Kategori arşivi: Yazılar

Memleket Hikâyesi

‘Bu kadar yanlış olan ne yaptık?’ Bozkırın ortasındaki derin çukura gözlerini dikmiş savcı beyin bu sözleri ile açılır Emin Alper imzalı ‘Kurak Günler’. Devletin yargı erkini temsil eden iki kişi yer altındaki boşlukların çökmesi sonucu ortaya çıkmış doğa oluşumuna biraz hayranlık, daha fazla ürperti ile bakmaktadır. İdealist savcı Emre’nin yeni tayin olduğu Yanıklar kasabasının çıkışıdır burası. Meteorun açtığı çukura benzeyen ürkütücü oluşumlar, kasabaya su temini için yeraltı kaynaklarının yoğun tüketilmesinin nedeni olduğu toprak erozyonları sunucu meydana gelmiştir. Bu tedirgin açılış, Emre’nin kasabaya girişinde insanı allak bullak eden ilkel bir gösteri ile sürer. Yaban domuzu avından dönen kasaba eşrafı canı burnunda hayvanı katlettikten sonra leşini bir kamyonetin arkasında sokak sokak sürüklemektedir. Havaya sıkılan silah seslerinin eşlik ettiği bu kanlı tören sonrasında hukuki dille sert bir uyarı gelir genç savcıdan. Ama burası küçük bir yerdir ve burada bu tür geleneksel eğlenceler (!) olağandır.

Susuzluktan kırılmaktadır Yanıklar. Kasabanın 40 yıllık sorunudur bu gerçi. Değişmez belediye başkanı, obrukların şehir merkezine dayanma tehlikesine aldırış etmeksizin yaklaşan seçimi yeniden kazanma derdindedir. Yakın göllerden su taşıma projesi maliyeti yüksek olduğu için rafa kaldırılmış, obruk tehdidine ilişkin bilirkişi raporları hasıraltı edilmiştir. Başkanla davalı olan bir önceki savcı hayati tehlikesi olduğunu ileri sürerek görev süresinin bitimini beklemeden ortadan kaybolmuştur. Geldiği gün kaldığı evde fareler ile metaforik bir mücadeleye girişen Emre, kasabanın güçlülerinin dümen suyuna girmemek için vereceği kavgada başarılı olabilecek midir. Hakime Zeynep ile kasabanın muhalif gazetesini çıkartan gizemli Murat sözlü imalarla uyarırlar onu. Yüzmek için girdiği yakınlardaki gölün dibi gibi balçıklıdır burası, insanı içine çekiverir. Belediye başkanının bağ evini ziyaret ettiği ve içine hap katılmış boğma rakı ile bilincini kaybettiği gece hem Emre, hem de film için bir dönüm noktası haline gelecektir.

Alper’in Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın alegorik temsili olan 2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tepenin Ardı’ iktidarı elinde tutanların düşman yaratma olgusu üzerinedir. Bu sayede cemaat kenetlenecek, iç düzendeki aksamalar göz ardı edilecektir. Erkek egemen güç ve iktidar ilişkileri üzerine yaman bir gözlem içeren bu ilk film, erkeklik dayatmaları üzerine de zengin bir çeşitleme sunarken, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Konya Ermenek’teki kapalı geniş vadi tipik bir western atmosferine sahiptir. Venedik Film Festivali jüri özel ödüllü ikinci filmi ‘Abluka’da (2015) yıllar sonra karşılaşan iki kardeşin karanlık hikâyesiyle kamerasını kırsaldan metropol varoşlarına çevirir sinemacı. Film devletin kendilerine buyurduğu işlere giderek yabancılaşmış toplumun kıyısında yaşayan bu iki karakterin giderek gerçek dünyadan kopuşları ve kendi paranoyaları içinde kaybolmaları üzerine yaman bir seyirliktir. Ötekileştirme ve paranoya meseleleri üzerinden metaforlarla yüklü bir önceki filmi ile tematik ortaklığı bulunan ‘Abluka’ kolektif paranoya yerine bireysel paranoyanın neden olduğu parçalanma üzerinde yoğunlaşır. İlk filminde western ikonografisinden ilham almış olan genç sinemacı metropolün ardındaki tekinsiz dünyayı resmederken bu defa kara film (film noir) ile flört edecektir. Distopik görsel atmosferi ustaca inşa eden Alper, filmin ikinci bölümünde kurgu oyunlarıyla ana karakterlerin zihnine dalış yapar, böylece kimin dost kimin düşman olduğunun gittikçe belirsizleştiği bir atmosfer içinde izleyici de karakterlerle birlikte kaybolmaya başlar. Ve yönetmenin kendi ifadesiyle ‘hiç beklemediğimiz biçimde yaşadığımız ülke kurmaca ülkeye benzemeye başlar’.

Cannes Film Festivali’nin saygın ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ şeçkisine kabûl edilmiş olan ‘Kurak Günler’ ile, ilk bölümün kasaba gerçekliği ve obruk metaforu ile Türkiye’yi işaret eden yeni bir memleket hikâyesine yönelmiş Alper. Western ikonografisinden yararlanmayı sürdürürken (Emre kasabanın ‘Kahraman Şerif’i görünümündedir ilk başlarda) kısa vadeli çıkarlar peşinde halkın uzun vadeli yararını düşünmeyen fırsatçı politik yapıyı sergilemek istemiş. Obruklar, -yönetmenin sözleri ile- manipülatör siyasetçilerin iktidarı bırakmamak için toplumu sürüklediği çukurlara dönüşmüş. Bağ evindeki rakı alemi gecesinde -aynı ‘Abluka’da olduğu gibi- savcı Emre’nin bulanıklaşan zihni misali film de kararıyor. Böylece tür sinemasına, Alper’in ‘Abluka’dan aşinası olduğumuz ‘kara film / film noir’ ortamına dalıyoruz. Emre gece boyunca olan biteni bölük pörçük hatırlamaya çabalarken, bizler de onun anımsadığı ve/veya ona aktarılanlar ölçüsünde eksik parçaların izine düşüyoruz. Bu bulmacalı yapı içinde ülkemizin temel meseleleri, erkek egemen şiddet, cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobi ana öyküye paralel olarak yol alırken, ilk bölümdeki toplumsal gerçekçi atmosfer, ‘Avrupa Film Akademisi’nin saygın ödülü ile taçlanan müthiş bir kurgu ve ses tasarımıyla distopik bir dünyaya evriliyor. Domuz avının izini süren çarpıcı açılış, insan avına dönüşen olağanüstü finalle noktalanırken, Alper’in bir sinema mucizesi ile görselleştirdiği güzel bir gelecek hayali, içinde yaşadığımız korku tünelinden çıkış umuduna dönüşüyor.

(07 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hal-i Pürmelalimiz: Kurak Günler

“Anadolu’yum ben tanıyor musun” diye soruyordu Ahmed Arif, şiirce. Hepimiz bir tarafından tanıyoruz, az buçuk. Tümüyle tanımak pek kolay olmuyor; baktığınız yer, sizin kültürel, ekonomik, siyasal, ideolojik bakışınız belirleyici olabiliyor. En tam da o nedenle işte, şair soruyor haklı olarak.

Emin Alper de, “Kurak Günler”de, bu gerçeklikten el alıp alabildiğine geniş, alabildiğine yoğun anlatmaya çalışmış kendi tanıdığı Anadolu’yu.

Erkek egemen bir Anadolu kasabasına, aslında biraz tutucu (hep düzgün giyimli, hep tıraşlı, hep meraklı), biraz da idealist (ailesinden ve aldığı eğitimden kaynaklı), kendini var etmeye çalışan (ama gizlice, yüzmeye herkesin gittiği yerlere değil de “bakın kendi başıma da çekinmeden, korkmadan yaşayabiliyorum” diyerek) bir savcı atanır. Kasaba ileri gelenleri hem kendilerini tanıtmak ama bu arada ne denli güçlü olduklarını göstermek için ellerinden geleni yaparlar. Dar bir çevre, dışarıdan gelen bir memur (ne kadar üst düzey olursa olsun) ve yerel siyasi yapılanma içerisinde kanaat önderi niteliğiyle her şeyi diledikleri gibi taşımayı başaran taşra yereli…

Bir filmin taşıyıcısı çelişkilerse -ki, hep o sürülür öne- Kurak Günler’de çelişkiler yumağı var… Filmin adından da belli, susuzluk temel çelişki. Susuzluktan yararlanarak siyasi rant elde eden, yasa ve toplumsal davranışlara bile uymayan ama kimsenin de ses çıkarmaya kalkışmadığı yerel yöneticinin ailesi ve arkadaşlarının yaptıkları bir diğer çelişki. Örtbas edilen taciz, tecavüz gibi konuları aslında alttan alta destekleyen (bunun için para da giriyordur devreye muhakkak, birilerinin diyet borcu vardır ve ondan da yararlanılır her zaman) ahalinin tavrı. Bu arada susuzluğa kimse ses çıkarmaz ama iş erkek egemen yapının, milliyetçi muhafazakâr kışkırtmalarına sokağa dökülür insanlar… Emin Alper gerçekten bize Anadolu’da yaşanması olası (aslında büyük şehirlerde de benzer bir durum mahalle, semt çerçevesinde yaşanıyor; bakın çevrenize, sokağınıza…) hemen tüm çelişkileri getiriyor beyazperdeye.

