Kategori arşivi: Yazılar

41. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

41. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri merakla bekleniyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını Bent Hamer yürütüyor. ‘Yumurtalar’, ‘Mutfak Sohbetleri’ ve ‘Factomum’ gibi kimi yapıtları daha önceki yıllarda festivalde gösterilen Norveçli auteur sinemacının Amerika’da çektiği son filmi ‘Aracı / The Middle Man’ bu yılın programına alınmış. Filmlerinde bolca mizah olduğunu ama komedi olmadıklarını belirten Hamer’in 15 Nisan saat 18:30’da Yapı Kredi Kültür Sanat’ta festival izleyicisi ile buluşacağını buradan duyurmuş olalım. Uluslararası Yarışma jürisinin öteki simalarına gelirsek, bu yıl festivalde ‘Intregalde’ adlı son filmi gösterilen Romanyalı yönetmen Radu Muntean, festivalde 2017 yapımı ‘Kaybolma’ ile tanıyıp sevdiğimiz, bu yıl ‘Yarına Kadar / Ta Farda’ ile programda yer alan İranlı sinemacı Ali Asgari, yapımcı Marie-Ange Luciani ve Venedik Günleri sanat direktörü Gaia Furrer diğer üyeler olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi 10 filmden oluşuyor. Geçtiğimiz aylarda Berlin’den Fipresci ödülü ile dönen Bertrand Bonello imzalı ‘Coma’ pandemiye dair şimdiye kadar yapılmış en inandırıcı ve etkileyici filmlerden biri olarak dikkat çekiyor. Film pandemiyle sokağa çıkma yasaklarının tetiklediği sosyal ve ekolojik kaygıları amansızca özümsüyor ve yansıtıyor. Neredeyse soyut bir karışık teknik deneme fantezisi olan film, Bonello’nun kızına yazdığı film-mektuptan ve filozof Deleuze’ün “asla başka birinin rüyasına girme, tehlikeli olabilir” sözünden esinlenmiş.

Gaspar Noé’nin önceki filmleri gibi prömiyerini yine Cannes’da yapan ‘Vortex’ hayata, yönetmenin kendi ölümlülüğü üzerine de düşündüğü son derece kişisel bir pencereden bakıyor. Fransız sinemacı kıl payı ölümden döndüğü bir beyin kanaması atlatıp pandemide de Covid’e yakalanmasının ardından gerçekleştirdiği bu projede, “her yaşam formunun kendi tünelinde yaşadığını” anlatmak üzere neredeyse baştan sona, bölünmüş ekran tekniği kullanıyor; filmdeki iki kameradan birinin arkasında bizzat kendisi yer alıyor. Gerilim-korku türünün ustalarından Dario Argento’nun başrolünü paylaştığı film, yaşlılık ve bunamadan muzdarip sevgi dolu bir çiftin son günlerine odaklanıyor.

İngiliz sinemacı Peter Strickland’ın yarışma seçkisinde yer alan yeni filmi ‘Flux Gourmet’ garip ama göz alıcı karakterler, renkler, elektronik müzik ve önceki filmlerinden 2012 yapımı Berberian Sound Studio gibi sesle dolu, aşırı stilize ve bol yemekli bir komedi. Mutfak ve beslenme performansına adanmış bir enstitüde, çeşitli yiyeceklerin seslerini araştıran bir kolektif kendilerini güç mücadelelerinin, sanatsal kan davalarının ve sindirim bozukluklarının ortasında buluyor.

2014’te yönettiği ‘Blind / Körlük’ ile İstanbul Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Lale’yi kazanan, özellikle Joachim Trier ile ‘Tekrar / Reprise’den son dönemin hayli ilgi gören ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / Verdens Verste Menneske’ye birçok filmin senaryosuna imza atan Eskil Vogt’un yazıp yönettiği ikinci film ‘Masumlar / De Uskyldide’ dünya prömiyerini 2021 Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı. Yetişkinler için, çocukların dehşet verici gizli dünyalarına bir yolculuk vaat eden yapım, Kuzeyin aydınlık yaz mevsiminde geçiyor ve büyüklerin bakmadığı, görmediği anlarda dört çocuğun oyun oynarken karanlık, doğaüstü güçlerinin ortaya çıkıp gizemli ve ürkütücü olaylara yol açmalarını anlatıyor.

Ukraynalı sinemacı ve siyasal aktivist Oleh Sentsov’un ilk gösterimi 2021 Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünün kapanış filmi olarak gerçekleştirilen son çalışması ‘Gergedan / Nosorih’ Ukrayna’nın “vahşi 90’lı yıllarında” hayatta kalmaya çalışan Gergedan lâkaplı genç bir gangsterin suç dünyasında hızla yükselişi ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığında, kurtuluş için bir şans arayışı üzerinden ilerliyor.

Cezayirli-Brezilyalı sinemacı Karim Aïnouz imzalı ‘Dağların Denizcisi / Marinheiro Das Montanhas’ yönetmenin Marsilya’dan bir tekneye binerek Akdeniz’i geçip ilk defa babasının memleketi Cezayir’e gidişi üzerine. Aïnouz annesi Iracema’nın anısı ve bir kamera eşliğinde çıktığı bu yolculuğu bize, Akdeniz’i geçişinden Kabiliye’deki Atlas Dağları’na varışına ve dönüşüne kadar tüm ayrıntılarıyla aktaran, gezi günlüğü, fotoğraflar ve arşiv malzemelerini birleştiren annesine ilettiği görsel bir mektup niteliğinde.

2021 Sundance jüri ödüllü ‘Leonor Asla Ölmeyecek / Leonor Will Never Die’, bir zamanlar sektörde gayet etkin ve önemli bir senarist olan Leonor’un, kaza geçirdikten sonra komaya girişi ve kendisini 4:3 formatındaki tamamlanmamış filminin aksiyon kahramanı olarak buluşu üzerinden ilerliyor. Artık en çılgın hayallerini şahsen yaşayabilecek ve hikâyesinin mükemmel sonunu keşfedebilecektir. Görüntü yönetmeni Martika Ramirez Escobar’ın bu ilk yönetmenlik denemesi, 1970’lerin ve 80’lerin Filipin aksiyon filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde.

Litvanyalı yönetmen Dovile Sarutyte imzalı ‘Hayat Üzerine Bir Film /
Ilgo Metro Filmas Apie Gyvenima’
sevilen birinin ölümüne verilen tepkinin ne kadar öngörülemez olduğu fikrinden yola çıkmış. Filmin ana karakterine adını veren Dovile’in hayatı babasının ölümüyle sarsılıyor. Ancak cenaze törenini bir an önce halletmesi gerektiği için yas tutacak zaman yoktur. Töreni babasının anısına layık, mükemmel bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan Dovile her ayrıntıyla ilgilenirken kendini giderek tuhaf kişilerin arasında ve daha tuhaf durumların içinde buluyor ve çocukluk anıları aklına üşüşmeye başlıyor. Cenazenin ‘başarılı’ olmasının sevinci, geçici de olsa yasını gölgede bırakabilir. İşte bu zıtlık, başlangıç noktası ölüm olsa da yaşamaya devam edenlerle ilgili bu hikâyenin dramatik eksenini oluşturuyor.

Bir diğer yarışma filmi olan ‘Rüyalar Diyarı / Land of Dreams’ Amerika’da yaşayan İran doğumlu sanatçılar Shirin Neshat ve Shoja Azari’nin kendi kişisel yolculuklarından ilham alıp efsanevi senarist merhum Jean-Claude Carrière’in son senaryosundan yola çıkarak yönettikleri gerçeküstü bir taşlama. Çok da uzak olmayan bir gelecekte geçen filmde, sınırlarını kapamış ve her zamankinden daha yalıtılmış bir Amerika’da özgür olmanın keşfi üzerine bir deneyim.

Ülkemizden festivalin uluslararası yarışmasına dahil edilmiş olan ‘Birlikte Öleceğiz’, Hakkı Kurtuluş ile Melik Saraçoğlu’nun ortaklaşa yazıp yönettikleri son çalışmaları. Yönetmenlerin bu üçüncü birlikteliklerinin ürünü olan yapım, çok sevmekle beraber birbirlerine hiç kimsenin çektirmediği kadar acı çektiren bir çiftin tüm güzellik ve çirkinliğiyle onları yalnız bırakmayan İstanbul’da, varlıklarını sürdürebilmek için hem kendileri hem de çalkantısında gitgide boğuldukları şehirleriyle mücadeleleri üzerine. Merakla beklediğimiz bu ilginç film festivalin ‘Ulusal Yarışma’ seçkisine de dahil edilmiş.

