Kategori arşivi: Yazılar

Ben Bir Dâhiyim -ama Henüz İlk Filmimi Çekmedim-

“Biz ne mükemmel dostlarız ki
kelimesiz ve yazısız
anlaşırız…”
Nâzım Hikmet

Daha adını görmeden beni anlattığını düşündüm Turgut Yasalar’ın, teşekkür etmeye hazırlanıyordum, ama önce okudum.

Nâzım Hikmet, sinemayla da uğraşmış, önemli bir şair. Ne demişse doğru demiştir, dizelerinde… Yazısız ve kelimesiz anlaşanlardır sinemacılar. Kitapta anlatılan sinemacıların dışında kalanlar için de geçerli bu…

Dayanışma…

Diğer sanat dallarından ayrıldığı belirleyici nokta, bir endüstri oluşu nedeniyle ekip çalışması olduğudur, sinemanın. Parmağınızla kuma bir resim çizebilirsiniz -kalıcı olmayabilir, ama kimse resim olmadığını iddia edemez. Bir avuç toprakla heykel de yapabilirsiniz… Bir kâğıt bir kalemle roman veya şiir yazmanıza da bir engel yoktur. Kuşkusuz, birikimi göz ardı etmiyorum. Duygu ve düş gücünü de… O her yerde ve her zaman gerekli. Ancak sinema için oluşturduğunuz öykünün senaryolaştırılması, filme çekilebilmesi için mekân ve oyuncu bulunması, negatif ve pozitif film almanız, tabii, bunlarla birlikte kamera, ışık, ses ve set ekipmanları gerekir. Bununla da bitmez… Karanlık odalarda, tanrının bile bilmediği bir sürü işlemden geçen film şeridinin üzerinde şekiller belirir (tamam, eskidendi, artık bu aşama yok, itiraz etmiyorum), sonra o şeritleri düşleriniz doğrultusunda kesmeniz, yani montajlamanız gerekir. Hemen buraya bir parantez açıp kurgu ile montajı ayırmak gerektiğini belirtmeliyim. Kurgu senaryoda oluşturulan, montaj ise pelikülün ve/veya videobantın, dijital görüntünün birbiri ardına getirilmesidir.

Sette yaşananlar…

Turgut Yasalar, gerek kendi yaşadıklarını gerekse aynı kuşaktan birçok yönetmenin yaşadıklarını akıcı bir dille (ne de olsa metin yazarı) aktarıyor. Bu zorluklar kimsenin gözünü yıldırmamalı… Zaten film güç veriyor, kararlılık sağlıyor, eğer bir film çekme (aslına bakarsanız, hayatın her anında her alanında ne yapmak istiyorsanız) amacındaysanız.

Robert Rodrigez…

Daha yirmi üç yaşındayken çektiği bir filmle Hollywood’da da üst üste film çekmeyi başaran Rodrigez’in, kendisine nasıl yol gösterdiğini, nasıl da güç verdiğini anlatarak başlıyor Yasalar kitabına… Tabii, filminin de savsözü olan “Leoparın kuyruğunu asla tutma, tutarsan da asla bırakma” demeyi atlamadan.

Serdar Akar, Kudret Sabancı, Mustafa Altıoklar, Handan İpekçi, Reis Çelik, Derviş Zaim, Ümit Ünal, Ahmet Uluçay, Uğur Yücel, Yüksel Aksu, Hüseyin Karabey, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan, Atalay Taşdiken, A. Haluk Ünal’ın hangi şartlarda, ne gibi sorunların üstesinden gelerek “leoparın kuyruğunu tuttuklarını ve/veya asla bırakmadıklarını” öğreniyoruz.

Hepsi bizim için rehber…

“İnancı olun kuş yeraltında da uçarmış”, benim Rıza Baloğlu ile birlikte çektiğimiz ilk kısa filmin savsözüydü. Yeter ki isteyin, yeter ki kararlı olun… Eninde sonunda başarıyı yakalarsınız. Sonrası size kalmış, ya kaybolursunuz o cangılın içinde ya da sürdürürsünüz film çekmeyi.

Kitapta yaşadıklarını anlatan her bir yönetmenin başından geçen aslında birer film öyküsü… tıpkı “benim hayatım bir roman” der gibi… Onlar yılmadıysa, onlar yapabildiyse siz niye yap(a)mayasınız ki! Hele de her geçen gün, gelişen teknolojinin de desteğinde, daha da kolaylaşan bu alanda. Elinizdeki cep telefonu iyi bir kamera aynı zamanda (biliyor musunuz, uzaydan en net görüntüleri gönderen Hubble teleskopu 1 megabayt gücünde, sizin telefonunuzun kamerasıysa 6 ile 12 megabayt arasında değişiyor). Evdeki bilgisayarınızla en zorlu montajı bile yapabilirsiniz. Demek ki karar vermeniz ilk adım için yeterli. Nazım Hikmet’in dizelerindeki o “mükemmeliyet” daha önce bu yoldan geçmiş olanlardan gelecektir, hiç yüksünmeden, sakınmadan…

Ben Bir Dâhiyim Ama Henüz İlk Filmimi Çekmedim, Turgut Yasalar, Söyleşiler, Karakarga Yayınları, Ağustos 2018, 235 s.

(17 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir Yanlıştan Bir Yanlışa Savrulmanın Adresi: Antalya Film Festivali

Bu yıl ellibeşincisi düzenlenen Antalya Uluslararası Film Festivali’nin basın açıklamasında Belediye ve Festival başkanı Menderes Türel’in 2019’a dair bir müjdesi nedense sinemanın yazın tarafıyla ilgilenenlerin pek dikkatini çekmedi.

Ne diyordu Menderes Türel? Endüstri Ödüllerini gelecek yıl Antalya Film Festivali’nin vereceğini müjdeliyordu! Endüstri yani “Akademi” ödülleri dağıtan Antalya Uluslararası Film Festivali? Doğrusu dünya sinema kamuoyunu kendimize güldürmek için daha zırva ne bulunabilir? Geçen yıl gastronomi ile sinemayı bir araya getirmişlerdi. Bu bölümdeki filmleri seyreden izleyiciler filmden sonra dünya aşçılarının hazırladıkları yemeklerden tadacaklardı. Festival böyle ilginç (!) programlarla uluslararası festivaller arasında yer edinecek, cazibe merkezi olacaktı! Şimdi de uluslararası alanda film yarışması düzenlerken yerli alanda da akademi ödülleri dağıtacağını söyleyerek “alaturka – alla turca” kelimesinin o küçümseyici, alaycı anlamını yeniden su yüzüne çıkarıyorlar. Hani şu “Türk kafası”, “Türkler için yeterlidir.” ifadesini. Doğrusu bu zamanda bu hatadan ve ayıptan ne kadar erken dönerlerse o kadar iyi olur.

Nedir “Endüstri Ödülleri” ya da şu her önüne gelen heveslinin kullandığı biçimiyle “Türkiye’nin Oscar’ları”? Bir kere ne film festivallerinin ne de belediyelerin organize edeceği, vereceği bir ödül değildir. Dünyada endüstri ödülleri veren bir tek festival ya da belediye yoktur. Bunu öneren, olabileceğini söyleyen herkes kesinkes bir ülke sinemasının sırtından kendine post çıkarmak isteyen kurnazlardır. Belli ki bu Sayın Türel’e fısıldanmış, önerilmiş fırsatçı bir reçetedir.

Endüstri (Akademi) Ödüllerinin en belirgin özelliği, o ülkenin sinema profesyonellerinin kurduğu ortak bir kurumsal / fikri yapı olan bir “görsel sanatlar akademisinin” yine sadece üyesi olan sinema profesyonellerinin –yanı sıra akademinin izin verdiklerinin- oylarıyla yapılan yıllık değerlendirme sonuçlarıdır. Sinemanın bütün iş dallarında ödül verildiği için endüstri ödülü olarak nitelendirilir. ABD için adı “Oscar”dır, Fransa için “Ceasar” ya da İspanya için “Goya” ödülleri. Yani sadece sinemacılar, sinemacıları oylar ve bir yıl önce onlarca branşta en başarılı iş çıkarmış olan meslektaşlarını ödüllendirirler.

Binlerce sinema çalışanın oylamaya katılması için de makul bir süre olan yeni yılın üç-dört ayı çerisinde bir törenle ödüller dağıtılır. Festival takvimiyle Eylül Ekim ayında ödül dağıtılmaz.

Geçmişte TÜRSAK Vakfı sinemacıların tepkisini çeken tarzda yani endüstri ödülleri kıvamında ve adı “Yeşilçam Ödülleri” olan bir ödüllendirme düzenlemişti. Yapanlar dışında kimseyi tatmin etmeyen, itibarsız bir ödüllendirme olarak anılarda yer aldı. Beyoğlu Belediyesi’ni de yanlarına alarak yapılan festivalde oy toplamak için belediyede yetkili sendikanın temsilcilerine bile oylama zarfı dağıtmışlardı! Anlaşılan aynı “bilinç” Antalya’ya transfer edilmek isteniyor.

Hem de neden? Geçen yıl ulusal festivalin “Altın Portakal” yarışmalarının enerji ve dikkatlerini böldüğünden, Antalya için bir faydası kalmadığından bahisle “Ben artık uluslararası festivaller alanında ilerleyeceğim.” diyen bir belediyenin Türk sinemasının endüstri ödüllerini dağıtmaya heveslenmesi neden? Ne oldu geçen seneki gerekçelere?

