Kategori arşivi: Yazılar

Erguvan Renkli Bir Dünya Düşü…

Boğaz’da, yelkovan kuşları suları kanatlarıyla okşarken, ince belli bardakta demi kıvamında, dumanı üstünde bir bardak çay içmenin mutluluğu her yerde, her şeyde bulunmaz.

Ne büyük keyiftir Tarihi Yarımada’ya karşı incecik esen yelin uçurduğu saçlarla, süzülerek geçen gemilere bakmak…

Ne büyük keyiftir Topkapı kulelerinin, Sultanahmet ve Ayasofya minarelerinin arkasında oynaşan bulutlarla turuncuya dönüşen Güneşi seyretmek…

Ne büyük keyiftir sevgiliye sarılır gibi sözcüklere sarılıp içini dökmek birbiri ardına akan dalgalara.

Belki de bu bahar hiç yapamayacağız…

Sansür…

Size de olur mu, en olmadık zamanlarda; tam da keyfin doruğundayken ilgisiz, ilgisiz olduğu kadar da anlamsız, anlamsız olduğu kadar da can sıkıcı şeyler gelir aklıma.

Bu kez biliyorum neden ve nasıl geldiğini. Yıllar önceydi, deniz otobüsündeydik, dalgalar hafiften sallıyordu gemiyi, bir inip bir çıkıyorduk, tıpkı Nazım Hikmet’in ünlü “Hazer” şiirindeki gibi, her ne kadar onunki kayıktıysa da. Kırılmadığı için köpüklenmeyen su, kendi derin mavisiyle çağırıyordu sanki… sevişmeye. Evet, sevişmeye çağırıyordu.

Dur durak bilmeksizin akan Boğaz’ın serin lacivert suları sevişmeyi çağrıştırdığı için… sevişmekse öteden beri -nedense- hep günah bellendiği için düşmüş olsa gerek sansür aklımın kıyısından geçerek.

Sinemada nice sansür yaşanmış; duymuşsunuzdur. Metin Erksan’ın ünlü ve ödüllü filmi “Susuz Yaz”da cılız başakların rüzgârla salınmasını bile atlamamış sansür kurulu. Ne demek efendim, cılız başaklar! Siz öküzün altında buzağı mı arıyorsunuz? Kim kime sormalı…

Sonradan bir haberden, Amerika’da, Huston’daki bir tarladan altın başaklı tarla görüntüleri eklenir. Maksat sansürü aşmaksa, ilgisiz görüntüler bile kabûl görür. Sizin söyleyecek sözünüz var mı, benim yok!

Koyunların memeleri

Köyün ortasında süt sağan kadınlar vardır bir filmde, sansür kurulu hemen engeller. Kaçar mı, kaçmaz tabii: Koyunların memeleri gözüküyor. Gerçi son yıllarda benzer bir durum bir süt firmasının ineği için de gündeme geldi, ama geyik (!) olarak. Çünkü orada şikayetçi, inekler uçamaz diye istemişti engellenmesini.

Arabanın sol lâstiği de var, solculuk yapılıyor gerekçesiyle sansüre uğrayan. Sol lâstik patladığına göre ‘sol’ iyi değil, bakın sağ sapasağlam gibi bir yorum da pekâlâ mümkün.

Dumandan oluşan insan…

Bir sergi çekmiştim, yıllar önce TRT’de “İyi Akşamlar” programındayken. Ressam değil ama resim aklımda: Dumandan oluşan bir kadın formu, göğe yükselmiş… Alnının ortasına denk gelen yerde hilal parlıyor. Resmin adı ‘onur’du yanlış anımsamıyorsam. Denetçiler (biz aramızda sansür desek de TRT resmi adını kullanmayı, dolayısıyla da bazı şeyleri saklamayı tercih ederdi), müstehcen buldukları için çıkarmamı istemişlerdi. Şaşkınlık var mıydı, anımsamıyorum, ama TRT koridorlarının çıldırmış sesimle zangır zangır titrediğini unutmuyorum, hâlâ.

Şarkılar seni söyler…

TRT televizyonunda var da radyoda yok muydu sansür? Vardı, âlâsı var hem de. Türk kadını hiç tanımadığı bir erkeğe selâm vermez gerekçesiyle Leman Sam’ın, “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe / Sırf sana benziyor diye / Usulca sokulup ‘merhaba’ dedim” şarkısı sansürlenmiş örneğin.

Barış Manço’nun, herkesin diline takılan ve çok da sevimli şarkısı “Arkadaşım Eşek”in ‘kuzu’ ile değiştirilmesi istenmiş. Çünkü ‘eşek’ten arkadaş olmazmış. (Durun, burada bir başka anı söz istiyor: “Ata binmiş eşekler millet sizden ne bekler” sloganı 68’lilerin ilk ve önemli sloganıydı. İkili anlamı vardı. Birincisi ‘at’ iktidar partisi olan Adalet Partisi’nin amblemiydi, üzerindeki ‘eşek’ ise ABD’deki iktidar partisinin amblemi. Anlatılmak istenen ABD bağımlılığıydı. İkincisi de yine aynı şekilde iktidar partisinin başındakiler, yani yöneticileri ‘eşek’tir.) Yönetici olabilirler, ama arkadaş, asla!

“… Söz dinlemez ormancı / Çekmiş kafayı / Aman ormancı”, devletin anlı şanlı memurunu, hem de ‘çekmiş kafayı’ diyerek eleştiriyor. Olacak şey mi? Yasaklanması doğal. Tabii, “Doldur be meyhaneci” şarkısının neden sansürlendiğini anlamışsınızdır: alkole teşvik!

Geleneksel çalgı, Türk Halk Müziğinin vazgeçilmezi zurna, nasıl olur da bir pop müzik parçasında kullanılır, tez yasaklansın!

Ezginin gücü…

Cinuçen Tanrıkorur, dersimize giren, alabildiğine nazik ve bir o kadar da bilgili biriydi. Bir gün, kocaman bir makaralı teyple girdi derse. Uzun uğraşlardan sonra, “Bu dinleyeceğiniz parçayı başka bir yerde duyma şansınız olmayacak, çünkü ritmi geleneksel değil diyerek sansürlendi. Gönlüm razı gelmedi, size getirdim. Sansürlenmesi kadar yanlış bir şey olamaz” diyerek basmıştı ses yükselticisinin düğmesine.

Giderek yayılan ezginin gücü -hemen hiçbir tınısını anımsamasam bile- hâlâ kulaklarımda.

İnternet haftası…

Sosyal ağlar, demokrasi, mobil yaşam, yasaklar ve ifade özgürlüğü, mahremiyet, bilgi güvenliği, bireysel güvenlik, güvenli kullanım gibi birçok yaşamsal konuyu gündemde tutmayı başaran ve sansür denilen o canavarın ağzını kapayan internet artık ülkemizde de yoğun kullanılıyor (hele de böylesi karantinalı günlerde). İnterneti de engellemeye çalışan ülkelerin başında yer alsak da geri dönüşün olmadığını bilmenin huzuruyla 08 – 21 Nisan arasında Covid-19’un etkisiyle o etkinliklerin hiçbiri yapılamayan birçok etkinliği barındıran İnternet Haftasını kutluyorum.

(11 Nisan 2020)

Korkut Akın

[email protected]

(Bu yazının aslı 10 Nisan 2020 tarihinde siyasihaber4.org sitesinde yayınlanmıştır.)

Salgın

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Başka Sinema’nın BluTV ile anlaşarak şu sıra sinemalarda gösterilmesi plânlanan filmleri küçük ekrana taşıması bir kısım sinemaseverce -hadi kınanıyor demeyelim de- tasvip edilmiyor diyelim. Bendeniz de tasvip etmeyenlerdenim. Filmleri neden sinema salonunda seyretmekten hoşlanıyorum, onlardan bahsedeyim. Önce filmi seçip karar veriyorsunuz ve evden çıkıyorsunuz. Vasıtaya binip sinemaya geliyorsunuz. Gişe önünde, bekleyen derviş muradına erermiş misali, kuyruk varsa beklemek daha keyifli oluyor. Beklerken yapılan sohbetlere iştirak edebiliyorsunuz. Hangi filme gireceklerini tartışanlara, görmüş olduğunuz bir filmi tavsiye edebiliyorsunuz. Sohbette sınıf farkı yok, Bağcılar sinemaseveri de, Seyranbağları sinemaseveri de sohbete dalabiliyor. Salona girdiğinizde önce biletteki numaralara, sonra merdivenlerdeki sıra numaralarına, sonra da koltuk numaralarına baka baka yerinizi bulup oturuyorsunuz. Salon kalabalıklaştıkça ve hele sıra başında oturuyorsanız sıranın ortasına geçenlere yol açmak için ya ayaklarınızı geriye doğru çekiyorsunuz veya kısmen ayağa kalkıyorsunuz. Şimdi bu dediklerime “Evdeki seyirde bunların hiçbiri yok” diye karşı çıkmayın, biliyorum ama bendeniz bunlardan da hoşlanıyorum. Film başlıyor, bazen perde hemen netleşmiyor, bir müddet öyle seyrediyorsunuz, sonra bir uğultu başlıyor, peşinden bir iki seslenme, dayanamayanlar ıslık çalıyor. 5 dakika arada tuvalete gittiğinizde beklemek zorunda kalmak da zevkli oluyor. Büfeden alışveriş yapıyorsunuz, mesela bendeniz tüm cimriliğime rağmen arada mutlaka hanıma frigo alırım. Sinemaları yok edersek, sinema filmi yapımı da doğal olarak durur, sonra döne döne eski filmleri seyretmek zorunda kalırız. Bazen TV Filmi denilen bir şeyler çekiyorlar, küçük ekranda bir kez gösterildikten sonra yok olup gidiyorlar. Bir tanesini bile hatırlamıyorsunuz, ancak “Say bakayım sevdiğin sinema filmlerini” dediğinizde hemen herkes en azından 10 tanesini hatırlar. Film sinemada izlenir, sinemanın tadı başkadır. Filmlerin seyirciye sunulmasında, Sinema – DVD – Paralı TV – Parasız TV – Sosyal Medya sıralamasına uyulmalı. Sinemalar filmlerin evi, semti, mahallesi, tapu kütüğüdür. (05 Nisan 2020)

Sıkıntıdan “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim el aldı” türküsünün sözlerini değiştireyim dedim, “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim karşımda oturuyor” yaptım, baktım kafiyeyi tutturamamışım, vazgeçtim. Uğraştırmayın beni, yine eskisi gibi söyleyin gitsin. (05 Nisan 2020)

Karantina nedeniyle sinemaların kapanması üzerine vizyona girmesi muhtemel sinema filmlerinin dijital ortamda seyirciye ulaşması iyi bir şey ama bu filmler dijital ortamda tüketilirse -yeni film çekimleri de durduğundan- birkaç ay sonra sinemalar yeniden açıldığında gösterecek film bulamayacak; sinema sahipleri gibi çalışanları da uzun süre mağdur olacak. Kanaatimce “Ölmek İçin Zaman Yok” (No Time to Die), “Top Gun: Maverick”, “Hızlı ve Öfkeli 9: Hız Efsanesi” (F9: The Fast Saga), “Sessiz Bir Yer 2” (A Quiet Place Part 2) filmleri gibi, vizyon filmleri komple ileriye ötelenmeliydi. Sinemalar açıldığında filmler hiçbir dijital ortamda gösterilmediği için eskime de olmazdı. Misâlen, zaman zaman ithalcilerimizin birkaç yıl önce yapılmış fakat ülkemiz sinemalarında gösterilmemiş filmleri 1-2 sene sonra vizyona sürdüklerine şahit oluyoruz. Eskiler hatırlar, geçmişte Dustin Hoffman ve Steve McQuenn’li ünlü “Kelebek” (Papillon) filmi ülkemize 7-8 yıl sonra gelmiş ve hiç de eski olarak algılamamış (“O zamanlar bugünkü dijital imkânlar yoktu” fısıltılarını duymuyorum, sıfıldamayın) ve sinemanın (Beyoğlu Atlas) mis gibi büyük perdesinde heyecanla izlemiştik. Demem odur. (07 Nisan 2020)

Karantina sürdükçe erkek milleti haldır haldır yeni kabiliyetler ediniyor. Yakında Ev Erkeği diye yeni bir meslek yaygınlaşırsa şaşırmayalım. Kendimden biliyorum, ekmek, yumurta, makarna, pilâv, türlü yapmasını beceriyordum. Bu gidişle ekmek, kek, krep derken yakında, keşkül, muhallebi, puding yaparak tatlı sektörüne de dalacağım. Ütü, bulaşık, cam silmede kabiliyetimi geliştirerek 70’inden sonra tam bir ev erkeği olma yolunda hızla ilerliyorum. Tam burada aklıma rahmetli Ersin Pertan’ın Orhan Kemal’in eserinden uyarladığı ve Rasim Öztekin’in başrolünde oynadığı “Tersine Dünya” adlı filmi geliyor. Kadın – erkek kimliklerinin tersine döndüğü, kadınların kabadayı olduğu, erkeklerin evlenmek üzere evden kaçırıldığı, kadınların eve ekmek getirdiği, kısacası tüm rollerin tersine döndüğü eğlenceli bir konusu vardı. İnşallah Münir Beyciğim de oradan Marcello Mastroianni ile Catherine Deneuve’un ülkemizde “Kocam Hamile” adlıyla gösterilen “L’événement le Plus Important Depuis Que L’homme a Marché Sur la Lune” adlı Jacques Demy filmini hatırlatmaz, yoksa işin içinden çıkmak mümkün olmaz. (08 Nisan 2020)