(12 Nisan 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Üst Düzey Duyarlılık: Çağrı

Ülkemizde gösterime 1977’de giren Çağrı (The Message), çok beğenilmiş ve üzerinde durulmuştu. O günlerin sosyoekonomik, sosyokültürel ve sosyopolitik koşullarında, insanların artık sinema salonlarından televizyona yönelmesine rağmen basının da desteğini almış, televizyon ekranlarında da defalarca gösterilmiş bir film aslında. Çok önemli, çok değerli… Yönetmen Mustafa Akkad, alabildiğine duyarlı, alabildiğine samimi ve seyircisini sarıp sarmalayan bir film yapmış. Aradan 45 yıl geçmesine karşın hâlâ da ilgi çekiyorsa hakkını teslim etmemiz gerekiyor.

Bilinen bir konuyu anlatıyor film: İslamiyet’in doğuşu. Ders kitaplarından tutun da, gazete tefrikalarına, romanlardan tiyatro oyunlarına kadar hemen her alanda anlatılanları bu kez beyazperdede izliyoruz. Daha önce yapılmadı mı? Tabii ki, yapıldı. Daha sonra da yapılacak muhakkak. Farklı bir konuyu anlatırken de işlenmiştir, işlenecektir de…

O zaman, genç bir sinema öğrencisi olarak merak, heyecan ve hevesle izlemiştim filmi. Daha sonra, televizyon ekranlarından da izledim. Şimdi restore edilmiş haliyle karşılaştırma olanağı bulabilmenin haklı mutluluğu içerisindeyim. Peki, bunca izlemişliğin ışığında, özelliği ne Çağrı’nın? Tek kelimeyle duyarlılığı… Gerçekten izleyiciyi sarıp sarmalıyor, daha başında. Belki de bizim, kendi dinimiz oluşuyla da bağlantılıdır bunca beğenmek; ama sadece Müslümanlar değil, bütün dünya beğendi, beğeniyor, ödüller alması, ödüllere aday olması kanıtı bir anlamda.

Bir diğer özelliği ise yönetmeninin gerçekten sinema yapması… Büyük perdede geniş planlar olmalı, izleyici o geniş alanın içinde hissetmeli kendisini de. Bunu başarıyor Akkad. O geniş alanın içinde onlarca kişinin yönetilmesi de alabildiğine zor bir şey ve bunu da başarmış, kolaylıkla. O zamanlar (bizde yoktu da) oyuncu koçluğu olduğunu sanmıyorum, çoğunlukla yönetmen havaya sokardı oyuncuları, motive ederdi. Filmini anlatırken Akkad, nasıl bir uygulama yaptığını, filmin çekilmesini istemeyen (başta kabul ettikleri halde vazgeçen) kişi, kurum ve ülkeleri, yarıda kalan çekimlerin bir başka ülkede sürdürüldüğünü de anlatıyor. Bunları okuyunca film daha bir değer kazanıyor, kesinlikle…

En önemlisi de, günümüzle doğrudan ilişkili. Filmi izleyince, sizler de kabul edeceksiniz ki, barış her zaman başarmanın ilk adımıdır. Uhud Savaşının ardından yapılan 10 yıllık barış antlaşması, gelişmenin, daha doğrusu Müslümanlığın yaşamla bağının sıkı sıkıya kurulması için önemli bir adımdır. Aradan geçen 1400 yılı aşkın zaman sonra bugün de barış toplumsal yaşamın belirleyici gücüdür.

Çağrı: İslamiyet’in Doğuşu (The Message), tarih, dram, Yönetmen: Mustafa Akkad, Oyuncular: Anthony Quinn, Irene Papas, Michael Ansara, Johnny Sekka, Michael Forest, Garrick Hagon ve Damien Thomas… 15 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(12 Nisan 2022)

Korkut Akın

[email protected]

41. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren 14 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- ALCARRÀS:
Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmi seçilen Carla Simón imzalı yapım, festivalde Altın Ayı Ödülü’nü alan ilk Katalanca film. Tamamen amatör oyuncuların yer aldığı film, Katalonya’daki Alcarràs köyündeki arazilerinde nesillerdir şeftali toplayan Solé ailesini merkezine alıyor. Ancak bu yılın son hasatları olma ihtimali de var, nitekim tahliye ve şeftali ağaçlarının kesilip güneş panellerinin kurulması ihtimaliyle karşı karşıya kalmaları, birbirine sıkı sıkıya bağlı aile üyelerinin arasını açıyor. Carla Simón, 2017 İstanbul Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ’93 Yazı / Estiu 1993’da olduğu gibi geleneksel Katalonya’yı fon alarak sarsılmaz aile bağlarının mahrem ve dokunaklı bir portresini çizerken, ülkemizi de tehdit eden ekolojik yıkımın ayak seslerini duyuruyor.

2- KUTSAMA (Benediction):
Film, Birinci Dünya Savaşı şairi Siegfried Sassoon’un çalkantılı yaşamını, şiirsel sinemasıyla tanıdığımız usta yönetmen Terence Davies’in gözünden derinlemesine inceliyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman kuvvetlerine karşı mücadele eden Sassoon, savaşın dehşetinden kurtulup cesareti için Demir Haç nişanına lâyık görülmüş, ancak cepheden döndüğünde hükümetinin savaşa devam kararını yüksek sesle eleştiren, karmaşık bir adamdır. Savaş aleyhtarı bir savaş kahramanı olarak eşcinselliğiyle uzlaşmaya çalışırken bir yandan da kurtuluşunu evlilikte ve dinde bulmaya çalışır. Paramparça bir dünyada kendini kabullenme ve huzur arayışı içinde olan bir adam olarak Sassoon’un hikâyesi, yaşadığı dönemde olduğu gibi günümüzde de anlamını koruyor.

3- ROMANCININ FİLMİ (The Novelist’s Film):
2022 Berlin Büyük Jüri Ödüllü yapım Güney Koreli usta yönetmen Hong Sang-soo’nun 27. uzun metrajlı filmi ve bazı eleştirmenlere göre, “bugüne kadar çektiği en tutkulu, sevgi dolu ve narin çalışması.” Film ilişkiler, sinema ve edebiyat ile yaşamın kendisi hakkında sohbet ederken rastlantısal karşılaşmaları çok sade bir yolla sunuyor. Bir süredir yazmayan bir kadın romancı, uzun zamandır görüşmediği genç bir meslektaşını açtığı kitapçıda ziyaret ediyor. Daha sonra bir film yönetmeni ve eşiyle karşılaşıyor. Birlikte parkta yürüyüşe çıktıklarında kendine benzer yaratıcılık sorunlarıyla boğuşan bir kadın oyuncuya denk geliyorlar. Romancı, oyuncuyu birlikte bir film yapmaya ikna etmeye çalışıyor.

4- RIMINI:
Cennet Üçlemesi’nin Avusturyalı yönetmeni Ulrich Seidl’ın Berlin Film Festivali’nde görücüye çıkan son filmi, şöhretini yitirmiş bir şarkıcı/jigolonun hem karanlık hem de komik öyküsünü anlatırken, çürümekte olan Avrupa toplumundan ilginç enstantaneler yakalıyor. Yaşlanmakta olan Richie Bravo İtalya’nın sahil kasabası Rimini’de geçkin turistlere hizmet ederek geçinirken, varlığını bile unuttuğu kızının çıkagelmesiyle hayatı değişiyor. Kış mevsiminde terkedilmiş kasvetli Rimini fonunda başroldeki Michael Thomas’ın incelikli performansı için bile izlenebilir.

5- NITRAM:
2015 yapımı biçimci Macbeth uyarlaması ile tanıdığımız Justin Kurzel’in Caleb Landry Jones’a Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren son filmi, Avustralya tarihinin en kanlı olaylarından Port Arthur Katliamı’nın öncesini, “böyle bir şeyi kim yapar?” sorusundan yola çıkarak olan biteni katliamı gerçekleştiren kişinin bakış açısından aktarıyor. Nitram annesi ve babası dışında toplumdan kopuk, uyumsuz, yalnız ve küskün bir hayat sürdürürken içine kapalı, çok zengin bir kadınla arkadaş oluyor. Ancak, bu tuhaf yakınlığın tekinsiz sonu, onu ve çevresindekileri felaketlere sürükleyen yolun başlangıcı oluyor.

