaryoda da imzası bulunan genç yönetmene sinemaya hoş geldin diyor, bir sonraki işini merakla bekliyoruz.

(08 Ocak 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Yeniden Başla

Festivaller Festivallerimiz

Uluslararası Adana Film Festivali bu yıl 25. yılını kutlaması nedeniyle oldukça iyi bir program hazırlamıştı. Programın en önemli kısmı olan Ulusal Uzun Metraj Yarışması’na 15 adet filmin katılması da bunu gösteriyordu. Antalya Film Festivali’nin 2 yıldır Ulusal Yarışma’yı kaldırması nedeniyle sinemamızın son dönemde yapılan ve yurtdışında ödüllen kazanmaya başlayan onlarca filmi yarışmaya katıldı. Nitekim en dikkat çeken Çağla Zencirci ve Guillauma Giovanetti’nin birlikte yönettiği “Sibel” jüri tarafından En İyi Film seçildi, Sinema Yazarları Derneği Jürisi’nin En İyi Film Ödülü de Banu Sıvacı’nın yönettiği “Güvercin” filmine gitti.

Festivalin açılış gecesinde sinemamızın Yeşilçam döneminde yardımcı rollere çıkan 25 karakter oyuncusuna ödül verilmesi sırasında duygusal anlar yaşandı. Yıllardır unutulduklarını, kenarda köşede kaldıklarını ve günümüz filmleri ve TV dizilerinde rol alamadıklarından bahseden yardımcı oyuncularımız festival yönetimine şükranlarını bildirdiler. Bu tanıdık yüzler arasında sinemamızın Rambo’su Sönmez Yıkılmaz, kötü adam rollerinin sarışını Oktay Yavuz, hemen her filmde kadınları rahatsız eden karakterleri perdeye getiren Coşkun Göğen gibi isimler vardı. Coşkun Göğen, cefakâr yan rol oyuncularımızın durumlarını çok güzel özetledi. “Sinemadan aldığım paralar, yediğim dayakları hiçbir zaman karşılamadı, bize gösterilen bu değer ve ilgi için çok teşekkür ederim. Yıllardır festivalleri özlemiştim, geldiğimize değdi.” dedi. Keza Oktay Yavuz’un festivalden birkaç hafta önce sosyal medyada vefat ettiği haberinin yayılmasından sonra, hayranlarının hayatta olduğunu öğrenmeleri üzerine kendisine gösterilen sevgi yansımalarının yeniden eski günlerdeki gibi yoğunlaştığını anlattı.

Festivalin açılış ve kapanış törenlerine bu yıl Adana Hilton Oteli ev sahipliği yaptı. Açılış gecesi sevilen oyuncu Yakup Yavru’nun vefat etmesi herkesi üzdü. Yurtdışındaki festivallerde çeşitli ödüller alan yabancı filmlere gösterilen ilgi çok iyiydi. Avşar, Cinemaximum ve Arı Sinemaları’nda yapılan gösterimlerinde seyirciler bilet bulmak için adeta yarıştılar. Sadece konuklar için hazırlanan ve cep telefonlarına yüklenebilen rezervasyon uygulaması çok yararlı oldu. Festivallerde ilk defa rastlanılan bu uygulama ile sinemaya gitmeden önce cep telefonunda istenilen film için koltuk rezervasyonu yapılabildi. Önümüzdeki yıl bu uygulamanın tüm seyircileri kapsayacağı belirtildi. Umarız diğer film festivalleri de benzer uygulamaları kullanırlar.

Uluslararası Adana Film Festivali’nin ekibinin son 2 yıldır komple değişmesi festivali müspet ve menfi birtakım zaaflara uğrattığı da dikkatlerden kaçmadı. Yabancı film danışmanlığını sinema yazarı Kerem Akça’ya verilmesi çok isabetli bir karardı. Yurtdışı festivallerde çeşitli ödüller kazanmış filmlerin seçiminde gösterilen itina seyirciyi çok memnun etti. Festivalin kamuoyuna yansıtılmasında oldukça öne çıkarılan “Türkiye’nin en büyük festivali” ifadesi pek tasvip edilmedi ve bilinen diğer festivallere haksızlık edildiği kanaati yayıldı. Adana Film Festivali’nin bu yıl yayınladığı kitaplarda dikkat çeken bir husus sinema tarihi yazınımıza yeni isimlerin de katıldığıydı. Sinemamızın Yeşilçam dönemi sanatçıları Süleyman Turan, Cüneyt Arkın, Muhterem Nur, Ahmet Mekin ve Şerif Gören adına yazılan kitaplarda yeni yazarlar Erhan Tuncer, Ali Karadoğan ve Rıza Kıraç’ın isimleri göze çarpıyordu. Bilindiği gibi festivallerde yayınlanan kitaplarla sinema kütüphanemiz gittikçe büyüyor. Yıllardır bu konuda gayret gösteren diğer yazar arkadaşlarımız Ali Can Sekmeç, Burçak Evren ve Agah Özgüç’ü de bu vesileyle minnetle anmak isteriz.

Basın mensupları yine festivalin kadim oteli Seyhan’da, oyuncular, yönetmenler, yapımcılar ve yabancı konuklar Hilton Oteli’nde konakladılar. Altın Koza’nın 25. yılı olması nedeniyle konuk sayısının da oldukça fazla olduğu anlaşılıyordu. Adana, festivali zamanında yaklaşık 1.000 kişiyi ağırladı.

25. Uluslararası Adana Film Festivali, 29 Ülkemizin iki büyük festivalinin birkaç günü bu yıl aynı zaman aralığına denk geldi. Eylül’de kapanış törenini gerçekleştirirken aynı gece 55.  Uluslararası Antalya Film Festivali açılış gecesini düzenlemekteydi. Antalya açılışının en büyük sürprizi ünlü Fransız oyuncu Vincent Cassel’in yaşam boyu onur ödülü almak için Antalya’ya ve festivalin açılış gecesine gelmesiydi. Festivale yabancı konuk oyuncu olarak ayrıca dişi Terminator olarak da bilinen Kristanna Loken ve sinema dünyasının ünlü kötü adamlarından Eric Roberts de iştirak etti. Eric Roberts’in diğer bir özelliği de, Özel Bir Kadın adlı filmle bir zamanlar ülkemizde büyük bir hayran kitlesi edinen Julia Roberts’in kardeşi olması.

Geçen sene ve bu sene Ulusal Yarışma’nın yapılmaması, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin sinema sektörünün çoğunluğu tarafından protesto edilmesine yol açtı. İstanbul’da alternatif 55. Ulusal Yarışma Ödülleri etkinliği düzenlendi. Festivalin Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’nda, yerli film olarak Mustafa Karadeniz’in yönettiği “Çınar” ve Sefa Öztürk Çoban’ın yönettiği “Güven” adlı filmler yarıştı. Festival günlerinde fısıltı gazetesinde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın yapılması konusunda ikna olduğu ancak festivale az zaman kaldığı gerekçesiyle yarışmanın o nedenle bu yıl da yapılmadığı haberleri dolaşıyordu.

Öyle veya böyle, yerli sinemamızın sektör insanlarının izleyicileriyle en büyük buluşma organizasyonu olan Antalya Film Festivali’nin Ulusal Film Yarışması’nı tekrar hayata geçirmesi tüm yerli film seven sinemaseverlerin ortak arzusu. 55. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin bu sene çok sönük geçtiği söylenebilir. Daha önce şehir sinemalarına dağılan film gösterimleri bu yıl sadece Kültür Park içindeki Antalya Kültür Merkezi’nin büyük salonu ve Perge Salonu’nda yapıldı. Uzak semtlerdeki sinemalar arasında koşuşturmanın olumsuzluğu yanında aynı bina içinde film gösterilmesi avantaj gibi görünse de festivalde gösterilen yaklaşık 40 kadar film, yıllardır festivalde yüzlerce film seyreden Altın Portakal seyircisini pek tatmin etmedi. Basına yapılan duyurularda da dikkatten kaçmayan küçük hatalar, Antalya’da yapılan diğer festivallerde görev yapan arkadaşlarımızın film festivale ekibine dahil edildiğini hatırlatıyordu. Festivalin ana etkinlik mekânı AKM’nin açılımının Antalya Kültür Merkezi olarak bilinegelmesine rağmen duyurularda Atatürk Kültür Merkezi olarak geçmesi hafızalara sevimli ve arzulanan bir dil sürçmesi olarak geçti. Keza birçok kere festivali ziyaret etmiş olan ve Türev adlı filmiyle festivalde En İyi Yönetmen ödülü kazanan Atıl İnaç’ın, Atıl İnanç olarak, keza sevimli oyuncu Fadik Sevin Atasoy’un Fadik Sevim Atasoy olarak duyurulması festivale sevimli ve renk katıcı hatalardı.

Festival süresince tüm konukların, gösterim, panel, atölye ve etkinliklerin yapıldığı yerlere yakın olan Rixos Oteli’nde konumlandırılması çok yararlı oldu. Basın mensupları bir yandan Ferzan Özpetek’le son filmi Napoli’nin Sırrı’nı konuşurken diğer taraftan Eric Roberts veya Kristanna Loken’le röportaj yapma yapmaya yarışmaları festivale farklı renkler kattı. Geçmiş yıllarda da David Carradine, Antonio Delon, Matt Dillon gibi şöhretleri ağırlanması da birçok sinemaseverin anılarında unutulmayacak şekilde yer etti.