Salgın nedeniyle ileri bir tarihe ertelenen 39. İstanbul Film Festivali’nin bazı filmlerinin MUBI tarafından özel olarak gösterileceği duyuruldu. Listeye “Şeylerin Boktanlığı” adıyla dahil olan filmi sinemalarımızda “Çölde Kutup Ayısı” adıyla izlemiştik. Birçok TV.ye danışmanlık yapan sinema yazarı arkadaşlarımızın uyguladığı yazılı olmayan kurala göre TV.lerdeki filmler genellikle sinemalarda gösterildiği adlarıyla ekrana getirilir; MUBİ’nin de bu kurala uymasını arzu ederiz. (09 Nisan 2020)

Covid-19 salgını nedeniyle bu yıl Haziran başında yapacağı 31.sini ileri bir tarihe erteleyen Ankara Uluslararası Film Festivali’nin 10 yıl önceki çantası. Biz sinemasever milleti tuhaf insanlarız vesselam. Hani tutup festivale özel gazoz çıkarılsa şişesini de saklayacağız. Dolapları karıştırırken bulduğum bu çantanın fotoğrafını “Film sinemada izlenir” ve “Sinemanın tadı başkadır” ifadelerini eskimiş bulanlara ithaf ediyorum. (10 Nisan 2020)

(10 Nisan 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sinema Kültürü Üzerine…

17 Mart’tan bu yana Türkiye’de sinema salonları kapalı. Bu tarihten önce ülke çapında hizmet veren 450 aktif lokasyonun varlığından söz etmek mümkün. Bu lokasyonlarda film gösterimi yapılan 2.800’e yakın sinema perdesinde faaliyetler tamamen durmuş durumda, sinema çalışanları da işlerine dönecekleri günü evlerinde bekliyor. Doğal olarak bu sinemalarda vizyona çıkartılması düşünülen birçok Türkiye yapımı ve yabancı film de beklemede… Sinema işletmelerinin başbaşa kaldığı bu felç hali film yapımcılarının da bütün yatırım plânlarını bozmuş durumda. Kısacası yaklaşık bir yıldır hastalıktan ötürü yataktan kalkamayan Türkiye sinema piyasası şimdi top yekûn felç geçiriyor. Yalnızca sinema mı? Lokantalar, stadyumlar, spor merkezleri, parklar, bahçeler bunlara benzeyen alanlarda hizmet durdurulduğundan buralarda gerçekleştirilen bütün sosyal ve toplumsal aktiviteler aynı felci yaşıyor… Kurgu ya da değil, insanlığın, alışkanlıklarının değiştiği –değiştirildiği- bir ayar sürecinde olduğumuzu da düşünebiliriz. Süreç tamamlandığında birçok şey aynı olmayacak. Eğitim sisteminin dinamiği değiştiriliyor, temassız ticaret, ulaşım-iletim, dijital uygulamalar ve onları var eden makinelerin kullanımı gibi alanlarda adeta devrim oluyor ve bu alanların hiçbirinde yalnızca eski kurallar geçerli olmayacak. Ülkeler sağlık alt yapıları açısından akademileri, doktorları ve profesörleriyle birlikte ulusal sınavlar veriyor. Hükümetler ve devletler etkinliklerini, dinamiklerini gözden geçiriyor. Ülke sınırlarının mânâsı, insanlığın birbiriyle iletişimi gibi küflenmiş birçok düşünce dört başı mamur olarak değerlendiriliyor. Her gün dünyadaki insan nüfusundan biner biner yaşam eksilten bu acımasız virüs süreci birçok alanda kaçınılmaz olarak şapkanın öne konmasını sağlamış gözüküyor. Bekleme sürecinin ardından formunda ve anlamında pek fazla değişiklik olmayacak olgular da var. Meselâ yeme-içme kültürü, eğlence kültürü, gezme, tozma, meyhaneler, spor, düğünler… Ayar sürecinin ardından yaşanacak normalleşme ve kanıksamayla eskisi gibi, insanlar koşa koşa bu özlediği mekânlara gitmeye devam edecek. Doğudan batıya doğru gelişmelerin yaşandığı şu dönemde normalleşme sürecine giren Çin Halk Cumhuriyeti’nde kitlelerin ağızlarında maskelerle parklara akın ettiğine şahit olmamız haftalarca tecrit hayatı yaşayan insanların özlediği yerlere akın edeceğinin normal bir göstergesi… Kanımca değişikliğe uğramayacak bir diğer olgu da sinema ve sinema kültürü. Pandeminin gerektirdiği önlemler çerçevesinde eğlence piyasasındaki durgunluk gibi birçok sektörde de bekleyiş sürerken, ülke ekonomilerinin eski günlerine dönmesi için sürecin en sağlıklı şekilde tamamlanması bekleniyor. Evet, bu sektörlerin hiçbiri ortadan kalkmayacak. Kaldı ki bugün kaçınılmaz olarak yükselişte olan dijital uygulamalar, ev teknolojileri gibi piyasalar dünya ekonomisinin devleri; otomotiv, yeme-içme, eğlence sektörlerinin feda edilmesine neden olmayacaktır. Aksine tecritten ve izolasyondan sonra bu tür piyasalarda olağandan daha fazla hareketliliklerin de görülmesi muhtemeldir.

Türkiye’de sinemacılık

Doğrusu, Türkiye sinemaları mevcut virüs krizinden önce ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hiçbir ilâç, uygulanan tedaviler 2018’den 2019’a, 11 milyon biletlik kaybı engelleyemedi. Dünyadaki vizyon dinamiklerini, projeksiyon güncellemelerini yakından takip eden Türkiye, 2015’ten 2018’e sinema gişelerindeki yerli film bilet satışı oranında Avrupa’nın göz bebeğiyken ne oldu da çöküş başladı? Sinema salonlarında perde/hafta blokajı için sinemaseverlere dayatılan acube filmler, dijital mecralarda milyonlarcasının olduğu, hiçbir tarzı yansıtmayan, perdelerde hantallığa ve yorgunluğa sebep olan, birbirini tekrarlayan yerli sinema filmleri ve onların kabak tadı veren içerikleri, sinema piyasasının temel iki dinamiği; sinema salonu işletmecileri ile film yapımcıları arasındaki kavganın suhuletle çözülemeyip sinemaseverlere yansıması, Türkiye’deki sinemacılık faaliyetlerinin icra alanı sınırlarının net ve koruyucu çizilememesi, sinema harici mecralarla filmlerin ilişkisinde sinema piyasasının elini güçsüzleştiren düzenlemeler, teknik açıdan yetersiz sinema yapıları, Blu-Ray formatında filmlerin dağıtılması ve bu formatta sinema işletmelerinde film gösterilmesi gibi büyük büyük dertler yüzünden sinema piyasamız kaçınılmaz sonunu kendisi hazırlamıştı. Başka bir bakış açısıyla; yukarıdaki dert başlıklarının Türkiye sinemacılığını önümüzdeki yıllara yayılarak yavaş yavaş kemirmesi ihtimâl dahilindeyken dünya çapındaki virüs blokajı sebebiyle tamamen duran operasyonlar kalıcı ve yapıcı hamlelere sebep olacak.

Global ölçüde sinemanın mevcut sorunları ve bu sorunlarla mücadele yöntemleri tartışılırken Türkiye’de ‘ticari açıdan ayakta kalmak’ adına yapılan girişimlerin, devrim görünümlü darbelerin, kolektiflikten uzak tekil kararların uzun vadede zararlarını yaşamaya devam edeceğiz. Sinema yaşamının öncelikle standartlarını oluşturması ardından da endüstriye dönüşebilmesi için Türkiye’de sinemanın icrasının bütün departmanlarını kapsayacak şekilde düzenlenmesi ve korunması gerekmektedir. Filmlerin ve sinema sanatının lokomotif mecrası olan sinema perdeleri özünde televizyon, diğer yansıtıcılar ve internet mecralarıyla hiçbir zaman aynı kategoride değerlendirilmemelidir. Benzetmedeki gibi sinema, film yaratıcılarının lokomotifi diğer bütün mecralar da vagonu niteliğindedir.

Türkiye’deki icrasında topallayan sinemacılık yaşamımız 2019’un Şubat ayında kimilerinin ‘devrim’ deme cüretini gösterdiği derin bir darbe almıştı. Sinemaseverleri büyük beklenti içine sokan, dolayısıyla sinemacılığın icracı ortaklarını da heyecanlandıran yapımlardan birinin henüz perde vizyonu yolculuğu sürerken lokomotif mecradan indirilip vagonlara geçirildiği açıklandığında sinemasever gözünde gişelere ve vizyon dinamiğine güvensizlik başlamış, bu darbeyle de sinemanın hareket alanı daralmıştı. Aslında bir nevi yerli film içeriğinin tükendiği, ‘ticari sinema oyuncularının sinema salonlarından aldıkları satışların’ onları tatmin etmediğinin bir kanıtıydı bu.

Sinemacılık alanındaki bütün oyuncuların, gelecekteki huzuru ve standart bir endüstri için hassasiyetleri dengeli bir şekilde benimsemesi gerekiyor. Kalkınma ve refah için en yüksek gelir hedeflenirken, sinema olgusunun da herkes tarafından desteklenmesi ve koşulsuz piyasa dayanışması kaçınılmaz. Bu, elbette filmlerin sinema yolculuğundan önce ya da sırasında diğer mecralara ticari kaygılar gözetilerek satılmasıyla başarılabilecek bir durum değil. Ya da sinema filmlerinin yeterli izleyici gelmiyor diye işletmeciler tarafından salonlardan çıkartılmasıyla gerçekleşmeyecek.

Son dönemin ikinci büyük darbesi de şimdi uygulanıyor. Bu kez, hareketin temeline ekonomik dertler iliştirilerek sinema filmlerinin vizyondan önce dijital bir mecrada gösterimi söz konusu!.. Kesin olarak belirtmek gerekirse bu darbede de kanuna aykırı herhangi bir girişim bulunmuyor. Darbe, tamamıyla, duygusal ve etik unsurların hiçbirine uymuyor. Sinema işletmelerinin tek varoluş sebebi sinema filmleridir. Filmlerin sinemada izlenmesinin öncelenmesi bu alanda sonsuz ve karşılıksız çabalar içine girenlerin ekonomik ya da başka sebeplerden ötürü diğer mecraları tercih etmesi bu ve benzer girişimleri sinema kültürü ile yan yana getirmesi yine uzun vadede zarar vericidir. Sosyal toplum anlayışında, sinema ‘kültürü’nün desteklenmesi, sinema ‘sanatı’nın yaygınlaştırılması hoyratça ve yalın olarak sağlanmalıdır. Avrupa ülkelerinin çoğunda özellikle ‘arthouse’, düşük bütçeli sinema prodüksiyonlarının kitlelere ulaşabilmesi adına çok sert uygulamalar bulunmaktadır. Fransa bu alandaki uygulamalarıyla örnek alınacak bir işletime sahip. Öte yandan sinema izleyicisinin çoğaltılması ve ‘arthouse’, düşük bütçeli sinema prodüksiyonlarının daha fazla sinema gösterimi imkânı bulabilmesi adına Avrupa Birliği Eurimages aracılığıyla destek programı uygulamaktadır. Türkiye’de 1990 ile 2000 yılları arasında, Onat Kutlar, Vecdi Sayar, Sabahattin Çetin, Üstün Karabol, İrfan Demirkol & İnci Demirkol, Faruk Günaltay, Saim Yavuz ve Mehmet Soyarslan’ın çabaları ve çalışmalarıyla Avrupa filmlerinin Türkiye’de gösterilmesinin ve bu alanda bir farkındalık yaratılması sağlanabilmişti. Meşakkâtli dönemlerin ardından bugün ticari kaygılar sebebiyle sinema gösterimlerinin öncelenmeyip diğer mecralarla yapılan iş birlikleri, kötü niyet olmasa da sorumsuzluk olarak kayda geçmektedir. Sinema işletmelerinin kapalı olduğu bir dönemde, varlıklarını nasıl sürdürecekleri henüz belirsizken, alternatif film gösterimleri açısından bir önceki kuşağın takipçisi olan, çalışmalarını bir vakıf bünyesinde gerçekleştiren, bugüne kadar küçük sinema işletmelerini onlara sağladığı filmlerle destekleyen, sinema kültürünü önceleyen bir oluşum tarafından böylesi bir darbenin gerçekleşmesi zamansız bir yol kazasıdır. Belirttiğim gibi bu girişimin hukuki bir uygunsuzluğu bulunmuyor. Yine de herkesin, bütün dinamiklerin kenetlenmesi gereken şu dönemde hiçbir sebep bu darbeyi mücbir sebebe dönüştürmüyor. Çünkü ‘mücbirlik’ hakkını sinema kültürü ve onun güç kaybı kullanıyor. Bu ticari hamleye sinema işletmeleri çok doğal olarak tepkisini koydu. Kendi alanlarındaki bütün aksaklıklarını şimdilik bir yana bırakarak, korunması ve kurtarılması gereken sinema işletmelerinin bu feryadına rağmen, sinema kültürü, bir dizi bulanık ticari sebep eşliğinde ticari bir mecra aracılığıyla evlerin salonlarına hapsedilmiş oldu. ‘Sinemaların tekrar açılacağı güne dek’ vurgusuyla, sinema işletmecilerine de maddi destek sağlamak ‘havucuyla’ hamle normalleştirilmeye çalışılsa da kendi kuruluş felsefesiyle Türkiye sinemacılığını fersah fersah ileri taşımayı başaran bu oluşum, üzücü olarak geriye doğru adım atmış oldu.

