Kategori arşivi: Yazılar

Kendi Çözümünü Kendisi Bulan… Onun Adı Petrunya

Bu kez Kuzey Makedonya’dan, yine hepimizi etkileyen, ama daha da önemlisi ilgilendiren bir konu… “Onun Adı Petrunya”, yönetmen Teona Strugar Mitevska’nın evrensel bir konuyu, alabildiğine yalın ve bir o kadar da görsel anlatımı.

Gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla, ama bütün dünyanın insana, insan yaşamına ve toplumsal yaşama bakışını din belirliyor; muhakkak ki, hep erkek egemen çerçevede. Bütün dinler için geçerli olan erkek yapar, erkek yapmalı düşüncesi, bu kez bir işsizlikle buluşuyor ve belirleyici bir noktayı öne çıkarıyor.

Tek başına…

Bütün ayrıntılardan sıyrılıp tek kadına odaklanan film başarısı bu yoğunlaşmaya bağlı olarak elde ediyor. Perdede, üniversite mezunu olsa da iş bulamamış, dolayısıyla da erkek arkadaş edinememiş yani evlenememiş Petrunya’yı izliyoruz. Muhakkak ki iş bulmak istiyor, erkek arkadaşıyla mutluluk yaşamak istiyor. Anne baba baskısı da cabası.

Noel öncesi, Teofanya Bayramı sırasında, ırmağa atılan haçı çıkaranın her dileği gerçekleşecek düşüncesiyle, başarısız hatta küçük düşüren bir iş görüşmesi sonrasında Petrunya, ırmağın soğuk sularına atlıyor ve haçı çıkarıyor. Zaten olanlar da ondan sonra oluyor.

Erkek egemen din

Bütün coğrafyalarda olduğu gibi küçük kasabada da din insanların en önemli gücü elindeki. Bütün dinlerde olduğu gibi orada da yetkililer de dahil dini, erkek egemen kurallar çerçevesinde benimsiyor.

Bir kadının, bırakın bir haçı sudan çıkarmasını, o bayrama katılması bile yasakken Petrunya yeni bir pencere açıyor.

İki temelli film

Bizim ülkemizde de (resmi rakamlarla yüzde 27’yi aşan) işsizlik herkesin sorunu. İş arayan bir kadınsa, doğal olarak cinselliği öne çıkarılıyor. Buna da bağlı olarak taciz söz konusu. Yani Kuzey Makedonya’da yaşananla bizim ülkemizde yaşanan tam da bu anlamda birbirinin tıpatıp aynısı. Çözüm ise kolay değil. Petrunya’nın çözümü yeterli mi, filmi izleyince görebileceksiniz. Tabii, bir nokta daha var: Din ve dinin yaşama bakıştaki belirleyiciliği. Bu da mahalle baskısını getiriyor beraberinde… Tanıyan tanımayan, ilgili ilgisiz, hak ve hukuka dayalı olup olmamasına bakmaksızın başkasının dediğinden dışarı çıkmıyor. Haçı suya atan papaz en büyük örneği…

Güldünya, Özgecan Aslan, Emine Bulut ve daha onlarca kadın cinayetinin altında yatan fundamental düşünceden ne farkı var Kuzey Makedonya’da yaşananın?

Onun Adı Petrunya
Yönetmen Teona Strugar Mitevska,
Oyuncular Zorica Nusheva, Labina Mitevska, Stefan Vujisic
08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(03 Kasım 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Savaş, Harabeler, Denizi Geçmek, Sığınmacı Kampları ve Gösteriler… Geride Kalanlar

Kentte veya köyde yaşayalım, hemen hepimizin ortak sorunlarından birisi göçmenler. Herkes kendince bir suçlu bulmuş, saydırıyor peşi sıra. Ama kimse onlara sormuyor, onları görmüyor.

Göçmenlik sorunu…

Toplumsal değişimin kilit figürünün sanatçı olduğunu söyleyen ve sanatı gizli bir kod olarak görmeyen (kabul etmeyen) Ai Weiwei, “Geride Kalanlar” belgeseliyle günümüzün en büyük toplumsal sorunu olan göçmenliği ele alıyor.

Ölüm Pahasına…

Bugün dünyanın dört bir yanında insanlar zorunlu göçe tabi tutuluyor. Kimi siyasi kimi ekonomik kimi toplumsal nedenlerle bulundukları, yaşamlarını sürdürdükleri toprakları bırakıp yollara düşüyor. Hem de ne zorlu koşullar altında, ne acılar çekerek… ölüm pahasına.

Sanatı sadece estetik bir uygulama olarak görmek, belki de en yanıltıcı durum. Ai Weiwei, yeni sorular ortaya atmak için çaba harcadığını söylüyor. Tabii, sanatıyla siyasi duruşunun bir bütün olduğu gerçeğinin altını çizerek.

2017 yılında “İnsan Debisi” (Human Flow) için 23 ülkede, 40’tan fazla sığınma kampında, 600’ü aşkın görüşmeyle bir belgesel yapmıştı… Bu kez Ortadoğu’nun cehennem ateşi altındaki çatışma bölgelerinden kaçarak Türkiye, Yunanistan, Fransa, İtalya, Almanya, İsveç’e gitmek isteyen Suriyeli, Afgan, Iraklılar ile Afrika’nın Orta Asya’nın çeşitli ülke vatandaşlarını belgelemiş Ai Weiwei. Ne denli zorluklar yaşadıklarını, sizler hemen her gün batan tekne, yakalanan mülteci haberlerinden biliyorsunuz. Peki, ya kurtulanlar, sınırları aşmayı başaranlar?

65 milyon insan…

Günlerce, sıcakta soğukta, yağmurda çamurda yol almaya çalışan, iki arada bir derede kalmış insanlar onlar… Bugün dünyada 65 milyon insan göçmen olarak başka ülkelerde yaşamaya çalışıyor. Aşağılanıyorlar, küçük düşürülüyorlar, suçlanıyorlar (ki, en çok bizim ülkemizde yaşanıyor bunlar). 12 Eylül karanlığından kaçıp da Avrupa’ya sığınan insanlar da benzer sorunlar yaşamışlardı, onlar da aşağılandıkları ve bir cevap vermedikleri için gergindiler, kızgındılar. Tıpkı “Geride Kalanlar”da olanlar gibi.

Kucağında çocuğuyla polisten kaçmaya çalışan göçmenin bir kameraman tarafından çelmelenip düşürülmesini unutabilir misiniz? Ya Aylan Kurdi bebeği? İçiniz yanmıyor mu?

Ai Weiwei, özellikle karşıya geçmiş, “kurtulduğu sanılan” mültecileri bulmuş, konuşturmuş, onların yaşamlarını belgelemiş. Ai Weiwei’nin 78 dakika süren belgeselini izleyince, çektikleri acıları, içinde bulundukları zorlukları görünce nasıl olur da göz ardı edebilirsiniz. İnsan olanın bir kez daha düşünmesi gerekir. Muhakkak.

Geride Kalanlar
Yönetmen Ai Weiwei
Belgesel, 2018

(23 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

-Deri Ceket- Sinemaya İçeriden Bakış

Kısafilm üzerine yazmayı kurduğum bir yazı var… Bizim ülkemizde nedense kısafilm ve kısafilmciler hep göz ardı ediliyor. Festivaller, yarışmalar hatta kitaplar bile eksik ve hatalı. Oysa dünya kısafilmi gerçekten önemsiyor ve çok güzel kısafilmlerin yapılmasına olanak sağlıyor. Bu arada hemen belirteyim ki, kısafilm sadece süresiyle ölçülen bir tür değildir. Onun için de Quentin Dupieux’un “Deri Ceket” filmi bir kısa filmdir.