6- AMERICA LATINA:
Roma’nın banliyölerinden Latina, bataklıklar, ıslah edilmiş araziler, nem ve terkedilmiş nükleer santrallerle özdeşleşmiş bir kasabadır. Bu özelliksiz yerleşim bölgesinde yaşayan ve bir villa ile sevgi dolu aileye sahip nazik ve sakin dişçi Massimo, bir gün evinin mahzeninde ağzı kapatılıp dövülerek direğe bağlanmış ve dövülmüş bir kadın bulduğunda uyumlu düzeni alt üst oluyor ve hayatı aniden paranoya ve suçlulukla dolu çıkmaz bir yola giriyor. Geçen yıl İKSV çevrimiçi gösterimlerinde izlediğimiz Çirkin Masallar /Favolacce’nin yönetmenleri D’Innocenzo kardeşlerin 2021 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan bu son filmi, gizemini baştan sona koruyan psikolojik bir dram.

7-PETER VON KANT:
Tanınmış Fransız yönetmen François Ozon, Fassbinder’in 1972 yapımı dramı Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’nı “acı gözyaşlarını” çıkararak ve cinsiyetleri ters çevirerek baştan yaratıyor. 2022 Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan yapımda Petra, Fassbinder’i epeyce andıran başarılı, ünlü film yönetmeni Peter olmuştur. Peter, sürekli kötü davranıp küçük düşürmekten zevk aldığı sessiz asistanı Karl ile birlikte yaşamaktadır. Isabelle Adjani’nin canlandırdığı efsanevi aktris Sidonie’nin ona tanıştırdığı yakışıklı genç Amir ilişkideki dengeleri değiştirecektir.. Takıntı, aşağılama, ilham, ün, baştan çıkarma ve yalnızlığı ele alan film Fassbinder’e renkli ve eğlenceli bir saygı duruşu niteliğinde.

8- SÖNMÜŞ HAYALLER (Illusions Perdues):
Honoré de Balzac’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, ünlü yazarın gözde temaları üzerinden ilerleyen başarılı bir uyarlama. Her şeyin alınıp satılabileceği 19. yüzyıl Fransa’sında geçen bir insanlık komedisi. Genç şair Lucien’in büyük umutları vardır ve kendi kaderini tayin etmek ister. Taşradaki ailesinden uzakta, sanatını destekleyen kadın koruyucusunun kanatları altında büyük şehir Paris’e şansını denemeye gelir. Dünya prömiyerini 2021 Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren Xavier Giannoli filmi, geçtiğimiz aylarda dağıtılan Fransız Akademisi’nin saygın Cesar ödüllerini en iyi film dahil olmak üzere toplam 7 dalda kazandı.

9- YANSIMA (Vidblysk):
2020’de Atlantis ile İstanbul Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma’nın büyük ödülü Altın Lale’yi kazanan Ukraynalı yönetmen Valentyn Vasyanovych, son filminin dünya prömiyerini 2021 Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Ülkesinin Rusya’yla savaşını irdelemeyi sürdüren sinemacı, travmanın toplumda bıraktığı derin izleri bu kez daha kişisel bir düzeyde, ailesiyle bağlarını yeniden kurmaya çalışan bir cerrahın gözünden izliyor. Yönetmenliği, görüntü yönetmenliği ve kurgusu Vasyanovych tarafından üstlenilen Yansıma’nın kahramanı Ukraynalı cerrah Serhiy, Rus güçlerine tutsak düştükten sonra salıverilir. Mütevazı evine dönüp eski eşiyle kızına kavuşsa da gördükleri ve yaşadıklarından sonra yeniden insan olmayı hatırlaması zaman alacaktır.

10- SEVGİLİ THOMAS (Lieber Thomas):
Yönetmen Andreas Kleinert, isyankâr Doğu Alman sanatçı, şair, yazar, çevirmen ve sinemacı Thomas Brasch’ın çarpıcı bir biyografisini sunuyor. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında bile topluma uyum sağlamayı reddeden Thomas Brasch hayalperest, takıntılı ve asi ruhlu bir sanatçıdır. Yazdığı ilk oyunu yasaklanır ve çok geçmeden sinema okulundan da atılır. Kendi babası onu Stasi’ye ihbar ederek hapsedilmesine neden olur. Brasch çok çalışır, çok sever ve çok acı çeker; aşk, isyan ve ölüm hakkında yazar. Ruh halinin iyi, partilerin ve gösterişli giysilerin bolca olduğu, klişelerden uzak bir Doğu Almanya’da geçen Sevgili Thomas’ta Thomas Brasch’ı 2020 yapımı Berlin Alexanderplatz’da canlandırdığı Reinhold rolüyle hatırladığımız Albrecht Schuch canlandırıyor

11- UTAMA:
2021 Sundance Bağımsız Filmler Şenliği’nde Dünya Sineması Dramatik kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmış olan film, Bolivya dağlarında Quechua’lı yaşlı bir çiftin yıllardır değişmeyen günlük rutinini izliyor. Beklenenden çok daha uzun süren bir kuraklık yaşam tarzlarını tehdit ettiğinde, Virginio ve Sisa zamanın akışına direnmek ile ona yenik düşmek arasında kalıyor. Torunları yanlarına geldiğinde üçü de kendince çevreyle, değişimin zorunluluğuyla, hayatın anlamıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Utama, fotoğrafçı ve görüntü yönetmeni Alejandro Loayza Grisi’nin yönetmenliğini üstlendiği, amatör oyuncu kadrosunun olağanüstü performanslarıyla yükselen, incelikle işlenmiş bir aşk hikâyesi ve endişe verici bir ekolojik felâket filmi.

12- DEĞERLİ TAŞLAR (Robe of Gems):
2022 Berlin Jüri Ödüllü yapımda Meksika taşrasında üç kadının kaderi, bir kadının kaybının getirdiği ıstırap ve pişmanlıkla kesişiyor. Adını bir Budist meselinden alan Değerli Taşlar’ın sarsıcı hikâyesi, boşanma arifesinde ailesinin boş evine taşınan Isabel’i, kız kardeşi kaybolan hizmetçi María’yı ve kayıp vakasını araştıran komiser Roberta’yı izliyor. Meksikalı usta yönetmenler Lisandro Alonso ve Carlos Reygadas’ın filmlerinin kurguculuğunu üstlenen Bolivya asıllı Meksikalı yönetmen Natalia López Gallardo, bu filmde “manevi bir yaradan ve onun psikolojik, görünür olmayan boyutlarından bahsetmeyi” hedeflediğini belirtiyor.

13- BIÇAĞIN İKİ YÜZÜ (Avec Amour et Acharnement):
Fransız auteur sinemacı Claire Denis’ye 2022 Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran film tutkulu bir aşk üçgenini konu alıyor. Üçgenin üç köşesinde Fransız sinemasının üç dev oyuncusu var. Juliette Binoche, Parisli radyo programı sunucusu Sara’yı canlandırıyor. Emekli spor yıldızı sevgilisi Jean rolünde Vincent Lindon, Sara’nın Jean uğruna terk ettiği eski sevgilisi François rolünde de Grégoire Colin yer alıyor. François ile yolu bir sabah yolları kesiştiğinde Sara, hayatının aniden değişebileceği hissine kapılıyor ve sonrasında işler çığırından çıkıyor. Film, Claire Denis ile ortaklaşa senaryoda imzası bulunan Christine Ango’nun ‘Un Tournant de la Vie’ romanından uyarlanmış.

14- BEYNİMİZ YIKANMIŞ (Brainwashed: Sex-Camera-Power):
2022 Berlin Film Festivali’nin Panorama programında yer alan film, yönetmen Nina Menkes’in ‘Sex and Power, the Visual Language of Cinema’ adlı sunumunu temel alıyor. Menkes, sinemada görsel dilin sinema sektörü ve ötesindeki işe alım pratiklerinde ayrımcılığa, ücret eşitsizliğine ve yaygın cinsel tacizlere nasıl katkıda bulunduğunu 1940’lardan günümüze en ünlü yönetmenlerin filmlerinden klipler aracılığıyla gösteriyor. Çekim tasarımının nasıl da ayrımcı olduğunu gözler önüne seren son derece ilginç belgeselde, erkek ve kadın oyuncuların görüntülenme biçimleri tamamen farklı oluşuna, hatta başroldeki kadın oyuncuların bile çekim tasarımı aracılığıyla nasıl güçsüzleştirildiklerine tanıklık ediyoruz. Beynimiz Yıkanmış’ta Carrie’den Blade Runner 2049’a, Blow Up / Cinayeti Gördüm’den Lost in Translation / Bir Konuşabilse’ye birçok filmden şaşırtıcı klipler yer alıyor.