Geçmiş yıllarda, hemen her yıl festival kapsamında sinema sanatçılarımızla ilgili 2-3 adet kitap yayınlanırdı, bu sene sadece festival kataloğu yayınlamakla yetinildi. Neyse ki festival çalışanlarının fedakârca çalışmaları ve açılış, kapanış törenlerinin eski yıllardaki gibi yine Cam Piramit’te yapılması memnuniyet yarattı. Umarız Uluslararası Antalya Film Festivali önümüzdeki yıllarda yine eski günlerdeki görkemine kavuşur ve yerli sinemamızın tümüne yeniden kucak açar.

Bir öneride bulunarak bitireyim. Yazımıza konu olan, sevdiğimiz bu iki festivalimiz bu yıl Uluslararası Adana Film Festivali ve Uluslararası Antalya Film Festivali olarak adlandırıldı. Geçmiş yıllarda adlarına festival kapsamında verdikleri ödüller, Altın Koza ve Altın Portakal olarak dahil ediliyordu. Geçmişe özlem duyan bazı arkadaşlarımız festival isimlerinden ödül adlarının çıkarılmasını tasvip etmiyor ve kınıyorlar. Ancak başka bir açıdan bakıldığında uzun festival adlarının karmaşaya sebep olduğu dikkatten kaçıyor. Misalen geçmişte basına gönderilen bir bülten içinde festivalin adı Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Altın Portakal Uluslararası Antalya Film Festivali, Antalya Altın Portakal Uluslararası Film Festivali, vs. vs. şeklinde birden fazla isimle anılabiliyordu. O nedenle film festivali adlarında sadece şehir adı kullanılmalıdır. İstanbul Film Festivali 6-7 senedir, Boğaziçi Film Festivali bu yıl o şekilde adlandırılmaya başlandı. Bahse konu olan festivallerimiz de önümüzdeki yıllarda Antalya Film Festivali, Adana Film Festivali ve diğerleri Malatya Film Festivali, Gaziantep Film Festivali, Antakya Film Festivali, Köyceğiz Film Festivali, Mardin Film Festivali, vs. vs. şeklinde anılmalıdır.

(Bu yazı CineTele Dergisi’nin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

(08 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

[email protected]

Bir Aile Fotoğrafı

Son yıllarda Türkçe isminin bu denli yakıştığı bir film görmemiştim. Yeni yılın ilk filmi olarak heyecanla izlediğim ‘Yangın Yeri’ ya da özgün adıyla ‘Wildlife’dan söz ediyorum. İlk gençlik yıllarından başlayarak sinemada ve geçtiğimiz haftalarda televizyonda yayınlanan ‘Escape at Dannemora’ adlı mini dizide naif mahkum Richard Matt performansıyla hayranlığımızı kazanmış olan yetenekli aktör Paul Dano’nun ilk yönetmenlik denemesi bu güzel yapım.

Richard Ford’un 1990’da yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, bir çekirdek ailenin öyküsü üzerine. Hayat şartları nedeniyle sürekli yer değiştiren Jerry ile Jeannette, artık 14 yaşına gelmiş oğulları Joe ile Montana’nın Kanada sınırına yakın küçük yerleşim bölgesinde yeni bir düzen kurma peşindedir. Yaşam gailesi yirmili yaşların hemen başlarında evlenmiş olan çiftin gelecek hayallerini çoktan törpülemiştir. İlk gençliğinde başarılı bir sporcu olma düşleri kuran Jerry, hizmet verdiği pestijli golf kulübünde yöre zenginlerinin gönlünü hoş tutma çabası içindedir artık. Kendi yapamadığını oğlu başarsın, tanınmış bir futbolcu olsun diye didinir durur.

Garson adı gibi dediği ismini hiç sevmeyen Jeannette’e gelince; bir zamanların ‘fırlama güzeli’ genç kadın o kasabadan bu kasabaya kocasının peşinden giderken yüzündeki bahar coşkusunu yitirmiştir. Jerry’nin kulüp üyeleriyle fazla samimi olduğu gerekçesiyle işinden olması için için kaynayan aile yuvasında ilk yangın ateşini tetikler. Yapılan yanlıştan geri dönülür ve genç adam tekrar işe çağrılır ama olgunlaşmamış yüreği ve gururu yüzünden bunu kabul etmez. Karısı ve oğlunun itirazlarına kulak asmadan, ani bir kararla bölgede süregelen orman yangınlarını söndürme ekibine gönüllü olarak katılmak üzere evi terk eder. Jerry’nin gidişi genç kadının hayatını yeniden gözden geçirmesine ve yeni kararlar almasına neden olacaktır.

Yavaş ve sakin bir insan olduğunu ifade ediyor yönetmen bir söyleşisinde. Titiz, içe dönük, her şeyi sorgulayan, kolay tatmin olmayan bir yapısı olduğunu ilave ediyor. Ford’un incelikli romanını perdeye uyarlarken bu titizliğin ve sadeliğin baştan sona filmin her bir planına sindiğini gözlemliyoruz. Romanın, filmin Türkçe adına uyumlu yangın metaforu bu minvalde usul usul ateşleniyor. Aile içi yangın ile ormanı kasıp kavuran afet eş zamanlı olarak büyüyor.

Bir aile ve kimlik krizini anlatırken büyük olaylara yer vermiyor Dano. Olan biteni çoğunlukla 14 yaşındaki Joe’nun şaşkın ve hüzünlü bakışlarından izleniyor. Baba’nın işten kovuluşu, orman yangının ilk dehşeti ya da annenin başka bir adamla yaptığı çaça dansını hep onun bakışlarıyla vermeyi tercih ediyor. Romanın kişiliklerinde kendi büyük ailesinin fertlerinden izler bulduğunu söylüyor genç yönetmen. Anne ve babalarımızın bizlerin ebeveyni olmanın dışında bir insan olarak hayalleri, arzuları, kırgınlıkları ve küskünlüklerini keşfetmek üzere yola çıktığını ifade ediyor. Bu amaçla, dağılan bir aileyi toparlama işini küçük Joe’nun gayretleri üzerinden vermeyi deniyor.

Yangından sonra ayakta kalan ‘ölü ağaçlar’ gibi olmak istemediğini haykıran annede Carey Mulligan, büyüyememiş genç adamda Jake Gyllenhaal ve şaşkın maviş gözlerle hayatı anlamaya çalışan küçük adamda Avustralyalı genç yetenek Ed Oxenbould’dan oluşan harika üçlü onun en büyük destekçileri. Görüntüler, görenlerin Apichatpong Weerasethakul’un ‘Saltanatın Mezarlığı’ filmindeki çalışmasından hatırlayacağı Diego Garcia’ya emanet edilmiş. 60’lı yılların küçük Amerikan kasabasını yeniden yaratırken ressam Steven Shore ve fotoğrafçı Rinko Kawauchi’nin eserlerinden yararlanılmış. Hopper ve Rockwell gibi ölümsüz sanatçıların esini her bir kareye sinmiş. Küçük Joe’nun bir fotoğraf atölyesinde yarı zamanlı çalışma hikayesinden yararlanılarak dönem insanlarının naif aile fotoğrafı çekimlerine yer açılmış.

Son olarak Coen biraderlerin ‘The Ballad of Buster Scruggs’ın filminin ‘Endişeli Kız / The Gal Who Got Rattled’ epizodunda izleme şansı bulduğumuz oyuncu / yazar eşi ve beş aylık kızının annesi Zoe Kazan ile birlikte kaleme aldıkları senaryodan yola çıkan Paul Dano, yakınlarda kaybettiğimiz ve oyuncu olarak yer aldığı ‘Tutsaklar / Prisoners’ filminde birlikte çalıştığı İzlandalı besteci dostu Jóhann Jóhannsson’a adamış filmini. Yeni seneye bu çok başarılı ilk filmle başlamanızı öneririm.

(05 Ocak 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Yalan Dünya

Hayatın gerçeği bu; geleni hep neşeyle karşılıyoruz, giden ise bizden birşeyler alıp götürdüğünden hüzünle hatırlanıyor. 2019’u neşeyle karşıladık, şimdi bizlere giden 2018’in hüzünleri kaldı. Sinema sektörümüz 2018’e herkesin sevgilisi, Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hocası Münir Özkul’un kaybı ile başladı. 05 Ocak 2018’de kaybettiğimiz değerli sanatçı Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Ocak ayında Özkul’un ardından Baki Avcı ve Turan Özdemir adlı oyuncularımız da hakkın rahmetine kavuştu. Şubat ayında yine oyuncularımızdan kayıplar verdik. Zeki Keskin, Sivas’ın Ayli Köyü’nde; kendine has sesiyle söylediği Türkülerini çok sevdiğimiz ve oyuncu olarak da izlediğimiz Nuray Hafiftaş ise Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Ülkemizin ilk showman’lerinden Celal Şahin 23 Şubat’ta aramızdan ayrıldı.

Dans koçluğu yapan, oyuncu Ümit İris, 02 Mart’ta; Yeşim Soydan, 06 Mart’ta; menajerlik ve oyunculuk yapan Yaşar Gaga, 07 Mart’ta; Perihan Abla dizisiyle tanınmışlığının zirvesine varan Ercan Yazgan, 08 Mart’ta hakkın rahmetine kavuştu. Seslendirme sanatçılığı ve oyunculuk yapan Nur Subaşı, Üsküdar Şakirin Camii’nden 10 Mart’ta ebediyete uğurlandı. Mart ayında ayrıca, setlerde şoförlük yapan Sabit Özdemir; oyuncu ve seslendirme sanatçısı Ercüment Balakoğlu ve tiyatro oyunlarında da seyrettiğimiz Süreyya Küçük vefat ettiler.

