Kategori arşivi: Yazılar

Hayatı Akışına Bırakmak

Amerikan sinemasının bağımsız kalmakta direnen yeni kuşak yönetmenlerinden Mike Mills’in son çalışması ‘Yaşamaya Bak / C’mon C’mon’, radyo programcısı Johnny ile kısa bir süreliğine bakma görevini üstlendiği minik yeğeni Jesse arasındaki yetişkin-çocuk bağları üzerinden gelişen sımsıcak bir yol filmi. Amerika’yı bir uçtan diğer uca kat ederek çocuklarla röportaj yapan deneyimli gazeteci onlarla hayatları hakkında konuşuyor, gelecekten neler bekledikleri, nelerin nasıl değiştiği, nelerden ilham aldıkları ya da nelerden heyecan duyduklarına dair sorular soruyor. Aldığı basit yanıtlarla üzerinde yaşadığımız gezegenin gidişatı hakkında endişelerinin sağlamasını da yapıyor. öte yandan: doğanın tahribatı nelere yol açacaktır, şehirlerimiz nasıl değişecektir, aileler aynı mı kalacaktır, bizlerden geriye ne kalacaktır ya da neler unutulacaktır.

Bu karşılıklı alışverişte orta yaşlara gelmiş gazeteci kendi kişisel arayışlarına, hayata dair sorularına da bir yanıt arar gibidir. Yalnız yaşamaktadır. Oğluna toz kondurmamış annesini çileli bir Alzheimer süreci sonrasında bir yıl önce kaybetmiştir. Pek anlaşamadığı kız kardeşi ondan bir ricada bulunur. Ciddi psikolojik sorunları depreşmiş müzisyen kocası ile ilgilenmek için oğlunun bir süre dayısı ile birlikte kalmasını ister. Bu bakıcılık olayı elde olmayan nedenlerle biraz uzayınca dayı-yeğen Johnny’nin farklı kentlerdeki çalışmalarını birlikte sürdürme yolunu seçerler.

Mills kişisel hayatını filmlerine kaynak olarak kullanan bir sinemacı. Bizde sinemalara gelmeyen ama festivallerde izlenen 2013 yapımı ‘Aşkın Halleri / Beginners’ta yetmişli yaşlarının sonlarına doğru eşcinselliğini açıklayan babasından, 2016 yapımı ’20. Yüzyılın Kadınları / 20th Century Women’da yetmişli yılların Güney Kaliforniya’sında annesi ile ablasının kadın olma mücadelesinden ilham almıştı. Bu defa bugünden geleceğe bakarak yetişkin-çocuk ya da ebeveyn-çocuk ilişkisinden yola çıkıyor ve gezegenin geleceğine dair kaygıları üzerine serbest vezin bir denemeye girişiyor. Yönetmen filmini büyük ölçüde doğaçlama çekmiş. Küçükleri dinliyor, onlarla yakın bir bağ kurma çabası içine giriyor. Doğaçlama röportajlar ile Jessie ile Johnny’nin kurgusal ilişkisi koşut olarak gelişiyor. Sinemacı ebeveynlik denen deli sorumluluğun zor hallerini dile getirirken, çocuğun yetişmesinde kadınlara haksızca aşırı bir biçimde yüklenilmesini tartışıyor. Karşı cephede ise çocuk olmanın zor hallerini Jesse’in huzursuzluklarında, arayışlarında, özlemlerinde gözlemliyoruz. Velhasıl birbirlerine iyi geliyor bu ikili. İçinde bulunduğumuz o mutlu, üzgün, dolu, boş, sürekli değişen hayata anlam vermeye çalışacağız elbet, ancak tuhaf güzellikteki bu dünyada çoğu şey unutuluyor her geçen gün. Johnny çocuktan alıyor öğüdü: hayatı akışına bırak hadi, hadi.

Siyah beyaz özenli sinematografisiyle yağmurlu gri New York kentine selam çakan bu çok farklı deneme, rengarenk Joker personasını silkinip göbeğini salmış radyo gazetecisine bürünen usta oyuncu Joaquin Phoenix ile 9 yaşındaki büyük yetenek Woody Norman’ın enfes performansları eşliğinde keyifle izleniyor.

(16 Haziran 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Adaletin Ahlakı Yoktur

“Biri, denetimsiz sürdüğü arabayla trafik kazası yapar. Birine vurur, öldürür ve hemen kaçar. Bir görgü tanığı vardır, ilk anda teşhis ederse de mahkemede tanıyamadığını söyler… Sanık, ister istemez tahliye edilir. Kaza yapan suçsuz bulunup salınır, özgürlüğüne kavuşur. Biz buna adalet diyoruz.”

Usta yönetmen Martin Campbell, iyi ve yıldız oyuncu Liam Neeson ile gerçekten gizemli ve bir o kadar da sürükleyici bir film çekmiş. Neeson, başarılı bir kiralık katildir, ama artık yaşlanmıştır ve son bir “iş” alır. Öldüreceğinin, 13 yaşında bir kız olduğunu görünce vazgeçer.

