Kategori arşivi: Yazılar

Toplumu da Belirleyen… Acı Gerçekler

“8 yaşında bir çocuk düşünün” diyor Slavoj Žižek, “Babaanneni ziyaret etmek zorundasın” diyen otoriter babası ile günümüzdeki “demokrat” babanın “Babaanneni ziyaret etmek istiyorsan git, ama babaannenin seni çok sevdiğini unutma” sözleri arasında ilk örneğin, çocuğun gelişimi ve özgürlük duygusu için daha doğru olduğunu söylüyor.

Yönetmen Mike Leigh. Senaryosunu da yazdığı “Acı Gerçekler”de, çocukluğu da içeren birçok nedenle mutsuz, huzursuz, çözümsüz Patsy (Marianne Jean-Baptiste), kocası Curtley (David Webber) ve oğulları Moses (Tuwaine Barret) arasındaki gerilimi izliyoruz. Öyle ki Patsy’nin kardeşi Chantelle (Michele Austin) ve kızları, aynı ailede büyümüş olmalarına, aynı duyguları paylaşmalarına karşın çok farklı bakıyor yaşama ama Patsy’nin o kendisiyle bile kavgalı halinden sıyrılmasını sağlayamıyor. Doktorundan tutun da marketteki kasiyerle hatta diğer müşterilerle bile kavga ediyor. Artık o hale gelmiş ki, kocası da oğlu da sessiz ve duyarsız kalıyor. Ne yapmalı? Sorunun yanıtını izleyici kendisi verecek.

Filmlerde geleneksel olarak kullanılan çatışma koşulları bu filmde yer almıyor. Leigh, sanki pencerenin önünden hiçbir yorum katmadan olan biteni izlememiz için kaydediyor. Aslına bakarsanız, çok insani bir durum; çok da iyi sergilenmiş. Oyuncular da, filmin sakin (çatışmasız) akışı da çok başarılı. Gerçekten çok başarılı bir drama sergileniyor. Yakın planda görünen gözyaşlarıyla insan(lığ)ın evrensel boyutta aynı sorun(sal)larla boğuştuğunu izliyoruz, yorumsuz. Peki, bu filmin bir mesajı var mı? Olmaz mı? Var tabii… Kendi içinize dönüyor, geçmişten getirdiklerinizi geleceğe nasıl taşıdığınızı sorguluyorsunuz.

Filmin başında, corona virüsüyle dünyayı sarsan Covid 19 nedeniyle oluşan bir durum gibi görülse de, anlıyoruz ki, altında o kadar çok şey gizli ki! Sahi, uzaklara gitmeye gerek yok. Bizde de öyle değil mi; araçlarından inen sürücüler birbirlerine silah çekiyor, sakınmadan basıyor tetiğe, kadınları en çok da en yakınları (koca, sevgili, oğul, baba) öldürüyor. Her ne kadar “boş tencere iktidar devirir” desek de insanlar öfkelerini asıl sorumlulara değil, birbirlerine kusuyor. Mutsuzluğun temelinde yatan gerçekler bunlar.

Modern dünyanın, modern yaşamında kaçınılmaz bir durum bu öfke… Öfke kontrolü mümkün mü acaba?

21 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(20 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayat Piyanonun Tuşları Gibidir

Popüler bir edebiyat serisinden 2001 yılında sinemaya aktarılan ‘Bridget Jones’un Günlüğü’, İngiliz kaynaklı romantik komedilerin en iyi örneklerinden biridir. İngiliz gazeteci Helen Fielding’in 90’lı yıllarda ‘The Independent’ gazetesinde anonim olarak kendi yaşamını yazdığı köşeden hareketle kaleme aldığı roman serisi, Jane Austen’ın –bizde ’Aşk ve Gurur’ olarak bilinen- ‘Gurur ve Önyargı / Pride and Prejudice’ adlı romanı ve onun 1995 yılında uyarlandığı diziyi temel alır. Mini dizide Bay Darcy’yi oynayan Colin Firth’ün ‘Dacy’ karakterini oynaması çeyrek asır öncesinde büyük ilgi uyandırırken, BBC için Austen’ın ölümsüz klasiğini uyarlayan Andrew Davies ve ‘Dört Nikah Bir Cenaze’ ile bilinen Richard Curtis’in birlikte yazdıkları senaryo metniyle bir romantik komediden çok daha fazlası olan ilk film, milenyumun başında kadınlık halleri üzerine ilginç gözlemler içerir. Amerikalı aktris Renée Zellweger’in sonradan çok başarılı bulunan İngiliz aksanına baştan şüphe ile yaklaşılmış, 30’lu yaşlardaki tombul karakteri için aldığı kilolarla çizdiği Oscar adayı olmuş sevimli içten Bridget kompozisyonu sonradan alkışlanmıştır.

Kadınların kendileri ile özdeşleştirdiği, Hollywood yapımlarındaki kusursuz hatunların aksine çok hata yapan, çok güzel giyinemeyen, terk edilen, aldatılan kadın karakteriyle çeyrek asır boyunca aynı serinin üç filminde ilgiyle karşılanmış olan kahramanımız, serinin dördüncü halkası olan ‘Bridget Jones Onun İçin Çıldırıyor / Bridget Jones Mad About The Boy’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor. Bu son epizodda Bridget 47 yaşına gelmiş, kendi deyimiyle yapayalnız bir kadındır. Hayatının aşkı Mark Darcy, uluslararası insan hakları avukatı olarak bulunduğu Sudan’da elim bir patlama sonucu 4 yıl önce hayatını kaybetmiştir. Bridget hayatının aşkını kaybettiğinden beri günlük tutmamış, işini

bırakmış, Darcy’den olma yetişmekte olan oğlu ve kızı ile tam bir ev kadını olmuştur. Aslında tüm istediğinin ‘sessizlik içinde biraz olsun tek başına oturmak’ olduğunu söyleyen Jones, parkta çalışan 29 yaşındaki biokimya öğrencisi Roxster (Leo Woodall) ile tanıştığında artık dolu dolu yaşama dönmesi gerektiğini idrak eder. Hayat piyanonun tuşları gibi siyahlar ve beyazlar arasında gidip gelen bir döngüden ibaret değil midir. Bir küçük buluşma bir öpücüğe, bir gecelik kaçamak bulutların üzerine uçuran bir yaz mevsimine dönüşür. Lakin partneri ile arasındaki yaş farkı bu tutkulu beraberliği sürdürmesine yetecek midir. Yoksa çocuklarının rasyonel fen öğretmeni halim selim Mr. Wallaker (Chiwetel Ejiofor) O ve çocukları için çok daha uygun bir seçim mi olacaktır.

Bridget Jones fenomeni, tam 9 yıl sonra belki de serinin en başarılı devam filmiyle geri dönmüş. Fazla kilolarından kurtulmuş, olgunlaşmış karakterinde Zellwegger yine harikalar yaratıyor. Yaşını başını almış eski sevgili Daniel Cleaver’de Hugh Grant uslanmaz çapkın yorumuna neşeli olduğu kadar hüzünlü anlar ekliyor. Bridget’in annesi ve babasını canlandıran emektar değerler Gemma Jones ile Jim Broadbent kısa katkılarıyla filmi şenlendiriyor. İngiliz oyuncu Woodall uluslararası ilk önemli adımında diriliğin sembolü olarak ona imrenen yaşı ilerlemiş erkek tayfasının ve yaşlanmakta olan kadınların aklını çeliyor. Noel Coward’ın sözlerini yazdığı ünlü caz şarkıcısı Dinah Washington’dan dinlediğimiz ‘Mad About The Boy’ klasiği fonda onların hislerine tercüman oluyor.