Sinemada film izleme kültürünün, sinema kültürünün yaşatılması için bu ülkede birçok kişi ve kurum emeğini ve zamanını harcarken, sinemaseverler askıda biletten, koltuk satın almaya dek çeşitli destek kampanyalarına dahil olurken, katı ve keskin şekilde ‘alternatif izleyici’nin ilgisine ‘alternatif filmler’ büyük uğraşlarla getirilirken halihazırda kütüphanesinde binlerce filmin bulunduğu platformlarla iş birliği yapmak ve bu duruma tepki koyan insanları ve sinemacıları anlayamamak ise çok düşündürücü… Altını çizmek gerekirse; hiçbir oluşumun ekonomik açıdan zarar görmesi istenmez, yapılan ticari anlaşmalar da hukuka aykırı değilse tenkit edilemez. Başka Sinema & BluTV işbirliği de ticari açıdan değil, sinema kültürüne olumsuz etkisi açısında değerlendirilmelidir. Programda gösterilen filmlerin neler olduğu, göstermelik desteğin miktarı, süresi açısından değil, filmlerine sahip çıkmaya çalışan sinemacıların ve Başka Sinema gibi bir oluşumun gerçek ve kıymetli felsefesine dönmesi için tam da şimdi mutlak bir dayanışma içinde olunması gerekmez mi? Henüz global pazarlarda dayanışma programları, sinema işletmelerinin zararlarının karşılanması için düşünülen kampanyalar açıklanmamışken, yerel ve bölgesel bazlı vizyon takvimleri açıklanmamışken böylesi ticari bir tercihin motivasyonu ne olabilir? Tarihi sinemaların birer birer ortadan kalktığı dönemde sinema tutkunlarının bu salonlarla arasında kurduğu bağdan hareketle ortaya konan tepkiler nasıl haklıysa Başka Sinema’nın da bu kendi yapısına uygun düşmeyen ticari hamlesine tepkisiz kalmak kanımca üzücüdür. Bu tepkilere de ‘ama’larla karşılık vermek ve itiraz etmek zamanında verilen ‘Emek Sineması’nı aynı haliyle ikinci kata taşıdık’ yanıtına benzer… Sinema işletmelerini olumsuz etkileyeceği söylenen ve itiraz edilen bu girişime paralel olarak İstanbul Film Festivali ile bir başka dijital platform MUBİ arasında gerçekleşen işbirliği ise örnek alınası. Hâlâ bir çok kişi tarafından izlenme fırsatı bulunamamış Altın Lale alan filmler ve henüz nasıl ve ne zaman yapılacağı belli olmayan İstanbul Film Festivali ile Filmekimi için düşünülen filmlerden yapılan bir seçki sinema tutkunları için platform aracılığıyla seyre sunulacak. Böyle bir dönemde ekonomik bahaneleri ön plânı almayıp programındaki filmlerinden bir seçkiyi sinemaseverlere nefes olmak ve gelecekteki birbirinden değerli sinema filmlerine vurgu yapmak için kendi platformu üzerinde bir sunum yapamaz mıydı Başka Sinema da?.. Hiçbir dijital teknik engel yok!

Bugün sinemanın bittiğinin, geleceğinin tartışıldığı günler çoğaldı. Bunun, trenin lokomotifini, vagonlarıyla karıştırarak, karşılaştırarak yapılması hakkaniyetli değil. Sinemanın icadı, Türkiye gelişi, ilk gösterim konularında, mânâsı, önemi gibi başlıklara girmeden sadece Türkiye sinemasının önemli değeri, büyük usta Metin Erksan’ı anarak ondan bir alıntı yapmak istiyorum:

“… Cinemalogy (Sinemabilim) ve filmology (Filmbilim) sözcükleri, yabancı ülkelerdeki üniversite, akademi ve ciddi yazılı-görsel medya kapsamında yazılan yazılarda kullanılan sözcüklerdir. (…) Sinemabilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Kısacası sinema bir kültürdür. …”

Özetle bir kültür olan sinemanın ve Türkiye’de icra edilen sinemacılığın düşmanı ya da onun geleceğini belirleyecek unsurlar internet yayıncılığı, televizyonda film gösterimleri olmayacaktır. Korsan film çoğaltma, Hard Disc’lerdeki filmler, VCD, DVD, Blu-Ray, Video Kaset, Pay TV, Free TV, Karasal yayınlar, VOD, SVOD, vs… Sinema için bu alanların tamamı birbirinden farksızdır. Sinema kültürünün korunması her şartta gereklidir. Sinemada nitelikli film izlemek anlatıcıya verilen önemi, emeğe saygıyı simgeler. Yüz yüze, göz göze yapılan bir sohbet gibi düşünün, bir yandan başka işlerle meşgûl olup diğer yandan, ara ara yüzüne bakarak dinlediğiniz bir dost sohbeti gibi değil de duyarak, görerek konuşmak… Günümüzde film tutkunları sinema dışı mecralardaki film çeşitliliğinin artmasından hareketle sinemanın bittiği ve onun geleceği ile ilgili endişelerini belirtiyorlar. Bu tespitler sinemanın geleceğine yönelik olmaktan çok, kişilerin hangi mecralarda film izlemekten hoşlandıklarını ve kişisel tercihlerinin çeşitliliğini ortaya koyuyor aslında. Sinemanın ve sinema kültürünün güç kaybetmesi, küçülmesi elbette mümkündür fakat bu diğer mecralardaki film çeşitliliğinden yahut kitlelerin bu mecraları tercih etmesinden kaynaklanmayacak. Sinema da her olgu da her alanda olduğu gibi kendi sorunları ya da yetersizliği yüzünden sorunlar yaşayacaktır.

Türkiye’de alışık olduğumuz üzere Mayıs ayı sonu itibariyle sinema bileti satışları düşüş gösterir ve gösterim sezonu sona erer. Bilet satışında ancak 2019’un ilk çeyreklik dönemini yakalayabilen 2020’nin ilk on bir haftası sinema piyasası açısından hiç de parlak değildi. 17 Mart kapanışları gerçekleşmese de yaza girmenin eşiğinde olan ve vizyon takvimi açısından yüksek bilet satışları vaad etmeyen bir sinema vizyonundan bahsetmek doğru olacaktır. Aynı eğitim dünyasında olduğu gibi bir buçuk aylık bir ötelemenin yansıtılmasıyla mevcut filmlere yeni tarihler verilecek ve sinema emekçileri işlerine, sinema salonları da semtlerine dönecekler. Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yıllık bilet satışı toplamı muhakkak ki düşecek. 17 Mart kapanışının ardından işletmesini açmayacak sinemalar olacak. Dünyanın önde gelen sinema endüstrilerinde on yıldır tartışılan ve bu doğrultuda alınan önlemlerin beraberinde Türkiye’de sinema işletmeciliği ve sinemacılık, kaçınılmaz olarak teknik kurallara riayet etmek zorunda kalacak. Büyük perde, boyut özellikleri ses efektleri (3D, 4DX, SCREENX, IMAX, ATMOS, DBOX) gibi donanımlara kapısını açan, salonlarında oda sinemacılığı mantığına değil de devleştirme tercihine gidecek işletmeler uzun vadede ayakta kalabilecek. Furya sinemacılığını tercih etmeyip, televizyon yıldızlarının yer aldığı, birbirini tekrarlayan konularla TV.de ve internet mecralarında daha kolay tüketilecek içerikler üretmek yerine kurgusundan, müziğine, görüntüsünden, senaryosuna kadar, profesyonel olarak, prodüksiyonların sinema için dizayn edildiği, sinemaseveri aldatmayan projelere imza atan yapımcılar salonlarda kazanacak.

Doğru işletme stratejileriyle sinema projelerinin kısa vadede en yüksek gelir elde ettiği alan hâlâ sinema gösterimleridir. İşte bu yüzden nitelikli (düşük bütçeli ya da yüksek bütçeli) filmlerin kitlesel karşılıklar alabilmesi, sarf edilen emeğin yerinde değer görmesi ve iç dayanışmanın, üretimin teşvik edilmesi için sinemaların son sistem teknolojik gösterimleri tercih etmesi, Blu-Ray ve benzer yansıtıcılardan gösterim yapmaması, başı ya da sonu olmayan niteliksiz film kırpıklarını salonlarına sokmaması ve programa aldıkları yapımlara uzun süreli gösterim periyotlarını sabırla vermelidirler.

Sinema bir kültürdür ve tıpkı meyhanelerde ve stadyumlarda yaşandığı gibi sinemada da yeni anılar, yeni heyecanlar yaşanmaya devam edecektir. Sinema işletmeciliğinin geleceğini dijital mecralara göre değerlendirmektense bu mecraların kendi aralarındaki rekabet ve teknik sorunlarını tartışmaya açmak daha mantıklıdır. Dev sinema stüdyoları kendi dijital platformlarını birer birer hizmete alırken bu alanda, saygısızca eserlere ve sinemaya saldıran günümüzün mevcut şirketleri kütüphanelerinin geleceğini ve ödedikleri paraları hesaplamaya başladılar bile… Sinema salonları ise dünya çapında teknik olarak devleşmenin, görüntü ve ses efektlerinin geliştirilmesinin hesaplarını ve yeni teknolojileri bitmek bilmeyen bir motivasyonla yapıyor. Tepe noktasına yarım yüzyıl önce ulaşan arabalı sinema ve açık hava sinemaları kavramları önümüzdeki dönemlerde tekrar gündeme gelebilir. Kitlelerin toplu halde film izlemesi her açıdan, (teknolojik ya da duygusal) film yapımcılarını, sinema işletmecilerini ve film tutkunlarını cezbetmeye devam edecektir.

(09 Nisan 2020)

Deniz Yavuz

(Bu yazının ilk yayını 09 Nisan 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Devlet, Toplum ve Sinema Adlı Kitabının Yayını Vesilesiyle Mesut Kara Röportajı

1961 İstanbul doğumlu yazar yönetmen Mesut Kara ile Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Devlet, Toplum ve Sinema”yı konuştuk.

Mesut Kara, birçok belgesel film çalışmasında da yönetmen, yardımcı yönetmen, senaryo – metin yazarı, danışman olarak yer aldı. 1985 yılından bu yana birçok dergi, gazete ve internet sitesinde yazıları yayınlanan Kara, gazete yazarlığını Evrensel Gazetesi’nde sürdürüyor.

Yeşilçam tarihi üzerine yaptığı çalışmalar ve yayınladığı kitaplar dışında yaşam öyküsüne yer verdiği “Pendik’li Yıllar, Sine-Masal Anılar” ile denemelerinin yer aldığı “Mülksüz ve Çıplak” adlı kitapları da, dili, anlatımı ve içerikleriyle ilgi gördü.

Mesut Kara’nın “Devlet, Toplum ve Sinema” adını verdiği yeni kitabı da geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Yazarın yayınlanan kitapları sırasıyla şöyle:

Artizler Kahvesi,
Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler,
Yeşilçam Hatırası,
Pendikli Yıllar: Sinemasal Anılar,
Sinema ve 12 Eylül,
Mülksüz ve Çıplak,
Benim Sinemacılarım,
Devlet, Toplum ve Sinema

Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni kitabına ad olarak da seçtiğin Devlet, Toplum ve Sinema ilişkisiyle başlayabiliriz…

Sinema hepimizin kalbinde yatan aslandır. Yaşımız kaç olursa olsun, beyazperdede izlediğimiz filmlerin etkisiyle hülyalara dalar, sinemanın bize sunduğu büyülü dünyalarda yolculuğa çıkarız.

Bütün dallarıyla sanat, insan kalabilmenin biricik aracı olarak sürdürür varlığını. Sanat hayattır ve insanları buluşturur, birleştirir, bilinçlendirir, farkındalıkları çoğaltır. Sanatın bütün dalları gibi sinema da hayatı halkların, insanların kardeşlik bahçesine dönüştürür. Genelde sanat, özelde sinema, edebiyat gibi sanat disiplinleri hayatın gerçekliğinden etkilendiği gibi onu etkileyerek sürdürür varlığını ve toplumsal dönüşüme katkısını. Bu nedenle de iktidarların, devletlerin hedefindedir.

