Kategori arşivi: Yazılar

Hayatı Savunmak Gerekir: Resmi Sırlar

Etik değerler belirleyicidir yaşamımızda. Her ne olursa olsun tutarlı, kararlı ve dürüst olursanız dik durabilirsiniz, koşullara eğilmezsiniz.

Dünya, son yıllarda iyiden iyiye savaşla birlikte dönüyor boşlukta. Öyle ki yeni bir paylaşım savaşı eşiğinde olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Politikacılar kendi çıkarları doğrultusunda birçok karar alabilir ve uygulayabilir, ama bu kararlar halkın çıkarına ve barışçıl olmayabilir. Birilerinin çıkıp “kral çıplak” demesi gerekir…

Bıçak sırtı durum…

Katherina Gun (Keira Knightley), İngiliz istihbarat teşkilatında çalışan bir “casus”tur, vatan hainliğiyle suçlanacağını bilerek, içinin sesini dinler ve yüksek gizlilikteki bir yazışmayı basına sızdırır. Şimdi, Katherina hain midir, vatansever mi?

Evlidir, eşi göçmendir ve her hafta polise imza atmak zorundadır, kendisinin kefil olması nedeniyle… Ancak tüm bunlar onun vicdani sesini dinlemesine engel olmaz ve açıkça söyler: “Ben sızdırdım”.

Gerçekten gerçek…

Irak Savaşı sırasında yaşanan gerçek bir olayı, olağanüstü güçlü ve hiçbir hileye başvurmadan senaryolaştıranlar arasında olan ve o senaryoyu gerçekten abartıya kaçmadan, dozu kıvamında perdeye aktaran yönetmen Gavin Hood hepimize bir anlamda yeni bir pencere açıyor. Özellikle de basının tek yanlı olduğu, gerçekleri gizlemeleri için baskıların yapıldığı tam da şu günlerde…

Bizdeki MİT tırları olayını çağrıştırdı bana bu film. Öyle ya, apaçık bilinen, politikacıların yalanlarıyla gizlenmeye çalışılan bu tür durumlarda kararlı olmak, dik durmak her şeyden önce bir insan olma durumudur.

Zor bir durum…

Yaşanan zor durumun farkında olan genç ajan, sınır dışı edilmesine ramak kalmış eşi, gerçek bilgileri yayımlamaktan kaçınan gazete(ci)ler ve daha birçok ayrıntı… Filmde rol alan oyuncular da konunun önemini ve özelliğini kavramış başarıyla canlandırıyor karakterleri… Yönetmen zaten sakin ve abartıya kaçmayan rejisiyle izleyiciyi çekiyor kendisine… Senaryo gerçekten heyecanlı, merak uyandırıyor… Kısaca, filmin temposunun düşmesine izin vermiyor tüm ekip.

Biz izleyiciye kalansa, 20 yıl kadar önce yaşanan bu olayı hatırlarken ülkemizde de benzer durumlar olursa nasıl tavır takınılması gerektiğini kararlaştırmak.

Resmi Sırlar (Official Secrets)
Yönetmen Gavin Hood
Oyuncular Keira Knightley, Ralph Fiennes, Matt Smith (IV), Adam Bakri, Matthew Goode, Rhys Ivans, Indira Varma, Myanna Muring…
03 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(02 Ocak 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Çok Uzak Fazla Yakın

Eski yıl, tarihe doğru yol alırken genellikle ve çoğunlukla, hatta hemen herkes, en beğendiği filmlerin listelerini düzenler. Biz farklı bir uygulama yaptık; bu filmleri bizlere sevdiren ve fakat vefat ederek aramızdan ayrılan sektör insanlarımızı, Yönetmenlerimizi, Oyuncularımızı, Set Teknisyenlerimizi, Sinema İşletmecilerimizi, Işıkçılarımızı, Kurgucularımızı, Afiş Tasarımcılarımızı… rahmetle yad edelim ve analım dedik. Işıklar içinde uyusunlar.

2019 yılındaki ilk kaybımız Set Amiri Melih Sezgin oldu. Sezgin’i 19 Ocak’ta kaybettik. İkinci kaybımız sinemamızın ünlü komedyen kadınlarından, Domates Güzeli lâkaplı Ayşen Gruda oldu. Ocak ayındaki üçüncü kaybımız, seslendirme sanatçısı Fuat İşhan, Antalya Kurşunlu Kent Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Şubat ayı, sinemamızın Tarık Akan’dan sonraki 2. bebek yüzlü oyuncusu Aytaç Arman’ı aramızdan aldı. Ay başında ebediyete uğurladığımız Turgut Arseven, Yalçın Menteş ve Erdoğan Sıcak sinemamıza oyuncu olarak katkı veren sanatçılardı. 15 Şubat’ta kaybettiğimiz Gülsen Doğancı, Makyaj Sanatçısı olarak tanınmakla beraber Yapımcılık da yaptı. Afiş Tasarımcısı Fuat Şanlı, 16 Şubat’ta aramızdan ayrıldı. Taverna şarkıcısı ve oyuncu Metin Kaya, Oyuncu Necati Er, Film-San Vakfı Genel Sekreteri Gülçin Üçer ve Işık Şefi Cem Kaygusuz, Şubat ayının aramızdan aldığı sevdiklerimiz arasındaydı.

03 Mart’ta vefat eden Işık Şefi Naci Temel, Yukarıdudullu Keyap Camii’inden uğurlandı; Araştırmacı Gazeteci, Yazar, Oyuncu Ertuğrul Akbay, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Oyuncu Levent Beceren ve İdari Yapımcı Zafer Çika aynı gün, 12 Mart’ta vefat ettiler. Keza Oyuncu Ümit Yesin ve Yapımcı, Yönetmen Sami Güçlü de aynı tarihte, 19 Mart’ta aramızdan ayrıldılar. Nuri Bilge Ceylan filmlerinin Kurgucusu olarak tanınan Ayhan Ergürsel çok genç yaşta, 50’li yaşlarda kalp kriz ile hayattan ayrıldı.

Nisan ayında Yönetmen, Oyuncu Yakup Sancı, 04 Nisan 2019; Gazeteci, Oyuncu Aykut Işıklar, 09 Nisan 2019; Yönetmen, Yapımcı Hüseyin Karakaş ve Yapımcı Erhan Erzurumlu, 11 Nisan 2019; tek filmle beyazperdeye Oyuncu olarak gelen, magazin basınının gözdesi Ertekin Dinçay, 15 Nisan 2019; sevilen Halk Müziği Sanatçısı ve Oyuncu Dilber Ay, 29 Nisan 2019 tarihinde bu dünyaya veda ettiler.

11 Mayıs’ta Oyuncu Adem Yavuz Özata, Habipler Yayla Mezarlığı’nda; 22 Mayıs’ta Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yavuz Özkan, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedildi. Sinemamızın neredeyse tüm tarihine vakıf, sevilen duayen Oyuncumuz Eşref Kolçak, 26 Mayıs 2019 tarihinde aramızdan ayrıldı ve Gemlik’te toprağa verildi. 31 Mayıs’ta vefat eden Ayten Kuyululu Ürkmez, Yapımcı, Senarist, Yönetmen ve Oyuncu olarak sinemamıza hizmet verdi.

Haziran ayında aramızdan ayrılan sektör insanlarımız arasında Haktan Pak (Oyuncu), İbrahim Balaban (Ressam, Oyuncu), Ergun_Uçucu (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı), Garip Özdem (Ses Kayıtçısı), Enis Fosforoğlu (Oyuncu) ve Mevlüt Demiryay (Oyuncu) gibi isimler vardı.

Her yıl olduğu gibi en fazla kaybı Temmuz ayında yaşadık. Yusuf Atıcı (Yönetmen, Senarist); Küçük İskender (Şair, Yazar, Oyuncu); Nejat Toksoy (Müzisyen, Oyuncu); Ayşe Çakar (Oyuncu); Parkan Özturan (Oyuncu); Zafer Özden (Sinema Profesörü, Yazar, Çevirmen); Yurdaer Altıntaş (Grafik ve Afiş Tasarımcısı); Ahmet Doğa Kaygısız (Storyboard Emekçisi); Yalçın Gülhan (Oyuncu); Gökhan Pamukçu (Makinist, Sinema Makineleri Uzmanı) ve Haldun Ergüvenç (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı) Temmuz ayında aramızdan ayrılan sektör insanlarımızdı.

Ağustos ayı başında meslektaşımız Sinema Yazarı ve Oyuncu Cüneyt Cebenoyan elim bir trafik kazası ile bizlerden ayrıldı. Oyuncu Cengiz Sezici Adana’da, Senarist – Yazar Umur Bugay, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yapımcı Cumhur Atalay, 06 Ağustos’ta; Şarkıcı, Oyuncu Devran Çağlar, 15 Ağustos’ta; Stüdyo Sahibi Cihan Baydur, 31 Ağustos’ta bu dünyayı terk ettiler.

“Dikkat Kan Aranıyor” filminin unutulmaz Oyuncusu, Çizgi Roman Çizeri Süleyman Turan, 10 Eylül’de vefat ederken; Oyuncu Dincer Sümer, 09 Eylül’de İzmir’de toprağa verilmişti. Oyuncu, Yapımcı Laszlo Rajk, 12 Eylül’de; uzun yıllar büyük bir firmanın Dağıtım Müdürlüğünü yapan Bülent Küçüközcan 24 Eylül’de; Oyuncu Abdi Algül, 01 Ekim’de hayata veda ettiler. 01 Ekim’deki diğer bir kaybımız ise sevilen Oyuncu Tarık Ünlüoğlu oldu. Samsun’lu Sinema İşletmecisi Uğur Cevahir’i 27 Ekim’de; Burdur’lu Yönetmen, Senarist ve Yapımcı Mehmet Şafak’ı 30 Ekim’de rahmetle uğurladık.

04 Kasım’daki kaybımız, Görüntü Yönetmeni Turgay Necipoğlu, Sultangazi Yavuz Sultan Selim Camii’nden kaldırılarak toprağa verildi. Ünlü Yazar, Yönetmen ve Oyuncu Özdemir Nutku, 08 Kasım’da İzmir Karşıyaka Doğançay Mezarlığı’nda; efsane Oyuncu, unutulmaz Tiyatro Duayeni Yıldız Kenter, 17 Kasım’da Aşiyan Mezarlığı’nda ebedi istirahatgâhına tevdi edildi.