(08 Nisan 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

İnsanlık Onuru Ayaklar Altında (Kalmasın)

Dünyanın dört bir yanında değilse de komşu ülkelerde savaşlar sürüyor. Yıllardır barışa hasretiz. Herkes barış istiyor. Ancak şairin şiirce dile getirdiği gibi, “Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına” (Cemal Süreya). Suriye’de yaşanan, insanları yaşamından ettiği gibi yerinden yurdundan edip mülteci olarak sürgüne gönderen savaştan sonra, Afganistan’dan, şimdi de Rusya’nın saldırısı sonrası Ukrayna’dan Avrupa’ya akan insanların hepsi aynı amacı taşıyor: Barış!

Savaş halklar için zor, ama iktidardakiler için çok kolay, onlar silah altına alınmıyor ya… Yaşamlarını sürdürmekten başka bir amacı olmayan yaşlı genç, kadın erkek binlerce insan aç açık, sadece bir küçük çantayla bırakıyor evini barkını. Dile kolay, onca yaşanmışlık, onca anı, kazanım, sevilenler kalıyor arkalarında…

Mülteci ve öteki…

Kıbrıslı Derviş Zaim, belki kişisel geçmişinde değil ama yaşadığı toplumda kendisini de içeren bu toplumsal sorunu, aslına bakarsanız felâketi anlatıyor “Flaşbellek”te.

Film, gözaltına alınan bir gence işkenceyle başlıyor. İşkenceyi sadece işkenceciler savunur, o da ucu kendilerine dokunduğu için, bir zanlı bulmak zorundadırlar aldıkları emir gereği. Egemen erk sanki sorumlulukları yokmuşçasına işkenceye karşı olduklarını söyleyip olmadığı üzerine yeminler ederken, bir yandan da devam edilmesi için emir verir. İçinde biraz duygu olan, biraz onurunu gözeten bir kişi işkence görmeyi bırakın yapılmasına da karşı çıkar.

İşte, böyle birinin öyküsünü anlatıyor Zaim, “Flaşbellek”te.

Leyla öğretmen, Ahmet elektronik mühendisidir. Muhalif değilseler de haksızlıklara karşı çıkan, güzellikleri kayıran, çocuklara karşı duyarlı insanlardır. Önlerinde tek bir çıkar yol vardır; binlerce insanın yaptığı gibi mülteci olmak.

Yapay ayrımlar nedeniyle…

Yönetmen, diğer birçok mülteci filminin ötesinde, hem yaşananları hem de yolda başlarına gelen olayları insani boyutuyla ele alıyor. Suriye Savaşında Türk, Kürt, Arap taraflar olduğu gibi dinin de etkisiyle Hristiyan, Ezidi ve Müslüman taraflar da var, hem de fraksiyonlarıyla onlarca. El Nusra ile IŞİD, Türkmen ile Özgür Suriye Ordusu, Kürt özgürlükçü gruplarla PKK birbirleriyle kıyasıya savaşıyor. Keskin nişancılar gördüklerini vuruyor, hatta çocukların eline tutturulan silahlar ölüm kusuyor. Nedeni niyesi yok!

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak…

Derviş Zaim, gerçekten önemli, önemli olduğu kadar yakıcı, yakıcı olduğu kadar da çözümlenmesi güç bu savaş sorununda insanlık onuruna eğiliyor. Çocuk yapıp mutlu olmak ve huzur içinde yaşamaktan başka bir kaygısı olmayan çiftin içine düştüğü durumu anlatmaktan ve birbirine düşman tarafların yaptıklarına (burada cinsel saldırıdan soyguna, kadın ticaretinden katliama birçok insanlık suçu söz konusu) karşı çıkmaktan başka bir şey değil. Yaşananları duyurmaktan başka bir hedefleri de yok. Kaçarken yanlarına aldıkları belgelerden başka bir şey de yok yanlarında…

Adını aldığı flaşbelleğin bir yararı olmasa da, bir “çıktı” ile derdini anlatsa da; siyasi bir yanı yok filmin (tarafsızlık bir anlamda güçlüden taraf olmak sayılırsa da) Suriye’den Türkiye’ye mülteci sorununa insani bir bakışla eğilen “Flaşbellek” pandemi öncesi çekilmiş, Avrupa ve Amerika’da ödüller de kazanmış.

Flaşbellek (Flashdriver), Sosyal yaşam, aksiyon, mülteci sorunu, psikoloji… Yönetmen ve Senaryo: Derviş Zaim, Oyuncular: Saleh Bakri, Sara El Debuch, Ali Süleyman, Husam Chadat, Hanin Abaji, Hedi Ömer, Muhammed Rıfkı… 8 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(07 Nisan 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Evren Sıçraması

Doğru nedir? Sizin doğrunuzla benim, benimkiyle, bir başkasının doğrusu aynı mıdır? Doğrular değişir mi? Değişen doğrular karşısında ne yapmalı? Ya da her doğru “doğru” mudur? Soruları birbiri ardına sıralamak mümkün; yanıtlarıyla da sayfalar doldurmak…

Doğru ile gerçek, algı ile duygu, görgü ile bilgi birikimi bir bütün oluşturunca yaşam çıkıyor karşımıza. Hepimizin yaşamı kendimize özgü, hepimiz -muhakkak ki, bir bütün olarak- sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve sayabileceğiniz tüm etmenler çerçevesinde birbirimizden etkileniyoruz. Bununla birlikte geniş bir yapı, bir çatı altında toplanıyoruz.

Sinema farkında…

Değişen dünyada, algılarımız da farklılaşıyor ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda geleceğin düşler dünyasına yönelik filmler yapmaya başladı. Hep söylediğim gibi, sanat bilimi de geliştirir. (tabii ki, ikisi birbirini tamamlar, tartışmaya girmeden… Newton, bir şiirde dizelerin etkisiyle gider elma ağacının altına, yerçekimi için.)

Düşünce okuma, düşünce ile iletişim, düşünce ile çözüm belki yakın gelecekte değil, ama büyük olasılıkla yaşamımızın bir parçası olacak. Bunun öykülerini okuyoruz, izliyoruz…

Her şey aynı anda…

Çinli göçmen ailenin vergi dairesiyle başlayan, ama belki de “evren”i kurtarmaya varacak öyküsü ne doğruların tam doğru (veya gerçek) ne de görünenlerin tam olduğunu anlatıyor. Evet, bir sistem var, bu sistemi sevmeseniz de bağlısınız ve gereklerini yerine getirmelisiniz. Daha iyisi gelene kadar da bu sisteme uyacaksınız.

Çamaşırcı Evelyn, izleyiciye bir yandan (sistemin eksik, aksak yanlarıyla mücadele çerçevesinde) çabalamak gerekliliğini bir yandan da dar kalıplar arasında kalmadan alabildiğine geniş bir evrende bu “değişim”in yaşanacağını gösteriyor.

Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Every Thing Every Where All at Once), fantastik bilimkurgu, macera, komedi, Yönetmen: Dan Kwan, Daniel Schinert, Oyuncular: Michelle Yeoh, Jamie Lee Curtis, Jenny Slate, Stephanie Hsu, Ke Huy Quan… 8 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(03 Nisan 2022)

Korkut Akın

[email protected]

İstanbul Film Festivali 41 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 41. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 8 – 19 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 7 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 135 uzun metrajlı, 22 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl dünya sinemasının büyük ustalarından Sergio Leone’yi kariyerinin tüm uzun metrajlarını kapsayan bir toplu gösteri ile anıyor. ‘Spagetti Western Ustası: Sergio Leone’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. Bizde pek bilinmeyen 1961 yapımı ilk uzun metrajı ‘Rodos Heykeli / Il Colosso di Rodi’ den ‘Bir Avuç Dolar / A Fistful of Dollars’ ya da ‘İyi, Kötü ve Çirkin / The Good, the Bad and the Ugly’ gibi kültleşmiş spagetti westernlerine ve nihayetinde görkemli başyapıtı ‘Bir Zamanlar Amerika / Once Upon A Time In America’ ya uzanan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Festival bu yıl Amerikan sinemasının önemli klasiklerinden ‘Baba / The Godfather’ ın 50. yaşını dünya sinemalarıyla birlikte kutluyor. Türkiye sinema ve tiyatrosunun unutulmaz isimlerinden Cahide Sonku’nun Orhan Murat Arıburnu ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetmenliğe soyunduğu ve başrolünü o dönem yeni parlayan Zeki Müren ile paylaştığı popüler sinemamızın tanınmış filmlerinden 1953 yapımı ‘Beklenen Şarkı’ yenilenmiş kopyasıyla festivalin bir diğer armağanı olarak programda yer alıyor.

Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmaları ile birlikte yakın geçmişte Ulusal Belgesel ve Kısa Film kategorileriyle yarışma cephesini genişleten festival, bu yıldan başlayarak etkinliğin geleneksel bölümlerinden, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmlerin yer aldığı ‘Genç Ustalar’ seçkisini yarışmalı bir bölüme dönüştürüyor. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış filmlerden zengin bir toplamın yanında, ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer alan ve sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar bu yıl da izleyicisini bekliyor. Berlinale 2022’ nin Altın Ayı ödüllü Carla Simón filmi ‘Alcarràs’ bu çekici listenin başında yer alan çalışmalardan biri. ‘Cinemania’, ‘Antidepresan’, ‘Çiçek İstemez’ ya da ‘Nerdesin Aşkım’ başlıklı tematik bölümler bu yıl da eksik olmazken, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı’ Alman yönetmen Andreas Dresen imzasını taşıyor. Film, Berlin Film Festivali’ nde Köln’de yaşayan komedyen, yazar, sunucu Meltem Kaptan’a oyunculuk ödülü getirmiş, ayrıca en iyi senaryo ödülünü kazanmıştı. Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin bu yıl passo.com.tr/tr’ de satışa sunulmuş olduğunu hatırlatmış olalım.

(01 Nisan 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Osman Sekiz

Bir evde, hayaletleriyle mutlu mesut yaşayan Osman, günümüzün en askıntılarından emlak komisyoncularına yakalanır. Evden çıkmak istemeyen, aslında dışarı bile çıkamayan Osman, emlakçı güzeline gönlünü düşürünce olanlar olur…

Ezel Akay (jenerikteki adıyla Ezop), fantastik filmler yapmayı seven, gençleri desteklediği için de saygınlık kazanmış bir yönetmen. Besbelli kendini yenileyemediğinden olsa gerek istediği seviyeyi tutturamamış bu filminde.

Ben her ne kadar “ışık artı zaman eşittir sinema” tanımını çokça yinelesem de, bu kez “para artı zaman eşittir film” demek zorundayım. İlk dijital efekt yapabilen bilgisayar (E.T.’nin yapıldığı bilgisayar diye anlatılmıştı) geldiğinde Kerem Kurdoğlu, elinin altındaki sistemle her şeyi yapabileceğini, ama zaman tanınması gerektiğini söylemişti. Zaman da paraydı günümüzde… Ama sadece para yeterli değildi, ayrıca gerçekten zaman da gerekliydi.

Buna bir de ritmi eklemek gerekir her halükârda… Ritim de zamanla bağlantılı… Filmi olması gerekenden daha uzun yaparsanız istediğiniz etkiyi sağlamıyor. Bitse de gitsek duygusu öne çıktığında seyirci benimseyemiyor filmi.

Ezop’un bu iki zamansal sıkıntısı Osman Sekiz için belirleyici olmuş. Senaryo ilginç aslında. Aklıma, Cervantes’in Don Kişot için söyledikleri geldi. Öykü bu ya, biri bir roman yazar, Cervantes’e, değerlendirmesi için götürür… O da çok beğendiği ama iyi anlatılamadığı için öyküyü yeniden yazar. İşte, bugün en çok okunan kitaplarından biri Don Kişot böyle doğar.

Madem elimizin ayarı kaçtı ve hep eleştirdik, bir de Ezel Akay’ı eleştirelim… Hitchcock’un her filmi için uyguladığı “bir yerinde gözükme” kuralına uygun olarak ama biraz uzunca rol almış yönetmenin kendisi filmde. Olabilir, alsın tabii, itirazımız yok. Ama rol çalmasını beğenmedim. Her seferinde sonradan gelip de en çok konuşan olunca itici olmuş.

Osman Sekiz, Yönetmen: Ezop (Ezel Akay), Senaryo: Kemal Uçar, Oyuncular: Tim Seyfi, Begüm Birgören, Kemal Uçar… 1 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(31 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Yarasa Adam’ımız Daha Oldu

Morbius, çözümsüz bir kas/kemik hastalığı nedeniyle yaşamını o hastalığı yenmeye adar. Onlarca, yüzlerce deney yapar. Yarasaların kanla beslenmesinden yola çıkarak deneylerini yarasalar üzerine odaklar.

Sonrasını anlamışsınızdır. Kendisi bir yarasa adam olur. İyi niyetli ve yararlı bir amacı varken, en sevdiği, kendisi gibi hastalıktan mustarip arkadaşı (Milo) da formülü alıp yarasalığa geçer. Tabii, çatışma da başlar.

Aksiyon filmlerinin en bilinen trüğü budur zaten: İstenmeyen sonuca daha kolay varmak ve çatışmalarla birlikte sona ulaşmak. Zaten, film icabı kötüler hep kaybeder, iyiler kazanır.

Film kahramanı yarasa olunca karanlıkların olması kaçınılmaz… New York’un en karanlık halini izleriz sürekli, ya metrolarda ya da geceleri ıssız ormanlarda… Bu tür filmlerin bir kadın kahramanı da olmalıdır. Morbius’un yardımcısı güzel asisten doktor sadece zevahiri kurtarmak için vardır, ama aksiyonun arasında kaynar, kaynaması gerekir.

“Sineklerin Tanrısı” kitabının ve filminin bilimsel gerçeklerle uyuşmadığı, insanların ağırlıklı olarak iyilikten yana olduğu kanıtlansa da gerek edebiyat gerekse sinema bu kötülük duygusunu işliyor sürekli. Evet, Morbius, insanlık yararına bir buluş peşinde, ama arkadaşı Milo, yaşamı boyunca görmediği hep istediği özgürlüğü hazır eline geçirmişken bırakmamak istiyor. Sizce ikisi de haklı mı? Bir yere kadar Milo’ya da hak veriyorsunuz, içinizden de olsa… Bu hak verme duygusu biraz vurgulanıp da işlenseydi film daha bir gerçekçi olurdu…

Süperman, Batman derken bu yarasa adam ile yeni bir beklenti doğuyor diyebiliriz. Sinema yeni bir kahraman kazanıyor. Umarız özenli filmlerin özenli bir kahramanı olur bu yeni yarasa adam.

Morbius, Yönetmen: Dainel Espinoza, Senaryo: Burk Sharpless, Matt Sazama, Oyuncular: Jared Leto, Matt Smith (XI), Adria Arjona… 1 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(30 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşamdan Bir Kesit

Bir film neyi anlatır? Bir film, izleyiciyi perdeye yansıyanla özdeşleştirirse izleyicinin kendisini anlatır. Bu, ister yeryüzünde bir ülke olsun isterse uzayda bir gezegen… İnsani olan her şey bizim öykümüzdür. İşte, en tam da bu nedenle insana ilişkin her şey bizi de ilgilendiriyor, etkiliyor.

Yangın Gecesi, (Noche de Fuego) Meksika’nın ücra bir dağ köyünde yokluk ve uyuşturucu baronları arasında sıkışmış köylülerin yaşamına odaklanıyor. Kız çocuklarını, ister kendileri için isterse satmak amacıyla olsun kaçıranlara karşı yapılabilecek bir şey vardır: Saçlarını kısa kesmek, güzelliklerini gizlemek… Hatırlayın, Selvi Boylum Al Yazmalım’da, annesi Türkan Şoray’ın canlandırdığı Asya’nın yüzüne is sürerdi, erkeklerden korumak için. Demek ki, dünyanın her tarafında var bu erkek egemen baskı ve kadınların taciz edilmesi, tecavüze uğraması.

Tatiana Huezo’nun Jennifer Clement’in 2014 yılında yayınladığı aynı isimli romanından 2021’de, ortak yapımla uyarladığı filmde, daha küçük yaşlarda uyuşturucu baronlarından kaçmayı öğretiyor anneler, kızlarına. Polisin koru(ya)madığı apaçık… Köyde erkek yok, hepsi çalışmaya uzak kentlere gitmiş, oradan ne dönebiliyor ne de aramalara yanıt verebiliyor.

Bir ona bakın bu buna…

Tatiana Huezo’nun yalın bir dili var, gizlemiyor hiçbir şeyi. Gözünüze sokma çabası da yok, sadece gösteriyor. Siz, ister istemez etkisi altına giriyorsunuz ve kendi ülkenizle, kendi yaşadığınız yerlerle bağlantısını kuruyorsunuz.