Durum giderek klasik komedi trüklerine benzemeye başladı. Hani filmin komiği market rafından konserve alırken birkaçını düşürür. Onları rafa koyayım derken başkalarını düşürür, derken raf olduğu gibi aşağı iner ya.

En iyisi Sayın Türel’in işleri daha da karıştıracak ömürsüz, vadesiz palyatif projelerden kaçınmasıdır.

Benim önerim Sayın Türel’in “Altın Portakal”ı attığı çöplükten çıkarması, ulusal festivalin yine Antalya’da ama bu defa belediyenin, belediye vakıflarının değil sinemacıların organizasyonunda yapılmasını sağlaması ve böylece kendi ülkesinin sinemacıları ile barışık olarak uluslararası festivalin başarısı için uğraşmaya devam etmesidir.

(14 Eylül 2018)

Aydın Sayman

aydinsayman@gmail.com

Adana Film Festivali 25 Yaşında

Uluslararası Adana Film Festivali, 25. yılını parlak bir programla kutlamaya hazırlanıyor. 22 – 30 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin merakla beklenen Ulusal ve Uluslararası Yarışma filmleri bu yazı kaleme alındığında henüz açıklanmamıştı. Ancak gösterileceği ilan edilen yirmiyi aşkın film, sinemaseverleri heyecanlandırmaya yetmiştir şimdiden.

Festivalin açılışı Spike Lee’nin 19 yıl aradan sonra Cannes’a dönüş yaptığı ve bu festivalden Büyük Jüri Ödülü ile ayrılan, şimdiden Oscar’ın favorileri arasında gösterilen ırkçılık karşıtı son eseri ‘BlacKkKlansman’. Yine Cannes’da gösterilmiş ve başrol oyuncusu Marcello Fonte’ye en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırmış Matteo Garrone filmi ‘Dogman’; aynı festivalde en iyi senaryo ödülüne layık görülmüş, kimilerine Pasolini’yi, kimilerine Rossellini’yi hatırlatan Alice Rohrwacher imzalı Mutlu Lazzaro (Lazzaro Felice – Happy as Lazzaro) Yeni Dalga’nın efsanevi ustası Jean-Luc Godard’ın yine Cannes’dan ödüllü son denemesi ‘Le Livre D’Image / İmge Kitabı’; Cannes’da prömiyer yapmış filmlerden Gaspar Noé’nin son çılgınlığı ‘Climax / Doruk Noktası’, Nicolas Cage’in performansıyla anılan korku denemesi ‘Mandy’, İzlanda filmi ‘Woman at War / Kadının Savaşı’, 3D formatında tek plan çekilmiş Çin filmi ‘Günden Geceye’ ve Cannes ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisinin kapanış filmi ‘Diamantino’ ülkemizdeki ilk gösterimlerinde izleyiciyle buluşacak.

Adana seçkisi yalnızca Cannes filmlerinden ibaret değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar dahil üç ödül birden kazanan Singapur yapımı modern kara film denemesi ‘A Land Imagined / Hayal Edilen Toprak’ seçkinin önemli sürprizlerinden biri. Sundance 2018’in en iyilerinden olan enerjik büyüme öyküsü ‘We The Animals / Biz Hayvanlar’; elim bir kaza kurbanı John Callahan’ın gerçek öyküsünde Joaquin Phoenix’in döktürdüğü hem Sundance hem Berlin’de ses getirmiş yeni Gus Van Sant filmi ‘Don’t Worry, He Won’t Get Far On Foot / Endişelenme, Bu Halde Fazla Uzağa Gidemez’; Michel Gondry’den bu yana en radikal gerçeküstücü yönetmen olarak anılan Bert Scholiers imzalı kurmaca/animasyon şaheseri ‘Charlie and Hannah’s Grand Night Out / Charlie ve Hannah’nın Muhteşem Gece Kaçamağı’; yeni Arjantin sinemasının en önemli isimlerinden Pablo Trapero’nun son çalışması ‘La Quietud / Sükûnet’; Belarus’un ‘Lady Bird’ü olarak Karlovy Vary Festivali’nde beğeni toplayan ‘Crystal Swan / Kristal Kuğu’; yine Karlovy Vary’nin ana yarışmasından özel mansiyonlu Çek filmi ‘History of Love / Aşk Hikayesi’; Alireza Khatami’nin büyülü gerçekçi vizyonu ile büyük ilgi görmüş, geçtiğimiz yılın Venedik Film Festivali Orizzonti bölümünden dört ödüllü ‘Los Versos del Olvido / Unutulmuş Dizeler’ sinema yazarı dostumuz Kerem Akça’nın festival programı için seçtiği heyecanla beklenen filmler.

Festival Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerden 4 Türkiye prömiyerini programına almış bu yıl. Bunlardan Cannes 2018’in ana seçkisinde yer almış Mısır yapımı ‘Yomeddine’ ile daha önce ‘Salvo’ isimli çok başarılı ilk filmlerini izlediğimiz İtalyan Grassadonia ve Piazza ikilisinin yeni çalışması olan ‘Sicilian Ghost Story / Sicilya’dan Hayalet Öyküsü’nü özellikle merak ediyoruz. Geçen yıl başlatılan ‘vizyon sahibi yönetmen’ bölümünde bu yıl Rus sinemacı Aleksey Fedorchenko’ya yer verilmiş. Bizde fazla tanınmayan bu ilginç yönetmeni 5 uzun ve 3 kısa filmiyle keşfetmek ilginç olacağa benzer.

Sinemaseverleri sıkı bir koşuşturma bekliyor bu yıl Adana’da. Ulusal ve Uluslararası yarışma filmleri ve programa eklenecek yeni sürprizleri önümüzdeki yazılarda ele almak üzere festival yönetimine başarılar ve kolaylıklar diliyoruz şimdiden.

(11 Eylül 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alfa Kurt

Bundan tam 20 bun yıl önce… Avrupa, daha Avrupa olmadan önce, kuzeyinde yaşayan bir kabileyi ve yaşama tutunmalarını anlatan bir film Alfa Kurt. Doğa koşullarıyla mücadele etmek bir yandan, yontma taş devrindeki olanaksızlıkları da unutmamak gerekir, yaşayanların ne denli zorluklarla karşı karşıya olduğunu izliyoruz.

İlk filmini çeken yönetmen, müthiş doğa betimlemeleri ve görüntüleriyle gerçekten izleyiciyi filmin içine çekiyor. Kabile liderinin, daha ilk avcılığında bir bizonun hışmına uğrayıp ölen -veya öldüğü düşünülen- oğlunun inanılmaz mücadelesi… Filmin özeti bu yukarıdaki cümle, ama onunla sınırlı değil.

İnsan olan insan…

İnsanlık, doğadaki diğer canlılar ile birlikte yaşarken, onlardan korkmakla değil, onları eğitmekle başlamış. İlk insanların doğa koşullarına karşı güçlerinin yetmemesiyle kendi dar çevrelerinde hayatta kalma mücadeleleri işte o evcilleşmeyle daha da büyümüş… Kabilenin lideri, bileğine güçlü, aklıyla da herkesi yönetebilen biri… Çocuğu ise beklediğinin aksine daha duygusal, daha naif, daha sakin ve bir o kadar da ‘korkak’. Korkaklar daha bir cesaretlidir derler, oğul da cesaretini gösteriyor. Bu da demektir ki, herkes koşullara uygun olarak başarıyı yakalamaya adaydır.

Doğa ile iç içe…

20 bin yıl öncesinde Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan kabile ile 20. yüzyılda Anadolu’da yaşayan aileler arasında gerek duygu gerek inanç gerekse ekonomik olarak pek bir fark yok aslına bakarsanız. Belki biraz aradan geçen bin yılların kazandırdığı deneyimle birlikte gelişmiş aletler o kadar… İki kesimin de duygusal olduğu, iki kesiminde hayatta kalmaktan başka bir ‘derdi’nin olmadığı, iki kesiminde yaşadıklarının kaderi olduğuna inandığı apaçık görülüyor. Ben filmi bu açıdan izledim ve tam da bu açıdan öneriyorum.