İktidarlar hayatın her alanında olduğu gibi kültür-sanat alanında da ideolojik egemenliğini oluşturmak, yeniden üretmek için sanatı ve kitle iletişim araçlarını kullanırlar. Kitle iletişim araçlarını sıkı kontrol ve denetim altında tutarak egemen ideolojinin desteklenmesini sağlarlar. Bu yönlendirme bireyin edilgen, apolitik olması yönünde de kullanılır. Sanat alanlarında da ana akım ürünler desteklenerek eleştirel/muhalif ürünlerin önü kesilir.

Sinema da hem sanat olarak hem de yaygın / etkili bir kitle iletişim aracı olarak, egemen ve muhalif ideolojiler açısından toplumların kültürel yaşamlarında önemli bir yere sahiptir. Muhalif sanat dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, her anlamda iktidarı sorgular. Yalnızca sorgulamayla yetinmeyip dönüştürmeyi de önerebilirler.

İnsanlar ve toplum açısından da bir iletişim ve sosyalleşme aracıdır sinema. Etkileşimi, dönüşümleri, kültürel birikimleri sağlar. Film izlemek için sinema salonuna gitmek, evden çıkmayı gerektirir. Bu sosyalleşmenin ilk adımıdır. Salona girene, film başlayana kadar hayatla, insanlarla bağ kurulur. Bir salonda o kadar insanın bir araya gelmesi, hayattan beyazperdeye yansıyan düşsel / kurgusal ya da gerçek hayatı yansıtan bir filmi, yönetmenin dünyasını izlemeleri, ortak etkileşime girmeleri sinema sanatının toplumla girdiği etkileşimin sağlanmasıdır.

En yaygın ve etkili kitle iletişim aracı olarak sinema, yayılmacı devletlerin de, ülke iktidarlarının da kitleleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemek, yönlendirmek için kullandıkları bir araçtır. Bu açıkça olabildiği gibi dolaylı ve izleyicinin bilinçaltını hedefleyerek mesajların iletilmesiyle de olabilmektedir.

80’lerden bu yana yaşanan toplumsal değişimlerin sinemaya etkisi, yansıması ve değişen sinemada, yeni dönem sinemamızda değişenler üzerine neler söylüyorsun?

Yaşananlar kültür sanat alanına da yansır; doğrudan ya da dolaylı etkiler. 80’lerde dünyada yaşanan, “yenidünya düzeni” olarak adlandırılan dönüşüm ve buna uygun yaşanan süreç; bizde de 12 Eylül darbesi dönüşümlerin, yeniden yapılandırmaların miladını oluşturur.

Sinemanın bunalımlı yıllarına denk gelen bu ortamda sinema da payına düşeni alır. 1980 öncesinin kargaşa ortamından bunalmış kültür – sanat ortamları ve sinema, 12 Eylül darbesinin yarattığı korku ve baskı ortamında yeniden şekillenir. Darbenin yarattığı toplumsal – bireysel dönüşümlere, bu dönüşümler sonucu oluşan ortama, insan ilişkilerine yönelik eleştiriler içeren filmler de yapılır, 1980’li yıllarda ve sonrasında. Apolitikleştirilmiş ortamda bencilleşen bireylerin dünyasının yarattığı toplumsal – bireysel yıkımlar da yansır sinemaya.

1980’den bu yana yaşanan toplumsal süreci ve sinemaya yansımasını:
Ekonomik Değişimler,
Siyasal Değişimler,
Toplumsal Değişimler,
Bireysel Değişimler başlıkları altında tanımlayabiliriz.

Toplumsal bilinçaltında yer eden, silinmesi, yok edilmesi mümkün olmayan, yaşanmışlıklar, toplumsal sancılar, devletin / toplumun tabu saydığı konular yeni dönem Türkiye sinemasında ele alınıyor, beyazperdeye yansıyabiliyor.

Toplumsal hafızada acı hatıralarıyla yer edinmiş, uzak geçmişteki yaşanmışlıklar da yakın geçmişte ya da günümüzde olup bitenler de sinema filmlerine konu olabiliyor artık.

Devlet – iktidar ve sinema ilişkisinden söz edersek…

Sinemanın toplumsal etkileri iktidarlar, egemen ideolojiler tarafından kendi iktidarlarını yeniden üretmede ve sürdürmede bir araç olarak kullanılmıştır. Örneğin, II. Dünya Savası sırasında İtalya’nın ve Almanya’nın faşist hükümetleri de faşizm propagandasını yapmak ve halkı faşizmin amaçları doğrultusunda yönlendirebilmek için sinemayı kullanmışlardır. Yine Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde sinema devletleştirilmiş ve devrimi geniş halk yığınlarına yaymada yararlanılmıştır. Yıllardır ve günümüzde de Hollywood’un sinemasında Amerikan siyasal yaşamının, egemen ideolojisinin etkisini, etkilemesini görüyoruz.

Sanat ve kitle iletişim araçları; -en etkili ve yaygın olanı- sinema yalnızca iktidarların değil, muhalif ideolojilerin de mücadele ve kendini var etme, tanıtma aracı olarak işlev görür. Statükocu teoriler iktidarın, eleştirel kuramlar muhalefetin yol göstericiliğini yapar.

“Sinemanın toplumsal yaşantıya girmesinden bir süre sonra, bunun kitleler üzerinde çok etkili bir araç olduğu anlaşılmış ve hızla kitle propaganda vasıtası olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Buna verilen tepki ise gecikmemiş, kısa zamanda sansür duvarına çarpan filmler baş göstermiştir. İlk sansür uygulaması, filmlerin halka gösterilmeye başlandığı yer olan Fransa’da, yapılmıştır.

Türkiye’de sinemanın başlıca sorunlarından söz edersek, Cumhuriyet döneminde sinemanın sorunları, sağlıklı gelişmesinin önündeki engeller ve dönem dönem kriz yaşamasının nedenleri nelerdi?

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye’de sinemanın başlıca sorunlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Devletin – özel sermayenin ilgisizliği
2. Parasal kaynakların yetersizliği
3. Teknik donatımın, gittikçe çoğalan film sayısının yapımını sağlayacak teknik olanakların, alt yapının yetersizliği; teknik standartların geçersizliği.
4. Bilgi, liyakat ve liyakatli insan eksikliği
5. Yabancı (Amerikan) sinemanın rekabeti
6. Televizyonun etkisi

Türkiye’de sinema ve devlet ilişkisi…

Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan web sitesinde de yer alan “Devlet Sinema İlişkisi” başlıklı yazıda şu bilgilere yer verilir:

“Sinema alanının bir yasa ile düzenlenmesi ve özellikle devletin film yapımına fon ayırması konularında 1960’lı yıllardan başlayarak, daha ziyade sinemacıların önayak olduğu birtakım girişimler bulunmaktadır. Ancak, sinemacıların gerçekleştirdiği lobiler sonucu gündeme gelen tasarıların hiçbiri siyasal karar mekânizmaları tarafından daha ileriye götürülmemiştir. Yerli sinema sektörünün içinde bulunduğu krizin 1980’lerde giderek derinleşmesi, alanın bir kez daha ele alınması gereğini gündeme getirmiş ve Kültür Bakanlığı’nca hazırlanan 3257 sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu 1986’da yürürlüğe girmiştir. Söz konusu yasanın asıl hedefi, videokaset alanındaki korsanlığa son vermek ve bu pazarı kontrol altına almak olmuştur. Bu gelişmede, aynı yıllarda Türkiye’deki korsan videokaset pazarının yarattığı mali kayıplar nedeniyle rahatsızlık duyan büyük Amerikan film yapım ve dağıtım şirketlerinin hükümetler düzeyindeki girişimlerinin önemli bir rolü olduğunu da belirtmek gerekir.

Yukarıda belirtilen kanuna bağlı yönetmelikler çerçevesinde başlatılan uygulamalardan biri de kurmaca film, belgesel ve canlandırma filmlerinin yapılması için maddi destek sağlanmasıdır. Buna göre, 1990’da ‘Film Yaptırma ve Destekleme Esasları Yönergesi’ yürürlüğe konuldu ve başvuracak projeler arasından seçim yapmak üzere Kültür Bakanlığı’ndan iki, sinema profesyonellerinden dört, üniversiteden bir olmak üzere yedi üyeden oluşan bir ‘Değerlendirme Komisyonu’ kuruldu. Komisyonun her yıl belirlediği 10 – 12 film projesine, her birinin bütçesinin yüzde 40’ı oranında destek sağlanmaya başlandı.” (http://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80308/devlet—sinema-iliskisi.html)

Türkiye’de sinemanın gelişmesinin önündeki en önemli etkenlerden biri yapımcıların, yönetmenlerin korkulu rüyası çoğu zaman anlamsız, mantıksız ve acımasızca uygulanan sansürdü sanırım.

“Türkiye’de film sansürü devlet ile sinema arasındaki ilişkiyi belirleyen en önemli konulardan biri olmuştur. 1939’da yürürlüğe giren Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname, ‘politik ve dinsel propaganda’, ‘kamu düzeni’, ‘genel asayiş’ ve ‘genel ahlâk’ gibi belli bazı konularda sıkı kurallar getirmişti. Film sansürü, 1961 Anayasası ile birlikte geçici bir süre için gevşemiş, ancak 1971 ve 1980 yıllarındaki askeri müdahaleler döneminde yeniden sıkılaşmıştır. Sansür Kurulu filmlere, senaryo aşamasında ve çekimin tamamlanmasından sonra olmak üzere iki kez denetim uygulamaktaydı.

1986 tarihli Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu, senaryo aşamasındaki sansüre son verdi ve 16 yaş sınırı uygulamasını getirdi. Belirtilen kanuna bağlı olarak, ‘Sinema, Video ve Müzik Eserlerinin Denetlenmesine İlişkin Yönetmelik’e göre, sinema filmleri gösterime çıkarılmadan önce Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Müdürlüğü’nce SESAM (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Kültür Bakanlığı temsilcilerinden oluşan bir alt komisyon tarafından değerlendiriliyor. Komisyonun denetlenmesini gerekli gördüğü yapımlar, Millî Güvenlik Genel Sekreteri, Millî Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, SESAM ve MESAM (Müzik  Eseri Sahipleri Meslek Birliği) temsilcileri ile Kültür Bakanı tarafından seçilen bir sanatçının oluşturduğu Denetleme Üst Kurulu’na gönderiliyor. Üst kurul uygun bulmadığı takdirde denetlenen filmin gösterimini yasaklıyor. Film sansürü konusunda, 1990’lardan başlayarak daha özgürlükçü bir ortamın varlığından söz etmek mümkündür. Genel olarak, liberal söylemlerdeki artış ve özel televizyon kanallarının başta cinsellik olmak üzere toplumda tabu sayılan hemen birçok konuyu çoğu kez abartılı biçimde ele alması, sinemada sansürün konumunu anlamsız bir noktaya taşımıştır. Ancak şunu da önemle belirtmek gerekir ki, merkezî ya da yerel resmî kurum ya da kişilerin müdahaleleri sonucunda özellikle politik konulardaki bazı filmlerin yasaklanması durumu hâlâ söz konusudur.” (http://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80308/devlet—sinema-iliskisi.html)

Sinemacıların korkulu rüyası sansür yıllardır dillere destan ve çoğu neredeyse komik uygulamalarıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Çoğu zaman keyfi kararlarla yasaklanan filmler hatta yakılan filmler izleyicilere ulaşamamış ya da film birçok sahnenin çıkarılmasıyla izleyiciye ulaşabilmiştir. 1939 yılında “Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname” yürürlüğe girer. Nizamnamenin 7. maddesi denetimini şu hükümlere göre yapar:

1) Herhangi bir devletin propagandasını yapan,
2) Herhangi bir ırk ve milleti tezyif eden,
3) Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden,
4) Din propagandası yapan,
5) Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan,
6) Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan,
7) Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan,
8) Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan,
9) Cürüm işlemeye tahrik eden,
10) İçinde Türkiye aleyhinde propaganda vasıtası olacak sahneleri bulunan filmlerin çekimine müsaade edilmez.

Türkiye’de sinemada ilk sansür uygulaması 1919 yılında Mürebbiye filmiyle başlar. İşgâl ordularının Fransız Komutanı General Franchet d’Esperey tarafından yasaklanan filmin Anadolu’ya gönderilmesine ve gösterilmesine izin verilmez. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan filmde bir Türk ailesinin yanında mürebbiye olarak çalışan Fransız kadının hikâyesi anlatılıyordur.

Darbe dönemlerinde, ‘olağanüstü’ koşullarda filmler yasaklandı, yakıldı, sinemacılar yargılandı, hapse atıldı, dernekler, sendikalar kapatıldı.

Söyleşi için size ve doğduğum andan bugüne dek üzerimde emeği olan herkese teşekkür ediyorum.

