Kategori arşivi: Yazılar

Sonsuz Mavi Bir Yolda: Kaptan Benim

İlk insanı anlatırken, Afrika’dan dört bir yana dağılmış denir. Bilimsel araştırmalar da öyle söylüyor. Milyonlarca yılda insan gerçekten insan olmuş, ama o dağılması (artık göç diyoruz) değişmemiş. İnsanlar, teknolojinin de, tarımın da, kentsel yaşamın da değişmesine karşın hâlâ bir yerden bir yere göçüyor. Göçün, göçmenliğin nedenleri çok; başta ekonomik kuşkusuz, ardından siyasi göçmenlik geliyor. Savaştan kaçtıkları için, iş için, aş için, aşk için, küresel iklim değişikliğiyle (ısınmanın etkisi) yakıp (yağmurların daha bir yoğun yağması nedeniyle) yıktığı evlerinden, tarım yapamadıkları, hayvan yetiştiremedikleri için yurtlarından ayrılıyorlar.

Kendilerinden önce binlerce yılda milyonlarca insan geçmiş o yollardan, büyük çoğunluğu yolda kaybetmiş hayatını, iade edilmiş ülkesine, başaramamış dönmüş geri; ama yılmadan, bıkmadan, usanmadan her gün yeniden düşüyorlar yollara.

Sorunun kaynağı değil, mağduru onlar

Günümüzün en büyük (ve büyük olasılıkla çözümsüz) sorunlarının başında geliyor. Bizim ülkemizde de belli odakların karşı çıktığı, egemen gücünse sadece “para” olarak gördüğü, sığınmacı / mülteci / göçmen (artık ne ad verirseniz) sorunu yaşanıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki, yaşanan sorunların hiçbiri o yoksul ve çaresiz insanlardan kaynaklanmıyor, yöneticilerin haksız, hadsiz kâr hırsından, daha çok sömürmek için savaştan kaçınmamaktan, ekolojik yaşamı bile yok etmekten çekinmemekten kaynaklanıyor.

“Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, aletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.”

Nâzım Hikmet’in ünlü Kuvâyi Milliye Destanı, her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı anlatırsa da, Afrika’yı Senegal’den Libya üzerinden İtalya’ya kat eden insanları da anlatıyor. Göçün, sürgünün savaştan aşağı kalır yanı yok. Matteo Garrone, senaryo yazımına da katıldığı Kaptan Benim’de, Seydou Sarr, Moustapha Fall, Issaka Sawadogo ile hayatın gerçeklerinden olan bu göçmenliği sergiliyor tüm çıplaklığıyla…

Yaşanmışlıklar belirleyici

Filmin öyküsü gerçek; Ege kıyılarında dalgaların arasındaki Alan Bebek’in yüzükoyun fotoğrafı hâlâ acıtıyor içimizi; onun gibi binler, on binler, yüz binler öl(dürül)dü. Hâlâ da insanlar göçüyor, bir ülkeden diğerine… ABD’ye girmeye çalışanlar, Endonezya’dan, Singapur’dan, Pakistan’dan yaşam sürmek amacıyla nice zorluklarla yollara düşenler… Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan ülkemize gelenleri biliyoruz. Ukrayna’dan Avrupa’ya savaştan kaçanların oluşturduğu uzun insan kuyrukları… Kaptan Benim, sadece Senegal’dan İtalya’ya geçen iki gencin öyküsü değil, onların üzerinden bütün göçmenlerin, sığınmacıların öyküsü… Anımsarsınız, hiçbir özelliği olmayan can yelekleri, simitleri, denizin hırçın dalgalarına dayanamayacak ince botlar (istiap haddinin üzerinde yolcu taşıması da ayrı bir acı) doldu kıyılar. Öldü insanlar.

Venedik Film Festivali’nde, En İyi Yönetmen dahil 12 ödül kazanan Kaptan Benim, kendilerince müzik yapmak, ünlü olmak (ve tabii, ailelerini yoksulluktan kurtarmak) için evlerinden kaçan iki arkadaşın (aslında akrabalar) öyküsü. Öylesine küçük, öylesine çaresiz ve öylesine ana kuzuları ki, bırakın gemi kaptanlığı yapmayı denizi bile görmemişler, nerede kaldı yüzmeyi bilmeleri…

Ne yönetmen ne oyuncu ne mekân ne de görüntüyü anlatmak geçiyor içimden. Öykünün can alıcılığı yeter zaten başarısını yüceltmeye…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(22 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Herkes Destek, Babası Dışında…: Cem Karaca’nın Gözyaşları

Biyografi filmleri moda mı oldu ne, Hollywood’da da, Avrupa’da da, bizde de birbiri ardına biyografi filmleri çekiliyor. Biyografileri önemsiyorum, kitapta da, filmde de yaşanmışlıkların kazandırdığı bilgi birikimi ve deneyimleri taşıdığı için… Boşuna ‘geçmişimiz geleceğimizin göstergesidir’ denmiyor. Sizce de öyle mi bilmiyorum.

Doğaldır ki, toplumun önünde giden insanların biyografileri yazılır ve çekilir. Sıradan insanların yaşamını kim ne yapsın, değil mi? “Cem Karaca’nın Gözyaşları” da, bu anlamda önemli bir kişiliği yeni kuşaklara tanıtması açısından önemli. Ancak bu işlevini yerine getirebiliyor mu, tartışılır.

Önce babası…

Cem Karaca’nın babası Mehmet Karaca, Türk tiyatrosunun önemli kişilerinden… Annesi Toto Karaca da öyle. Baba, daha anne karnındayken sahne tozu yutmuş oğlunun diplomat olmasını istiyor ve (sonunda içi kan ağlasa da) önüne engeller çıkartıyor. En desteklediği zamanda bile bir hırçınlık çıkarıyor, bir itiraz edecek şey buluyor. Oğlu, bütün deli doluluğuna rağmen babasına saygısını yitirmiyor ve hep iznini istiyor.

Bizim toplumumuzun kadınları hep cefakâr, fedakâr ve “hizmetkâr”dır. Baba ile oğlunun arasını bulmak, gerektiğinde alttan alıp diğerini susturmak, gerektiğinde tepki göstererek hep arada kalır. Söz hakkı yoktur, ama yine de son sözü söylemekte mahirdir. Toto da öyle…

Müzikle yaşam…

Yüksel Aksu’nun yönetmenliğinde izleyiciyle buluşacak “Cem Karaca’nın Gözyaşları” biraz yayılmış, biraz toparlanamamış, biraz da sanki aceleye getirilmiş gibi… Hepimiz öğrendik, eşi istemiyor(muş) bu filmi. Ama oğlu istediği için (ve hukuk açısından mirasçısı olarak göründüğünden) film çekilmiş. Burada, aklıma gelen bir anekdotu aktarmak istiyorum. Derler ki, Cervantes, kendisine getirilen bir romanın aslında ne denli güzel olduğunu, ama iyi yazılamadığı için çok kötü olduğunu görür ve “roman öyle değil, böyle yazılır” diyerek Don Kişot’u yeniden yazar. Bugün Cervantes’i bilmeyen çok insan bulabilirsiniz, ama Don Kişot’u bilmeyeni bulmak samanlıkta iğne aramaya benzer.

Türkiye’nin yakın geçmişinde en önemli süreci yaşayan önemli kişilerden biri olan Cem Karaca, sanki günlük gülistanlık bir ülkede, sadece demokrat olduğu için şarkı söyleyen biri. Oysa dünyadaki rüzgârların da etkisiyle ilerici düşüncelerin yayıldığı bir dönemde, müziğiyle o etkiyi taşıyanlardan biridir.