Tabii, unutmadan, koca kentlerin gürültülü karmaşası, koşuşturması, her şeyin iç içe geçmesi var… O zaman nasıl da sessiz, nasıl da güzel, nasıl da sakin; insanlar da, yaşam da…

Alfa Kurt, yönetmen Albert Hughes, oyuncular Smit-McPhee İzlandalı Jóhannesson, Leonor Varela, Marcin Kowalczyk, Jens Hultén, Natassia Malthe ve kurt köpeği Chuck…

(07 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kadifeden Kesesi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hayatın içinden sabah sabah: Pazarcı esnafı kardeşlerimden ricamdır: Sevgili esnaf kardeşim, pazarda mallarınıza tezahürat yaparken lütfen söylemlerinize dikkat edin. Ne o öyle, “Ayşe Kadın 5 liraaa”, “Ayşe Kadın 5 liraaa” veya “Patlıycan ablaaa”, “Patlıycan ablaaa”. Hanımlar alınsa yeridir. “Yeşil Ayşe 5 lira”, ne bileyim “Patlıcaaan” diye bağırın ki kimse alınmasın. Bu vesileyle genelde kahvaltıda yenen küçük kırmızı turptan bahsedeyim. Elma, armut, ayva, şeftali, domates, hıyar gibi meyve ve sebzelerin hiçbirinin kabuğunu tek parça soyamıyorum. Artık küçüklüğünün verdiği narinlikten dolayı fazla özen gösterdiğimden mi bilemiyorum ama sadece küçük kırmızı turpun kabuğunu tek parça soyabiliyorum. O nedenle küçük kırmızı turpa en iyi kabuk soydurma ödülü verilse hak edeceği kanaatindeyim. (20 Mayıs 2018)

Murat Cemcir’e karşı linç kampanyası başlatan fotoğraf hakkındaki kanaatim. Bu fotoğrafı gerekçe gösterenlere konunun hareketli görüntüsünü izlemelerini öneririm. Grup halinde merdivenlerden çıkıyorlar. Uygun yere gelindiğinde görevli grubu durduruyor, dönüyorlar, Murat Cemcir o sırada poz vermek için elini cebine sokuyor fotoğraf tam o anda çekiliyor. Yanlış anlaşılacak bu fotoğrafın yayınlanması doğru değil. Ayrıca Bennu Yıldırımlar’ın mütevazı davranıp kendi isteğiyle arka tarafta durmadığını ne biliyorsunuz? Keza Yıldırımlar’ın sol tarafını kapatan Özay Fecht’i görmüyor musunuz? Araya bir de espri sıkıştırayım: Murat Cemcir’in ensesinde de gözü mü var sanıyorsunuz, Yıldırımlar’ın arkasında kaldığını görmemiş olamaz mı? Bütün bu yazdıklarımın üzerine Cemcir’in o sırada erkek oyuncu ödülüne aday gösterildiği bilgisini haiz olduğunu eklersek, sinemanın mabedi denilen o yer ve zamanda insana adını sorsanız hatırlayamaz. Yapmayın böyle, gençlerin önünü kesmeyin. (20 Mayıs 2018)

“Hıçkırık nasıl geçer?” bilgisini almak için tesadüfen sabah.com.tr’ye girdim. El insaf, sorunun cevabını 16 parçaya ayırmışlar, hepsini okuyorsunuz, sonunda doktora gidilmesini öneriyorlar. Bu kadar ünlü markaların web sitelerinin böyle oyunlara başvurması okura hizmetten çok tıklamaya hizmet ettiklerini gösteriyor ve markalarına büyük zarar veriyor. Mütevazı olmayayım, girin adı sanı pek bilinmeyen sadibey.com’a, bir tane haber bölünmesi, bir tane reklam görün, dönün bana tıklayın. Arada sırada görünenler karşılıklı barter anlaşması ve beğenilen etkinliklere destek verme girişimidir ve herhangi bir maddi getirisi yoktur. (20 Mayıs 2018)

Yanımda oturan gencin müzik bilgisini çaktırmadan kontrol edeyim dedim, “Kadiiifeden kâsesi…” diye kısık sesle mırıldandım. Hemen “‘Kadifeden kesesi’ amca, kâsesi değil.” dedi. Sınavdan geçti netekim, ancak benim bu yaşa kadar bu güzelim türküyü niye yanlış bildiğime akıl erdirememiştir. Kadifeden kısası… (25 Mayıs 2018)

Asansörden çıktık, “Buradan sağa döneceğiz.” dedim. “Emin misin?” diye sordu. Espriyi yakalamışım, fırsatı kaçırır mıyım, “İlahi hanım, 37 yıllık adamının adını bilmiyor musun?” dedim. Neyse ki kızmadı, güldü. (25 Mayıs 2018)

“Döner?” dedik, “Çakır Ali.” dediler. Pilav üstü döner söyledim. “Yok abi, sade döner olur bizde.” dediler. Demek ki Since 1957’den beri müşteriler döner dükkanında pilav üstü döner yiyemiyor. Oradan markete geçtim, kırmızı mercimek alayım dedim, menşeine baktım, Kanada yazıyor. Minibüse bindim. Delikanlı makineye kartını gösterdi, makine “Yetersiz bakiye.” dedi. Ceplerini karıştırdı, “185 kuruşum var abi.” dedi. Şoför kızdı, “Hiç vermesen daha iyi kardeşim.” diye azarladı. Bu sefer ben kızdım, para uzattım, “Al şunu.” dedim. Aldı. Bu arada unutmadan yazayım, makineye kredi kartı da gösterilebiliyor. Aklınızda olsun, kredi kartı ile 3 liralık yola 2,45 liraya gidebiliyorsunuz. Aferim bana. Bir paragrafta, yarım saat içinde başımdan geçen hayattan gerçek yansımalarla memleketimizin ahvalini özetledim. Yollar, köprüler yapıyoruz ama insanlarımızı bozduk. (26 Mayıs 2018)

Mehmet Güreli’nin 27 Temmuz’da vizyona girecek “Dört Köşeli Ücgen” adlı filminin afişinde oyuncu adları yazmıyor. Bunun bir mânâsı olmalı. Mânâlandıranlardan yorum beklediğimi belirteyim. Denk getirdiğimde Mehmet Bey’e soracağım. Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin” filminin afişinde de hiçbir oyuncunun hatta hiçbir kişinin adı yoktur, sadece filmin adı ve renkli olduğu yazılmıştır. (26 Mayıs 2018)

Gördüğümüz rüyalarda da bir hikmet var. Gün içinde en çok ne ile meşgul oluyorsanız gece rüyanızda da o konuyla ilgileniyorsunuz. Misal, gün içinde güzel hanımlar ve latif beyleri dilinize ve zihninize dolamışsanız, o akşam rüyanızda da onlar arz-ı endam ediyor. Keza gün içinde mahalle pazarına gidip domates, biber, patlıcan kovalamışsanız akşam rüyanızda pazarcı esnafı sizi kovalıyor. Bendeniz de gün içinde sinemacılık ve filmcilikle meşgul olduğumdan genelde gördüğüm rüyalar hep aynı konular etrafında dönüyor. Eskiden daha çok Sophia Loren, Kim Novak, Anita Ekberg, Steve Reeves, Arnold Schwarzenegger (araya bu iki herkülü de karıştırayım ki yanlış anlaşılmasın), Aysel Tanju, Suzan Avcı, Diclehan Baban, Nesrin Topkapı görürdüm; yaş ilerleyince mecburen sektör sorunları rüyalarıma girmeye başladı. Sabaha karşı gördüğüm rüyamda filmcilikle ilgili yeni bir kavram buldum, gözlerimi onunla açtım. Bir film sinemalardaki gösterimini tamamladığında, filmin maliyeti, izleyen kişi sayısına bölünmeli ve o filmi bir kişinin seyretmesi için milletin cebinden kaç para harcandığı açıklanmalı. Misalen 4,5 milyon liraya mal olan filmi 2 bin kişi izlemişse filme kişi başına 2.250 TL harcanmış oluyor. (27 Mayıs 2018)

Fazla abartmaya gerek yok. Hepimiz “Hayat” filminin figüranlarıyız; beyazperdede bir an görünüp kayboluyoruz. Telaşa mahal yok, başroldekiler de gün geliyor unutuluyor. (28 Mayıs 2018)

(06 Eylül 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Baba Nerdesin Kayboldum

Birbiri ardına gelir içinizde bir şey yıkılmaya başladığında bütün sorunlar. Birine çözüm ararken bir diğeri, ona yönelmişken bir başkası… derken yıkılır kalırsınız altında. Dik durmak mıdır çözüm? Pek değil galiba… Yalan, en başta da kendinize yalan söylememeniz gerekir.

Yönetmen Ahmet Karaman, ilk filminde önemli bir konuyu almış ele… Kendisine bile yalan söyleyen birinin durumunu, kuşak çatışması temelinde anlatıyor. Sahi, her ne olursa olsun kaçmaktır bu yalanların nedeni. Bir şeyler ‘düzgün’ giderken (ya da gidecekken) o girdaptan kurtulamamaktır…

Biz neye bakıyoruz…

Baba ölmüş, kız kardeş -eğitimin durumu biliniyor zaten- gergin, anne yılların birlikteliğini kaybetmenin de acısını ve yalnızlığını yaşıyor. Kahramanımız, daha doğru deyişle filmin izlettiği kişi, Aşkın, bocalıyor. Filmde bir sürpriz var. İlginç. Hiç ummadığınız bir sürpriz… Olmaz mı? Olur tabii. Umuyor musunuz? Hayır! Zaten onun için sürpriz ya zaten.

Önümüze serilen bu yaşamın içinde biz izleyiciyi etkileyen neler? Filmde her ne kadar sinema alanında çalışan biri olsa da Aşkın’ın yaşadıkları her alanda uğraşan herkes için geçerli. Burada senarist/yönetmenin saptamasını belirleyen; göz önünde olan, gençlerin ilgisini çeken ama “sektör” gibi sektör olmayan bir alan olması belirliyor. Kim niye, neden ve nereye kadar çalışabilir böylesi alanlarda? Sadece filmin değil, hepimizin kafasındaki soru işareti bu.