(17 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gizemli ve Öngörülemez

24 Mayıs 1941 tarihinde doğmuş olan Bob Dylan popüler müziği uzun yıllar boyu etkilemiş, Amerikan folk müziğinin yeniden canlanmasında etkin rol oynamış müzisyenlerden birisidir. Çağdaş Amerikan kültürünün eşi benzeri olmayan ikonu, savaş karşıtlığı, sivil haklar ve sosyal huzursuzluklar üzerine edebi referanslarla inşa ettiği sözleri ve müziğiyle 60’lar kuşağının sözcüsü haline gelmiştir.

Sinemalarımızda gösterimi süren, geçtiğimiz günlerde başlayan 75. Berlin Film Festivali’nde özel bir gala ile Avrupa izleyicisine sunulan ‘Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez / A Complete Unknown’ halen hayatta olan ve 80’li yaşlarında, 1988 yılından beri devam eden ‘hiç sonlanmayacak dünya turnesi’ kapsamında konser vermeyi sürdüren sanatçının kariyerindeki ilk yıllara, geleneksel akustik folktan çağdaş folk-rock türüne geçişinin hikâyesini anlatıyor. Yönetmen James Mangold ile Jay Cocks’un, Elijah Wald’un 2015’te yayımlanan ‘Dylan Goes Electric!’ adlı kitabından yola çıkan senaryosu, Dylan’ın (Timothée Chalamet) 1961 yılında otostop yaparak New York’a gelişi ve ilk iş olarak, tedavi edilemez Huntington hastalığından yatan idolü Woody Guthrie’yi (Scott

McNairy) hastane odasında ziyareti ile başlıyor. Bu ziyareti sırasında folk müzisyeni ve sosyal aktivist Pete Seeger (Edward Norton) ile tanışması onun New York’un bohem mekânlarında sahne almasına vesile oluyor. Kariyeri ‘The Gaslight Cafe’ benzeri kulüplerde başlayan yirmili yaşların başındaki Dylan, Columbia stüdyolarındaki kayıtlarının yığınlara ulaşması ile kendisini zirvede buluyor. Bu ilgi ve tezahürat onun tercihi değildir oysa. Siyah gözlüklerinin ardına gizlenmesi ve onları yalnızca sahnedeyken çıkarması bundandır. Halkı memnun etmek için müzik yapmak, kitlelerin yerden ayaklarını kesen ilk dönem folk şarkılarını yinelemeye, seyirci istiyor diye sahnede tek başına gitarıyla hayatının sonuna kadar ‘Blowin’ in the Wind’i söylemeye hiç niyeti yoktur.

90’lı yıllarda ‘Şişman / Heavy’, Angelina Jolie’ye genç yaşında Oscar ödülü getiren ‘Aklım Karıştı / Girl, Interrupted’ filmleri ile tanıyıp radarımıza aldığımız, zaman zaman çalıştığı popüler aksiyonlar bir tarafa, Western klasiği ‘3:10 to Yuma’nın çok başarılı yeni versiyonu ve bir diğer folk idolü Johnny Cash’in öyküsü ‘Sınırları Aşmak / Walk The Line’ ile sinema evreninde iz bırakmış olan Mangold’un son çalışması, bildik anlamda biyografik bir film olmanın ötesinde, Dylan’ın 1961’de başlayıp olaylı 1965 Newport Folk Festivali’ne uzanan süreçte, onun gizemli öngörülemez tavrını ele alıyor. Mangold, geçmişinden hiç söz etmeyen kapalı kutu sanatçının gizemini çözme çabasına girişmiyor. Onun Joan Baez (Monica Barbaro), aktivist kız arkadaşı Sylvie (Elle Fanning) ve o dönem hayatına giren kişiler ile ilişkilerine mesafeli bakışını koruyor. Dylan’ın kişiliğine yakışan bu yaklaşım, böylece filmi ağdalı romantik bir dolu biyografinin tuzağına düşmekten kurtarıyor. Gizemli başına buyruk ruhun başta ve sonda Guthrie ile olan sahnelerinde, belki de en kırılgan anlarına tanıklık ediyoruz.

Gencecik yaşında farklı ve özgün projelere imzasını atmış olan Chalamet’nin film için önemli bir şans olduğunu düşünüyorum. Oscar adayı genç aktör Dylan’ın ilk dönem müziği ile bezenmiş bu güzel filmde onun şarkılarını başarıyla yorumlamış, gitar, ağız mızıkası gibi enstrümanları bizzat kendisi çalmış. Tüm şarkıları bizzat seslendirerek çalgıları konuşturmuş olan diğer Oscar adayları Norton ve Barbaro’yu da çok başarılı bulduğumu belirtmek isterim.

(16 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beklenmedik Biçimde Belirir Aşk

Amerikan bağımsızlarının en iyilerinden Spike Jonze’un şimdiden klasikleşmiş 2013 yapımı filmi ‘Aşk / Her’, Sevgililer Günü şerefine 11 yılın ardından tekrar sinemalarda gösteriliyor. Film hakkında 13 Şubat 2014’te yayına girmiş yazımı özellikle yeni kuşaklar için yeniden düzenledim.

Theodore Twombly’nin (Joaquin Phoenix) hikayesi yakın bir gelecekte, teknolojinin başdöndürücü gelişimine uyum sağlamış soğuk ve metalik Los Angeles fonunda başlıyor. Bitmek üzere olan evliliğinin melankolisini yaşayan genç adamın işi, -çalıştığı firmanın diğer elemanları gibi- ‘engüzelmektuplar.com’ adresinden kendisine ulaşan, yalnızca fotoğraflardan aşina olduğu müşterilerinin ağzından eşlere, sevgililere, aile bireylerine duygusal mektuplar yazmaktır. Sosyal bir hayatı olmayan Theodore gökdelen katındaki dairesine döndüğünde üç boyutlu sanal bilgisayar oyunlarıyla oyalanır, telefonda erotik sohbetler aracılığıyla yalnızlığını gidermeye çalışırken, depresif bir iş çıkışı ‘dünyanın ilk yapay

zekâya sahip bilgisayar programı’ olarak pazarlanan yeni bir ürünle tanışması hayatını değiştirecektir. OS1 adı verilen model sıradan bir yazılım değildir. Sezgileri ve bilinci olan bu kusursuz beyin, sahibinin ses tonundan ne istediğini anlar, ama asıl özelliği deneyimleriyle kendini gelişimini sürdürebilme yeteneğidir. Theodore’un yapay olmayan sınırlı zihni, yeni arkadaşını şaşkınlık ve hayranlıkla karşılayacak, kendisine Samantha (Scarlett Johansson) adını seçen bu etkileyici sanal varlığın dayanılmaz cazibesine kapılacaktır.