Yemyeşil dağların arasında, afyon yetiştirilen bir köyde, özellikle kaçırılmalara karşı kızların korunmayı öğrenmesi gerekiyor. Okula bile gitmeleri pek istenmiyor, yolda kaçırılabilecekleri düşünülerek. Ancak okulda, öğretmenlerin işlediklerini görünce, bizden çok ileride olduklarını görüp de üzülmemek mümkün değil. Çocuklar arasında kaç göç yok, cinsellik zaten yok. Çocuk çünkü onlar. Birliktelikleri arkadaşça… Bizde, bırakın okulları, sınıfları bile ayırmak için kırk takla atıyor egemen erk ve yandaşları. Çocuk gelinler bizde var, onlarda kaçırılmadıkları sürece kızlar özgür ve rahat. Bizde, regl olan kızlarını önce anneleri döver, gizle(n)meyi öğrenir çocuk, kimseyle paylaşamaz. Oysa doğal bir durumdur bu ve her genç kız iç içedir bu durumla. Peki, bizde niye sorun olurken, orada anneler yardımcı olur kızlarına? Film bu soruyu sorduruyor. Önemli bir soru ve cevabı da bizim gelişmemizin göstergesi…

Şiddetin izi…

Yaşamın içerisinde şiddet sadece vurmak, kırmak, dökmek, öldürmek değildir. Korkutmak da, korkup saklanmak da, okula gidememek de şiddettir. Hem de inanılmaz büyüklükte bir şiddet! İnsanı beter eder, ki ediyor da…

Yangın Gecesi, (Noche de fuego), Yönetmen ve Senaryo: Tatiana Huezo, Oyuncular: Mayra Batalla, Marya Membreño, Ana Cristina Ordóñez González, Norma Pablo, Eileen Yáñez, Memo Vıllegas, Olivia Lagunas… 01 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(29 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Soğuk Metal, Sıcak Aşk

Fransa’nın sembolü haline gelmiş Eyfel Kulesi ismini demir kuleyi inşa ettiren Fransız mühendis Gustave Eiffel’den alır. Yapımı 3 yıl süren ve Fransız Devrimi’nin 100. Yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris Fuarı için hazırlanan dev yapıt 300 metreyi bulan yüksekliği ile dünyanın en görkemli anıtları arasında yer alır.

Fransız sinemasının yeni isimlerinden yönetmen Martin Bourboulon imzalı ‘Eiffel’ bu görkemli yapının ortaya çıkış öyküsü üzerine çekilmiş klasik yapıda bir çalışma. Filmin ilk bölümü tarihi bilgileri tazeliyor. ABD’nin kuruluşunun 100. yılı nedeniyle Fransa’nın hediyesi olan ve halen New York Liberty Island’da bulunan Özgürlük Heykeli’nin belli değişikliklerle Eiffel firmasınca yenilendiğini biliyoruz. Heykelin ilk örneğinin aslında Osmanlı Sultanı Abdülaziz tarafından sipariş edildiğini ve peşinatı ödendiği halde yerel huzursuzluğa neden olacağı gerekçesiyle Paris’te depoya kaldırılmış olduğu bilgisini de aktarmış olalım. Bu hediye jesti karşısında Gustave Eiffel, Eylül 1886’da ABD’nin onursal vatandaşı payesiyle ödüllendiriliyor. Ününün doruğundaki teknik adam artık ülkesi için dev bir hamleye girişmeye hazırdır. Sanayileşmiş modern çağda geniş yığınların hayatını kolaylaştıracak bir metro ağı teklifi ile gelir önce. İyi bir projenin faydalı, demokratik ve kalıcı olması gerektiğini düşünür. Ancak devlet yetkilileri 1889 Dünya Fuarı için gösterişli bir iş istemektedir. Öyle ya anıt itibardır, prestijdir. Metronun hayal kurduramaz, oysa Sudan sömürge savaşının yenilgisini unutturmaya yönelik Fransa’nın haşmetini simgeleyecek bir anıt ile Fransa tarihten intikam alacaktır.

Böylesine kızgın emperyal dürtülerle sipariş edilen metal kulenin inşası için Gustave’ın tek bir şartı vardır. Kule Paris’in göbeğinde olacak ve zengininden yoksuluna toplumun bireylerinin kaynaşacağı, sınıfsal sınırları aşmaya yönelik bir proje olarak devreye sokulacaktır. Seine nehrine bitişik yumuşak toprak dokusunun elverişsizliklerine karşın doğaya, yerçekimine meydan okuyan mühendislik şaheseri 3 yıl süren yapım sürecinde maddi manevi türlü zorluklar ve engellemelere göğüs germiş. Notre Dame’ın haşmetini gölgeleyeceği endişesi ile Vatikan’ın hışmına uğramış. Güvenlik sorunları ve grevlerle sarsılmış. Yapıyı estetik bulmayan sanatçıların eleştirisi ile karşılaşmış.

Film bu zorlu dönemin tüm ayrıntıları üzerine yoğunlaşmıyor gerçi. Soğuk metal mücadelesine mola vererek sıcak bir aşk ilişkisinin dehlizlerine dalıyor bir süre sonra. Gustave’ın 20 yıl sonra Paris’te karşılaştığı unutulmaz ilk aşkı Adrienne, Ticaret Bakanlığı üst düzey yetkililerinden eski dostu Antoine’ın eşidir artık. Aradan geçen yıllarda kendisi de evlenmiş ve genç yaşta kaybettiği eşinden biri yetişkin genç kız olan 4 çocuğu olmuştur. Film onun aile hayatına şöyle bir değinip geçiyor ve ilk bölümlerden itibaren yoğun geri dönüşlerle 20 yıl öncesinde Bordeaux’da yaşanmış kırık bir aşk hikâyesi devreye giriyor. Bu noktada filmin ekseni de kayıyor. Ve Yeşilçam’dan fazlasıyla aşina olduğumuz en basitinden bir zengin aile kızı ile fakir idealist mühendis genç öyküsü izlemeye başlıyoruz. Bu da filmin başlangıçta vadettiklerine set çekiyor ve hikâye metal Eyfel’in varoluş mücadelesi ile hüzünlü aşk macerası arasında klasik finaline doğru yol alıyor. Dahi mühendisi Fransız sinemasının deneyimli oyuncularından Romain Duris canlandırıyor. Son olarak Kenneth Branagh’ın Agatha Christie uyarlaması ‘Nil’de Ölüm’ünde ihtiraslı Jacqueline de Bellefort rolünde izlediğimiz Emma Mackey’yi Adriennne rolünde izliyoruz. Müziklerini Alexandre Desplat’nın bestelediği ‘Eiffel’ büyük bir beklentiye kapılmadan izlenebilir, bilgilerimizi tazeleyen bir dönem filmi.

(29 Mart 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Pembe Payetli Kahraman

“Kadınlar olmasaydı erkekler olmazdı” sözü, “insanoğlu” tanımlamasına kanıt olarak aktarılıyor. Öyle ya, erkekleri de kadınlar doğurduğuna göre “insan” kadınlar için kullanılması gereken bir tanım. (Sadi Bey, kulaklarını çınlatıyorum, sizin mizahi, dokundurmalı yazılarınızdan etkilendiğimi anlamışsınızdır.)

Loretta Sage, popüler bir yazardır ve artık bıkmıştır “ucuz kahramanlık” romanı yazmaktan. Ancak kitaplarının kapak modeli Alan, biraz daha ünlenip biraz daha ilgi odağı olmak istemektedir. Bu, anlaşılabilir bir şey. Hemen aklıma gelen, Mayk Hammer yazan Afif Yesari, “Adam yedi Mike Hammer yazmış ve bir eli yağda bir eli balda inzivaya çekilmiş… Ben 50’yi aştı, hâlâ da yazıyorum, ama yine de zor geçiniyorum” demişti, yaşamının son dönemlerinde çektiğim bir televizyon röportajında. Demek ki, öykümüz gerçekçi.

Son bir kampanya ile geniş bir tanıtım programı uygulanırken, “Kayıp Şehir”in şifresine ulaşıp da hazineyi ele geçirmek isteyen ilginç, ilginç olduğu kadar şımarık, şımarık olduğu kadar uçuk milyarder, yazar Sage’i kaçırır. Pembe payetli sahne kostümü içerisinde hazinenin bulunduğu adaya kaçırılan yazar, şifreyi de çözer. Ancak kapak güzeli (!) Alan, onu kurtarmak amacıyla peşinden adaya ulaşır. Zaten hikâye de öyle başlıyor.

“Kamçılı Adam” benzeri birçok film sayabiliriz, bazısı gişe başarısı da yakalamış… Bu kez, “kamçılı adam”ın yerini pembe payetli kadın alıyor. Diğerleri kadar ürkünç, korkunç, tüyler ürperten olaylar geçmiyor başlarından, ama sürükleyici bir macera izliyoruz, keyifle.