Askere gidince…

Aziz Nesin’in öykülerinde vardır: Uslanmaz birini askere gönderirseniz, durulur. Cem Karaca da askere gidince Anadolu’yu, insanını, duygularını tanıyor. İki tınıyla müziğini yazıyor ve ekibiyle hemen çıkarıyor, sihirli değnek değmiş gibi… Müneccim olmadığını söylese de bir müneccim gibi tutacak şarkısını biliyor ve ona göre yazıyor. Moğollar gibi -hâlâ da ülkemizin en iyi müzisyenlerini barındıran- bir grupla çalışıyor ama Moğollar’ın hiçbir katkısı yok. Olur mu? Olmaz tabii.

Teknoloji…

Prodüksiyonu yapanlar teknolojinin geldiği aşamadan çok yararlandıklarını, böylelikle oyuncuların büründükleri karakterleri tam benzetebildiklerini bildiriyor. Haklılar, ama -tam yeri- “yetmez ama evet”. Anadolu’dan etkilendiği vurgulanan Cem Karaca, Anadolu’da hiç görünmüyor, konser yolları ve bomboş doğa dışında. Ne bir insan ne bir üretim ne de bir sosyal yaşam görüyoruz. Makyaj üzerine verilen bilgide, “askerde bir olay sonrası burnunda oluşan kemeri” bile unutmadıkları yer alıyor. Askerliğini -sadece mektup bekleyen biri- olarak gördük. “Bak, böyle…” diye başladığı müzik anlayışına tepki sadece siyasal anlamda geldi. Cahit Berkay yaşıyor, öğrenilemez miydi çeşitli tartışmalar, anlaşmalar… Müziği birlikte düzenlemiyorlar mıydı? Hoş, öyle olsa bile bir çaba görmek isterdik. Konserlerinde (benim en çok hoşuma giden, girişte “gençler ve daima genç kalanlar” sözü ve ezgiye uygun dans etmesiydi, gözlerim aradı, çünkü bunlar Cem Karaca’nın alamet-i farikasıydı) sadece bombalanma gibi en uç örnekler verilmiş. Dinleyiciler, insanlar sadece siyasi tepkiler veriyor… Oysa yediden yetmişe sevilen biriydi…

Yüksel Aksu, toplumsal gerçekçi temelleri olan filmler çeken bir yönetmen. Bu kez, nasıl olmuş da böylesi, yeterince işlenmemiş (televizyon ve mikrofonlar gibi bazı maddi hataları da olan) bir filmi çekmeyi kabûl etmiş. Senaryosunda da katkısı olmasına rağmen oturmuyor üzerine… Bir pencere açılmış Cem Karaca gelmiş, şarkı söylemiş ve gitmiş. Onun şarkılarıyla günlerini doldurmuş insanlar için o kadar basit değil.

İzleyici, biraz zor olsa da, umalım ki, duygularını da katarak kendi Cem Karaca’sını yaşar filmde…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(20 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yatağımdaki Düşman

Normandiya’nın sahil kasabasında büyümüş Fransız edebiyatı öğretmeni Blanche liseden eski arkadaşı Grégoire ile bir partide karşılaştığında yakışıklı adamın cazibesine kapılması uzun sürmüyor. Cinsel sinerjinin de tuttuğu beraberlik, genç kadının hamile kalışının ardından yıldırım hızıyla evliliğe evriliyor. Bankacı kocanın tayini nedeni ile okyanus kıyısından Fransa’nın öbür ucundaki ormanlık Metz’e yerleştiklerinde yeni bir düzen kuruluyor. İlkinin ardından ikincisi de gelen çocukların bakımı için eve kapanan genç kadın 7 yılın ardından sıkıştığı evlilik hapishanesinden kurtuluşun yollarını aramaya başlıyor.

Eric Reinhardt’ın çok satan romanından uyarlanan ‘Narsistle Aşk / L’Amour et Les Forêts’ Fransız yönetmen Valérie Donzelli imzasını taşıyor. Geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapan film tutkulu başlayıp toksik hale dönüşen bir evliliğin hikâyesi. Başlarda ideal bir partner olarak gönülleri çelen Grégoire’ın (yakışıklı Melvil Poupaud) buyurgan narsist kişiliği ile tanışmamız çok uzun sürmüyor. Blanche (tutkulu Virginie Efira) bu süreçte biraz gecikiyor ya da buna senaryonun zaafı diyelim. Metz tayinini genç kadını annesi ve ikiz kız kardeşinden uzaklaştırmak için kocasının ayarladığını öğrenince Blanche çileden çıkıyor. Artık romana ve filme özgün adını veren ‘aşk ve ormanlar’ bu kâbusa dönüşmekte olan beraberliğin dikişlerini tutmaya yetmeyecektir.

Ne Molière ne Flaubert’den alıntılar filmi kurtarmaya yetmiyor ama. Tahakküm altındaki bir ilişkiyi irdelemek için yola çıkmış olan film Hollywood usulü bir korku – gerilim serüvenine evrilmekte gecikmiyor. Benzer bir toksik beraberliği konu alan Julia Roberts’lı 1991 yapımı Joseph Ruben filminin adını (Sleeping with the Enemy) başlığa almam biraz da bu yüzden. Oysa Donzelli’yi İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz 2011 yapımı ‘Yaşam Savaşı / La Guerre est Déclaréé’ filmiyle bağrımıza bastığımızı anımsıyorum. Uğursuz bir beyin tümörüyle dünyaya gelen henüz 1 yaşındaki Gabriel’in yaşam savaşının anlatıldığı özyaşamsal anlatıda Donzelli ve çocuğunun babası olan o yıllardaki partneri Jérémie Elkaïm bizzat anne ile babayı canlandırmıştı. Bildik klişelerle dolu ‘Narsistle Aşk’ı o denli sevemedikse de oyuncularının hatırına bir göz atılabilir belki.

(20 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onat Kutlar ve Sinematek Yıllarımız

Türk Sinematek Derneği’ne üye olduğumda 15 yaşındaydım. Saint Joseph’teki ortaokul yıllarımda üst sınıflardan liseli bir ağabey 18 yaş engelini halletmiş ve benim gibi sinema tutkunu sınıf arkadaşım kadim dostum Haluk Pulatsü ile birlikte yepyeni bir aleme dalmıştık. 1972 yılının Aralık ayından başlayarak derneğin 80’li yıllardan itibaren Taksim Sanat Evi adı altında cafe-bar olarak faaliyetini sürdürecek olan mekânında dünya sinemasının ticari gösterimlerde karşımıza çıkmayacak hazineleri ile buluştuk. Derneğin efsanevi başkanı Onat Kutlar ile o günlerde tanıştık. Biz yeni yetme iki sinema sevdalısı onun heybetli duruşu ve engin birikiminden büyülenmiştik. İlk izlediğim film olan Andrzej Wajda’nın ‘Kayın Ormanı’nı hiç unutamam. Akabinde ‘Potemkin Zırhlısı’ndan ‘Yurttaş Kane’e ‘Yaban Çilekleri’nden ‘Los Olvidados’a yedinci sanatın engin sularında keyifle yol almaya başladık.