‘John Malkovich Olmak’ (1999), ‘Tersyüz / Adaptation’ (2002), Maurice Sendak’ın tanınmış çocuk kitabından uyarladığı ‘Where The Wild Things Are?’ (2009) ile tanıyıp sevdiğimiz yönetmenin senaryosunu kendisi kaleme aldığı özgün çalışması, bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, son dönemde sinema gündeminde giderek önemli bir yer almaya başlayan ‘yapay zekâ’ olgusunu yıllar öncesinden radarına alıyor. Oscar ödüllü mükemmel senaryosu, öykünün gizemli sempatisi ile mesafeli ve tekil hayatlar süren çağdaş bireyin onulmaz şefkat açlığının hüznünü olağanüstü bir başarıyla dengeliyor. Oscar adayı olmuş Will Buttler – Owen Pallett ikilisinin harika müzik çalışması ile yakın gelecekteki mekanik dünyanın tasarımı övgüyü hak ediyor.

Teknolojik bağımlılığa teslim olmuş mutsuz ruhlardan manzaralar içimizi ürpertiyor. Yeşilin aralara sıkıştırıldığı gökdelenlerle kaplı bu tuhaf kentte bina girişleri metroya ve alışveriş merkezlerine bağlanmış, ağaçlar asansörlerde dekoratif gölgelere dönüşmüş. Eşyalar ve özellikle giysiler tek tip. Doğallığını kaybetmiş bu garip dünyada hiç beklenmedik bir biçimde beliriyor aşk. Hepimizi şaşırtıyor, etkiliyor. Çağımızın aykırı aktörlerinden Phoenix’in melankolik Theodore’u ile bedensiz Johansson’ın üstün performansını hayranlıkla alkışlıyoruz.

(15 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadın Gözüyle Emmanuelle

Emmanuelle Arsan’ın 1967 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan ‘Emmanuelle’ 1974 yılında işbilir sinemacı Just Jaeckin tarafından beyazperdeye uyarlandığında büyük gürültü koparır. Film o yıllarda öylesine büyük ilgiyle karşılanır ki, ana karakteri canlandıran Sylvia Kristel çağın seks sembolü ilan edilir, devam filmleri çekilir. 70’ler kuşağından bir yazar olarak, lise yıllarımızın ergenlik hayallerinde iz bırakmış filme geriye dönüp baktığımızda onun dönemin eril bir gözle pazarlanmış istismarcı ucuz filmlerinden başka bir şey olmadığını fark ederiz.

İlk çevrilişinden tam 50 yıl sonra Emmanuelle’in öyküsü bir kez daha perdeye taşınırken bu kez dümen iki yetenekli kadın sinemacıya teslim edilmiş. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü ikinci uzun metrajı ‘Kürtaj / L’Evénement’ ile bilinen Audrey Diwan, son olarak ‘Başkalarının Çocukları / Les Enfants des Autres’ adlı yapıtını izlediğimiz Rebecca Zlotowski ile birlikte senaryoyu kaleme almış, Diwan filmi yönetmiş. Emmanuelle’in 2024 sürümü (Noémie Merlant) 50 yıl öncesinin edilgen, istismara uğraya kadını değil, büyük bir otel grubunun kalite kontrol denetleyicisidir. Grubun Hong Kong’daki ultra lüks ‘The Rosefield Palace’ mekânının kaynak, personel, müşteri ve kriz yönetimini inceleyecek, otel yöneticisi Margot Parson’ın (Naomi Watts) açığını arayacaktır.

Emmanuelle’in meraklı gözlerle cinsel tatmin arayışı yine bir uçak yolculuğunda başlıyor. Lüks jetin business mevkiinden ayarladığı adamla uçağın tuvaletindeki sevişmesi sonrasında genç kadının yüzüne ve bakışlarına yerleşmiş hüznü, aynı uçakta yolculuk eden gizemli Kei Shinohara da (Will Sharp) fark edecektir. Cinsellik arayışı otel mekânında devam edecek olan Emmanuelle, hakkında hiçbir şey bilinmeyen Uzakdoğulu mühendis hakkında bilgi toplaması istendiğinde, geceleri otelde uyumayan esrarengiz Shinohara’nın peşine düşer, Mahyong oynanan mütevazi kulüpte ya da Hong Kong sokaklarında hayatın gerçek yüzüyle tanışma fırsatı bulur.

72. San Sebastián Film Festivali’nin açılışında dünya prömiyerini yapan film, gerek yazar ve yönetmenleri, gerekse iki önemli kadın oyuncusu ile kâğıt üzerinde hayli vaatte bulunuyor. Merlant’ın kararlı oyunculuğu, benzer deneyimler yaşamış roman yazarının güçlü kadın karakterine daha çok daha yakın. Yakınlarda aramızdan ayrılan David Lynch’in ‘Mulholland Çıkmazı’ndaki performansıyla belleğimize kazınmış olan Watts’ın zamana

dayanıklı etkileyici bakışlarıyla otel düzeninin mimarı olduğunu ifade ediyor Parson. Müziğin ritminden sunulan yiyeceklere, havuz başında sunulan içecekten cildin her gözeneğinden alınan zevki katlayan güneş ışınlarının, müşterinin cinsel arzusunu kamçılamak üzere inşa edilmiş bir sistemin parçası olduğunu buyuruyor ardından.

Yönetmenin lüks oteli çağdaş kapitalizmin yapay düzeni içerisinde çaresizce tatmin arayışının mekânı olarak tasviri çarpıcı. Laurent Tangy’nin kokular, renkler ve güneşli hayatların yanı sıra Hong Kong arka sokaklarının gizeminin izini süren görüntü çalışması da tatmin edici. 1974 yapımı filmin Pierre Bachelet imzalı erotik romantik ezgisinin yerini ise, 2017 yapımı Andrey Zvyagintsev başyapıtı ‘Sevgisiz / Nelyubov’ için yaptıkları olağanüstü müzik çalışmalarıyla gönlümüzde taht kurmuş Rus asıllı Evgueni ile Sacha Galperine ikilisinin karanlık ve gizemli tonlardaki çağdaş minimalist müziği almış. Bu denli birinci sınıf sağlam bir ekipten daha derinlikli, daha tamamlanmış bir çaba bekliyor insan doğrusu. ‘Emmanuelle 2024’ öyle bir film değil ama rahatlıkla göz atılabilir.

(15 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatta Kalmak Yeterli Değil, Önemli Olan Yaşamak: Bridget Jones: Onun İçin Çıldırıyor

Bir kadın, hepimiz gibi, yaşamın içerisinde kendine tutunacak bir dal arıyor ve günlüğüne notlar alıyor. Gerçi son dönemde, epeydir, bir şey yazmamış. Hepimizin tanıdığı bir kadın bu. Bridget Jones, daha önce kitaplarıyla ve filmleriyle maceralarını okuduk, izledik. Bu kez, “Onun için çıldırıyor”. O kim? Kim olsun istersiniz?

Bridget Jones film serisi, Helen Fielding’in aynı adlı kitap serisinden uyarlanan romantik komedi filmlerinden oluşuyor, ilk filmi çok sevilince devamı çekildi (şeyyy, önce yazıldı tabii).

