Kategori arşivi: Yazılar

Deliliğin Sınırında Satranç

‘Satranç / Schachnovelle’ Stefan Zweig’ın karısıyla birlikte intiharından hemen önce 1942’de Brezilya’da yayımladığı vasiyet eseridir. Bu uzun öykü Nazi zulmünün egemenliğine direnemeyen ve mat edilen Avrupalı özgürlüğünün son çığlığıdır. Alman sinemacı Philipp Stölzl, edebiyat dünyasının bu sevilen özgün metninden yola çıkarak aynı adla uyarladığı ve haftanın sürprizi olarak sinemalarımıza uğrayan filminde satrancı bir direniş umudu olarak yorumlamayı seçmiş.

Kısa öyküde Dr. B olarak anılan noter Josef Bartok Avusturya sosyetesinin tanınmış isimlerindendir. Saldırganlığı gün geçtikçe artan Nazi tehlikesini fazla önemsemez önceleri. ‘Viyana’da dans sürdükçe dünyanın sonu gelmeyecektir’ onun deyişiyle. Avusturyalı soyluların ülke dışındaki mal varlıklarını gizlice yönettiği ortaya çıktığında, işgalin başladığı gece peşindeki gestoponun elinden kurtulamayacaktır. Bundan sonrası malûm. Kibirli avukat ünlü Métropole Oteli’ne götürülecek, varlıklı müşterilerinin hesap şifrelerini açıklayana dek tek göz odada hapis edilecektir. Sorgu seansları haricinde kimse ile konuşmasına izin verilmeyen, yaşamla tüm ilişiği kesilmiş bir biçimde psikolojik baskıya maruz bırakılan Bartok aylar süren yalnızlığı ve çaresizliğini bir kargaşa esnasında aşırdığı kitap sayesinde aşmayı deneyecektir. Eski haşmetini çoktan yitirmiş Bartok ele geçirdiği küçük ebattaki kitabın, şampiyonların tarihi oyunlarının yer aldığı bir satranç albümü olduğunu gördüğünde önce büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak, daha sonra delicesine sarıldığı satranç tutkusu ona özgürlüğün kapısını aralayacaktır.

Stölzl’nin uyarlamasında Bartok, Zweig’ın metninden farklı olarak, muhayelesinde paralel bir evren yaratmak suretiyle baskıya direnmeyi deniyor. Açılış sahnesinde gördüğümüz Rotterdam’dan New York’a hareket eden gemi noterin zihninde oluşmuş bir kaçış aracından başka bir şey değildir. Kapatıldığı otel odası ile köhne gemi kamarası aynı 402 numarayı taşımaktadır. Balo gecesi evrakları yakmak üzere bürosuna döndüğünde ayrıldığı karısı ile yine bu düşsel gemide buluşabilecektir. Psikolojik baskının daha da şiddetlendiği ilerleyen aylarda hayatına giren satranç tutkusu onun direncini besleyecek, deliliğin sınırlarında gestapo komutanı ve dünya satranç şampiyonu Czentovic’e kafa tutacaktır.

Alman sinemacı gerçek ile düş, direniş ile delilik arasındaki geçişken dünyaları mükemmel kurgulamış. Hikâyeyi uzun süren savaştan sonra evine dönmek için denizleri aşmak zorunda kalan Odysseus’un serüveni ile özdeşleştirmiş, tükenmenin güncesini tutan metinden hareketle, Zweig’ın ‘Herşeye rağmen ruhun yenilmezliğine inancı kararlılıkla sürdürmek bugün bizim elimizde’ sözlerinin doğrultusunda baskıya karşı direnişi yüceltmiş. Geçtiğimiz yıl ‘Yaramaz Çocuk / Enfant Terrible’de Alman sinemasının aykırı yönetmeni Rainer Werner Fassbinder’i başarıyla canlandırmış olan Oliver Masucci’nin zaman ve mekânın kaybolduğu Bartok’un zirveden dibe iniş sürecindeki etkileyici performansından sonuna dek yararlanmış.

(12 Aralık 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Batı Yakasının Hikayesi: Hayata Yansıyan Müzikal

Sokakları ele geçirmeye çalışan, farklı kökenlere dayalı iki çetenin çatışması diye bir cümlede özetlenirse “Batı Yakasının Hikayesi” ya izlenmemiştir ya da bilinçli olarak gizlenmeye çalışılıyordur.

Kitap olarak basıldığı, film olarak çekildiği, müzikal olarak sahnelendiği ilk günden bu yana hep gündemde, hep ilgi odağı ve hep beğenilen bir yapıt/m olmuş dramatik bir öykü “Batı Yakasının Hikayesi”.

Gerek çeteler içindeki düşünce yaklaşımı gerekse danslarla desteklenmiş müzikler hepsini unutulmazlar arasına sokmuş. Sahi, bütün uyarlamalarının da çok olumlu karşılandığını söyleyebilirim (genç arkadaşlar lise sıralarında bile sahneledi, çok beğenildi).

Aynı senaryo, farklı sonuç…

İnsanı içine çeken müzikle birlikte muhteşem danslarla insanı büyüleyen bu müzikal, aynı zamanda çok büyük bir dramı anlatıyor. Farklı ülkelerden farklı zamanlarda göçmüş toplulukların sokakları zapt etme, buna da bağlı olarak egemenlik savaşları aslına bakarsanız. Tümüyle göçmenlerden oluşan (Yerlileri yok ettikleri için) ABD’de üstünlük savaşları bir yanıyla milliyetçi bir yanıyla da sınıfsaldır aynı zamanda.

1961’de, Robert Wise’ın çektiği ve deyim yerindeyse ortada ödül (10 Oscar kazanmış) bırakmayan filmin üzerine yeni bir uyarlamasının (şimdilerde remake deniyor, tekrar yapım) yapılmasını kimse beklemiyordu doğrusu. Hatta Spielberg’in neden ve niye bu filmi çekmeye soyunduğu da tartışılıyordu.

Şunu unutmamak gerekir: Aynı senaryoyu beş ayrı yönetmene verin, beş ayrı film çıkar. Sinemacıların ‘bir mıh gibi akıllarına çaktığı’ bu sözün gereğini yerine getirmiş Steven Spielberg’in çektiği “Batı Yakasının Hikayesi”.

İlk sahneden, daha ilk dakikalardan farkını koymuş ortaya Spielberg, ırkçılık karşıtı bir film çekmiş. Amerika’ya önceden göçen Polonya asıllılar (Jetler) ile daha sonra gelen (ve hâlâ kendi dillerini, İngilizceyi ise aksanlı konuşan) Porto Rikolular (Köpekbalıkları) önce okulun, ardından sokakların, tabii en sonunda da kentin ve giderek ülkenin egemeni olma mücadelesi veriyorlar.

Leonard Bernstein’in izleyiciyi sarıp sarmalayan olağanüstü müziği, Janusz Kaminski’nin muhteşem görüntüleri, hepsinin üzerinde Steven Spielberg’in deha yönetmenliği buluşunca ve dahası daha önceki yorumlarda arka plana itilen toplumsal ve/veya sınıfsal mesaj da öne çıkarılınca filmi içer gibi, uçar gibi büyük bir keyifle izliyorsunuz.

Romeo ile Juliet

Konu biliniyor… İki çetenin birinin lideri olan Tony ile diğer çetenin liderinin kız kardeşi Maria birbirlerine gönül düşürür. Sinemanın da temelinde yatan en belirgin öyküleme temasıdır bu; sonrasını istediğiniz gibi kurarsınız. Shakespeare, Romeo ve Juliet olarak kurmuş ve bütün “imkansız” aşk filmlerinin atası olmuş. O zaman, modern Romeo ve Juliet diyebiliriz bu New York’un yenilenme döneminde yaşananları anlatan filme. Savaş sonrasıdır, her şey gibi kent de yenilenmektedir. Bu yenilenmeden güçlü çıkmak isteyen çetelerin savaşı, bir boyutuyla da barış çağrısıdır.

Spielberg Usta’nın ne denli titiz ve dikkatli olduğunu (bunca filmini izledikten sonra artık ezbere) biliyoruz. Kamerasını koyacağı yeri saptadıktan sonra en arkadaki, trafik yapan figürana bile mizansen veren Usta, sadece görüntüsüyle değil sinema dili ve verdiği mesajla da doruğa çıkıyor. Günümüzün en belirgin sorunlarından biri olan göçler ve ötekileştirme, “Batı Yakasının Hikayesi”nde, filmi taşıyan temel güç. Her ne kadar filmde artık yerleşmiş (ve bizdeki gibi köyüne dönme hevesini asla kaybetmeyen) olsalar da göçmenlik günümüzün sorunlarıyla koşutluk içinde…

Filmi büyük bir keyifle izlediğim, çok mutlu olduğum, hatta Robert Wise’ın unutulmaz yorumundan daha da çok sevdiğim için herkesin izlemesini istiyorum. 2 saat 33 dakikalık filmi her izleyenin ırkçılık ve tabii ki göçmenlik sorununa daha farklı bir pencere açıp bakacağına da inanıyorum.