Sinematek eşi bulunmaz bir okuldu. 1965’teki kuruluş günlerine yaşım itibarıyla yetişemedim gerçi ama ‘Yeni Sinema’nın hâlâ çok değerli yazılar ve incelemeler içeren eski sayıları, hâlâ özenle sakladığım derneğin programlarının açıklamalı olarak yer aldığı ‘Film’ ve daha sonra Sinematek yöneticilerinin çıkardığı ‘Yedinci Sanat’ dergileri kılavuz oldu bizim kuşaklara. Kutlar’ın moderatörlüğünü yaptığı açık oturumlarda yönetmenler ve sanat insanlarından çok şeyler öğrendik.

Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan, Önder Esmer’in yönetmenliğini yaptığı ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar’ adlı belgesel yaklaşık 60 yıl önce kültür hayatımıza giren, ticari sinema örnekleri dışında farklı ve çok güçlü bir sanatın varlığını keşfetmemizi sağlayan Sinematek mucizesini genç kuşaklara anlatmak; mucizenin baş mimarı Onat Kutlar ve kurucu yol arkadaşlarının Yeşilçam’a alternatif olabilecek yeni sinemacılar ve aralarında bulunduğum yazarlar topluluğunu yetiştiren çileli ama çok keyifli serüvenini belgelemek için yapılmış. Belgesel zor yıllarda sinema sevgisinin gelişmesinde büyük katkısı olmuş bilge kültür adamı Kutlar’ın Sinematek’in kuruluş ve gelişme yıllarındaki büyük çabasının izini adım adım anlatıyor.

1980 yılında tüm derneklerle birlikte Sinematek’in kapısına zincir vurulduğunda ne denli kederlendiğimi hatırlarım. Ama Kutlar hiç pes etmemiştir. Derneğin başkanlığını 1976’da sevgili Vecdi Sayar’a devrettikten sonra ekibi ile birlikte AKM sinema salonunda haftalık düzenlenen toplu gösterilerle Sinematek’in açtığı yoldan ilerlemiş, 1982 yılından başlayarak aynı ekip önce Sinema Günleri daha sonra İstanbul Film Festivali şemsiyesi altında bu çabanın meyvelerini günümüze kadar ulaştırmıştır. Kutlar’ın belgeselde sözü geçmeyen bir de Alkazar Sineması işletmeciliği vardır ki bu sayede 15 günlük festival tüm seneye yayılmış ve Alkazar yıllar boyu çağdaş sinema sanatının seçkin örneklerine ev sahipliği yapmayı sürdürmüştür.

30 Aralık 1994’te Taksim Marmara Cafe’ye bırakılan bomba disiplinlerarası sanat insanı Onat Kutlar’ı en verimli çağında aramızdan aldı. Açtığı yolda yetişen ve yetişmekte olan sinema insanlarına ışık tutmayı sürdüren Kutlar’ın aramızda olamayışının 29. yılında onun aziz hatırasını hasretle anan bu belgeseli tüm sinema tutkunlarına öğütlerim. Önümüzdeki günlerde ‘Başka Sinema’ salonlarında yer alması planlanan özel gösterimlerinin yanı sıra Mubi programı çerçevesinde dijital yayını devam ediyor.

(19 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygusal Dönüşüm: Hayvan Krallığı

Dünyayı beton yığınına dönüştürüp, yağmur ormanlarını kesip iklimi de küresel boyutta bozmaya başladığımızda “içimizdeki hayvan”ın da yaşama hakkını elinden almış oluyoruz. Ne zaman ki, doğada özgürce yaşayan hayvanlar için yaşamsal olanaklarını ellerinden aldık; hemen herkesin korktuğu, iğrendiği canlılar şehirlerimize de gelmeye başladı. Artık onlarla iç içe yaşamalıyız. Bir arada yaşayanlar muhakkak ki birbirinden etkilenir ve dönüşüme uğrar, değişir.

Thomas Cailley, “Hayvan Krallığı”nda bilim kurgu ile aksiyonu, drama ile komediyi, korku ile gerilimi bir arada kullanıyor; yani bizim için yaşamı yansıtıyor beyazperdeye. Kim, niye, nasıl, hangi nedenle dönüşüyor, değişiyor bilmiyoruz. Filmin derdi bu değil zaten; film bize “içimizdeki hayvan”ı ve dünyanın değişimiyle birlikte nelerle karşılaşabileceğimizi anlatıyor. Baba (Roman Duris) ve oğul Émile’yi (Paul Kircher) izliyoruz; değişime uğramış annenin peşinden.

İnsanlar kuştan eklembacaklılara, kurttan bukalemuna hiç ummadığınız bir şekilde dönüşüyor; niyesini nedenini siz bulacaksınız. Devletin değişen dönüşen canlıları hastaneye/hapishaneye tıkması (ve tabii, araştırma yapması) gibi Émile’in öğrenci arkadaşları arasında da bu duruma karşı görüşü olanlar var: Birileri yok edelim derken, birileri nedenini çözmenin gerekliliğini vurguluyor, birileri de bir arada yaşamanın yollarını bulmayı öneriyor.

Baba ile oğul arasındaki süregelen kuşak çatışması ve birey olduğunu kanıtlama çabası yaşamın ana izleği olduğu gibi filmin de temelinde yer alıyor. İnsanlar ne kadar gizlerse gizlesin bir şekilde açığa çıkarıyor içindekini. Cips yerken pervasız davranan Émile’e, baba François da katılıyor ancak biri kalırken diğeri dönüşüyor.

Baba François, dönüşümünü engelleyemediği oğlunu doğaya, “özgür yaşam”a salarken aslında dramatik, ama aynı zamanda bir mesajla bu değişimin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor. İzleyici, kendi yaşadıklarıyla olması gerekeni tartışıyor ister istemez: Ne olacak?

Thomas Cailley’in senaryosunu da yazdığı, doğrudan insan psikolojisini anlattığı filmi duygusallığın ötesinde gelecek kaygılarını, yaşamsal olanakların (iklim krizi, ekonomik sorunlar, toplumsal huzursuzluk, göçler nedeniyle) giderek tükendiği yeryüzünde, herkesin kendi gücü oranında çözüme odaklanması gerektiğini vurguluyor.

19 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(18 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

2023 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

2009 yılından başlayarak her yıl tekrarlanmakta olan bu çalışma, sinema araştırmacısı Hayri Çölaşan tarafından kameraarkasi.org web sitesi veri tabanından yararlanılarak yapılmaktadır.

Bu çalışmada yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen Türk film festivalleri ile ilgili verileri tüm yıl veritabanına ekledikten sonra veri istatistiklerini işleyerek, araştırmacılara, sinema yazarlarına, yönetmenlere, öğrencilere ve devletin bu alanda çalışan kuruluşlarına değerlendirmelerinde yardımcı olabilecek bir kaynak oluşturulması amaçlanmaktadır.

Başka ülkelerde bir benzerini bulamadığımız bu kaynak, festival düzenleyenlere başka festivallerle ilgili olumlu anlamda fikir verebilir. İstatistikler, festival içi değerlendirmelerin dışında diğer festivallere göre sizin festivalinizin genel durumunu, gidişatını anlamaya yardımcı olacaktır.

Öğrencilerin piyasayla ve festivallerle ilgili genel bir bakış elde etmesi, yönetmenlerin başkalarının çalışmalarını ve sonuçlarını değerlendirmesi, sinema yazarlarının istatistiklerden yararlanması, eğitimcilerin yönelimleri, eksikleri ve gerekleri izleyip değerlendirebilmesi de bu çalışmanın amaçları arasındadır.