Bir derdi olan, bunu da tecimen kaygılarla değil de insanlara ulaştırmak isteyenlerin türüdür kısafilm. Ünlü oyuncuları olmasa da zayıf ve ucuz prodüksiyonlu olsa da salon bulamasa da izleyicisi az olsa da inanılmaz güzellikte filmler izlersiniz, günlerce kurtulamazsınız etkisinden. Türkiye’de de sinemanın bir sektör olması, dilinin gelişmesi ve dünyaya ulaşan filmler yapılabilmesi için Kısafilmin desteklenmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamalıyım.

Film “bir daha asla ceket giymeyeceğim” diyen insanlarla başlıyor. Bu bile tek başına müthiş bir giriş. Merak ettiriyor, etkiliyor ve tabii ki bambaşka bir tarafa yönelerek hemen herkesi kontrpiyede bırakıyor.

Georges, eşinden ayrılmış, bütün parasını yatırdığı ikinci el deri ceketine âşık olacak derecede tutkulu biridir. Yanında promosyon olarak verilen kamera ile çekimler yapar. Bundan sonrası acaba ne olacak, kim ne yapacak, niye öldürdü, çekimin kurgusunu yapan kız ne yapacak (ne yapmalı), peki, yapılanların veya yaşananların sonucu ne olacak (ne olmalı), kimse bir şey demeyecek mi, dese mi vb. yüzlerce birbirini doğuran soru işareti…

Film çekmek kolay mı?

Kısafilmciler bilirler ne denli zor, bir o kadar da meşakkatli olduğunu. Senaryo yazacaksınız, mekân bulacaksınız, oyuncu saptayacaksınız. Pelikül döneminde filmin banyosu yapılacak, pozitif basılacak, montajlanacak, seslendirilecek, gösterim kopyası basılacak… yetmez tabii, bir de salon bulunacak, izleyici çağrılacak. Şimdi artık bu aşama teknolojinin de yardımıyla tarihin karanlık köşesine atılıverdi. Teknik ve parasal aksamaların göze batmaması için iğneyle kuyu kazarcasına titiz ve özenli olmak gerektiğini vurgulamama izin verin lütfen.

Filmin kahramanı Georges kendince yaptığı çekimleri, montajcı olmak isteyen ama koşullar gereği ancak garsonluk yaparak yaşamını sürdüren hevesli kıza verir. Kızın kafasında oluşan öykü ile Georges’in çektikleri birbiriyle buluşur mu? İzleyince göreceksiniz.

Kaçırılmaması gereken bir film. Konusunu tartışabilirsiniz, ama siz olsanız ne yaparsınız, böylesi bir haletiruhiye içerisindeyseniz. Sahi, siz de kendi filminizi çekmeye başlayın, hemen.

Deri Ceket “Deerskin”
Yönetmen Quentin Dupieux
Oyuncular Jean Dujardin, Adèle Haenel, Albert Delpy…
25 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(19 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Almodovar Hatırlıyor

Bir zamanların usta sinemacısı Salvador Mallo yaşlanmıştır artık. Astım, tansiyon, sırt ağrıları, migren benzeri rahatsızlıklarla boğuşurken, senaryo yazıp film çekmeden nasıl hayatta kalacağını düşünür. Yoğun depresyonunu bastırmak için kullandığı uyuşturucular da kafi gelmez. Çareyi geçmişin hayaletleriyle hesaplaşmakta bulur. Boydan boya ameliyat iziyle kaplı bedeniyle suyun altında kaybolduğunda, önce çocukluğu belirir gözlerinin önünde.

İspanyol sinemacı Pedro Almodóvar’ın, prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapmış olan son filmi ‘Acı ve Zafer / Dolor y Gloria’ kendi yaşam öyküsünden derin izler taşıyor. Kurgu bir karakter yarattığını söylese de, bizzat kendi evinde şahsi giysilerini kuşanmış Antonio Banderas ile çektiği film, sanatçının itiraf metni niteliğinde.

Çocukluğunu sürdüğü 60’lı yılları, daha iyi bir yaşam uğruna La Mancha’daki evlerinden ayrılıp Valencia’ya göç edişlerini; bir çıkmaz sokak, bir mayın tarlası olarak betimlediği 80’li yılların Madrid’inde kalbinin hızla çarpmasına neden olan ilk aşkını, sinema ile tanışmasını ve ardından gelen şan şöhret yıllarını hatırlıyor tek tek. Annesiyle olan özel bağını hasretle yad ediyor.

Peki her şey tükenmiş midir. Yolun sonuna mı gelmiştir artık. Çocukluğunun yasemin kokan yaz sinemalarında, sinemanın büyüsü onu hayata karşı güçlü kılmıştır hep. Yorgun ve yalnız adamı sinema bir kez daha kurtaracak mıdır. Dile getiremediği ilk arzusunu sinemanın sihriyle yeniden yaratma fırsatı bulabilecek midir.

‘Acı ve Zafer’ Almodóvar usulü bir yaşam güzellemesi. Kederiyle sevinciyle, acısıyla mizahıyla hayatla hesaplaşmanın hikâyesi. İspanyol sinemacı, başarılarını yenilgilerini, neşesini hüznünü, final sekansına damgasını vuran ilk cinsel heyecanını; Hollywood’dan yuvaya dönüş yapmış, sinemacının ilk döneminin fetiş oyuncusu, alteregosu Banderas’ın mükemmel yorumuyla aşklarını, hayal kırıklıklarını perdeye taşımış. Her zamanki çok renkli, coşkulu sinemasıyla. Alberto Iglesias’ın Cannes’dan ödüllü zarif müziğiyle sarmalanmış bir vasiyet film bu belki de. Görmeye çalışın.

(17 Ekim 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tek Bilete İki -Karakomik- Film Birden

Çocukluğumuzun o coşkulu güzelliği yeniden geliyor.

Bayramlarda üç film birden izlerdik, ama çoğunlukla gündüz seanslarında iki film birden oynardı. Yıllar geçti, koşullar değişti, sinema yapmak sanat oluşunu sürdürüyor, ama salon işletmeciliği ticaret oldu iyiden iyiye. Son günlerde Filmekimi ile gündeme gelen bu sorunu, Cem Yılmaz aşmanın yolunu bulmuş. Orta ölçekli iki filmi bir araya getirince hem seanslara uymanın hem de izleyicinin gönlünü almanın yolunu bulmuş. Cem Yılmaz, kişi olmaktan çoktan çıkıp tek kişilik ordu haline gelmişti zaten.

İleri görüşlülük

“Ordu” deyince, son milli maçlarla gündeme gelen “asker selamı” bu filmde de var; bu da her ne kadar savaş çıkacağını bilmese de tıpkı Temel’in dediği gibi “her ihtimale karşı” elde tutulmuş. Bir de unutmadan hemen söylemeliyim, izlerken çok güldüm çünkü: ABD’li subay uzay aracına demokrasi getirmek üzere operasyon yapmayı planlıyordu…

“İki Arada” ve “Kaçamak” adıyla bir araya gelen “Karakomik Filmler” serisinin ilkinde çok uzun yıllar öncesinde projelendirilmesine karşın ancak yapılabilmiş (bu arada, yapım aşamasının da uzun sürdüğünü, sizler de göreceksiniz). Bunun türlü nedenleri olabilir…

İki Arada…

Hatırlayanlarınız vardır muhakkak, “Aşk Gemisi” dizisinin ünlü karakteri “Ayzek” adını kendine alan Metin (Cem Yılmaz), aşk gemisi olmasa da arabalı vapurun barında değil ama büfesinde çalışmaktadır. Günümüze uyarlanan bu gemideki çalışma, özelleştirmeyi unutmamış… İşin içine özelleştirme girince çekememezlik başta olmak üzere birbirini gammazlama, küçük düşürme gibi insani durumlar gündeme geliyor. Tabii, aşk olmazsa olur mu? Hem de karşılıksız… (pek karşılıksız gibi de durmuyor aslında) doğal bir aşk var can ile canan arasında. Aşk girince işin içine bu kez kıskançlık ve sevgiliyi koruma gibi aşkla iç içe hususlar çiviliyor izleyiciyi beyaz perdenin önüne.