Kim ne derse desin…

Emin Alper senaryosunu iyi kurmuş, iyi oyuncular bulmuş, iyi mekânlarda çekmiş, müziğini dozunda ve gerçekten etkili kullanmış, iyi montajlamış, iyi sunuyor biz izleyicilere…

Tabii ki kolay değil arı kovanına çomak sokmak. Kararlılık gerekir, dik durmak gerekir, anlatılanların dozunun iyi dengelenmesi gerekir. Filmin içerdikleri arasında yer alan “eşcinsel yaklaşım”, “zekâ özürlü” dans eden kıza tecavüz (babasının tepkileri yerel yöneticinin parasıyla mı tersine döndü), susuzluğa tepki göstermeyen ahali gibi kasap çengeli örneği soru işaretleri kalıyor insanın aklında. Yönetmenin, bu kocaman soru işaretlerini bilinçli olarak öyle bıraktığını düşünmüyor değilim. “İzleyici tartışsın, hiç değilse sorunların kaynağına kendisi insin ve kendi çözümünü bulsun” yönetmenin talebi gibi geldi ve hak veriyorum. Filmin etkisini sürdürmesi çok güzel bir şey.

Filmin iki ana karakteri savcı ile gazeteci; ancak diğer yanda belediye başkanı, oğlu ve arkadaşları var. Arada kalan ise hâkime hanım. Her ne kadar Dünya Kupası maçları sürüyorsa da, buradaki karşılaşmanın sonucunu birkaç ay sonra yapılacak seçimler belirleyecek. Siyasi açıdan bakılınca bir başka sonuç çıkarılabilir, ama film zaten baştan aşağı siyasi. Gösterime girdiği tarih itibarıyla seçime yönelik bir mesaj aranabilirse de, filmin tasarlanıp yapılması en az beş yılı kapsıyor. Yine de izleyicinin ağzı torba değil ki büzesiniz.

Kurak Günler, duygu, gerçeklik, Yönetmen ve Senaryo: Emin Alper, Oyuncular: Selahattin Paşalı, Ekin Koç, Erol Babaoğlu… 09 Aralık 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(07 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkut@gmail.com

Sırada Eşit Haklar Var

‘Acil Durumda Jane’i Ara / Call Jane’ kadın haklarının ağırlıklı olarak gündeme geldiği günümüz sinemasından ilgiye değer bir ‘bağımsız’ örnek. Bütçesi mütevazı ama meselesi çok değerli bir küçük film. Todd Haynes’in şimdiden klasikleşmiş, cinsler ayrımı ya da eşcinsellik meselesini ajandasının gerilerine atmayı bilmiş en hasından bir aşk hikâyesini, sınıf ve güç ilişkilerini jestler, renkler, kostümler üzerinden vermeyi başaran 2015 yapımı ünlü filmi ‘Carol’un senaryo yazarı Phyllis Nagy imzasını taşıyan yapım, 1968 yılının Ağustos ayında Chicago kentinde açılıyor. Ceza avukatı kocası ve 15 yaşındaki kızı Charlotte ile huzurlu bir evliliği olan Joy, ülkenin ve dünyanın Vietnam protestoları ve eşit hak talepleri ile yangın yerine döndüğü yıllarda sakin banliyö hayatını sürdürmektedir. Kocasının şirket davetindeyken dışardan yükselen sesler eşliğinde ilk kez ‘Yippies’ olarak anılan Uluslararası Gençlik Partisi’nin gösterisine ve polislerin kapalı kapılar ardından coplu müdahale girişimine tanık olur. Banliyö evlerinin becerikli bakımlı ev kadınlarından biridir Joy. İkinci çocuğuna hamileliğinin keyifli bekleyişi doktorundan aldığı haberle hüsrana dönüşür. Kalp yetmezliği nedeni ile hamileliğinin sonlandırılması gerekmektedir. Ancak Amerika’nın birçok eyaletinde olduğu gibi Chicago’da da kürtaj yasağı vardır. Sağlık durumunun aciliyetini öne sürse de, erkeklerden oluşan doktorlar konseyi kürtaj operasyonu için olumlu oy kullanmaz. Çaresizlik içinde bir sokak ilanı ile haberdar olduğu Jane Topluluğu’na başvuran genç kadının hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktır.

Virginia adındaki liderleri yönetiminde gizli bir kürtaj dayanışması oluşturmuş her biri birer Jane olan kadınların sıcak ve şefkatli ortamında hamileliğinden kurtulan Joy, Virginia’nın ricası üzerine genç bir kızı merkeze götürülmesinde gönüllü şoförlük, daha sonra doktor asistanlığı ve nihayetinde foyasını meydana çıkardığı sahte doktorun yerine bizzat uygulamacı olarak hizmet vermeye başlayacaktır. İlk karşılaşmalarında ‘Bu senin suçun değil, kimsenin suçu değil’ demiştir Virginia. Sadece sağlık sorunları nedeniyle değil, tecavüz mağduru olan, yoksulluk nedeni ile bakamayacakları çocukları doğurmak istemeyen, kısaca kendi bedenleri üzerinde kendi özgür kararlarını vermek isteyen tüm kadınlara kol kanat germektedir dayanışma grubu. Yemek yapan, ev temizleyen, öğleden sonra 4’te buzlu martini ile sarhoş olan ya da çikolatalı kurabiyeler hazırlayan kadınlardan biri değildir artık Joy. Başka insanlarla, düşünen ve iş yapan kadınlarla birlikte yol almayı seçmiş bir kadındır o. Asistanlık yaptığı erkek doktorun ‘iyi bir hemşire olabilirdin’ sözlerini ‘niye doktor olmayayım’ diye yanıtlayan, kendine güvenen bir özgür bir bireydir artık. ABD Yüksek Mahkemesi’nin ülkede kürtajı yasallaştıran ve ‘Roe Wade’e Karşı’ olarak bilinen Ocak 1973 tarihli kararıyla ülkenin birçok eyaletinde yürürlükte olup kürtajı yasaklayan yasalar iptal edilir. Bir mücadele kazanılmıştır. Sırada eşit haklar, eşit ücret meselesi var diyerek şanlı şerefli uğraşlarını sürdürür Jane topluluğu. Eşit haklar konusunun günümüzde birçok alanda hala tam anlamı ile çözülemediği göz önüne alındığında ve yaklaşık 50 yılın ardından Texas eyaletinde kürtaj yasağı utancının yeniden gündeme getirilme çabası derinleşirken ‘Jane Collective’ dayanışmasının özverili öyküsünü yeniden hatırlatan böylesi filmlere başta kadınlar olmak üzere tüm insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

(02 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İran Toplumuna Öfkeli Bir Bakış

Uykusundaki kızını öptükten sonra fakir odasından işe çıkan Sümeyye gecenin karanlığında müşteri arayışındadır. Önce umumi tuvalette dudağını boyar, saçını düzeltir, yüksek ökçeli ayakkabılarını geçirir ayağına. İlkin yılın safran ihracatçısı seçilmiş itibarlı (!) müşterisinin azgın ihtiyacını giderir. Hiç keyfi yoktur yine bu akşam. Torbacı yaşlı teyzeden bir tutam daha Afgan otu dilenir. Ona birikmiş borcunu ödeyebilmesi için birkaç işe daha gitmesi gerekmektedir. Sakso çektiği ikinci müşterisinin ardından motorunun arkasına atladığı esrarengiz adam onun sonunu hazırlayacaktır. Dehşet içinde çırpınırken küçük bir kızı olduğunu söylemesine rağmen gözü dönmüş adamın acıması yoktur. Genç kadını kendi baş örtüsü ile boğduktan sonra siyah çarşafa sarar ve cesedini şehre tepeden bakan ıssız bir tepeye öylece bırakır.