Başından beri yaşamını bir türlü istenilen düzene (!) sokamayan İngiliz bir kadının öyküsü aslında bu. İlk filmde söylediği gibi, “Evrensel olarak kabul görmüş bir gerçektir ki, hayatınızın bir kısmı iyi gitmeye başladığında, diğeri muhteşem bir şekilde parçalanır”. Mahalle baskısının -işyerindeki ve çevredeki arkadaş(lık)ların- yaşamı ne denli yokuş aşağı götürdüğünün göstergesidir anlatılan. Birileri bir şey söyler ama o söylenen hiçbir şeye uymuyordur, mecburen siz görüşünüzü değiştirirsiniz ama bu kez de içiniz rahat etmez. Kulaklarınızı tıkasanız da sesleri beyninizde uğuldar, mimikleri hep gözünüzün önündedir. Bırakıp kaçmak istersiniz, ama mümkün değildir. Sahi, siz kaçabildiniz mi hiç?

Gerek kitapları gerekse filmleri izleyicinin olumlu bulması nedeniyle aradan geçen 24 – 25 yılda, kahramanlar da yaşlanmış, belki biraz durulmuş belki daha da sorunlu olmuş ama romantik komedi olarak hep istenmiş, hep aranmış ve yeniden beyazperdeye gelmiş.

Jones, (Renée Zellweger), sevimlidir, kusurludur, çocuklarıyla ilgilidir hatta işini bile onlar için bırakmıştır ve artık 50 yaşını geçmiştir. Eşi ölmüş, iki çocuğuyla yalnız kalmıştır. Eski sevgilisi Daniel Cleaver (Hugh Grant) ile uzun yıllara dayanan dostlukları ve çocuklar nedeniyle bir arada olurlar. Çocukların okulundaki veliler güzel dulu baş göz etmenin yollarını ararlar. Onların etkisiyle bir çöpçatanlık sitesine kayıt bile olur. Yakışıklı, hayalperest ve

arkadaşlarının bile etkilendiği çok genç biriyle birlikte olur. Belki de “onun için çıldırıyor”daki o, bu gençtir. Yıllar sonra yaşadığı bu deneyim onu mutlu etse de uzun süreli değildir, çünkü genç sadece “hevesli”dir. Yine yapayalnızdır… Jinekoloğundan başka danışacağı kimse de yoktur; köpeğini bile ona muayene ettirir, zorunluluktan. Kendisine söylenenlerden etkilenir ve yeniden işe döner.

Burada belirtilmesi gereken çocukların ruh durumudur. Onların babasızlığı, daha doğrusu yalnız yaşayan bir annenin ev ve romantizmle örülü dünyası dengesizliğin ana etkenidir.

14 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(13 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kaptan Amerika: Cesur Yeni Dünya

Marvel’i başından beri taşıyan, hemen her filmi belli bir seyirci seviyesini yakalayan dizisi Kaptan Amerika, bu kez cesur olmaksızın yeni bir dünya ile karşımızda. Evet, yeni, çünkü biraz politik sos (hep vardı ama bu kez biraz daha fazla) biraz yeni oyuncular ile eski karakterlerin birçoğuna veda edip “Kırmızı” Hulk ile farklılık yaratıyor.

Film, önce, başarılı bir girişle kuşkusuz, son dönemde İsrail’in, Hamas saldırıları arasında, çağrı cihazlarını patlatmasını anımsatıyor. Sanki filmle birlikte tasarlanmış gibi, çünkü hangisinin diğerini tetiklediğini bilmemiz mümkün değil. USA Devlet Başkanı Thaddeus Ross (Harrison Ford) ile birlikte çalışan “yeni” Kaptan Amerika Sam Wilson (Anthonie Mackie) yeni bir -ki, son dönemde bulunan ve elektronik gelişmenin temeli sayılan olmazsa olmaz madenler gibi- buluşun “düşman” eline geçmesini istemiyorlar. Düşman ise, burada diğer devletler ama asıl Japonya (İkinci Dünya Savaşına gönderme sanılsa da değil, elektronikte tek rakip olduğu için).

Filmin en belirgin mesajı, derin devlet. Sadece bizde olduğu sanılan ama bütün ülkelerin başının belası derin devlet, ne yönetim dinliyor ne hukuk ne de dünya barışı… Başkan’ı bile zor durumda bırakan derin devlet, aslında her şeyi ne denli kendi çıkarına kullandığını da gösteriyor. Öyle ki, filmi izlerken kimin derin devletin yanında, kimin karşısında olduğunu anlayabilmek kolay değil, birkaç kez ters köşeye yatırdı, tıpkı iyi penaltı atan topçular gibi.

Kaptan Amerika, yanındaki arkadaşları olmaksızın, sadece Joaquin Torres (Danny Ramirez) ile yeni giysileri, yeni silahları, yeni hareketleriyle yepyeni bir karakter çiziyor. Yapabilecekleri sınırsız neredeyse. Başkan Ross, doğal olarak Kaptan Amerika’ya inanıyor, ancak geçmişinde onun da karanlık noktaları var. Derin devleti -tam olarak değilse de- ele geçiren “düşmanlar” dünya barışının önündeki en büyük engel oluyorlar. Tabii ki, Kaptan Amerika engelliyor. Öyle de olması gerekir, çünkü Malkoçoğlu yenilmez! Nereden çıktı Malkoçoğlu diye sormayın, o da kırk ok yer ölmezdi, Kaptan da aynı…

Galiba yine başa döneceğim… Yapay zekâ, gelişen teknolojiyle yapılan hilelerle kolay bir dönem beklemiyor hiçbirimizi. Aşmak kolay mı? Her birimiz birer Kaptan Amerika ya da Malkoçoğlu olmak zorundayız, başka çaresi yok.

Marvel filmlerinin görsel işitsel gücü bu filmde de kendini gösteriyor. Çatışmalar, kavgalar (ama Kırmızı Hulk biraz daha uzun olsaydı keşke, yani işlenebilirdi), savaşlar (havadakiler gerçekten nefes kesici), yani aksiyon dorukta. Oyuncular da çok iyi, ama diyaloglar için aynı şeyi söylemek zor.

14 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(12 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Görünmeyen de İnanılırdır: Presence

Şiir kitaplarında görürüz en çok… Bütün sayfada iki dize vardır, gerisi boş. Kâğıtlarının bolluğundan değil, okurun şiirden etkilenmesini, duygulanmasını istediklerindendir. Okur, kendince bir anlam kurar, dünya oluşturur, imaj yaratır; zaten şiirin temelinde de o vardır.

Peki, bunu sadece şiir mi yapar? Bir başka şekilde sorarsak, bunu başka sanat dallarında görürsek çok mu itici gelir?

Hayır! Başta, alışılmadık olduğu için insanlar şaşırabilir, ama birkaç kez karşılaştığında o anlamı yüklemeye başlar kendince.

Yönetmen Steven Soderbergh, David Koepp’in senaryosunu o şaşırtma üzerinden kurmuş. Başta, sinema ve televizyoncular arasında hata olarak görülen (bazı yönetmenlerin de planlar ya da sahneler arasındaki bağlantıyı kuramadığı için, bizim “soğukkanlı geçiş” dediğimiz) “siyaha düşmek” özel olarak, bile isteye yapılmış bir “hata”. Tabii ki, hata değil, yukarıda şiir üzerinden örneklediğimiz bir seçim. Kamerasını da o akış üzerinden filmin ana karakteri “varlık”ın yerine kullanmış. Bu, gerçekten de her şeyin ötesinde, bu filmi dikkate almaya değer bir durum.