Kaçamak…

Eşlerinden deli gibi korkan dört arkadaş, bir hafta sonu kaçamağı yapmaya karar verirler. Birinin eşi, evdeki köpeği de kitlemiştir yanlarına. Her birinin beklentisi farklıdır, her birinin istekleri de… Bu dört kafadara bir de otel müdürü eklenince birbiri ardına karakomik olaylar gelişir.

Bir yanıyla durum komedisi ama diğer taraftan bakınca bilimkurgu, öte yandan ülkeler arası çatışmaların temeli ama kimsenin de umursamadığı, hepsinden öte her şeyi televizyonlardan öğrenme durumu. Savaşları da “canlı” izliyoruz artık.

Beğenirseniz, Karakomik filmlerin ikinci serisi “Deli” ve “Emanet” Ocak’ta gösterime girecek. Devamı da gelecek gibi duruyor…

Karakomik Filmler “Kaçamak”, “2 Arada”
Yönetmen Cem Yılmaz
Oyuncular Cem Yılmaz, Zafer Algöz, Ozan Güven, Cemre Ebuzziya, Umut Kurt, Cem Davran… Özkan Uğur, Necip memili, Nilperi Şahinkaya, Can Yılmaz…
18 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(15 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Karakomik Filmler: 2 Arada – Kaçamak

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Karakomik Filmler: 2 Arada – Kaçamak” filminin basın gösterimine gidiyoruz, tam metro merdivenlerinden çıkarken ilham geldi, Cem Yılmaz’a espri yapmaya karar verdim. Sinemanın fuayesinde filmin başlamasını beklerken yanından geçip laf atmayı planladım. O kadar beklemeye gerek kalmadı; asansörden çıktık Kanyon’un restoranlarının bulunduğu koridordan yürürken bir ara arkama dönüp baktım, Cem Yılmaz ve arkadaşı arkamızdan geliyor. Tam bizi sollarlarken hanıma doğru -tabi ki Yılmaz’a duyurarak-: “Arkadaş ne kadar da Cem Yılmaz’a benziyor.” dedim. Güldüler, “Günaydın” diyerek sollamayı tamamlayıp önümüze geçtiler ve Cinemaximum girişine doğru yürümeye devam ettiler.

Atalarımız boşuna “Her işte bir hayır vardır.” dememiş. Geçirdiğim rahatsızlık şöhretimi mi arttırdı nedir, sağ olsun Cem Yılmaz, gösterim öncesindeki sunum konuşmasında ve gösterim sonrasındaki TV kameraları karşısında yaptığı konuşmada “Sadi Bey size anlatacak sonra. Sadi Bey'i aramıza görmekten çok mutlu olduk” mealinde onore edici sözler söyledi. Yılmaz’ın sinema sevgisinin filmlerine yansıdığını biliyorduk. Bugün anladık ki, çekip, gösterime sunduktan sonra da filmlerini takip etmeye devam ediyor. Seyirciden olsun, sinema yazarlarından olsun, aldığı müspet ve menfi tepkileri de dikkatle okuyor ve inceliyor, yoksa fanatik sinemasever Sadi Bey’in hayata yeniden dönüşünden nasıl haberdar olacak.

“Karakomik Filmler” önceleri basına “Tek biletle iki film seyredilecek” şeklinde yansımıştı. Sonradan öğrendik ki ilk 2 filmin süresi yaklaşık 2 saat kadar, ki bu süre genelde tek film ediyor. Hatta geçenlerde izlediğimiz tek bir yabancı filmin (O: Bölüm 2 – It: Chapter 2) süresi 169 dakikaydı. Bu süreyi “Karakomik Filmler”in ilk tanıtımlarına uygularsak tek seansta 3 film izlemiş gibi oluyoruz . Cem Yılmaz, filminde ilk yarıda ve 2. yarıda farklı iki hikâye anlatıyor. Buradan hareketle bu yazıyı olgunlaştırma aşamasında sinema literatürümüze yeni bir ifade daha hediye edeceğim sevincini yaşamaya başlamıştım. Gelgelelim Cem Yılmaz basın gösterimi öncesinde elindeki 4 farklı hikâyenin sürelerinin ne kısa, ne de uzun filme uygun olmayacağından bahisle 2’şer “orta metraj” filmi tek film olarak çektiklerini belirtti. Böylece bendenizimin hevesim kursağımda kaldı ve “orta metraj film” ifadesini sinema literatürümüze Cem Yılmaz kazandırmış oldu, ayrıca “Karakomik Filmler 2”yi de Ocak 2020’de izleyeceğimiz müjdesini verdi. (15 Ekim 2019)

Soğanda ithal vergisi sıfırlanınca yerli üreticiden yapılan talepler zınk diye kesilmiş. Hem yardan, hem serden vazgeçemeyen soğan üreticilerine önerimdir: Hemen bugün çekin gidin Sudan’a, orada arazi kiralayın, soğan ekin, soğanlarınız büyüyünce sıfır gümrük vergisi ile memlekete oradan ihraç, buradan ithal edersiniz. Hani hem yardan, hem serden vaz geçememiştiniz ya, böylece ne şiş yanar, ne kebap. (17 Ocak 2019)

40 yıllık türküyü günümüze uyarladım, şöyle oldu: Kadifeden kesesi, kahveden gelir sesi. Oturmuş beştaş oynar ciğerimin köşesi. (19 Ocak 2019)

Çiçeği koparmayacaksın, sulayacaksın; işte bütün mesele bu. (28 Ocak 2019)

Kahvaltımızı bitiririz, genelde klasik kazak bir Türk erkeği gibi davranıp hemen “Tiz orta kahvem getirile” deye ferman çıkarmam; yaklaşık yarım saat veya 45 dakika sessizce kahve beklentisine girerim ki hanım kendi istediği zamanda yapsın ve mutluluğumuz çifte katlansın. Beklentimin sonlarına yaklaşınca hanım canım, “Birer orta kahve yapayım da içelim” dedi. Hiç oralı olmadım, üstüne bir de “Aaa hiç de aklımın köşesinden bile geçmemişti” diye kışkırttım. Tam yüzü asılırken top çevirdim: “Köşesinden geçmedi, çünkü 45 dakikadır aklımın ortasında duruyor.” Sonra güldü. Yaptı. (30 Ocak 2019)

Ergenekon Caddesindeki yıllanmış pastahane, vitrinine bir kağıt asmış, mealen “Marketten yapacağınız alışverişte kullanmak için ücretsiz poşet istememenizi rica ederiz” yazıyor. Beka sorunu olup olmadığını bilemem ama pastahanemizi bu duyuruyu asmaya mecbur eden bir ortam oluştuğuna göre memlekette hakikaten zeka sorunu var. (30 Ocak 2019)

Sanıyorum Fatih Kısaparmak doğru söylemiyor. Nereden baksan 30 yıldır, “Bu adam benim baaa-bam, kara gün geçer baaa-bam” deyip duruyor. Kara gün bir türlü geçmiyor. Var bu işte bir tuhaflık. (02 Şubat 2019)

Filmin adının içine, dab6e / Hep Y3k / Yar1m / Scre4m şeklinde rakam yerleştirilen afişleri sevmiyorum. (03 Şubat 2019)

(15 Ekim 2019)

Sadi Çilingir

Sadicilingir@gmail.com

İnançlarla Yaşamın Çatışması -Oray-

İnsan sığınacağı güvenli bir liman arar sürekli. Bu, kimi zaman ailesi, kimi zaman işi, kimi zaman idealleri, kimi zaman da inançları olur. Önemli olan kararlı ve güvenli duruşudur, bir diğer deyişle dik durması gerekir.