Batı Yakasının Hikayesi (West Side Story) (Müzikal, Drama); Yönetmen: Steven Spielberg; Senaryo: Tony Kushner; Oyuncular: Ansel Elgort, Rachel Zegler, Ariana DeBose, David Alvarez, Mike Faist, Josh Andrés Rivera, Ana Isabelle, Corey Stoll, Brian d’Arcy James… 10 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(09 Aralık 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Wes Anderson’dan Sevgilerle

Çağdaş sinemanın ayrıksı yaratıcılarından Wes Anderson filmlerini tek bir karesinden tanırız. 2014 yapımı ‘Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel’, Amerikalı sinemacının Avusturyalı yazar Stephen Zweig’a yazdığı bir aşk mektubudur. Pandemi nedeniyle gecikmeli olarak bu yıl Cannes’da prömiyerini yapmış olan son filmi ‘Fransız Postası / The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun’ onun hayranı olduğu ‘The New Yorker’ dergisi editör ve yazarlarına ithaf ettiği bir film.

Lise yıllarından beri cilt cilt topladığı bu kült dergi külliyatından esinlenerek yarattığı hikâyeler, filmde Kansas orijinli derginin Fransa’daki yerleşik bürosunda görevli gurbetçi Amerikan gazetecilerinin kaleminden çıkıyor. New Yorker’ın efsanevi kurucusu Harold Ross’dan esinlenmiş editörü (Bill Murray) etrafında toplanmış bir avuç gazeteci 60’lı yıllar Fransa’sının hayali Ennui-sur- Blasé kasabasında bir araya geliyor. Böylece Anderson’ın büyük hayranlık duyduğu Fransız sineması üzerine bir film yaratma arzusuna da hizmet etmiş oluyorlar.

Angelica Huston’ın dış sesi üzerinden, eski usül gazeteciliğe saygı duruşunda bulunan 3 ayrı öykü izliyoruz. Tilda Swinton’ın canlandırdığı sanat muhabirinin bizlere aktardığı ilk öyküde, bir anlık sinirle iki barmenin kafasını et testeresi ile koparmış 50 yıla mahkûm tutuklu (Benicio del Toro) ile otoriter cezaevi-tımarhane gardiyanının (Léa Seydoux) tutkulu aşk hikâyesini anlatıyor. Bu sevdanın meyvesi olarak delibozuk mahkum Moses Rosenthaler’in elinden çıkma avangard tablolar ile hapishane duvarlarını süsleyen freskler, düzenbaz sanat simsarının (Adrien Brody) iştahını kabartıyor.

İkinci öykü 1968 Mart ayında dünyayı ayağa kaldırmış ünlü öğrenci olayları sırasında geçiyor. Orta yaşlı gazeteci Lucinda Krementz (Frances McDormand) protestocu öğrencilerle birlikte barikatlarda olan biteni kaleme alırken, aile dostu genç aktivist Zeffirelli (Timothée Chalamet) ile yatağa giriveriyor. James Baldwin’den esinlenmiş siyahi eşcinsel gazetecinin (Jeffrey Wright) bir televizyon şovunda kaynağını aktardığı makalesi ise tuhaf bir çocuk kaçırma hikâyesi üzerinedir. Anderson deli dolu bir takip üzerine kurduğu bu bölümde anlatısına animasyonu da ekliyor ve tadından yenmez bir seyir keyfi sunuyor.

Bu kısa özetin haricinde her karesi, hatta her karenin her bir köşesi, her köşenin her bir objesi türlü inceliklerle yüklü bir görsel şölen ‘Fransız Postası’. Anderson Fransız sinema tarihinin ünlü yönetmenlerine ve Fransız Yeni Dalgası’nın efsanevi isimlerine bir saygı duruşunda bulunuyor. Sıklıkla siyah-beyaz kare ekran kullanıyor. Öğrenci toplantılarında ekran bir ara geniş formata geçiyor. Belli objeleri, belli bakışları vurgulamak üzere rengi kullanıyor. Üstyazı ile verdiği Fransızca diyalogları İngilizce dilinde yanıtlarla karıştırmayı seviyor. Bir ressamın fırça darbeleri misali görüntüleri düzenliyor, büyük orkestrayı ustalıkla yönetiyor.

Bir bölümünü öykücükleri aktarırken parantez içinde belirttiğim sayısız yetenekli oyuncuyu eserine ortak ediyor. Onlar da belli ki bir Anderson filminde yer almaktan hayli keyifliler. Ağırlıklı roller dışında, bisikletli gazetecide (yönetmenin daha önce çok çalıştığı yakın dostu) Owen Wilson, polis komiserinde Mathieu Amalric, çocuk kaçıran şöförde Edward Norton, karakoldaki fahişede Saoirse Ronan, azılı suçlu Abacus’de Willem Dafoe, talk show sunucusunda Liev Schreiber, akşam yemeğine davetli konukta Christoph Waltz, muhabirlerde Elizabeth Moss, Jason Schwartzmann ve gözden kaçan irili ufaklı bir dolu ünlü oyuncu adeta resmi geçit yapıyor.

‘Fransız Postası’ has sanatsevere mutluluk veren ve ayrıntılar üzerine yoğunlaşmak için yeniden görme arzusu uyandıran o muhteşem işlerden. Bu yazıyı bir aperitif olarak düşünelim. Lezzetli Anderson menüsünü tatmak üzere tüm sinefilleri sinema salonlarına davet edelim.

(05 Aralık 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kan, Ateş ve Motor Yağı

Cannes Film Festivali’nden sürpriz bir Altın Palmiye ile dönen ‘Titane’ yılın en tartışmalı filmlerinden. Julia Ducournau’nun kısa filmografisini takip etmiş bir yazar olarak çok da şaşırdım diyemem. Fransızların ünlü sinema okulu La Fémis mezunu yönetmen, bundan 10 yıl önce yine Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde gösterilmiş olan ‘Junior’ ile dikkatleri çekmişti. Ebeveynleri doktor olan sinemacı (anne jinekolog, baba dermatolog), 13 yaşındaki Justine’in büyüme öyküsünü bir yılanın deri değiştirmesiyle parallellikler kurarak anlattığı kısa metrajında, beden değişimi konusuna ilgisini ortaya koymuştu. 2016 yapımı ‘Çiğ /Raw’ (Fransızca özgün adıyla ‘Grave’) geldi ardından. David Cronenberg hayranlığı doğrultusunda beden deformasyonu ve araba kazaları ilgisine ‘yamyamlık’ temasını ekliyordu bu filmle.

Ürkütücü ve hayli ses getiren bu filmin ardından herkes bir devam filmi bekledi. Ancak 37 yaşındaki yönetmenin zengin imgelemi coşkun fantezilerle yüklüydü. Bunun şimdilik son dışavurumu olan ‘Titane’ nedenini nasılını pek de sormanıza izin vermeyen bir tuhaflıklar silsilesini beyazperdeye taşıyor. ‘Raw’da olduğu gibi yine bir araba kazası ile açılıyor film. Arka koltukta yaptıklarıyla arabayı süren huysuz babasını çileden çıkaran küçük Alexia kazaya neden oluyor. Ölümden kurtuluyor ama başına aldığı darbe ciddidir. Parçalanan kafatasını tutan titanyumdan metal bir plaka ile yaşamak zorundadır bundan böyle. Bu onu arabalardan uzaklaştırmayacak, aksine hastane çıkışında babasının arabasını kucaklayarak sevgisini ifade edecektir.

30’lu yaşlarında araba tanıtım şovlarının erotik dansçısıdır Alexia. Yarı çıplak platin kostümü, file çorapları ve yüksek topuklarıyla parlak metalin üzerinde şehvetle dansını icra ederken kendisini izleyen erkek güruhunun arzularını kamçılar. Ancak doktorların ebeveynini uyardığı üzere kafasındaki madeni plakanın sebep olacağı nörolojik bozukluklara da hazır olunmalıdır. Erkekler yerine -sıkı durun- gösterişli Cadillac ile çiftleşmeyi tercih eden genç kadın, kendisinden daha fazlasını talep eden karşı cinsten bir hayranını ucu sivri saç tutacağı ile öldürdükten sonra, cinsiyet gözetmeden canını sıkan herkesi vahşi biçimlerde katletmeye hazır bir seri katile dönüşecektir.