Yılın son ayı Aralık’ta ise yine çok acı yaşadık. Stüdyo Sahibi Barış Ören’i Zincirlikuyu’da toprağa verirken; Gazeteci, Yönetmen Salim Başol Özyayla, 04 Aralık’ta Çanakkale Kangırlı Köyü’nde defnedildi. Oyuncu Hale Akınlı, 13 Aralık 2019 tarihinde Topkapı Çamlık Mezarlığı’nda ebediyete intikal ederken, sinemamızın öncü kısa çizgi filmi “Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü?” adlı kısa filmin yaratıcısı Tonguç Yaşar, 16 Aralık 2019 tarihinde Florya Basınköy Camii’nde aramızdan ayrılarak toprağa verildi. Anadolu’nun efsane ve duayen Sinema İşletmecisi, Eskişehirli Ethem Arda büyüğümüz 17 Aralık 2019 tarihinde bu dünyaya veda etti. Sinemaseverler olarak Ethem abimizi hiç unutmayacağız. Ünlü yönetmenimiz Tunç Başaran; Adana’lı Oyuncu Ercan Kont; Oyuncu Ahmet Fadıl Güç ve “Babamın Sesi” filminin Oyuncusu olarak tanına Base Doğan, 2019 yılı Aralık ayının aramızdan aldığı sevdiklerimiz oldu.

2019 yılında kaybettiğimiz tüm sektör insanlarımıza tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar dileriz.

(01 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kaybettiklerimiz 2019

Melih Sezgin (19 Ocak 2019), Set Amiri (Hasdal)
Ayşen Gruda (23 Ocak 2019), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Fuat İşhan (25 Ocak 2019), Seslendirme Sanatçısı (Antalya Kurşunlu Kent Mezarlığı)
Turgut Arseven (01 Şubat 2019), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Yalçın Menteş (07 Şubat 2019), Oyuncu (Pendik Yeni Şeyhli Mezarlığı)
Erdoğan Sıcak (12 Şubat 2019), Oyuncu
Gülsen Doğancı (15 Şubat 2019), Yapımcı, Makyaj Sanatçısı
Fuat Şanlı (16 Şubat 2019), Afiş Tasarımcısı
Metin Kaya (16 Şubat 2019), Taverna Şarkıcısı, Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Necati Er (20 Şubat 2019), Oyuncu (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Gülçin Üçer (21 Şubat 2019), Film-San Vakfı Genel Sekreteri (Kadıköy Selamiçeşme Camii)
Aytaç Arman (26 Şubat 2019), Oyuncu (Adana Kabasakal Mezarlığı)
Cem Kaygusuz (26 Şubat 2019), Işık Şefi, Ortak Yapımcı (Üsküdar Şakirin Camii)
Naci Temel (03 Mart 2019), Işık Şefi (Yukarıdudullu Keyap Camii)
Ertuğrul Akbay (07 Mart 2019), Araştırmacı Gazeteci, Yazar, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Levent Beceren (12 Mart 2019), Oyuncu
Zafer Çika (12 Mart 2019), İdari Yapımcı (Alsancak Hocazade Camii)
Ümit Yesin (19 Mart 2019), Oyuncu (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Sami Güçlü (19 Mart 2019), Yönetmen, yapımcı (Kadıköy Sahrayıcedid Camii)
Ayhan Ergürsel (29 Mart 2019), Kurgucu (Şişli Merkez Camii)
Yakup Sancı (04 Nisan 2019), Yönetmen, Oyuncu
Aykut Işıklar (09 Nisan 2019), Gazeteci, Oyuncu (Küçükyalı Mezarlığı)
Hüseyin Karakaş (11 Nisan 2019), Yönetmen, Yapımcı (Kanlıca Abdülvehhab Evvap Camii)
Erhan Erzurumlu (11 Nisan 2019), Yapımcı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ertekin Dinçay (15 Nisan 2019), Oyuncu
Dilber Ay (29 Nisan 2019), Halk Müziği Sanatçısı, Oyuncu (Düzce Şehir Mezarlığı)
Nurettin Kaygısız (01 Mayıs 2019), Oyuncu (Eskişehir Fatih Camii, Asri Mezarlık)
Adem Yavuz Özata (11 Mayıs 2019), Oyuncu (Habipler Yayla Mezarlığı)
Yavuz Özkan (22 Mayıs 2019), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Eşref Kolçak (26 Mayıs 2019), Oyuncu, (Gemlik)
Ayten Kuyululu Ürkmez (31 Mayıs 2019), Yapımcı, Senarist, Yönetmen, Oyuncu
Haktan Pak (07 Haziran 2019), Oyuncu (İzmir Karabağlar Paşaköprü Mezarlığı)
İbrahim Balaban (09 Haziran 2019), Ressam, Oyuncu (Bursa, Osmangazi, Seçköy)
Ergun_Uçucu (14 Haziran 2019) Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Garip Özdem (21 Haziran 2019), Ses Kayıt (Berlin)
Enis Fosforoğlu (22 Haziran 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Mevlüt Demiryay (25 Haziran 2019), Oyuncu (Niğde Ulukışla Mezarlığı)
Yusuf Atıcı (02 Temmuz 2019), Yönetmen, Senarist (Yalova)
Küçük İskender (03 Temmuz 2019), Şair, Yazar, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Nejat Toksoy (09 Temmuz 2019), Müzisyen, Oyuncu
Ayşe Çakar (10 Temmuz 2019), Oyuncu
Parkan Özturan (14 Temmuz 2019), Oyuncu (Maltepe Merkez Camii)
Zafer Özden (15 Temmuz 2019), Sinema Profesörü, Yazar, Çevirmen
Yurdaer Altıntaş (24 Temmuz 2019), Grafik ve Afiş Tasarımcısı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ahmet Doğa Kaygısız (26 Temmuz 2019) Storyboard Emekçisi, (Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi Camii)
Yalçın Gülhan (27 Temmuz 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Gökhan Pamukçu (29 Temmuz 2019), Makinist, Sinema Makineleri Uzmanı (Ayazağa Mezarlığı)
Haldun Ergüvenç (30 Temmuz 2019), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Topkapı Kozlu Mezarlığı)
Cüneyt Cebenoyan (03 Ağustos 2019), Sinema Yazarı, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cengiz Sezici (03 Ağustos 2019), Oyuncu (Adana)
Umur Bugay (06 Ağustos 2019), Senarist, Yazar (Karacaahmet Mezarlığı)
Cumhur Atalay (06 Ağustos 2019), Yapımcı
Devran Çağlar (15 Ağustos 2019), Şarkıcı, Oyuncu
Cihan Baydur (31 Ağustos 2019), Stüdyo Sahibi (Muğla Kurşunlu Camii)
Dinçer Sümer (09 Eylül 2019), Oyuncu
Süleyman Turan (10 Eylül 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Laszlo Rajk (12 Eylül 2019), Oyuncu, Yapımcı
Bülent Küçüközcan (24 Eylül 2019), Dağıtım Müdürü (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Abdi Algül (01 Ekim 2019), Oyuncu
Tarık Ünlüoğlu (01 Ekim 2019), Oyuncu
Uğur Cevahir (27 Ekim 2019), Sinema işletmecisi, (Samsun)
Mehmet Şafak Türkel (30 Ekim 2019), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Burdur)
Turgay Necipoğlu (04 Kasım 2019), Görüntü Yönetmeni (Sultangazi Yavuz Sultan Selim Camii)
Özdemir Nutku (08 Kasım 2019), Yazar, Yönetmen, Oyuncu (İzmir Karşıyaka Doğançay Mezarlığı)
Yıldız Kenter (17 Kasım 2019), Oyuncu, (Aşiyan Mezarlığı)
Barış Ören (01 Aralık 2019), Stüdyo Sahibi (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Salim Başol Özyayla (04 Aralık 2019), Gazeteci, Yönetmen (Çanakkale Kangırlı Köyü)
Hale Akınlı (13 Aralık 2019), Oyuncu (Topkapı Çamlık Mezarlığı)
Tonguç Yaşar (16 Aralık 2019), Çizgi Film Yönetmeni (Florya Basınköy Camii)
Ethem Arda (17 Aralık 2019), Sinema İşletmecisi (Eskişehir Üç Şerefeli Camii)
Tunç Başaran (17 Aralık 2019), Yönetmen (Üsküdar Şakirin Camii)
Ercan Kont (22 Aralık 2019), Oyuncu (Adana Kabasakal Mezarlığı)
Ahmet Fadıl Güç (23 Aralık 2019), Oyuncu
Base Doğan (29 Aralık 2019), Oyuncu

Costa Gavras ve Politik Gerilim Sineması

Geçen hafta, ön sözünü kaleme alma onuruna eriştiğim, kaçırılmaması gereken bir kitap yayınlandı. Sinema ve politika ilişkisine kafa yoran okuyucunun ilgisini bekleyen, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan eser, İpek Elif Atayman imzasını taşıyor. Bu yazıda, kaleme aldığım sunuşun bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim:

Siyasal Sinemanın Gelişimi

60’lar, bir örneğine Sessiz Sinema’nın olgunluk döneminde rastlayabileceğimiz yeni bir kültürel dışavurumun en kitlesel araçlarından biri olarak yansıdı Yedinci Sanat’a… Avangartların, dışavurumcuların, devrim sinemasının sihirli dokunuşlarına benzer biçimde, Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü 50’li yılların krizde olan Hollywood’undan bağımsız olarak gelişen bu dönem, pek çok deneysel ve yürekli sinemacıyı bizlere tanıttı.

Yeni Dalga’nın bohem eleştirmenlerinin filmleri, en çok da biçimsel duruşlarıyla bambaşka bir çağın kapısına dayanmışlardı. Antonioni’nin orta / üst sınıfın riyakârlığını teşhir eden ünlü üçlemesi, sinemasal anlatımın yeni olanaklarına işaret ediyordu. Satyajit Ray’in Yeni Gerçekçilik’ten aldığı ilham, Üçüncü Dünya’ya umut aşılıyordu. Bu, Ritwik Ghatak’tan Glauber Rocha’ya, Solanas’tan Yılmaz Güney’e açılan bir kapıydı aynı zamanda. Halkaya eklemlenen ve entelektüel çevreleri çokça etkileyen Godard’ın “merdiven altı” üretimleri ve İngiliz Özgür Sineması’na paralel biçimde, temelleri 60 ortalarında atılan ve doruk noktasına John Schlesinger’ın “Geceyarısı Kovboyu” ile ulaşan Hollywood yapımları da bu gelişmelerden bağımsız düşünülemezdi. Beyazperde, kısa bir süreliğine de olsa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” ve başka türlü bir şeyin varlığına inanan kuşaklarındı artık!