Tamam, sıradan bir film, ama kadın kahramanı ve biraz da “ti”ye alması nedeniyle hoşluklar da barındırıyor. Bir de Brad Pitt var gönüllerin unutamadığı; kısacık ama heyecan kattığı rolüyle.

Kayıp Şehir (Lost City), Yönetmenler: Adam Nee, Aaron Nee, Senaristler: Oren Uziel, Dana Fox, Adam Nee, Aaron Nee, Oyuncular: Sandra Bullock, Channing Tatum, Daniel Radcliffe, Da’vine Joy Randolph, Oscar Nuñez, Patti Harrison, Bowen Yang… 25 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(25 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Pembe Gözlüklerin Ardından

Kenneth Branagh imzalı ‘Belfast’, Kuzey İrlanda’nın başkenti olan liman şehrinden günümüze ait panoramik görüntülerle açılıyor. Kamera, bölgeleri birbirinden ayıran yüksek duvarların üzerine çizilmiş devasa emekçi portrelerini aştığında renkler siyah-beyaz’a, zaman dilimi 50 küsur öncesine dönüşüyor.

1969 yılının sıcak Ağustos gününde gamsız kasavetsiz kılıç kalkan oynayan çocuklar, sakin mahallelerini basan maskeli adamların attıkları Molotof kokteylleri ile şaşkına döneceklerdir. Branagh’ın doğup büyüdüğü fakir işçi semtidir burası. 9 yaşındaki sevimli Buddy üç kuşak ailesi ile birlikte kapısı sokağa açılan, tuvaleti arka bahçesinde mütevazi evlerinde sürdürür yaşamını. Bizim küçük semtlerimizde olduğu gibi herkesin birbirini tanıdığı, yardımlaştığı ortak bir mahalle hayatının temeli o meşum yaz günü dinamitlemiştir. Buddy’nin ailesinin de aralarında bulunduğu Protestanların yıllardır huzur içinde birlikte yaşadıkları Katolik komşuları ile aralarına nifak sokulmak istenmektedir.

O meşum yaz günü başlayan ve tam 30 sene sürecek olan kanlı çatışmalar ‘The Troubles (Büyük Sıkıntı )’ olarak tarihe geçmiştir. Dönemin trajik öyküleri Jim Sheridan, Neil Jordan, Paul Greengrass, Steve McQueen gibi saygın sinemacıların sert filmleriyle beyazperdeye taşınmıştır. Olaylar yüzünden doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmış ve çocukluğunun çok değişmiş sokaklarına 40’lı yaşlarında geri dönmüş olan Branagh ise çatışma günlerini kişisel pembe çocukluk anıları üzerinden paylaşmayı seçmiş. Dolayısıyla izleyiciye de o tekinsiz Ağustos günlerini çocuk gözlerle izlemek düşüyor.

Vergi borçlarını ödeyebilmek için İngiltere’de inşaatlarda çalışan ve iki haftada bir ailesinin yanına gelebilen yakışıklı baba ile güzeller güzeli annenin romantik dansları, büyükanne ve büyükbaba ile şefkat yüklü sohbetler, TV’de takip edilen Uzay Yolu (Star Trek) ve western kahramanları, sinemanın geniş perdesinde ailecek hayranlık ve şaşkınlıkla izlenen ‘Chitty Chitty Bang Bang’ ya da Raquel Welch filmleri, mahalle bakkalından aşırılan çikolatanın tadı ile hatırlamak istiyor o günleri Branagh. Gece gündüz koruma altındaki sokağındaki meşaleli adam ya da barikatın ardından yuvasına yönelen babası‘High Noon’un kahraman şerifi olarak hayal etmek istiyor. Bu hedef doğrultusunda bir set dekorunda çocuk boyuna konumlanmış kamera kullanımını tercih ediyor. Belfast doğumlu efsanevi müzisyen Van Morrison’un dönemi simgeleyen parçaları ile sarmalıyor pembe düşlerini.

Hollywood sinemasında pekişen kıvrak anlatımı, Poirot serilerinde de birlikte çalıştığı Kıbrıs doğumlu Haris Zambarloukos’un enfes siyah-beyaz görüntüleri tamam. İngiliz Judi Dench ile Belfast doğumlu Ciarán Hinds gibi anıt oyuncular ve de genç kuşaktan yetenekli Jamie Dornan ile Caitriona Balfe ya da sevimli Jude Hill’in yeteneğinden sonuna kadar yararlanması da güzel. Bu aşırı Hollywood kokan duygusal hatırat Akademi üyelerini de etkilemiş olacak ki film 7 dalda Oscar’a aday gösterildi. Aldığı ve alacağı ödüller hayırlı olsun da, o günler ve sonrasında ülke sınırlarını aşmış kanlı eylemlerle tarihe kederli bir 30 yıl olarak kazınmış bu döneme, olayların temel nedeninin mezhep ayrılığı olarak sunulduğu böylesine pembe gözlükler ardından tanıklık etmenin izleyici olarak beni filmden uzaklaştırdığını itiraf etmeliyim.

(25 Mart 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Benim Çocukluğum Film…

Eskiden herkes, “Benim hayatım roman” derdi. Doğrudur, herkesin hayatı kendince ilginç ve çıkarılması gereken derslerle doludur. Sonraları buna, “Benim hayatım film” eklendi. O da doğrudur doğal olarak. Eğer olay örgüsünü güçlü kuruyor da izleyicinin ilgisini çekebiliyorsanız neden olmasın!

Bugünün Türkiye’sinde yaşayan herkes için geçerli bu söylem. Çünkü hepimizin hayatı bir film, hatta sonu olmayan dizi… 12 Eylül öncesi sosyal ve siyasal çatışmaların, her köşe başında birilerinin öldürülmesinin üzerinden yarım yüzyıl geçti neredeyse; artık sosyal/siyasal değil ekonomik/siyasal olaylarla dolu bir yaşamımız var.

Masum çocukluk aşkı

Belfast, Yönetmen Kenneth Branagh’ın çocukluk anılarına dayanan ama tabii ki, sonrasındaki yaşamının belirleyiciliğinde şekillenen başarılı bir film. Protestan – Katolik çatışmasının ortasında kalan bir ailenin yaşadıkları, bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Branagh, babanın çalışmak için uzakta olduğu bir ailede mutlu büyüyen Buddy’nin, çatışmalarla kaybolan aile saadetini biraz da hüzünle aktarıyor, hiçbir ayrıntıyı atlamadan hem de…

Sizler de gülümseyerek anımsarsınız ilk çocukluk aşkınızı, platonik ve kesinlikle sevimli. Karşılığı da vardır aslında, ama çocukluk bu ya, o mutluluk kalmıştır aklınızda sadece, aradan geçen yıllarla diğerleri silinince…

Renkli anlatım siyah/beyaz görüntü…

Yönetmenin özyaşam öyküsü de olan filmi yazarken hemen hiç zorlanmadığını düşündürüyor filmin dili bize. Yalın ve sakin bir anlatımla, gerçekten zorlu bir süreci içine girmeden, sanki dışarıdan izliyormuş gibi çekmiş. Oysa kendi başından geçen, kendi anne-babası, kendi ailesi anlattığı.

Branagh, yalın anlatımına renkleri de katmış. Renkli başlayan filmin siyah/beyaza dönüştüğünü hissetmiyorsunuz bile… Anlatılan o denli önemli ve o denli iyi anlatılmış ki, olayı özümserken görüntünün renginin ne önemi var!

Bu mudur?

Evet, budur! Bu sinemadır. Sinema, sizi içine çekip de içinde bulunduğunuz ortamı, duyguyu unutturuyorsa, öykünün can alıcılığı içerisinde bir şeyleri göremiyorsanız güzel bir film demektir. Belfast’ın Oscar adaylığının nedenini açıklıyor bu.

Belfast, Yönetmen ve Senarist: Kenneth Branagh, Oyuncular: Caitriona Balfe, Jamie Dornan, Jude Hill… 25 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

İnsanlık Tarihi Sessiz Kalmayı Reddediyor

Yetmişli yaşlarında ülkesinin demokrasi ve özgürlük mücadelesine ışık tutmayı sürdüren Pedro Almodóvar’ın Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve baş oyuncusu Penelope Cruz’a en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandırmış son filmi ‘Paralel Anneler / Madres Paralelas’ İspanyol ustanın en iyi çalışmalarının sentezi olarak görülmeyi hak ediyor.