İş zıvanadan çıktığında peşindeki kurtuluşun kimlik değiştirmekten geçtiğini düşünür. Saçını keser, kaşlarını tıraş eder, bir motel evyesinde burnunu kırar ve 10 yıl önce kaybolmuş şimdilerde 17 yaşında olması gereken Adrien Legrand’ın kimliğine bürünmeyi dener. Alexia’nın sansasyonel öyküsü bu noktadan itibaren başka bir boyut kazanacaktır. Oğlanın babası (her zamanki formunda bir Vincent Lindon) yıllar sonra karşısına çıkan cinsiyeti kuşkulu tuhaf genci her ne olursa olsun evladı olarak kabul etmeye hazırdır. Karşılıksız, şartsız sevgi karşısında şaşkınlığa düşen ama kabullenmekte gecikmeyen Alexia kadınlığını, Cadillac’tan hamile kaldığı ve ne kadar uğraşsa da kurtulamadığı hamileliğini vücudunu bantlamak suretiyle ne kadar gizleyebilecektir.

Ducournau’nun kafasında gelişen bu çılgın hikâye onun beden deformasyonu, ruh üşümesi ve kimlikler arası geçişler benzeri temaları üzerinde serbest vezin sörfüne aracı olmuş. Cronenberg etkisi çok hakim. Claire Denis’in ‘Beau Travail’daki heteronormal düzeni kurcaladığı, kaslı itfaiyecilerin birlikte azdığı bir dans sekansı eklemeyi de unutmamış. Adeta bir Frankeştayn öyküsü düzleminde şok edici anları artarda sıralarken ‘Raw’da da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Belçikalı Ruben Impens’in maharetli işçiliği büyük destekçisi olmuş. Amerikalı Jim Williams’ın filmi sarmalayan tekinsiz müzik çalışması, ayrı telden çalan pop, rock, klasik parçalarla çeşitlendirilmiş. ‘Raw’un finaline yakın şok edici yamyamlık sekansı öncesinde Nada’nın ünlü ‘Ma Che Freddo Fa’sını kullanmış olan Ducournau, ‘Titane’da 90’ların popüler şarkısı ‘Macarena’ ile kalp masajı yaptırıyor. Lindon ile Alexia’ya etiyle kanıyla can vermiş yeni keşfi Agathe Rousselle’in koşulsuz sevgilerine J. S. Bach’ın ‘Matthäus Passion’undan koral bir bölüm eşlik ediyor. Peki tüm bu kafa karışıklığı ve ses-görüntü-imge bombardımanından geriye ne kalıyor. ‘Titane’ adındaki bu kan, ter, ateş ve motor yağı kokteyli Spike Lee başkanlığındaki Cannes jürisince en iyi film olarak seçilmiş olsa da, benim için iyi kotarılmış çılgın bir B Filmi’nden fazlası etmiyor.

(04 Aralık 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Fransız Postası: Kurgulanmış Bir Dünyanın Yansıması

Sanatın önemli özelliklerinden biri size, kendi yaşamınıza farklı açılardan baktırmasıdır. Anlatılan öykü ya da izlenen film sizin hikâyenizdir bir bakıma. Eğer kendi hikâyenizi bulur da oradan yürürseniz film başarılıdır; tabii ki sizin için.

Sinemamızın iyi görüntü yönetmenlerinden biriydi Aytekin Çakmakçı (çiçek koksun toprağı), “görüntüyü görmüyorsanız başarılıyım demektir” diye anlatıyordu hem çalışma sırasında hem de ders verdiği okullarda. Belirleyici olan izleyicinin aldıklarıdır.

Gelinim sana söylüyorum…

…kızım sen anla! Atasözümüz “Fransız Postası” filmi için biçilmiş kaftan bana kalırsa. Filmle ilgili çok yazıldı, çok irdelendi, yönetmeninden oyuncularına, çekim tekniklerinden sinema diline kadar… Bizde “reklam olmasın” diye gerek RTÜK gerekse telif hakları nedeniyle isim verilmez ya… “Fransız Postası”nda da ne yer var, ne mekân, ne de insan. Hepsi, bütün olarak hayali. Onun için de zaten bizim gazetelerimizi, bizim gazetecilerimizi, bizim muhabirlerimizi ve bizim haberlerimizi getiriyor akla. Daha dün, hayal çeken gazeteciler üzerinden koparılan -aslına bakarsanız serginin ‘mânâ ve ehemmiyetini’ hiçe sayan- fırtınanın ardından; hepimizin bildiği bir yazarın öngörüsü(zlüğü) ile iktidar yanlısı yazdığı başyazı ve üzerine konuşulanlar.

Sahi, hepsi aslında Fransız Postası filminde yer alabilir, istenirse. Senaristler ve yönetmen bilseydi zaten, çok kolay eklerdi filmin akıcı öyküsüne.

Kısa film…

“Fransız Postası” üç kısa filmden oluşuyor. Bir gazetenin son sayısını hazırlayan gazeteciler ve patronun gizemli, ama alabildiğine komik ve tabii bir o kadar da trajik öyküsü. Merak etmemek elde değil.

Yazarlar kendilerince içinde yaşadıkları olayları kendilerince kurgulayıp kendilerince sunuyor bizlere. Kurgulanmış bir kentte kurgulanmış gazetenin kurgulanmış muhabirleriyle tanıyoruz ortamı ve insanları. Ne olacak acaba?

Bir sayfa çevirince…

Yerel haberlerden sanat sayfasına geçmiş gibiyiz… Bir ressamı tanıyoruz… ama ne tanıma! Onun gibi sanat simsarı (!) da bizimle birlikte tanıyor. Çok ilginç bu bölüm, çok da göndermeler var, sanatsal anlamda. Futbol sadece futbol değildir derler ya; sosyoekonomik, sosyokültürel, sosyopolitik açılardan bakıldığında sadece bir top peşinde koşan on bir kişi değil, tüm dünya vardır. İşte, bu filmde de ne ressam sadece ressam, ne model yalnızca model, ne galerici sadece galerici, ne de haberleştiren sadece haberi yansıtıyor sayfasına…

Teknikle birlikte…

Görüntünün görülmediği bir filmi başarılı olarak kabul edince siyah/beyaz ile renklinin, sinemaskop (hâlâ kaldı mı) ile görüntünün küçülmesinin de farkına varmayacaksınız. Öyle olunca da keyifle, heyecanla, merakla izleyeceksiniz alabildiğine ünlü oyuncu kaynayan ve onları bir arada izlemenin keyfi içinde Wes Anderson’un “Fransız Postası”nı ve asla unutmayacaksınız; ustayı da filmini de…

Fransız Postası (The French Dispatch) (Mizah, Merak, Heyecan); Yönetmen: Wes Anderson; Senaryo: Wes Anderson; Oyuncular: Bill Murray, Tilda Swinton, Léa Seydoux, Benicio Del Toro, Adrien Brody, Benjamin Lavernhe, Timothée Chalamet, Liev Schreiber, Jeffrey Wright, Alexandre Steiger, Christoph Waltz, Cécile de France, Pablo Pauly, Willem Dafoe, Elisabeth Moss, Mathieu Amalric, Henry Winkler, Damien Bonnard, Owen Wilson, Edward Norton, Stephen Park, Fisher Stevens, Bob Balaban, Lois Smith, Tony Revolori, Toheeb Jimoh, Sam Haygarth… 3 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(02 Aralık 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Barok’tan Caz’a Bir Çığlık

‘Spencer’, Prenses Diana’nın evlenmeden önceki aile soyadı. ‘Gerçek bir trajediden yola çıkmış bir masal’ ibaresiyle açılan Pablo Larraín imzalı aynı adı taşıyan film, kısa yaşamı gerek belgesel gerekse kurgu olarak daha önce birçok film ve diziye ilham vermiş olan 1997 yılında talihsiz bir araba kazası sonucunda aramızdan ayrılmış mahzun prensesin hayatından 3 günü ele alıyor. Şilili usta sinemacı 2016 yapımı ‘Jackie’de denediği gibi bildik bir hikâyeyi yeniden yaratıyor ve Kraliyet Ailesi’nin Noel tatilini kendine özgü bir yorumla kurguluyor.

1991 yılındayız. İngiliz kraliyet erkanı Noel’i Norfolk’taki Sandringham House’da karşılayacaktır. Saray konuklar için hazırdır. Kalabalık bir personel ordusu ile birlikte kamyonlar dolusu yiyecek, giyecek ve teçhizat mekâna taşınır. Güvenlik ekibi ‘asayiş berkemal’ komutunu verdikten sonra aile üyeleri teker teker malikaneye gelmeye başlar. Bir tek Prenses Diana ortalarda yoktur. Kendi kullandığı arabasıyla uçsuz bucaksız kırsalda kaybolmuştur. Oysa koskoca malikane doğup büyüdüğü baba evinin çok yakınlarındadır. Hikâyenin kaybolma metaforuyla başlaması genç kadının içinde bulunduğu ruh haline çok uygundur. Kamyonların ezip geçtiği yakın plan kuş ölüsü genç kadının trajik sonunu haberlemektedir adeta.