Nisan ayı ilk gününde şair, gazeteci, çevirmen ve oyuncu Ülkü Tamer’i; ikinci gününde ise Dursun Ali Sarıoğlu’nu bizlerden ayırdı. Opera sanatçısı olarak bilinen fakat son yıllarında oyuncu olarak da çok sevilen Sevda Aydan; festival yöneticisi İlhan Kantoğlu; sesiyle onlarca filmimizin şarkılarını seslendiren Tülin Korman ve yapımcı – senarist Şahin Koçak da Nisan ayında vefat eden sevdiklerimizdendi.

Sinemamızın en bilinen makyözlerinden, oyuncu olarak da birçok filmde beyazperdeye gelen Cemal Gonca, 01 Mayıs’ta Büyükçekmece’de vefat etti. Yapımcı, yönetmen yardımcısı ve oyuncu Aliye Turagay, 19 Mayıs’ta Bebek Camii’nden kaldırılarak toprağa verildi. Hababam Sınıfı öğrencilerinden Dinçay Çetindamar, 21 Mayıs’ta Darıca’da hayatını kaybetti. Onlarca yerli filmimizde 2. adam rollerinde oynayan İran’lı oyuncu Nasır Melek, 25 Mayıs’ta vefat etti ve Tahran’da toprağa verildi. 27 Mayıs’ta kaybettiğimiz Arda Öziri, İzmir Bornova’da; Tayyar Yıldız, Karaman’da hayatlarını kaybettiler, her ikisi de oyunculuk yapmaktaydı.

Birçok TV dizisi ve sinema filminde seyrettiğimiz Selahattin Fırat, Haziran ayının aramızdan aldığı ilk sevilen sanatçımız oldu. Yapım sorumlusu ve genel koordinatör Mesut Ünlü, 13 Haziran’da; kamera asistanı, set fotoğrafçısı ve afiş tasarımcısı Güngör Özsoy, 15 Haziran’da aramızdan ayrıldı, Özsoy Eyüp’te toprağa verildi. Yapımcı ve ithalatçı Asaf Özpetek, 02 Temmuz’da vefat etti ve Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi, Özpetek dünyaca ünlü yönetmenimiz Ferzan Özpetek’in ağabeyi idi. Temmuz’daki 2 kaybımızdan Nazif Kündem, set amirliği; İzzet Yaşar ise şairlik, yazarlık ve senaristlik yapmaktaydı.

Ağustos ayı yine yaptı yapacağını ve aralarında yönetmen, oyuncu, seslendirme sanatçısı, yapımcı ve görüntü yönetmeni olan sanatçımızı bizlerden ayırdı. Hatırlarsak: Cankat Ergin, Funda Ersin, Sıtkı Sezgin, ilk uluslararası ödüllü filmimiz Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan, unutulmaz ses Toron Karacaoğlu, sinemada görüntü denildiğinde ilk akla gelen ustalardan Güneş Karabuda, Ayla Oranlı, Esen Günay.

Eylül ayı 9 sinema sanatçımızı aramızdan alarak klasik hüznünü hissettirdi, yine yüreklerimizi sızlattı. Yönetmen, senarist ve yapımcı olarak tanıdığımız Aram Gülyüz, 01 Eylül’de; sinema yazarı Ali Gevgilili, 11 Eylül’de; sinema araştırmacısı, senarist, yönetmen, danışman, kurgucu ve sanat yönetmeni Deniz Yayın, 17 Eylül’de; seslendirme sanatçısı, sinema ve tiyatro oyuncusu Ferdi Merter Fosforoğlu, 19 Eylül’de; seslendirme sanatçısı Oytun Şanal, 20 Eylül’de; sevilen oyuncumuz Yakup Yavru, 24 Eylül’de misafir olduğu Adana Film Festivali’nde; yapım asistanı ve sorumlusu, oyuncu Asım Par, 28 Eylül’de; oyuncu Mehmet Uslu ve Kemal İnci, 29 Eylül’de hakkın rahmetine kavuştular.

03 Ekim’de vefat eden Yıldırım Öcek, Kadıköy Söğütlüçeşme Camii’nden kaldırılarak Yedikule Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yönetmen, oyuncu Kamil Renklidere, 06 Ekim’de; oyuncu, senarist, yazar Yaman Tüzcet, 11 Ekim’de hayatlarını kaybettiler. Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız, bir belgesel filmde oyunculuk da yapan Ara Güler, 17 Ekim’de vefat ederek Şişli Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yine bir belgesel filmci, yapımcı ve yönetmen Kemal Öner, 29 Ekim tarihinde aramızdan ayrıldı, Eskişehir’de toprağa verildi.

Kasım ayındaki kayıplarımız müzisyen, oyuncu Aziz Azmet’in 02 Kasım’da vefatı ile başladı; aynı gün, kaderin cilvesi, yine bir müzisyen oyuncumuz Yılmaz Tatlıses, talihsiz bir kazada hayatını kaybetti.

Aileden sinemacı ve oyuncu Alev Gürzap, 08 Kasım’da Bodrum – Torba’da toprağa verildi. Oyuncu Remo Değerli, 15 Kasım’da; yapımcı, senarist, yönetmen Mahur Özmen, 19 Kasım’da; oyuncu Cengiz Baykal, 20 Kasım’da; stüdyo çalışanı Hasan Gürbüz, 22 Kasım’da hakkın rahmetine kavuştular. Değerli ve sevimli sanatçımız Uğur Kıvılcım’ı 27 Kasım’da İstanbul – Çekmeköy’de toprağa verdik. Kasım ayının aramızdan aldığı son sanatçımız ünlü şair ve birkaç filmde oyunculuk yapan Refik Durbaş oldu. Durbaş, 30 Kasım’da Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı’na defnedildi.

2018 yılının son ayı Aralık’taki kayıplarımız, geçen yıllarda kaybettiğimiz değerli yönetmenimiz Başar Sabuncu’nun sevgili eşi Sevil Candan (Sabuncu) ile başladı. Yapımcı Ferit Turgut’u Karacaahmet’te; oyuncu Tayfun Akalın’ı Zincirlikuyu’da toprağa verdik. 2018 yılının son kayıpları ise belgesel yönetmeni Cengiz Bektaş (21 Aralık); set amiri, figüran Erdal Sümer (25 Aralık); yönetmen yardımcısı, yönetmen, senarist, oyuncu Mesut Taner (27 Aralık); Sinema Emekçileri Sendikası Sine-Sen’in kurucu genel başkanı, set çalışanı Mevlüt Ekinci ve tiyatromuzun duayen sanatçısı, anlı – şanlı Keşanlı Ali Destanı oyununun Zilha’sı Gülriz Sururi (31 Aralık) oldu.

Kaybettiğimiz tüm sevdiklerimize tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekânları cennet olsun.

(01 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

[email protected]