Almanya, bir kuşağın iş ve ekmek uğruna katlandığı “acı vatan”ken ikinci kuşakla birlikte farklı bir zemine dönüştü. Almanya’ya, iş amaçlarının dışında kimi 12 Eylül’den sonra kaçtı kimi postmodern darbe sonrası… Her ne olursa olsun Almanya kurtuluş umuduydu, hâlâ da öyle ya.

Getto da yaşam

Oray, hırsızlık yaparken yakalanıp da hapse düşünce, besbelli orada edindiği çevreyle fundamentalist diyebileceğimiz kadar tutucu, bir o kadar da gerici ve dik durmayı beceremeyen biridir. Zaten film, onun hayatının bir parçasını izletiyor bize… hem de gözümüze sokmadan, alabildiğine zarif ve anlaşılır biçimde…

Oray’ın hiç Türkçe konuşmaması önemli bir ayrıntı. Eşiyle de Almanca konuşuyor, arkadaşlarıyla da… Onların Türkçe sorularına da Almanca yanıt veriyor. İnsanların dinine ve kurallarına uygun yaşamasına yardımcı olmaya vakfetmiş kendisini.

Aşk ideal dinlemiyor

Eşi Burcu’yu çok sevdiğini anlıyoruz, Burcu’nun da onu sevdiği aşikâr. Arada, her birliktelikte olduğu gibi atışmalarla, gerginliklerle geçen günlerin birinde Oray, hırsına yenilip “boş ol” der karısına, hem de üç kez. Dini bütün Oray için ölümden beter bir durumdur bu içinde oldukları. Çözümsüzlük girdabında erir, yiter…

Ne arkadaşları ne de görüşlerine değer verdiği insanlar çare olabilir Oray’ın kayıp gidişine. Çevresine verdiği vaazların tam tersini yapmaya başlar.

Gruplarında da var…

Dini grup olmaları, camiden çıkmamaları, sürekli ve düzenli dua etmeleri bu genç insanların hayatın diğer yanlarından etkilenmelerini yine de engelleyemiyor. Ellerinden geldiğince “doğru yol”a çekmeye çalışsalar da, kendileri de etkileniyor ve bulaşıyorlar.

Film, her ne kadar Almanya’da geçiyorsa da, Türkiye’de de herhangi bir kentte de geçebilir. Batılı, demokratik, seküler bir ülkede Müslüman ve din yoluyla kendini ifade etmek istemenin ne demek olduğunu anlatan yönetmen, bu hayata tutunma çabasındaki insanları gerçekçi bir dille aktarıyor beyazperdeye…

Oray
Yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay
Oyuncular Zejhun Demirov, Deniz Orta, Cem Göktaş, Faris Yüzbaşıoğlu, Mikael Bajrami, Fırat Barış Ar, Kais Setti, Ferhat Keskin, Şahin Eryılmaz, Ramon Machtolf…
18 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(12 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sisteme Çomak Sokanlar / Oyunbozan ve Joker

Sinemaseverlere müjde! Sonbahar mevsimi birbirinden iyi filmlerle başladı. İkinci haftasında sessiz sedasız gösterimi sürdüren ‘Oyunbozan / Systemsprenger’ geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmlerinden biriydi ve şenlikten Alfred Bauer adına verilen Gümüş Ayı ödülü ile ayrılmıştı.

9 yaşındaki Benni’nin tedirgin serüveni, benzerlerine çevremizde rastlayabileceğimiz kurgu bir hikâye, ancak bu zorlu süreci bir belgesel titizliğiyle aktarıyor sinemacı. Babasını hiç tanımamış ve pasif annesinin baş edemediği küçük kız, koruyucu ailelerden çocuk bakımevlerine dolaşıp duruyor. Ancak ele avuca sığmıyor, zaptedilemiyor. Daha önce ergen erkek çocuklarla çalışmış eğitmen Micha ile ormanda bir kulübede geçen süreçte umut ışığı görünür gibi oluyor. Lakin, iki küçük kardeşinin varlığına tahammül edemez halde olan Benni ana kucağına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. ‘400 Darbe / Les 400 Coups’nun 60 yıl önceki küçük Antoine Doinel örneğine benzer bir şekilde, sistemi ve tüm kurumlarını karşısına alarak, sevgi açlığının izinde umutsuz arayışını sürdürmeye kararlıdır küçük kız.

Alman sinemasının parlak yeteneklerinden genç sinemacı Nora Fingscheidt’ın ilk uzun metrajı ‘Oyunbozan’. Benni’nin kaotik enerjisinin ardına gizlenmiş hüznü izleyiciye geçirmeyi başarıyor. Bunda filmi sırtlayan keşif oyuncu Helena Zengel’in büyük katkısı olduğunun altını çizmeden geçmeyelim. Tüm sinemaseverlere, çocuk psikolojisi ili ilgilenenlere özellikle tavsiye ediyorum.

Dünya sinemaları ile eşzamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Joker’ izleyicinin çok daha fazla bağrına bastığı, haftanın ilgiye değer bir diğer filmi. Ardında yatan Batman efsanesi ve serinin kötücül karakterinin tanınmışlığı bunda etkili kuşkusuz. Lakin yönetmen Todd Philipps keyifli bir ters köşe yapıyor sinemaseverlere. Klasik bir Batman filmi beklemeyin, çok daha ötesine, benzersiz bir karakter yaratma sürecine şahit olmaya hazırlanın diyorum öncelikle.

Çocukluk travmaları, sevgi açlığı ‘Oyunbozan’ ile ‘Joker’i, küçük Benni ile o da babasız büyümüş Arthur Fleck’i aynı yazıda buluşturuyor. Nam-ı diğer Joker’in kendi gibileri çöp olarak nitelendiren sistemle hesaplaşması çok daha şiddetli. Phillips’in küçük adam Arthur’un isyanını örgütlü bir devrim hareketine dönüştürme çabası ilgiye değer. Lakin, sinemacıya bu özgürlüğü tanıyanın yine sistem, yani devasa Amerikan Sinema Endüstrisi olduğu da gözden kaçırılmamalı.

Sonuç her açıdan olumlu. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen ‘Joker’ hem eleştirmenlerin hem de sinema salonlarını dolduran izleyicilerin gözdesi oluverdi. Bu sanatsal ve ticari başarının, aynı ‘70’lerde olduğu gibi Amerikan Sinemasına farklı bir yön çizeceğini düşünüyorum. Bir süredir sinemaları işgal eden uçan kaçan çizgi film uyarlamalarının yerini toplumsal meseleleri olan hikâyelere bırakmasından, genç sinemacılara yaratı alanları açmasından mutluluk duyacağımı belirtmek isterim.

Bir tarihsel dönüşümün eşiğinde ‘Joker’i çok iyi bir film olarak değerlendiriyorum. Delilik üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak nitelendirdiğim film, Chaplin’in dehasına, ‘Taksi Şöförü’ özelinde ‘70’ler bağımsız sinemasına, ‘Guguk Kuşu’ndan, sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ne güçlü referanslar barındırıyor.

Ve ‘Joker’, ‘The Master’ filminden beri hayranı olduğum eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix’in sınırları zorlayan olağanüstü yorumuyla devleşiyor. ‘Joker’in en iyi film ve yönetmen kategorileri dışında bir çok dalda Oscar adayı olacaktır. Phoenix’in çoktan hak ettiği akademi ödülünü bu defa almasına ise mutlak gözüyle bakıyorum.

Bu iki güzel film ses bantlarıyla da ilgi çekiyor. Benni’nin kavgası, Nina Simone klasiği ‘Ain’t Got No (Home, Mother,Love etc..), I Got Life’da karşılığını bulurken, küçük adam Alfred’in isyanına tanınmış İzlandalı besteci Hildur Guðnadóttir‘in hüzün yüklü çığlıkları eşlik ediyor.