Belirleyen siz değilsiniz…

Sırf dersten kaçmak için namaz izni isteyen öğrencilerin öğretmeni şikâyet etmesi, okul yönetiminin, İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de kuşkusuz, bu konuda umursamaz oluşu önemli bir durum hayatın içerisinde. Filmin içinde bir olay örgüsü olarak değil, yaşamın bir gerçeği olarak yer alıyor. Benzer bir durum, Aşkın’ın öğretmen arkadaşı için de geçerli… O da kendisinin dışında gelişen -büyük olasılıkla da, onun durumuna bakıp kıs kıs gülen birilerinin başının altından çıkan- nedenlerle işsiz kalıyor. Buna bir de evdeki sorunlar eklenince, gerçekten belirleyici bir önemi vurguluyor. Mutsuz evlilikler beraberinde “aldatma”yı de getiriyor. Mahalledeki komşu polisin, kahveci ile durumu bundan başka bir şey değil; tabi, polisin üniformasına ve silahına dayanan yukarıdan bakışı da gözden kaçmamalı…

İlk filmini çeken hemen bütün yönetmenlerin, bizim ülkemize özgü, “bir daha film çekemezsem” kaygısıyla yıllar boyunca biriktirdiklerini bir filme sokuşturması, bazı önemli durumların gözden kaçmasına yol açıyor. Birçok ilk filmde karşımıza çıkan bu sorun (!) bu filmde de kendini gösteriyor. Oyuncu yönetiminde gerçekten başarılı olan Ahmet Karaman’ın süre sorununu aştığını belirtmekte yarar var. Sıkılmadan izlenebilir bir film yapmış. Ama yine de işleyemediği, istese bile bir diğerini kaçırma kaygısı nedeniyle yarım bıraktığı bile kabul edilebilir düzeyde.

Asıl önemli olan ise Aşkın’ın babasını suçlaması… Oysa kendisinin sorunu hepsi. İzleyince siz de hak vereceksiniz bana…

Baba Nerdesin Kayboldum, yönetmen Ahmet Karaman, oyuncular Baran Akbulut, Yıldız Çağrı Atiksoy, Yiğit Kirazcı, Bestemsu Özdemir, Tomris Çetinel…

(06 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Transit

Dünyanın birçok ülkesinde, birçok farklı konumlardaki -yoksul veya varsıl, muhalif veya değil, işli ya da işsiz- insanlar huzur ve güven içinde yaşamak için evini, yurdunu, hatta ailesini bile terk edip başka yerlere göçüyor, sanki oralar daha iyiymiş gibi… Sahi, oradaki insanlar da başka ülkelere göçmenin yollarını arıyor. Bu, bin yıllardır süregeldiği gibi günümüzde de tüm acımasızlığıyla devam ediyor. İpekyolu gibi ticari ağlar insanlar için de var, hâlâ.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle faşist Almanya’dan kaçıp kurtulmak isteyenler çoktu. Herkesin kendince haklı nedenleri vardı ve herkes kendini kurtarmayı düşünüyordu ilk olarak. Anna Seghers’in, bu durumu gerçekçi ve bir o kadar da psikolojik açıdan anlattığı Transit romanı, doğal olarak sinemacıların da ilgisini çekti. Ancak yönetmen Christiran Petzold, o dönem romanının mekânlarını ve diyaloglarını bırakarak bugüne uyarlamış.

İlginç bir yorum

Filmin hemen başında bir merak, bir sabırsızlık ile ne olacağını bekliyorsunuz… Bir süre sonra film sizi sarıp sarmalıyor, içine alıyor ve siz de Alman Georg gibi çıkış yolları aramaya başlıyorsunuz. Doğru ya, göçmenlik hâlâ sürüyor ve göçmenler güvenlik teşkilatlarınca hapsediliyor veya vuruluyor (denizde boğulanların büyük bir kısmı yine polis/asker korkusuyla zamansız ve önlemsiz kaçışlardan…). Kimi para yedirerek (insan tacirlerinin insafına kalmış artık), kimi sınırlardan geçerek, kimiyse sahte pasaport ve/veya biletle kaçmaya çalışıyor. Tek amaç var: Huzur ve güven.

İyi bir film…

Petzold, sakin kamerası, iyi mizansenleri, güçlü oyuncuları ve tabii, müthiş bir romana dayanan senaryosuyla gerçekten iyi bir film çıkarmış. İzledikçe savaşlardan kaynaklansın kaynaklanmasın, siyasi veya ekonomik göçmenliğin acımasızlıkla ve büyük acılar yaşatarak devam etmesinin artık bir son bulmasını diliyorsunuz sadece. Filmdeki her kahramanla özdeşleşiyorsunuz ister istemez; anne ile anne, doktorla doktor, sevgilisine ulaşmak isteyenle âşık oluyorsunuz.

Transit, yönetmen Christian Petzold, oyuncular Franz Rogowski, Paula Beer, Lilien Batman, Ronald Kukulies, Godehard Giese… 7 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(01 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İtalyan Usulü Aşk -Little Italy-

Hepimizin belleğindedir: Turşu sirkeyle mi yapılır, limonla mı? Aynı anda cevapladınız, haklısınız… Adile Naşit ile Münir Özkul atışmasının damgasını vurduğu o inanılmaz naif ve inanılmaz keyifli 1978 tarihli film. Sadık Şendil’in senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği film, unutulmazlar arasında hepimiz için…

Ailenin ikiye bölündüğü, çocukların da anne ve baba arasında paylaşıldığı, sonrasındaysa çocukların çabalarıyla yeniden bir araya gelindiği o güzel filmi, İtalyan Usulü Aşk’ta, bambaşka bir öykü ve bambaşka bir heyecanla izliyoruz.

Bir arpa boyu değil…

Yan yana iki pizzacı ve belli ki birbirlerinin ciddi rakibi olmuşlar… Bilirsiniz, bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak olaylar nedeniyle açılan iki arkadaşın arası, sonrasında düzelmez… İkisi de bilir aslında ne olduğunu, ama bir türlü söyleyemezler, kendilerine bile… Çünkü birer dost değil, birbirlerini çelmelemeye çalışan iki amansız rakiptirler.

İki arkadaşın dışındaki herkes birbiriyle iletişim halindedir… Herkes birbirine yakalanmamak için bin dereden su getirir. Ama asıl sorun, aileleri rakip olduğu için aşklarını içlerine gömen iki gencin durumudur.

Keyifli bir komedi filmi… güzel görüntülerle birlikte gülümsüyorsunuz… Sahi, sizin de başınızdan böylesi olaylar geçmiştir. Sonradan baktığınızda komiktir muhakkak. Tabii, o an için köpürmüşsünüzdür içten içe…

Gençlik ne kadar güzel bir şey… Umut, gelecek güzel günler hayali… Aşklar… Hayat kavga etmeye değmez. İtalyan Usulü Aşk, Jane Seymour’u bir kez daha izlemeye değer.

İtalyan Usulü Aşk -Little Italy- Yönetmen: Donald Petrie, oyuncular Hayden Christensen, Emma Roberts, Alyssa Milano, Adam Ferrara, Andrea Martin, 31 Ağustos’tan itibaren gösterimde…

(29 Ağustos 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sinema… Sinema

246 ayrı sanat, meslek ve disiplinden insanın çalışmalarını birleştirdiği ortaklaşa sanat… Sinema tanımını bu denli iddialı yapınca, Onat Kutlar’ın yardımını almak gerekiyor. Kutlar’ın, daha önce “Sinema Bir Şenliktir”de bir araya getirdiği yazılarının dışındaki, bana göre önemli, sinemacılar için belirleyici, izleyici için rehber yazıları yayımlandı.

“Resmin renk ve çizgi, müziğin ses, şiirin sözcükler sanatı oluşu gibi… sinema da, her biri belirli sıralı bir anlamla yüklü tek tek görüntüleri yan yana getirerek yepyeni ve karmaşık bir anlam bütünü kurar” diyor Onat Ağabey ve ekliyor: “Sinemacı seyirciye mahkûmdur.” Bunun nedenlerini, niyelerini bilmem açıklamaya gerek var mı, ama yukarıda alıntıladığım tanım yeterince ipucu veriyor.

Seyirciye mahkûm…

…çünkü bir endüstri. Seyirciye mahkûm çünkü çok pahalı bir uğraş. Seyirciye mahkûm çünkü bir ekip çalışması. Seyirciye mahkûm çünkü her kesime her şekilde ulaşabilen, mesajlarını iletebilen bir sanat.

Sadece “iş” olarak değil, bir sevda olarak baktığı bu sanatın her anında, her alanında, her aşamasında görev üstlenen Onat Kutlar, görüşlerini, umutlarını ve önerilerini sıralıyor.

Ölümünün üzerinden geçen 23 yılda çok şey değişti, sansür dışında. O da en çok sansürle savaşımını anlatıyor zaten. Tek fark var: Onun zamanında toplumsal muhalefet var ve ses çıkarıyor, bugün, iletişim araçlarının bu kadar gelişmiş ve yaygın olmasına karşın ses hatta soluk bile çıkmıyor. Bu da bizim ayıbımız.

Antalya…

Altın Portakal, artık ‘Film Festivali”, ama ne film kaldı ne yarışma… Sansürle başlayan, tepkilerle devam eden bu tarihimizin en uzun ve en önemli festivali, belediyelerin elinde kaldığı sürece sorunun çözümlenemeyeceğini de anlatıyor.