Önceki yıllarda yapılan geri dönüşler, bu ve benzeri çalışmaların çoğalmasının konuyla ilgili herkes için değerli olacağını göstermektedir. Bu kaynak, aynı zamanda gelecek nesiller için ülkemiz sinemasında bu yıl neler olup bittiğine dair veriler sağlamaktadır.

Sinema alanında araştırma yapan, kitap, tez yazan ve bize ulaşan herkese ücretsiz olarak verilerden yararlanma imkanı sağlanmaktadır.

2009 yılından bugüne yazılan kitaplar aşağıdaki linklerden takip edilebilir:

2010 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2011 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2012 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2013 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2014 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2015 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2016 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2017 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2018 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2019 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2020 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2021 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2022 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2023 Film Festivalleri Değerlendirmesi

(18 Ocak 2024)

Hayri Çölaşan
Sinema Yazarı, Araştımacı, Festival Danışmanı, Görüntü Yönetmeni
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com
0535 566 7340
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com
https://independent.academia.edu/HayriÇölaşan

Hepimiz Gözetleniyoruz

Almanya’da yaşayan yönetmen Ayşe Polat’ın 90’lı yıllarda başlamış olan sinema serüvenine tanıklık edemedik ancak geçtiğimiz yıl Berlinale’de dünya prömiyerini yapan ve ülkemizde başta İstanbul olmak üzere Ankara ve izmir festivallerinde ödülleri silip süpüren ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ isimli son çalışması üstün bir yönetmenlik ve kurgu çalışması olarak heyecan veriyor. 1970 Malatya doğumlu Kürt asıllı sinemacı kamerasını bilinçaltında bastırılan alana çeviriyor, ülkemiz yakın tarihinin kör noktada kalmış trajik gerçeklerinin izini sürüyor.

İlk bölümde Kars’ın merkez ilçesine bağlı Alaca köyünde yaşayan Hatice hakkında belgesel çekmek için Almanya’dan gelmiş film ekibinin çalışmalarına odaklanıyoruz. Belgeselin çıkış noktası yaşlı kadının ‘Cumartesi Anneleri’nden esinle kaleme alınmış trajik öyküsüdür. Hatice ana bundan 26 yıl önce kayıplara karışmış gencecik oğlunun dönüşünü umutla beklerken, her Cuma günü evinin bahçesinde toplu anma töreni düzenler. Oğlu Baran’ı son kez görmüş olduğu o soğuk sonbahar gününün aynı saatinde onun sevdiği çorbayı yapmayı sürdürür. Baran’ın geri geleceği ve çorbasını yudumlayacağı hayalini hep canlı tutar.

Filmin bu sessiz ve hüzünlü belgesel tadındaki takdim faslı fazla uzun sürmez. Alman ekibin teçhizatı dışında dış gözlerin farklı türde kameraları devreye girer. Yerel halktan bir tercüman ile çalışan, insan hakları avukatı Eyüp ile irtibatı bulunan ekip malum siyah arabalar içindeki karanlık kişilerce gözetlenmeyi sürdürür. Göremediğimiz, seçemediğimiz bir tedirginliğin kucağında korkunç bir cinayet ile yüz yüze geliriz. Temposu bir anda değişen film bu noktadan sonra bir polisiye öykünün dehşetengiz sarmalına bürünür. Polat bize hikâyenin sonunu göstermiştir. Öykünün ikinci ve üçüncü bölümlerinde biraz geriye giderek o karanlık teşkilâtı ve adamlarının günlük rutinine tanıklık ederiz. Derin devletin adamlarıdır bunlar. Çekirdek aileleri ile mazbut bir aile hayatı görüntüsü altında akıl almaz işkence ve katliamların sorumluluğunu taşırlar. Sesini çıkaranları, geçmişin izlerinin peşine düşenleri yok ederken birbirlerine de güvenmezler.

Polat’ın filmi ülkemizin kör noktalarında saklanmış ve bastırılmış olanları açığa çıkarma çabasına soyunmuş. Film coğrafyamızda iz bırakmış trajik olayları cesurca ele alıyor, gözaltında kayıpların yoğun yaşandığı 90’lar Türkiye algısını yeniden canlandırmanın peşine düşüyor. Bunun içinse öykü anlatımında krolonojiyi bozuyor, görsel tercihlerinde girift bir yapı kullanıyor. Sondan başa doğru ilerleyen bu yapıda öykünün bir bölümde eksik kalan parçanın ilerleyen bölümde tamamlandığını görüyoruz. Görsel açıdan devreye giren farklı türdeki kameraların gözünden toplumsal gözetlenme kabusunu derinden idrak ediyoruz. Tüm bu oyuncaklı yapı filme müthiş bir gerilim kazandırıyor, polisiye hatta korku türüne göz kırpan anlatımıyla hikâyenin gizem ve sürükleyiciliğine kapılırken hepimizin her an gözetlendiği hissiyatından irkiliyoruz.

Son tahlilde travmanın yükünü küçük bir kız çocuğu korkmuş gözlerle kameraya bakan ve geleceği temsil eden küçük Melek üstlenmek durumunda kalıyor. Ancak Polat genç nesilin geçmişle yüzleşmesine ve barışçıl bir çözüm yolu bulmanın ağır yük ve sorumluluğun altından kalkacağına umutla baktığını ifade ediyor. Başarılı oyuncuları, nefes kesen anlatımı, Serhad Mutlu ve Jörg Volkmar ikilisinin olağanüstü kurgusuyla son dönemin en iyi filmlerinden biri ‘Kör Noktada’yı kaçırmayın. Son filminde bizlere veda selamı çakan sevgili Rıza Akın’ın anısına da izleyin.

(14 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kaderden Kaçılmaz

Zeki Demirkubuz’u çok özlemişiz. 15 Aralık’tan beri gösterimde olmasına rağmen rahatsızlığım nedeniyle yeni izleyebildiğim ‘Hayat’ yönetmenin 2016 yılında görücüye çıkan ve çoğu eleştirmenin belli bir mesafe ile yaklaşmasına karşın kişisel olarak pek sevdiğim, evlilik ve küçük burjuva yaşamının sahteliklerle örülmüş evrenini üçlü bir ilişki çerçevesinde ele alan ‘Kor’un ardından gün ışığına çıkan yeni filmi. Auteur sinemacımızın son opusu 30 yıllık kariyerinin sıkı bir özeti olarak gönüllerde yer alırken, ‘Masumiyet’, ‘Kader’ ya da ‘Üçüncü Sayfa’ gibi ilk dönem başyapıtlarının izini sürüyor. Ancak onlar denli karanlık bir yöne doğru yol almıyor, hüznüyle sevinciyle hayatın getirdikleri ya da kaderin belirlediği çizgide paylarına düşeni alan iki genç insanın öyküsünü izliyoruz.

Sinop iline bağlı Boyabat ilçesinde yaşayan, anne ve babasını küçük yaşta yitirmiş, fedakâr dedesinin mütevazı fırınında çalışan Rıza, görücü usulü nişanlandığı aile dostunun kızı Hicran ile evlilik hazırlıkları yaparken, genç kızın bir not bile bırakmadan büyük kente kaçışı delikanlıyı derinden sarsıyor. Etrafa karşı aldırmaz görünüyor ama neden istenmediğinin yanıtını bulmak onun için bir saplantıya dönüşüyor. İstanbul’a giderek rüyasında gördüğü Hicran’ın izine ulaşıyor ardından. Özgürlüğünün peşindeki genç kızın başkaldırısını anlayabiliyoruz ancak gelecek hayalleri kaderin pençesine takılmaktan kurtulamıyor. Hicran’ın pezevengine silah çeken Rıza hapse girerken ortada kalan kız Yeşilçam melodramlarının ‘büyük şehirde batağa düşen kadın’ klişesini yıkarak aile ocağına dönüyor. Baba evinde horlanmaya, küçük yerleşim bölgesinde kötü gözle bakılmaya katlanan Hicran’ın kısıtlı çevresinde kendisine küçük bir özgürlük alanı yaratma çabasına tanıklık ediyoruz, lakin kaderine boyun eğerek yaşça kendinden büyük çocuklu bir adamla evlenmeye razı oluyor.