2018’de Kaybettiklerimiz

Münir Özkul (05 Ocak 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Baki Avcı (14 Ocak 2018), Oyuncu (Küçükbakkalköy)
Turan Özdemir (15 Ocak 2018), Oyuncu (Yatağan, Muğla)
Zeki Keskin (03 Şubat 2018), Oyuncu (Sivas, Ayli Köyü)
Nuray Hafiftaş (14 Şubat 2018), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Celal Şahin (23 Şubat 2018), Oyuncu, Şovmen
Ümit İris (02 Mart 2018), Dans Koçu, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Yeşim Soydan (06 Mart 2018), Oyuncu (Kazlıçeşme)
Yaşar Gaga (07 Mart 2018), Oyuncu, Menajer
Ercan Yazgan (08 Mart 2018), Oyuncu (Karacaahmet)
Nur Subaşı (10 Mart 2018) Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii)
Sabit Özdemir (12 Mart 2018), Şoför
Ercüment Balakoğlu (23 Mart 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Süreyya Küçük (29 Mart 2018), Oyuncu (Kurtköy Osmangazi Mezarlığı)
Ülkü Tamer (01 Nisan 2018), Şair, Gazeteci, Oyuncu, Çevirmen, Film İthalatçısı (Bodrum Turgutreis Gümüşlük)
Dursun Ali Sarıoğlu (02 Nisan 2018), Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Sevda Aydan (06 Nisan 2018), Opera Sanatçısı, Oyuncu (Alaçatı)
İlhan Kantoğlu (13 Nisan 2018), Festival Yöneticisi
Tülin Korman (14 Nisan 2018), Ses Sanatçısı
Şahin Koçak (23 Nisan 2018), Yapımcı, Senarist (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Cemal Gonca (01 Mayıs 2018), Makyöz, Oyuncu (Büyükçekmece Kuba Camii)
Aliye Turagay (19 Mayıs 2018), Yapımcı, Yönetmen Yardımcısı, Oyuncu (Bebek Camii)
Dinçay Çetindamar (21 Mayıs 2018), Oyuncu (Darıca)
Nasır Melek (25 Mayıs 2018), Oyuncu (Tahran)
Arda Öziri (27 Mayıs 2018), Oyuncu (İzmir Bornova Işıkkent)
Tayyar Yıldız (27 Mayıs 2018), Oyuncu (Karaman Boyalı Köyü)
Selahattin Fırat (03 Haziran 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Kavaklı, Gürpınar Köyü)
Mesut Ünlü (13 Haziran 2018), Genel Koordinatör, Yapım Sorumlusu (Sarıyer)
Güngör Özsoy (15 Haziran 2018), Kamera Asistanı, Set Fotoğrafçısı, Afiş Tasarımcısı (Eyüp)
Asaf Özpetek (02 Temmuz 2018), Yapımcı, Film İthalatçısı (Karacaahmet Mezarlığı)
Nazif Kündem (08 Temmuz 2018), Set Amiri (Sarıyer)
İzzet Yasar (13 Temmuz 2018), Şair, Yazar, Senarist (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cankat Ergin (13 Ağustos 2018), Yönetmen (Kumyaka, Mudanya)
Funda Ersin (15 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Sıtkı Sezgin (18 Ağustos 2018), Oyuncu (Samsun Derecik Mezarlığı)
Ulvi Doğan (21 Ağustos 2018), Yapımcı, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Toron Karacaoğlu (22 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Altınoluk)
Güneş Karabuda (24 Ağustos 2018), Yönetmen, Senarist, Görüntü Yönetmeni (Stockholm)
Ayla Oranlı (27 Ağustos 2018), Oyuncu (Küçükçekmece)
Esen Günay (29 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Aram Gülyüz (01 Eylül 2018), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (İstanbul)
Ali Gevgilili (11 Eylül 2018), Sinema Yazarı
Deniz Yayın (17 Eylül 2018), Senarist, Sinema Araştırmacısı, Yönetmen, Danışman, Kurgucu, Sanat Yönetmeni (Bursa Karacabey)
Ferdi Merter Fosforoğlu (19 Eylül 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Ankara Karşıyaka)
Oytun Şanal (20 Eylül 2018), Seslendirme Sanatçısı (İzmir Çandarlı)
Yakup Yavru (24 Eylül 2018), Oyuncu (Amasya)
Asım Par (28 Eylül 2018), Yapım Asistanı, Yapım Sorumlusu, Oyuncu (Tekirdağ Saray)
Mehmet Uslu (29 Eylül 2018), Oyuncu (Akşehir)
Kemal İnci (29 Eylül 2018), Oyuncu, Senarist (İzmir Karşıyaka Şemikler Mezarlığı)
Yıldırım Öcek (03 Ekim 2018), Oyuncu (Kadıköy Söğütlüçeşme Camii / Yedikule Mezarlığı)
Kamil Renklidere (06 Ekim 2018), Yönetmen, Oyuncu
Yaman Tüzcet (11 Ekim 2018), Oyuncu, Senarist, Yazar (Bakırköy Kozlu Mezarlığı)
Ara Güler (17 Ekim 2018), Fotoğraf Sanatçısı, Oyuncu (Şişli Ermeni Mezarlığı)
Kemal Öner (29 Ekim 2018), Yapımcı, Belgesel Yönetmeni (Eskişehir)
Aziz Azmet (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Yılmaz Tatlıses (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu
Alev Gürzap (08 Kasım 2018), Oyuncu (Bodrum Torba)
Remo Değerli (15 Kasım 2018), Oyuncu
Mahur Özmen (19 Kasım 2018), Yapımcı, Senarist, Yönetmen (Ankara)
Cengiz Baykal (20 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Bahçelievler Çobançeşme)
Hasan Gürbüz (22 Kasım 2018), Stüdyo Çalışanı
Uğur Kıvılcım (27 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Çekmeköy)
Refik Durbaş (30 Kasım 2018), Şair, Oyuncu (Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı)
Sevil Candan (05 Aralık 2018), Oyuncu (Antalya)
Ferit Turgut (07 Aralık 2018), Yapımcı (Karacaahmet Mezarlığı)
Tayfun Akalın (10 Aralık 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cengiz Bektaş (21 Aralık 2018), Belgesel Yönetmeni
Erdal Sümer (25 Aralık 2018), Set Amiri, Figüran
Mesut Taner (27 Aralık 2018), Yönetmen Yardımcısı, Yönetmen, Senarist, Oyuncu
Gülriz Sururi (31 Aralık 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Mevlüt Ekinci (31 Aralık 2018), Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) Kurucu Genel Başkanı, Set Çalışanı (Aksaray Ortaköy Çatin Köyü)

2018’den Benim Seçtiklerim

Son dönemin en bereketli yıllarından birini geride bırakıyoruz. 2018 yılı içinde gönlüme düşen filmlerin sayısı geçen yıllara oranla hayli fazlaydı. Geç izlediğim birkaç tanesi dışında bunların tümü detaylı olarak yer aldı haftalık yazılarımda. 2019 yılında enfes filmlerle yolculuğumuza devam etmek üzere, tüm sinemaseverlere huzurlu bir yeni yıl diliyorum. 2018 yılı için 10 film ile sınırladığım en iyiler listem ise şöyle:

1- SOĞUK SAVAŞ / Zimna Wojna

Polonyalı sinemacı Pawel Pawlikowski’nin son filmi, tutkulu bir aşkın izinde yürek paralayan bir memleket hikâyesi üzerine. 15 çileli yıl yaman bir kurgu maharetiyle akıyor perdeden. Mükemmel oyuncuları, etkileyici ses bandı, doyumsuz siyah beyaz görüntüleri hep birlikte yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

2- ROMA

Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın tasviri. İzleyiciyi çocukluğunun geçtiği yetmişli yılların başlarına taşıyan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron dönemi usta bir dinginlikle yeniden yaratırken, kendisini yetiştiren kadınlara bir sevgi ve şükran mektubu gönderiyor.

3- ŞÜPHE / Beoning – Burning

Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli hikâyesinden sinemaya uyarlanmış yılın en iyi filmlerinden biri. Koreli sinemacı Lee Chang-Dong’un mahareti, kısacık metne yeni karakterler ve öykücükleri kaynaştırarak çağdaş Kore toplumunun yaman bir portresini çizmesinde. 11 Ocak’ta vizyona girdiğinde üzerine uzun uzun konuşacağız.

4- YAZ / Leto

Halen ülkesinde ev hapsinde tutulan Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un, 80’li yılların başlarında Leningrad’ın yer altı rock alemine, çökmekte olan Sovyet yönetiminin baskılarına karşın kendilerini müzikle ifade etmek isteyen gençlerin dünyasına taşıyan eseri, siyah beyaz bir özgürlük çığlığı, hüzünlü bir isyanın filmi.

5- KÜL EN SAF BEYAZDIR / Jiang hu er nv

Usta sinemacı Jia Zhang-Ke’nin Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi, 21. yüzyıl başından günümüze Çin toplumunun kapitalist dönüşüm sürecini buruk bir sevda öyküsü kanalıyla aktarıyor. Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin kayıp gençlik hayalleri üzerinden ilerleyen bu güzelim film muhtemelen sinemalara gelmeyecek.

6- HİÇBİR ZAMAN BURADA DEĞİLDİN / You Were Never Really Here

İngiliz sinemacı Lynne Ramsay, baştan itibaren saf bir sinemanın peşinde. Ana metnin kara film özellikleri ile hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem de benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatıyor öyküsünü. Yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle sinema tarihine geçmeye hak kazanıyor.

7- ARAKÇILAR / Manbiki Kazoku

Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü son çalışması, ustanın sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile öyküsü. Farklı aile yapısıyla benzerlerinden ayrışan, ‘aile nedir?’ sorusunu toplumsal bir açıdan irdelemesiyle öne çıkan yapım, efsanevi Ozu’yu anımsatan bölümleri ve özellikle plaj sekansıyla büyülüyor.

8- WESTERN

Kadın yönetmen Valeska Grisebach’ın erkekler dünyasına şaşırtıcı bakışıyla sivrilen son dönemin en ilgiye değer yapımlarından biri. Alman sinemacı gösterişsiz, hayranlık uyandıran sade üslubuyla sömürgeciliğin kökleri, Avrupalı olmak, kırılgan erkeklik değerleri üzerine yaman bir sorgulamaya giriştiği filminde amatör oyuncular kullanmış.

9- MİRASÇILAR / Las Herederas

Latin Amerika’da geleneksel geniş bir ailede kadınlar arasında büyüdüğünü söyleyen Marcelo Martinessi’nin bu çok başarılı ilk uzun metrajı tümüyle kadınlar arasında geçiyor. Metaforik bir dille dört başı mamur bir otoriter toplum portresi çizmeye soyunan Paraguaylı sinemacı, baskı ve sınıflar meselesini benzersiz bir aşk ve arzu hikayesi eşliğinde irdeliyor.

10- TARİHE BARBARLAR OLARAK GEÇMEK UMURUMDA DEĞİL / İmi este indifferent daca in istorie vom intra ca barbari

Radu Jude, ülkesinin Nazilerle işbirliği yaptığı yıllarda gerçekleşen 1941 Odessa Yahudi katliamını yeniden canlandırmayla halka açık bir gösteri olarak tasarlayan tiyatro yönetmeninin hikayesini anlatırken, Romanya’nın yakın tarih soykırım utancıyla yüzleşmesini amaçlıyor. Karlovy Vary büyük ödüllü film, yılın benzersiz yapımlarından biri.

(29 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

İçinizdeki Erkeği Öldürün!