İlginç bir anısı da var Onat Kutlar’ın. Bir telefon geliyor Bakanlıktan, yarışmada filminin ödül alması muhtemel Ömer Kavur’a… Ömer Ağabey’in, “Eşşoğlueşşek, efendim”, “Ananı avradını, efendim” sözleri herkesi çiviliyor sanki yerlerine… sinek vızıldasa jetler geçiyor sanki. Herkes suspus! Bakanlık yetkilisine küfrediyor yönetmen, olacak şey değil. Zaten iki dudağı arasında her şey… meğer çıkarılmasını istedikleri sözleri dikte ettiriyormuş telefondaki Bakanlık yetkilisi.

Ondan on yıl kadar önce de yine bir Bakanlık görevlisinin sansürü destekler sözü ne kadar acı: “Şeytan azapta gerek!”

Usturanın keskin yüzü

Sanatın bir sözcük, bir ses ya da bir görüntü çalımı ile ölümle yaşam, düşle gerçek, duyguyla düşünce sırat köprüsünden geçtiğine inandığını yazıyor. Bu da gösteriyor ki, sinema sanat olarak yaşamın ta kendisidir. Sinemacıya düşen görev -söyleyecek sözü varsa gerçekten- bu sözü söyleyebilmenin mücadelesini yapmaktır. Ne kadar doğru, değil mi? Sinema bütün yolları, olanakları kullanır…

Kurumlar aracılığıyla sürdürülen sansür de yine ve her zaman bir keyfilik içerir. Sanatı tartacak teraziyi kimse bulamadığı gibi engellemek üzere kullanmayı da kimse beceremez. Bu, aynı zamanda, filmlerin -ve diğer sanatların- kendi içlerinde yapılan yarışmalarda ödüllendirilmesindeki tartışmaları da gündeme getiriyor. Bu yarışmada ödüle değer görülen bir film ve/veya başka bir sanat yapıtı, bir başka festivalde yarışma dışı bile kalabiliyor. Sahi, siz de bazı filmleri ve/veya sanat yapıtlarını beğeniyorsunuz, bazılarını beğenmiyorsunuz, değil mi? İkinci bir kez karşınıza çıktığında görüşünüzün değiştiği de oluyordur muhakkak.

Halkla en yakın sanat

İçinde yaşadığı çağın ve toplumun yargıcı olmalıdır sinemacı. Unutulmaması gereken bir nokta, sinemanın eğlence aracı olduğudur, ama her ne olursa olsun, hayatın gerçeklerinden uzaklaştıkça izlenirliği de düşmektedir, kim ne derse desin.

1965’ten başlayarak (öncesi de var aslında… ceplerindeki küçük harçlıkları biriktirerek dergi çıkardıklarını, sanatı bir şekilde herkese ulaştırmaya çalıştıklarını birebir konuşmalarımızda, arkadaşlarının anılarından okuyarak öğrenmiştim. Hatta bir kısa film şenliği yapmak istediğimizde, karşı çıkışını bu harçlıkla çıkarılan dergi ile engellemeye çalışmıştım) ölümüne kadar olan süreçte sinema -özellikle sansür ve ulusal sinema- yazılarını bir araya getiren bu kitap gerçekten hazine değerinde, özellikle genç sinemacılar için… Halit Refiğ üzerine yazdıkları, Abdi İpekçi ile yazışmaları, “Hakkari’de Bir Mevsim” filmi üzerine yaptıkları çalışmalar, belli ufuk açıyor okuyanda.

Ne iyi ettin de yaşadın Onat Ağabey, ne iyi ettin de sinemayı -bizlere de- yaşattın Onat Ağabey. Film şeritleri, senaryolar, müzikler çelenk örsün başucunda.

Sinema… Sinema, Onat Kutlar, Yazılar, konuşmalar… Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 2018, 335 s.

(24 Ağustos 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sarı Sıcak

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Sarı Sıcak” filminin gösterimi bitti, aynı jüride görev yaptığım yaşıtım arkadaşa muziplik yapasım geldi, “Ben kalender meşrebim…” dedim; “Bu çocuk sinemayı biliyor.” diye cevap verdi. Genelde bu tür cevaplar literatürde kelalâka diye adlandırılır. (10 Mayıs 2018)

Şahsıma “Sinemanın Çınarları Türk Sineması Emek Ödülü” veren 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nin anılarımda daima özel bir yeri olacak. 13 Mayıs kapanış töreninde SİYAD – Sinema Yazarları Derneği Ödülü’nü açıklama görevi bana verildi. Birden fark ettim, 13 Mayıs’ta, hanımla olan evliliğimizin 38. yılına girmiştik ve Kayseri’nin plaka no.su 38. Olacak iş değil ama oldu. (14 Mayıs 2018)

25 Mayıs’ta vizyona girecek olan “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman”, İlk Türk uçağını yapan, Türkiye’nin ilk özel havayolu şirketini kuran, 1914 – 18 yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nda görev yapan Vecihi Hürkuş’u anlatıyor. Soyadı Kanunu 1934 yılında çıktığına göre, “Hürkuş” soyadı gerçekten kendisine yakışan bir soyadı olmuş. Sanatçılar arasında da yaptığı işi çağrıştıran soyadları pek yaygındır. Bu sanatçıların çoğu, soyadı kanunundan sonra dünyaya teşrif ettiklerinden mesleklerini çağrıştıran çakma soyadlarını hayranlarına saygısızlık olarak görüyorum. Hani haksızsam söyleyin, aileler daha çocukları doğmadan gelecekteki mesleklerini tahmin etmişler ve soyadlarını, misalen Şenses, Gürses, Sesigüzel yapmışlar. Ne müthiş bir gelecek öngörüsü. Maşallah. (16 Mayıs 2018)

İlahi Muazzez, arkanda 40 kişilik saz heyeti, önündeki stüdyo tribününde en az 200 kişi, “Söyleyemem derdimi kimseye…” diye şakıyorsun. “Söyleyemem” itirafı bir bakıma söylemek istediğini gösteriyor, söyle o zaman. (17 Mayıs 2018)

Bir besteyi bestekârından, misal “Beklenen Şarkı”yı Zeki Müren’den dinlemek; bir kitabı yazarından, misal “Benim Adım Kırmızı”yı Orhan Pamuk’tan imzalı ilk baskısından okumak; bir filmi yönetmeniyle, misal “Umut”u Yılmaz Güney’le birlikte izlemek; düşünüyorum da müthiş bir ayrıcalık, olağanüstü bir zenginlik. Şu gün, şu saatte 1 adedi 4450 TL.sına çıkmış milyonlarca dolar verseniz gerçekleştiremezsiniz. Doğru dedim, di mi? (17 Mayıs 2018)

Ramazanda pide kuyruğunda beklemeyi çok seviyorum. Dün bir saat bekledikten sonra ilk pidemi aldım. Kuyruğun ön tarafında beklerken bazı vatandaşların gelip “Ben ekmek alacağım geçebilir miyim?” diye izin istemeleri de bir güzellik. Tek işlemde hem izin veren, hem izin isteyen mutlu oluyor fakat bazıları izin sonrası, “Bakın ben sizin gibi boşuna beklemiyorum, ekmeğimi alıp, zaman kaybetmeden gideceğim” tavrı ile tezgâha yaklaşıyor ki o da bir başka hoşluk. Büyük olasılıkla pide kuyruğunda zevkle beklediğimizi akıllarına getirmiyorlar. (17 Mayıs 2018)

Sinema sektörünün 35 mm.lik pelikülle film çekmeyi bırakıp tamamen dijitale dönmesi acı bir olaya daha sebep oldu. Hani mevzu gerektirdiğinde insanlar “Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti.” diyorlardı ya, bir müddet sonra diyemeyecekler, mecburen yine sinemanın icadı öncesinde ne diyorlardıysa onu diyecekler. (19 Mayıs 2018)

Bazı ses sanatçıları o kadar yüksek perdeden kasılarak şarkı, türkü söylüyor ki, bir gün dayanamayacağım sahneye çıkacağım ve mütevazı, sevecen, hoşsohbet, neşeli, yakın, candan şarkıcı nasıl olur gösterivereceğim. Lakin sesim pek bi davudi. (Nereden nereye: Yanlış ifade etmiş olmayayım, kendimi doğrulayayım dedim, google’dan baktım, Davudi’nin “İran’ın Hürmüzgân eyaletinde 2006 nüfus sayımına göre 93 kişilik bir köy” ve Üsküdar’da İcadiye mahallesinde bir sokak adı olduğu yazıyor.) (19 Mayıs 2018)

Her kula nasip olmaz: Hanım orta kahvemi getirdi, tam içeceğim sırada hıçkırdım, bir miktarı tabağa döküldü, kendime güldüm, bu sefer göğsüme döküldü. Demek ki neymiş, hıçkırık tutmuşken kahve içmeyecekmişiz. (19 Mayıs 2019)

Öğrenmenin sonu yok: Dereotu ile Tereotu’nun farklı yeşillik olduğunu 68 yaşımın baharında öğrendim. (19 Mayıs 2018)