Uzunca bir süredir yineliyorum, ‘zamanım az, yapacak işim çok’. Yoluma ‘Devlet, Toplum ve Sinema’ ile devam ediyorum. Yolculuğum sürüyor…

(04 Nisan 2020)

Korkut Akın

[email protected]

(Kitap Eki Dergisi’nin Mart 2020 Sayısından…)

1900

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Beyoğlu Sineması’ndan Haftalık Sinema Gazetesi: 1989″ başlıklı bülten e-postama düştüğünde aklıma ilk gelen 1989 yılında yayınlanmaya başlanan Haftalık Sinema Gazetesi oldu. Bültenin ilk sayısında yazısı yayınlanacak olan Uygar Şirin’in de bir aralar Haftalık Sinema Gazetesi’nde çalıştığını hatırlıyorum. Bu yayın organımız sinema sektörü ve basınına bendeniz dahil birçok isim kazandırmıştır. Saim Yavuz, Turgut Yasalar, Uğur Vardan, Durul Taylan, Tamer Baran, Hakan Sonok, Okan Arpaç, Burak Göral ve daha nice arkadaşın yolları bir şekilde Haftalık Sinema Gazetesi’nden geçmiştir. Gazete halen isim ve mecra değiştirerek Deniz Yavuz yönetiminde antraktsinema.com olarak internet ortamında yayınını devam ettiriyor. Ayrıca oradan yetişenlerin yayınladıkları sadibey.com ve boxofficeturkiye.com adlı web siteleri sektörün başvuru kaynakları olarak özgünlüklerini sürdürüyor. Her ne kadar yeni yayınlanacak bülten Melek / Yeni Melek Sineması çağrışımı yapıyor olsa da her türlü sinema yayını takdiri şayandır, bizleri sevindirir. Yalnız bültende bendenizin Haftalık Sinema Gazetesi’ndeki Sinegöz adlı köşe adımı görürsem gücenirim. Bu da böyle biline. (28 Mart 2020)

Zaman mı değişti, biz mi eskidik anlayamıyorum. Şu sıra haberlerde salgınla ilgili karşımıza sıkça çıkan “bulaş” kelimesine şimdi de “kısıt” kelimesi eklendi. Bizim kuşak bu mânâları “bulaşma” ve “kısıtlama” olarak ifade ederdi. Yanlı mı hatırlıyorum, kafamda çatla mı oluştu? (28 Mart 2020)

Beyoğlu Atlas Sineması’nın Kültür Bakanlığı’nca Sinema Müzesi’ne dönüştürülmesi, gala, festival ve diğer özel gösterimlere tahsis edilmesi sevindirici bir gelişme. Mekân bugünlerde sosyal medyada “Atlas Pasajı’nın içindeki sinema” olarak anılıyor. Bu yanlış bir ifade, çünkü pasaj olarak ifade edilen yer sinemanın parter denilen ana salonuydu. Sinemalar krize girdiğinde bu ana salon pasaja dönüştürüldü, balkon kısmı ve localar sinema salonu olarak faaliyetini sürdürdü. (28 Mart 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Kim olduğun değil, kim olacağın önemlidir.” (Sabit Kanca: Son Soru, Yön: Nuri Yıldız.) (04 Mart 2020)

Bildiğim kadarıyla bir cümle içinde aynı kelime 2 kez kullanılmamalı. Afişte görüldüğü gibi filme “100 Yılın Muhafızları: İstanbul Muhafızları” diye isim koymuşlar. “100 Yılın Koruyucuları: İstanbul Muhafızları” veya “100 Yılın Müdafileri: İstanbul Muhafızları” denseydi daha iyi olurdu. (05 Mart 2020)

Takmayın kafanıza yine de şanslı sayılırız. Düşünsenize eski çağların Mecnun’u olsaydık kendimizi çöllere vurmuştuk. Şimdi öyle mi ya, bakınız dünya genelinde arıza çıktığında evde dizinin dibinde oturuyoruz. (16 Mart 2020)

Hiçbir geliri olmayan, reklâm alamadığını sektir et, google reklâmı bile yayınlamayan, 15 yıldır yayın yapan sadibey.com’da an itibarıyla 801 adet fragman ve 184.344 adet yüksek çözünürlüklü afiş ve fotoğraf her an kullanıma hazır tutuluyor, istediğiniz zaman indirebiliyorsunuz. Hal böyleyken koca, koca film şirketlerinin basına servis ettikleri yüksek çözünürlüklü fotoğraf ve afişleri 1 haftalık ücretsiz wetransfer ile servis etmelerini bir türlü anlayamıyorum. Anlatsanıza. (19 Mart 2020)

Hadi yine şanslısınız yaşdaşlarım; “Yaş 70 evde kaldık”, “Yaş 70 iş bitmiş”ten iyidir. (Corona virüs yüzünden 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle yapılan sözde espri. / 21 Mart 2020)

Karikatüristler ne kadar doğru teşhis etmişler ve “Huysuz İhtiyar” adını verdikleri bir karakter yaratmışlar. Oysa biz ihtiyarlarımızı “Bilge Adam”lar olarak görürdük. 40 yıl düşünsem emniyet mensuplarına tükürüleceği aklıma köşesinden bile geçmezdi. “Bilge Adam” ifademden hemen cinsiyet ayrımı yaptığımı çıkarmayın; çünkü hanımlar hiçbir zaman ihtiyarlamadıklarından bilhassa öyle ifade ettim. Bu eleştirimin de kınanmaması gerektiğini belirteyim, çünkü her ne kadar hanımın zorlaması ile olsa da yaşlılara sokağa çıkma yasağı ilân edilmesinden 10 gün önce eve kapandım. Dolayısıyla “Huylu ihtiyar” olarak emsallerime giydirebilirim. (Corona virüs yüzünden 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle yapılan sözde eleştiri. / 23 Mart 2020)

İnsanlığın yaşadığı en büyük salgınla âlâkası hem var gibi de, hem yok gibi bir bilgi vereyim. İlk renkli Türk filminin “Salgın” mı, “Halıcı Kız” mı olduğu tereddütlüdür. Sebebi de “Salgın”ın ilk çekilen renkli Türk filmi olması, ancak ikinci çekilen renkli Türk filmi “Halıcı Kız”ın “Salgın”dan önce gösterime girmesidir. Dolayısıyla ilk çekilen renkli Türk filmi olarak “Salgın”, ilk gösterime giren renkli Türk filmi olarak da “Halıcı Kız”ı belirtebiliriz. O zamanlar yerli yapım filmler “Türkiye yapımı film” olarak değil de “Türk filmi” olarak belirtildiği için döneme uygun ifade kullandım. (25 Mart 2020)

Şu sıra herkes 4 adet izlenecek film öneriyor. Değişiklik olsun bendeniz de 4 adet izlenmeyecek film önereyim; şu 4 filmi izlemeyin: “İster Darıl İster Sarıl”, “Tak Fişi Bitir İşi”, “Parçala Behçet”, “Kartal Pendik Gittik Geldik.” Hiç birini görmedim ama pek bir şeye benzemedikleri ayan beyan belli. (26 Mart 2020)

Bu hengâmede bazı marketler üçkâğıtlarını online siparişlerde de sürdürüyorlar. Tere Otu yerine Dere Otu, 1 paket Kesme Şeker yerine 3 kilo Toz Şeker, Mehmet Efendi yerine Ahmet Efendi (Kurukahveci) gönderiyorlar. Yapmayın bunu. (26 Mart 2020)

Yok havuzlu evde kalmak kolaymış da, yok salondan mutfağa arabayla gidiliyormuş da… Kenan’a lâf edip durmayın. Sizin elinizi tutan mı vardı; siz de şöhret olaydınız da aynı şeyleri yapaydınız. Elinizi tutan mı vardı? Corona etmeyin adamı. (27 Mart 2020)

Herkesin izlenmesini önerdiği 4 film paylaşımlarına nazire olarak dün yaptığım izlenmemesi gereken 4 film önermeme paylaşımıma ekleme yapayım. Doğru mu, eğri mi bilemiyorum ama bir şehir efsanesine göre, zamanın Belediye Başkanı sinemasal bir kültür etkinliği düzenlemek istemiş. Adını duyduğu “Kartal Pendik Gittik Geldik” adlı yerli filmimizin hep Kartal – Pendik arasında çalışan minibüslerle ilgili bir belgesel film olduğunu zannettiğinden, faaliyete o filmin de dahil edilmesini istemiş. Neyse ki konuya hakim birileri, “Aman efendim; o film şöyle, böyle bir filmdir.” demiş de, C sınıfı filmlerimizin baş eserlerinden olan film yanlış kitlenin karşısına çıkmamış. Aziz Nesin’in kulakları çınlasın, hayatın içinde bazen kendiliğinden böyle hoşluklar olabiliyor. (27 Mart 2020)

Sinemaların kapanması, anılarımızın da maziye karışması nedeniyle insana dokunuyor tabi ki ama elden de bir şey gelmiyor. Şahsen, bizzat, kendim de kalp krizi nedeniyle 3 kez kapandım, neyse ki tekrar açıldım ve yaşama döndüm. O nedenle fazla üzmeyin kendinizi, şu virüsü bir yenelim, sonrasında eldeki mevcutların değerini bilerek hayatta devam edelim. (27 Mart 2020)

(28 Mart 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Pal Sokağı Çocukları

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Efsane Fransız oyuncu Simone Signoret’in “Özlemin Eski Tadı Yok” anı kitabının verdiği ilhamla: Festivallerin eski tadı yok. Çünkü son yıllardaki festivallerde gösterilen filmlerin neredeyse yarısı sonraki günlerde vizyona çıkıyor. Festivallerin işlevi bir bakıma ithal edilen filmlerin hasılatlarının bir miktarının garanti edilmesi ve festival sinema salonlarına 1 – 2 haftalık dolu dolu seyirci kazandırılması oluyor. O nedenle “festivallerin eski tadı yok” diyorum ve ani bir U dönüşü yapıp devam ediyorum: Çünkü şimdilerde daha tatlı. (11 Nisan 2019)

Size de oluyor mu bilmiyorum ama ne zaman ortamda sinema profesörlerimizden Alim Şerif Onaran, Oğuz Onaran, Oğuz Adanır, Oğuz Makal’dan birinin adı geçse isim ve fotoğraf eşleştirmesinde hangisiydi diye bir durur düşünür, ondan sonra karar veririm. (13 Nisan 2019)

Durduk yerde, web sitemiz sadibey.com’un başka hiçbir sinema web sitesinden olmayan bir özelliğini keşfettim. Sitemizin adında “Bey” kelimesi olmakla beraber onlarca yıldır ülkemizin her iki kadın filmleri festivalinden, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ve Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden basın sponsorluğu teklif edilmekle onurlandırılıyor. (18 Nisan 2019)

Film festivallerinde basın sponsorluğu tarafların birbirlerine teklifleriyle gerçekleşiyor. Teklif gelmeyen fakat davet gelen festivallerde basın sponsoru olmadığımız halde jest yapmak amacıyla bu festivallerin banner’larını web sitemizde yayınlıyorduk. Birden ilham geldi, gerçekten festivale sponsor olanların bu özelliklerine halel getirmemek adına banner yayını uygulamamıza son verdik. (19 Nisan 2019)

Ünlü Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin Ferenc Molnar’ın eserinden uyarladığı “Pal Sokağı Çocukları” filmine gireceğim. Seansa ucu ucuna yetiştim. Doğal olarak yer fişi kalmamış, görevli arkadaş başka bir koltuğa yöneltti, “Aşın başına oturabilirsin abi.” dedi. Suyun formülünü ifade eden H2O ifadesinin okunmasında H harfinin “Aş” olarak okunması bir yerde kabûl edilebilir ama koltuk numaraları tarif edilirken “Ha 1” şeklinde söyleyin gözünüzü seveyim. Bir ara EyçBiBi diye seslendirilen bir HBB TV.miz bile vardı. Türkçeyi rencide eden bu tür uygulamalardan vaz geçmeliyiz. Geçtiğimiz günlerde Malatya’da Chilek Restaurant’ın adı dikkatimi çekmiş, Kayısıchı Hediyelik Eşya Dükkânı’nın adı ise güldürmüştü. Yapmayın böyle. (23 Nisan 2019)

Sizin de böyle takıntılarınız var mıdır bilmiyorum ama sinemamızda iz bırakmış Serkan Ercan, Serkan Acar, Sertan Acar’ın adlarını ve görüntülerini de hep karıştırırım. Tanışıp konuştuğum halde Semir Aslanyürek (Semir Arslanyürek), Mehmet Soyarslan (Mehmet Soyaslan), Sidar Serdar Karakaş (Serdar Sinan Karakaş) gibi isimlerde de bazen parantez içindeki yazılışları aklıma gelir, yazdıktan sonra döner doğru mu yazdım diye mutlaka kontrol ederim. (02 Mayıs 2019)

Yeni yabancı filmlere Türkçe ad koyarken, eskinin ünlü filmlerini hatırlatan adlar konulmamalı. Son örneği Zhang Yimou’nun heyecanla beklenen ve “Yönetmenin en iyi filmi” olarak ifadelendirilen “Ying” (Shadows) adlı filmi. Yeni kuşak sinemaseverleri bilemem ama filmin “Gölge Savaşçı” olarak konulan Türkçe adı yayılmaya başladığından itibaren, her duyduğumda, elimde değil hemen aklıma Akira Kurosawa’nın “Kagemusha”sı geliyor. Çünkü ünlü Japon yönetmenin “Kagemusha”sını bizim kuşak hep “Gölge Savaşçı” Türkçe adıyla da hatırlar. Hâttâ yeni filmin konusunun “Kagemusha”yla benzer olabileceği beklentisine bile girdim şimdiden. Yapma bunu Filmartı. Esasında film, “Woman at War” gibi tam İngilizce veya orijinal adıyla vizyona girecek bir filmmiş, yani “Shadow” veya “Ying” olarak, hadi bilemedin “Gölge”. (04 Mayıs 2019)