(08 Ekim 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2 Türkiye, Bir Gerçek…

12 Eylül, Türkiye’yi belirleyen dönüm noktasıdır. Akla kara, geceyle gündüz gibi bir katalizör, turnusol kâğıdıdır 12 Eylül. 12 Eylül öncesinde edebiyatta da sinemada da birçok kez örneğini gördüğümüz gibi asker hep mazlumdan yanadır, halkın yanındadır, bir güvencedir. Kurtuluş Savaşı sürecinden başlayarak da imam, din adamı hep halkın karşısında durur. Tartışma konusu bu değil kuşkusuz… 12 Eylül ile birlikte askerin kötü gösterildiği, din adamlarının, imamların görüş ve düşüncesinin kabul gördüğü filmler izliyor, romanlar okuyoruz. Bu 2 Türkiye… Gerçek ise idam insanlık suçudur. Asla kabul edilemez, bırakın yeniden getirilmesini, düşünülmesi bile büyük hatalara yol açar.

Suçlular da insandır

“7. Koğuştaki Mucize”, adı üstünde bir cezaevi koğuşunda oluşan mucizeyi anlatıyor. Memo’nun kızıyla yaşı birdir. Babaannesi ve kızıyla birlikte birkaç koyunu vardır. Sinirli, bir o kadar da gaddar sıkıyönetim komutanı, Memo’yu, kızının ölümünün sorumlusu olarak idama mahkûm edilmesini ister. Kızın mücadelesiyle koğuştaki “suçlu” arkadaşlarının çabası babayı kurtarabilecek midir?

Masumiyet uğruna mücadele…

Hükmü sıkıyönetim komutanı vermiş, gerekli düzenlemeleri de yaparak Memo’yu idama mahkûm ettirmeyi başarmıştır. Bu, olmayacak bir şey değil… Yine komutanın asker kaçağını yargısız infazla, iddiasını çürütebileceği için öldürmesi de yaşanan gerçeklerden. Bunun da birçok örneğini sayabilirsiniz, benim hatırlatmama gerek var mı? Eski Türkiye’den kalan devlet memuru, daha düşük rütbeli asker ve öğretmenin hak ve adalet mücadelesini de göz ardı etmemek gerekir.

Yeni Türkiye’de öne çıkan din adamı veya dini görüşle hak yolunu bulma mesajı, bu filmin ana damarı… Adli mahkûm Hafız’ın sözleri, atılan iftiraya inanıp kızının canına kıyan bir diğer mahkumu etkiler. Bu kelebek etkisi doğurur ve sonuca ulaşılır.

Başarılı film, başarılı oyuncular

Güney Kore yapımı, ‘Miracle in Cell No. 7’den başarıyla uyarlanan “7. Koğuştaki Mucize”nin yönetmeni Mehmet Ada Öztekin, yakın planlardaki başarısı, mimikleri yakalamaktaki duyarlılığıyla öne çıkıyor. Buna da bağlı olarak duyguyu öne çıkarıyor. Film boyunca birkaç kez gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz, boğazınıza bir yumru gelip oturuyor.

Başta Aras Bulut İynemli ve çocuk oyuncu Nisa Sofiya Aksongur inanılmaz güçlü bir performans sergiliyor, filmi başarıyla taşıyorlar. Daha önce rol aldığı dizilerde oyunculuğunu kanıtlamış olan Aras Bulut İynemli burada doruğa çıkıyor. Nisa Sofiya Aksongur da -daha önce bazı dizilerde rol almış- gelecek vaat eden, elinden tutulması ve gelişmesi için desteklenmesi gereken bir çocuk. İlker Aksum’dan, Mesut Akusta’ya, Yıldıray Şahinler’den, Yurdaer Okur’a, Sarp Akkaya, Deniz Baysal, Deniz Celiloğlu ve Celile Toyon da gerçekten rollerinin hakkını veriyor, hiç de aksamıyorlar.

Filmin müziğine değinmezsem eksik kalır… Yerinde, dozunda ve insanın yüreğine işliyor.

İdam insanlık suçudur!

Bugünlerde yeniden yeniden önümüze sürülen ve siyasetçilerin oy uğruna getir getirme düşüncesinde oldukları idam cezasının geri dönülemez ve telafisi mümkün olmayan ne denli yanlış, ne denli insanlık suçu bir infaz olduğunu da vurgulayan filmi; 600 milletvekili başta olmak üzere, idamın yeniden yasal olmasını isteyenlere izletmek gerekir. En başta da egemen erki yönetenlere ve kanaat önderlerine…

7. Koğuştaki Mucize (Miracle in Cell No. 7)
Yönetmen Mehmet Ada Öztekin
Oyuncular Aras Bulut İynemli, Nisa Sofiya Aksongur, İlker Aksum, Mesut Akusta, Yıldıray Şahinler, Yurdaer Okur, Sarp Akkaya, Deniz Baysal, Deniz Celiloğlu ve Celile Toyon
11 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(08 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sidik Kokusu, Yasemin ve Bahar Esintisi…

Ünlü İspanyol yönetmen Luis Buñuel, “Bir filmde aynı şey iki defa gösteriliyorsa farklı bir anlamı vardır.” der… Peki, bir filmde aynı cümle iki kez geçiyorsa?

Usta yönetmen Pedro Almodóvar, çocukluğunu anlatırken sinemayı iki kez aynı sözcüklerle nitelendirdi. Yönetmenin özyaşam öyküsü olduğu su götürmez olan “Acı ve Zafer” (Dolor y gloria), sadece yönetmenin öyküsü değil, bir çocuğun büyümesiyle birlikte değişimini de anlatıyor aslında.

Hayaller ve gerçek…

Film su altında başlıyor. Tedirgin edici gibi gözükse de merak ağır basıyor. Bir dönem çok popüler olmuş, başarılı bir yönetmenin artık istenilen düzeyde film yapamamasının acısını, suyun altından çıkışıyla da “yeniden doğuşunu” anlatıyor, yani zaferi.

Hayatın göçe zorladığı yoksul bir ailenin kendi ayakları üstünde ‘dimdik’ durması ancak çocuğun yani Almodóvar’ın (filmdeki adıyla Salvador’un) başarılı olsa da papaz okuluna zorunlu gönderilmesiyle mümkün olacaktır.

Aradan geçen 30 yıldan sonra, en başarılı filminin (zaten sadece gala gösteriminde izlemiştir) restorasyonu ardında yeniden gösterime sokulacak ve kendisinin de o gösterim sırasında görüş ve duygularını anlatacaktır. Bu cümle bile filmi merak ettiriyor. Yönetmenin oyuncusuyla bu geçen süre içerisinde hiç konuşmamış olması da bir diğer nokta.

İlhan Berk, çok sevdiğim şiirinde “neler çekmiş halkım türküler şahit” derken, “Acı ve Zafer” bir yönetmenin çektiği acıların, kazandığı zaferlerin tanığı. Kolay değil, uzun yıllar sonra da insanı etkileyecek, kapalı gişe oynanacak bir film çekmek. Dahası, Salvador’un, yani Almodóvar’ın yazdığı tekst de kapalı gişe oynuyor tiyatro olarak.

Her ne kadar “acı” yönetmenin çektiği hastalıklardan dolayı gibi gözüküyorsa da asıl acı onun yalnızlığı, üretici yanının körelmesi, bir daha film çekemiyor olması… Buna da bağlı olarak “zafer” ise yazdıklarının kabulü (olsa gerek)…

Ahde vefa

Çocukken, kilise korosuna seçilmesi, annesinin isteği üzerine evlerini boyayan ‘isimsiz’ ressama okuma yazma öğretmesi, modellik yaparken başına güneş geçmesi, okulu bitirdikten sonra yaşadığı aşk ilişkisi (uzun yıllar sonra kendisini bulması ve buruk duyarlılık), uyuşturucu karşıtlığından vazgeçecek noktaya varması dünyanın birçok ülkesinde birçok insanın yaşadıklarından farksız bu açıdan bakınca. Bir yönetmenin kendisini var eden gerçekler olarak görülmesi gerekir. Nostalji diye abartmamak doğru olacaktır bence.