Pek fazla konuşmuyor, duygularını açığa vurmuyor Hicran. İki gencin aylar sonra bir araya geldiği finalde ise Demirkubuz sinemasını bilenler için şaşırtıcı bir iyimserlikle karşılaşıyoruz. Rıza’nın beklenmedik dönüşü Hicran’ı da şaşırtıyor ve onun Tayvanlı usta Tsai Ming – Liang’ın 1994 yapımı ünlü klasiği ‘Yaşasın Aşk / Vive L’Amour’un unutulmaz finalinden esinler taşıyan plan sekans dışavurumu ‘Hayat’ın en güzel bölümlerinden biri olarak kayda geçiyor. Demirkubuz’dan gelen mutlu sonu yadırgıyoruz önce. Kendisi bir röportajında ‘yaşamın insanı yumuşattığını, geçen zamanın insan ruhunu ve düşüncelerini değiştirdiğini’ ifade ediyor gerçi. Sinema kariyerinde ilk kez kullandığı rüya sekanslarından (oğlan ve kız aynı rüyayı görüyor) yola çıkarak Hayat’ın son bölümünün bir düş olduğu fikri düşüyor akla. Hani Luis Buñuel’in ölümsüz başyapıtı ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’da Séverine’in mutluluğun düşünü gördüğü o eşsiz final sahnesinde olduğu gibi.

Hayatın kendisi gibi farklı yorumlara açık güzel bir film bu. TV dizilerinden aşina olduğumuz genç yetenekler Burak Dakak ve Miray Daner’in sinemadaki ilk önemli performansları, dedede Kıbrıs asıllı usta oyuncu Osman Alkaş’ın incelikli yorumuyla parlıyor. Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ardından bizleri bir kez daha hayran bırakan Cevahir Şahin – Kürşat Üresin ikilisinin görüntü çalışması ise olağanüstü yine.

(12 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Devlet, Örgütler ve Cüneyt Arkın: Arıcı: Ölüm Kovanı

Adam (Jason Statham) arıcıdır ve komşusu yardımsever Eloise (Phylicia Rashad) bir çağrı merkezinin siber saldırısıyla dolandırılınca intihar eder. Buraya kadar bir sorun yok, zaten film bu olayın üzerinden örülüyor. Arıcı, aslında bir gizli örgütün “emekli” elemanıdır. Arkadaşının intikamını almak için harekete geçer. Tamam, öyküyü artık siz tamamlayabilirsiniz; çünkü filmde Statham varsa vurdulu kırdılı aksiyonun dorukta olduğu bir film izliyoruz demektir.

Adam, önce o çağrı merkezini bulur; öyle kolay değildir bu, çünkü onlar da en az bir örgüt titizliğiyle ve alabildiğine güvenlikli olarak gizlenmiştir. Ancak gerek devletin ilgili birimlerinde gerekse emeklisi olduğu örgütün içinde hâlâ arkadaşları vardır ve onların izini bulur. Tabii ki, şiddetin doruğunda sahneler arasında çağrı merkezini ve bulunduğu binayı yakar, kaçabilen canını kurtarmıştır.

Cüneyt Arkın bunun neresinde?

Çağrı merkezi sahibi, dolandırıcı Derek Danforth (Josh Hutcherson) ile onların da tepesindeki Mickey (David Witts) da boş durmayacak, kendilerinin bir merkezine saldıran Adam’dan intikam alacaktır; gerçi geriden daha birçok merkezleri vardır ama zararın neresinden dönülse kârdır. Cüneyt Arkın burada giriyor filme… Tabii ki, Cüneyt Arkın’ın kendisi değil… Onun filmlerde saçının bile dağılmadığını biliyorsunuz; herkesi öldürür ama karşısındakiler ne kadar gaddar ve keskin nişancı olsa da vurulmaz asla (vurulduğunda da ayakta kalır tabii, “mutlu son”a ulaşana dek). Statham da bir ordunun arasına dalar, yakar yıkar, öldürür ve sıyrık bile almadan sıyrılır oradan. Yeni sinema anlayışının gereği uzaklara gider, çünkü film tutarsa devamı çekilecektir muhakkak.

Şiddet şiddeti doğurur

CIA, FBI, Devlet Başkanı ve onu koruyanların katil ruhlu güvenlikçileri (burada yoktu, ama MOSSAD, KGB de dâhil edilebilir hiç kaygılanmadan) insanların arasındalarmış, hiç günahsız insanlar da ölecekmiş, her yer darmadağın olacakmış diye düşünmeden sürekli silahlarını ateşler ve birbiri ardına mermi yakarlar (siz bir merminin ne kadara mal olduğunu biliyor musunuz? Neyse, Türkiye’ye girmeyelim şimdi.)

İşin içinde devlet ve onun gizli açık örgütleri varsa orada ne huzur olur ne de şiddet tükenir. Anladınız siz, siber dolandırıcılar da, onlarla mücadele eden polis ve diğer gizli örgütler de devletle iç içedir. Aksiyondan hoşlananlar, verilmek istenen mesajdan kendilerine bir ders çıkarmayı sevenler çok beğenecektir Arıcı: Ölüm Kovanı (The Beekeeper) filmini

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(11 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kendi Gücüne Güven: Onat Kutlar Belgeseli

Üç kişi bir araya gelmiş, kendi güçleriyle, harçlıklarını bir araya getirerek bir dergi çıkarmışlar: a. Yarım yüzyıldan önce çıkan bu dergi öyle bir devrim yaratmış ki, adı hâlâ unutulmamış, hatta devamı da (yeni a) gelmiş. Onlardan biri Onat Kutlar. Hem edebiyatçıların hem sinemacıların hem de muhaliflerin Onat Abi’si…

Onat Kutlar, bir yıla yakın bir süre Paris’e gitmiş, orada sinemanın gücünü görmüş, olanaklarını keşfetmiş. Yine üç kişiyle Sinematek’i kurmuşlar. Öyle bir rüzgâr estirmiş ki Sinematek, Yeşilçam’ı da ayaklandırmış, yeni ve toplumsal gerçekçi filmler yapılmaya başlanmış. Tabii ki, sinemanın özünde var toplumu etkilemek, tek etken Sinematek olamaz, ama Sinematek’in etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Sonra… sonra dergiler, paneller, açık oturumlar, konferanslar, festivaller gelmiş. Bugün, sinemamızın gücünü ve tanınırlığını o örgütlülükte aramak gerek; ama önce Onat Abi’nin yılmaz ve üşenmez kararlılığında ve gücünde tabii.