Sinema salonları filmlerin mekânı, köyü, kasabası, şehri, memleketi, yeri, yurdu. Filmleri sinema salonunda gösterime sunmadan dijital ortama saldığınızda yersiz yurtsuz, yuvasız kuşlar, mekânsız kurtlar gibi garip, bi-mekân oluyorlar. (15 Mayıs 2019)

Bugün vizyona giren ve “Her Şey Çok Güzel Olacak’ın senaristinden” hatırlatmasıyla zamanın ruhuna fevkalâde denk gelen “Kim Daha Mutlu?” filminin afişi. Filmlerin vizyona gireceği tarihin yaklaşık 2 ay öncesinden belirlendiği göz önüne alındığında müthiş bir öngörü. Sinemanın tadı başkadır; cesaret bulaşıcıdır. “Her Şey Çok Güzel Olacak”, Warner Bros. dağıtımıyla Filmacass yapımı olarak 27 Kasım 1998 tarihinde sinemalarda gösterime girmiştir. (17 Mayıs 2019)

Natalie Portman’ın balerin Nina’yı canlandırdığı “Siyah Kuğu” (Black Swan) filmini 25 Şubat 2011’de izlemiştik; Oleg Ivenko’nun balet Nureyev’i canlandırdığı “Beyaz Karga” (The White Crow) filmini ise 21 Haziran 2019’da izleyeceğiz. (19 Mayıs 2019)

Dünya dönüyor ve döndükçe her gün, her saat, her dakika ve her saniye kanaatler değişebiliyor. Ahmet Özhan hakkındaki menfi kanaatim müspete dönüştü, Komünist Başkan hakkındaki müspet kanaatimi beklemeye aldım. 40 yıldır hiçbir seçimde oy kullanmayan bir yakınım Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasına bağışta bulundu. Dünya dönüyor ve döndükçe her gün, her saat, her dakika ve her saniye kanaatler değişebiliyor. (26 Mayıs 2019)

Sinema sektöründe ikinci kırılma noktası: Ülkemizin köklü yabancı film ithal ve dağıtımcısı Pinema Film’in “Dostumun Yolculuğu” (A Dog’s Journey) filmi CGV Mars Dağıtım tarafından 28 Haziran’da sinemalarda gösterime sunuluyor. İlk kırılma noktasını ünlü yerli yapım firması BKM Film’in Kore kökenli CJ Entertainment firmasıyla yapım birlikteliğine başlamasında yaşamıştık. (01 Haziran 2019)

(22 Mart 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sakin ve Anlayışlı Olmalısınız: Kural Dışı

Daha düne kadar zihin ve akıl hastalıkları diye bir şey bilmiyor, hepsini “deli” olarak adlandırıyor, “tımarhane”ye tıkmaktan başka bir çare bulamıyorduk. “Deli”liğin de türlü çeşidi varmış ve her “deli” üstünü başını yırtmıyormuş… Aralarındaki “üstün zekâlı”lar da kurunun yanında yanan yaşlar misali göz ardı ediliyordu.

Daha düne kadar “otizm”, “otistik” kavramını bilmiyorduk ve öğrenmek gibi bir niyetimiz de yoktu. Rain Man (Yağmur Adam) filmi, gözümüzü açtı, farkındalık yarattı. Genelde sanatın özelde de sinemanın yararı bu. Üstünkörü üç beş bilgi kırıntısıyla öğrenilecek, çözümlenebilecek bir durum olmadığı için bütün otizmlileri / otistikleri aynı terazide tartmak yanlışını yaşadık, yaşıyoruz…

Farkındalık…

İşte, bizim farkında olmadığımız, ama okulda, sokakta, işte, mahallede hâttâ evde sürekli yüz yüze baktığımız, karşılaştığımız otistikleri Olivier Nakache, Éric Toledano, belgesel disipliniyle, macera filmi tadında, müthiş bir heyecanla ve başından sonuna inanılmaz duyarlılıkla bize taşımış.

Devletlerin, her seferinde başına eklenen “sosyal” sıfatıyla sorumluluğunda olması gereken, eğitimlerini, bakımlarını hâttâ yaşamalarını sağlamak zorunda olmasına karşın umursamadığı (bizim ülkemizde de pek farklı değil, aslını sorarsanız, ama film Fransa’da geçiyor) otistikleri eğitmeyi görev saymış iki gönüllünün yaşadıklarını izliyoruz kimi zaman üzülerek, kimi zaman göz pınarlarımız dolarak, kimi zaman ağlanacak halimize gülerek…

Devletlerin pek bir farkı yok birbirinden. Gelişmişlikleri kendi çıkarlarıyla doğru orantılı… Otistikti, down sendromluydu, sakardı, sakattı diye görmek istemediği kesimi saklıyorlar hayatın gerçeklerinden. Oysa genel anlamda onları da rencide etmeden “engelli” demek gerektiğini bile doğru dürüst kabûl etmiş değiller. O insanların bakımlarını, eğitimlerini, beslenmelerini, barınmalarını karşılamak zorunluluğuna -bunlara bir de zorunlu mültecileri eklemek gerekir, giderek artan savaşlar ve küresel iklim kriziyle bağlantılı olarak- karşın, bırakın yardımcı olmayı müfettiş göndererek engellemeyi marifet sayıyorlar. Canla başla çalışan, bir şey üretmeye, bir can kurtarmaya çabalayan insanları müfettişler aracılığıyla sindirmeye çalışıyorlar.

Empati…

Kendinizi onların yerine koyun, bir bakın bakalım, bu uygulamalar size yapılsa ne denli isyan edersiniz! Sevgiye muhtaç, hırçın bir çocuğun sakin ve anlayışlı bir yaklaşımla nasıl da uysal olduğunu izlerken kendi gözlerinizle tanıklık ettiklerinizden utanacaksınız.

Çok iyi bir film. Tam bir eğitici film. Herkesin, özellikle de çocuklarının hırçın, söz dinlemez (veya ders çalışmayan), evden sürekli kaçtığını söyleyen anne babaların kesinlikle izlemesi gereken bir film. Sakin ve anlayışlı davranıldığında, çocuğun yapmak istediklerine kendisinin karar vermesi sağlandığında bir şeylerin yolunda gittiğine tanık olmak sadece anne babalara değil, eğitimcilere (filmin bir hedef kitlesi de siyasiler, devleti yönetenler, eğitimi belirleyen ve plânlayanlar) de çok şey kazandıracak.

Kural Dışı / The Specials
Yönetmenler Olivier Nakache, Éric Toledano
Oyuncular Vincent Cassel, Reda Kateb, Hélène Vincent …
27 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(15 Mart 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Tükenmeyen Kahraman Bloodshot

Film çekimi zorlu, meşakkatli ve titizlik isteyen bir uğraştır. Diğer sanat dallarının tersine içinde endüstriyi de barındırır ve doğal olarak tüm sanat dallarının imkânlarından yararlanır. Bunun farkına varan sinemacılar, teknolojinin de yardımıyla olmayacakları bile oldurur. Biz, sinemaya girdiğimizde, senaryo yazımında “gözleri parladı, ışıldadı” yazmayın, çünkü gözler ışıldamaz, parlamaz diye uyarmışlardı hemen baştan. Şimdi, bırakın ışıldamayı, gözlerin içinde dünyalar oluşturuluyor, hayatlar kuruluyor.

Teknolojiden yararlanan sinema…

40-50 yıl öncesinde izlediğim (adını lütfen sormayın, anımsamıyorum), Erman Şener’in (çiçekler çelenk örsün başucunda) üzerinde durduğu bir film vardı. İnsan beyninde oluşan bir hastalığı tedavi etmek amaçlı, doktor ve uzmanlar bir araca bindirilerek küçültülüyor ve damara zerk ediliyor. Sonunda beyne ulaşıp sorunu çözüyorlardı. (Erman Hocam, oradaki kadın oyuncunun sadece ama sadece kadınlığının gişede işe yaraması için bulunduğunu söylemiş/yazmıştı.)

Aradan geçen bunca yılda, teknoloji o kadar gelişmiş ki, doktorları ve/veya uzmanları küçültmeye gerek kalmaksızın yapay böceklerle bu sorun çözüme kavuşturulmuş.

Saldırgan ve sömürgeci Amerika, askerini, kendince düşman gördüğü ülkeye oradaki ayrılıkçı güçleri yok etmek için gönderir. İçlerinde bizim filmimizin başrolündeki Bloodshot da vardır. Ödül olarak bahşedilen tatil sırasında karısı ve kendisi öldürülür… ve film başlar.

Dirilen ölüler…

Ara başlığı görüp korku filmi sanmayın sakın. Bu kez bir teknoloji enstitüsünün geliştirilmiş laboratuvarlarında ölü diriltilir, damarlarına zerk edilen yapay karınca (çalışkanlıklarından dolayı öyle niteledim) sayesinde de ölümsüzlüğe kavuşturulur. Hiçbir şey anımsamaması gereken bu yapay canlı, belleğine yüklenenleri hatırlar sadece. Dolayısıyla da tam bir “kiralık katil” denilebilir.

Ancak bizim kahramanlarımızın ne mermileri biter ne bedenlerine saplanan kurşunlar ölümünü hızlandırır ne de kötülüklere (!!!) boyun eğer. Buna da bağlı olarak Bloodshot, aklını kullanabilen, emirlere körü körüne itaat etmeyen, haksızlıklara başkaldıran bir kahraman olarak filmi sürükler.

Seyirlik film…

Kendisini kullanmaya kalkan, ama yeniden yaşam buldurduğu için de ne derse yapması beklenilen “patron”a tepki gösteren Blootshot, dünyanın en çok satan çizgi romanlarından uyarlanmış. Yeşilçam sinemacılarının “Tesadüfün iğne deliği” diye adlandırdığı olmazlıkları “soğukkanlı geçiş”le hoş görür ya da göz ardı ederseniz, başından sonuna kadar soluk soluğa izlersiniz. Tabii ki, şimdiden gişe garanti edildiği ve devamı söz konusu olabileceği (hâttâ olduğu için) senaryonun ucu açık bırakılmıştır. Öyle ya, bunca şeyi başaran ve ölümsüzlüğü yakalamış biri (eşi öldürüldüğüne ve kendisine yeni bir partner bulduğuna göre) nasıl yaşayacak, nasıl sevişecek hatta çocuk yapacak mıdır?

Bloodshot / Durdurulmaz Güç
Yönetmen David S. F. Wilson
Oyuncular Vin Diesel, Eiza Gonzalez, Sam Heughan…
13 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(12 Mart 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Bunun adı Neofaşizm: İlk Aşk

Şiddetin kol gezdiği sokaklarda, o şiddetin mağduru iki gencin arasında başlayan aşk… O aşk başladığında da film bitiyor.

Susurluk’ta bir kaza yaşanmıştı, hatırlıyor musunuz? Bir polis, bir milletvekili ile bir katil/kaçak ile sevgilisi ölmüştü. O kazanın altından neler çıkmıştı, Meclis araştırması, komisyonlar, yargılanmalar, toplumsal tepkiler… Derin devletin yüzü çıkarılmaya çalışılmıştı ortaya.

Takashi Miike, hem çok üretken hem de her filminde konunun özüne uygun dil kullanan önemli bir yönetmen. Bu kez şiddetten yararlanıyor. Hadsiz ve insafsız bir şiddet kol geziyor sokaklarda. Tıpkı Susurluk’taki gibi devletle mafyanın nasıl iç içe olduğunu, çıkarları doğrultusunda her iki gücün de hayatı zehre çevirmekten gocunmayacağını anlatıyor.

Filmin adına aldanıp da keyifli bir aşk filmi izleyeceğini sananlar hemen her sahnede/planda kan gölüyle karşılaşacaklar. Aman dikkat!

Babasının borcu nedeniyle zorla fuhuş yaptırılan kızı uyuşturucu çetesi bir “hırsızlık”ta kullanmaya karar verir. Polis işbirliğiyle, zaten ölüden farksız kızı kullanarak “patron”dan uyuşturucu çalıp yaşamlarını sürdüreceklerdir. Ancak beyninde ur olduğunu, yaşama şansının kalmadığını öğrenen genç boksörle yolu kesişen kız bir şekilde kurtulur kanlı katillerinin elinden. Zaten bir gece içinde geçmektedir her şey. “Pırasa doğrar gibi” denilecek kadar insan kesilir hiç göz kırpmadan.

Bu filme yönelik, söylenecek bir şey var: Neofaşizm. İnsanlar konuşmak ve konuşarak anlaşmaktansa ellerine geçirdikleri silâhlarla (mekân Tokyo olunca iri keskin kılıçlar da epey bir hayatın içinde) hiç sorgulamadan birbirlerini öldürüyorlar. Gündelik yaşamın zorlukları ve karmaşası karşısında çözümsüz insanın yapabileceğinin şiddete yönelmek olduğu anlatılıyor. İşte biz bu duruma neofaşizm diyoruz. Bir dönem sonraki İstanbul sokaklarını şimdiden görmek için ilk fırsat.