Madem Buñuel ile başladık, onunla bitireyim yazımı…

Gençseniz yaşlı tanıdıklarınıza sorun, değilseniz zaten anımsayacaksınızdır muhakkak: Çoraplar yumurta ile yamanırdı. Salvador’a, yani Almodóvar’a annesinden kalan miras, önemsenmezse olmazdı.

Acı ve Zafer (Pain and Glory)
Yönetmen Pedro Almodóvar
Oyuncular Antonio Banderas, Penelope Cruz, Asier Etxeandia, Leonardo Sbaraglia, Nora Navas, Julieta Serrano
Önce “FilmEkimi”nde… 11 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(03 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Toplumun Yarattığı Joker

Bulunduğunuz yer, aldığınız eğitim, dışlanmışlık ve/veya kabul görme insanın yaşamını belirler. Ya yolunuz açılır, koşa koşa çıkarsınız merdivenleri nefesiniz daralmadan ya da düz ovada şaşırırsınız yolunuzu (Ahmet Haşim’in ünlü “ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” şiirini anımsayın). Joker nam Arthur, eteklerinde bir avuç yaprak olmaksızın çıkmaya yeltenince o merdivenlerden işler karışıyor.

Annesiyle yalnız yaşayan, başarısız bir palyaçodur Arthur. Hayatın sillesini daha baştan yemiş, kapaklanmıştır yere… Ünlü kahkahalarının başka bir gerekçesi de olamaz zaten.

“Gündüz insan gece kurt” diyebileceğimiz Arthur’un düşleriyle yaşamı iç içe geçtikçe, biz beyazperde önünde, ona destek olmayı geçiriyoruz içimizden.

Gothamlı olmasının, Batman filminde önemli bir yer edinmesinin bu filme etkisi, izleyicinin beklentisi dışında hiçbir katkısı yok. Ancak daha gösterime bile girmeden Venedik Film Festivali‘nde “Altın Aslan” alması filmin ne denli güçlü olduğunun da kanıtı. Joaquin Phoenix müthiş bir oyun çıkarıyor… Diğerleri de ondan geri kalmıyorsa da Phoenix performansının doruğunda. Özellikle aklını yitirdiği ya da “gece kurt” olduğu zamanlarda veya ünlü kahkahasıyla ortalığı çınlattığında… Ya evde, banyoda, merdivenlerde dans ederken… sokaklar boyunca koşar, çocuklardan öldüresiye dayak yerken… az mı güçlü? Joker Joaquin Phoenix, Oscar’ın da en güçlü adayı…

Yönetmen Todd Phillips, senaryo yazımına da katkı sunduğu filmi gerçekten duyarak çekmiş. Her karesi etkili, etkileyici… Oyuncusunu ve canlandırdığı karakteri iyi analiz etmiş, iyi yönlendirmiş. Bu anlamda da Batman’ı filmin başında unutturuyor ve bu, gerçekten de çok önemli.

Annesinin Arthur’a “mutlu” demesi, Türkçesi “mutlucu” olarak çevrilebilecek palyaço için bir başka öykücüğün açılması demek. Aynı zamanda bir maske tabii palyaçoluk (ki, maskeyle izlenmesinin yasaklandığı haberi bizde de gündeme gelmişti), kimin içinde ne olduğunu kim bilebilir ki! Ya da parayla imanın kimde olduğu belli olmaz. Belli olansa, bu filmin devamı gelmez, gelirse başka bir palyaço, başka bir Joker, başka bir film olur…

Joker
Yönetmen Todd Phillips
Oyuncular Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Zazie Beetz, Shea Whigham
4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(01 Ekim 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Biz Hayatın Neresindeyiz! -Piranalar-

Dünyanın en ünlü marşlarından birinde
“Yıkalım bu köhne düzeni
Biz başka alem isteriz
Bizi hiçe sayanlar bilsin
Bundan sonra her şey biziz”

haykıranlar, muhakkak ki belli bir bilinci ve görüşü dile getiriyorlar. Ancak var olan düzeni (köhne olup olmaması o kadar da önemli değil) yıkıp yerine yenisini kurmak hemen herkesin dileği. Spartaküs de, Robin Hood da, Şeyh Bedreddin de aynı amaçla çıkmışlar yola…

Mafya da aynı…

Bunun yanında var olandan yeterince çıkar sağlayamayanlar da kendilerini hiçe sayanlara karşı ayağa kalkıp her şeyin kendileri olduğunu söylüyor. Değişmeyen tek kural değişmenin kendisiyse, bu hep böyle sürecek. Ta ki, en iyisi, en doğrusu, en güzeli gelene kadar. O zamana dek bütün gerilimler kanlı olacak, her ne kadar biz karşı olsak da…

Akdeniz ülkelerinde gençler erken büyürler. Hayat onları hızla geliştirir. İtirazcıdırlar, inkârcıdırlar, reddederler ve kendi yaşamlarını kendileri kurmak isterler.

Yönetmen Claudio Giovannesi’nin, yazar Roberto Saviano’nun çok satan romanından uyarladığı “Piranalar”da (La paranza dei bambini) o gençlerin çocuksu duygularıyla, kendi içlerinde iyi ilişkiler kurabildiklerini, aşka bile yer ayırabildiklerini, asıl gelirlerinin haraçtan geldiğini bildikleri halde, onların durumunun da çok iyi farkında oldukları için vazgeçebildiklerini anlatıyor.

Amatör oyuncularla yakalanan başarı

Berlin Film Festivali’nde En İyi Film Ödülünü kazanan Piranalar, Napoli’deki bir avuç gencin öyküsü… Yavuz Turgul’un “Eşkıya”daki gençleriyle ne farkları var? Dolayısıyla konu edinilen şey millet ve/veya milliyet değil. Bur durum, bir olgu… Yönetmenin bizim algımızda bırakmak istediği çok da farklı değil: her nerede ve kimler arasında olursa olsun gençler önemlidir.

“Su çatlağını bulur”

Akacak kan damarda durmaz sözümüzü de ekleyelim ara başlığa… Küçük küçük başlayan haraç alma, insanları korkutma (ve tabii, sevindirme) bir süre sonra eli kanlı mafya olmalarını engelleyemez gençlerin. Hep öyle olmuyor mu? Bugün haberlerde yer alan olaylar da benzer.

Kıssadan hisse…

“Piranalar” günümüz gençliğinin, hangi ülkede olursa olsun, içinde bulunduğu çıkmazı izleyicinin kendi kendine bulmasını sağlayan bir film. Güçlü ve başarılı…

Piranalar (Piranhas)
Yönetmen Claudio Giovannesi
Oyuncular Francesco Di Napoli, Viviana Aprea, Mattia Piano Del Balzo, Ciro Vecchione, Ciro Pellecchia, Ar Tem, Alfredo Turitto, Pasquale Marotta, Luca Nacarlo
4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(30 Eylül 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Müslüm Baba

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Elinde “Müslüm” filminin afişi ile “Roma” filmine giren bir sinemasever gördüyseniz şaşırmayın; O benim. (Nişantaşı City’s’de gişede isteyene “Müslüm” filminin afişi ücretsız veriliyor.) (16 Aralık 2018)

Leb demeden leblebiyi anladığımız gibi arada fın demeden fındığı, fıs demeden fıstığı da anlayalım ki anlama kabiliyetimiz artsın. Malum ekonomi ile ilgili bir toplantıda konuşulurken birden ana muhalefet liderine giydirme yapılabiliyor; kel alaka bağlantıyı anlamakta güçlük çekebiliyoruz. (24 Aralık 2018)

Yılın en iyileri listesi yapmanın arkasında gizli bir “ben bu işi iyi bilirim” övünmesi var. -gibi geliyor bana- Samimi bir kanaat -tir bu- (26 Aralık 2018)

“Robert De Niro olsa beğenirdiniz ama bu Sadi De Çilingir.” (Son zamanlarda sos medyada sıkça rastladığımız cümleye Robert ve “bizzat şahsen kendimi” uyguladım.) (28 Aralık 2018)