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali ana yarışmasında yapan ‘Kutsal Örümcek / Holy Spader’ ön jenerik öncesinde çoğunlukla Amerikan cinayet öykülerini hatırlatan böylesine ürpertici bir bölüm ile açılıyor. İran doğumlu yönetmen Ali Abbasi’nin yüksek öğrenimi için ülke dışına çıktığı 2000 – 2001 yıllarında Meşhed kentinde işlenmiş seri cinayet sarmalından yola çıkıyor film. İran’ın kutsal hac beldesi olarak bilinen başkent Tahran’ın ardından ikinci büyük şehrini korkuya salan seri katil gerçek hayatta 16 cinayetin ardından yakalanmış ve yönetmen dahil bir çok kişinin şüpheli bulduğu idam kararıyla infaz edilmiştir. Abbasi gerçek öyküden hareketle cinayetlerin önünün neden bu denli geç alındığını araştırmak ve bu vesile ile mollaların yönettiği çağdaş İran toplumuna ayna tutmak istemiş. Bunu 6 aydır yakalanamayan seri katili araştırmak için Meşhed’e gelen kurmaca kadın gazeteci karakteri ile yapmayı deniyor. Tahran’da kendisine sarkıntılık eden editörüne karşı koyduğu için işinden olan ve serbest gazeteci olarak çalışan Rahimi (Cannes’dan en iyi kadın oyuncu ödüllü Zar Amir-Ebrahimi) bekâr bir kadın olarak rezervasyon yapmış olduğu otele kabul edilmekte sorun yaşıyor. Kendisini önemsemeyen, bir sonraki aşamada sarkmaya çalışan polis şefini bertaraf etmekle uğraşıyor ardından. Ancak tüm bunlar genç kadını yıldırmıyor. Kopya fahişe cinayetleri tekrarlanırken polisin gevşek davranması, kentin kutsal mahallelerinde ahlâksızlığa karşı cihat yaptığını ulu orta ilan eden, ardında delil bırakmaktan çekinmeyen katilin ‘kurbanlarını kutsal bir amaçla ağına çeken örümcek’ kod adıyla bir kahramana dönüşmesine tanıklığı onun kararlılığını tetikliyor.

Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’in (2016) ardından İsveç’te çektiği 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’ ile dünya çapında tanındı. Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü almasının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile ülkemizde de büyük ilgi toplayan yapım, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulayacağı sırları öğrenişi üzerine doğaüstü ve kara film ögelerini ustaca harmanlayan çizgi dışı bir aşk filmidir. Kuzey mitolojisinden esinlenmiş gençlik yıllarını geçirdiği ülkesi üzerine bir film yapmak istemiş sinemacı ama bu arzusu kolay hayata ‘Sınır’ın ardından çocukluk ve ilk geçememiş. Cinsellik ve şiddet unsurları nedeniyle ülkemizde ‘16 yaş üzeri’ ibaresini almış olan bir filmin İran sınırları içinde çekilemeyeceği baştan belliymiş. Çekimler için Türkiye’de karar kılınmış, setler hazırlanmış ve önemli ölçüde para harcanmış olmasına karşın, yönetmenin düşüncesine göre İran yetkililerinin muhtemel baskısı yüzünden Türkiye’deki çekim izni iptal edilmiş. Bunun üzerine benzer bir coğrafyaya sahip Ürdün’de tamamlanan filmde gazeteci Rahimi’yi oynayacak oyuncu İran rejimi ile ters düşme endişesi ile son anda filmden ayrılınca projenin 41 yaşındaki kast yönetmeni Ebrahimi kendisini başrolde buluvermiş. Popüler bir televizyon yıldızı iken 2006 yılında kendisinin yer aldığı iddia edilen bir seks kasedi skandalı nedeni ile gözden düştükten ve devlet yetkilileri ile başı derde girdikten sonra çareyi İran’ı terk ederek Paris’e yerleşmekte bulan sanatçı yaşadığı kötü deneyimi filmin hizmetine sunma fırsatı bulmuş. Bu da Danimarka’da yaşayan ve ülkesini uzaktan eleştiren Abbasi’nin kızgınlığı ile birleştiğinde ortaya öfke yüklü bir film çıkmış. Bir İran öyküsünde belki de ilk kez cinselliği ve yoğun şiddeti kullanma fırsatının şehveti ile kantarın topu fazla kaçmış. Korku ve kara film ögelerine pek düşkün Abbasi eşarp cinayetlerini katilin gözünden en ince ayrıntılarına kadar gösteriyor. Hem de bir değil, iki değil tam üç kez benzer infaz anlarını izlettiriyor. Sarılı olduğu halıdan ayağı çıkmış cesedin önünde katilin ve her şeyden habersiz karısının çıplak cinsel ilişkisine yer veriyor. Bir gerilim filminin Batı seyircisini cezbedecek tüm klişelerini kullanmakta ısrar ediyor. Bu da röportajlarında sözünü ettiği ‘seri katiller yaratan bir toplum eleştirisi’ savını zedeliyor. Klasik polisiyelerin aksine katil Said’i (Mehdi Bajestani) en başından deşifre ediyor. Irak savaşından yara bere almadan dönmüş 3 çocuklu inşaat işçisini ve mazbut aile yaşantısını gözler önüne seriyor. Ancak, şehit ya da gazilik mertebesine ulaşamamanın ezikliği (!) içinde toplum hayatına geri dönen adamın sapkın psikolojisi yeterince derinleşemiyor. Kanun dışılığın kol gezdiği kentte kadın erkek toplumun her kesiminin seks işçilerine bakışı ve iki yüzlü ahlâkının irdelenmesi klişe düzeyini aşamıyor. Said’in ergenlik çağındaki oğlu Ali’nin küçük kız kardeşini konu mankeni olarak kullanmak suretiyle babasının cinayetlerini temsili olarak canlandırdığı sahne Abbasi’nin hedefi doğrultusunda çok iç paralayıcı bir bölüm gerçi ama iki saate yaklaşan filmin geri kalanı aynı amaca hizmet etmiyor ve de iyi bir polisiyede olmaması gereken mantık ve süreklilik hataları ile irtifa kaybediyor.

(01 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanaran.com

Dünyanın Tüm Ötekileri

Luca Guadagnino’nun Venedik Film Festivali’nden yönetmen ve oyuncu ödülleri ile dönen son filmi ‘Kemikler ve Her Şey / Bones And All’ yağlı boya çizimlerle açılıyor. Kırsal Amerika ıssız bozkırlarının resmedildiği çalışmalar soluk soluğa bir yol serüveninin habercisi gibidir. Siyahi babası ile kader birliği yapmış Maren’in kısa hayatı kasabadan kasabaya göç ederek geçmiştir. Çekmiş gitmiş annesini hiç tanımaz. Ona ait hiçbir anı, bir fotoğraf bile yoktur. Babası da annesi hakkında konuşmaz. İçe dönük genç kız okulun popüler kızlarından bir davet aldığında, babasının geceleri yattığı odanın kapısını kilitlemesi onu durdurmaz. Homoerotik bir yakınlaşma üzerinden ilerleyen kızlar partisi, Maren’in yakın arkadaşının ojeli parmağını nerdeyse koparacak şekilde arzu ile ısırması kızlar kadar izleyiciyi de dehşete düşürür. Soluk soluğa eve dönüşü babası için bir sürpriz değildir. Doğası gereği tıpkı annesi gibi Maren de insan eti ile beslenme ihtiyacı duymaktadır. Yapacakları tek şey taşıyabilecekleri üç beş eşyayı yanlarına alıp polis gelmeden önce Virginia’yı ve yaşadıkları alüminyumdan fakir evlerini bir an önce terkederek başka bir kasabaya kaçmaktır.

Maren 18’ine geldiğinde baba pes eder. Doğum belgesini ve olan biteni anlattığı bir teyp kasetini (film 80’li yıllarda geçiyor) kızına bırakarak ortadan kaybolur. Kendi yolunu çizmek için yola çıkan Maren derin Amerika’nın izbe kasabalarından geçerek Minnesota’da yaşayan annesinin izini sürmeye kararlıdır. Bu uzun yolculukta kendi gibi insan eti yiyenler ile karşılaşacak, onları kokularından tanımayı öğrenecek, ona şefkatle yaklaşan çılgın Lee’ye aşık olacaktır.