Bölünmek her zaman kötü olmaz

Tek hücreler bölünerek çoğalır ve bedeni, canlıyı oluşturur; buna da bağlı olarak bölünmek her zaman uzak tutulması gereken bir şey değildir. Yabancı filmlerin yeterince salon bulamadığı, siyasal iktidarların sansür kılıcını sürekli tepesinde sallandırdığı sinema, Sinematek’in izleyicinin de haklı katılımıyla birçok sorunu aşmış. Arkasından devletin de gücüyle (Sinema TV Enstitüsü ve Türk Film Arşivi) Yeşilçam yeni bir adım atmış. Tabana yayılan bu tartışmalarla büyüyen yeni durum sinemamızı bugünkü düzeyine çıkartmış.

Gelişen sinemamızın yaşadığı sorunları; siyasetçilerce gündeme yeniden ge(tiri)len “uhuletle ve suhuletle” tartışması ve çözüm bulması bir gelişimin nasıl olacağının da göstergesi aynı zamanda. O dönemin (gerek teknik gerekse toplumsal ve devlet tarafından çıkarılan) birçok sıkıntısını sadece yürek ve kendi gücüyle aşmayı başaran sinemamızın bilinmeyen kahramanlarının anlatıldığı “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeseli, yeni belgesel, hatta sözlü tarih ve nehir söyleşelere de kapı açacak.

Günümüzle bağlantısı…

Belgeselin özel gösteriminden çıkınca diğer izleyicilerle konuştuk ayaküstü. Onat Abi ve arkadaşlarının (tabii, Şakir Eczacıbaşı, Ömer Pekmez, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Vecdi Sayar ve diğerlerini de anmalıyım kuşkusuz) yaptığı bu “devrim”in… (sahi, bir devrim bu yapılan, sinemamızda yeni kapıların açılması, yeni güçlerin, yeni bakışların gelmesi ve önünde yolların açılması) günümüzün sanatsal ve kültürel hatta sosyal ve siyasal hayatında da kapı(lar) aralamasını diliyoruz. Neden böylesine geniş bir alanda önemli bu belgesel? Çünkü gerek Onat Kutlar ve arkadaşlarının oluşturduğu Sinematek’in gerekse karşısına devlet eliyle çıkarılan Türk Film Arşivi’nin (bu arada hemen belirtmeliyim ki, Türk Film Arşivi, topun geri tepmesi gibi devlet eliyle kurulmuş olsa da sinemanın ve sanatın yanında, sansürün karşısında artık) alabildiğine olgun ve yararlı tartışmalarını izleyip örnek almalıyız. Mesela egemen erk Anayasa’yı kabul etmiyor, en hafif deyimiyle tebdil, tağyir ve ilga ediyor neredeyse… Hukuk olmazsa ne demokrasi olur ne toplumsal huzur ve barış. Çok kısa bir süre sonra yerel seçimler yapılacak ve daha ilk günden birbirlerine hırçınca saldıran aday ve parti yetkilileri bu belgeselden geleceğimizin yolunun nasıl çizilmesi gerektiğini öğrenebilirler.

Son sözümüz, bu, burada kalmasın yeni belgeseller, yeni filmler çekilsin, yeni kitaplar yazılsın, hepimiz yakın tarihte yaşananların önemini kavrayalım, geleceğimize yol göstersin.

Dijital platform Mubi’de gösterimde…

(10 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sürprizli ve Çok Neşeli: Argylle: Gizli Casus

Film, Yunan adalarından ya da kıyılarından birinde, inanılmaz bir kovalamacayla başlıyor. Bu, Türkiye’de çekilebilir miydi acaba diye düşündürttü beni. Sahi, gerçekten neden bizim kıyılarımızda çekilemez. Çünkü bütün dokuyu yok ettik, bütün güzellikleri betona boğduk. Artık tipik Ege yaşamı yok bizim kıyılarımızda ve doğal olarak da tanıtımını bile yapmakta zorlanıyoruz.

Bir casus filmine böylesi bir hüzünle girince insanın içi acıyor. Ama film o acıyı büyütmeme izin vermiyor. Argylle tipik bir casus, yakışıklı, göz alıcı, görünümüyle de giyimiyle de fark ettiriyor. James Bond’dan bu yana hemen bütün casuslar böylesi ayrıksı; hemen tanınabilecek denli çarpıcı.

Ama Argylle’den önce o karakteri yazan/yaratan yazar filmin ana kahramanı… Romanın yazarı, Elly Conway takma adıyla, hem nasıl yazdığını anlatıyor (epey güzel ipucu var, casus romanı hem de kendisi de bir casus olarak yer alıyor. Tabii ki bir casus filminin gizemli, kaçma kovalamalı, şiddet sahneleriyle, bol ölümle dolu olması beklenir, ama bu kez film, Jason Fuchs’un senaryosuyla Matthew Vaughn’in yönetiminde daha bir rahat izlenir ve daha bir gerginlikten uzak olarak yansıyor beyazperdeye.

Hemen bütün casus filmlerinin vazgeçilmez trükleri var filmde, sürprizler yer alıyor; bu umulmadık ya da öngörülmedik bir şey değil. En büyük özelliği, Argylle’in yakın (hep biri vardır yanında bu tür karakterlerin ve onu kurtarır her türlü tehlikeden) çalışma arkadaşı dışında, yazarla birlikte olayları yaşayan/yaşatan bir başka “yakın çalışma arkadaşı” olması ve tabii, o da olmadık zamanlarda olmadık tehlikelerden koruyor yazar casusu.24

Filmdeki bir diğer “yakın çalışma arkadaşı”nı, sırt çantasında taşınan ve tüm filmde yazar casusun yanından hiç ayrılmayan, kediyi unutmamak gerekir. O da “yakın çalışma arkadaşı” niteliğini yerine getiriyor.

“Küstah mizah” diye bir tanım çarptı gözüme bu filmle ilgili… Sahi, bu filmin mizahı küstah mı acaba? Bana öyle gelmedi. Bu soğuk kış günlerinde izleyicinin içini ısıtan, ışıltılı, renkli ve alabildiğine neşeli bir film olduğunu düşünüyorum.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(01 Şubat 2024)

korkutakin@gmail.com

Geçmiş ile Yüzleşmek

Bağımsız auteur sinemacı Todd Haynes’in geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘May December’ özgün adını aralarında büyük yaş farkı olan çiftlere yakıştırılmış tabirden alıyor. Bizde ‘Bir Skandalın Peşinde’ adıyla gösteriliyor yapım, çünkü 90’lı yılların başlarında yaşanmış sansasyonel gerçek bir hikaye söz konusu. 1992 yılında 34 yaşında olan Mary Kay Letournaeu’nun henüz 12 yaşındaki ortaokul öğrencisi Vili Fualaau ile ilişkisi bir dönem ortalığı ayağa kaldırmış, ikilinin gönül bağı kadın öğretmen tecavüz suçu ile hüküm giydikten sonra da sürmüş. Çiftin ilk çocukları cezaevinde dünyaya gelmiş, Letourneau’nun hapisten salıverildiği 2004 yılında evlenmiş ve 2 çocuk sahibi daha olmuşlar.