Kadınların özeni ve şefkatiyle büyümüş Almodóvar bir kez daha onların renkli ve savaşçı dünyalarına konuk ediyor bizleri. Doğum yapmaya hazırlanan iki kadın hastane odasında karşılaşıyor. İkisi de bekâr ve istemeden hamile kalmışlar. Kırklı yaşlardaki Janis bu belki de son şansını değerlendirmeye, evli partnerinden hiç bir talepte bulunmadan çocuğunu tek başına büyütmeye kararlıdır. Bir toplu tecavüz ertesinde çok genç yaşta hamile kalan, ilgisiz annenin ve ortalarda gözükmeyen babanın küçük kızı Ana ise geleceğine dair endişeler içindedir. Adını küçük yaşta kaybettiği Janis Joplin hayranı annesinin koymuş olduğu orta yaşlardaki kadın ile toy genç kız arasında gelişen şefkat bağı, beklenmedik bir gelişme ile farklı bir yöne evrilecektir.

İspanyol sinemacı bir kez daha tek başlarına yaşamı sırtlayan güçlü kadınlar üzerinden geliştiriyor hikâyesini. Erkeklerin sıvıştıkları bir dünyada birbirlerine destek oluyor, aile kuruyor kadınlar. Hippi annesini küçük yaşta aşırı dozdan kaybetmiş Janis’i büyükannesi büyütmüştür. Yaşlı kadın ise henüz kundaktayken falanjistler tarafından katledilmiş babanın yetimidir. Janis ülkesinin acı geçmişi ile hesaplaşmak arzusundadır. Kızının babası adli arkeolog Arturo’nun girişimi ve İspanya’da geçtiğimiz Temmuz ayında parlamentodan geçen Tarihsel Hafıza Yasası ile devreye giren destek fonuyla faşist Franco yıllarında evlerinden alınıp katledilmiş Venezuella asıllı büyük büyük babasının da aralarında bulunduğu fail-i meçhullerin toplu mezarlarını ortaya çıkarma çabasını sonuçlandırmaya kararlıdır.

Almodóvar’ın 27 Mart’ta açıklanacak Oscarların en iyi kadın oyuncu adaylarından biri olan Cruz ile ilk kez çalıştığı 1997 yapımı ‘Çıplak Ten / Carne Trémula’, Franco diktatörlüğünün sonlandığı 70’li yılların soğuk bir kış akşamında Madrid’de bir yolcu otobüsünde doğum yapan bekâr annenin görüntüleriyle açılır. İspanyol sinemacı bir çocuğun doğumunu ve özellikle annelik kavramını Franco sonrası özgürlük yıllarının bir sembolü olarak kullanmayı, kadınların penceresinden Franco rejimi ile hesaplaşmayı sürdürüyor. Günümüz Madrid’inin şık apartmanları, zarif sokak kafeleri ve kırmızıdan sarıya, yeşilinden moruna parlak renklerin hüküm sürdüğü coşkulu Almodovaryen alem Alberto Iglesias’ın ustalığını konuşturduğu müzik çalışmasıyla bir kez daha sarıp sarmalanıyor.

Cruz, İspanyol ustanın alter ego’su bu filmde. Genç kuşakların (ve bu filmde Ana’nın) ‘geleceğe bakmalıyız, eski yaraları yeniden açmayalım’ söylemine karşın onlara ‘yaşadığın ülke hakkında gözlerini açma zamanıdır’ şeklinde karşılık veriyor Almodóvar. Katolik dininin buyurduğu ataerkil dayatmacı aile düzenine alternatif olarak, sevgi ve şefkat odaklı bekâr anne ailelerini öne çıkartıyor. Yönetmenin bu incelikli politik filmi, benzer bir acı geçmişten muzdarip Uruguaylı aktivist gazeteci yazar Eduardo Galeano’nun şu dizeleriyle sonlanıyor:

‘Sessiz bir tarih yoktur
Onu ne kadar yaksalar da
Ne kadar ezseler de
Ne kadar tahrif etseler de
İnsanlık tarihi sessiz kalmayı reddediyor’

(17 Mart 2022)

Ferah Baran

[email protected]

Ambulance: Yakın Plan Takip

Tek suçu, Taksim Meydanına, 14 Mart Tıp Bayramı’nı kutlamak için çıkmak olan 89 yaşındaki doktoru yerlere düşüren polisten çok, onların amirleri, yöneticileriydi haksız ve hadsiz olan…

“Ne işi var bu konunun filmle?” dediğinizi duydum, itiraz etmeyin! Ambulance (Ambulans) filminde de, bırakın küçük dağları, dünyayı ben yarattım havasındaki polis amiri hatalı tutumuyla onlarca insanın kanına girdi… Yani doğrudan bağlantılı…

Savaş gazisi, doğal olarak da işsiz ve hasta çocuğunu ameliyat ettirmek için çırpınan Will Sharp, düşüncesini okuyabilecek denli tanıdığı çocukluk arkadaşı, birlikte büyüdükleri, birçok maceradan birlikte sıyrıldıkları ama hâlâ suç dünyasında olan Danny’den yardım ister…

Yardım için yardım etmek gerekir

Danny, ikna kabiliyeti güçlü, yetenekli biridir ve Will’i de hemen takımına katar, hem çocuğunun ameliyat parasını çıkaracak hem de sonrasında rahat bir yaşam sürecektir. Danny “olmaz” demez. Will’den, kentin en iyi korunan bankasını soymalarına yardım etmesini ister. Her şey ayarlanmıştır, tereyağından kıl çeker gibi halledilecek bir iştir.

Evdeki hesap çarşıya uymaz…

Ama polisin bu soygundan haberi vardır.
…sonrası filmde.

Pedersen’in yazdığı Ambulancen adlı 2005 yılı Danimarka filminin orijinal hikâyesine ve senaryosuna dayandırarak Chris Fedak, Laurits Munch Petersen ve Lars Andreas tarafından senaryolaştırılan, Michael Bay tarafından çekilen film müthiş bir aksiyon filmi. Yönetmen, özellikle yakın plan çalışarak izleyiciyi tedirgin, huzursuz ve merak içerisinde bırakmayı başarıyor. Güçlü kreşendolarıyla ritmik müziğin etkisi ve oyuncuların da başarılı performanslarıyla filmi nefes nefese izliyorsunuz: Acaba ne olacak?

Yaralı polisi taşıyan bir ambulansın içinde kentin neredeyse bütün yollarında inanılmaz bir kovalamacayı yakın planda izlerken ister istemez seyirci de kendisini kaptırıyor. Ne kamera yerinde duruyor ne müzik susuyor ne gerilim bitiyor. Paramedik doktor, yaralı polisle mi ilgilensin, istemeden yaraladığı ve ölmesiyle ciddi cezalar alacağı kaygısıyla yardım etmeye soyunan soyguncuyla mı ilgilensin? Üvey de olsalar iki kardeş soyguncudan birinin koşullara göre değişen çıkış aramaları ve çare çabalarının karşısında eşi ve çocuğunun ameliyat parasıyla onları yalnız bırakma hüznü içerisindeki yardıma soyunması filmin psikolojik çatışmasının da doruğu aynı zamanda. Paramedik doktordan yana olsanız bir türlü, zorunlu nedenlerle istemeden soyguna katılan gaziden yana olsanız bir türlü, ama gönlünüzden aranan çıkar yolun onları kurtarmaya yeteceği düşüncesinin geçtiğini yadsımayın.

Birbiri ardına çözümler…

Özellikle bu tür, kovalamacanın ana etken olduğu filmlerde yakın plan sadece ayrıntıları vurgulamak amacıyla kullanılır. Ancak bu kez yepyeni bir anlayışla karşılaşıyoruz. Yakın plan izleyicinin de heyecanını yükseltiyor. Yönetmen Bay’in, baştan sona hareketli kamera ile yakın plan çektiği film, polisiye seven izleyici için biçilmiş kaftan. İki saati aşkın filmde sürekli bir koşuşturmayla sürekli çare arayan ama yeni sorunlarla karşı karşıya kalınınca sorun yumağı daha bir dağılan filmi izlerken yorulacaksınız. Kim bilir, belki de kendinize o polis yetkilisi işleri çıkmaza sürüklemese, acaba nasıl bir sonuç olurdu diye soracaksınız. Sahi, film sizin kafanızda devam edecek, salondan çıktıktan sonra bile…

Ambulans (Ambulance), Polisiye, aksiyon, macera, psikoloji… Yönetmen: Michael Bay, Senaryo: Chris Fedak, Laurits Munch Petersen ve Lars Andreas, Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Yahya Abdul Mateen II, Eiza Gonzalez, Devan Long… 18 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(16 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]