Brecht’in İzinde

Bütün bu tarihsel birikimin ardından gündeme gelen Costa Gavras sineması, 70’li yıllarda birkaç nedenden dolayı “politik film” geleneğinin önemli bir parçasına dönüştü. “Ölümsüz”den “İtiraf”a, “Sıkıyönetim”den “Kayıp”a, “Müzik Kutusu”ndan “Amen”e uzanan bir çizgide seyreden bu filmler, bir yandan ana akım sinema formlarıyla uyum içinde görünürken, diğer taraftan da Batı anlatı geleneğinde var olan “rahatlatıcı” etkiyi bozma, seyirciye çığırından çıkmış bir dünyada yaşadığını hatırlatma gibi önemli bir işlev üstlendiler. Popüler anlatımın bütün araçlarıyla popüler olmayan bir sinemanın sınırlarını yokladığı da öne sürülebilecek Costa Gavras sineması, tam da Brecht’in işaret ettiği gibi, “hayatı olmasa da, onu değiştirmeye soyunanları değiştirmeyi hedefleyen” bir yaklaşımın izlerini taşıdı.

Veysel Hoca’ya Selam!

Daha bağımsız bir çizgide ilerleyen filmlerden, Hollywood yıllarında, Sidney Lumet – Arthur Penn ekolünün devamı olarak ele alınabilecek eserlerine dek, ele aldığı konuları “olmayan ülke” imgesi eşliğinde değerlendiren yönetmen, benzer filmlerde görülen iktidarlara has güç ve tahakküm uygulamalarının bireylere indirgenmesi sığlığına pek düşmemiştir. Sistemin fizikileştiği yeri; fiziki şiddeti, ideolojik aygıtlar eliyle yalan üretimini betimlediği filmlerinde, öldürücü darbeyi indiren bireyi devlet mekanizmasından ayrı düşünmemiştir. Bu durum onu, Hollywood’un 60’lardaki radikal yönetmenlerinden ve on yıl sonrasının, kulaklarımıza “devletin ne derece güçlü olduğunu” fısıldayan paranoya sinemacılarından daha doğru bir noktada durduğunu kanıtlar niteliktedir. Veysel Atayman’ın, Modern Zamanlar Dergisi’nin “Politik Sinema” sayısında işaret ettiği gibi, “Gavras, reel politikanın ihtiyaçlarının hizmetçileri, uygulayıcıları olan ve olmamaya direnen ‘kişilikler’ üzerinden politik angajmanlı ve gerilimli trajikomik ürünler vermiştir. Onun kişileri, Horkheimer’in, Fromm’un ya da Adorno’nun tanımlamaya çalıştıkları ‘otoritaryen kişiliğe’ eklemlenebilecek bir cevap gibidir. Burada bir parantez de açmak gerekir. Sistemin uygulayıcıları ile buna direnenleri karşı karşıya Costa Gavras’ın, bireyi, politik ekonominin bağlamı içinde görmesi” son derece anlamlıdır.

Gerçek Bir Kaynak Eser

Ortalığın “tarihin sonu” tezleriyle iyice bulanık hale getirildiği, yeni dönemin “popüler” ya da “sanatsal” sinemasının sisteme yedeklenmeyi şiar edindiği bir ortamda, “politik sinema” ve Gavras’ın üretimlerini yeniden tartışmaya açma fikrini heyecan verici bulduğumu belirtmeliyim. Yönetmenin, tahmin edilebilir koşullarda, filmlerin, sistemin ekonomik araçlarının doğrudan ya da dolaylı desteğiyle gerçekleşmek zorunda olduğu gerçeği bir yana, dağıtım ağının ve pazar ekonomisinin içinde hareket etmesine karşın elde ettiği sonucun irdelenmesi, günümüz sinemacıları açısından elzem görünüyor. Özellikle de sınırları önceden belirlenmiş bir dünyada, sistemle ne derece barışık olduğu tartışmalı, etik bir tavra sahip üretimlerden söz ediyorsak…

Birçoğumuz gibi duayenimiz, sinema ve felsefe yazınımızın önemli kalemi Veysel Atayman’dan aldığı ilhamla yola çıkan İpek Elif’in, bir önsözün sınırları içinde kısaca özetlemeye çalıştığımız nedenlerden dolayı, alanında referans olacak bir esere imza attığını söyleyebiliriz. Costa Gavras merkezli çalışmasına, çok doğru bir kararla “sinema” ve “politika” kavramlarını tartışmaya açarak başlayan yazarın, özellikle politik film türünü tanımlama çabalarını masaya yatırmasının son derece anlamlı olduğunu ve bu yaklaşımının sinema yazınımız açısından da büyük bir zenginliğe işaret ettiğini vurgulayalım. Benzer biçimde, politik filmin tarihine ilişkin tezlerin, Yeni Gerçekçilik’ten Ken Loach’a uzanan bir çizgide ve akıcı bir üslupla özetlenmesinin, eserin temel bir kaynak olma özelliğini güçlendirdiğinin de altını çizelim.

“Politik filmler değil, politik yöntemlerle filmler yapmalıyız” diyen Godard’ı ve Cinema Novo’yu “halkının sefaletinin farkına varması yolunda bir evrim” olarak nitelendiren Glauber Rocha’yı akıldan çıkarmadan, tüm olumsuz koşullara karşın yeni bir sinemanın mümkün olduğuna inançla, sevgili İpek Elif’i kutluyorum.

(23 Aralık 2019)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Alev Alev Bir Aşkın Hikâyesi

‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi / Portrait de la Jeune Fille en Feu’ sinemada yapılmış en etkileyici aşk filmlerinden biri. Üstelik yalnızca derin bir tutkunun öyküsü olarak kalmayıp, özgürlük ve kadın hakları manifestosuna dönüşen eşsiz bir görsel deneyim.

17. yüzyılın son yarısında geçiyor hikâye. Mütevazi atölyesinde çalışmalarını sürdüren ressam Marianne, genç öğrencilerinin bulup ortaya çıkardığı etekleri alev almış bir kadını betimleyen tablosunun öyküsünü öğrenmek istediklerinde, onlara resmin tutkulu serüvenini anlatmaya başlıyor. Ölmüş ablasının yerine Milanolu bir soyluyla evlenmek üzere manastırdan yeni çıkmış Héloïse’in portresi sipariş edilmiştir ona. Ancak Marianne bu portreyi, modelinden habersiz çizmelidir. Zira, tanımadığı bir erkekle evlenme fikrini reddeden genç kızın, damat adayına gönderilecek olan düğün resmi için modellik etmeye hiç niyeti yoktur.

Hüzünlü ve mutsuzdur Héloïse. Daha adil ve özgür olarak yorumladığı manastırdaki hayatından, hiç tanımadığı bir erkeğin evine yollanmak üzere çekip alınmıştır. Ona yazdığı son mektuptan anladığımız üzere, kendisine biçilmiş kadere isyan ederek intihar eden ablasının dramı öfkesini büyütmüştür. Çetin bir deniz yolculuğundan sonra Britanya kıyılarına yakın bir adadaki malikaneye ulaşan Marianne’ı zorlu bir görev beklemektedir. Önce bir refakatçi olarak karşısına çıkar genç kızın. Onun bakışlarını, davranışlarını gözlemleyerek, zihninde biriktirdikleriyle portresini tasarlamaya koyulur. Bu beklenmedik buluşma, sessizce başlayan bu karşılıklı alışveriş iki kadının arasında bir yakınlaşmanın tohumlarını atacaktır.

Kırklı yaşlarının başındaki kadın yönetmen Céline Sciamma imzalı yapıt hakkında bu kısa girişin filmi anlatmakta çok yetersiz kaldığını belirtmek isterim. Son derece ekonomik, mükemmel kaleme alınmış ve Cannes Film Festivali’nden ödüllü senaryosundan söz edelim önce. Kendi deyişiyle, ‘bildik erkek bakışının ötesinde’, geleneksele her adımda yüz çeviren bir aşk hikâyesi anlatıyor Fransız sinemacı. İki kadının birlikteliği ve karşılıklı çekimlerinde, sınıf farklılığı, itaat ya da şehvet değil ön plana olan. Sanatsal duyarlık ve çok daha önemlisi, özgürlük tutkusu üzerinden gelişiyor aşk. Resmi çizilerek bir erkeğe pazarlanma fikrine isyan ediyor Héloïse. Onun özgürlük arayışıyla empati kuruyor Marianne. Öyle ya, sırf kadın olduğu için dönemin diğer kadın ressamları gibi onun da önü kesilmemiş midir. Babasının ticaret işini devam ettirerek ve evlenmeyi reddederek hükümran erkek dünyasında ayakta kalmayı seçişi Héloïse’i heyecanlandırmaya yetmiştir. Ancak o dönem için imkansız bir aşktır bu. Bunu onlar gibi bizler de çok iyi biliriz. Ancak, Romantik Çağ’ın şafağında, dalgalarla dövülen kıyılarda, sarp yamaçlarda yaratılmış bu küçücük özgür evrende, kısa bir süre için de olsa alev alev bir sevda yaşanır. Orpheus ile Euridice’nin mitolojik aşkına benzer bir biçimde, sonsuza dek genç ve diri hatırası kalır gönüllerde.

Sciamma’nın mum ışığıyla aydınlanan bir dünyanın dinginliğinde anlattığı ve erkek karakterlere bilinçli olarak yer vermediği hikâyesinde, bakışlar ve renkler ön plandadır. Yüzyıllar boyu gözardı edilen kadın ressamların tablolarına dönüşen, Claire Mathon imzalı planlarla büyüleniriz. Ve müzik bu derin tutkuyu sarıp sarmalar. Finaldeki üç dakikalık unutulmaz plan sekansa eşlik eden Vivaldi ‘Mevsimler’in fırtına bölümü bu büyük sevdanın ezgisi haline dönüşür.

Oya gibi işlenmiş her sahnesinin bir tabloya dönüştüğü eşsiz bir başyapıt ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’. İmkansız olanın bu benzersiz şiirini mutlaka sinemada izleyin. İmkanınız varsa Kadıköy Sineması’nın geniş perdesi ve kusursuz projeksiyonunu deneyimleyin.

(23 Aralık 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Tanrıların Oyunlarını Yeniden Kurgulayalım: Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi

Edebiyatın en güzel yanı hayal kurdurmasıdır. Hayal kurmak insanı hem geleceğe taşır hem de çalışmalarını geliştirir. Eskiden “icat mı çıkarıyorsun” diye karşı çıkılan hemen her duygu ve/veya düş, artık destekleniyor.

Tarihin başlangıcından beri bunun böyle geldiğini mitolojik öykülerden biliyoruz. Hemen her şeyi mitolojik öykülerde ve onların kahramanlarında görüyoruz. Özellikle filmlerde mitolojik kahramanların etkileri yadsınamaz ölçüde… hepsi de o güzelliği taşıyor bizlere…

Var mısınız, yeni bir oyuna?