“Varlık”ın bakış açısından izliyoruz filmi. Değişik bir deneyim, çokça kullanılsa da, ama burada bütün film böyle. İnsanın aklına hemen kasap çengeli örneği bir soru geliyor: “Varlık” ne? Sahi, sizce ne? Oyuncular alabildiğine yalın, sanki yaşıyorlarmış gibi, çünkü oynamalarına gerek kalmamış. Çok başarılılar, baştan söyleyeyim. Diyaloglar da yalın, hatta boş gibi. Farklı bir anlam taşımıyor… Bu önemli, çünkü sinema böylelikle “özüne dönüyor”, görüntüye yüklüyor bütün anlam ve önemi. Sıradan gibi bir ev, sıradan gibi bir aile ve sıradan gibi ilişkiler. Genç kızın sıradan gibi sevgilisi ve birlikteliği, hatta sevgilinin “yararlanmaya varan” uyuşturucu ile tecavüze yeltenmesi de sıradan. Hemen her filmde, romanda görüyoruz bu “çelişki”yi. Çatışma olmazsa gerilim, gerilim olmazsa öykü örüntüsü, öykü örülmezse sonuç (yani film) olmuyor.

Peki, buradaki çatışma ya da gerilim veya öykü ne? Filmin adında saklı: “Varlık” (Presence). Korku değil, ama gerilim ve çok açık bir sürükleyicilik var; yeter ki kendinizi verin filme, kaptırın akışa…

14 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(11 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnanç Şüphe ile Yürür

Papa geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür. Kutsal makamın tahtı boşta olup, üç hafta sonra toplanacak konseyde yeni ruhani lider seçilecektir. Vatikan tecrit altındadır. Dünyanın dört bir yanından gelmiş olan kardinaller seçim öncesinde aramadan geçerler. Tüm elektronik cihazlar kaldırılır, mobil telefonlar toplanır. Dış dünya ile irtibat tamamiyle kesilmiştir.

Robert Harris’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ‘Konsey / Conclave’ kapalı tek mekânda geçen papalık seçimini anlatıyor. Harris’in bol diyaloglu klostrofobik yapıtının beyazperde uyarlamasına önce şüphe ile yaklaştıysak da, üç yıl önce Erich Maria Remarque’ın edebiyat dünyasına damga vurmuş ölümsüz eseri ‘Batı Cephesinde Yeni bir Şey Yok’un yeni çevrimi ile biz eleştirmenlerin kalbini kazanmış Alman yönetmen Edward Berger bu işin altından kalkmayı bilmiş. Vatikan’ın kapalı kapılar ardındaki ruhevi atmosferini, bir seçim atmosferinin gerilimi ile ustaca dengelemeyi başarmış.

Hikâye seçim konseyini yönetecek olan Kardinal Lawrence (Ralph Fiennes) etrafında şekilleniyor. Bir inanç krizi yaşamaktadır Lawrence. Tanrı’ya değil, bir kurum olarak kiliseye inancı sınavdan geçmektedir. Kendisinin Papalık makamında gözü olmadığını en baştan biliriz. Yakınındaki en güvendiği Kardinal Bellini (Stanley Tucci) adayıdır onun. Seçim sath-ı mailine girerken kardinallerin ruhani saygınlıkları dünyevi iktidar hırslarıyla sınanacaktır.

‘Konsey’ bir ruhani evren fantezisi olarak ne kadar ciddiye alınır bilemem. Ancak, ilhamını Alan J. Pakula’dan aldığını ifade eden Berger, 70’li yıllar yeni Amerikan Sineması ustasının ‘All The President’s Men’ ve ‘The Parallax View’ gibi klasikleşmiş politik gerilimlerinden aşağı kalmayan bir tempoyu tutturmayı başarıyor. Yabancı bir yazarın esprili saptamasıyla ‘bu hikâyeye İsa peygamberin uhreviyatı değil, bir tür Agatha Christie gizemi ve sürpriz final damgasını vurmuş.’

‘Konsey’ gizemli gerilimine ilaveten çok önemli tartışmaları gündeme getiriyor. Hırsın kutsallığın güvesi olduğu dile geliyor. Kesinliğin, birlik olmanın ve karşılıklı hoşgörünün ölümcül düşmanı olduğunun altı çiziliyor. Buradan hareketle inancın ancak şüphe ile yürüdüğü zaman yaşayan bir şey olduğu vurgulanıyor. Farklılık kutsanırken, dünyanın kesinliklerden kurtuldukça değişeceği mesajı veriliyor.

Gizemli sinematografisi, birinci sınıf kurgusuyla soluk soluğa izlenen yapım, başta keşke Oscar’ı kazansa dediğim Fiennes ve Tucci ile birlikte Sergio Castellitto, John Lithgow gibi usta oyuncular resmi geçidinden büyük destek alıyor. Filmin kadın oyuncusu Isabella Rossellini, yüksek egoların çatıştığı patriyarkal evrende, kardinallere asli görevlerini hatırlatan tek birey olarak kısacık rahibe Agnes kompozisyonu ile gönüllere yerleşiyor.

(10 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ve Yelkenli Yol Alırken

77. Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’, adım adım yaklaşan bir felâketin ardından yaşam savaşı veren dünya canlılarının serüveni üzerinden ilerliyor. Filmin merkeze aldığı kara kedi, insanların var olmadığı -belki de çoktan terk ettiği- ormanın huzurlu sükûnunda dolanırken bir grup köpekle karşılaşıyor. Köpekler yakaladıkları balık için kavga ederken balık kedinin kucağına düşüyor. Kedi ile köpekler arasındaki kaçıp kovalamaca sürerken, bir geyik sürüsünün telaşlı ayak sesleri ile yaklaşan felâketten haberdar oluyoruz. Dev su kütlesi önüne çıkanı yutarken ormanın o huzurlu ahenginden geriye bir şey kalmayacaktır.

‘Flow’, distopik bir gelecekte dünyanın sonuna dair çok yaratıcı bir animasyon. Kara kedi ile onu takip eden Labrador Retriever taşkın sular arasından ulaştıkları köhne yelkenlide tembel kapibara ile karşılaşıyor. Derken gökten süzülen bir katip kuşu, daha sonra yıkıntılar içindeki parlak cam nesneleri sepetine dolduran süslü lemur hikâyeye dahil oluyor. Birbirine benzemeyen bu canlıların teknenin dümenine hakim olup selamete kavuşmaları için farklılıklarına rağmen işbirliği içinde olmaları gerekmektedir. Birlikte yaşamaya çabalarken karşılıklı uyum her vakit sağlanamıyor gerçi, bu da geminin rotadan çıkmasına ve grubun tehlikeler ile burun buruna gelmesi ile sonuçlanıyor.