Başka bir kadınla birlikte olduğunu herkesin bildiği kocası ile ayrılmanın eşiğinde olan Diana, sarayın kutsal ritüellerine katlanmak durumundadır. Israrla ısıtılmadığı için hep üşüdüğü bu şatafatlı zindan hayatında tek dayanağı yetişmekte olan oğulları ile beraber oluşudur. Tarladaki korkuluğun üzerinde duran yırtık pırtık cekette çocukluğunun ve babasının kokusunu, gizlice kapısını araladığı harap baba evinde çocukluk anılarını yakalamaya çalışır. Düşlerindeki kaçış serüvenine VIII. Henry’nin kafasını kestirdiği mahzun kraliçe Anne Boleyn’in hayaleti eşlik etmektedir.

‘Spencer’ tipik bir Pablo Larraín filmi. Pinochet diktatörlüğünün baskıcı yıllarını anlattığı ‘Tony Manero’ ve ‘Post Motem’deki soluk ve pastel renk paletini bu kez soğuk ve mesafeli kraliyet atmosferini yansıtmak, Diana’nın fiziki ve ruhsal çöküşünü vermek için kullanıyor. ‘Tepetaklak bir peri masalı’ anlatmaya soyunduğunu, Steven Knight ile birlikte ‘Şili üçlemesindekine benzer bir hapishane filmi çekmeyi’ tasarladığını ifade ediyor bir söyleşisinde.

Başrolünü Nathalie Portman’a verdiği ve First Lady Jacqueline Bouvier Kennedy’nin yas sürecini yorumladığı ‘Jackie’nin ardından yönetmenin bir kadın karakteri merkezine aldığı ikinci çalışması bu. ‘Hayalet Hikâyesi / Personal Shopper’deki yorumuna hayran kaldığını ifade ettiği Kristen Stewart’a Diana rolünü teslim etmekte hiç tereddüt etmemiş ve ‘Jackie’de olduğu gibi ağırlıklı olarak tercih ettiği yakın planlarda birinci sınıf oyuncusundan bir kez daha sonuna kadar yararlanmış. Sinemasının soluk atmosferini bu kez kuşatılmış bir kadının kimlik arayış öyküsünün hizmetine sunmuş. ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ ile beğenimizi kazanmış olan Claire Mathon’un görüntüleri ve özellikle Paul Thomas Anderson filmlerinin değişmez bestecisi Jonny Greenwood imzalı, barok tınıların caz akorlara karıştığı Diana’nın çığlığını haykıran müzik çalışması tek kelimeyle mükemmel.

(27 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sen Ben Lenin, 32 Kısım Tekmili Birden

Bu hafta gerçekten çok keyifli; önce “Yan Etki”, şimdi de “Sen Ben Lenin.” İkisi de kısa film tadında, ikisi de tam tanımıyla sinema. Sinema anlatım sanatıysa “Sen Ben Lenin” bunu yerine getiriyor. Düşündürüyor, güldürüyor, sorguluyor, sorgulatıyor, merak ettiriyor, özellikle de araya giren metaforlarla…

“Ben yerli film izlemem” diyenlerin, dünya sinemasıyla karşılaştıracağı bir film “Sen Ben Lenin”. Kim ne derse desin tam bir kısa film. Nedenini de hemen söyleyeyim: Bir şey anlatma derdinde, taviz vermeyen, teknik ve/veya maddi eksikliklere karşın düş(ünce)sini yansıtan, bunun için de senaristinden oyuncusuna, montajcısından müzikçisine, set çalışanlarına kadar herkesin canla başla çalıştığı apaçık belli oluyor.

Güleriz ağlanacak halimize…

Sovyetler Birliği dağılınca, eski dönemde “değer” olan her şey kaldırılıp atılmış. Onlardan biri de Lenin büstü. Ahşap büst, dalgaların da yardımıyla Akçakoca’da kıyıya vurmuş. İlçe halkı büstü ne yapacağını bilememiş. Yoksulların ısınabilmesi için yakacak olmasını isteyenden tutun, bir meydanda turistlerin ilgi odağı olmasını sağlayacak heykel olarak sergilenmesine kadar… Bunca çeşitliliği arasında tabii ki dünya görüşü gereği birbirine zıt fikirleri olanları devletimiz takip edecektir. Devletin içinde de görüş ayrılığı vardır; Başbakan açılışına katılmak isterken büst ortadan kaybolur. Zaten film de bu kayboluş öyküsünü araştıran polisin sorgulamasına odaklanmıştır.

Hayatın karşımıza çıkardığı zıtlıkları polis de iyi kullanır; bir iyi polis vardır, bir kötü polis. Amaç iyi ya da kötü olmak değil, arananın bulunması, itiraf edilmesi ve sonuca ulaşılmasıdır. Ancak kasaba halkı bilinçlidir, bu oyunu yemez.

Oyunculuk hüner ister!

Film boyunca sorgulanan kasaba halkını izleriz. Kimi siyasi geçmişiyle övünür, kimi dini inancıyla… Kimi bir çıkar peşindedir, kimi polise yaranmak… Kimi diş geçiremediğini ispiyonlar polise, kimi hakkınca dik durur. Tek mekânda, hatta tek bir odada (sorguda) geçen filmde oyunculuk çok önemlidir ve yıldızlar geçidi diyebileceğimiz bütün oyuncular aksamadan rollerinin gereğini yerine getirmiş.

Kısa filmden gelen Yönetmen Tufan Taştan (ilk uzun metraj filmiymiş) Barış Bıçakçı’nın senaryosuna da katılarak gerçekten güçlü bir film çıkarmış. Kutluyorum.

Dikkat istiyor…

Film okuma rehberlerinde, jenerikle akan görüntünün filme dair birçok ipucu barındırdığı ifade edilir. Her zaman böyle midir, tartışılırsa da, bu filmde hem açılış hem kapanış jeneriği filmin tümünü bir kez daha sorgulamamıza yol açıyor. Film başlarken dikkatimi çektiyse de, ne olduğunu anlayamadığım görüntü, sondakiyle birleşince filmin sonunu da söylemiş oldu.

Çok seyrek de olsa pencereden görünen kasaba genelinde ve denizin üzerinde ilginç ve alabildiğine hoş (tabii ki tartışmaya açık, dikkatli seyirci atlamayarak ve birleştirince de keyif alacaktır) görüntüler hem merakı arttırıyor hem de rehberlik ediyor.

Edip Cansever’i sevenler için, “Mendilimde kan sesleri”ni duymak büyük mutluluk kaynağı olacaktır. Filme katkısını da göz ardı edemeyiz.

Aynı hafta gösterime giren, ama salon bulamadığı için de yarışa bir adım geriden başlayan “Yan Etki”nin yönetmeni için söylediklerimi Tufan Taştan için de söyleyeceğim. Taştan’ın muhakkak desteklenmesi gerekir. Yeni bir bakış, farklı bir yaklaşım getirecektir sinemamıza. Bu da elinden tutulmasıyla mümkündür ancak.

Sen Ben Lenin (Mizah, Gerilim, Heyecan); Yönetmen: Tufan Taştan; Senaryo: Barış Bıçakçı, Tufan Taştan; Oyuncular: Barış Falay, Saygın Soysal, Melis Birkan, Serdar Orçin, Nur Sürer, Salih Kalyon, Hasibe Eren, Özgür Çevik, Şerif Erol, Binnur Kaya… 26 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Özgürlük Zor Zanaat

Bir aşk filmi ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / Verdens Verste Menneske’ adını taşır mı? Joachim Trier ana karakteri Julie’nin yaşam öyküsünden yola çıktığı beşinci uzun metrajında ironi yapmak istemiş.

Bir roman yapısında 12 bölümden oluşan anlatının prolog safhasında dış ses bizlere Julie’yi anlatır: Liseden mükemmel bir ortalamayla mezun olmuş, yüksek matematik ve fen becerileriyle tıp doktorluğunu seçmiştir. Cerrah olacaktır. Seçtiği dalın teknik bir iş, bir nevi marangozluk olduğunu idrak ettiğinde, insan ruhunu ve içsel duyguları daha çok önemsediğini keşfeder. Psikiyatri okuyacaktır. Hayatın hızı onu yormuştur. Gerçek hayatı ne zaman başlayacaktır? Daha sonra fotoğrafçı olmaya karar verdiğinde bir kitabevinde geçici olarak iş bulmuştur bile.