“Dünle beraber geçti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyen Mevlana’yı aradan geçen 800 yıl sonrasında bir avukat duyar ve sadece müvekkilinin (bağlı olarak kendisinin) değil, bütün kadınların toplumsal cinsiyet eşitliğini kazanabilmesi için ilk adımı atar.

Ruth Bader Ginsburg, tutucu ve bir o kadar da gerici Amerikan mahkemelerinde bir “devrim” sayılabilecek ilk adımları atan bir avukat. Eşinin hastalığında onun yerine de eğitime katılan, çocuğunu büyütmenin yanı sıra onun yetişmesini hatta hayata tutunabilmesini sağlayan, erkek egemen bir okul ve dünyada ayakta durmayı başaran bir avukat. Büyük mücadelelerle geçen bir yaşam…

Ne kadar da bize benziyor…

Kendisi haksızlıklara karşı mücadele ederken, toplumsal cinsiyet eşitliği kavgasını kora kor verirken, Vietnam Savaşına karşı yükselen toplumsal muhalefetin bir üyesi olma yolundaki kızını alıkoymaya çalışıyor. Bizde de öyle olmuyor mu? 12 Eylül öncesi hayatı değiştirmek için çaba harcayanların hemen hiçbirinin çocuğu yok artık toplumsal mücadelenin içinde… Aynı şeyi Ginsburg ya kızına yapmaya çalışıyor. Şairce söylersek: “Erken öten horozun başını keserlermiş/Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile”… kızı da yanında yer alıyor, hatta o da güçlü bir avukat oluyor. Bir diğer açıdan bakarsak da en ilerici, en geniş görüşlü, en devrimci insanların bile tutucu yanları olabiliyor. Ama filmde kızı değil annenin başının (!) kesilmesi söz konusu… Direniyor, yılmıyor, sonunda başarıyor.

Başarılı ama ikinci sınıf

Kadınlar, hele de farklı bir dine mensupsa ne kadar başarılı olursa olsun hep aşağılanıyor. Ginsburg’un 1950’li yıllarda başlayan mücadelesi 1970’lerde ancak meyvesini verebiliyor. Harcanan, koca bir ömür, ama kazanılan erkeklerin de yararına olan vergi yasasındaki değişiklik.

Kadınlar tarih boyunca eşitlik mücadelesi vermiş… Amerikan yasalarında tam 132 maddenin erkek egemen oluşu belirleyici bir örnek. Muhakkak ki, etkileri hâlâ sürüyor ve hayata tam anlamıyla geçmemiş… Yani daha kırk fırın ekmek yememiz gerekiyor, deyim yerindeyse…

Filme gelince…

Sinema tarih kitabı değildir, ama tarihin derinliklerinde kalanları kolay, hızlı ve anlaşılır bir şekilde anlatabilir bizlere.

Ruth Bader Ginsburg’ün, haklı mücadelesinde kadınlarla birlikte erkeklerin de kazandığını, çalışma alanlarında da görülen ayrımın, cinsiyet eşitliği çerçevesinde hepimize örnek oluşturduğunu izlemek gerekir. Ginsburg rolünde Felicity Jones, eşi rolünde Armie Hammer gerçekten başarılı… Ev hayatıyla iş hayatındaki farklılıkları, birbirlerine karşı tutum ve davranışları hiç göze batmıyor. Ginsburg’e destek olan ve yardım eden hukukçu arkadaşlarını da unutmamalı…

On the basis of sex, Eşitlik savaşçısı, Yönetmen Yönetmen Mimi Leder, oyuncular Felicity Jones, Armie Hammer, Justin Theroux, Jack Reynor, Cailee Spaeny, Stephen Root, Sam Waterston, Kathy Bates… 28 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(25 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Sarkaç Zamanı Öldürür!

Bazı filmler vardır anlatılmaz, izlenir. Soğuk Savaş da onlardan… İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’yı anlatıyor. Bakmayın Polonya, Yugoslavya ya da Doğu Almanya’da geçtiğine… Diğer ülkelerde de, hatta bizim ülkemizde de yaşananlardı filmde geçen…

Türküler şahit!

“Neler çekmiş halkım / Türküler şahit” diyor İlhan Berk. Dere tepe demeden, o soğukta, halk türkülerini kaydetmeye çalışan iki “idealist” derlemecinin düşleri, masa başındaki yöneticinin iki dudağının arasından çıkan tek bir cümle ile sönüyor ister istemez. Türküler, halkın yaşamı olmaktan çıkıp bir propaganda aracına dönüşüyor. Artık dünyayı dolaşsa ne! Alkışlar da yapay, beğeniler de çünkü gerçeği yansıtmıyor, kesinlikle.

Zıtların birlikteliği

Zula ve Viktor, ayrı dünyaların insanı olmakla birlikte, birbirinden kopamayan, buna da bağlı olarak biz izleyiciye yaşamı sorgulamayı sağlayan iki müzisyen. Ayrı pencerelerden bakıyorlar. Ayrı şeyler görüyorlar. Ama birlikteler.

İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş diyor ya atasözümüz… Düş/ünceler birlikte olmayınca iki gönül ancak samanlıkta saklanır, göster(e)mez yüzünü. Metaforlar olmadan yaşamın ne güzelliği kalır ne de anlaşılırlığı… Peki, metaforlar mıdır bizi ayakta tutan? Peki, ben sorayım o zaman: Siz hayalsiz, metaforsuz yaşayabilir misiniz?

Sinema işte, tam da böyle bir şey. Duyguyla yükselen kaçış, bize zıtlıkların birbirlerini çektiğini, asla kopamadıklarını gösteriyor.

Oscar adaylığı…

Soğuk Savaş, beş dalda birden Oscar adaylığı ile gündemin birinci sırasında yer alıyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, kazanacaktır da… Başından sonuna değin dolu dolu bir film. Senaryo çok iyi… hem nalına hem mıhına vuruyor. Kapitalist dünya ile sosyalist dünyayı karşı karşıya getiriyor. Birbirinden bir farkı olsaydı sona ermezdi o iki karşıt gücün biri… Ama birbirinden aslında o kadar da çok farkı var ki, hâlâ ısrar ve inatla tek çözüm olarak gösterilebiliyor. Sosyalist ülkelerde yaşananların gerçekten sosyalizm olmadığı düşüncesini geliştiriyorsunuz filmle birlikte… Bunu sadece aşk ve müzik üzerinden, iki kişiyle başarıyor film.

Oyuncular, müzik, dekor, montaj… hasılı reji çok başarılı. Adaylığı da ödülleri de hak ediyor.

Soğuk Savaş/Cold War, yönetmen Pawel Pawlikowski, oyuncular Joanna Kulig, Tomasz Kot… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Alnımın Çizgilerindesin Memleketim

‘Roma’nın büyülü etkisi sürerken, bir başka muhteşem sinema deneyimine hazır mısınız. Geçtiğimiz hafta Avrupa Film Ödülleri’ni adeta süpüren (en iyi film, yönetmen, senaryo, kurgu ve kadın oyuncu) Pawel Pawlikowski imzalı ‘Soğuk Savaş / Zimna Wojna’dan söz ediyorum. Beş yıl önce ‘Ida’ ile sinemasına olan hayranlığımızı perçinlemiş olan Polonyalı yönetmen, İkinci Büyük Savaş sonrasının tedirgin iklimini etkileyici bir siyah beyaz estetikle perdeye taşıyor bir kez daha.

Bu defa 40’lı yılların sonlarındayız. Polonya kırsalından halk türküleriyle açılıyor film. Savaş ertesinde Doğu Bloku ülkeleri arasında yerini almış olan Polonya Halk Cumhuriyeti’nden iki kentli müzisyen, köy köy dolaşarak halk konservatuvarlarında eğitilmek üzere yetenekli gençleri aramaktadır. Piyanist ve orkestra şefi Wiktor ile yeteneğiyle ışık saçan genç köylü kızı Zula’nın aşkı bu süreçte başlıyor.

Ülkenin gözbebeği haline gelen yeni oluşmuş ‘Mazurka (Mazurek)’ topluluğu süreç içinde Stalinci rejimin propaganda aracı haline geliyor. Milli kültür hazineleri olarak keşfedilen halk türküleri ve danslarının arasına Sovyet liderini kutsayan hamasi ezgiler karışıyor. Mutsuz Wiktor bir Berlin turnesinde Batı’ya iltica kararı alıyor, lakin asi ve güzel Zula’nın diline ve kültürüne yabancı olduğu bir diyara kaçma konusunda tereddütleri vardır.

Röportajlarından öğrendiğimiz kadarıyla kendi ebeveynlerinin 40 yıllık fırtınalı beraberliğinden ilham almış Pawlikowski. Bu uzun ve yorucu süreçte bir ayrılık, hatta annesinin ikinci evliliği söz konusu olmuş. 14 yaşındayken annesiyle birlikte İngiltere’ye göç ediyor sinemacı. Babası da arkalarından geliyor. İkili yıllar sonra yeniden biraraya gelmiş ve birlikte göç etmişler bu dünyadan.