Filmin Sammy Burch tarafından kaleme alınan senaryosu şok edici magazinel vakaya sadık kalmakla birlikte ana karakterlerin adları değişmiş. 2015 yılında 50’li yaşlarının sonlarındaki Gracie (Julianne Moore) 30’lu yaşlarını süren Joe (Charles Melton) ile Savannah, Georgia ‘daki evlerinde liseyi bitirmek üzere olan çocukları ile birlikte görünürde sakin ve huzurlu bir yaşam sürdürmektedir. Magazin basınını yıllarca meşgul etmiş (ve bu sayede onlara para da kazandırmış) öykülerinden yola çıkacak bağımsız bir yapımın kadın oyuncusu ile görüşmeyi kabul etmişlerdir. Bir TV dizisi ile parlamış Elizabeth Perry (Natalie Portman) ön araştırma yapmak üzere villalarına geldiğinde onu mesafeli bir sevecenlikle karşılar Gracie. Aradan geçen onca yılın sonunda toplum tarafından görünüşte belli ölçüde kabullenilmiştir evlilikleri. Lakin villanın kapısına düzenli olarak bırakılan hayvan pisliği muhteviyatlı paketlerle tepkilerini sürdürenler de vardır ve hep olacaktır. Bu koşullar altında aşk hikâyelerinin daha anlamlı bir biçimde dile gelmesi arzusuyla Gracie’nin Elizabeth ile yakınlaşmasına tanık oluruz. Elizabeth’in çiftin geçmişine yönelik araştırması ailenin derinliklerine doğru bir yolculuğa dönüşmekte gecikmez. Geçmiş Elisabeth’in varlığıyla birlikte gün yüzüne çıkarken sorgulanan aile dinamiği çözülmeye başlar. Elisabeth’in etkisi altında Gracie ve ailesi unutulmaya yüz tutmuş duyguları, hayalleri ve yaşanamamışlıkları ile yüzleşme fırsatı bulacaklardır.

‘May December’ şaşırtıcı, tuhaf, zaman zaman komik ve kimi yabancı eleştirmenlerin yerinde saptaması ile ‘camp’ özellikleri yanında dokunaklı bir trajedi ve keder barındırıyor. Film bir yandan Gracie’nin hayatı dilediği gibi yaşamayı seçmiş, Edith Piafvari ‘başına gelen hiçbir şeyden pişmanlık duymayan’ tavrının altındaki hüznünü ve çocuk yaşta kabullendiği tutku ve bağlılık girdabında büyüyememiş hep çocuk kalmış genç adamın geçmiş ile hesaplaşmasını soluk soluğa sergiliyor. Öte yandan Elizabeth karakteri ile ihtiraslı bir aktrisin mesleğinde yükselme arzusuyla çevresindeki insanların duyguları ve özlemleri ile nasıl ustaca oynadığını gözler önüne seriyor.

Genel geçer ahlâk kurallarına çarparak yara alan aşkların usta sinemacısı Haynes duyguların ve zaptedilemez tutkuların filmini çekerken, hikâyenin sansasyonel özüne yakışır sinsice patlamaya hazır, tecavüzkâr bir ses bandı tercih etmiş. Joseph Losey’in Harold Pinter’ın senaryosundan çektiği 1971 yapımı L. P. Hartley uyarlaması ünlü klasiği ‘Arabulucu / The Go-Between’in Michel Legrand tarafından bestelenmiş benzersiz temasını aynen kullanmış. Gracie ile Elizabeth’in yakınlaşması ve aynalar önünde masklarının benzeşmeye başladığı sahnelerde ‘Persona’ tadını duyumsamaktan kendimizi alamıyoruz. Amerikalı yönetmen daha önce 2 kez çalıştığı Moore (‘Safe’ ve ‘Cennetten Uzakta / Far From Heaven’) ile Portman’dan nefis oyunlar alırken ‘Riverdale’ dizisiyle parlayan Melton ilk önemli sinema deneyiminde yıldız oyunculuğa adım atıyor.

(08 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Görünüşte Aşk Ya Da Daha Fazlası: Narsistle Aşk

Bir film, izlerken eğer, görüntüye, ışığa, oyuncuya takılmıyorsanız o zaman sinemadır. Bu saptama, sinemanın belki de en birincil göstergesidir. Valerie Donzelli, Éric Reinhardt’ın romanını alabildiğine başarılı ve izleyiciyi sarsacak denli iyi uyarlamış. Filmin temel mesajı: “Yaşam, sizin bekledikleriniz değil size sunulandır.”

Eğlenmeye giden ikiz kardeşin biri, çocukluğundan bile anımsayamadığı bir gençle karşılaşır. Sevimli görünen ve alabildiğine nezaketle yaklaşan yakışıklı bu gençle aralarında bir çekim oluşur. O çekimin aşka dönüşmesi hızlı olacaktır ve evlenirler.

Ondan sonra…

Eskilerin bir deyişi var, bağışlayın, “Tapuyu aldın mı, her şey mubah” derler. Erkek de evlendikten sonra eteğindeki taşlar dökmek, kıskançlığını göstermek, yaşamı işkenceye çevirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, çocuklarını da o işkenceye alet ederek…

Bizim ülkemizde pek görülmeyen, ama olması gerektiği herkes tarafından dile getirilen psikolojik desteğin Fransa’da verilmesi önemli. Çıkışı bir başkasında bulmayı kararlaştıran genç kadın belki de daha büyük bir sorunun doğmasına yol açıyor. Yine bizim ülkemizde, “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımıyla katledilen kadınların sonuna benzemiyor oradaki kadınların yaşadıkları. Kendini beğenmiş koca, her şeyin kendi istediği gibi olmasını (filmin adı da narsist zaten) bekliyor ve göremediğinde tepki gösteriyor, şiddete varacak denli acımasızca.

Kadınların kendi yaşamlarını kendilerinin kurmaları, erkeklerin ‘benim dediğim olacak’ tavrını bırakmaları, iki tarafında alabildiğine haklı ve güçlü olduğunu kabûl etmeleri gerekiyor. Kadınların “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” sloganında kendisini bulan o güç, bu filmin özünü oluşturuyor. Eşine baskıcı davranan erkeklerin, ama önce görücü usulüyle evlenen kadınların da hak ve özgürlüklerinin olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

Kadınların, sadece bizde değil, tüm dünyada haykırdıkları “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganı hayata geçsin artık.

12 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(08 Ocak 2025)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bizim Ülkemizde Değilse de…: Atan Kazanır

Tam zamanı… Futbol oynayan, izleyen, takım çalıştıran ya da takımın malzemecisi bile olsa futbolla ilgilenen herkesi az ya da çok ilgilendiren bir film. Aslına bakarsanız çok, hatta çoktan da çok ilgilendirmesi gerekiyor, bana göre. Peki, neden tam zamanı dedim başta. Çünkü daha dün, Cumhuriyetin 100. yılı nedeniyle yapılması planlanan, lig şampiyonu Galatasaray ile Kupa Şampiyonu Fenerbahçe arasında yapılacak Süper Kupa maçı oynanamadı. Bunun türlü nedenleri var ileri sürülen. Bizi ilgilendiren o maçın neden, nasıl oynanmadığı aslında. Ve cevabı “Atan Kazanır” veriyor.

Futbol her zaman futbol değildir…

Aslına bakarsanız, işin içine para girdiğinden bu yana, başta siyasi kaygılar olmak üzere çok bilinen, klişeleşmiş bu tanım kullanılıyor. Birileri, tuttuğu takım küme düşmesin diye siyasi ve silahlı gücünü kullanır, birileri parayla takım satın alır, rüşvet verir, birileri hakem yumruklar, birileri sporcuların otelleri önünde davul çaldırarak uyutmaz, birileri derin devletin karanlık isimlerini öne çıkararak göz korkutmaya çalışır… saymakla bitmez. Terle sırılsıklam ıslatılan formalar maçın ardından, daha kurumadan masa başında puanlar alınır verilir, birileri para kazanır, birileri üzüntüsünden kalp krizi geçirir, birileri intihar eder. Olan futbolcuya ama en çok da futbolu seven seyirciye olur.