2019 yapımı ilk uzun metrajı ‘Away’ ile Annecy’de en iyi film ödülünü kazanmış olan Litvanyalı yönetmen Gints Zilbalodis, Cannes’dan sonra ünü tüm dünyaya yayılan Oscar adayı yeni filminde harikalar yaratmış. Yapım, diyalogsuz anlatım tarzı ve yenilikçi animasyon teknikleri ile gerçekten göz kamaştırıyor. Bilgisayar destekli çizimleri ile elle boyama stili izlenimini koruyan sinemacı, kaydedilmiş hayvan sesleri ile yakaladığı gerçekliği, distopik, yer yer metafizik öyküsü ile ustaca kaynaştırmış. Diğer canlıları bilmem ama hayatım boyunca haşır neşir olduğum kedinin tabiatını ve jestlerini mükemmel yakalamış. Matiss Kaza ile birlikte senaryo, Richards Zajupe ortaklığı ile harika ses bandında imzası olan Zilbalodis, tam olarak 7 yılını almış müthiş serüveninde animasyonun sanat yönetmenliği, sinematografi ve kurgusunu da bizzat üstlenmiş.

Teknik başarısının yanı sıra kurduğu metaforik kıyamet evreni ile göz kamaştırıyor Rigalı sinemacı. Yelkenlideki hayvanlar imgesi Nuh’un Gemisi meselini akla getiriyor. Her biri farklı cinsten olan canlıların teknedeki uyumu bozması, bu arada dümenin kırılması, olan bitene kızarak gökyüzüne süzülen kâtip kuşunun ayrılığı, çağımız dünyasındaki uluslararası uyuşmazlıkların, Avrupa Birliği anlaşmasındaki çatlakların metaforu gibi duruyor. Zilbalodis tüm olumsuzluklara karşın karamsar değil ama. Jenerik sonrasına kalanlar bu umuda tanıklık edecektir.

(09 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mavi Umudun, Yeşil Özgürlüğün

Romanya’nın Oscar adayı olan ‘Dünyanın Sonuna Üç Kilometre / Trei Kilometri Până La Capătul Lumii’ kent merkezinden uzak, izole bir yerleşim biriminde yaşananları öykülüyor. Tuna deltası üzerinde deniz yoluyla ulaşılabilen Sfântu Gheorghe köyü, yaz tatilinde turistlerin gelişiyle birlikte şehir adetleri ile kırsal geleneklerin çatıştığı bir yer haline dönüşmektedir. Komşu kasaba Tulcea’da okuyan, Adi diye çağrılan 17 yaşındaki Adrian (Ciprian Chiujdea) tatilini geçirmek üzere ailesinin yanındayken bir gece ıssızında saldırıya uğruyor, gün doğumuna yakın bir disko çıkışı hemcinsiyle sarmaş dolaş görüldüğü için köyün ağasının kabadayı oğulları tarafından acımasızca hırpalanıyor. Yediği dayak yetmezmiş gibi, ailesi ve herkesin herkesin içinde olduğu sözde huzurlu çevresinin ona bakışı ile tüm dünyası bir gecede değişiveriyor.


Yükselen Romanya Yeni Dalgası’nın ödüllü oyuncu-yönetmenlerinden Emanuel Pârvu, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapmış olan üçüncü uzun metrajını homofobik bir saldırının genç kurbanı üzerine kurarken, başta ailesi olmak üzere köy halkının önyargıları karşısında Adi’nin gitgide derinleşen hayal kırıklığını ve sessiz çığlıklarını perdeye taşıyor. Film bununla kalmayarak küçük yerleşim birimindeki çıkar ilişkilerini, bu ilişkilerin siyasi uzantılarını neşter altına yatırırken, kurulu düzenin halı altına süpürülmüş tüm pisliğini açığa çıkarmayı hedefliyor.

Pârvu mikro dünyadan makro sorulara yönelirken, Tuna deltasındaki muhafazakâr birim, çağdaş Romanya toplumundaki adaletsizlik, yolsuzluk ve ikiyüzlülüğün bir küçük resmi haline dönüşmekte gecikmiyor. Köyün ağasına borçlu olan baba Dragoi (Bogdan Dumitrache) saldırı karşısında sessiz kalıyor. Yerel polis müfettişi yaklaşan emekliliğini düşünerek susuyor. Dindar anne (Laura Vasiliu), rahibin duaları eşliğinde oğlunun bedenindeki şeytani eşcinselliği kovmanın peşine düşüyor.

Tecavüze uğramış genç bir kıza sırtını çeviren köy halkına dair yaşanmış vakadan yola çıkarak senaryoyu kaleme aldığını belirten Pârvu, çağdaş Romanya sinemasına özgü geniş açı uzun planlarıyla, ebeveynin çocuğundan koşulsuz sevgi ve anlayışı esirgediği, adaletsizliğe tepkisiz çarpık toplum düzenini mahkûm ediyor. Bazı sahnelerde kafaların bir bölümünü çerçeve dışında bırakarak isyanını dile getirmesi de bu yüzden olmalı. Ama son tahlilde umudunu korumak istiyor. Evin içini inatla umudun rengi maviye boyuyor. Yeşil sazlar arasından engine yol alan tekne özgürlüğü işaret ediyor.

(08 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Adaleti Hak Ediyor: Dünyanın Sonuna Üç Kilometre

Bir zamanlar en büyük küfür “komünist”ti. Birini suçlamak istiyorsanız, herkesi yanınıza çekebilirdiniz, kimse başka bir şeyi sorgulamazdı. Bugün benzer bir suçlama -ilgisi olsun olmasın- “homofobik”tir ve fısıltı gazetesi tirajını arttırır. Birinin LGBTI+ birey olması suç da değildir, hata da… Ancak özellikle bağnaz toplumlarda alabildiğine etkin olarak suçlamaya hatta cinayetlere varabilecek bir durumdur.

Yaz tatilini köyünde, anne babasının yanında geçiren Adi (Ciprian Chiujdea) bir saldırıya uğrar. Saldıranlar köyün zengini, babasının da borçlu olduğu “ağa”nın çocuklarıdır. Anne (Laura Vasiliu) ile baba (Bogdan Dumitrache) hemen polise koşar. Polis Pandele (Valeriu Andriuta), başta durumu yukarıya iletmeyi düşünürken, üstü kapalı tehdit, gizli rüşvet ve mahalle baskısı nedeniyle sümen altı etmeye çalışır. Çünkü Adi’yi döven çocuklar onun eşcinsel olduğunu söylemiştir ifadelerinde. Tabii, her köylü (milliyetçi, mukaddesatçı) gibi acımasızca saldırmayı görev olarak kabul etmişlerdir ve kendilerince haklıdırlar; toplum da onlara hak verecektir (!).