Vallahi benim cahil kafam paralı poşet meselesini, bastır 25 kuruşu, rahat rahat çevreyi kirlet olarak algılıyor. Konuya en iyi çözümü “Marketler naylon poşet yerine ücretsiz bez poşet versin” diyerek, hem cinsim ve hem yaşıtım, 70’lik bir delikanlı önerdi. Öyle yapın veya yaptırın. (02 Ocak 2019)

25 kuruşluk poşetin 15 kuruşunun vergi olmasının ve paralı otoyolların verdiği ilhamla, al sana uçuk bir öneri: Yaya trafiğinin yoğun olduğu caddelerde otokaldırım uygulaması yapın. Cadde başına ve çıkına kumbara koyun. Buralarda yürümek isteyenlerden para alın. Parası olmayan benim vatandaşım da ara sokakları bedava arşınlasın. (02 Ocak 2019)

Müsbet veya menfi, hayatı olduğu gibi kabûl etmek lâzım. Zaman değişiyor, yeniler geldikçe eskiyor, uzaklaşıyor ve öteleniyoruz, her şeyden. Kısa film festivalinin başlangıcında birkaç kez danışmışladı, sonra 2 kez jüri üyesi yaptılar, bir-iki yıldır bilgi bile göndermiyorlar. Müsbet veya menfi, hayatı olduğu gibi kabûl etmek lâzım. (04 Ocak 2019)

Meselenin bir de şu tarafı var: 25 kuruşa sattığınız poşetin yine çevreye atılmayacağının garantisi var mı? Bence -kasaya koyacağınıza- bastırın 15 kuruşu o poşeti geri alın, dönüştürüp vatandaşa yeniden çakarsınız.(*)
(*) Hiç kullanmadığım bu zarif kelimeyi haberlerden aldım. (06 Ocak 2019)

Üzerimde alışveriş için tek torba bulundurduğumdan alışverişlerimi azar azar yapmaya başladım. Atıyorum, 1 kilo patates, 2 kilo hıyar, 3 kilo domates, 4 kilo muz, 5 kilo portakal alacağıma torbamda fazla yer kaplamasın diye hepsinden yarımşar kilo alıyorum. Marketlerin bir miktar zararı olacak mı ne? (06 Ocak 2019)

Kanyon’a giriyorum, güvenlik görevlisine “Yeni yılınız kutlu olsun.” dedim, tuhaf tuhaf baktı. Bir haftalık gecikme ile kutladığımdan dalga geçiyorum sandı herhalde. Hemen durumu kurtardım, ekledim: “Geç olsun, güç olmasın.” Güldü. (07 Ocak 2019)

Metronun yürüyen merdiveninin başında “Sağ tarafta bekleyiniz – Stand on the right.” yazıyor; 2 saattir bekliyorum bir şey olduğu yok, ne yapmamı önerirsiniz? (Bu işin esprisi) Adı üzerinde, “yürüyen merdiven”, yaya trafiğini hızlandırsın diye yapılmış. Vatandaşı niye beklemeye teşvik ediyorsun? “Yürü, yürümekle yollar aşınmaz.” de; ne bileyim “Yürü ya kulum.” de. En iyisi “Soldan ilerleyiniz.” de. Sağda durma, yerinde sayma yani. (07 Ocak 2019)

Bugünkü alışverişlerimi sırasıyla bozacıdan, balıkçıdan, manavdan ve marketten yaptım. Sırasıyla bozacı, balıkçı, manav poşet parası almadı, market alamadı, çünkü vermedim. Sırasıyla bozacıya kuru fasulye, nohut; balıkçıya pirinç, mercimek; manava un, şeker satmasını önereceğim ve bundan sonra alışverişlerimi oralardan yapacağım. Heeey market, duy bunu. (07 Ocak 2019)

69 yaşımın kanaatine göre, doğrusu toplu taşıma vasıtalarında yaşlılara değil de, yorgun, hasta ve güçsüzlere yer verilmelidir. Her seferinde, şahsıma yer veren gençler gücenmesin diye oturduğumu itiraf ederim (09 Ocak 2019)

Müjde, müjde. Paralı poşet uygulamasında vatandaş lehine çözümü buldum. Manav reyonundan 4 domates, 3 ücretsiz poşet aldım. Fotoğrafta görüldüğü gibi birine domatesleri, birine çay paketini, diğerine ay çekirdeği, beyaz peynir ve çikolatayı koydum. Salına salına eve geldim. Vermeyeceğim o 10+15=25 kuruşu. (Poşetleri çöpe değil, caddedeki geri dönüşüm kutusuna atıyorum.) (09 Ocak 2019)

Robin Hood = Errol Flynn, Kevin Costner, Cary Elwes, Russell Crowe, Brian Blessed, Taron Egerton. Herkesin Robin Hood’u kendine, benimki Kevin Costner. (12 Ocak 2019)

Çalışırken arada “Tarkan: Viking Kanı”na göz atıyorum, Kırmızı boya ile yapılan kan görüntüleri, sakıncalı bulunduğundan flulaştırılmış olarak gösteriliyor. Araya reklamlar girdi. Şampuan reklamında “kırık yok” yazısı “kirik yok” şeklinde seslendirilmiş. Öyle anlaşılıyor ki Türkçemizin katledilmesinde herhangi bir sakınca görülmüyor. Bözmeyin mörelinizi, verdir buyuklerimizin bır bıldıgı. (12 Ocak 2019)

(26 Eylül 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Beyoğlu’nun İzbe Sokaklarında Yoksul Yapayalnız Ölen Bir Sinemacı; Orhon Murat Arıburnu

Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçim kampanyasını yaptığım günlerde, Berlin’den bir arkadaşım telefon etti. İstanbul’a dönen kız kardeşi için bir iş bulmamı rica ediyordu. Ben de kıza bizim kampanya da çalışması için iş verdim. İşlerimizin yoğunluğu nedeni ile kızın nerede ve kiminle yaşadığını sormamıştım. Bir gece evlerimize dağılma saati gelince kızın hâlâ ofiste olduğunu gördüm. “Sen niçin hâlâ buradasın?” diye sorunca “Merak etmeyin evim çok yakın. Yaşlı bir tanıdığımızın evinde kalıyorum.” dedi. Balo sokaktaki ofisimiz Beyoğlu’nunun gece hayatının en canlı ve tehlikeli bölgesindeydi. Bir genç kız için bu saatlerde bu sokaklar her türlü “tehlike” demekti. “Haydi seni evine bırakalım.” dedim.

Balo Sokaktan çıkıp kızın rehberliğinde Sadri Alışık sokağına girdik. Karakolun (Ekipler Amirliği) karşısındaki Anadolu Sokağına saptık. Eski bir binanın ikinci katına girince kıza veda etmek istedim, ama O “içeri girin size bir meslektaşınızı tanıştıracağım.” dedi. Kız elindeki anahtarla kapıyı açınca önce kesif bir kokuyla irkildim. İçeri girdiğimizde ise içler acısı bir sefaletle karşılaştım. Salon da açık bir televizyon karşısında eski bir koltukta oturan kişiyi hemen tanıdım. Dizlerine örtülmüş bir battaniye ile gelenlere hiç aldırmadan gözlerini televizyon ekranına sabitlemiş yaşlı adam Orhon Murat Arıburnu’ydu.

1960’larda Varlık Dergisi’nde şiirlerini okuduğum, bir yığın filmde başrol oynamış ve yönetmiş bir sinema ustasını bu sefaletin ortasında görmek beni dehşete düşürmüştü. Odanın dibindeki sönmüş soba, masanın üzerindeki yemek artıkları ve kurumuş ekmekler, yürek paralayıcı bir görüntüydü.Bu ülkenin en değerli aydınlarından biri olan Orhon Murat Arıburnu dışarıdaki Mart soğuğundan, dizindeki eskimiş bir battaniye ile korunuyordu.