Yoğun bir varoluş bunalımı yaşayan genç kadının kimlik arayışı sürecinde karşı cinsten türlü beraberlikleri olur. Kendinden 10 küsur yaş büyük saygın çizgi roman yazarına aşık olduğunda yelkenleri suya indirecek gibidir. Görmüş geçirmiş Aksel hayatının yeni döneminde bir aile kurmayı, çocuk sahibi olmayı arzulamaktadır. Oysa Julie’nin mutlu aile tablosu öncesinde bir şeyler yapma isteği baskındır. Ne istediğini tam olarak keşfedememiş ancak nasıl bir hayat istemediğini çok iyi sezen genç kadın, onu kendini ‘dünyanın en kötü insanı’ hissettirecek kadar yargısız bir biçimde kabullenen Aksel’den ayrılarak yeni bir partnerle yaşamında yeni bir sayfa açarken zaman acımasız bir şekilde akmaya devam etmektedir.

Yönetmen Joachim Trier’i, yakın dostu yazar / yönetmen Eskil Vogt ile çektiği ilk filmlerinden beri ilgiyle izliyoruz. Norveçli usta sinemacının 2007 yılı İstanbul Film Festivali’nde ‘Altın Lale’ ödülünü kazandığı ilk uzun metrajı ‘Tekrar / Reprise’, eserlerini yayınlatmak için uğraşan iki genç yazarın dostluğun çetin sınavı, hırs ve kişinin sınırlarını keşfetmesi üzerinedir. 2011 yapımı ‘Oslo, 31 Ağustos’, hayatın umut dolu gençlik evresinin ardından 30’lu yaşlarını süren başka bir yazın adamının hayal kırıklıklarını anlatır. Varoluşçu krizin tüm safhalarını yalın bir dille öyküleyen film, eski hayat ve eski dostlarla hesaplaşma üzerine kuruludur.

Daha sonra İngilizce dilinde iki film çeken Trier, ‘Sessiz Çığlık / Louder than Bombs’ da New York’lu bir ailenin iletişim sorunlarına eğilir. ‘Thelma’ ise sanatçının doğaüstüne ve bilim-kurgu alanına ilk kez el attığı bir önceki çalışmasıdır. Sanatçı ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’ ile doğup büyüdüğü Oslo kentine ve gözde temalarına dönüş yapıyor. Zaman onun filmlerinde de hızla akıp geçiyor. İlk iki filmin gelecek umutları taşıyan ve hayal kırıklıkları ile boğuşan genç yazın kişiliklerini canlandırmış olan usta oyuncu (aynı zamanda tıp doktoru) Anders Danielsen Lie’yi son filmine orta yaşlardaki çizgi roman sanatçısı Aksel olarak taşımış.

Cannes Film Festivali’nden hakkıyla kazandığı en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönmüş olan genç yetenek Renate Reinsve’yi merkeze almış gerçi. Hiç bir şeyin sonunu getirememekten, kariyer ve ilişkiler alanında daldan dala atlayan Julie’nin hayli duygusal ancak pek de romantik olmayan serüveni ön planda. Danielsen Lie’nin yüzü ise bizlere Trier filmlerinin ana meselelerinden zamanı ve zamanın geçişini hatırlatıyor. Yönetmen ile aynı yaşlarda olan ve bir nevi Trier ve senaryo yazarı Vogt’un alter egosu olarak düşünebileceğimiz Aksel karakterinin duyumsadıklarından, belki de daha yakın bir kuşaktan geldiğim için daha fazla etkilendim diyebilirim. Üretimin objeler aracılığıyla yayıldığı bir çağda büyüdüğünden dem vuruyor Aksel. Kitaplar, çizgi romanlar, plaklar, plakçı dükkanlarından söz ediyor. Biriktirmenin mutluluk verdiği yıllardan, şimdi kimselerin umursamadığı kayıp anılardan dem vuruyor. Ölümünden sonra eserleriyle yaşamak yerine, an’da evinde sevdiği ile yaşamak istediğini söylüyor.

Fransız Yeni Dalga esintileriyle başlayan film, caz tınıları eşliğinde serbest vezin bir Woody Allen filmi benzeri akışını sürdürüyor. Temel varoluş meselesinin yanı sıra, en karanlık duygularını sanat yoluyla ifade etmek isteyen sanatçının özgürlük hakkını tartışıyor. Aşk, cinsellik, birliktelik, annelik, ebeveynlik, kariyer, duygusallık ve entelektüellik meselelerini neşter altına yatırıyor. İklim krizi ve dünyayı felaketin eşiğine sürükleyen çevre sorunları karşısında Batı toplumlarına özgü suçluluk duygusu ile dalgasını geçiyor. Julie’nin daha genç partneri Eivind karakterini canlandıran Norveçli yetenekli güldürü oyuncusu Herbert Nordrum’un da büyük katkısıyla gelişen komik anlar ile hüzünlü gelişmeler birbirine karışıyor. Ancak hayat da böyle değil mi zaten. Aşk, mutluluk, keder ve ölüm aynı potada deneyimlenmiyor mu?

(20 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yan Etki: Giderek Daha da Yetkinleşecek

Sinema endüstriyel bir sanattır ve doğal olarak da cesur olanların soyunacağı bir alandır. Kendilerinde o cesareti gör(e)meyenler zaten girişmezler de. Buna da bağlı olarak (tabii ki her sanat dalı için geçerli) sinemacıları amasız, fakatsız, bahane bulmadan, mazeret ileri sürmeden desteklemek gerekir. Yönetmen Pekin Azer’i kutluyorum bu cesaretinden dolayı…

Bunları yazarken aklıma Don Kişot geldi. O da cesur, hiçbirimizin olamayacağı kadar hem de. Ancak sadece cesaret yetmiyor muhakkak ki. Çok yıllar önce, çekmek istediğim bir kısa film üzerine Zeki Ökten’e (çiçek koksun toprağı) öyküyü anlattım… “Niye?” diye sordu. “Bu sorunun yanıtını kimse istemeyecek, ama senin kendine vermen gerekir.” dedi. Haklıydı, o sorunun yanıtını kendisine veren bir yönetmen filminden kuşku duymaz.

Pekin Azer, basın gösteriminin çıkışında, kendisine yöneltilen “Olasılıksız” romanından etkilenip etkilenmediği sorusuna iki arada bir derede yanıt verdi. Sadece etkilenmekle kalmamış, o romanın öyküsünden yola çıkmış, öyle anlaşılıyor. Bir de hemen herkes araya giren kararmalardan rahatsız olduğunu ifade etti. Kamera arkasından gelen biri olarak, yönetmenin “dersine iyi çalışmamış” olabileceğini, çekim mekânlarını belirle(ye)mediğini ve ölçeklerini saptarken özensiz olduğunu ileri sürdüm. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bu aşılamayacak bir sorun değil. Bir musibet bin nasihatten evladır.

Daha önce reklam filmleri çektiğini öğrendiğimiz yönetmen, oyuncu yönetiminde alabildiğine eksik. Oyunculara mizansen ver(e)mezseniz, senaryo bile okumaktan kaçınan oyuncunun, üstlendiği karakterin canlandırmasında yetersizlikler çıkacaktır.

Öykünün çıkış noktası iyi; özellikle Covid-19 pandemisiyle birlikte hepimiz virüsler, aşılar üzerine onlarca gerekçe duyduk, (yan) etkisini öğrendik. İsteriz ki, çok izleyiciye ulaşsın, seyircisi çok olsun.

Yan Etki (Bilimkurgu, Gerilim, Dram); Yönetmen: Pekin Azer; Senaryo: Pekin Azer, Buğra Dedeoğlu; Oyuncular: Hakan Eratik, Zeynep Şarlıgil, Uğur Karabulut ile Kamil Atlıman… 19 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(19 Kasım 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Spencer: Geçmiş ve Şimdi Aynı Şeydir

Bu hafta ilginç, iki film giriyor gösterime, ikisi de biyografik, ikisi de gerçek, ikisi de yol gösterici… Biri (Kral Richard) dünyanın en ünlü iki tenisçisi iki kız kardeşin, Venus ile Serena Williams’ın öyküsü. İkincisi de Spencer, Lady Diana’nın kraliyetteki son Noel’i.

Bir ilginçlik daha… Ben iki filme de birer alıntı cümle ile başlıyorum. Bu kez Andrey Tarkovski, “Mühürlenmiş Zaman”da, “İki tür sanatçı vardır: Kendi dünyalarını şekillendirenler ve gerçeği yeniden üretenler” diyor. İşte, Spencer de (aslında Kral Richard da aynı) gerçeği yeniden üretiyor.

Evlenmeseydi…

Lady Diana denseydi adına filmin, herkes bilecekti, ama o kadar çok Lady Diana izledik ki, o heyecanı doruğa çıkartamayacaktı izleyici. Gerçekten de belgeselden dramaya herkes için bitimsiz kaynak Diana ve her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz. Spencer, Diana’nın evlenmeden önceki soyadı. Doğal olarak bir gönderme de var, evlilik karşıtı.