Camille DeAngelis’in 2015’te yayımlanmış ödüllü ‘genç yetişkin’ romanından, yönetmenin gözde senaristi David Kajganich’in uyarladığı film, dehşetengiz açılışının ardından hikâye boyunca seyri kolay olmayan kanlı sahneler ile sürmesine karşın Guagnino’nun elinde tipik bir korku gösterisine sapmadan yönünü şefkat yüklü bir aşk hikâyesine çeviriyor. Bu belki de fazla aşırı örnek üzerinden doğası gereği dışlanmış, toplum dışına itilmiş tüm ötekilerin derdi üzerine bir söyleme evriliyor. ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’ ile Timothée Chalamet’yi sinema evrenine tanıtan İtalyan sinemacı, bu kez aynı şeyi kırılgan Maren’i canlandıran Taylor Russell ile gerçekleştirmiş, deli dolu Lee’yi canlandıran her daim gözdesi Chalamet ile birlikte çıkış yolu arayan genç kızın çaresiz arayışını ön plana çıkarmış. Filmin en akılda kalıcı iki yorumu ise eski tüfeklerden geliyor. Kenarı tüylü fötr şapkası, uzun saçları at kuyruğu örgülü, beslendiği insanların saçlarını birbirine bağladığı örgüyü yanından ayırmayan, insan öldürmeyi sevmeyen ve de ölmekte olan insanların kokusunu uzaktan alabilme yeteneğine haiz yaşlı ‘yiyici’ Sully’de deneyimli oyuncu Mark Rylance’in performansı olağanüstü. Keza kısa rolünde harikalar yaratan pasaklı Jake’de yine unutulmaz bir aktör Michael Stuhlbarg harikalar yaratmış. Yiyici olmayan müridi Brad (yönetmen David Gordon Green) ile takılan Jack filmin adını da açıklıyor izleyiciye. Beslenmenin doruğunda bedenin son kemiğine kadar yendiği aşkın anı ifade ediyor ‘Kemikler Ve Her Şey’. Bu kadarı da olmaz diyenleriniz çıkacaktır. Haklısınız bu film herkese göre değil. Lakin, doğası gereği ötekileştirilmiş insanların çaresizliğini her midenin kaldıramayacağı bir metafor üzerinden irdeleyen bu çizgi dışı yapım, görüntüleri, kurgusu ve müzik bandı ile titiz bir çalışmanın ürünü olarak ilgiyi hak ediyor.

(26 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alt Sınıfların Öfkesi

Altın Palmiye ödüllü Ruben Östlund yapıtı ‘Hüzün Üçgeni’ne kardeş geldi. Mark Mylod imzası taşıyan ‘Menü / The Menu’, İsveçli sinemacı gibi büyük burjuvaziyi topa tutuyor. Zenginler topluluğu bu kez gizemli Hawtorn adasındaki ultra lüks restoranda toplanmıştır. Aralarında gurme iş adamları, genç borsacılar, eski kurt Hollywood aktörü ve yemek eleştirmenlerinin bulunduğu 12 kişilik grup, kişi başı 1.250 dolarlık zengin menüyü beklerken, ünlü şef Slowik (Ralph Fiennes) adada yetiştirilmiş bitkiler, taze kesilmiş etler ve yeni avlanmış deniz ürünleriyle onları şaşırtmaya hazırdır. Hassas lezzet profillerinin tadına varabilmek için yemek öncesinde sigara içmemeye özen gösteren davetliler, karizmatik şefin askeri disiplin ile yönettiği mutfak ekibinin hazırladığı şok edici sürprizlerle sarsılmaya hazırdır artık.

Seth Reiss ile Will Tracy’nin kaleme aldığı senaryonun über zengin sınıfın erişilmez dünyasına, doymak bilmez iştahına bakışı, Östlund kara mizahının ötesinde müthiş bir öfkeyi barındırıyor. Yetenekli bir aşçı iken mutfak sanatını varlıklı sınıfın hizmetine sunarak yükselmiş olan Slowik’in burnundan kıl aldırmaz müşterileri, gizli sırlar ve saklı günahlar tabak sunumları ile deşifre edilirken akşamın gerilimi adım adım yükselmektedir. Bardak taşmıştır artık ve gecenin bundan sonrası davetliler için hayatta kalma mücadelesine dönüşecektir.

Daha önce ‘Taht Oyunları / Game of Thrones’, ‘Entourage’, ‘Succession’ gibi bol ödüllü televizyon dramalarında yönetmenlik görevi üstlenmiş olan Mylod, sürrealizmin babası auteur sinemacı Luis Buñuel imzalı ‘Yok Edici Melek / El Angel Exterminador’un ana esin kaynağı olduğunu belirtiyor bir söyleşisinde. Amerikalı sinemacının tek mekânda ilerleyen filmi gün karardıkça şok edici süprizlere doğru yol alırken, Hitchcock’un ünlü klasiği ‘İp / The Rope’ta olduğu gibi gece bastırdığında gerilim doruğa tırmanıyor. Varlıklı bireylerin başına neler mi geliyor, o kısmı filmi seyredecek olanlara bırakalım. Finaldeki cümbüşü, üzerinden yağ damlayan nefis çizburgerine iştahla gömülmüş, kazara topluluğun arasına sızmış Nebraskalı Margot (Anya Taylor-Joy) ile birlikte izleyebilirsiniz.

(25 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yaşamınız Gözlerinizin Önünden Geçsin

Aklından geçeni yüzüne yansıtmayanlar vardır, bilirsiniz… “Poker surat” dedikleri bu insanların ne sevindiği belli olur ne de üzüldüğü… En ufak bir kıpırtıyı, mimiği bile kaçırmamak için, dahası ondan yola çıkıp da düşüncesini yakalamayı istersiniz ama o fırsatı hiç tanımaz. Sadece size değil, kimseye vermez o fırsatı. Böylesi “donuk” insan sevilebilir mi? Kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti. Onu tanımlayana dek günler, aylar geçer…

İşte öyle biridir Jake, hayatını pokerden kazanan bir kumarbaz. Öylesine donuktur ki, sevgilisinin beklentisinden bile haberi yoktur. Öylesine kendisiyle ilgilidir ki, kızının taleplerini bile umursamaz. Öylesine şişik egoludur ki, çocukluk arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan tehlikeye atar…

Senaryosunu da yazan, yönetip başrolünü üstlenen Russell Crowe, kumarbazlıktan çok insanları tahlil ediyor. Jake, çocukluk arkadaşlarını bir akşam evine davet eder ve hayatları boyu bir daha asla karşılaşamayacakları bir öneri sunar. Poker oynayacaklar ve kazananın parası inanılmaz çok olacak. Tek kural vardır: Ne istemeyebilirler -ki zaten o parayı duyanın bir el bile olsa oynamaktan kaçınması pek mümkün değildir- ne de oyunu yarım bırakabilirler.

Tam sosyolojik bir hesaplaşma olacaktır bu oyun. Hem değil mi ki, bizde de “kişiyi yolculukta tanırsın” denir… Çocukluktan bu yana bir arada olan, birbirleriyle dayanışma gösteren arkadaşlar, yıllar içinde farklı işlere girmiş farklı bir yol tutturmuş bile olsalar para her zaman her kapıyı açan bir anahtar olduğu için bu kez hem elde edecekleri kazancın hem de gelecekte yaşayacakları rahatlığın düşü ile mest durumdayken…

Tam o sırada…

İşte tam o sırada, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diyor ya Orhan Veli, bilinen en güzel Fahriye Abla şiirinde, en tam da öyle… Olmaz ki, böyle de denk gelmez ki…

Ne olduğunu filmi izleyince görüp şaşıracak, belki kızacak, belki de sevineceksiniz.

Sanatın yaşam içerisinde belirleyici bir gücünün olduğunu, her türlü kötülüğü yeneceğini bir kez daha göreceksiniz. Tamam, kabûl, kumar parasıyla, haksızca elde edilmiş sanat eserleri ama koruyanının ve kollayanının olması; değer vermesiyle doğru orantılı geleceğe kalmasını sağlaması önemli.

Sahi, filmin bitiminde kumarbazın portresini yapan genç ressamın tuvaline yansıttığı duyguları ile sizin salondan çıkarkenki duygularınız arasında epey bir fark olacaktır, muhakkak.