Bizde de önünü ardını düşünmeden birilerini suçlamak için en etkin yol(lardan biri)dir bu. Gerçi son dönemde, Cumhurbaşkanına hakaret, Kürtleri desteklemek ve dezenformasyon benzeri suçlamalar öne çıktı ama değişen bir şey yok. Birini suçlamanın en kolay ve hızlı sonuç alan yolu olduğu kesin. Birçok ülkede böyle…

Yönetmen Emanuel Parvu, sakin ve doğal güzellikler içindeki kırsal Romanya’nın dini bütün, hatta şeytan kovmaya varan hurafelere gözü kapalı inandığını vurguluyor. Ancak film, sadece hurafelerle sınırlı değil “yukarılar”da yakını olanların yaptıklarına da değiniyor. Gücünüz varsa, yukarılardaki birilerine ulaşabiliyorsanız her istediğinizi yap(tır)abilirsiniz. Kızılay Başkanının kızı, Narin’in katillerinin saptan(a)maması, kayıplar ve siyasi cinayetler sadece aklıma gelen ilk örnekler. Yönetmenin yalın ve sakin dili, hiçbir şeyi gözüne sokmuyor izleyicinin, düşünmeye zorluyor ve tabii, duygudaşlık kurmaya (empati yapmaya)…

Uzun filmler…

Bunu epeydir yazmayı kuruyordum, buraya denk geldi. Alışkanlığımız 90 dakikalık filmlerdi. Birçok nedeni var(dı) bu sürenin. En başta filmin kendisi… film bobinlerinin kapladığı alandan tutun da ağırlığına kadar etkisi var. Filmin bobinlerinin konulacağı kutular da dahil, projeksiyon makinesine takılacağı yere kadar birçok şey, belli bir ölçüye göre şekillenmiş. Tabii, ona da bağlı olarak salonlarda seansların hesaplanması da ona göre yapılmış.

Artık film yok, negatifi de pozitifi de unuttuğumuz gibi yeni kuşak neredeyse hiç görmedi, bilmiyor, bil(e)meyecek de… Yönetmenden senaryoya, yapımcıya filmin mesajını sınırlamadan anlatmak isteyenler için bu bir olanak. Filmler artık “alabildiği kadar” sürüyor (pasta tariflerinde vardır ya, alabildiği kadar un, tam da öyle işte). Kendimizi alıştırmalıyız. Biz izleyici olarak kendimizi hazırlarken sinema salonu işletmecileri de seansları ona göre düzenlemeli. “Dünyanın Sonuna Üç Kilometre”, süresini de göz önüne aldığımda başta uzun gibi gelmişti. Oysa hiç sıkmadan, hiç sarkmadan, hiç gevşemeden dolu dolu bir filmdi izlediğimiz. Her şeyiyle çok sevdim. Dilerim bizdeki bağnazlar, tutucular izlerler de yanlışlarını düzeltme fırsatı bulurlar.

7 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(06 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dalgalar ve Kefenler

M.Ö. 800 ila 600 yılları arasında yazıldığı düşünülen Homeros’un İlyada’nın devam niteliğindeki ünlü destanı Odyssea, Yunan kral Odysseus’un Truva’nın düşüşünden sonra vatanı İthaka’ya dönüşündeki serüvenlerle dolu uzun yolculuğunu anlatır. İtalyan bağımsız sinemacı Uberto Pasolini’nin tutkunu olduğu dev yapıttan sinemaya uyarladığı son filminde Odysseus’un 10 yıl süren Truva seferinin ardından bir ikinci 10 yıl süresince dalgalarla ve mitolojik deniz yaratıkları ile mücadelesini izlemeyi beklemeyin.

‘Dönüş / The Return’ mitolojik destanın son bölümüne odaklanmış. Nehir metnin evvelki sinemaya uyarlama çabalarının yarattığı hayal kırıklığı düşünüldüğünde, bunun hayli yerinde bir karar olduğunu teslim etmek gerekir. Jean-Luc Godard’ın ünlü klasiği ‘Le Contempt / Nefret’ Homeros’un anlatısını senaryolaştırma derdi üzerine tartışadursun, Pasolini’nin Edward Bond ve John Collee yazar ikilisi ile kaleme almış olduğu hikâyesi, antik Yunan kralın (Ralph Fiennes) bitkin ve tanınmaz bir halde dalgaların kıyıyı dövdüğü Ege adası sahiline sürüklenmesi ile başlıyor. Güçlü kral Truva Savaşı’ndan dönmüştür ama o yokken krallığında çok şey değişmiştir. 20 yıl boyunca kocasının dönüşünü beklemiş olan sevgili karısı Penelope (Juliette Binoche) kendi evinde tutsaktır ve kral olabilmek için yarışan talipleri peşini bırakmamıştır. Yetişkin oğulları Telemachus (Charlie Plummer) adanın hükümdarı olmak için ülkenin dört bir yanından akın etmiş soylu, soysuz bir dolu damat adayı ile mücadele etmek zorundadır.

Dokuma tezgahında bordo kefeni örmektedir Penelope. Odysseus’un hasta babası eski kralın cenazesi için hazırladığını söylediği ölüm giysisini gündüz vakti ören, geceleri söken kraliçe, bunu yaparken umutsuzca dönüşünü beklediği kocasını hayatta tutacağını düşünmektedir belki de. Dalgalardan kurtulan ve efsaneye göre onca yılın ardından kimselerin tanımadığı dilenci kılıklı kral da değişmiştir elbette. Haydut çetelerinin halkı korkuttuğu, ahırların bomboş olduğu ülkesinin ahvalini kederle izlerken, tüm ordusunu geride bırakmanın utancı ile sarsılacaktır önce. ‘İnsanlar neden savaşa gider, çocukları öldürür, kadınlara tecavüz eder’ sorularıyla isyanını haykırır Penelope. ‘Onlar savaşı buluyor ama evlerinin yolunu bulamıyor’ diye feryat eder. Odysseus ölenlerin daha şanslı olduğunu düşünür. Savaş onun evi olmuştur. Yaşıyordur belki ama içinde bir şey kalmamıştır. Ancak her yerde, gördüğümüz dokunduğumuz her şeyde var olan savaşı sona erdirme, önce oğlu ve karısı, daha sonra halkının selameti için harekete geçme vakti gelmiştir.

Dünya sinemasının aykırı ustası Pier Paolo Pasolini ile yalnızca isim benzerliği olan İtalyan yönetmen, Homeros’un mezalimi geride bırakıp huzurlu bir yaşama davet eden zamansız metnini kendine özgü sakin, sade anlatımıyla adeta bir tiyatro oyunu havasında yorumlamış. Çoğu zaman diyaloğa ihtiyaç duymadan iki büyük oyuncusunun bakış ve jestlerini beyazperdeye özgü bir duyarlılık ile kullanmayı seçmiş olan sinemacı, Radu Jude filmlerinin değişmez görüntü yönetmeni Marius Panduru’nun özenli çalışmasından büyük destek almış. Kapalı mekânda mum ışığında çekilen bölümler ya da açık alanda Pasolini’nin homoerotik kırsalını hatırlatan sahnelerde Romen usta klasını konuşturuyor.

Pasolini’nin ödül mevsimin iddialı yapımlarına inat minimalist tarzı ile gönüllere yerleşen filminde, mitolojik anlatıyı bir tül zarifliği ile saran müzik çalışmasıyla Rachel Portman’ı ne denli özlediğimizi farkettik. Penelope’nin yaşlı hizmetlisi rolünde seneler sonra Angela Molina ile sürpriz karşılaşmaya gelince. Yaklaşık yarım asır kadar evvel Luis Buñuel başyapıtı ‘Arzunun O Belirsiz Nesnesi / Cet Obscur Objet du Désir’de kalbimizi çalmış olan güzeller güzeli İspanyol aktrisin yılların yıprattığı kırılgan bedenini izlerken, zamanın hızla tükenişinin hüznünden kendimizi alamadık.