Spencer, hemen baştan söyleyeyim, bir yönetmen filmi. İnanılmaz etkileyici ve güçlü. Oscar adayı gözüyle gören arkadaşlarımız da var. Olabilir, neden olmasın.

Eşler arasında gerginlikler yaşanabilir, birbirlerini aldatabilir ve ayrılık çanları çalabilir. Eşler birbirleriyle anlaşamadıklarında boşanırlar, olur biter. Ama bu, öyle sıradan insanların birlikteliği değil ki, Büyük Britanya Kraliyet Ailesi söz konusu olan. Göz önünde oldukları kadar dillere düşmeleri de istenmeyen bir şey. Birbiriyle bağlantılı olarak, “Aman efendim, kessin sesini, otursun, keyfini sürsün.”, “Ben olsam asla itiraz bile etmem.” gibi çok sayıda dedikodu işleyebilir. Hep sorduğum soruyu burada Diana’ya da sormak isterim: İçiniz nasıl?

Kişi ve karakteri…

Diana’yı film boyunca izliyoruz, bize yalnızlığını, adanmışlığını, çözümsüzlüğünü, içinde boğulduğu depresyonu yaşatıyor neredeyse. Sadece oğullarıyla birlikteyken çok huzurlu ve duvarların dışında (siz onu sınırları aşarken diye alın) yalnızken mutlu. Çocuklarıyla kaçamak yapıp da Londra’da ayaküstü bir şeyler yedikleri zamanın rahatlığı apaçık ortada. Bir de sırdaşı olan kostümcüsüyle anlaşabiliyor sadece. Diğer yardımcıları veya çalışanlar anlasalar da o yakınlığı kuramıyorlar.

Yönetmen filmi dedik, çocukluktan kalmış ve ceket giydirilmiş korkuluk, inci gerdanlık, viraneye dönüşmüş köşk metaforlarıyla, gazetecilerin (paparazzi demek daha doğru) görüntü almasını önlemek amacıyla perdelerin açılmaması için dikilmesi, sadece Diana’nın kaygılı olmadığını, ailenin, Kraliçenin, Prensin de kurallar altında ezildiğini gösteriyor. Geleneksel söyleyişle, “Sarayda yaşayayım, on milyon borcum olsun.” demek yetmiyor.

Çözüm elinizde…

Filmden çıktığınızda kendinizi Diana’nın yerine koyacak, ama sonuca vardıramayacaksınız. Çocuklarının yerine koyacaksınız, ama çözüm olmayacak. Evli olmasına karşın sevgilisine pahalı mücevherler alan Prensin yerinde olmayı hiç istemeyeceksiniz; çünkü o daha yalnız. Hatta üzerine bir film bile yapılmadığı için hep göz ardı ediliyor, hâlâ.

Başlıktaki cümleyi Diana dillendiriyordu filmde ve ekliyordu “Gelecek yok”.

Spencer (Spencer) (Biyografi, Depresyon, Aşk); Yönetmen: Pablo Larrain; Senaryo: Steven Knight; Oyuncular: Kristen Stewart, Jack Farthing, Sally Hawkins, Timothy Spall… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(18 Kasım 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Aynalar Yalan Söylemez

İngiliz sinemacı Edgar Wright imzalı ‘Dün Gece ‘Soho’da / Last Night in Soho’ bir büyüme öyküsü olarak başlıyor. İngiltere kırsalında büyükannesi ile birlikte yaşayan Eloise (ya da Ellie), Londra Sanat Üniversitesi’ne bağlı Moda Yüksek Okulu’ndan aldığı bursla yıllar önce kaybettiği annesinin gerçekleştiremediği hayallerinin izini sürmeye kararlıdır. Aynada kendisine gülümseyen annesi ile vedalaştıktan sonra metropol cangılının yolunu tutuyor. Üniversite yurdunda barınamayacağını anladığında Londra’nın eski yerleşim bölgelerinden Soho’da eski bir binanın çatı odasına yerleşiyor. Ev sahibi yaşlı bayan Collins’in özgün dekorasyonuna hiç dokunmadığı küçük odası, pirinç başlıklı karyolası ve püsküllü abajuruyla 60’lı yılların izlerini taşımaktadır. Eloise’in düşlerine giren o yıllara ilişkin vizyonlar ve geçmişin hayaletleriyle karşılaşması uzun sürmeyecektir. Büyük şehre ünlü bir şarkıcı olmaya gelmiş Sandie ile düşlerinde yolu kesişen Ellie rüya olarak hayal ettiği 60’lar Londra’sının karanlık yüzünü keşfedecek, batakhanelerde silinip giden gencecik hayallerin dehşet yüklü sonlarına tanıklık edecektir.

1974 doğumlu yönetmen Wright’ın 60’lı yıllar Londra’sına nostaljik hayranlığı üst düzeyde. Ellie’nin o yıllar ile geçişken serüveni, mükemmel bir set tasarımı eşliğinde izleyicisini 50 yıl öncesine götürüyor. Bizde ‘Yıldırım Harekatı’ adıyla gösterilmiş James Bond serüveni ‘007 Thunderball’un dev sinema feneri önünde gözleri parlayan genç kız ile aynalarda buluştuğu Sandie’nin izini sürerek dönemin ünlü lokallerine, Café de Paris’ye, The Toucan barı ve türlü türlü gece kulüplerine uğruyoruz. Bu ziyaretlere, aralarında ‘Downtown’, ‘You’re my World’, Puppet on a String’, ‘A World without Love’ gibi dönemin ünlü şarkılarının yer aldığı enfes bir ses bandı eşlik ediyor.

‘Dün Gece Soho’da’ türden türe ustaca sörf yapan, sürprizlerle dolu bir yapım. Başlardaki büyüme öyküsü Londra’nın karanlık gizeminde, günümüz sinemasında çok yaygınlaşan kadın istismarı eleştirisine evriliyor. İngiliz sinemasında özel bir yeri olan gotik hayalet hik3ayeleri bu noktada devreye giriyor ve finale doğru zincirlerinden boşalmış kanlı bir dehşet silsilesi ile sarsılıyoruz.

Yönetmen Wright kendi öyküsünden, Sam Mendes imzalı ‘1917’ yazarı Krysty Wilson-Cairns ile ortaklaşa kaleme aldığı yapıtında türlerin geçişkenliğini ustaca kurgulamış. Annesinin şizofren genlerini taşıyan Ellie’nin düşler ve aynaların rehberlik ettiği vizyonlarını büyük bir beceriyle perdeye aktarmış. Ellie’de Thomasin McKenzie, Sandie’de Anya Taylor-Joy taze yetenekler olarak parlıyor. Yönetmen klasik İngiliz sinemasına saygıda da kusur etmemiş. Film, ‘Suspiria’ benzeri bir gotik dehşete adım adım ilerlerken, ülke sinema ve tiyatrosunun efsanevi oyuncuları bu görkemli serüvene eşlik ediyor. Rita Tushingham büyükannede, her daim yakışıklı Terence Stamp gecelerin müdavimi geçkin çapkında, yönetmenin filmini adadığı yakınlarda kaybettiğimiz Diana Rigg kariyerinin son performansında bayan Collins olarak karşımıza çıkıyor ve tutkulu sinefillerin yüreğini hoplatıyorlar. Hitchcock’un ünlü ‘Rebecca’sına gönderme yapan finalin ardından, son jenerikte Barry Ryan’ın yorumladığı filmin ana karakterinin adını aldığı ünlü ‘Eloise’ şarkısı yükseliyor perdeden.

(18 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hitchcock Renkli

40. İstanbul Film Festivali, Alfred Hitchcock’u 41. ölüm yıldönümünde özel bir bölümle anıyor. 1980 yılında kaybettiğimiz usta sinemacı, ölümünden dört yıl öncesine kadar aktif olarak sürdürdüğü sinema kariyerinde 50 adet uzun metraj sinema filmine imza atmış. Festivalin özel bölümlerinden ‘Hitchcock Renkli’, yönetmenin 1948 yılında başlayan renkli film serüvenini, 15 adet uzun metraj yapımın yenilenmiş kopyalarından eksiksiz olarak beyazperdeye taşıyor. Bu şekilde, yapıtlarında farklı disiplinleri buluşturmuş unutulmaz gerilim ustasının filmlerini sinema salonunda izleyememiş genç kuşakları ve sinefilleri bir kez daha ödüllendiriyor. Filmler 19 Kasım’dan başlayarak 21 Aralık tarihine kadar Beyoğlu Beyoğlu ve Kadıköy Kadıköy Sinemaları’nda gösteriliyor.