Kız beni tanıştırmadan sobayı yakmaya koyuldu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Şaşkındım. Arıburnu zaten ne bana ne de kıza bakıyordu. Sanki orada yoktuk. Ortamı sindirebilmek, bu hüznü yaşamak bana çok zor geldi ve hemen çıkıp gittim. Bizim kız esasında Bakırköy’deki bir evde kalıyormuş. Mesaimiz uzayınca Arıburnu’nun evinde kalıyormuş. Uzak bir akrabasıymış. Sonra birkaç gün yine konuşmak için gittim. Kendimi tanıttım ama hiç bir ses ve tepki alamadım. Sanırım bir hafta sonra kız koşarak geldi ve acı haberi verdi. İkimiz eve girdiğimizde Orhon Murat Arıburnu’nu ayni koltukta ve geceden açık kalmış televizyona bakarken gördük. Ölmüştü. O yıllarda sadece TRT belli bir saatten sonra yayın yapmadığı için ekran karlı görüntüyle açık kalmıştı. Tarih 11 Nisan 1989’du.

Al eline hançeri
Açılıp açılıp da vur
Bir damla kanım akmaz
Öyle çok kederliyim
Niçin öldüğüm anlaşılmaz / Orhan Murat Arıburnu

(24 Eylül 2019)

Sabahattin Çetin (Sinemacı)

Sevgili Sadi’yi Bekleyen Filmler

Sinema sitemizin kurucusu değerli dostum Sadi Çilingir bizleri çok korkuttu. Bayram tatilinin hemen ertesinde beklenmedik bir rahatsızlıkla hastaneye kaldırıldı. Onun tekrar aramıza dönmesi için bir ayı aşkın bir süre tüm sevenleri dualarını esirgemediler. Allah onu bizlere bağışladı. Halen evinde istirahat ederken sinema salonlarına dönmek ve yazılarını hazırlamak için sabırsızlandığını biliyorum.

Bu uzun süreç içinde bir avuç güzel film vizyona girdi. Bazıları halen gösterimini sürdürüyor. Yazımda bu filmlerden söz ediyorum ve kendini daha iyi hissettiğinde izlemesi için sevgili Sadi’ye önermek istiyorum.

Oyuncu yönetmen Louis Garrel’in ikinci yönetmenlik denemesi ‘Sadık Bir Adam / L’Homme Fidèle’ Fransız Yeni Dalgası’nın izinde kadın-erkek ilişkileri ve aşk üçgenleri hakkında arayışlar üzerine ilginç bir çalışma. François Truffaut imzalı 1968 yapımı ‘Çalınmış Buseler / Les Baisers Volés’nin başlangıç bölümüne ince bir atıfla başlıyor film. Paris’in damları üzerinde bir süre kıvrılan kamera görkemli Eyfel kulesini kadraja aldıktan sonra Abel ve Marianne’ın dairelerine sızıyor. Yoğun bir nostalji duygusuyla izlenen bu çağdaş Antoine Doinel öyküsünde, esas belirleyici olan kadınlar. Kırklı yaşların başındaki Marianne, politikacıları olduğu gibi birlikte olduğu erkekleri yönlendirmeyi çok iyi biliyor. Çocukluktan ergenliğe, oradan kadınlığa geçişte doyumsuz telâşıyla güncel genç kadını tanımlıyor Eve. Çağdaş heteroseksüel erkek fantezisinin bir izdüşümü olan Abel ise, kabullenilmiş edilgenliği ile büyümek için kadınlar tarafından yönlendirilmeyi bekliyor.

Halen gösterimi süren, Quentin Tarantino’nun beklenen 9. filmi ‘Bir Zamanlar… Hollywood’da / Once Upon a Time… in Hollywood’ 1969 yılının Hollywood’undan bir kesit aktarıyor. Stüdyo sisteminin iyice çıkmaza girdiği, Vietnam’ın ardından ’68 olayları ile dünyanın çalkalandığı, çiçek çocukları hippilerin gündemde olduğu bir döneme uzanıyoruz. Bu yılları yaşamış olan farklı kuşaklardan izleyiciye derin bir nostalji duygusu yaşatan ilginç yapımda, Tarantino’nun efsane diyalogları ve görsel hakimiyeti, dönemin yeniden yaratılması neredeyse kusursuz. Sinemanın kalbini derinden sarsan, Manson çetesinin Roman Polanski’nin yıldız eşi Sharon Tate ve misafirlerini acımasızca katlettiği yıl 1969. O meşum geceye yaklaşırken gerilimi tırmandırıyor yönetmen. Ama Tarantino bu, ‘Soysuzlar Çetesi / Inglourious Basterds’ın finalinde, Hitler ve adamlarını bir sinema salonunda alevler altında yok ederek tarihin gidişatını değiştirivermişti. Nazilerin ölümcül alev makinası yine devreye giriyor ve yönetmen beklenmedik bir finalle bir kez daha şaşırtıyor izleyicisini. 160 dakikalık uzunluğuna karşın ilgiyle izlenen bu keyifli yapımı, sinefiller ve nostaljik takılanlar kaçırmayacaktır mutlaka. Dennis Hopper’ın (Easy Rider) adını da geçirmek suretiyle dönemin çiçek çocuklarını tümüyle karalayan bir tavır takınmasaydı üstad, daha çok sevecektim bu filmi.

İzlerken Sadi’yi düşündüğüm ve çok beğeneceğini umduğum bir diğer film ‘Elveda Oğlum / So Long, My Son’, Çinli usta Wang Xiaoshuai imzasını taşıyor. ‘80’li yıllardan günümüze Çin toplumunu kasıp kavuran sosyo-ekonomik değişimin insanların hayatlarını nasıl etkilediğini ve nasıl bedbaht ettiğini; devletin ve rejimin ezdiği bireyin dramını hüzünle aktaran üç saat uzunluğunda bir nehir film bu. Her ikisi de bu yıl Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen başrol oyuncuları mükemmel. Çağan Irmak imzalı ‘Babam ve Oğlum’dan beri bu denli gözyaşı dökmemiştim.

Sadi’ye öneriler yazımı, halen gösterimde olan bizden bir filmle tamamlamak istiyorum. Değerli sinemacımız Emin Alper’in Berlin’de yarışmış üçüncü uzun metrajı ‘Kız Kardeşler’ sadece ülkemizin değil dünya sinemasının bu yıl içinde ürettiği en iyi filmlerden biri. Bir dağ köyüne sıkışmış bireylerin yoksunluğunu, çaresizliğini, çıkışsızlığını, ağırlıklı olarak bir gece boyunca aktaran Alper’in ‘Tepenin Ardı’ndan sonra bir kez daha kırsal tek mekâna dönüş yaptığı bu yeni eseri her anlamıyla kusursuz. Besleme olarak kasabalı, şehirli evlere gönderilen kızların hikâyesi çok vurucu, ancak beni daha çok etkileyen, zincirlerini kırmak için didinen Veysel’in umutsuz mücadelesi oldu. Bunda, ilk kez izlediğim tiyatro oyuncusu Kayhan Açıkgöz’ün üstün yorumunun büyük katkısı olduğunun altını çizmeliyim. Haklarını yemeyelim, üç kızkardeşi canlandıran kadın oyuncuların her biri (büyükten küçüğe doğru; Cemre Ebuzziya, Ece Yüksel ve Helin Kandemir) gayet başarılı. Alper’in kırsal alanda kadın cinselliğini yaman bir biçimde ele alan incelikli senaryosu ve güçlü diyalogları, Emre Erkmen imzalı görüntüler, Çiçek Kahraman’ın başarılı kurgusu ve iki Yunan bestecinin (Giorgos ve Nikos Papaioannou) yaylılar eşlikli etkileyici müzik çalışmasını da teker teker anmadan geçmeyelim.

(24 Eylül 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com