Yaz mevsimi başladı sayılır ama gelin ben size yaz mevsimi sonundan bir hikâye anlatayım: Bodrum Turgutreis’te, gazetelerin sadece merkezdeki ana bayide satıldığı yıllarda, tahminen 8-10 yıl önce, sabahın erken saatlerinde bayiye indim. 4-5 kişi sıraya girdik, gazete paketlerinin açılışını bekliyoruz. O zamanlar çoğunluğu bağımsız medyaya ait olan gazetelerin bayiye erken saatlerde gelen paketlerinin açılışını beklemenin özel bir zevk olduğunu da belirteyim. Tam o sırada yandan küçük bir köpecik geldi, sırayla hepimizin paçalarını kokladı. Aradığını bulamama hüznüyle yan sokağa girdi, gözden kayboldu gitti. O köpeği hiç unutamadım ve unutacağımı da sanmıyorum. Bu yaşanmışlık üzerine sadibey.com’da açtığım köşeye (https://sadibey.com/kopekleri/) yazdığım ön yazıda sitemlerimi şöyle belirttim: “1924 yılında Japon profesör Hidesaburo bir köpek edinmiş ve adını da Hachiko koymuş. Her sabah evden beraber çıkıyorlar, Hachiko profesörü metroya bırakıp evine dönüyormuş. Bir gün profesör Üniversitede kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. Hachiko, Tokyo metrosunun Shibuya istasyonuna 10 yıl, her gün gitmiş, beklemiş ve 12 yaşındayken metro kapısında ölmüş. Unutulmasın diye metro istasyonuna heykelini dikmişler.
Bu köşe evinde bakmak için köpek satın alıp, zor geldiğinde sokağa terk edenlere ithaf edildi. Dileriz ki, sokağa attıkları köpekler rüyalarına gire, vicdan azabı ömür boyu peşlerinden gele.” Anlaşıldığı üzerie bu dileğim halen devam ediyor. (19 Mayıs 2018)

Bugün sevgili takipçilerimi bıktırdığımın farkındayım ama ilham bu, geldiğinde hemen yazmak gerek. Çünkü hiç beklemiyor, çekip gidiyor. (19 Mayıs 2018)

(23 Ağustos 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kayıp Ozanlar Kuşağı

Aleksey German Jr. imzalı ‘Dovlatov’, filme adını veren Rus yazar Sergey Dovlatov’un 1971 Kasım ayında geçen altı gününü konu ediniyor. Tahmin edileceği gibi klasik anlamda biyografik bir film değil bu. Günümüzde eski adıyla St. Petersburg olarak anılan SSCB döneminin Leningrad’ını mekân alan yapım, muhalif kimliğinden ve etnik (Ermeni) kökeninden dolayı Yazarlar Sendikası’na kabul edilmeyen Dovlatov’un yazılarını yayınlatma mücadelesi çerçevesinde, baskıcı bir dönemin genel atmosferine nüfuz etmemizi sağlıyor.

Bir hafta boyunca Dovlatov’un ve çevresinin yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Kişisel yazılarını yayınlatabilmeyi beklerken yerel bir fabrika gazetesinde yazmaya razı olmuştur genç adam. Kişisel olarak yaşamı bir boşlukta gibidir. Karısından ayrılmıştır, annesiyle bir daireyi paylaşır. Haftada bir gördüğü küçük kızıyla vakit geçirir. Bunun dışında, karlı ve soğuk kış günlerinde bir mekândan diğerine kendini ifade edebilme yollarını arar durur.

Bir kuşak yazar için edebiyatın, şiirin ölüm kalım meselesi olduğu yıllardır bunlar. Kendini dünyaya özgürce ifade edebilmek için her şeyin göze alındığı, iktidara yalakalık yaparak sipariş edilmiş yalanları ve sıradanlığı kabul etmektense açlığı göze alan bir yazar çizer kuşağının dönemidir bu. German’ın filmi Dovlatov’un özeline odaklanmadan bu kayıp ozanlar kuşağına bir ağıt yakmayı hedefliyor film.

Altı gün boyunca farklı mekânlarda sanatçı dostlarını ziyaret ediyor Dovlatov. Film, Leningrad yazar çizer dünyasından detayları titizlikle biraraya getiriyor, German aceleye mahal vermeden geçmişte kalan bir dünyayı ustalıkla yeniden inşa ediyor. Bu konuda, ‘Ida’ filmindeki ustalıklı çalışmasından hatırladığımız Lukasz Zal’in pastel tonları öne çıkaran ve uzun planlarla bir dönemin koreografisini usul usul uygulayan kamera çalışmasının ve de Elena Okopnaya’nın göz kamaştıran set tasarımlarının büyük payı olduğu kuşkusuz.

Bol diyaloglu sahnelerin ağırlığı oluşturduğu filmde iç acıtan bazı dönüm noktaları da yer alıyor. Metni bilmem kaçıncı kez reddedilen bir yazarın yayımcının ofisinde bileklerini kesmesi, Amerikalı sanatçı Jackson Pollack’a hayranlığı yüzünden tutuklanan ressamın trajik ölümü, ya da daha sonra Nobel alacak olan Dovlav’un yazar dostu Joseph Brodsky’nin memleketini terk etme kararı bu ağır hareket eden gözlem filminin belli başlı dramatik olayları olarak dikkat çekiyor.

Dovlatov ile fiziksel benzerliği olan Sırp oyuncu Milan Maric’in çıkış yolu arayan Rus yazarın trajikomik ruh halini ve yılmaz direnişini mükemmel yorumladığı film, büyük bir salonda ve geniş perdede izlenmesini hararetle önerdiğim çizgi dışı bir dönem filmi. Sadece haftanın değil, yılın görülmesi gereken önemli yapımlarından biri.

(12 Ağustos 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beni Satan Casus -Spy Who Dumped Me-

Günün yoğun geçtiği dönemlerde, sorunlarla bunaldığınızda aksiyon filmleri insanı rahatlatır, çoğunlukla. O kaçma kovalamaca içinde görüntüler sizi de çeker içine ve filmin içinde bulursunuz kendinizi. Kahramanın ölmediğini, ölmeyeceğini, muhakkak bir şekilde başaracağını bilirsiniz. Hop oturup hop kalsanız da, koltukta o heyecan içerisinde, bazen korku bazen sevinç bazen de meraktan tırnaklarınızı kemirirsiniz… Bu tür filmler, ne kadar beğenilirse beğenilsin, etkileri çok kısa sürer… yine hayatın içinde aynı kaygılarla boğuşmaya -ama biraz rahatlamış olarak- dönersiniz.

Bu kez farklı…

Beni Satan Casus, farklı bugüne değin izlediğimiz aksiyon filmlerinden… Biri zeki ve ayrıntıları bile öngörüp ona göre hareket etmeyi seven; diğeri, çok konuşan, delidolu ve samimi iki kadın arkadaş, hiç beklemedikleri bir şekilde casuslar dünyasına girerler. Tabii, komedi de başlar. Casus filminin komik olması da çok güzelmiş doğrusu… Bakmayın somut gerçekliklerle çakışmıyor, çok absürt gibi eleştirilere… Keyif almanıza bakın siz.

Girdikleri yolu sonuna kadar gitmek isteyen iki kafadar kadın, casuslar dünyasının acımasızlığını idrak edemediklerinden olsalar gerek (ki, ben de, çoğunlukla sizler de casusları sadece filmlerde gördük, dolayısıyla nasıl bir durum veya güçlükle karşı karşıya olduğumuzu bilemeyebiliriz) doğrudan dalıyorlar aralarına…

Kim sevgili, kim casus, kim kimin ailesi, kim kimin peşinde, kim neyi arıyor ve o nerede… soruların bini bir para. Perdede beliren her görüntü, her insan, her şey casus değil, ama ya casussa! Dört bir yandan kurşun yağdırılan iki kadın, olağanüstü soğukkanlılık gösterip atlatıyorlar peşlerindeki casusları, onları kaçıran ya da koruyan da karşı casus olabilir mi? Nasıl kurtulacağız bu girdaptan?