Tehlikeli Oyun (Poker Face), duygu, gerilim, Yönetmen ve Senaryo: Russell Crowe, Oyuncular: Russell Crowe, Liam Hemsworth, RZA, Elsa Pataky, Aden Young, Steve Bastoni, Daniel MacPherson, Brooke Satchwell, Molly Grace, Paul Tasson and Jack Thompson… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Erkek Egemen Bakışın Korkunç Ağırlığı: Kutsal Örümcek

Başınızı iki elinizin arasına alın, gözlerinizi kapayın ve bir an düşünün. Toplumsal yapı insanları ne denli etkiliyor? Bir başka şekilde soralım: Mahalle baskısı yaşamı nasıl ve ne kadar cehenneme çeviriyor?

İran’da, başörtüsü zorunluluğuna karşı çıkan kadınlar, Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinden sonra yüzlerini bile saklama ihtiyacı hissetmeden en merkezi yerlerde bile saçlarını açıyor. Bu, yeni bir İran’ın ufuktan doğduğunun göstergesidir.

Birkaç gün sonra, 27 Kasım’da birçok kentin ana meydanlarında olduğu gibi İstanbul’da Kadıköy’de yapılması planlanan “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” eylemlerinin İran’daki kadınların mücadelesinden farkı yok. Bütün ülkelerin kadınları, aynı gün “Kadın Yaşam Özgürlük” sloganını haykıracak ağız dolusu, cinayetlere ve haksızlıklara karşı öfkeyle…

Ali Abbasi’nin, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmi Kutsal Örümcek (Holy Spider), kenti seks işçilerinden temizlemeye kararlı bir adamın yaşattığı vahşeti, buna bağlı olarak da devletin kolluk güçlerinin, adaletle doğrudan ilgili olmasına karşın hiç de adil olmayan mahkemelerinin ve alabildiğine tutucu halkın savunması eşliğinde izliyoruz.

Said, Irak savaşından sonra kendisini boşlukta bulmuş, çocukları ve eşiyle iyi ilişkiler içinde görünse de içten içe “kahramanlık” peşinde olan inşaat işçisidir. Rahimi, polisin ve adliyenin yapmadıklarını ortaya çıkarmak ve öldürülen kadınların izini sürerek katili bulmak isteyen bir gazetecidir.

Rahimi, kendisini taciz eden gazete yönetmenini ifşa ettiği için işten atılmıştır. Olayları takip etmek amacıyla gittiği kentte yalnız bir kadın diye otele bile alınmak istenmez. Ancak askıntı olmak için gelen polis elini kolunu sallayarak girer, kimse de bir şey sormaz.

Said, eşini ve çocuklarını annesinin evine bıraktığı geceler motoruyla sokaklarda çalışan kadınların peşine düşer. Bir gecelik ilişki için evine aldığı kadınları boğarak öldürür.

Filmin önemli aşaması, Rahimi’nin bütün engellemelere karşın Said’i yakalatmak için çabalamasıdır. En sonunda, kendisini seks işçisi gibi gösterir ve Said’in motoruna biner. Akıllı ve cesurdur, bir şekilde kurtulur; tabii Said’i yakalatır, tutuklatır.

Asıl önemlisi bundan sonrasıdır. Neredeyse her şey yeniden başlamaktadır. Said yaptıklarını savunur, “deli raporu” alıp da kurtarmak isteyen önemli insanlara ve hatta adalet bakanlığının yetkililerine rağmen. Gazeteler (orada da yandaş basın var muhakkak ki) Said’in haklı olduğunu yazar. İnsanlar aralarında Said’i ve haklılığını konuşur. Hatta sokaklarda gösteriler yapılır Said’in iyi bir şey yaptığını iddia eden… Verilen idam hükmü üzerine yetkililer mahkeme kararının uygulanmayıp kurtarılacağına dair Said’i ikna ederler.

Filmin sonunda, Said’in oğlunun, babasından yana olduğunu söyleyerek küçük kardeşini de halıya sarıp öldürme uygulamasını göstermesi, sorunun ne denli büyük ve kalıcı olduğunun da işaretidir. Bizim ülkemizde de insanlar, söylentilere, hurafelere, cinlere, üfürükçülere inanıyor hâlâ. Hem eğitim zayıf, hem de insanlar körü körüne inanıyor söylentilere. İşin içine din katılınca ne eğri kalıyor ne haklı… Sonra da psikolojik sorunlarını yenmek için hastaneye gitmek yerine insan öldürmeye soyunuyorlar. Filmde anlatılan seri cinayetler bizim ülkemizdeki kadın cinayetleri, doktorlara saldırı ile birebir aynı.

Kutsal Örümcek (Holy Spider), duygusal, belgesel, gerilem, Yönetmen ve Senaryo: Ali Abbasi, Oyuncular: Mehdi Bajestani, Zar Amir Ebrahimi, Arash Ashtiani, Alice Rahimi, Sara Fazilet, Nima Akparbour… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(22 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Silgiden Korksaydık Hata Yapmazdık

Mirza ve Mirhat ikiz kardeştir. Yoksul bir Diyarbakırlı ailenin okula da giden, birbirlerinden ayrılmayan çocuklarıdırlar. Biri idealist diğeri realisttir kendi deyimleriyle. Biri daha duygusal diğeri daha ataktır. Biri telekinetik enerjiyle bekçinin evinin camlarını kırarak ona ders (!) verebileceğini sanır. Diğeri, o gözlerini kapatmışken attığı taşla kırar… Sonuçta ikisi de mutludur. Bu iki kardeşin Diyarbakır sıcağında tek bir arzuları vardır: Havuza girmek. Güvenlikli, duvarlarla çevrili, özel bekçileri olan sitenin havuzunu gözlerine kestirseler de bekçi engelini aşmaları mümkün değildir…

Yoksul aile dedik ya, uyumlu, kendilerince kendilerini yetiştirmiş ama yetmediğini fark ettiğimiz aile de mutludur aslında. Kavga, kaç-göç yoktur. Birlikte oyunlar oynayarak, çocukların iyi yetişmeleri için sorular sorup yanıtlarını öğrenerek yaşayıp giderler.

İkizlerin bu kadar keyifli olması öğretmenin gözünden kaçmamıştır; hemen her derse gülümseyerek başlamak için bir espri yapmalarını ister. Okulda da her şey yolunda gitmektedir.

Güvenlikli, girilmesi yasak sitede yaşayan bir kızla çocukluk flörtü bile yaşayamasalar da, Surların duvarları arasında dolaşsalar da, aşağı mahallenin çocuklarından çekinseler de tek amaçları havuza girmektir.

Aydın Orak, kendisinin yazdığı sıcak, izleyiciyi sarıp sarmalayan, merak ettiren bir senaryo yazmış ve bunu başarmış. Yalın bir dili var filmin, atraksiyonlara girmeden, izleyiciyi yormadan çocukların o içten, o muhteşem oyunlarını izlettiriyor.

Doğan Güzel’in “Qırıx” karakterini anımsatan filmde, Aydın Orak, bir mesaj peşine düşmek yerine gündelik yaşamın yansımalarına odaklanmış. Belli ki iyi gözlemlemiş insanları ve mekânı. Belli ki izleyicinin yorumunu istemiş. Yönetmenin tiyatroculuğundan kaynaklı olsa gerek oyunlar biraz abartılı ve kamera karşısında…

Derdini anlatan bir film, öncelikle filmin süresi 93 dakika. Uzatmanın, sündürmenin gereği yok ve temposu da hiç düşmüyor… Belki bazı karakterler biraz daha ayrıntılı işlenebilirdi, çocukların, surların dibinde buldukları tabancanın filmin içinde bir “işe yarayacağı” (!) beklenebilirdi, o da izleyicinin muhteşem belleğine kalsın. Kültür Bakanlığı desteği de alan film aslında tam bir “öteki” filmi. Kürtler hep öteki olarak görüldüler ya… Bu açıdan da önemli bir film.

Sabırsızlık Zamanı artı bir yıldızı hak ediyor, kim ne derse desin.

Sabırsızlık Zamanı, duygu, Yönetmen ve Senaryo Aydın Orak, Oyuncular: Mirza ve Mirhat Zarg, Pelin Batu, Rıza Sönmez, İştar Gökseven, Ali Seçkiner Alıcı, Feride Çetin… 18 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bardağın Dolu Tarafı… Tamirhane

Araba çalarken sahibinin kalp krizi sonucu ölmesi sonrasında olaylar beklenmedik bir şekilde gelişir. Keyifli, izlenirliği yüksek, temposu düşmeyen, güçlü kadrosuyla da yüksek gişe yapacak bir film Tamirhane.