Gelin mitolojik öyküleri yeniden yazalım. Her ne kadar barışçılmış gibi gözükse de savaşla dolu mitolojik öyküleri değiştirmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Bunun çeşitli adımlarını okuduk, izledik (Necla Akdeniz’in Kaotika romanı bu anlamda gerçekten yeni bir soluk getiriyor, okumanızı öneririm). Şimdi yeni bir şey söylemek lazım. Bu yeniliği filmlerde de görüyoruz, ama bir farkla: Barışı isteyen, savunan ve/veya koruyan bir düş(ünce) yok, hâlâ.

Uzayın derinliklerinde, ama uzay çağına uymayan teknolojiyle ama görselliğin doruğa çıktığı, görsel efektlerin insanı çepeçevre sarıp düşünmesini engellediği filmlerden biri bu hafta gösterime giriyor: Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi.

Star Wars dizisi, hepimizin, özellikle de gençlerin en iyi bildiği filmlerden… Çocuklar da çok iyi biliyor, çünkü ışın kılıcı modası hiç geçmedi. Bu kez, aynı öykünün, aynı duygunun devamını yaşananların aynısını izliyoruz yeni bir solukla. Sürükleyici olmasına sürükleyici, etkileyici olmasına da etkileyici… ama akılda kalıcı değil. Muhakkak ki gişesi güçlü olacaktır, çok izlenecektir hem bizde hem dünyada, dolayısıyla da devamı gelecektir, çünkü ucu açık bırakılmış öykünün. Sahi, bu tür öyküler hiç bitmez, devam eder… o devam ettikçe ömrü yetenler izler.

Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi (Star Wars: The Rise of Skywalker)
Yönetmen J. J. Abrams
Oyuncular Carrie Fisher, Mark Hamill, Adam Driver, Daisy Ridley, John Boyega, Oscar Isaac, Anthony Daniels, Naomi Ackie…
20 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(20 Aralık 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Benim Suçum Değil, Nerede Olduğum Ya Da Nasıl Giyindiğim: Skandal

Dünyaca ünlü bir televizyon kanalında CEO’nun kadın sunucu, yapımcı ve yorumcuyu taciziyle patlayan olay doğaldır ki sinemanın ilgisini çekti. Jay Roach’un, Charles Randolph’un gerçeğe dayalı senaryosundan çektiği, başından sonuna gerçekten çok dinamik, çok etkileyici, merak uyandıran, merak ettiren ve sorular sorduran “Bombshell” (Skandal) filmi dünya sinemalarıyla aynı günde Türkiye’de de gösterime giriyor.

Televizyonun bir eğlence ve görüntü aracı olduğunu belirten, Fox News’ün ünlü CEO’su Roger Ailes işe aldığı her kadın çalışanı taciz etmekle yetinmeyip işe kısa etekle gelmelerini zorunlu tutuyor, hatta rejiye karışıp geniş açılarda kadınların bacaklarının görünmesini istiyor (doğrusu, sağlıyor da bunu). Ancak üç kadın bu aşağılanmayı, tacizi, küçük düşürülmeyi sindiremeyip haklarını arıyorlar. Sunucu Megyn Kelly’i Charlize Theron, yorumcu Gretchen Carlson’u Nicole Kidman, yapımcı Kayla Pospisil’i Margot Robbie canlandırıyor. Her üç güzel kadın da bu biyografik yapımda başarılı bir performans sergiliyor.

Filmi izlerken son günlerde gündemde olan Las Tesis ile danslarıyla ünlü şarkıları “Benim suçum değil, nerede olduğum ya da nasıl giyindiğim. Tecavüzcü sendin. Tecavüzcü sensin.” geliyor akla. Ve tabii, Türkiye’de bu tür itirazların ve tepkilerin ne zaman başlayacağı…

Skandal (Bombshell)
Yönetmen Jay Roach
Oyuncular Charlize Theron, Nicole Kidman, Margot Robbie…
20 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(19 Aralık 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Savaş Hiç Sona Ermiyor

Leningrad, yıl 1945. Savaş yeni sona ermiş, ancak dünya tarihinin belki de en yıpratıcı kuşatmasından yeni kurtulmuş yıkık dökük kentin halkı, hem fiziksel, hem de akıl sağlığı açısından büyük bir çöküntü içindedir. Savaştan dönmüş ancak çoğu çeşitli uzuvlarını kaybetmiş askerlerle dolu bir hastanede hemşire olarak hizmet vermektedir Iya Sergueeva. Savaş sırasında cephe gerisinde kader yoldaşlığı yaptığı can dostu Maşa’nın ona emanet ettiği küçük oğlu Vanya, yaralı askerlerin eğlence ve umut kaynağı olmuştur. Hayata tutunmaya çalışan Iya ile Maşa, küçük çocuğun ani kaybının ardından yeniden ayağa kalmayı deneyeceklerdir. Maşa’nın cephede geçirdiği bir operasyon sonucu rahmi alınmıştır. İya çocuk sahibi olacak, onu büyütecekler ve varoluşlarını anlamlandırma savaşını vereceklerdir birlikte.

Uzun boylu olacaktır doğmasını arzu ettikleri çocuk, çünkü Iya, ‘fasulye sırığı’ lâkabıyla çağrılan upuzun boylu bir kadındır. Sinemalarımızda gösterimi devam eden ‘Uzun Kız / Dylda’ adını buradan alır. Dünya prömiyerini yaptığı bu yılın Cannes Film Festivali’nde, sinema eleştirmenlerince ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünün en iyi filmi seçilen Rus yapımı film, yine eleştirmenlerce en iyi yönetmen olarak belirlenen gencecik bir sinemacının, Kantemir Balagov’un ikinci uzun metrajı. 28 yaşındaki yönetmeni, iki yıl öncesinde çektiği ve bizde Boğaziçi Film Festivali’nde gösterilmiş olan ilk çalışması ‘Yakınlık / Tesnota’nın ardından takibe almıştık. Yaşayan Rus sinema ustalarından Aleksandr Sokurov’un öğrencisi olan Balagov Kuzey Kafkasyalı, özerk Kabardey Cumhuriyeti kökenli. Nitekim ‘Yakınlık’, Kabardeylerin başkenti olan ve sinemacının doğup büyüdüğü Nalçik kentinde yaşayan farklı etnik gruplar arasındaki sevgi nefret ilişkisi üzerine kurulu çok sağlam bir ilk filmdir.

Balagov’un yeni filmi izleyiciyi İkinci Dünya Savaşı yıllarına götürüyor olsa da, Balagov’un bir söyleşisinde altını çizdiği gibi savaşın korkunç yıkım ve sefaleti bugün de dünyanın birçok yerinde insanoğlunu tehdit etmeyi sürdürmektedir. Daha ilk filminden sinema dünyasını heyecanlandırmış olan genç yönetmen, son Dünya Savaşı’nın yeni sorma ermiş olduğu bir zaman diliminde, savaşın fiziksel ve ruhsal yıkımlarını değme ustalara taş çıkartırcasına resmediyor. Kuşatma sonrası Leningrad’ında yoksulluk ve açlık öylesine had safhadadır ki, yaralı askerlerin Vanya’dan köpek havlama sesi çıkarmasını istediklerinde, küçük çocuk ne yapacağını bilemez. Kısacık hayatında hiç köpek görmemiştir, sokak köpekleri aç insanların besin kaynağına dönüşmüştür çünkü. İşte böyle travmatik bir ortamda, savaşın galibi bir ulusun bireyleri olmalarına rağmen yoksunluk ve çaresizlikleriyle hayata tutunmaya çalışan insanların hikayesini anlatıyor Balagov.

Çatışmaya ilişkin tek bir görüntü yok filminde. Kızıl kahramanların gösterişli kahramanlık öykülerine de yer vermiyor. Ne pahasına olursa olsun ayakta durmaya, iyileşmeye çabalayan iki yaralı kadının serüvenini unutulmaz plan-sekanlar eşliğinde anlatıyor. Perdeyi yeşile kırmızıya boyayarak umudu ayakta tutmaya çalışıyor. Öyle ya, yeni doğacak bir çocuğu birlikte büyütecek bu kadınlar. Uzun boylu olacak o çocuk, onları iyileştirecek, ruhlarındaki anlamsızlığı giderecek. Birlikte sinemaya gidecekler, bahar yine gelecek.

‘Uzun Kız’ yılın en iyi filmlerinden biri. Az sayıda sinemada gösteriliyor. İzlemeye çalışın.

(15 Aralık 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

25. Gezici Festival Başladı

Ankara Sinema Derneği’nin T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği 25. Gezici Festival, 29 Kasım Cuma günü başladı. Seyirciler tüm gösterimlere yoğun bir ilgi gösterdi. Gösterimler sonrasında gerçekleştirilen söyleşilerde Küçük Şeyler filminin yönetmeni Kıvanç Sezer, oyuncuları Alican Yücesoy, Başak Özcan, kurgucu Selda Taşkın ve Terazi Filmleri seçkisini hazırlayan yazar Fatih Özgüven sinemaseverlerle buluştu.

25. Gezici Festival Başladı yazısına devam et

Küçük Joe: GDO Dediğiniz Bizim Ölümümüzdür…

Kapitalizm, daha çok kâr, daha çok kâr için daha çok sömürü sistemidir. Önüne ne gelirse onu, insanı da çiçeği de sömürür, hem de posasını çıkarasıya…

Bilimkurgu filmlerde; yok ülkelerde, yok bilim insanları olası işlerle yeni uygulamalarla uğraşırlarken gösterilir. Kimi zaman -sonuç itibarıyla- barışçı gibi görünseler de bizlerin kuyusunu kazarlar.

Küçük Joe da onlardan biri… Küçük Joe, bir çiçek, kültür bir çiçek, yani üretilmiş. Onu üreten kadın, oğlunun adını vermiş çiçeğe. Çiçek, kokusuyla insanlara mutluluk verecek, ama kendi kendine üreyemeyecek, kısır bir çiçek olacak.

Hani bize mutluluk verecekti? Kendi geleceğini belirleyemeyen bir çiçek niye ve nasıl mutluluk versin kendini üretenlere? O laboratuvar ve/veya hepsinin patronu o çiçeği daha çok satmak için kısır ürettiriyor. Şimdi sorarım size, bizim ülkemizde “hibrit” denilen tahıl ve bitki tohumlarından ne farkı var? Yok! Hiçbir farkı yok.