Takım tutmak yaşamaktır…

Bizim ülkemizde, gönül verilen renkler, her ne olursa olsun ölesiye savunulur, sonunda dayak da olsa… Seyircilerin birbirine girmesi, taşlı sopalı, bazen silahlı ölümlere varan kavgalarının nedeni de budur. Al bayrağa sahip çıkmazlar da takımlarının bayrağına laf söyletmezler; egemen erk de öyle…

Sokak aralarında oynanan futbolun en değerli sözü, “5’te haftaym, 10’da biter”se de “atan kazanır” da unutulmamalıdır. Son sözü atan söyler çünkü.

Pasifik Adalarından Amerikan Samoası, futbolun sadece keyif için oynandığı, bütün oyuncuların, hatta federasyonun bile amatör olduğu bir ülke… Tabii ki, bütün dünyada olduğu gibi Amerikan Samoası’nda da toplumun her kesimi tarafından beğeniyle izlenen, gündem oluşturan (kesinlikle bizim ülkemizdeki kadar değil) bir spor futbol…

2001’de Avusturalya’ya 31-0 yenilince, dünyanın en kötü takımı olarak gösterilen Amerikan Samoası Futbol Federasyonu, yabancı bir teknik direktör getirir. Gelen çalıştırıcı, çok da başarılı olmayan, artık kenara çekilmesinin zamanı geldiğine inanılan biridir. O da zaten “tatil” niyetine gelmiştir… Futbolcuları balıkçı, garson, bakkal veya tarım çalışanı olan takımda bir de fa’fafine (üçüncü cins, trans olmak yolunda) vardır. Kimsenin umurunda bile olmayan bu durum, tabii ki teknik direktör için alabildiğine önemlidir. Federasyonun tek talebi vardır: Bir gol atın yeter!

Motivasyon önemli…

Başından sonuna kahkaha atarak izleyebileceğiniz film, bir yandan da önemli bir mesaj veriyor. Bir yandan bizdeki takım tutma alışkanlığının ne denli yersiz ve anlamsız olduğunu düşüneceksiniz. Futbol federasyonlarının amaç ve beklentileriyle takımların nasıl çalıştığının da çatışması üzerine gerçekten keyifli bir sinema şöleni izleyeceksiniz. Sinemanın bir eğlence olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir (mi, bilmiyorum).

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Açık Yaralar Hep Kanar…: Kör Noktada

Gün herkes için aynı başlar mı, bilemem, ama herkes aynı değilse de benzer kaygılarla çıkar evinden… hele de bizim ülkemizde. Bir Bakan, istifa gerekçesi olarak “at izi it izine karıştı” demişti. Onun ekonomi ve siyaset bağlamında söylediği, aslında yaşamın her anında, her alanında geçerli.

12 Eylül’le birlikte bir devlet terörü yaşanıyor; herkes biliyor ama kimse sahiplenmiyor ve üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Derin devlet denilen, netice itibarıyla, toplumsal muhalefeti yasa dışı bastırmaya çalışan, insanlara korku salan bu yapılanma bilinse de hiç bu kadar açık ve net ele alınmamıştı.

Ayşe Polat, “Kör Noktada”ya, Cumartesi Anneleri (artık Cumartesi İnsanları) ile başlıyor. Bir belgesel yapımı için kente gelen Alman bir ekip, bir avukatla röportaj yapmak ister, ama o siyah araçtaki “derin devlet” hep peşlerindedir. Hatice Ana, “siyah toros”larla kaçırılan ve kaybedilen oğlu için çok sevdiği çorbayı köylüye dağıtıyor sürekli. Anne yüreği bu, umudu hiç üzmüyor, bilse bile, farkında olsa bile oğlunun -en azından kemiklerini- mezarı olmasını diliyor. Büyük bir travma ve bunu sadece o anne değil, ülkenin büyük bir kısmında çok sayıda insan yaşıyor. Tabii, o “derin devlet” annelerin çocuklarının akıbetini merak etmesini bile istemediğinden ya yerlerde sürüklediği yaşlı insanları gözaltına alarak ya da Galatasaray Meydanındaki 50. yıl heykelini tutuklamak(!!!) pahasına yasaklıyor buluşmalarını.

Üç bölümde üç ayrı…

Ayşe Polat, kendi yazdığı senaryosunu üç ayrı çerçeveden, üç ayrı görsel dille ve üç ayrı cinayetle aktarıyor izleyiciye. Birinci bölümde, gözaltında kaybolan oğlunu arayan anne ve onlara destek olan bir avukat öyküsü belgesel bir dille veriliyor. Avukatın çok şey bildiği açık, derin devletin oradaki uzantıları, işin ucunda kendileri olduğunu biliyor ve fırsatı hiç kaçırmıyor. Tabii, avukat da kaçırılıyor ve işkence görüyor.

İkinci bölümde derin devlet ekibinin yaptıklarını, yaşadıklarını izliyoruz. Bu kez daha yakından ve işin içine gizem, merak ve gerilim de katılıyor. Derin devletin tetikçilerinden biri olmasına rağmen evli ve bir çocuk babası olan adam öne çıkıyor. Küçük kız, bazı şeylerin farkında, ama ne anlamlandırabiliyor ne de dillendirebiliyor. Bir şeyler oluyor olmasına da ne! Derin devletin o tetikçi ekibi sadece insan peşinde, insan avcısı aslında. Ama kendilerini de unutmamaları gerekiyor. En küçük bir falsoda (konuşmalarda geçen bir gergin cümle, birbirlerini itham etmeleri vb.) ortadan kaldırılacaklarını bilmeseler de farkındalar. Ekip arkadaşlarının evine, her yere, mutfaktan yatak odasına, salondan banyoya, girişten balkona hem de üçer beşer gizli kamera yerleştirip takibi gece gündüz sürdürüyorlar. Burada, izleyici olarak aklıma onların nasıl bir halet-i ruhiye içerisinde, nasıl bir depresyonda yaşadıklarını, gerginliklerinin temelinde arkadaşına bile güvenmeme yaşamalarına karşın birbirlerinin yüzlerine gülme sahtekârlığı geliyor. Film, bunu küçük kızın gözünden veriyor. Yazık değil mi bu insanlara?

Üçüncü bölüm, tam da Fransız Devriminin sonu(nda devrim kendi çocuklarını yedi, denir ya…) gibi “birbirlerini yiyorlar”; ama önce kendi kafalarını…

Bir ülke gerçeği aslında anlatılan. Belki bugün büyük şehirlerde birçok insanın unuttuğu, birçok insana unutturulan bir gerçek bu durum. Ama bu, hep var, hep yaşıyor ve hep güzellikler, yaşam sevinçleri yok ediliyor. Tabii, bunlarla birlikte ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal bunalımlar artıyor.

Oyuncular alabildiğine doğal, alabildiğine güçlü bir oyunculuk sergiliyor filmde. Özellikle küçük kız (yönetmenin, küçük oyuncunun üzerinde özellikle durması çok doğru, çünkü az buz bir travma değil bu) çok başarılı. Tüm oyuncular, çekilen filmin hedefini, amacını, niye yapıldığını çok iyi kavramış ve ellerinden geleni yapmış. Buna da bağlı olarak, hiçbirinin adını bile geçirmedim; onlar hepimiziz aslında, siz de olabilirs(d)iniz, bir tanıdığınız, komşunuz, çocuklarınız da… En tam da o nedenle, yönetmen, filmin yorumunu izleyiciye bırakmış.

05 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(01.01.2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com