Bir gazetede, filmin yönetmenliğini üstlenen Erkan Kolçak Köstendil’in, bir takımda kalecilik yaptığı haberi vardı. Orada, Köstendil, “Bir çocuk benden görüp bir kulübün altyapısına başlarsa bu bana yeter de artar.” diyor. Onun bu sözünü rehber alıp da seyircinin bu denli güçlü bir kadrolu ve tempolu filmi keyifle izleyeceğini öngörmek çok da zor değil.

Tabii ki, daha çok film çekilsin, daha çok insan sinemaya gitsin, daha çok izlensin filmler… Sanat her sorunun çözümünde hepimize yol gösterir, kurgu da, mizah da olsa.

Ancak…

Bir “ancak” var ama. İşte orası belirleyici. Aynı haberde Köstendil, içine sindiğini ifade ediyordu. Gerçekten içine sindiği doğru mu acaba?

Öncelikle herkes film çekebilir. Herkes resim de yapar, oynar da, heykel de yontar, şarkı da söyler… Beceremediğinin farkına kendisi var(a)mazsa, yaptığı işin yeterli olmadığını hedef kitlesi gösterir.

Bülent Şakrak’ın yazdığı ve önemli bir karakteri canlandırdığı Tamirhane’de senaryo rejiye göre çok daha ileride. Yönetmen biraz daha özenli olsa veya dersine çalışmış olsa senaryoyu taşıyabilirdi. Taşırdı da, çünkü kadro gerçekten çok iyi. Yönetmen oyunculara mizansen ver(e)mediği için olsa gerek, istenilen düzey yakalanamamış. Bu haliyle olmamış mı? Olmuş. Çok da izlenir. Dijital platformlarda da öne çıkar (televizyonlarda “bip”ler ve RTÜK sansürü nedeniyle izlemenin keyfi hiç kalmaz). Ancak popülerliği, bir süre sonra biter ve unutulur.

Eril dil, cinsiyetçi küfür

Bülent Şakrak, belki de gündelik dilde, hemen herkesin diline pelesenk olmuş cinsiyetçi küfürleri vara yoğa savuran karakterler yaratmış. Konuşmalardan onları çıkardığınızda ne konuştuklarını anlamak pek mümkün değil. Kadınların temel haklarının (referandum bile gündeme geldi de, temel haklarda referandum mu olurmuş, diyerek vazgeçildi, iyi de oldu) konuşulduğu, kadın mücadelesinin verildiği bu günlerde, bunca eril dil, çok da yakışık almadı düşünsel olarak. Ama hak vermemek de elde değil senariste, “para tatlı”.

Peki, unutulsun mu? Yazan da, yöneten de, oynayanlar da unutulmasını isterler mi? Hayır, tabii ki, istemezler. O zaman neden biraz daha çalışmazlar, neden titizlenmezler? Çünkü her şeyi biliyorlar değil mi? Onlarca filmde çalışmış ya da oynamışlardır muhakkak, deyim yerindeyse gözleri kapalı en iyisini yaparlar. Doğrudur, yaparlar, inanıyorum. Ama yine de inanmak yeterli gelmiyor.

Biz bu öyküyü biliyoruz…

Biraz dostluk, sorgusuz sualsiz bağlılık, platonik aşk, aralara biraz vurdu kırdı, birinin biraz daha zeki, diğerinin biraz daha ne derlerse yapması ve bol konuşma… Resmin estetik yanı olmasa da olur, çekim ölçeklerine kim bakar, seyirci zaten bunalmış ekonomik sorunların batağında… Ver gazı, biraz gülsün (futbol seyircisinin uluorta bağırıp küfretmesi gibi) boşalsın yeter… Bu ilişkinin arasına serpiştirilen birkaç (bilinen ve daha önce izlediğimiz) sürpriz, senaryonun o çok bilinirliğini silmiyor.

Erkan Kolçak Köstendil, yönetmen olmanın gerçekten meşakkatli ve zor bir süreçten geçilmesi olduğunu anlamıştır sanırım. Yeni filminde (umarım yeniden geçer kamera arkasına) hazırlık ve rejiye daha bir çalışarak “motor” diyecektir.

Tamirhane, mizah, Yönetmen: Erkan Kolçak Köstendil, Oyuncular: Nejat İşler, Rıza Kocaoğlu, Merve Dizdar, Erkan Can, Engin Hepileri, Bülent Şakrak… 11 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(09 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Denizin Sesini Duymak

Ablası Charlotte ölüm döşeğindeki Emily’ye ‘Uğultulu Tepeler’i nasıl yazdığını sorar. Yanıtı gayet basittir: ‘Kafamdakileri aldım kağıda döktüm’. Brontë kardeşlerin ortanca olanının 1848’de ölümünden bir yıl sonra tamamladığı ‘Wuthering Heights’ sadece İngiliz edebiyatının kilometre taşlarından biri olmakla kalmayıp, dünya yazınının en güzel romanlarından biridir. Viktorya döneminin püriten ahlâk düzeni içinde sıkışmış, yaşadığı ıssız Yorkshire bozkırlarından dışarı çıkmamış içe dönük Emily, kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aşk romanını nasıl yazabilmiştir. Aşkın yanı sıra kin, nefret ya da öç alma gibi duygular ve patladı patlayacak cinsellikle dolu şiirsel metnin ilham kaynağı nelerdir. İngiliz asıllı deneyimli oyuncu Frances O’Connor ilk yönetmenlik denemesinde bu sorulara yanıt aramak, rüzgârlı bayırın gizemini, otuzuna dahi varmamış genç kadının şifrelerini çözmek ister gibidir.

Emily farklıdır. Sanatçı ruhlu erkek kardeşi Branwell gibi özgürlüğün fikirde olduğuna inanmıştır. Dini dogmaların, güven vermez politikacıların bitmek bilmeyen hengamelerinin ardında yaşanası bir hayatın düşünü kurarlar birlikte. Hayatta insanı mutlu kılacak tek hakikat sevmek ve sevilmek değil midir. Genç kız kendini garip bir balığa benzetir. Yaşadığı küçük göletin durgun sularında mahsur kalmak ister. Rahip babasının yardımcısı William Weightman ondan yağmurun ve tepelerin uğultuları arasından denizin, okyanusların sesini hissetmesini ister. Ve Emily yakışıklı adama deli gibi tutulur. Brontë kardeşlerin kurdele dükkânındaki kız çocuğuna benzettikleri Weightman, önceleri paniklemesine karşın Emily’nin çekincesiz duygularına karşı koyamaz. Ancak çok geçmeden bu dar çevredeki itibarı ve saygınlığı için endişelenmeye, ölümcül bir günah işlediklerini, Emily’nin şiirlerinde ve cinsel arzularında günahkâr bir yan olduğunu düşünmeye başlar.

Serbest yorumu ile ‘Uğultulu Tepeler’in hangi dürtüler altında kaleme alındığının izini süren İngiliz sinemacı, Emily’nin annesinin ruhuna büründüğü başlardaki ‘maske oyunu’ ya da istasyon şefliğine uğurladığı erkek kardeşine lavanta kokulu çamaşırların ardından vedası gibi çok başarılı iki sahne ile rüştünü ispatlıyor. Nanu Segal’in karakterlerin bastırılamayan tutkularına eşlik eden hareketli kamerası, gaz lambası ve mum ışığında çektiği loş iç mekânlar ve yağmurun durmak bilmediği koyu gri dış mekân görüntüleri kusursuz. Abel Korzeniowski’nin fırtınalı duyguların tınladığı müzik çalışması O’Connor’ın başarısında bir diğer önemli etken. Oyunculara gelirsek, son dönemin yetenekli kadın oyuncusu Emma Mackey tutkulu ve zihni hür Emily’de ışıl ışıl parlarken, Dunkirk’den hatırladığımız Fionn Whitehead erkek kardeşte, ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’in psikopat Adrian’ı olarak izlediğimiz Oliver Jackson-Cohen papaz yardımcısında başarılı yorumlarıyla dikkat çekiyor.

Klasik BBC biyografilerinden farklı yaratıcı yapısı ile yılın güzel sürprizlerinden biri ‘Emily’. Bu farklı deneyimi tüm sinema ve edebiyat tutkunlarına öneriyorum.