İlk Aşk (Hatsukoi – First Love)
Yönetmen Takashi Miike
13 Mart’tan itibaren gösterimde…

(06 Mart 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Nuh Tepesi

Eskidendi o… Sigara kutusunun (Gelincik olmalı, karton kutuydu) arkasına çiziktirilen senaryo ile film çekilirmiş. İç içe iki hâttâ üç filmin bile çekildiği dönemler olmuş. Ama artık çok sular akmış köprülerin altından. Film çekmek sadece meşakkatli bir uğraş değil, birçok açıdan ne gibi anlamlar çıkarılabilir diye ince eleyip sık dokunması gereken önemli bir sanattır. Belki ticari açıdan başarılı sayılabilecek filmler izleniyor çokça, ama sinema sanatı açısından “değer”li sayılmıyor. Bazı filmler ise gişede neredeyse harcanan parayı bile çıkaramıyor, ama festivallerden ödüllerle dönüyor. İşte o filmlerin anlatacak bir derdi oluyor. İşte o filmler daha çok eleştiriliyor. Bazı filmlerde (devamlılık da mantık da aranmıyor zaten) bariz yanlışlara bile dikkat edilmezken “değer”li filmlerde en küçük aksama bile ortaya çıkarılıyor.

Cenk Ertürk, ilk filminde sinema yapmış. Öteden beriye, ilk filmini çeken yönetmenlerin çoğunlukla çaresini bulamadığı, “aman bu da olsun” mantığıyla yan öykücüklere boğmamış filmini. Özenli ve titiz çalışmış. Hakkını vermiş yaptığı işin. Görüntü, ışık, montaj gerçekten başarılı. Filmin finalinde iki sekansın yer değiştirmesini önerirdim, gerçi hiçbir şey için geç değil…

Ünlü ve güçlü oyuncularla çalışmak zordur her zaman, denetleyemezsiniz, oyun veremezsiniz, karakteri onların belirlemesini ister istemez kabul edersiniz. Nuh Tepesi’nde oyuncular da “rol çalmamışlar” yönetmenin beklentisini karşılamaya çalışmışlar. Bu, aynı zamanda ekibin yaptığı işe inanmasının da bir göstergesi…

Araları pek iyi olmayan baba oğul arasındaki psikolojik gerilimin aksettirildiği filmde baba (Haluk Bilginer), öldüğünde, doğduğu köyde kendisinin diktiği zeytin ağacının altına gömülmek istemektedir. Oğul (Ali Atay), hamile eşiyle boşanma aşamasında, zaten sevmediği ve aslına bakarsanız pek de tanımadığı babasının son isteği diye “mekân bakmaya” gelmiştir. Adamın diktiği ağaç, bir şekilde kutsallaştırılmış ve üzerinden rant elde edenler tarafından korunmaktadır. Devlet, bu din bezirgânlığına karşı çaresizdir. Çeteleşen güçler her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başarmışlardır. Köyün imamını bile dinlemezler. Çaresizlik içerisinde bocalayan baba oğul ne yapacağını bilemez.

Peki, ne anlattı film? Bize bir süreci gösterdi, sonucu yorumumuza açık bıraktı, izleyici kendince çözüm bulsun istedi. Bazı soru işaretleri oluşacaktır muhakkak kafanızda: O kadın ayakkabısı ne anlattı? Hamile kadın nasıl geldi, nasıl buldu orayı? Ev kaç yıldır kapalıydı? Daha önce gitmişler miydi yoksa? Karar sizlerin…

Nuh Tepesi
Yönetmen Cenk Ertürk
Oyuncular Ali Atay, Haluk Bilginer, Mehmet Özgür, Arın Kuşaksızoğlu, Hande Doğandemir…
6 Mart’ tan itibaren gösterimde…

(05 Mart 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Varolmanın Dayanılmaz Hüznü

Eylül ayında If Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğim ve 2019 yılının en iyi filmleri listeme dahil etmiş olduğum ‘Sonsuzluk Üzerine / Om det Oändliga’, sinemalarımızdaki gösterimini sürdürüyor. İsveçli bilge sinemacıyı ‘Yaşayanlar’ üçlemesiyle tanıyor ve seviyoruz. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera, Venedik Film Festivali’nde en iyi film seçilen ‘İnsanları Seyreden Güvercin’ ile tamamlanmıştı.

İnsanoğlunun kırılganlığını resmetmeye kaldığı yerden devam ediyor usta sinemacı. Tüm zalimliği yanında muhteşem güzelliği ve coşkusu ile gündelik hayatı betimlemeyi sürdürüyor, varoluşun temelinde yatan hüznü, insanoğluna özgü melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Kariyerinde ilk kez dış ses kullanmış bu filminde. Yeniden hatmettiği ‘Binbir Gece Masalları’nın etkisiyle kendi Şehrazat’ını dış ses olarak perdeye taşımayı düşünmüş. İnfazını geciktirmek için öfkeli krala geceler boyu sonu gelmek bilmeyen hikâyeler anlatmasına paralel olarak, izleyicinin filmin asla sona ermeyeceği hissiyatına kapılmasını istemiş. Filmin adı buradan geliyor.

Klasik masallardan yola çıkarak 32 tabloda insanlık hikâyesini anlatıyor Andersson. Yağmur altında doğum günü partisine götürdüğü şefkatle küçük kızının ayakkabısını bağlayan babayı izliyoruz bir bölümde. Kontrast bir sahnede, kendi elleriyle hayatına son verdiği kızını kucağında taşıyan babanın çaresiz vahşetine ve onu izleyen aile fertlerinin korku yüklü çaresizliklerine tanıklık ediyoruz. Savaşta oğullarını kaybetmiş anne babanın onun mezar yerini güzelleştirme gayretlerine tanıklık ediyoruz başka bir sahnede.

Bir önceki filminde ülkesinin zalim sömürgeci geçmişini dile getirmiş olan sinemacının Andersson’un tarihle hesaplaşması sürüyor. Gamalı haçıyla Hitler beliriveriyor aniden. Bozguna uğramış bir ordunun, kar fırtınası altında esir kampına götürülüşüne tanık oluyoruz. İnfaz edilecek olan mahkûmun elleri direğe bağlanırken, adam hayatı için yalvarıyor.

Ancak, hüznün olduğu yerde umut ve yaşam coşkusu da yeşermek durumundadır. İnancıyla birlikte sesini de kaybetmiş olan papaz kendini bir psikiyatr muayenehanesinde buluyor. Lakin doktorun hastasının derdini uzun uzadıya dinleyecek vakti yoktur, eve dönüş otobüsüne yetişmek durumundadır. Gençliğin enerjisi her zaman büyülemiştir İsveçli sinemacıyı. Bisikletli yeni yetmelerin enerjik sokak dansları çevredeki donuk hayatları da etkisi altına alacaktır. Henüz sevdalanmamış bir genç adam, aradığı aşkın peşinde yollardadır.

Evet, tüm varoluş hüznüne rağmen hayat yaşanılası bir süreçtir. Bar sahnesindeki adamın söylediği gibi ‘fantastik değil midir herşey?’. Genç bir çiftin yatak odalarında sohbetine kulak veriyoruz daha sonra. Sonsuzluk kavramı üzerine sohbet ediyorlar. Oğlan: ‘Termodinamik yasalarına göre her birimiz birer enerji değil miyiz ve milyonlarca yıl sonra enerjilerimizin başka bir formda karşılaşması mümkün değil mi, sen patates ben domates olarak örneğin? ’Kız cevap veriyor: ‘Ben domates olmayı tercih ederim’.

(04 Mart 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Festival Hitchcock ile Renkleniyor

Bu yıl 10 – 21 Nisan tarihleri arasında şehrimizi şenlendirecek olan 39. İstanbul Film Festivali, Alfred Hitchcock’u 40. ölüm yıldönümünde özel bir bölümle anıyor. 1980 yılında kaybettiğimiz usta sinemacı, ölümünden dört yıl öncesine kadar aktif olarak sürdürdüğü sinema kariyerinde 50 adet uzun metraj sinema filmine imza atmış. Festivalin özel bölümlerinden ‘Hitchcock Renkli’, yönetmenin 1948 yılında başlayan renkli film serüvenini, 15 adet uzun metraj yapımın yenilenmiş kopyalarından eksiksiz olarak beyazperdeye taşıyor. Yapıtlarında farklı disiplinleri buluşturmuş unutulmaz gerilim ustasının filmlerini sinema salonunda izleyememiş genç kuşakları ve sinefilleri bir kez daha ödüllendiriyor.

‘Hitchcock Renkli’ efsane yönetmenin 10 ayrı sekanstan oluşan ve karartma marifetiyle tek plan çekilmiş izlenimi veren 1948 yapımı ünlü denemesi ‘Ölüm Kararı / Rope’ ile başlıyor. Bunu, bir yıl sonra çektiği ve gözde oyuncularından Ingrid Bergman’ı son kez yönettiği, ancak çok başarılı bulunmayan tek plan denemesi ‘Kapri Yıldızı – Under Capricorn’ izliyor.

3D formatından gösterileceği ilan edilen ‘Cinayet Var – Dial M for Murder’, tanınmış başyapıtlarından ‘Arka Pencere / Rear Window’ ve onu takip eden 1955 yapımı ‘Kelepçeli Aşık / To Catch A Thief’ sinemacının kariyerinde özel bir yeri olan ünlü sarışın Grace Kelly ile ardarda çektiği üç yapım. Zamanında bizde vizyona girmemiş yine üstadın minör yapıtlarından 1955 yapımı ‘The Trouble with Harry’ ise Shirley MacLaine’in sinemadaki ilk başrolü olarak hatırlanır.

Hitchcock daha önce 1934 yılında ana vatanı İngiltere’de çektiği ‘Tehlikeli Adam / The Man Who Knew Too Much’ı 1956 yılında renkli olarak tekrarlıyor. Bu kez başrollerde ilk kez çalıştığı ünlü Hollywood sarışını Doris Day ve değişmez aktörlerinden James Stewart başrolleri paylaşıyor. Bir diğer favori oyuncusu Cary Grant ile de son kez ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’te çalışacaktır. 1958 yapımı ‘Ölüm Korkusu / Vertigo’ ustanın birçok eleştirmene göre en iyi filmi addedilir. İlk ve son kez çalıştığı Kim Novak filmin unutulmaz karakterine hayat vermiştir.

1960 yapımı ‘Sapık / Psycho’ kariyerinin zirvesindeki Hitchcock için bir diğer doruk noktasıdır. Ancak siyah-beyaz çekilmiş olması nedeniyle bu özel seçki içinde yer almıyor. Buna karşılık 1963’te çektiği bir diğer korku-gerilim başyapıtı ‘Kuşlar / The Birds’ seçkiye dahil ve başrol, yeni keşfettiği taze sarışın Tippi Hedren’den ziyade masum görünüşlü ürkütücü kuşların.

Yönetmen ‘Hırsız Kız / Marnie’de yine Hedren ve dönemin James Bond serisi ile büyük çıkış yapan aktörü Sean Connery ile çalışacaktır.

Bunu, Julie Andrews / Paul Newman ikilisinin sürüklediği casusluk gerilimi ‘Esrar Perdesi / Torn Curtain’ izler. Yaşı nedeniyle Hitchcock’un film çekme arası uzamaya başlamıştır. 1969 yapımı ‘Topaz’ yine bir casusluk gerilimidir ancak usta formunda değildir. Buna karşılık 1972’de Londra’da çektiği ‘Cinnet / Frenzy’, gerek ustalıklı gerilimi, gerekse hınzır mizahıyla Hitcock’un son etkileyici filmidir. Yönetmen 77 yaşında çektiği ve çok ses getirmeyen ve bizde yalnızca televizyonda gösterilen ‘Aile Oyunu / Family Plot’ ile sinema dünyasına veda edecektir.

Teknik mizansen, görüntü, kurgu alanlarında hep öncü sinemacı konumunu sürdürmüş olan sinemacı, özgünlüğü, temalarını kendisinin belirlemesi ve biçimi hikâyeyle ustaca harmanlayışıyla sinema tarihine geçiştir. Gönül onun siyah-beyaz başyapıtlarını da yeniden beyazperdede izlemek istiyor. Festivalin gelecek yıllardaki başka bir seçkisinde inşallah.

(03 Mart 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Bağlasan da Tutamazsın: Yokuş Aşağı

Bazı filmler vardır (aslında hemen birçok daldaki sanat eseri için söylenebilir), anlatılamaz. Yani, anlatmak için ipucu vermek, bazı noktaları ifşa etmek gerekir, şimdilerde spoiler deniliyor…

İki çocuklu bir aile, belli ki yokuş aşağı giden birlikteliklerini kurtarmak için Alplere kar tatiline gitmişler… Öykü bu… Şimdi içini doldurmak gerekir…

Felâket geliyorum der mi?

Gelin bu öyküyü günümüz Türkiye’si olarak ele alın. Hiç farkı yok. Belki korona virüs salgını olarak da düşünebilirsiniz… Taraftarı olduğunuz futbol takımının çıktığı bir karşılaşmadaki durumu da olabilir. Hemen her ilişkide, hemen her zaman bir sorun, bir çatışma, bir gerilim vardır. Sonunun felâket olması gerekmez, ama felaket de geâliyorum demez.