Biri esmer, biri sarışın iki güzel kadın… sizi de alacak etkilerinin altına. Müthiş bir sinema hilesiyle sizi de kandıracak bu “kahraman” kadınlar. İsterseniz film çıkışı konuşalım…

Beni Satan Casus -Spy Who Dumped Me- Yönetmen Susanna Fogel, oyuncular Mila Kunis, Kate McKinnon, Justin Theroux, Gillian Anderson, Hasan Minhaj… 10 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(09 Ağustos 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Cano

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

04 Mayıs Cuma günü vizyona girecek olan “Cano”dan geriye doğru gidersek, filmde görüntü yönetmenliği ve oyunculuk yapan Ali Kemal Çınar, geçen yıl yönettiği, hikâyesini yazdığı, görüntü yönetmenliğini yaptığı ve başrolünde oynadığı “Genco” ile bir hayli dikkat çekmişti. “Cemo”, Türkan Şoray’ın en bilinen filmlerindendir. “Fato”nun 1949 yapımında Oya Şensev, 1969 yapımında Zeynep Özkan, Fato rolünde oynamıştır, filmin tamamlayıcı adı “Ya İstiklal Ya Ölüm”dür. “Zeyno”, Hülya Koçyiğit’in Yılmaz Güney’le başrolü paylaştığı iki, bilemedin üç filmden biridir, başka yoktur. “Koçero”, “Davudo” gibi filmler kanun dışı karakterlere odaklanmıştır. “Elif ile Seydo” köyde geçen bir sevda hikâyesini anlatır, “Erkek Güzeli Sefil Bilo” güldürür. Bilo’yu günümüzün dik duran, ender, gerçek boyu kısa olsa da manevi boyu, uzun delikanlılardan çok çok uzun olan İlyas Salman canlandırmıştır. Önceki bir filmde küçük rolü olan Bilo seyirciden olumlu tepki görünce bu filmde başrole yükselmiştir. Tıpkı Adanalı Tayfur, Turist Ömer ve Cilalı İbo gibi. Kemal Sunal’ın “Kibar Feyzo”su çok ilgi görünce, ondan 4-5 yıl önce vizyonunu tamamlamış olan “Salako”, işbilir sinemacılarımız tarafından Feyzo’yla aynı zaman aralığında Anadolu’da “Nazik Zülfo” adıyla yeniden gösterime sokulmuştur. “Cano” üzerinden tekrar “Cemo”ya dönersek ondan bir yıl önce ise ünlü yabancı film “Bonnie and Clyde”dan uyarlanan “Cemo ile Cemile” çekilmiştir. Cemo/Clyde’ı Yılmaz Köksal, Cemile/Bonnie’yi Ülkü Özen oynamıştır. (30 Nisan 2018)

Yarın vizyona girecek olan “Taxi 5”i izledik. Özetle taksi cephesinde yeni bir şey yok. Edindiğim bilgilere göre Türkiye’deki olumsuz taksi olayları yüzünden filmin Fransız yapımcıları olası devam filmlerine “Uber 1”, “Uber 2”, “Uber 3″… diye devam edeceklermiş. (Buraya gülen suratlar konacak.) (03 Mayıs 2018)

40 yıllık “Fıkır fıkır fıkır Mahmure”yi “Lıkır lıkır lıkır ferahla” yaptığı için Nükhet’i kınıyorum. Yasaklara karşı değilim ama RTÜK yaygın şarkı ve türkü sözlerini kullanan reklamları yasaklasa itiraz etmem. (05 Mayıs 2018)

Eskiden beri ne zaman “manifesto” kelimesini duysam aklıma hep Abba grubunun “Money Money Money” şarkısı gelir. (05 Mayıs 2018)

Gerekli her yere yorum niyetine yazabilirsiniz: “Kem söz sahibine aittir.” (Bu duruma göre kem olmayan söz karşı tarafa övgü oluyor.) (06 Mayıs 2018)

Bakın ben size bir öneride bulunayım da memlekette otopark ve trafik sorunu kalmasın. Yapılmış ve yapılacak bütün binaların giriş katları otopark olsun. Hani çok yağmur alan memleketlerdeki (Singapur / Mersin) gibi binaların ilk katlarında duvar olmasın, sadece kolonlar olsun. Bizim apartmanın altına 6 araba park etse bile yandaki komşu apartmanın altında mutlaka boş bir park yeri olur. Böylece yol kenarlarına park yapma sorunu da ortadan kalkar ve trafik rehatlar. Ohhh, mis. (06 Mayıs 2018)

Efendim, hazır şu seçmeyinler gündemdeyken imar affı, pardon imar barışı nedeniyle aklıma gelen bir fikrimi sunayım. Eski Türkiye’de semtlere ve toplu binaların olduğu sitelere Bahçelievler, Şenesenevler, Beşevler vs. gibi isimler verilirdi. İmar barışı demişken, araya bir madde sıkıştırılıp, Newhouse, Fivehouse ne bileyim Greenhouse, Shorthouse gibi zamane evlerinin adlarının da Cumhur’un anlayacağı milli dile çevrilmesini sağlayın. Kendim yaptığım için söylemiyorum bence çok makul bir öneridir. Sinema isimleri için de aynı önerim geçerlidir. Ne demek Cinemalittle, Cinemabig, Cinemared, Cineminimum? Yapın şunların adlarını, Emek, Saray, Atlas, Deniz, vs. vs. (07 Mayıs 2018)

Onur Ünlü’nün “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” adlı son filminden yeni çıktık; baktım ilham gelmiş. Devam filmi yapılacaksa benzer çekicilik ve uzunlukta isim önerimdir: “Gözler Olmasaydı Kalp Hislerin Mezarı Olurdu.” (07 Mayıs 2018)

Dün akşam 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nde “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü aldım mı? Tamam, aldım. Sabahın köründe internete girip ödülümü hak etmeye devam etmek için çalışayım dedim mi? Tamam, dedim. Otelimiz, Setenönü adında, sevimli bir butik otel. İnternet şifresini sordum, “Otelin adı abi” dediler. Gelgelelim uğraşıyorum, uğraşıyorum, otelin internetine bir türlü giremiyorum. Onlarca uğraş sonunda uyandım. Meğer otelin adını setemonu olarak yazıyormuşum. Bilenler bilir, bizim sinema derneklerimizden birinin adı SETEM’dir; o nedenle şifreyi sürekli setem olarak yazıyormuşum. Tamam mı, tamam. O anda anladım kı “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü hakikaten bileğimin hakkıyla almışım. Bilmeyenler için yazayım: SETEM’in açılımı “Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği”dir. Dolayısıyla Türk Sineması’nı inşa edenlerdir. (09 Mayıs 2018)

6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nin “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü aldıktan sonra yaptığım kısa teşekkür konuşmam şöyledir:
İyi akşamlar. Hasbelkader bir konuşma hazırlamıştım. “Bendeniz bu ödüle 3 kat değer atfediyorum” diyecektim. Birincisi Türk Sineması adına verilmesi, ikincisi emeğin takdir edilmesi üçüncüsü sinemamızın değerli sanatçıları Menderes Samancılar ve Macit Koper’le aynı gecede verilmesi. Ödülü değerli yönetmenimiz Semir Aslanyürek’in elinden alacağımı bilmiyordum; böylece ödülümün değeri gözümde 4 kat artmış oldu. Bu vesileyle Atatürk’ümüzün sinema hakkında söylediklerini hatırlatmak isterim. Tüm zamanların lideri şöyle diyor:
“Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıt’aların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya lâyık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.”
Atamızın dediği gibi sinemaya layık olduğu değeri verdiği için Kayseri Uluslararası Film Festivali’ne teşekkür ederim. (10 Mayıs 2018)

Bilgi bilgidir, şuraya yazayım da kenarda dursun: Sinemamızın değerli görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı’ya yakın arkadaşları Aytek dermiş; setlerde ise uyguladığı disiplin gereği Aytekin Bey denilmesini istermiş. (10 Mayıs 2018)

(05 Ağustos 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yaşar Kemal Efsanesi

Edebiyatımızın dünya çapındaki büyük destancısı Yaşar Kemal’i, insan yönüyle tanıma fırsatı sunan film, önemli bir çalışma… Önemi, bizim geçmişimize olduğu kadar, yaşayanlarımıza, geleceğimize değer vermememizden… Büyüklüğü, kıyasla ölçebilirsek, Yaşar Kemal, sadece edebiyatçı olarak değil, barışçı görüşü, insancıl yaşamı, çocuklarla bağı, sinemayla ilgisi ve daha birçok değeriyle en üst sırada yer alıyor.

Edebiyatçı Yaşar Kemal’i hepimiz tanıyoruz, okumamış olanlar da vardır muhakkak (yazık onlara) ama adını duymuşlardır muhakkak ve her ne olursa olsun saygı duyarlar, dile getiremeseler de…

Yol gösterici…

Aydın Orak, daha önce çekilmiş Yaşar Kemal görüntülerinden güçlü ve bir o kadar da ilginç bir film süzmüş, çıkarmış. Orak’ın bakışıyla bu/böyle bir film çıkmış, bir başkası çok daha farklı bir film yapabilir, yapmalıdır da… Zaten Aydın Orak da aynı görüşte, elde bulunan belge ve bilgilerle herkes kendi Yaşar Kemal’ini yazmalı ve izletmeli…

“Ben yeniden yaratıyorum” diyor Yaşar Kemal, filmin girişinde… Nasıl ki doğa her yeni güne yeniden başlıyorsa, o da yeni romanını bambaşka bir yaratıyla açıyor. Anlatılan her ne kadar Çukurova ise de, o, Yaşar Kemal’in Çukurova’sı. En önemli itirafı da ardından geliyor, “bir yaprağın düşüşünü elli sayfada anlattığım söylenir, ah keşke, yapabilseydim”.

Hayatın içinden gelen…

Bir şeyler yaratmak isteyenler, bu büyük yaratı ustasının sözlerine kulak vermeli. Birçok ipucu sunuyor, hem roman hem şiir hem sinema hatta resim ve müzik için… Görmediği, bilmediği, yaşamadığı şeyleri yazmadığını söylüyor. İstanbul’da yaşadığı 50 yıldan sonra İstanbul temalı romanlar yazması, bir ipucu mesela…

“Beni okuyan insan öldürememeli…” Haklı, hem de yerden göğe… Sadece o değil, yalan da söylememeli, kimseyi üzmemeli, kem gözle bakmamalı birine. Böylesi barış dolu bir dünya için yazdığını söylüyor; gözlerindeki ışık parıldarken. Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i, Nâzım Hikmet’i, Sabahattin Ali’yi okuyanların yüreği barış için çarpar gerçekten de, diğer birçok yazarı okuyanlar gibi.