(04 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alternatif Aile Arayışları

Japon usta Hirokazu Kore-eda’nın bizde ‘Bebek Servisi’ adıyla gösterime giren Cannes Film Festivali’nden ödüllü son filminin özgün adı ‘Beurokeo’ (ya da İngilizce lânse edilmiş haliyle ‘Broker’) dilimizde ‘komisyoncu’ anlamına geliyor. Sözü edilen komisyonculuk işinde satışa sunulan meta ise yeni doğmuş bebekler. Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur altında dik merdivenleri tırmanan So-young’un tedirgin adımları ile açılıyor film. Genç kadın tepesinde ışıklandırılmış bir haç bulunan ‘Busan Aile Kilise’sine yönelip, koynunda gizlediği bebeğini kilisenin dış duvarına yerleştirilmiş ‘beşik kutusu’na bırakarak ortadan kaybolduğunda biraz ötedeki arabada iki kadın polis olan biteni izlemektedir. Ancak So-young’ı gözetleyenler, kıdemli olanın ağzından ‘terk edeceksen doğurmayacaktın’ sözleri dökülen polisler değildir yalnızca. Kilisede yarı zamanlı olarak çalışan Soo-jin ile yoksul semtte bir kuru temizleme dükkanı işleten görmüş geçirmiş ortağı Sang-hyeon yeni terkedilmiş bebeği yasal yollarla evlât edinemeyen bir aileye pazarlamak için hiç beklemeden harekete geçer. Bebeğinin akıbeti için endişeye düşen genç annenin suç mahalline geri dönmesi ile de, kadın polislerin gizli takibi altında üç kafadarın paralı ve güvenli bir aile arayışı başlar.

90’lı yıllarda İstanbul Film Festivali programında yer almış ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğim auteur sinemacının Altın Palmiye kazandığı 2017 yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku – Shoplifters’dan 5 yıl sonra Cannes’da ana seçkiye dahil olan yeni filmi, Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı aile dramlarına bir yenisini ekliyor. İlk kez ülkesi dışına çıkıp ‘Saklı Gerçekler / La Verité’ de Fransız sinemasının divalarından Catherine Deneuve ile Juliette Binoche’u bir anne – kız hesaplaşmasında buluşturan yönetmen, bu kez Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü başrol oyuncusu –‘Parazit’in görkemli baba karakteri- Song Kang-ho’nun öyküsünden yola çıkmış ve bir kez daha gurbette, bu kez Güney Kore’de ülkenin ünlü oyuncuları ile çalışmış.

Özgün hikâyesi Kore-eda’ya ait olan bir önceki ‘Arakçılar’ ekonomik krizle sarsılan günümüz Japonya’sında aynı kandan olmayan yoksul insanların birbirlerine kenetlenerek bir aile kurması üzerineydi. Çağın getirdikleriyle geleneksel aile yapısının büyük ölçüde değişime uğradığını dile getiren sinemacı, sevgi ve özveriyle örülmüş aile bağlarının geçmişte kaldığını ifade ediyordu bir söyleşisinde. Kendi kurguladığı hikâyesinde, devletin sosyal politikalarını eleştirme niyetinde olmadığını, hali hazır durumda aile bireylerinin nasıl kenetlenebileceği üzerinde bir tartışma açmak istediğini ekliyordu.

‘Bebek Servisi’nin özgün hikâyesi yine bu minvalde, toplumun gerisinde kalmışların, terk edilmişlerin, görünmeyenlerin fark edilmesi için yeni bir çaba aslında. Bebek hırsızlarından genç olanı terkedilmiş bir yetimhane çocuğu. Keza istenmeyen bebeğini hayata getirmek için direnen genç anne, çocukluğu, genç kızlığı istismar altında geçmiş yetim çocuklardan bir diğeri. Sang-hyeon karakteri ise bir işte dikiş tutturamamış, borçları nedeni ile mafya ile başı dertte, karısının kızlarını yanına alarak terk ettiği kayıp bir ruh. Yaşanan kaçıp kovalama sürecinde bu üç kafadar, aralarına gizlice katılan 11 – 12 yaşlarındaki bir başka yetim çocuk ile birlikte alternatif bir aile özlemlerini gidermeye çalışıyor, tabii şartlar ne kadar elverirse.

Fakir ve sınırlarda yaşayan insanları seçerken, derdinin yoksulluğun dramını eşelemek olmadığını yineliyor sinemacı. Naif sineması ile önceliğinin aile kavramını tartışmaya açmak olduğunu vurguluyor. Japonya, Kore ya da başka bir diyar fark etmiyor, kan bağından ziyade ‘aile’nin ‘emek’ üzerine inşa edildiği tezi üzerine kafa yoruyor. ‘Arakçılar’ üzerine yazımı bitirirken ‘aile kavramı üzerine yeniden kafa yormak ve klişe kaçacak belki ama sıcacık bir film izlemek istiyorsanız kaçırmayın’ demiştim. ‘Bebek Servisi’nin yoksul semtlerde top koşturan, bir tutam aile sıcaklığı için birbirlerine sarılan yetim çocukları izlerken eski Yeşilçam’ın ve de özellikle Sadri Alışık filmlerinin hüznün neşeye karışan buruk tadını aldığımı söyleyebilirim. Evet, kurguyu da kimselere bırakmayan Kore-eda çektiklerine kıyamayarak filmini kısaltamamış, özellikle ikinci yarıda duygusal doz aşımından tekrara düşmüş ve bu yüzden ‘Arakçılar’ denli kusursuz olamamış belki ama yönetmenin sinemasını sevenler ‘Bebek Servisi’nde aradığını bulacaktır.

(30 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sosyal Hiyerarşi Üzerine Çeşitlemeler

Ödül avcısı yönetmen Ruben Östlund bu yıl yine turnayı gözünden vurdu ve Cannes’da prömiyerini yapan ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ile güçlü rakipleri arasından sıyrılarak sinema dünyasının en prestijli ödülü olan Altın Palmiye’yi ikinci kez kapmayı başardı. İsveçli sinemacının bizde ‘Turist’ adıyla gösterime giren 2014 yapımı ‘Force Majeure’den başlayarak gerek seyirci, gerekse eleştirmenler cephesinde hayli ilgi gördüğü bir gerçek. Gözlemci kamerası ve etkileyici mizansenleri ile insan davranışlarını absürd bir mizah anlayışıyla yoğurmuş olması filmlerine giderek artan ilginin nedeni olsa gerek. Aniden beliren bir tehlikenin aile dinamiğini alt üst etmesi üzerinden ilerleyen ‘Turist’te, çekirdek aileyi bir böcekbilimci edası ile mercek altına yatırmış, çatışmaya incelikli mizahını katarak erkeklik meselesi üzerine bir tartışma açmıştır. İyi kotarılmış bu muzip seyirlik, yönetmenin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir Bergman ya da Antonioni derinliği beklenmemek kaydı ile rahatlıkla izlenebilir nitelikteydi.

Östlund’un Cannes’daki büyük çıkışı ise Pedro Almodovar başkanlığındaki jüriden ilk Altın Palmiye’sini kazandığı ‘Kare / The Square’ ile olur. Sosyolog annesinden aldığı mirasla davranışsal deneylerin izini sürmeye devam eden Östlund daha önce bir enstalasyon çalışması olarak sergilediği ‘Kare’ projesini beyazperdeye taşırken, çekirdek ailenin sınırlarını aşarak çok katmanlı bir toplumsal araştırmaya yönelir. Ana karakteri saygıdeğer küratör aracılığı ile birbirlerinden pek farkı olmadığını ifade ettiği çağdaş sanat müzelerini hedef alır bu defa. Bu kurumların çok para eden sanat eserleri toplamakla yetinen, dışardaki dünya ile ilgilenmeyen, yakıcı göçmen meselesini sömüren fırsatçı yaklaşımları ile hesaplaşmaya girişir. ‘Kare’nin simgeleştirdiği sevgi, güven ve dayanışmanın yerini daha çok kazanç hırsının yer almasından dem vurarak kapitalizm eleştirisini gündeme getirirken, küratör Christian’ın ağzından ‘varlığın eşit dağıtım sorununu biz çözemeyiz, dünyadaki kapitalizm böyle’ sözleri dökülür. Onun Amerikalı gazeteci ile tek gecelik seks ilişkisini yine beklenmedik bir tartışmayla noktalarken, çağdaş kadın – erkek ilişkisindeki karşılıklı güvensizliğin hınzır komedisini filmine yerleştirmeyi ihmal etmez. Ancak filmin asıl sürprizi, konuklarının büyük çoğunluğu sanat çevresinin gerçek aktörlerinden oluşan smokinli gala yemeği sekansıdır. ‘Maymunlar Cehennemi’ serisinde oyuncu antrenörü olarak da görev almış performans sanatçısı Terry Notary’nin davetli konukları terörize ettiği, maymun gibi hareket eden sanatçının bir kadın davetliye fiziksel tacizi karşısında diğerlerinin uzunca bir süre sessiz kalmaları üzerinden psikolojideki ünlü ‘seyirci etkisi’ni (bystander effect) gündeme getiren sinemacı, bunu ‘hepimiz birer sürü hayvanıyız, herhangi bir tehdit karşısında tüm bireyciliğimizle kendimizi dışarda tutmaya yöneliyoruz’ sözleriyle ifade eder. Östlund filminin festivalin ana yarışmada gösterilmesini en başından arzu etmiş ve Cannes galalarının (zorunlu) smokin giyen izleyicisinin kendileriyle aynı kostümü taşıyan sanat camiasından seçkin konukların başına gelenlerden nasıl etkileneceklerini hınzırca değerlendirmek istediğini açıkça ifade etmiştir.