İngiltere’ye iltica etmek isteyen Doğu Avrupalı göçmenlerin sorunlarını dile getirdiği 2000 yapımı ‘Son Çıkış / Last Resort’ ile ilk çıkışını yapan ve en iyi genç yönetmen olarak Bafta ödülünü almış olan sinemacı, ‘Soğuk Savaş’ın ana karakterlerine ebeveynlerinin adını vermiş. Ancak anlattığı hikâye tamamen kurgusal. Filmdeki Wiktor ile Zula’nın aşkı 1949’dan 1964’e uzanan 15 yıl boyunca baş döndürücü bir biçimde sürüyor. Varşova’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan Paris’in bohem gece kulüplerine uzanan süreçte, bu coşkun sevdanın peşinden sürükleniyoruz bizler de. Pawlikowski’nin başarısı, bu çileli ve tutkulu 15 yılı yaman bir kurgu maharetiyle seksen dakikadan az bir süre içinde bu denli etkileyici bir biçimde anlatabilmesi. Görüntülerde Lukasz Zal imzasını taşıyan siyah beyaz estetiğin büyüsü, çok iyi bir şarkıcı olan Joanna Kulig ile Tomasz Kot’un mükemmel ötesi yorumları, ses bandından yükselen klasik, caz ve folk ezgilerin güzelliği ayrı ayrı yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

Yalnızca tutkulu bir aşkın öyküsü değil, yürek paralayan bir memleket hikayesi de ‘Soğuk Savaş’. Rejimin buyruklarını yerine getirmek istemeyen Wiktor, vatanından ve sevdiği kadından uzakta Paris’in ünlü gece kulübünde caz piyanisti olarak çaldığında mutlu olacak mıdır. Filme damgasını vuran ‘İki Aşık’ ezgisi caz versiyonuyla, hatta Fransızca sözlerle kulağı okşayabilir ama Polonya’nın bağrından çıkmış özünden koptukça Zula onu aynı coşkuyla icra edebilecek midir. Kendi kültüründen, kendi insanlarından uzakta yaşamak bir insana, hele hele bir sanatçıya huzur getirecek midir.

Filmi izleyen Polonyalı bir arkadaş ‘neler yaptık biz bu insanlara’ diye içten hüznünü dile getiriyordu. Biz de ülke olarak çok acılar çektirdik yazarlarımıza, şairlerimize diye cevap verdim kendisine. ‘Kime ne yaptık biz?’ sorusuna yanıt arayan kederli Wiktor ile Zula’nın buruk öyküsünü izlerken Nazım geldi aklıma. Gözlerim doldu. Onun vatan özlemi kokan şiirlerinden ‘Memleketim’de şöyle diyordu usta şair:

Memleketim, memleketim, memleketim
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim…

(20 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Robotlar da Ağlar

Hayatın bir akışı var, kendince… İnsan(lar) o akışa uymaya, ama bir yandan da kendine çevirmeye çalışıyor. Evrim dediğimiz bu olsa gerek.

Son yıllarda hızla gelişen teknolojiyle birlikte yaşanan değişim gerçekten hepimizi geleceği düşünmeye zorluyor. Olmayacak şey değil… George Melies -ama önce Jules Verne- Ay’a Seyahat çekmişti, kimsenin aklının bile ucundan geçmediği zamanlarda. Ay nurdu, ona gidilemezdi… Aradan geçen yıllar, değil Ay’a, diğer gezegenlere bile gidilebileceğini gösterdi. Şimdi benzeri fantezi(!!!)ler sıradan (!) artık. Çocuklar bile o düşleri kuruyor.

İnsan da… yakında!

Her şeyi zorlayan insan; kendisinin de yapay olabileceğini, ona da duygular yükleyebileceğini düşünüyor. Aşkın Algoritması/Zoe bu umudun filmi…

Ash, android robot olduğuna bakmadan, kendisini üreten Zoe’ye âşık olur. Zoe ise birlikte çalıştıkları Cole’ün peşindedir. Anketlerin sonuçlarına göre normal (!!!) insanların partneri olacak android robot üreten Zoe ile Cole, aralarındaki hoşlanmayı göz ardı edemezler. Ama Cole, mutlu olmasa da evlidir.

Robotlar da ağlar

Gelişen teknolojiyle birlikte gelinen aşamada, üretilen robot insanların diğerlerinden ayırt edilebilmesi mümkün bile değildir. Sokakta, işte, evde hatta lokantada bile o robot insanlar artmış olsa da bir küçük (!) eksikleri vardır. Cole, onlara “duygu” yüklemek ister. Tabii ki en büyük destekçisi Zoe’dir.

Bilim kurgu filmlerin büyük çoğunluğu gergin aksiyonlar oluyor. Belki de gerçekçi bir yaklaşımla (bugün, dünyamızın geldiği durum da bu değil mi? Küresel savaş bekleniyor, yereller zaten devam ediyor, üzgünüm) medeniyetin yok ettiği yeni bir dünyada yeni bir yaşam kurma savaşı ele alınıyor. Aşkın Algoritması/Zoe ise alabildiğine duygusal, alabildiğine sakin ve yalın bir yaklaşımla gelecekte karşımıza çıkacak bir başka soruna parmak basıyor.

Aşk yoksa hayat da yok

“Umutsuz yaşanmıyor” diyor şair, sahiden de umutsuz mümkün değil yaşamdan tat almak… Tüm zorluklarına, eksikliklerine, sıkıntılarına rağmen aşkla sarıldığımız bu yaşamın, gelecekte de aynı güç ve düzeyde olacağını düşündürüyor film hepimize.

Bir damla gözyaşı, yaşama sevinci olabiliyor. Sahi, siz hiç kendi gözyaşınızı sevdiniz mi? Aşkın Algoritması/Zoe o mutluluğu tattırabilir.

Aşkın Algoritması/Zoe, yönetmen Drake Doremus, oyuncular Ewan McGregor, Léa Seydoux, Theo James, Christina Aguilera, Rashida Jones, Miranda Otto… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(19 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kaybolmuş Bir Dünyanın Şiiri

Bazı filmleri kelimelere dökmek kolay olmuyor. Alfonso Cuarón imzalı ‘Roma’ işte böylesi sıra dışı sanat eserlerinden. Fellini’nin ‘Amarcord’da yaptığı biçimde, izleyiciyi çocukluk yıllarının kaybolmuş büyülü dünyasına taşıyan Meksikalı yönetmenin çabası, kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda olan benim kuşağım için daha da yüklü anlamlar taşıyor.

1970 yılının ikinci yarısında, bizde de ilgiyle takip edilmiş tarihi Dünya Kupası’nın hemen ertesinde başlıyor Cuarón’un öyküsü. Mexico City’nin merkezinde orta sınıftan ailelerin yaşadığı Roma mahallesinde geçiyor hikâyemiz. Aile reisi doktor baba bir iş seyahati ertesinde eve dönmeyince, annesi, anneannesi, kızkardeşi ve iki erkek kardeşiyle birlikte kalıyor ailenin en küçüğü Pepe. Ancak anlatı, çocuklara anneleri kadar özen gösteren ve onlar üzerinde büyük emeği olan Meksika yerlilerinden hizmetçi kız Cleo’nun gözünden ilerliyor. 70’li yılların çalkantılı siyasal ortamında sosyal hiyerarşi ve aile içi huzursuzlukların canlı ve duygusal portresini çizen Cuarón, ta 1991 yapımı ilk uzun metrajı ‘Solo con Tu Pareja’dan beri kafasında olan ‘Roma’yı hayata geçirirken yaklaşık 50 yıl öncesinin kaybolmuş dünyasını yeniden yaratıyor. Filmde anlatılanların yüzde 90’ının özyaşamsal anılarından kaynaklandığını söyleyen sinemacı, yaşadığı evden, oturduğu mahalleden evde kullandıkları eşyalara kadar her bir detayı özenle koruduğunu ifade ediyor.

‘Roma’nın kendisini yetiştiren kadınlara bir aşk mektubu olduğunun altını çiziyor sinemacı. Senaryoyu oluştururken ailenin bir ferdi haline gelmiş Cleo’nun anlattıklarından büyük ölçüde yararlanmış. Renkli çektiği filminin siyah beyaz olarak basılmasını özellikle istemiş. Kaybolmuş bir dünyadan sahneler aktarırken uzun planlar kullanmış. Yakın çekimlere çok az yer vermiş.

İzleyeni büyüleyen şiirsel bir dinginliğin hakim olduğu ‘Roma’nın bizim kuşak için ifade ettiklerine gelince. 70’lerin Mexico City’si aynı yılların İstanbul’u ile ne kadar da benzerlikler içeriyor. Sosyal ve siyasi kaynama, sokak protestoları, Cleo’nun serseri sevgilisi Fermin benzeri işsiz güçsüz uzak doğu sporlarına hevesli varoş gençlerinin sopayla silahla yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine salınması bizim kuşağa yaşadığımız acı yılları hatırlatıyor. O yıllardan kalan güzel şeyler de akıyor perdeden. Cleo ile sevgilisi, bizdeki benzerleri çoktan yok edilmiş büyük ve görkemli sinema salonlarından birinde bir Louis de Funès filmi (Şahane Oyun / La Grande Vadrouille) izliyor. Aynı filmi aynı yıllarda şimdilerde Opera binası olarak hizmet veren Süreyya Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum, duygulanıyorum.

Yanlış anlaşılmasın, duyguları sömüren bir film değil bu. Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın şiiri ‘Roma’. Daimi çalışma arkadaşı Emmanuel Lubezki işlerinin yoğunluğu nedeniyle projeye katılamayınca görüntü yönetmenliğini bizzat üstlenmiş ve müthiş bir iş çıkarmış Cuarón. Hizmetçi Cleo’ya hayat veren ve ilk kez perdede gözüken Yalitza Aparicio da öyle.