Genetiğiyle Değiştirilmiş Organizmalar

Mısırın içine timsah organizması eklediğinizde raf ömrünü uzatıyorsunuz, domatese kaplan organizması yükleyince nakliyede bozulma riski en aza iniyor. Buğdayın da, pirincin de… aklınıza gelen her meyve ve sebzenin genetiğiyle böyle oynayınca ne tat kaldı ne de sağlık… Şimdi kimse o ürünleri almıyor, almak istemiyor…

Küçük Joe da benzer bir genetiği değiştirilmiş organizma… Ancak daha gelişkin olduğu için bir adım ileri gidebiliyor ve kendisini hayatta tutacak şeyler yapabilme becerisini geliştiriyor. Filmin sonunda bir de sürpriz var.

Sinema her ne kadar eğlendirme aracıysa da bilgilendirmekten de geri kalmıyor. Bilgilendirirken eğitiyor, eğitirken bilinçlendiriyor, bilinçlendirirken güçlendiriyor, güçlendirirken çözüm yolu için zorluyor da… Küçük Joe, bunların tümünü bir arada verebilen bir film. Sakin ve rahat bir anlatımı var. Zorlamıyor seyirciyi… Ama daha izlerken başlıyor soru işaretleri insanın kafasında kasap çengeli misali büyümeye, büyüyüp Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya… Bugün dünyamız küresel iklim değişikliği sorunuyla yüz yüze. Giderek kuraklık, kıtlık baş gösterecek. Bir çözüm bulmak gerek. Ancak kapitalizm sadece para kazanmak amaçlı çözüm (!!!) gösterir, gerçek çözüme ulaşmayı engelleyerek.

Küçük Joe
Yönetmen Jessica Hausner
Oyuncular Emily Beecham, Ben Whishaw, Kerry Fox…
27 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Göç Mevsimi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Ayniyle şöyle oldu: 3-4 gün önce “Müslüm”ün önümüzdeki haftalarda tekrar vizyona gireceğini duydum. Sonra yapımcısına ödül verildiği haberi geldi. Peşinden, yılın en çok iş yapan ve sevilen filmi “Müslüm”ün başrol oyuncusu Timuçin Esen dururken, yılın pek az iş yapan ve rağbet görmeyen “Can Feda” filminin oyuncusu Burak Özçivit’e neden Yılın En İyi Erkek Oyuncusu ödülü verildiği sitemi “Müslüm” yapımcısından- geldi. Dünkü günde de Muhterem Nur’un yapımcıyı mahkemeye verdiği haberini duyduk. Bütün bunların hepsi, öyle veya böyle “Müslüm”ün yeniden gösterimine reklam desteği yapıyor kanaatindeyim netekim. Alın işte bugün de Sadi Bey böyle bir paylaşım yapıyor. Ki kendisi “Müslüm” filmini çok sevmiştir ve bir türlü ısınamadığı Timuçin Esen’e bu filmdeki başarılı rolü nedeniyle fevkalade ısınmıştır. (12 Ocak 2019)

Bu fotoğrafları dün şehrin muhtelif yerlerindeki panolardan aldım. Ortama not düşeyim: “Ünlü filmleri çağrıştıran sanatsal etkinlikler furyası mı başlıyor nedir? (Lars Von Trier “Dogville” / Mustafa Altıoklar “İstanbul Kanatlarımın Altında” / Steve Spielberg “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar – Close Encounters of the Third Kind”) (04 Şubat 2019)

İmla işaretlerinden . kardeşimiz beyanatta bulunmuş, şöyle diyor: “Son zamanlarda beni bol miktarda, ulu orta, cümle içlerinde ‘noktasında’, cümle sonlarında ‘nokta’ şeklinde kelime olarak kullanmaya başladınız. Hasta etmeyin adamı, beni doğal şeklimde . veya , kardeşimle birlikte ; veya üst üste : veya üçümüz bir arada … veya sıralı olarak …….. kullanın. Veya bol bol kitap okuyun kelime haznenizi zenginleştirin.” (Bu paylaşımın ilhamını bir belediye başkanı adayının konuşmasından aldım.) (06 Şubat 2019)

Havalar biraz soğumaya başlamasın, bütün hava durum tahmincileri hemen “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası” haberleri yağdırmaya başlar. Bendeniz de bir Balkan kökenli olarak -elimde değil- yurda zarar veriyormuşum gibi bir tedirginlik duyarım. Bu gelen dalganın gittiği haberlerini hiç duymayız. Allah rızası için arada sırada “Artvin üzerinden giden soğuk hava dalgası” veya “Hakkari üzerinden yurdu terk eden serin hava dalgası” gibi haberler de yapın yahu. (07 Şubat 2019)

Öngörüde bulunayım, dediydi dersiniz: Bu rant meselesi o kadar çığırından çıktı ki, yakın gelecekte büyükşehirlerin ana cadde ve bulvarları üzerlerine de bina yapacaklar. Ve caddeler bu binaların içinden geçiyor olacak. Kim ne derse desin, neticede parayı veren düdüğü çalıyor. (14 Şubat 2019)

Söylemek istediğimizi konuya uygun ifade etmeliyiz. Mizahi misalen, “TV.lerdeki yemek programları kabak tadı verdi” demek doğru değil, çünkü kabak da bir yiyecek. “TV.lerdeki yemek programları bıktırdı” veya “…programlarından gına geldi.” şeklinde ifade etmeli, mizahi misalen. (14 Şubat 2019)

TV.de sinema filmi gösterilirken muhterem RTÜK sigara dumanını, rakı kadehini flulaştırmayı uygun görüyor fakat spor skiperinin maç özetini verirken bangır bangır “Top çaldı, top çalmayı becerdi…” gibi ifadelerle çalmanın iyi bir şey olduğu algısını yayıp durmasına ses çıkarmıyor. (16 Şubat 2019)

Sinemada mısır sorunu çözüldü derken, “Organize İşler: Sazan Sarmalı”nın sinema gösterimini tamamlamadan Netflix’te gösterilmesi konuşulmaya başlandı. Bu hengamede bazı sinema zincirlerinde başlayan hediye bilet uygulaması dikkatten kaçmamalı. Bir zamanlar dağıtım şirketleri salonlara rastgele eleman gönderip seyirci sayısını saydırır, salonların eksik sayı göstermelerinin önüne geçmeye çalışırdı. Bu uygulama devam ediyor mu bilmiyorum. Son zamanlarda birkaç yerde rastladığım hediye bilet uygulaması üzerine kötü kötü düşünmeye başladım. Sinema zinciri sahibi olsam ve gidip bir market zinciriyle anlaşsam: “Size 10.000 adet hediye bilet vereyim, siz de bana 10 ton mısır verin” desem; bu 10.000 biletin dağıtımcı payını şak diye cebime atsam nasıl olur? (Burada bahsi geçen zincirlerin gerçek hayattaki zincirlerle bir ilgisi yoktur. Mesela.) (16 Şubat 2019)

Şimdiden haber vereyim; yakın gelecekte sinema sektörünü yeni bir kriz bekliyor. 17 Mayıs’ta vizyona girecek “Hababam Sınıfı Yeniden” filminden sonra eski Hababam Sınıfı’nın memlekette dolaşmadık yer bırakmayan sevimli oyuncuları “Gerçek Hababam biziz” diye kazan kaldırabilirler. Yeni Hababam oyuncularını bugün, 17 Şubat’ta, tam 3 ay önceden uyarmış olayım. Denkinizi ayak alın, pardon ayağınızı denk alın. (17 Şubat 2019)

Kimin dediğini hatırlayamadım ama söyleyen ne güzel söylemiş: “Bed asla necabet mi verir hiç üniforma; zerduz palan ursan eşek yine eşektir.” Nişantaşı City’s Sineması’nda “Göç Mevsimi”ni izlemek için yukarıya çıkacağız, köşedeki girişte 3-4 kişi asansör bekliyoruz. Tam boş asansör kabini indiği anda, dışarıdan gelen 2 çok şık bayan, bekleyen bizleri dikkate almadan asansöre daldı. Biraz durdum, söylemesem olmayacak, “Demek ki asansör sırası yokmuş.” diye mırıldandım. Tebessüm ederek karşılık verdiler. “Buna da şükür.” dedim içimden. Kafama çanta da patlatabilirlerdi. (23 Şubat 2019)

Seyretmeden hiçbir filme ön yargı ile yaklaşmamak lâzım. Olumsuz kanaatle gittiğim basın gösteriminden sonra ilk defa bir Şafak Sezer filmini sevdim ve beğendim. Bu film iş yapar: “Yalan Dolan”. Ve devamı gelir. (26 Şubat 2019)

“Kel âlâka” tabirinin kuaförlük bilimiyle bir ilgisi var mıdır? (Ahmet bu sorudan muaftır, cevabını bilse de bilmese de bilmiştir gibi işlem yapılacaktır.) (26 Şubat 2019)

(06 Aralık 2019)

Sadi Çilingir

[email protected]

Bizim Film Hangi Kategoride?!

Dünyada kurmaca ve belgesel filmlerin aynı kategoride yarıştığı festivaller var. Evet, milyonlarca para harcanmış kurmaca filmleri geride bırakıp ödülü kucaklayan belgesel filmler de var. Son yıllarda ülkemizde de bazı festivallerde belgesel ve kurmaca filmler bir arada ele alınır oldu. Bu hem festival organizatörleri, hem belgesel sinemacılar, hem o kategoride jüri olanlar açısından hem de seyirci açısından farklı bakış açılarına ve tepkilere yol açtı. Bu durum sinemamızın özellikle de belgesel sinemamızın gelişmesi açısından neler getirir, neler götürür bir tartışma konusu. Belgesel sinemacıların oldukça büyük bir bölümü bu uygulamadan rahatsız. Bu olaya Türkiye gerçeğinden baktığımızda durumu nasıl görünüyor? Pek çok festivale katılmış belgesel sinemacılar, Kısa Filmciler Derneği Başkanı, Belgesel Sinemacılar Birliği Başkanı ve Usta Sinemacı Derviş Zaim’e konuyla ilgili görüşlerini sordum.

Bu arada öyle gözüküyor ki memleketin bütün festivallerinin kendine bir ayna tutması gerekiyor. Sinemanın bütün bileşenleri bir araya gelse bir sempozyum, bir arama konferansı yapsa, bir konsensüse varılsa; ilkeler, kriterler, etik ve estetik değerler bir kez daha güncellense… Aksi halde her festival “Ben yaptım oldu” diyerek devam ediyor sazını çalmaya. Aktörler, aktristler değişiyor ve fakat şikayet edilen pek çok şey değişmiyor ya da değiştirilmiş gibi makyajlanıyor ama o makyaj da akıyor önünde sonunda. Neyse, biz esas konumuza dönelim. Ne diyorduk: “Kurmaca ve belgesel filmlerin festivallerde aynı kategoride yarıştırılması.”