İsveçli yönetmen pandemi döneminde çektiği ve 5 yıl aranın ardından Cannes’a getirdiği ‘Hüzün Üçgeni’nde oklarını bir kez daha kapitalist düzene yönlendiriyor. Bu defa eşinin mensubu olduğu moda dünyasından başlıyor işe. Yakışıklı erkek manken adaylarının seçmeleri ile açılıyor film. Filme adını veren üçgen terminolojisini ilk sahnelerde dile getiriyor. Üzgün yahut kederli bir ruh halindeyken iki kaşın arasında kırışan bölgenin modacı ağzı ile tanımlandığını öğrenmiş oluyoruz böylece. Gençlik ve güzellikleri ile gezegende müstesna bir yer kapma telâşındaki manken çiftin lüks bir restoranda uzun boylu tartışma sekansı, bizzat kendi deneyimlerinden ilhamla çağdaş cinsiyet rolleri ve erkeklik sorunsalı üzerine uzunca bir skeçten oluşuyor. Filmin ikinci bölümünde, manken çiftin sosyal medyanın gözde ‘influencer’ takımından dişi üyesi Yaya’nın kazandığı bir ikramiye ile ultra lüks bir gemi seyahatine çıkıyoruz. Kendisini ‘bok kralı’ olarak tanıtan gübre imparatoru Rus oligark ve görmemiş karısı ile silah taciri İngiliz yaşlı karı – koca’nın da aralarında yer aldığı zenginler sürüsünün şatafatlı gezisi önce büyük bir fırtına ile sarsılıyor, daha sonra bir korsan baskını ile alabora oluyor. İhtişam ve şatafatın yerini kusmuk ve dışkının aldığı bu kasırgadan kurtulabilen sayılı yolcunun ıssız bir adadaki serüveni filmin son bölümünü oluşturuyor. Yolculuğun bu son noktasında hiyerarşi ve sınıfsal rollerin yeniden yazıldığı bir hayatta kalma mücadelesi yaşanacaktır.

Östlund’un kâğıt üzerinde hayli ilginç duran hikâyesi, İspanyol asıllı büyük sinemacı Luis Bunuel’in 1972 yapımı ‘Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği / Le Discret Charme de la Bourgeoisie’den Fellini evrenine (bkz. ‘Ve Gemi Gidiyor / E La Nave Va’), Marco Ferreri’nin 1973 yapımı ‘Büyük Tıkınma / La Grande Bouffe’undan, dalgaların esir aldığı gemideki bitmek bilmeyen istifra sekansı ile Monty Python’ın Cannes’dan ödüllü 1983 yapımı ‘Hayatın Anlamı / The Meaning of Life’ın antolojilere geçmiş ünlü restoran sahnesine göz kırpıyor. Sağcı Rus oligark ile Woody Harrelson’ın canlandırdığı Amerikalı sosyalist kaptan arasındaki aşık atışmasına benzer söz düellosu tüm bu kargaşanın tuzu biberi oluyor. Esinlendiği büyük filmlerden sahneleri skeçler halinde sıralayan Östlund ıssız ada bölümünde maalesef çuvallıyor ve bu noktada anlatının mizah dozu ‘Recep İvedik’ serisine teğet geçiyor. Gelin görün ki Vincent Lindon başkanlığındaki Cannes jürisi, Park Chan-wook imzalı ‘Ayrılık Kararı / Decision to Leave’ gibi bir başyapıt dururken ya da çok daha yakıcı benzer bir kapitalizm eleştirisi sunan yarışma filmlerinden Albert Serra imzalı ‘Pacifiction’u görmezden gelerek İsveçli sinemacının abartılı fantezisine prim vermeyi tercih etmiş. Serra’nın Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen, düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergileyen filminin gezegenin gidişatı üzerine ürkütücü tasvirinde başrolü nükleer yarış heveslisi Fransa’ya vermiş olması Lindon’u rahatsız etmiştir belki de. Kişisel olarak, Östlund’un gösterişli ve sansasyonel sinemasının yarınlara kalmayacağını düşünenlerdenim.

(28 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beden Bir Mucizedir

‘İyi Şanslar Leo Grande / Good Luck To You, Leo Grande’, kocasını iki yıl önce kaybetmiş emekli öğretmen Nancy Strokes ile çekici seks işçisi Leo Grande’nin mütevazı bir otel odasında ilk buluşmasının şaşkınlığı ile açılıyor. Öyle ya, ununu elemiş eleğini asmış, iki yetişkin çocuk sahibi eğitmenin böylesi bir ortamda ne işi vardır. O da uzun uzun düşünmüş, önceleri tereddütle geri adımlar atmış ama nihayetinde aynı adamla 30 küsur yıl yaşadığı anlamsız cinsel hayatında kaçırdıklarını ahir ömründe deneyimleme arzusunun önüne geçememiştir. Partneri Leo’nun beklediğinden çok daha cezbedici bir atletik yapıya sahip olması, yaşını başını almış kadının ürkek telâşını başlangıçta pek gideremese de, İrlanda asıllı genç adam yalnızca fiziksel görünüşü ile değil, zeki, çapkın ve şefkatli yaklaşımıyla kısa zamanda Nancy’nin aklını başından alacaktır.

İki kadının ortak çalışmasıyla, Katy Brand’in özgün senaryosundan Sophie Hyde’ın yönettiği bu minik bütçeli bağımsız yapım, tüm iddiasız tavrı ve küçük hacmi içinde göz ardı edilmiş çok önemli bir meseleye parmak basıyor. Yıllarca din bilgisi öğretmenliği yapmış, hep söylenenlere uymuş, kuralların dışına hiç çıkmamış, liseli kızların etek boyu ile uğraşırken alabildiğine görmezden geldiği cinselliğini hiç yaşamamış Nancy’nin yakışıklı seks işçisi ile aynı otel odasında gerçekleşen dört ayrı buluşması üzerinden bedenin zevklerine uzanan kapıları ardına kadar açıyor, cinselliğe dair tartışmaları ateşlerken değerli olanın vücudun görünüşünden ziyade iki bedenin arzulu ahengi olduğu gerçeğinin altını çiziyor.

İlk buluşmalarında gerçek kimlikleri başta olmak üzere her ikisi de bir şeyler gizliyor, ancak ilerleyen süreçte karşılıklı olarak birbirlerinden bir şeyler öğrenmeye başlıyor. Şefkat, sevecenlik ve bedenin arzuları ekseninde aralarında sahici bir içtenlik doğuyor. Nancy’nin yaşadığı macera onu tümden değiştirecek, yılların doğal olarak yıprattığı bedenini aynada seyretmekten utanç duymayacaktır artık.

Alçakgönüllü bir oda oyunu tadında ilerleyen hikâye, Emma Thompson denen büyük oyuncunun varlığı ile büyüyor. Ancak beklenmedik sürpriz, sinemadaki ilk önemli rolünde Daryl McCormack’den geliyor. Atletik fiziği ile göz dolduran genç aktör, tatlı peri masalının ateşleyici gücü olarak deneyimli partnerinin karşısında ezilmeden parlak bir oyun veriyor. Bu etkileyici filmi ve hakkında yazdıklarımı, yıllardır savunduğu görüşlerini dile getirdiği için çok seveceğini tahmin ettiğim sevgili Billur Kalkavan’ın anısına ithaf etmek istiyorum.

(27 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com