Dingin bir ön jenerikle açılıyor film. Kamera, ailenin oturduğu evin avlusuna çıkan yol üzerindeki karolara sabit kalıyor uzunca bir süre. Cleo’nun temizlik vaktidir. Elindeki hortumdan çıkan suyun sesini duyuyoruz ekran/perde dışından. Deterjanlı suyla yıkanıyor karolar. Tepedeki pencereden sızan ışığın aydınlattığı su birikintisinin üzerinde belli belirsiz bir uçak silueti beliriyor. Cuarón’un filmin ilerleyen bölümlerinde birkaç kez daha göstereceği gökyüzünde süzülen bu uçaklar, modern teknolojinin hayatları ve yaşam biçimlerini kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceğinin habercisidir sanki. Hayat akıp gidiyor. Çocuklar büyüyor, yaşlanıyor. Dünya değişiyor. Gıptayla, özlemle biraz da gizli bir kıskançlık duygusuyla izledim ‘Roma’yı.

(17 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Sinemamız 104 yaşında… Biz Sınıfta Kaldık

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü himayelerinde SE-SAM olarak sinemamızın 104. yılında, “Türk Sinemasını Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” isimli ödül töreninde sınıfta kaldık.

Geleceğin sanatı…

Sinema, bütün diğer dallarını da içerdiğinden, sadece “yedinci sanat” olarak kalmaz, bir adım daha öne çıkar. Onun için de hep göz önündedir, hep dikkat çeker, hep eleştirilir, hep gıpta ile bakılır, hep arzulanır, hep ulaşılmazdır. Diğer bütün sanat dallarından farklı olarak herkes kendini sinemacı olarak kabul eder, hem de iyi sinemacı. Nedenini, niyesini düşünmez, sorup sorgulamaz (hele de başını sonunu bilmedikleri halde) öyle değil de böyle yapılması gerektiğini iddia ederler. Çoğunlukla da ikna edemezsiniz.

Böylesi bir sanatın içinde bulunanların, böylesi bir alanda çalışanların kendilerini farklı görmesi kaçınılmazdır. Ama sorumlulukları da büyüktür ve o sorumluluğu yerine getirmeleri gerekir.

104 yaşında dinç ve genç!

Sinemamız, tartışmalı da olsa, 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın “Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmi ile başlıyor. Kimsenin o filmi görmemesi bir yana, daha öncelerdeki filmcileri -Ermeni veya Rum diye- saymamak kötü, gerçekten kötü… Yine de az buz şey değil 104 yıl. Herkesin merak, hayranlık, aşkla izlediği filmler belirleyici… Kuşkusuz “mutlu son” hepimizi hayatın karmaşasından çıkarıp düşler dünyasına götürdü yıllarca. Çok insan emek verdi, çok insan yazdı, çekti, görüntüledi, montajladı, seslendirdi, izletti… Hepsinin emeği asla ödenmez, ödenemez.

SE-SAM, 12 Eylül’den sonra kesintiye uğrayan örgütlü mücadelenin ilk gücü olarak kuruldu. 32 yıl olmuş… Önemli, daha da önemlisi belirleyici bir süre. Kuruluşundan günümüze emeği geçenlere teşekkürler binlerle…

Olmaz ki… böyle de yapılmaz ki!

Bu yılki SE-SAM ödül töreni Emek Sineması’nda yapıldı. Yıkılmaması için çok mücadele verildi, çok çaba harcandı… kuşkusuz imitasyonu aslının yerini tutmaz, tutamaz. Ama madem açıldı, madem film gösterimleri yapılıyor, ödül törenlerine sahne oluyor, artık kin gütmeyi bırakıp o “güzelim salon”u hayata geçirmeliyiz.

Sunucu: “Doğum günü pastası”

Sahneye dersine çalışmamış, kimlerle karşılaşacaklarını bilmeyen, neler yapmaları gerektiğine karar verememiş (ne yazık ki, SE-SAM İkinci Başkanı imiş) iki kişi sunuyordu etkinliği…

İçim ezildi… acıdım sinemamızın düştüğü duruma… Büyük olasılıkla hem Büyükşehir Belediyesi hem Beyoğlu Belediyesi ile ilişkide oldukları için (belki de organizasyonu da onlar üstlenmişti, iyi de para kazanmak için) Nur ve Hakan Türkşen’i izledik üzülerek. Nur Türkşen’in üç katlı pastaya benzeyen, ama hiç mi hiç yakışmamış, göreni şaşırtan giysisi dışında bir şey söylemek istemiyorum. Anlaşılmıştır herhalde…

Unutursanız unutulursunuz…

Kısa bir sinema tarihi gösterisiyle açıldı perde. Bu mudur sinemacıların kendilerini anlatmaları? Bunu mu layık görüyor sinemacılar kendilerine? 104 yaşındaki sinemamız, 32 yaşındaki SE-SAM herhalde, başlarını yere eğmiş, ağlıyordur. Kimse teknoloji harikası bir film beklemiyordu… ama arka arkaya eklenmiş birkaç film görseliyle -ki hemen büyük çoğunluğunu oyuncular oluşturuyordu- yalapşap işi geçiştirmek sinemacıların kendilerine yakışmadı.

İlk sinemacımız, hani kuruluşunu O’nun filmine dayandırdığımız Fuat Uzkınay yoktu…

Hepimizin ustası, SE-SAM Başkanı Yılmaz Atadeniz, heyecanlıydı. Haklıydı da… kolay değildi böylesi bir ödül törenini yapabilmek, hak edenleri saptayıp ödül dağıtabilmek… Televizyon dizilerinin yabancı ülkelere satıldığından söz etti, sinemamızın da böylesi haklı gururlarının olmasını diledi. Ama baktık ki, yeni kuşak sinemacıları yok sayıyor. Seksenlerin ödüller kazanan yönetmenleri ve filmleri yoktu… “Otobüs”, üzerine hâlâ da konuşulan film değil mi? Tunç Okan, Erden Kıral, Şerif Gören… hiç anılmadı bile. İsimlere politik bakıldıysa, salonda bulunan Korhan Yurtsever de yoktu. Bir Zeki Demirkubuz, bir Yeşim Ustaoğlu, bir Nuri Bilge Ceylan, bir Semih Kaplanoğlu’nun da adı geçmedi… daha gençler ise hiç yoktu. Oysa bu adlarını say(ama)dığım yönetmenler ödül üstüne ödül getiriyorlar sinemamıza.

Sahi, Feyzi Tuna da yoktu, Kartal Tibet de, Türkan Şoray da yoktu… Asıl önemlisi Bilge Olgaç da… Siz üzülmediniz mi, onların yokluğuna…

Beyoğlu’nu “Hollywood” olarak niteleyen Belediye Başkanı, baştan yönetmenleri küçümsese de, sonradan toparladı konuşmasında… O, yaklaşan yerel seçimlerle ilgili ve uzak sinemadan… Ama yine de üzdü biz izleyicileri…

Organizasyon sıfır!

“Bensiz de film çekilirdi, ama onlarsız asla” diye haklarını vermeye çalıştı yardımcı oyuncuların, Cüneyt Arkın ödül konuşmasında… Ama SE.SAM yok saymıştı onları… bırakın adlarını anmayı, yerleri bile yoktu… ayakta kaldılar. Evet, birkaç yönetmen vardı, birkaç kameraman… ama asıl yükü omuzlayan setçiler, asistanlar, oyuncular yoktu… Montajcıları hiç göremedim. Bu görünüşe göre, gelmedilerse haklıydılar. Şimdi, SE-SAM’ın ve diğer meslek birliklerinin yapması gereken hak ettikleri değeri onlara vermeleridir.

Bir mikrofon uzatılamaz mı, bir el?

Hepsi seksenine merdiven dayamış, hatta geçmiş bu insanlara sahneye çıkar ve inerken elini uzatacak, yardım edecek biri bulunamaz mıydı? Bir kız, bir erkek dururdu basamakların yanında, yardımcı olurdu. Çok mu zordu?

Mikrofon kenarda… insanlar ödüllerini sahnenin ortasında alıp veriyor haklı olarak. Konuşmaları ise sadece dudak kıpırtısı… Eski seslendirmeciler olsaydı, bize aktarırlardı! Bir ara mikrofon geldi, sonra yine yok oldu. Neden? Nedeni yok! Organizasyon kötü.

Dayanamayıp çıktığımızda söylenerek, gençten biri geldi yanımıza, sorunları kendisine aktarabileceğimizi söyledi. “Mikrofon verin, bari sesleri duyulsun” dediğimizde; kendisinin salonun sorumlusu olduğunu, mikrofonun kendisini aştığını söyledi, epey bir mücadeleden sonra. Onun arkasından gelen, belli ki biraz daha deneyimli, sorumlu gibiydi, lafa girdi, ama hemen sıyırdı kendini…

Yaşasın sinema

Bir ödül töreni daha böyle bitti. Olan, yıllarımızı verdiğimiz sinemamıza oluyor. Birçok insan küçümseyecektir sinemamızı, bunları görünce…

Bu yazının çıktığı sadibey.com sitesinin sahibi, “sinemamızı geçmişten geleceğe taşıyan”lardan biri olan Sadi Çilingir başta olmak üzere diğer ödül alanları sahnede izleyip alkışlayamamanın hüznünü yaşıyorum. Canı gönülden kutluyorum ödül alanları… Ölmez sağ kalırsak, sıra bana/bize gelir mi bilemem…

(17 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Ölümsüz Don Kişot

‘25 yıldır çekilen ya da çekilemeyen Terry Gilliam filmi’ ibaresiyle başlıyor ‘Don Kişot’u Öldüren Adam / The Man Who Killed Don Quixote’. Sinemanın efsanevi yaratıcısının Amerika’da başlayıp İngiltere’de zirveye ulaşan kariyeri boyunca hep talihsizliklerle mücadele ettiğini biliyoruz. Lakin ‘Don Kişot’ projesinin karşılaştığı engellemeler 2002 yapımı ‘Lost in La Mancha’ belgeseline konu olacak denli dramatiktir.