Burcu Esenç / Yönetmen

Semra, sen de çok iyi biliyorsun ki, filmin son karesini bağladığında, bir çocuğun olmuş gibi hissedersin. Elbette çocuğunun eşit koşullarda hayata katılmasını istersin. Bu anlamda belgesel sinemanın, kurmaca filmle yarışmasının bu eşitliği tamamen ortadan kaldırdığını düşünüyorum.

Öncellikle jürilerin sinemanın kuramsal, felsefi ve sinematografik her türlü yetkinliğine sahip isimler olması gerektiğine inanıyorum. Katıldığımız yarışmalarda, usta yönetmenlerden birini jüri olduğunu görmek beni çok mutlu ediyor. Çünkü bir belgesel filmi sadece konusu ve içeriği ile değerlendirmesini doğru bulmuyorum. Sinematografik anlamda da yetkin isimlerin gözetiminde olması gerekiyor. Bu yıl filmimizin çok güzel bir festival yolculuğu oldu. Bu yolculuk esnasında şunu gözlemledim: Belgesel filmlerin kurmaca ile yarışması, belgesellerin izleyici ile buluşma şansını da düşürüyor.

Ayrıca bazı festivallerde, ulusal uzun metrajlı belgesel ile kısa metrajlı belgesellerin aynı kategoride değerlendirilmesinin de belgesel sinemacılar için büyük bir haksızlık olduğuna inanıyorum.

Rena Lusin Bitmez / Yönetmen

Günümüzde kurmacadan farkı olmayan güçlü ve etkileyici belgeseller izliyoruz. Zaman zaman tüm bunların dışına çıkan, anlatımı, bilinen kuralları ve yöntemleri derdest eden her iki türde filmleri ayrı bir yere koyarak söylüyorum. Belgeselin gerçekçiliği ile kurmaca filmin anlatım yöntemleri kaynaştığı durumlarda ve seyirciye hikâye anlatıldığı ya da kurmaca / belgesel melez anlatımın kullanıldığı durumlarda gayet beraber yarışabilir. Yabancı film festivallerinde belgesel ve kurmacanın aynı katagoride yarıştığı festivaller olmasına rağmen ülkemizde kurmaca / belgesel melez anlatımın kullanılarak çekildiği belgesel filmlerin azlığından, içerik farklılığından, yöntem karmaşasından, belgeselin kendi içindeki çeşitlilikten dolayı kesin bir yargı koymadan fikrimce beraber yarıştırılması her iki tarafa haksızlık.

Sidar Serdar Karakaş / Kısa Film Yönetmenleri Derneği Başkanı

Özellikle son 20 yılda belgesel ve kurmaca filmler biçim olarak o kadar birbirinin içine girdi ki, aralarındaki sınırlar belirsizleşti, iki türü ayırt etmek neredeyse imkânsız hale geldi. Bu durum sadece uzun metraj için değil kısa filmler için de geçerli. Cahit Çeçen’in Kahpe Devran’ı (2010), Aydın Apançık’ın Ayaz Vurgunu (2013), Batuhan Kurt’un Kurbağa Avcıları (2018) filmleri, kurmaca tekniklerini kullanan ve benim de çok beğendiğim kısa belgesel filmlere örnek. Öyle ki Kahpe Devran ve Ayaz Vurgunu filmlerinin belgesel mi yoksa kurmaca mı olduğunu ayırt etmek bile çok zor. Ancak bu kadar iç içe geçmiş olmalarına rağmen kurmaca ve belgesel, farklı dinamik ve gramere sahip olan iki tür olmaya devam ediyor. Bu parametre farkı, filmleri değerlendirirken farklı bilgi birikimi, bakış açısı ve uzmanlık gerektirir. Bu nedenle de bırakın birlikte yarışmalarını, dost meclislerinde yaptığımız sinema sohbetlerinde bile aynı kefeye konulmamalıdır.

Ece Cantürk / Yönetmen / Öğretim Görevlisi

Sinema sanatının gelişimi “Belgesel” ve “Kurmaca” olarak iki ana kategoride ilerlemiştir. Belgesel Sinema gerçeklikle ilişkilendirilirken, Kurmaca Sinema ise roman ve tiyatro ile anılmıştır yani genel olarak bir hayal’den yola çıkılmıştır. Kurmaca Sinema’nın mimetik yapısı diğer sanat dallarının etkisiyle de gelişirken, Belgesel Sinema’nın gerçeklik savı ve kurmaca anlatım yöntemleri her ne kadar kaynaşsa da birbirinden ayrılmaktadır.

Festivallerde; özellikle Adana ve Malatya Film Festivalleri’nde aynı kategoride yarışmaları oldukça kafa karıştırıcı. Biz belgesel sinemacıları da bir nevi eksi bir’den yarıştırma olayı gerçekleşmiştir böylece. Yarışma sonrası jüri üyeleriyle bu sorun üzerine konuştuğumuzda, onlar da bize hak vermişler ama sonucu değiştirecek bir yapılanma için de bize ümit vermemişlerdir. Dileriz bu karışıklık bir an önce değerlendirilir ve Antalya Film Festivali’ndeki öze dönüş gibi ayrı kategorilerde adil olarak yarışma imkanı bulabiliriz.

Cantekin Cantez / Yönetmen

Uzun metraj kurmacalar içinde yarışıyor olmak bir yanıyla insanı mutlu ediyor. İyi bir belgesel çekmişsiniz ve birçok uzun metraj kurmacayı geride bırakmışsınız diye düşünüyorsunuz. Ama bir yanıyla da haksızlık duygusu yaratıyor. Bu hem kurmacalara hem de belgesellere haksızlık aslında. En iyi filmi bir belgesele vermeyeceklerini bilmek zor değil. Ayrıca en iyi senaryo, en iyi oyuncu ödüllerinin de belgesele verilemeyeceği aşikâr. Ayrıca kurmacalara rakip olamayacak kadar düşük bütçelerle ve prodüksiyonla çalışıyorsunuz. En azından Türkiye için bu böyle. Sinema salonlarında vizyona çıkma fırsatlarını konuşamıyoruz bile. Zaten belgesellerin yarıştığı 4 – 5 yarışma var Türkiye’de. Hal böyleyken bir de belgesel kategorisini kaldırmak belgesel sinemaya büyük haksızlık. Umarım belgesel ve kurmaca ayrımını gözetmeyen festivaller önümüzdeki yıllarda bu hatayı düzeltilir ve belgesel sinemaya hak ettiği değer verilir.

Alkım Ün / Yönetmen / Yapımcı

İki ayrı türün aynı kategoride yer aldığı bir festivalde kurmaca filmleri değerlendiren jüri aynı anda, değerlendirme kriterlerini değiştirip belgesel filmleri değerlendiremez. Dolayısıyla bir festivalde kurmaca filmler ile belgesel filmler farklı kategorilerde değerlendirilmeli ve jürisi de farklı kişilerden olmalıdır. Mesela, bu uzun metraj film kategorisi diye adlandırılan kategoride neden yetkin belgesel sinemacılar yok? Sadece oyuncu, senarist, sinema yazarı ve kurmaca film yönetmenlerinden oluşuyor bu kategorinin jürisi. Sanki belgesel, kurmacaya geçmek için çekilen bir ön film, bir basamak gibi algılanıyor ve adeta yönlendiriliyor. Hayır efendim benim hedefim belgesel sinema ve belgesel sinema üretmeyi seviyorum, istiyorum. Ulusal uzun metraj belgesel kategorisi adı altında yarıştırılan kurmaca filmler var mı mesela? Bir kurmaca filme “Siz de filminizi ulusal uzun metraj belgesel kategorine gönderebilirsiniz” deniyor mu?

Özgür Özbalık / Yönetmen

Ringde, farklı sıkletteki eldivenlerin boks müsabakasına benzetiyorum belgesel ve kurmaca filmlerin aynı kategoride yarışmasını. Nedense hayatımızın her alanında doğru olmayanı örnek almak gelenek haline geldi ve bu gelenek maalesef son zamanlarda bazı film festivallerimizde de yerini aldı. Gerek yurt içi, gerekse yurtdışında bu uygulanışın emsal alınışını son derece sakıncalı görmekteyim. Zira birbirinden farklı türlerin aynı kefede tartılmasını kesinlikle adil bulmuyorum. Dolayısıyla bu iki farklı türü aynı kulvarda değerlendirmekle esere ve eser sahiplerine haksızlık yapıldığını düşünmekteyim. Son olarak ulusal uzun metraj ön jüri üyeliği yaptığım bir film festivalinde, finale kalacak filmlerin seçkisinde aynı sorunla karşı karşıya kaldım. Takdir edersiniz ki komite tarafından belirlenen bir kota var. Ne mutlu ki düşünsel olarak belgesel ve kurmacanın aynı kategoriye alınmasından herkes mutsuzdu ama durum daha en baştan kabullenilmişti, sadece dile getirildi. Eğer kategoriler farklı olsaydı, daha çok belgesel filmi seyirci ile buluşturacaktık. İçlerinden bazıları da evlerine ödülle dönmüş olacaktı.

Kurtuluş Özgen / Dr. Öğretim Üyesi / Belgesel Sinemacı

Ülkemizde bazı festivallerde belgesel film yarışması kategorisi hiç yok. Bazı festivallerde ise kurmaca filmler için olan yarışmalara eklemlenerek, aynı kategoride yarışmaya katılabiliyor. Oysa belgesel ve kurmaca iki farklı türdür. Ve bu uygulama belgesel sinemacıları mağdur etmektedir.

Belgesel sinema göstermek istediği sorunsalı tarihsel – toplumsal dünyadan alır, bunu çoğunlukla sorunsalın taraflarını yani sosyal aktörleri kameranın önüne koyarak yapar. Belgesel sinema, ele aldığı sorunları çözüm önerilerini de aktararak, kapsamlı bir çerçevede işleyen toplumsal bir sanattır. Belgesel sinema konusunu dolayımsız şekilde perdeye taşır. Olgulara, belgelere ve deneyimdeki gerçekliğe bire bir sadık kalarak tarihsel – toplumsal dünyadaki gerçek hikâyeleri izleyicisiyle paylaşır. Bu özellikleri belgeseli tür olarak kurmaca sinemadan ayırır.