Kendisi için değil…

Altına imzasını atmadığı, hepimizin bir şekilde mırıldandığı ezgilerin şiirlerinin yazarı olduğunu öğreniyoruz, hem de kendi ağzından. Ölüm oruçlarında, bedenlerini ölüme yatırmış gencecik insanlar için neler yaptığını anımsıyoruz, bir kez daha. Yurtiçinde, yurtdışında canla başla insanlarının onuru için söylediklerini ve en acısı, o nedenle hakkında davalar açılmasını da… Çok açık yüreklilikle söylüyor, kendisini kurtarabilecek güç ve imkanının olduğunu, ama asıl olanın yediden yetmişe barış içinde, huzur ve güvenle yaşaması gerektiği…

Geçmişini bilmeyenler…

Aydın Orak, önemli bir çalışmaya imza atmış. Muhakkak ki kendince yorumlamış Yaşar Kemal’in yaşamını… başka yönetmenler de kendilerince yorumlamalı. Ama üzüldüğüm bir şey; doğudan batıya, kuzeyden güneye, en gelişmişinden en geri bıraktırılmışına, en güçlüsünden en zayıfına bütün ülkelerin el üstünde tuttuğu, savunduğu Yaşar Kemal’in izlenebilir kalitede görüntülerinin olmaması. Geçmişini bilmeyenlerin geleceklerini belirleyemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yaşar Kemal –ve diğer birçok değerimizin- yayın kalitesinde görüntülerinin olmaması, öncelikle egemen erkin, ama hepimizin suçu.

Genç arkadaşlarımızın, sanat insanlarını belgelemeleri geleceğimizi de belirleyecek en önemli çalışma olacağını anımsatmalıyım.

Yaşar Kemal Efsanesi, yönetmen Aydın Orak, 28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(28 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kumsaldakiler

Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdéllatif Kéchiche, 66. Cannes Film Festivali’nin tartışmasız galibi olarak ayakta alkışlanmış ‘Mavi En Sıcak Renktir’den tam beş yıl sonra yeni çalışması ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı / Mektoub, My Love: Canto Uno’ ile sinemalarımıza konuk olurken, kariyerini takip edenler için hiç de yabancı olmayan anlatımıyla gençliğe ve cinsel özgürlüğe bakışını tazeliyor.

Tüm yapıtı İstanbul Film Festivali programlarında yer almış bulunan Kéchiche’in (Keşiş olarak okunuyor) ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kabahat Voltaire’de / La Faute A Voltaire’ (2000), Paris’te zor bir yaşam sürdüren Afrika kökenli yasadışı mülteciler üzerinedir. En iyi film ve yönetmen dallarında Cesar ödülünü aldığı 2003 yapımı ‘Kaçak / L’Esquive’de varoş yaşamından hareketle genç kuşakları anlamaya çalışır. 2007 Venedik şenliğini ayağa kaldıran unutulmaz kuskus güzellemesi ‘Balıklı Bulgur / La Graine et Le Mulet’ ile, 35 yıllık hizmetinin sonunda paçavra gibi bir kenara atılmış Kuzey Afrika kökenli göçmen Süleyman’ın şahsında işçi sınıfının çığlığını duyurur. 2010 yapımı ‘Siyah Venüs / La Vénus Noire’, 19. yüzyıl başlarında Londra ve Paris’te ucube olarak sergilenen Güney Afrika’nın ‘Hottentot’ kabilesinden dev boyutlu Saartjie Baartman’ın gerçek öyküsünden hareketle sömürü düzenini kıyasıya eleştiren bir insan hakları manifestosuna dönüşür.

2013 yapımı ‘Mavi En Sıcak Renktir’ ya da Fransızca özgün adının (La Vie d’Adèle – Chapitre 1 & 2) çevirisiyle ‘Adèle’in Hayatı – Bölüm 1 & 2’de, cinsel olgunlaşma sürecindeki liseli Adèle ile güzel sanatlar okuyan kendisinden yaşça büyük Emma’nın tutkulu birlikteliğini cesur sahneler aracılığıyla anlatır. Öğretmenliğe yeni başlayan ve ilk aşkının hüznünü taşıyan Adèle’in geleceği nasıl şekillenecek, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü Kéchiche hikâyenin devamını çekmedi henüz. Ancak ana karakterlerinin yıllara yayılmış öykülerini anlatma geleneğini devam ettirmekte kararlı. Son filminde, Arapça kader, kısmet anlamına gelen ‘Mektoub’ kelimesinin yanına İngilizce ‘Sevgilim’ kelimesini konduruyor ve sonrasında İtalyanca ‘Birinci Şarkı’ (nam-ı diğer ‘Birinci Bölüm’) anlamındaki kelime ekiyle hikâyenin devamının geleceğini haberliyor. Nitekim, kış aylarında geçen ‘İkinci Şarkı’nın çekimleri tamamlanmış bile.

‘Kısmet, Sevgilim’ yönetmenin cinsel özgürlük, sınıfsal kodlar, sanat ve iktidar ilişkileri üzerine çok katmanlı okumaya açık bir önceki çalışması ‘Mavi En Sıcak Renktir’ düzeyinde değil belki. Ancak ilgiyle izlenen ve planlanan üçlemenin tamamlandığında bir nehir filmler serisi olarak klasikleşeceğini düşünüyorum. Laurent Cantet’nin Cannes büyük ödüllü ‘Sınıf / Entre Les Murs’ filminin yazarı François Bégaudeau’nun ‘La Blessure, La Vraie’ adlı otobiyografik romanından yola çıkmış sinemacı. Seksenli yıllarda 15 yaşındaki Leninist François’nın yerini Tunus asıllı üniversite öğrencisi Amin almış. Paris’e tıp tahsiline gitmiş genç adam, garsonluk yaparak geçimini sağladığı büyük kentten ‘kendi deyimiyle’ güneşini ve renklerini özlediği aile ocağına (‘Balıklı Bulgur’a da mekân olmuş Akdeniz kıyısındaki sahil kasabası Sète’e) dönüş yapıyor. Tıp öğrenimi O’na göre değildir, sinemacı olma derdindedir.

Teni ısıtan ve arzuyu kışkırtan sıcak yüz güneşi altında insanları, genç kızları, genç erkekleri gözlemler Amin. Fingirdek komşu kızı Ophélie’ye olan ilgisini içine atar. Yüzünden eksilmeyen tebessümüyle kendi romantik ve farklı dünyasında yol alır. Yaz tüm eğlencesi ve baştan çıkarıcılığı ile sürerken, karşılıksız aşklar ve kırık kalpler birbirleriyle teselli bulma umudu taşır uzayıp giden kumsalda.

‘Kısmet, Sevgilim’ adı üzerinde hayatın bir kader, kısmet işi olduğu duygusunu taşıyor. Ana akım seyirliklerdeki türlü dramatik gelişmeleri beklemeyin bu filmden. Kéchiche tüm filmografisinde kendine özgü ritmini koruyan bir sinemacı. Beş yıl önce Cannes’daki ödül gecesindeki konuşmasında, yaptığı her işte ‘vakte ve zamana ihtiyaç duyduğunu’ belirtmişti. Örnek aldığı büyük Japon usta Ozu’nun yapıtları gibi insan doğası üzerine müthiş bir gözlem içeren filmlerinin süreleri oldukça uzun (‘Kısmet, Sevgilim’ tamı tamına üç saat sürüyor). Sıkça kullandığı omuz kamerası ve yakın planlar, Marco Graziaplena’nın ustalıklı görüntü çalışması karakterlerin duygu dünyalarını son derece etkileyici bir biçimde taşıyor perdeye.

1994 yazında geçiyor film. Nimet mi yoksa lanet mi olduğu tartışılır günümüzün teknolojik alışkanlıklarından 25 yıl kadar öncesine, akıllı telefonların, sosyal medya uygulamalarının hayatı işgal etmediği, Amin’in VHS kasetten sessiz Rus klasiklerini izlediği, kaleme aldığı kendi filminin senaryosunu daktilo ile yazdığı, fotoğrafların banyo edildiği daha masum bir dönemde geziniyor, üç saat süresince genç adamın gözlemlerine, hayal kırıklıklarına, çağını belki de çoktan tüketmiş romantik arayışına eşlik ediyoruz.

Gamsız yaz eğlencelerinden, Tunus asıllı cemaatin bol dedikodulu gündelik yaşamlarından kesitleri, kışkırtıcı yaz flörtlerini uzun sekanslar halinde aktarıyor sinemacı. Kimi zaman tekrara düşüyor ama bütününde bir dönemin duygusunu kusursuzca yakalıyor. Amin’in kuzuların doğum sahnesini fotoğrafladığı harikulade bölüme Cecilia Bartoli’nin yorumladığı Mozart imzalı ‘Laudate Dominum’ eşlik ediyor. Finaldeki yaklaşık yarım saat süren ve coşkunun zirve yaptığı disko sekansında müziğin ve kıvıran kalçaların gölgeleyemediği tek başınalığın hüznünü iliklerimize kadar hissediyoruz.

(27 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com