2000’lerin başlarında yapımcılarla olan anlaşmazlıklara bir sel afeti, bir de başrol oyuncusu Jean Rochefort’un rahatsızlığı eklenince filmin çekimleri durmuş, sonraki yıllarda Gilliam’ın finansman arayışı devam etmiş. Sancho Panza rolü için Johnny Depp’in adı telaffuz edilmiş bir ara. Derken geçen süre zarfında Rochefort ve Don Kişot rolü için düşünülen diğer bir isim olan John Hurt yaşama veda etmiş. Ancak -nihai eserini artık aramızda olmayan bu iki büyük oyuncuya ithaf etmiş olan- Gilliam pes etmemiş. Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’ndeki gösterim gününe kadar hukuki sorunlarla boğuşmuş olan yapım, azmin zaferiyle dünya sinemalarıyla birlikte ülkemizde de izleyici karşısına çıkmış bulunuyor.

Yazıldığı 17. yüzyıl başlarından itibaren edebiyat alemine yeni bir yön vermiş ve tüm sanatçılara esin kaynağı olmuş Cervantes’in ölümsüz eseri sessiz dönemden başlayarak birçok kez filme alınmıştır. Sinemanın belki de en çilekeş yaratıcısı olarak adlandırılabilecek Orson Welles’in çekilememiş ‘Don Kişot’ projesi düşünüldüğünde seksenine merdiven dayamış Gilliam’ın yıllarca sabırla bekleyerek projesini tamamlaması hem sevindirici hem de takdir edilesi bir vak’a. Sonuç ise gayet tatmin edici. Gilliam’ın çekilme aşamasında çoktan efsaneye dönüşmüş olan yapıtı, hiç dinmeyen temposu, sanatçının her daim genç kalmış uçuk zihninin parlak buluşları, gerçek ile düşün birbirine karıştığı zengin olay örgüsü, dev oyuncu kadrosu ve üstada özgü sıradışı mizah anlayışıyla beklentilerimizi boşa çıkarmıyor.

Günümüzün en değerli oyuncularından, Jim Jarmusch’un unutulmaz ‘Paterson’ı Adam Driver’ın canlandırdığı arayış içindeki reklam yönetmeni Toby’yi alter ego’su olarak kaleme almış Gilliam. Mezuniyet projesi kısa filme konu olan Don Kişot uyarlamasını yıllar önce aynı coğrafyada çekmiş olan Toby anılarına daldığında, ayakları (ya da motosikleti) onu 10 yıl öncesinin küçük dağ kasabasına ve birlikte çalıştığı amatör oyuncu ekibine götürür. Sancho Panza’yı canlandıran şişman köylü çoktan ölmüş, Dulcinea’ya hayat vermiş 15 yaşındaki küçük kız yeni bir hayat peşinde Madrid’e gitmiştir. Zırhını kuşanmış elinde mızrağı ile Don Kişot’luğunu sürdüren yarı kaçık yaşlı ayakkabı tamircisi Javier ise yıllar sonra karşılaştığı Toby’yi kaybettiğini sandığı Sancho Panza’sı olarak bağrına basacaktır.

Akabinde sinemanın uçuk masallar yaratıcısı Gilliam’ın fantezi evrenine hızlı bir giriş yapıyoruz. İkili yıllar sonra yeniden karşılaşınca, reklam filmine konu olan votka markasının sahibi acımasız Rus oligark, fırsatçı reklam yapımcısı ile mazide kalmış eski aşkların buluştuğu, geçmiş ile bugünün, gerçek ile hayalin birbirine karıştığı çağdaş bir Don Kişot ikliminin ortasına düşüyor. Javier’nin önüne geçilmez tutkusu ve deli kararlılığı, Toby’nin sistemle olan bağlarını yeniden gözden geçirmesine ve prangalarından kurtularak hayallerinin izini sürmesine destek oluyor.

Toby karakteriyle kapitalist sisteme, düşlerine set çeken film yapım endüstrisine Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması misali hücum eden Gilliam’ın biraz da Adam Driver için çektiğini söylediği bu vasiyet filminde yaşlı Javier’yi deneyimli İngiliz oyuncu Jonathan Pryce canlandırırken, ikiliye yan rollerde Stellan Skarsgaard, Sergi Lopez, Rossy De Palma, Olga Kurylenko gibi deneyimli uluslararası bir oyuncu kadrosu eşlik etmiş. Nicola Pecorini’nin İspanya kırsalını ve Gilliam’ın fantezi evrenini görselleştiren kadrajları; yerel tınılar ile Shostakovich’in ünlü 2 no’lu valsini anımsatan ezgilerin süslediği Roque Baños imzalı müzik bandı birinci sınıf. Yazının başlığının filmin adıyla tezatına gelince, onun yanıtını da filmi izleyince alacaksınız.

(07 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın

Sanat, hayatın ta kendisidir. Dünyayı bir sahne, üzerindeki yapıları, ağaçları, hayvanları, dağları -aklınıza ne geliyorsa artık- her şeyi dekor; insanı da oyuncu olarak kabul edebiliriz. Yani hepimiz parmak kaldırmak zorundayız, bu anlamda. Hepimiz oyuncuyuz… acısı tatlısı, tasası kıvancı, zorluğu kolaylığı, sağlıklılığı hastalığı ile hepimiz iyi birer oyuncuyuz hem de… Anne/baba, öğrenci/öğretmen, köylü/kentli, zengin/fakir, yaşlı/genç, kadın/erkek olsak da rolümüzü becerebildiğimizce iyi oynuyoruz. Bir tek oyuncular, onlar rolleri gereği köylüyü de kentliyi de, yaşlıyı da genci de, iyiyi de kötüyü de, dostu düşmanı da, akıllıyı da deliyi de -örnekleri uzatmak mümkün- oynuyorlar. Sadece oynamakla kalmayıp bizi ikna da ediyorlar.

Kolay görünen zorluk

“Benim hayatım roman” sözünü çok duymuşsunuzdur, ama birçoğumuz yaz(a)mayız bile başımızdan geçenleri… Aynı şey, aynı şekilde “ne olacak ki, yaşadığımız şeyler hepsi, ben de oynarım” diye yüksekten attığımız, ama iş başa düşünce “kem… küm” dediğimiz oyunculuk için de geçerli.

Tümay Özokur, yıllarını verdiği oyuncu ajansı işinde insanların daha da dik durması, kararlı olması, işini (burada rolünü kuşkusuz) daha başarılı yapması için düşüncelerini kitaplaştırdı. “Oyunculuk nedir”den başlayarak “neler yapılmalı”dan tutun da “nasıl yükseliriz”e kadar akla gelebilecek her şeyi anlatıyor.

Ama önce…

İyi bir insan olmayan iyi bir oyuncu olamaz! Bu konuda hemfikir olalım. Kendisine ve hayata olumlu bak(a)mayan, figüran olur ancak. Kendisine yeterli gelen için söylenecek bir söz yok, ama herkesin gönlünden başrol geçer. Galiba en çok da sabırlı, iyi niyetli, hoşgörülü ve art niyetsiz olmak gerekiyor birinci koşul olarak. Bunun için çok çalışmak gerekliliğini bir tarafa koyalım da Tümay Özokur’un bilgi birikimi ve deneyimlerinden yararlanarak bir adım öne çıkalım…

Oyuncu olmak isteyenlere epey bir ipucu veriyor Özokur, tabii profesyonelliğini bırakmadan. Küçük bir not eklemek isterim burada… Sadece oyuncu olmak isteyenlere seslenen bir kitap değil “Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın”; kendisini tanımak, hayatta daha iyi bir yer bulmak/tutmak, başarıya ulaşmak, zorlukla çıktığı zirveden hiç inmemek isteyenler de okumalı. Hatta başucu, başvuru kitabı olarak hep el altında tutmalı. Belki de en çok anne babalar okumalı, sadece çocuklarını yönlendirmek amaçlı değil, yetiştirmek amaçlı. Öğretmenler de okumalı, hem öğrencilerine nasıl davranacaklarını kestirebilmeleri hem de onları başarıya yönlendirebilmeleri için…

On iki bölümden oluşan kitap, “nasıl oyuncu olunur”dan oyuncu ajans ilişkisine, ajans menajer yapılanmasına, yapımcı-ajans(menajer)-oyuncu üçgeninde nelerin nasıl yapılması gerektiğine (bu, çok önemli, çünkü sadece oyuncu için değil, yapımcı için de pek doğru ilişki/iletişim yaşanmıyor), sette yönetmen-oyuncu, senaryo-oyuncu, rol-oyuncu ilişkilerine dek her konuyu açıyor, anlatıyor. Sonrası size kalmış.

Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın
Tümay Özokur
Güncel/Başvuru
Destek Yayınları
Mayıs 2018
255 s.

(07 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]