Ülkemizdeki belgesel filmlerin büyük çoğunluğu ya düşük bütçeyle ya da öz kaynaklarla üretilen filmlerdir. Kurmacaya oranla oldukça dar bir ekip, birden fazla iş yaparak, dayanışma içinde çalışır. “Ucuz” teknik malzemeyle yetinme zorunluluğu söz konusudur. Bu bağlamda belgesel sinemanın ekonomisi ve üretim koşulları kurmaca sinemadan oldukça faklıdır. Kurmaca sinemanın “profesyonel” ve “kurumsal” işleyişine karşılık belgesel sinemacılar “amatör” bir ruhla – inatla ve rizomatik akış içinde üretirler. Belgesel sinema “ticari” olmadığı için, belgeseller vizyonda yani sinemalarda gösterim şansı bulamaz. Belgeselciler ve belgeselleri izleyiciyle buluşma imkânına ancak film festivallerinde kavuşurlar. Hem hal böyle iken hem de yazıda değindim farklılıklardan dolayı “görünmeyeni görünür kılan” belgesel sinemayı “görünmez kılmak” çok yanlıştır.

Yasin Ali Türkeri / Belgesel Sinemacılar Birliği Başkanı

Türkiye’de düzenlenen film festivallerindeki ulusal uzun metraj film yarışmalarının tür ayrımı yapılmaksızın giderek tüm sinema eserlerine açık olması önemli bir adım. Böylelikle sinematografik değeri yüksek belgesel filmler de kurmaca türündeki filmlerle birlikte değerlendirilebilir hale geliyor. Ulusal uzun metraj film yarışmalarının yanı sıra belgesel filmler için ayrı bir kategorinin olması bir gereklilik. Yapım ve üretim koşullarıyla diğer sinema türlerinden farklılaşan belgesel filmlere herhangi bir aşamada verilecek destek bu alanın daha da gelişmesi için oldukça elzem.

Derviş Zaim / Yönetmen

Batıda kimi festivallerde belgesel ve kurmaca filmler aynı kategoride yer alabiliyor. Bizde bir adet var; batıda bir şey yapılıyorsa birebir, çabucak burada da aynısını yapmak gibi. Ancak batıda o işin o kıvamı aldığı ana dek hangi tartışmaların yapıldığı, hangi süreçlerin yaşandığını atlayarak bu ithalatı yapıyoruz. Bu alışkanlık da alanda öngörülmeyen sorunlara yol açabiliyor.

Kurmaca ve belgesel filmler aynı kategoride yarışmaya alındığında şöyle sorunlarla karşılaşıyoruz: Öncelikle metodolojik olarak onları nasıl karşılaştıracağız sorununu çözmemiz lazım. Karşımıza bir belgesel ve kurmaca film çıktığında onları makro bakış açısı ile ele almamız mümkün. Değerlendirirken nasıl bir metodolojik sürece sahip olmamız gerektiği ile ilgili bir problemle karşılaşıyoruz. Bunun için elimizde net kıstas olmadığı için böyle konuşuyorum. Mesela, söz gelimi, değerli insanların katıldığı bir jüri tartışmasının deşifresi yayınlansa, bu tip sorunları çözmek için metodoloji oturtma kıstası bakımından elimizde değerli bir ip ucu olabilir belki ama jüri tartışmalarını kamuya açmanın sakıncası malum. O nedenle böylesi değerli bir tartışma yapılacak olsa dahi onu yayınlama fikri bir hayal. Peki bizim daha sağlıklı değerlendirme yapmamızı sağlayacak şeyler neler?

Metodolojik düşünme biçimlerinin gelişmesi gerekir. Yani jürinin metodolojik düşünmeyi bilmesi gerekir. Bu ne demektir: Görsel, bilişsel donanıma sahip olmayı bilmek demektir. Çok temel bazı bilgilerin farkında olmak demektir. Politikaya, sosyolojiye, kültürel çalışmalara, sinema sanatına dair temel ve sistematik bilgiye sahip olmak demektir. Bu da iki makale okumakla, iki film izlemekle, birkaç filmde oynamakla, film yönetmekle, köşe yazısı yazmak, kitap yazmak ile kısa zamanda olacak şey değildir. Yanılmıyorsam yaklaşık on sene sistematik okuma ile olur. Bu tip bir yetişme süreci olmazsa ne olur. Saatler süren tartışmalar, kısır döngüler, patinajlar ve çoğunlukla yanlış ve hakkaniyete dayanmayan kararlar baş gösterir. Peki ne yapmak lazım? Evet, kurmaca ve belgesel filmler belli koşullarda bir araya getirilebilir. Çünkü hayat bize bazen bu ikisi arasında duran melez filmler getirebiliyor. İyi ve enerjisi yüksek filmler olabiliyor bazen bu filmler. O tip filmler ana yarışmaya eklenebilir. Veya tematik bir festival bünyesinde yine her iki tarz bir arada olabilirler. Genel olarak Türkiye için şu an ayrı durmalılar. Daha ilerde ne yapacağımıza, neyin daha sağlıklı ve verimli olabileceğine; ihtiyaçlara ve evrilen koşullar uyarınca karar verilebilir diye düşünüyorum. Bunu söylerken hayatın bizi yanıltma ihtimalini hesaba katarak konuşuyorum. Bir de festival ve jürilerde tek tipleşme tehlikesinden sakınarak bu işi ele almamızı hatırlatmak isterim.

(Bu yazı ilk olarak 04 Aralık 2019 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(05 Aralık 2019)

Semra Güzel Korver

Kader Postası: Müebbet Aşk, Müebbet Mektuplaşma…

Olmayan bir kasabada, olmayan bir hayatın içinde olan, ama gerçekten olan bir kadının hikâyesi “Kader Postası”.

Zeynep için Yusuf, Yusuf için Zeynep çocukluk arkadaşı, aşkı, her şeydir… Bir gün hiç ummadıkları bir şey olur: Büyürler. Dolayısıyla da ayrılırlar. Zaten yönetmenlerin anlatmak istedikleri de o ayrılıkla birlikte kadının öyküsü. Düşlerinde yaşattığı o çocukluk aşkını mektuplarda arayan kadının öyküsü. Kasaba, anne babası, arkadaşları ne kadar karşı çıkarlarla çıksınlar mektuplar belirleyici olacaktır Zeynep’in yaşamını. Elif Akarsu Polat, Çiğdem Bozali birlikte çekmişler bu ilk filmlerini… Hayatın temelinde kadın varsa ve kadınlar olmadığında hayat duruyorsa, Zeynep’te simgeledikleri “kadın”ı gerçekten iyi betimlemişler.

Özenli, titiz…

İnce eleyip sık dokumuşlar senaryolarını yazarken, yazıp silmiş, silip yeniden yazmışlar… çekerken de aynı titizliği göstermişler tabii… Belli ki dayanışma ile çıkmış “Kader Postası”. Zeynep gençken eteği dizlerinin üstündeyken, erişkinliğe erdiğinde dizlerinin altına dek uzamış. Bu, ne kadar karşı çıkarsa çıksın mahalle baskısının galip geldiğinin göstergesi inceden. Öte yandan Zeynep’in büyüdüğünün göstergesi de…

Bir filmde bir meslek erbabı, hele de yanlış yaptığında o meslek büyükleri hemen kamuoyu oluşturmaya kalkışır, öykü de, anlatılan da, çabalar da bir anda o tartışmanın altında ezilir… En tam da bu duyarlılıkla yönetmen iki arkadaş 84 plakalı araçlar sürmüş yollara.

Diğer birkaç özenli detayı merakla ve heyecanla izleyecek olanlara bırakalım.

Soğukkanlı geçiş…

Bu tizliğe Zeynep’in neredeyse iki giysiyle, tek pabuçla filmi bitirmesi yakışmadı, ama nazarlık olsun diyelim… Yeşilçam’da tasarruf öyküleri meşhurdur (Lokantayı kapatan sevgili veya -benim başımdan geçen- ilanı aşk edecektir, tamam lokantayı kapatmıştır, ama masada bir çiçek olsa anın ruhunu çok daha güçlü yansıtmaz mı? Prodüksiyonun buket bile değil, bir dal çiçek almaya parası yoktur).

Bir de öykünün kurgusunda (yine Yeşilçam deyişiyle “soğukkanlı geçiş”le göz ardı edilen) küçük hatalar var, dikkatli izleyicinin yakalayacağı. Yine de tüm bunlar filmin gücünü, değerini düşürmüyor, aksine yükseltiyor. Çünkü önceden tahmin edilebilecekler nedeniyle daha görmeden yorumlama fırsatınız oluyor. Bu da ilginç bir deneyim, bana sorarsanız.

Kim ne derse desin…

Elif Akarsu Polat ile Çiğdem Bozali iyi bir senaryo ve film çıkarmışlar. Sımsıcak duygu yüklü ve rahat izlenen filmin konusu ve akışı dozunda… Ritmini bir tık hızlandırabilselerdi -ki, iyi bir montajcının altın makası bunu başarabilir- çok daha üst düzey film diyebilirdim.

Kader Postası
Yönetmen Elif Akarsu Polat, Çiğdem Bozali
Oyuncular Boncuk Yılmaz, Benian Dönmez, Şahin Ergüney, Tansel Öngel, Görkem Yeltan…
6 Aralık’ tan başlayarak gösterimde…

(04 Aralık 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Kapitalist Düzenin Sözleşmeli Köleleri

Kırklı yaşlarının başlarındaki Ricky, dört kişilik çekirdek ailesinin daha iyi koşullarda yaşaması için çabalamaktadır. Akla ne gelirse her türlü inşaat işini yapmış, mezar bile kazmıştır. Bir ev sahibi olma ve kiradan kurtulma girişimi 2008 mali kriziyle birlikte yitip gitmiştir. Her kış şantiyelerde kıçının donmasından bıkmış, sistemin ona sunduğu ‘kendi işinin patronu ol’ vaadine kapılmıştır. Evlere saat başı giderek yaşlı ve muhtaç insanların bakımını yapan karısını, iş aracı otomobilini satmaya razı ederek bir kamyonet satın alır. ‘Hızlı Kargo’ kuruluşlarından birinin sözleşmeli sürücüsü olarak daha fazla para kazanma ve iki sene içinde başını sokacak bir eve sahip olmanın hayalini gerçekleştirmeye koyulur.

Sosyalizmin yılmaz sözcüsü İngiliz sinemacı Ken Loach’un, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘Üzgünüz, Size Ulaşamadık / Sorry, We Missed You’ işte bu ailenin hikâyesini anlatıyor. Alabildiğine minimal bir estetikle, altı çizilmiş bir gösterişsizlikle. 82 yaşındaki usta yönetmen her zamanki gibi tavizsiz bir anlatım tutturuyor. Geç kapitalizmin sosyal refahın yerlerde süründüğü yeni düzeni içinde ayakta kalmaya çalışan emekçiler, özel şirketlerin -aslında toplumun- kandırmacasının kurbanı oluyor ve iş yükü tümüyle sırtlarına binmiş bir halde sözleşmeli köleler haline geliyorlar.