(05 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sevgili mi, Köle mi

‘Anlamsızca koşturduğumuz, çoğu zaman tökezlediğimiz bu hayatta yaşadığımız güzel anların değerini bilmek gerekir’ diyor Iris (Sophie Thatcher). Kara bulutların dağıldığı böyle iki anı olmuştur onun: Josh (Jack Quaid) ile markette karşılaştığı ve onu öldürdüğü zaman. ‘Kusursuz Arkadaş / Companion’ işte böyle ilginç bir itirafla açılıyor. Derken aşıkları başka iki çiftle birlikte göl kenarındaki gösterişli bir malikanede geçirilen hafta sonu kaçamağında izlemeye başlıyoruz. Güzel karısını evde bırakmış zengin Sergey’in gözlerden ırak mekanıdır burası. Mafya bağlantılı olduğu söylenen Rus asıllı adam kendisine köle gibi itaat eden Katerina ile birliktedir. Kate onun istediği gibi giyinir, onun istediğini yer, o istediği zaman sevişir. Eşcinsel çift Eli ile Patrick ilişkilerini muhabbet içinde yürütürken, Josh ile Iris’in itaate dayalı yarı toksik bir ilişki içinde olduklarını sezinleriz. Sergey yalnız kaldıklarında Iris’e sarkıp zor kullanınca genç kadının cebinde sakladığı sustalının kurbanı olur. Kan bir kere aktı mı bunun devamı kaçınılmaz olarak gelecektir.

Televizyondan gelen Drew Hancock’un ilk uzun metrajı iddiasız görünümünü altında fazlasıyla sürprizli buluşları sayesinde ilgiyle izleniyor. Temel sürpriz ilk kanın aktığı bölüm sonrasında ortaya çıkıyor. Filmin fragmanı bu gelişmeyi açık ediyor gerçi, ama film hakkında bir şey duymamış, fragmanı izlememiş olanlar ilk 25 dakikayı spoiler olmadan izlemek istiyorlarsa yazının devamını daha sonra okusunlar derim.

Iris’ın son sürüm bir robot olduğunun ortaya çıkması ve Josh’ın yönlendirmesi sonucu mafya babasını katletmesi filmin yönünü değiştiriyor. Emphatix isimli üretici firma, Josh’un yaygın tabirle ’seks robotu’ yerine ‘duygusal destek arkadaşı’ demeyi tercih ettiği Iris’e, ufak bir geçmiş verecek anılar yüklemiştir. Marketteki eğlenceli ve duygusal ilk karşılaşma hiç yaşanmamış anı parçacıklarından biridir yalnızca. Programlanmış ürün, kiralandığı kişinin isteklerine odaklanacak, robot olduğunu bilmeyecektir. Sesi, göz rengi, hatta zekası sahibinin dilediği doğrultuda ayarlamaya tabi olacaktır. Kısacası, Irıs diğer robotlar gibi bir hayatın imitasyonunu yaşayabilecektir. Ancak tahmin edilebileceği gibi, ele geçireceği kumanda ile akıl ve zekasını dilediği biçimde yönlendirecek, suçluluk, üzüntü, öfke ve agresyon yetileri ile donanacak olan Iris, bir Metoo hareketi kadınına ya da ‘Final Girl’ tarzı bir intikam meleğinin mekanik versiyonuna dönüşecektir.

Robotların, androidlerin beyazperdedeki temsilinin tarihi çok eskilere, ta sinemanın icat edildiği yıllara kadar uzanır. Yapay Zeka deneyiminin çağdaş yaşamın her alanında fırtına gibi estiği günümüzde, bu olguyu merkeze alan bir dolu film de izledik, izliyoruz. Bu açıdan ‘Kusursuz Arkadaş’ı çıkış noktası olarak çok da özgün bulmayabilirsiniz. Lakin ilk büyük süprizin ardından filmin ters köşeleri dur durak bilmeden birbirini izliyor. Kanlı cinayetlerin peşi peşine sıralandığı bir korku gerilim atmosferinden parlak buluşlarla kahkaha attığınız bir ortama evriliveriyorsunuz. Arada bazı noktalar aksıyor belki ama filmi sürekli bir heyecan ve ‘şimdi ne olacak’ beklentisi ile izlemeyi sürdürüyorsunuz. Çok abartmamak lazım belki ama, Hancock’un parlak buluşlarla bezeli, formda olduğu benzeri yeni projelerini merak ediyorum doğrusu.

(04 Şubat 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cevabı Esen Rüzgârda Dostum: Tam Bir Bilinmez

Şarkı sözü yazarı olarak ilk ve tek Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Bob Dylan’ın biyografisi, sadece müzikseverlerin değil, şiirseverlerin de ilgisini çekecek.

Bilindiği gibi ödülünü almaya da gitmeyen Dylan, Nobel kazanacak biri olarak görülmedi, şiirleri küçümsendi ama hiç polemiğe girmedi. Bu filmden sonra yeniden tartışmaya açılacaktır, ama artık kimse onun şiirlerini tartışmıyor. Ödül ise, Nobel bile olsa çok da umurunda değil kendisinin.

James Mangold, senaryosunu Jay Cocks ve Elijah Wald ile birlikte yazdığı filmi gerçekten ritmini yitirmeden çekmiş. Bob Dylan rolünde (Timothée Chalamet) hiç rol yapmıyormuş gibi oynamış, sanki o yılların genç ama dik duruşlu Bob’u gibi… 80 yaşını aşmış Dylan’ı bir filmde anlatmak mümkün mü, pek değil. Sesi değil ama sözleri çok güçlü, çok değerli… ilişkileri de kuşkusuz. Eskilerin nevi şahsına münhasır dedikleri farklılığı gerçekten başından sonuna kendini gösteriyor. Bu kadar süreklilik ve kararlılığı bir filme sığdırmaya çalışmak, onu aslına uygun anlatmamak demekti zaten. İzleyici hem nasıl yazdığını hem nasıl söylediğini hem de (sanki filmde vurgulanmak istenen özelliği buydu) kararlılığını, düş(ünce)lerini olduğu gibi hayata geçirdiğini izliyor. Bu, önemli, çünkü bazen bu kadar soğuk ve uzak durmak sevilmemekle de iç içe girebilir. Ancak Dylan bir kalıba girmeyi reddettiği gibi, sokulamaz da… Asla.

Halk müziği efsanesi Pete Seeger (Edward Norton) ile tanışan Dylan, elektrikli çalgıları da katarak rock yapmak ve bunu tek değil orkestra ile sahnede yapmak isteyince itirazlar artar. Yakınlaştığı Joan Baez (Monica Barbaro) ile yürümek yerine Baez’e karşı Sylvie Russo’ya (Elle Fanning) yakınlaşır. Burada, kurgusal bir Suze Rotolo izini göz ardı etmemek gerekir. Seeger ile benzeşik gibi olsalar da, Dylan’ın özgün duruşu birlikte yürümelerinin önündeki engellerden biridir.

Filmin bir diğer başarısı, dönemin Amerikan siyasasını yansıtması. Bir yanda Sovyetler Birliği ile rekabet, diğer tarafta (tabii ki Sovyetlerle birlikte) Küba sorunu, Vietnam Savaşı, Uzay macerası filmin derinliğine katkı sunuyor.

Müzik zaten dorukta… Oyuncuların performansına kimse bir şey diyemez… 8 Oscar adaylığını hak eden bir film.

(04 Şubat 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com