‘Hitchcock Renkli’ efsane yönetmenin 10 ayrı sekanstan oluşan ve karartma marifetiyle tek plan çekilmiş izlenimi veren 1948 yapımı ünlü denemesi ‘Ölüm Kararı / Rope’ ile başlıyor. Bunu, bir yıl sonra çektiği ve gözde oyuncularından Ingrid Bergman’ı son kez yönettiği tek plan denemesi ‘Kapri Yıldızı – Under Capricorn’ izliyor.

Kadıköy Sineması’nda 3D formatından gösterileceği ilan edilen ‘Cinayet Var – Dial M for Murder’, tanınmış başyapıtlarından ‘Arka Pencere / Rear Window’ ve onu takip eden 1955 yapımı ‘Kelepçeli Aşık / To Catch A Thief’ sinemacının kariyerinde özel bir yeri olan ünlü sarışın Grace Kelly ile ardarda çektiği üç yapım. Zamanında bizde vizyona girmemiş yine üstadın minör yapıtlarından 1955 yapımı ‘The Trouble with Harry’ ise Shirley MacLaine’in sinemadaki ilk başrolü olarak hatırlanır.

Hitchcock daha önce 1934 yılında ana vatanı İngiltere’de çektiği ‘Tehlikeli Adam / The Man Who Knew Too Much’ı 1956 yılında renkli olarak tekrarlıyor. Bu kez başrollerde ilk kez çalıştığı ünlü Hollywood sarışını Doris Day ve değişmez aktörlerinden James Stewart başrolleri paylaşıyor. Bir diğer favori oyuncusu Cary Grant ile de son kez ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’te çalışacaktır. 1958 yapımı ‘Ölüm Korkusu / Vertigo’ ustanın birçok eleştirmene göre en iyi filmi addedilir. İlk ve son kez çalıştığı Kim Novak filmin unutulmaz karakterine hayat vermiştir.

1960 yapımı ‘Sapık / Psycho’ kariyerinin zirvesindeki Hitchcock için bir diğer doruk noktasıdır. Ancak siyah-beyaz çekilmiş olması nedeniyle bu özel seçki içinde yer almıyor. Buna karşılık 1963’te çektiği bir diğer korku-gerilim başyapıtı ‘Kuşlar / The Birds’ seçkiye dahil ve başrol, yeni keşfettiği taze sarışın Tippi Hedren’den ziyade masum görünüşlü ürkütücü kuşların.

Yönetmen ‘Hırsız Kız / Marnie’de yine Hedren ve dönemin James Bond serisi ile büyük çıkış yapan aktörü Sean Connery ile çalışacaktır.

Bunu, Julie Andrews / Paul Newman ikilisinin sürüklediği casusluk gerilimi ‘Esrar Perdesi / Torn Curtain’ izler. Yaşı nedeniyle Hitchcock’un film çekme arası uzamaya başlamıştır. 1969 yapımı ‘Topaz’ yine bir casusluk gerilimidir ancak usta formunda değildir. Buna karşılık 1972’de Londra’da çektiği ‘Cinnet / Frenzy’, gerek ustalıklı gerilimi, gerekse hınzır mizahıyla Hitcock’un son etkileyici filmidir. Yönetmen 77 yaşında çektiği ve çok ses getirmeyen ve bizde yalnızca televizyonda gösterilen ‘Aile Oyunu / Family Plot’ ile sinema dünyasına veda edecektir.

Teknik mizansen, görüntü, kurgu alanlarında hep öncü sinemacı konumunu sürdürmüş olan sinemacı, özgünlüğü, temalarını kendisinin belirlemesi ve biçimi hikâyeyle ustaca harmanlayışıyla sinema tarihine geçiştir. Gönül onun siyah-beyaz başyapıtlarını da yeniden beyazperdede izlemek istiyor. Festivalin gelecek yıllardaki başka bir seçkisinde inşallah.

NOT: İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz yıl programa aldığı ancak Covid nedeniyle bu yıla sarkan ‘Hitchcock Renkli’ toplu gösterisini 19 Kasım Cuma günü başlatıyor. Bu konuda daha önce yazdığım ve 03 Mart 2020’de yayınlanmış olan yazımı Hitchcock Renkli başlığıyla ve yeni gösterim koşullarına uygun olarak düzenledim.

(17 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sevgiyle Disiplin: Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar

“Yaşam bir düştür, uyanmak bizi öldürür.” diyor Virginia Woolf. Sahiden de düşüncesini gerçekleştiremeyenler için “ölüm”dür o heyecan. Hem zaten ne için yaşar ki insan, düşlerini gerçekleştirmek için. Zorlukları, engelleri belki de sırf o gelecek uğruna kurduğu düşler uğruna aşma azmi ve gücü bulur insan kendinde.

Ama bir önemli husus var, nasıl motive edeceksiniz (kendinizi de dahil) insanları, hele de bu filmde olduğu gibi çocuklarınızsa belirleyici olan. Ya baskıcı ebeveyn olursunuz ya da umursamaz, çocuklarını bile düşünmeyen, alabildiğine bencil. Hangisini seçeceksiniz?

Kültürlü olsunlar…

Dünyaca ünlü iki tenisçinin (Venus ve Serena Williams’ın) öykülerini izliyoruz. Son dönemde biyografi filmlerinin alabildiğine (bizde de çoğaldı örnekleri) arttığını görüyoruz. Bunun iki temel sebebi var, bana göre. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma hevesinin düşmesi ve buna da bağlı olarak hayal kurmanın azalması… Sinemanın kendisi imajdır ve bir imaj yaratması güçtür, ancak okuyarak hayal gücünüzü güçlendirebilirsiniz. Başta Hollywood olmak üzere sinema endüstrisi bu açığı kapatmak için başarı öyküleriyle dolu biyografik filmler çekiyor. Bu, olumlu bir gelişme…

Özgüvenliler…

Sosyal medyadan yakındım, ama yararı da alabildiğine çok. Moda deyişle “Z kuşağı” ve birkaç yıl sonra hayatımızın belirleyicisi olacak “alfa kuşağı” kolayına pabuç bırakmıyor anne babalarına. Akıllarına yatmayan hiçbir şeyi kabul etmiyor, sorguluyor, araştırıyor ve kendince çiziyor yolunu…

Böyle gelmiş böyle gitmez

Baba sevgisi görmeden baba olmuş Richard, bir umut, çocuklarını tenisçi yetiştirmek için gece gündüz, yağmur çamur demeden, mahalle çetelerinin saldırılarına rağmen yılmadan çalışıyor. Dönem dönem -hak verenler çıkacaktır, ama acele etmeyin- sert tutum takınıp kararlı duran Richard, düşünü kurduğu projenin yürümesi için eşini de çocuklarını da ikna etmeyi başarmıştır.

Richard Williams’tan söz etmeliyiz öncelikle… Beş kızı olan ailenin en küçükleri Venus ve Serena, daha doğmadan plan yaptığını öğreniyoruz. Yıllar boyunca da revizyona uğrasa da milim taviz vermemesi belirleyici, çünkü ince eleyip sık dokuyor, öyle çatıyor çatısını…

Eşiyle anlaşabilen Richard, çocuklarıyla iyi ilişkiler kurarken onların kültürlü yetişmesinin altyapısını da sağlıyor. Filmin bir adının da Kraliçe Oracene olması gerekiyor, ama erkek egemen sinema kültürü buna izin vermez. Babanın kurup hayata geçirdiği planlarındaki açıkları kapatan, aileyi dengede tutan, ama kararlılığını da gösteren anne Oracene’i es geçmek ayıp olur.

Bir aile filmi…

Film, bir ailenin ortak yaşamını anlatıyor. Anne baba başta, kardeşler de Venus ile Serena’nın başarılı birer tenisçi olması için ellerinden geleni yapıyor. Filmin yapımcıları, yürütücüleri, danışmanları arasında yer aldıklarını da belirtmek gerek.

Tenisçi olmayan siyahi (evet, ırkçı bakış hâlâ geçerli yaşamın içinde) anne babanın bir düş uğruna kızlarını dünyanın en iyi tenisçileri olarak yetiştirmelerinin akıllara durgunluk veren gerçek öyküsünü ergen çocukları olan anne babalar izlemeli muhakkak, kendilerine yönelik çıkaracakları çok kıymetli dersler olacaktır, çünkü bu bir rüya değil tek başına. Bu bir gerçek başarı öyküsü, hepimizin alkışladığı. Bir küçük not eklememe izin verin, senaryoda yer alan her şey yaşanmış; bir alkış da onun için hak ediyor film.

Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar (King Richard), (Biyografi, Aile, Dayanışma); Yönetmen: Reinaldo Marcus Green; Senaryo: Zach Baylin; Oyuncular: Will Smith, Aunjanue Ellis, Saniyya Sidney, Demi Singleton, Tony Goldwyn, Jon Bernthal… 19 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(17 Kasım 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Diz Kapağına Bir Kurşun

Cannes Film Festivali jüri ödülünü kazanan ‘Ahed’in Dizi / Ha’berech’, Nadav Lapid’in ülkesi ile yakıcı bir biçimde hesaplaşmasının öyküsü. İsrailli sinemacının kendi yirmili yaş deneyimlerinden yola çıkarak, yabancı bir ülkede yeni bir kimlik kazanmak, Fransa’da kök salmak için kendi dilinden ve kültüründen vazgeçmeye hazır genç adamın hikâyesi üzerinden ilerleyen Berlinale Altın Ayı ödüllü bir önceki yapıtı ‘Eş Anlamlılar / Synonymes’ ülkemizde de hayli ses getirmişti. Kimlik ve aidiyet sorununu ironik bir sinema diliyle beyazperdeye taşıyan yönetmen, Fransız Yeni Dalgası’nın tanınmış yapıtlarından Eric Rohmer filmi ‘Claire’in Dizi / Le Genou de Claire’ ile isim benzerliğinden başka bir ilgisi olmayan yeni filminde lâfını hiç esirgememiş.

Bardaktan boşanan yağmurun kameranın üzerine yağdığı bir Tel Aviv sabahında yeni filmi için seçmelerini sürdüren yönetmen Y, Lapid’in alter ego’su konumunda onun düşüncelerini bize aktarıyor. Film içinde filmin çıkış noktası, Filistinli aktivist Ahed Tamimi üzerine bir haber. Filistin’in en cesur kızı olarak adlandırılan Tamimi, çocuk yaşlardan itibaren darp edilen, hapse atılan aile bireyleri için direnişlere katılmış, 16 yaşındayken İsrailli bir askeri tokatladığı için ev hapsine alınmış bir aktivist. İsrail’deki Yahudi Evi Partisi’nden bir politikacının onun ‘en azından dizinden vurulması gerektiği, böylelikle ömür boyu ev hapsine mahkûm olacağını’ belirtiği rezil tweet’i üzerine bir film çekmeye karar veriyor Y.

Seçmeler sürerken Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine Berlin’de ödül kazanan filminin gösteriminde bulunmak üzere çölün ortasındaki küçük yerleşim merkezi olan Arava bölgesine gidiyor sinemacı. Sapir halk kütüphanesindeki gösterim için kendisini karşılayan bakanlığa bağlı görevli, yönetmenin büyük hayranıdır. Yakınlarda bir köyde büyümüş, kişisel ilgisi ve becerisiyle devlet katında yükselmiş Yahalom tarafından ağırlanan Y, baskıcı İsrail devletinden, sansür uygulamalarıyla sanatçıyı güdümüne alma gayretindeki kültür sanat birimlerinden intikam almak üzere, genç kadının hayranlığın sınırlarını zorlayan flörtöz yaklaşımını gözünün yaşına bakmadan kullanma yoluna gidecektir.

‘Ahed’in Dizi’ sert bir film. Yönetmen Y gençlik yıllarından başlayarak DNA’sına işlemiş baskıcı ve zorba devlet uygulamalarını nefretle haykırıyor. Geriye dönüşlerle Lübnan işgali sırasında Suriye – Lübnan sınırındaki travmatik askerlik deneyimlerine şahit oluyoruz. Kendi deyimiyle ‘olan biteni sessizce kabullenen İsrail halkının aptallığından zevk alır hale gelmesinden’ hicap duyuyor. Müthiş bir öfkesi var. Tel Aviv’li sanat çevresinden bir aileden gelmenin kibriyle esip savuruyor. Köyde yetişmiş, entelektüel bulmadığı ve burun kıvırdığı naif devlet görevlisine tepeden bakarken onu işbirlikçilikle itham ediyor. Arapların ruhunu sömüren, kendisine riayet etmeyen herkesi reddeden devlete ateş püskürüyor. Yeni kuşaklardan da bir o kadar umutsuz. Ancak yaralı bir hayvan gibi gözyaşı dökerken köklerine kopmaz bir bağla bağlı olduğunun da bilincinde. Hüznüne karışan öfkesi bundan.

Yönetmen Lapid alter ego’su aracılığıyla okları kendisine de yöneltiyor. Yüzümüze bir tokat gibi çarpan bildirisine, politik söylemine uygun bir estetik içinde sunuyor anlatısını. Otoyolda giden motosikletin tedirgin edici gürültüsü ile açılan film, alışılmadık kamera açıları, sağa sola, aşağı yukarı huzursuz panlarıyla yol alıyor. Ancak tüm kızgınlığı bir yana, Lapid’in güzel ülkesine ve yakınlarda ölümcül bir hastalıktan kaybettiği, önceki filmlerinin kurgucularından, oyun yazarı annesi Era Lapid’e içli bir veda mektubu ‘Ahed’in Dizi’. İki haftada yazılmış ve 18 günde çekilmiş bu çarpıcı filmi farklı duygularla izledim. Şaşırdım, etkilendim ve gıpta ettim. Kültür Bakanlığı destekli fonlara erişebilmek için suya sabuna dokunan meselelere pek fazla ilişmeyen, otosansürü gönüllü kabullenmiş bir çok sinemacımızı düşünerek hüzünlendim.

(11 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dün Gece Soho’da: Düşlerinin Götürdüğü Yer…

Her genç kızın rüyası, “Singer dikiş makinesi” olmuyor, ama her genç kız kendini ünlü, başarılı, mutlu hayal ediyor. Reklamdan yola çıkınca “genç kız” dedim, filmde de genç bir kız var, ama hayaller yaşlı genç, kadın erkek, köylü kentli hepimizin taşıyıcı gücü…

Yönetmen Edgar Wright, görselliği dorukta, sürükleyici bir film çıkarmış. Geçenlerde, okul yıllarından kalma bir notum geçti elime, “somut olmayan duygular filme aktarılamaz”… Yüz yıl öncesinin düşüncesiymiş. Her şeyi yapabilir, beyazperde aracılığıyla izlettirebilirsiniz. Yeter ki, isteyin ve ne istediğinizi bilin, ona göre de çalışın.

İngiltere’de, bir kasabada, moda tasarımcısı olmayı düşleyen Eloise, taşralı olmanın da etkisiyle okul arkadaşlarının arasına karışamaz. 60’lar modasına hayrandır zaten, düşlerini süsleyen de o dönemin ışıltılı hayatı olacaktır ister istemez.

Düşlerden doğan fantezi

Seyirci; bir yanıyla, yaşadığı mahcubiyetten kaynaklı olaylar nedeniyle mizah, bir yanıyla gece hayatının hareketliliğiyle doğru orantılı aksiyon, bir yanıyla da düşlerinden doğan fantezinin karışımıyla kendini filme kaptırıyor ve kendi düşlerinin gittiği yeri sorguluyor.

Tabii ki, her düş veya her düşbaz aynı son ile karşılaşmayacaktır. Kimi düşleriyle el ele yükselir kimiyse düşlerinin hüznünü yaşar. Eloise, o düşlediği yıllarda şarkıcılık yapmak amacıyla -kendisi gibi taşradan gelip çemberini kırmaya çalışan- Sandy ile kendini özdeşleştirir. Giderek düşten çıkıp gerçeğe ve buna dayalı olarak karabasana dönüşen olaylar dizisinde Yönetmen, ticari sinemanın beklentisine kapılınca şiddetin dozu yükseliyor.

Görsellik dorukta…

Eloise’in yeni yetme hayalleriyle kararları ve acemilikleri izleyicinin olduğu kadar film ekibinin de duygusunu aktarıyor. O nedenle de alabildiğine başarılı. Hatta öyle ki, kimi sahnelerde ne oyun(cuy)u ne mekânı ne de öykünün akışını hatırlıyorsunuz. Perdede yansıyan görsellik müthiş etkileyici, sürükleyici…

Kuyuya düşme, sinemacıların çok sevdiği bir trüktür, karanlık çeker filmdeki karakterleri ve gizem büyür. Dün Gece Soho’da da gizem büyüdükçe karanlık çekiyor izleyiciyi, ama dozu fazla geldi (bana). Sanki o görsel düzeyi yüksek düşlerle sürseydi, o heyecan yerini kâbusa bırakmasaydı, görselliğin değerlendirilmesinde ilk verilecek örnek filmlerden biri olurdu. Doğaldır ki, -en azından benim için- duygular belirleyici oluyor. Filmin ilk yarısını hiç unutmayacağım.

Dün Gece Soho’da (Last Night in Soho) (Mizah, Gerilim, Gizem, Aşk), Yönetmen: Edgar Wright; Senaryo: Krysty Wilson-Cairns, Edgar Wright; Oyuncular: Anya Taylor-Joy, Thomasin Harcourt McKenzie, Matt Smith, Terence Stamp, Diana Rigg, Rita Tushingham, Michael Ajao… 12 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(11 Kasım 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com