Nasıl mı oluyor? Şirketlerle sözleşme imzalayan işçiler herhangi bir maaş almıyor, yaptıkları iş üzerinden ücretlendiriliyor. Kesin bir mesai saati yok, her an hazır olmak zorundalar. Filmdeki örnekten yola çıkarsak, Ricky’nin hizmet verdiği ‘hızlı paket teslimi’ firmasında sürücülerin sadece teslimatları değil, her bir hareketi kontrol altında. Yanlarında taşımak zorunda oldukları elektronik tarayıcı, araçlarından iki dakika uzaklaşsalar bip sinyali vermekte. Bırakın yemek yemeyi, en basit ihtiyaçları için bile vakitleri yok. İşemek için yanlarında plastik bir şişe bulundurmaları o yüzden telkin ediliyor onlara. Herhangi bir güvencesi, sendikası olmayan bu işte her türlü risk işçinin omuzuna yüklenmiş. Ricky hastalandığında veya bir kazaya uğradığında yerine yedek bir şoför bulmaya mecbur, yoksa ceza ödemek durumunda kalacaktır. Herhangi bir teslimat gecikirse yahut elektronik tarayıcının başına bir şey gelirse bunun tazminini de yine sürücü karşılayacaktır.

Sabahın erken saatlerinden geç vakitlere kadar ev ev dolaşan, uzak mesafelere gidebilmek için ona kolaylık sağlayan iş aracı elden çıktığı için gün boyu otobüslerde sürünen evin annesi Abbie de kocası gibi pestili çıkmış bir halde geç saatlerde evine dönebilmektedir. Mevcut tempo aile düzenini de sarsacak, yaşadıkları düzene isyan eden ergen oğulları ile sorun yaşayacaklardır. Bu tablo karşısında ‘herşeyin kontrolünden çıktığını’ haykırır Ricky. Giderek sonsuz bir bataklığa saplandığını hissetmektedir. Sistem onları tuzağına düşürmüştür bir kere.

Loach dijital devrim üzerine de önemli şeyler söylüyor filminde. Gelişen teknolojinin çalışan insanı özgürleştireceği düşüncesinin, teknolojinin kullanma biçimiyle nasıl bir zincirli köleliğe evrildiğini gözler önüne seriyor. Evin oğlu Sebastian’ın cep telefonu elinden alındığında çılgına döndüğü sahnede annesinin, ‘onun tüm hayatı telefonu, herşeyi onun içinde’ sözleri ibret verici bir başka gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Cannes’dan Altın Palmiye ödüllü bir önceki Ken Loach filmi ‘Ben Daniel Blake’ gibi Newcastle’da geçiyor hikâye. Sinemacının 1996 yapımı ‘Carla’nın Şarkısı’ndan itibaren sürekli çalıştığı senaryo yazarı Paul Laverty ile bu 13. birlikteliğinde, Kuzey İngiltere’nin bu küçük işçi kenti ülkenin mikrokozmosuna dönüşüyor. Thatcher’dan miras neoliberal uygulamalarla emekçi haklarını tırpanlayan, yoksullara yaşam hakkı tanımayan çağdaş kapitalist düzenin insanı insanlıktan çıkaran tuzaklarına karşı direniyor bir kez daha. Ancak tünelin ucundaki ışık konusunda pek de umutlu olduğu söylenemez. New Castle göğü kadar gri ve pastel renklerin ağır bastığı bir sinematografi tercihi bunu işaret ediyor. Filmin adı çifte anlamlı. Düz anlamıyla, kuryelerin alıcıyı bulamadıklarında kapıya iliştirdikleri not olarak gözükse de, toplumun görmezden gelinen emekçilerine hitaben devlet, düzen, sistem adına onlardan özür diliyor eski tüfek sinemacı. ‘Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ her Ken Loach filmi gibi çok ilgiye değer, saygın bir sinema örneği. Mutlaka izlenmeli.

(02 Aralık 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Balon Pilotları: Gelin Gökyüzünün Sırlarını Keşfedelim

Müthiş bir gerilim, inanılmaz bir mücadele ve daha da önemlisi önyargıların tuzla buz edilmesi…

Einstein, atomu parçalamanın önyargıları parçalamaktan daha kolay olduğunu söylerken, hayatın gerçeklerinden yola çıkmış. Önyargıların yanına bir de art niyetler eklenince birtakım düşünceleri değil uygulamaya çalışmak, dile getirmek bile çok güç. Genç bilim insanı James Glaisher, hava durumunu önceden tahmin etmenin yararlarını anlatmak için çaba harcarken, kurulda bulunan diğerleri küçümserler, çünkü hava durumu tahmini bilimle ilgili değildir. Bu bir önyargıdır ve bu önyargıyı yıkmak için hayatını bile hiçe sayar Glaisher.

Öte yandan balon pilotu olan Amelia Wren, son uçuşu eşinin ölümüyle sonuçlanınca sadece gösteri amaçlı uçmaktadır, ama o son uçuşta neler yaşandığını kimselere anlatamamanın acısını içine gömmüştür.

Bir önyargı da izleyiciden…

Genç bir bilim insanı, genç ve dul ve bir o kadar da güzel, alımlı kadın… bir arada görünce aralarında bir duygusal bağ oluşacağını bekliyoruz ister istemez. Çünkü filmler bize hep onu gösterdi. Bu da bir önyargıydı ve “Balon Pilotları” bunu da kırdı.

İkilinin arasında bir bağ, duygusal bir bağ oluştu ama çok farklıydı. Filmi izleyince siz de kabul edeceksiniz önyargılı olduğunuzu, hatta art niyetli baktığınızı…

Gerilim ve merak…

Atmosferin katmanları arasında yükselirken balon, içindeki ikilinin aklında çok farklı şeyler vardır. İkisinin de beklentisi ve umudu farklıdır. Yönetmen Tom Harper, aksamayan bir ritmle, yükselen bir gerilimi merakla izlettiriyor bize… Deyim yerindeyse nefes bile aldırmadan. Bir yanıyla tarihin derinliklerinde nelerin yaşandığını öğreniyoruz, bir yanıyla insanların ve çevrelerinin beklentilerinin ne denli etkili olduğunu anlıyoruz… Demek ki bir hedef uğruna mücadeleyi hiç bırakmamak gerekiyor.

Küresel iklim değişikliği…

1860’ları… günümüzden 150 yıl önceyi izlerken; filmde gerek çevre düzeni gerekse kostüm açısından aksama olup olmadığını fark edemememin nedeni kendimi içeriğe kaptırmış olmam. Amelia Wren’i canlandıran Felicity Jones gerçekten çok başarılı… Birçok ödülü kazanacağını şimdiden söylemek mümkün. James Glaisher rolündeki Eddie Redmayne’ın da Felicity Jones’ten geri kalır yanı yok.

Küresel iklim değişikliğinin sancılarının iyiden iyiye hayatı etkilediği bu günlerde Balon Pilotları filmi, gerçekten ileriye bakmamız için izlenmesi gerekli bir film.

Balon Pilotları (The Aeronauts)
Yönetmen Tom Harper
Oyuncular Felicity Jones, Eddie Redmayne…
6 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(02 Aralık 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi: Aşk Bağımlılık mıdır…

… bir bakıma evet. Eli elinde olsun istersiniz, gözü üzerinizden ayrılmasın, hep bir arada olsun dersiniz. Kendi düş ve düşüncenize, hayallerinize ne zaman kalır ne fırsat. Sadece o vardır yaşamınızda. En tam da bu nedenle aşk için bağımlılıktır demek pek yanlış değildir.

Ressam Marianne’a, (Noémie Merlant) evlenmek üzere olan genç Héloïse’in (Adèle Haenel) portresi sipariş edilir. Ancak ressam, bu portreyi manastırdan yeni çıkmış genç kadından habersiz çizmelidir. Olaylar böyle başlar. Birbirini tanımayan, aslına bakarsanız güvenmeyen de iki genç kadın sözsüz, sadece mimikleri, dudaklarının kıvrımları, parmaklarının duruşu, gözlerini kısmalarıyla en ince detayına kadar öğrenirler tüm gizlerini birbirlerinin. Bu, öyle bir şeydir ki, artık saklayacak bir şeyleri kalmaz. Apaçık ve şeffaf bir şekilde ortadadırlar artık. İşte o zaman aşk başlar.

Bir kadın öyküsü…

Fransız yönetmen ve senarist Céline Sciamma‘nın yönettiği Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Britanya’da, orta çağda geçiyor. Tam bir kadın filmi. Hiç erkek yok filmde. Evlenmesi söz konusu olduğuna göre Héloïse için bir damat adayı var muhakkak, evin hizmetçisini hamile bırakan da erkek olmalı, yaptığı resme babasının adıyla imza atması da Marianne’in babası da olsa bir erkek etkisinde kaldığının göstergesi sayılabilir. Erkeklerin ismi var, ama cismi hiç yok. Biz, filmi izlerken kendimizce oluşturuyoruz, ete kemiğe büründürüyoruz erkekleri. Hani, laf aramızda olmasalar da olur…

Mitlerle iç içe…

Necla Akdeniz, Kaotika romanında, mitleri yeniden yazdırıyordu karakterlerine… filmde de Marianne mitolojinin o çok bilinen erkek egemen öyküsünü kendince yorumluyor. Doğrudan değilse de filmi yaşamak için küçük ama alabildiğine önemli bir ayrıntı.

Ressam ve modeli bir çatışma içerisinde yakınlaşırlar birbirlerine. Duyguları ne denli yüce olursa olsun -hem dönemin koşulları hem de mahalle baskısı- ayrılmak zorundadırlar. Her iki karakter de güçlü ve kararlıdır, bir daha da dönüp bakmazlar arkalarına… Ama hayat izin vermez ayrı kalmalarına. Bir sergide Marianne’in karşısına çıkar Héloïse. Birbirlerini unut(a)madıklarını vurgular bu durum.

Finaldeki tek planlık sahne, -bana sorarsanız- oyunculuk başarısı. Adèle Haenel, filmin belirleyici ögesi mimikleri ve duygularıyla baştan sona özetliyor, etkilenmemek mümkün değil.

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait of a Lady On Fire)
Yönetmen Céline Sciamma
Oyuncular Noémie Merlant, Adèle Haenel, Luàna Bajrami…
6 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(29 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]