Julie Louis-Dreyfus ile Will Ferrel’in başrolünde olduğu film, afişinde de belirtildiği gibi “farklı türde bir felâket filmi”… herkesin her zaman başına gelebilecek türden.

Kimi zaman umduğunuz, kimi zaman umulmayan…

Kış tatiline giden aile, bir terasta yemeklerini söyleyecekken, kontrollü olmasına rağmen bir çığ beklenmedik bir şekilde ortalarına düşer. Herkes panik halindedir, kaçışanlar vardır. Anne çocuklarını kucaklayıp ölümse, ölümü birlikte karşılarken, baba belki de istem dışı kaçar. Kaçışını da haklı olarak gerekçelendirerek gizlemeye çalışır. Ancak haksızlıklara karşı sessiz kalamayan anne, bu korkaklığını yüzüne vurur, hem de çocukların desteğini alarak.

Doğrudur, bir şey istersiniz, onun olması için çabalarken her şey tersine dönebilir, düzelteceğim derken iyiden iyiye karışıklık doğabilir. İletişimin koptuğu andan başlayarak da çözümü mümkün değildir artık.

Cehennem yolundaki iyi niyet taşları…

Hayatın sürprizleri bazen hoşluklar bazen de belirsizlikler yaratır insanın yaşamında. Ne kadar iyi niyetli olursanız olun, rastlantılar, gizlice yaptığınız mesajlaşmalar, kendinizce kurduğunuz plan ve programlar tersine döndürebilir her şeyi. İşte, tam da bu nedenle kahramanlarının yerine kendinizi koyabilir ve hayatın gidişatını değiştirmek için güç toplayabilirsiniz.

Seyri hoş, mesajı güçlü, dediğini kimseyi incitmeden diyen bir film.

Yokuş Aşağı (Downhill)
Yönetmen Nat Faxon ile Jim Rash
Oyuncular Julia Louis-Dreyfus, Will Ferrell, Zach Woods, Zoe Chao…
6 Mart’tan itibaren gösterimde…

(03 Mart 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Cin-si Bozuk

*Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bir ekonomik ifade olan “rant”ın sinemadaki karşılığı “devam filmleri” olsa gerektir. Hiç bir zaman başlangıçta 2. ve takip eden inci, üncü, uncu filmlerin tasarlandığını sanmıyorum. Film yapılıp gösterime sunulduğunda çok rağbet görüp, çok para kazanıldığında onun bir bakıma taklitleri olarak devam filmleri yapılıyor. Devam filmleri, birinci filmin benzerleri olduğundan sanki seyirciyi istismar ediyorlar gibi de algılanıyor. Sinemamızın kült filmi “Hababam Sınıfı” ve kaynak aldığı kitap ilgi görmeseydi devam film ve kitapları yapılmaz ve yazılmazdı. Benzer sahneler, misalen müfettişin sınıfa girip öğrencilere sorular sorması, yatılı okuldan kaçış ve geri dönüşler, beden eğitimi dersleri ve şarkılı türkülü mezuniyet törenleri hatırlanırsa, Hababamların hemen hepsi ilk filmin farklı versiyonlarıdır. Aynı kanaatim yeniden çevrilen filmler için de geçerlidir. Orijinali dururken yenisini yapmanın ne mânâsı var; bas yeni kopya -veya restore et-, sür piyasaya. Kitapta yeni baskı makul, ancak dijital kitap iyice yaygınlaştığında baskı meselesi de tarih olacak. (31 Mart 2019)

CnnTürk, haftanın filmlerini tanıtırken 2 adet filmin tanıtımını yaptıktan sonra zınk diye bir seçim mitingine bağlandı. Bu duruma vakıf olan bir sinema web sitesi editörü olarak CnnTürk izleyen sinemaseverlere bir hatırlatma yapmak elzem oluyor, yapayım: Bu hafta sinemalarda tam 10 adet yeni film gösterime girdi. Ve iğneyi de kendimize, yani sinema sektörüne batırayım. Bu filmlerden ikisinin, “Kursk” ve “Katil Avcısı”nın konuları denizaltı içinde geçiyor ve Ruslarla ilgili. Koskoca sezonda başka hafta yok muydu da her ikisini aynı haftaya denk getirdiniz sayın dağıtımcılar? (30 Mart 2019)

Çok genç yaşta vefat eden bir ses sanatçısının klibini izlerken şöyle kısa bir cümle geldi zihnime: Aslında yokuz biz, hayaliz. Buraya yazdım, görünür kıldım. (30 Mart 2019)

13 – 14 yaşlarındaki çocuk, emsal yaştaki arkadaşına anlatıyor, kulak misafiri oldum: “Eskiden, çok eskiden, normal maçlara çıktığım…” Herkesin eskisi kendinden menkûl yani. (30 Mart 2019)

Sinemamızda son yıllarda korku film yapımı o kadar arttı ki neredeyse korku filmleri alt türü bile oluşmaya başladı. Örnek olarak cinli filmleri (*) gösterebiliriz. Bu filmlerin adları da ayrıca ilgi sebebi oluyor ki -bazen hiç duyulmamış, bazen de zorlama film adlarına da rastlıyoruz. “Cin-i Ayet” gibi korku – dinsel çağrışımlı adlardan ötesi olmaz derken gelen haberlere bakarsak 12 Temmuz’da “Cin-si Bozuk” adında bir film sinemalarımızı korkutacak. Bu filmin başrollerinde de Cindoruk’lar oynarsa tamamdır, korkudan yenmez, pardon tadından yenmez, milpardon seyrinden izlenmez… amaaan.
(*) Olur da sinemamızda cin filmleri tez konusu yapılabilir. Yeri gelmişken bu filmlerin listesini yapalım: Dabbe: Bir Cin Vakası, El Cin, Dabbe: Cin Çarpması, Ammar: Cin Tarikatı, Azem: Cin Karası, Dabbe: Zehr-i Cin, Siccin: Büyü Haramdır, Mihrez: Cin Padişahı, Azem 2: Cin Garezi, Alkarısı: Cin-net, Siccin 2: Her Canlı Ölümü Tadacaktır, Vesvese: Cin Tuzağı, Kü’fa: Cin Kapanı, Cin Kuyusu, Azem 3: Cin Tohumu, Kabr-i Cin: Mühür, Cinnia: İfritin Diyeti, Cinni: Uyanış, Ammar 2: Cin İstilası, Lanetli Anahtar: Cinlerin Gazabı, Siccin 3: Cürmü Aşk, Berzah: Cin Alemi, Zuzula: Cinler Alemindeki Karanlık Kâbus, Perde: Ayn-ı Cin, Lanet: Ervah Cinleri, 666 Cin Musallatı, Siccin 4, Cin Çeşmesi: Kafirun, Alem-i Cin, Kâfir: Cuhenna Cin Kabilesi, Cin-i Ayet, Siccin 5, El Ummar: Cin Yuvası, Ecinni, Cin Tepesi, Araf 2: Cin Bebek Doğuyor, Cin-si Bozuk. (31 Mart 2019)

Yerel seçim propagandaları sırasında sıkça duyduğumuz “Pazara kadar değil, mezara kadar” söylemi hatırlandığında, hemen bu hafta, seçim sonrasının ilk vizyon haftasında “Hayvan Mezarlığı” adlı filmin vizyona girmesi ve ittifak ortağının yerel seçimlerde yeni sistem önermesi, ortaklıkta sonun yaklaştığını çağrıştırıyor. En azından sinemaseverlere. Neredeeen nereye. (03 Nisan 2019)

Yerel seçim sonuçlarının açıklanması sırasında sinemaseverlerin dikkatinden kaçmaması gereken küçük bir ayrıntıya işaret edeyim. Bu günlerde Sayın Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Sadi Bey sık sık kamuoyunun gündemine geliyor. Bu vesileyle sinema konusunda yayın yapmakta olan, nadide ve güzide web sitemiz sadibey.com’un adının da dolaylı olarak kamuoyuna sunulmasından fevkalâde memnun olduğumuzu duyurayım. (05 Nisan 2019)

Fransız Kültür Merkezi’ndeki film iptal olmuş; Cevahir’e gideyim, vizyon filmi eksiğimi gidereyim dedim. Orada da saati tutturamadım. Markete girdim, bir şeyler alıp çıktım. Dinlenmek için oturduğum yerde kara karolara bakarken ilham geldi: Ortamı güzel gösteren azınlıktır; azınlıklar olmasaydı hayat çok monoton olurdu. (07 Nisan 2019)

Film festivali salonunda dizi reklâmı gösterilmesini anlıyorum da, film festivalinde dizi galası yapılmasını anlamıyorum. Mobilyacıda ilaç, lokantada ayakkabı satmak gibi bir şey bu. Şehir hastanelerini 20 – 30 km uzağa yaparsan Şehir Hast. değil Şehirdışı Hast. oluyor. Gül(fikir)tepeye yaptığın kentsel dönüşümde şehre yerleştirdiğin gökdelenin bir tanesini yap hastane, al sana Şehir Hast. Yani film sinemada izlenir, dizi TV.de. (10 Nisan 2019)

(02 Mart 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sahne Sahne Bakılırsa İlginç. Ama Bir Bütün Olarak Değil…

GAREZ X X ½
(The Grudge) / Yönetmen: Nicolas Peste / Senaryo: N. Peste, Jeff Buhler / Görüntü: Zack Galler / Müzik: The Newton Brothers / Oyuncular: Andrea Riseborough, Demian Bichir, John Cho, Lin Shaye, Jacki Weaver, Betty Gilpin, William Sadler. Frankie Faison / Amerikan filmi.

Japon sineması da bir dönemde korku filmlerine merak sarmıştı. Bunlardan biri 2002’de Takashi Shimizu adlı yazar – yönetmenin çektiği Ju-on adlı yapımdı. Gördüğü ilgi üzerine ayni yönetmen 2004’de (ve sonra 2006’da) filmin Amerikan çeşitlemelerini kotarmıştı: düzeyi gitgide düşen…

Bu kez yine Amerikan taşrasına nakledilen, ama kimi açılardan Uzakdoğu egzotizmine göndermeler yapan bir film izliyoruz. Ve aldığı tepkilerin çelişkisini IMDb’den izliyoruz: övgüden nefrete öylesine farklı olan…

Gerçek bence yine ortalarda bir yerde yatıyor. Bu ne öyle çok övülesi, türü yenileyen bir film. Ne de kimilerinin dediği kadar kötü. Filmin sorumluluğunu yüklenen Nicolas Peste, 2016’da çektiği ayni türdeki The Eyes of My Mother – Annemin Gözleri’yle le tanınmıştı. Bu kez de belli bir başarı gösteriyor denebilir.

Film korku sinemasının gözde konularından ‘lanetli ev’ temasına sığınıyor. Yine Japonya, Tokyo’da açılan film, çabucak ABD’nin Pennsylvania eyaletinde bir kasabaya atlıyor. Orada bir kadın, 44 Reyburn Drive adresindeki evinde küçük kızı dahil tüm ailesini katletmiştir. Sonunda kendini de öldürerek…

Sonra illa da kronolojik olmayan olaylar izliyor, değişik kişiliklerle tanışıyoruz. Evi kiraya vermek isteyen Peter ve Nina Spencer çifti, hamile kadının bebeğinde teşhis konan amansız hastalık nedeniyle son derece mutsuzdur. İki detektif, kompleksli Goodman ve gölgesinden bile ürken Wilson evin gizemini çözmeyi deniyorlar. Ama Goodman eve adım atmayı bile reddederken, Wilson gördüğü hayalet yüzünden kendisini vuruyor ve ömür boyu sakat kalıyor.

Bu arada eşini kansere yeni teslim etmiş kadın polis Mulldoon, küçük kızıyla birlikte yeni bir hayata başlamak istiyor. Ve bula bula burayı buluyor!…

O sırada evde yeni bir aile yaşamaktadır: yaşlı Matheson’lar. Ve evin hanımı ölmek üzeredir. Onun acı çekmek yerine ötanaziyle kendini öldürmesi en iyi çözümdür. Bunun için de konunun uzmanı Lorna Moody hanım çağrılır. Ama evin içine yerleşmiş lanet henüz bitmemiştir. Ve hayaletlerin gitmeye niyeti yoktur.

Bu kısa (olmasına çalıştığım) özet bile filmin / konunun ne kadar karmaşık olduğunu göstermeye yeter sanırım. Buna dediğim gibi kronoloji (olayları sırasına göre anlatma) kaygısından vazgeçilmesi eklenince, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: birçok sahne kendi içinde yeterince ürkünç ve görsel olarak da doyurucu. Ama mantıksal bir çerçeve içine ve akılla izlenebilecek bir entrikaya oturmadığı için, gerçek anlamda tatmin etmiyor. O olumsuz eleştiriler sanırım en çok bu yüzden…

Böylece aslında ilginç olabilecek film, kimileri için yorucu bir deneyim olup çıkıyor. Dolayısıyla, hemen yalnızca türün iflah olmaz tutkunları için…

(19 Şubat 2020)

Atilla Dorsay