Jef Geeraerts’in, Bir Katilin Hafızası romanından, yönetmen Erik Van Looy’un uyarladığı, 2003 yılında vizyona giren filminin yeni uyarlaması Memory (Geçmişe Dönüş). Önceki filmi izlemediğim gibi romanı da okumadığım için Campbell’in, gerilimi doruğa çıkardığını söyleyebiliriz. Buradaki gerilim sadece kiralık katilin yaşadıklarıyla sınırlı değil, polis teşkilatının, dedektiflerin ve diğer insanların yaşamlarını da kapsayan geniş bir yelpaze. Yönetmenin de görüşü aynı doğrultuda, okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla; “psikolojik bir gerilim” olarak niteliyor filmini.

Katil, polislere geç kaldıklarını söylüyor; polis de kendi işlerini bir katilin yaptığını… Biri katil olmasına karşın, çocukların fuhuşa sürüklenmesine karşı çıkıyor; itibarlı kişiler adalet diye kendi çıkarlarını düşünüyor.

Yukarıdaki örnek filmden… Sahi, adalet nedir diye soruyorsunuz film boyunca, hem kime göre ve neyle bağlantılı? Mahkemelerde adalet dağıtılıyor ve tartışılmaz kararlar veriliyor. Peki, nereye kadar doğru bu kararlar? Bizim ülkemizle bağlantısını kuracaksınız, -ister istemez. Sadece trafik kazası değil, sosyal, siyasal cinayetler de gelecek aklınıza. Hiç farkı olmadığını, hepsinin sanki birbirinin kopyası olduğunu göreceksiniz.

Film, ihkak-ı hak mı (kendi sorununu kendin çöz) öneriyor? Tabii ki, hayır! Kesinlikle böyle bir şey düşünmüyorsunuz. Ancak filmin sonunda, salondan çıkarken, (en azından benim için geçerli) hiç de rahatlamadım. Kesinlikle mutlu son değildi, ama aynı oranda mutsuz da sonlanmadı film. İkinci veya üçüncü, hatta sayısını unuttuğunuz kadar çok kez soracaksınız “adalet nedir ve nasıl yerine gelir”.

Öykünün sürükleyiciliğinin yanı sıra yönetmenin mizanseni, oyuncuların başarısı sizi filmin içine çekiyor. Siz de Alex (Neeson) oluyorsunuz ve fikir yürütüyorsunuz. Sahi, siz kiralık katil olsanız ve son olarak aldığınızı işi yarım bırakır mısınız? Kafanızda oluşan soru işaretleri yaşam boyu bırakır mı peşinizi?

Geçmişe Dönüş (Memory), aksiyon, psikolojik gerilim, Yönetmen: Martin Campbell, Senaryo Dario Scardapane, Oyuncular: Liam Neeson, Guy Pearce, Monica Bellucci, Taj Atwal, Ray Fearon, Harold Torres… 17 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Haziran 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Görkemli Bir Yaz Eğlencesi

Steven Spielberg’in Michael Crichton’ın romanından sinemaya uyarladığı ‘Jurassic Park’ sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük gişe canavarlarından biridir. 1993 yapımı film çok ilgi görünce iki devam filmi geldi haliyle. 2015 yılında ise Spielberg’in yürütücü yapımcılığı altında uzun ömürlü serinin ‘Jurassic World’ başlıklı ikinci evresi devreye girdi. Çağlar öncesinden gelen yaratıkların serüvenini noktalayan altıncı ve son film ‘Jurassic World: Hakimiyet / Jurassic World: Dominion’ dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime girmiş bulunuyor.

Yaklaşık 30 yıldır popüler sinema dünyasının ikonlarından biri haline gelmiş olan bilim-kurgu yapımın ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’ adlı bir önceki bölümünde ünlü tema parkına mekân olmuş Kosta Rika açıklarındaki Nublar adasının bir volkanik patlama ile tarumar oluşunun ardından farklı türlerdeki dinozorlar zengin iş adamı Benjamin Lockwood’un Kuzey Kaliforniya’daki malikanesinin bulunduğu özel araziye nakledilmişti. Burada sahibinden izinsiz süper güce haiz tamamen yeni bir dinozor türünün (Indominous Rex) üretildiğine ve bu güçlü yaratığın olası savaş mahallinde itaatkâr bir silâh olarak kullanılmak üzere tasarlandığına tanık olmuştuk. Yine bu bölümde Lockwood’ın genç yaşta ölen kızı Charlotte’un genlerinden yola çıkarak Maisie adlı klonunun yaratıldığını izlemiştik.

Aradan geçen 4 yılda dünyanın dört bir yanına dağılan tarih öncesi çağın yaratıkları ile dünyamız artık hayal edilemeyecek tehditlere karşı hazırlıklı olunması gereken tam anlamıyla bir ‘Jurassic Dünya’ haline gelmiş, Bering Denizi açıklarında ‘Jaws’ın dev köpekbalığı gibi sudan çıkıp denizcileri avlayanından tutun, New York gökdelenlerinin tepesinde yuva kurmuş olanlarına kadar dinozorlar insan ırkı ile birlikte yaşamaya başlamıştır. Serinin geçmiş bölümlerinin hakim kuruluşu InGen yerine yeni dönemin Biosyn’i İtalya’daki Dolomiti dağlarında konuşlanmış araştırma merkezinde bir yandan çağın ölümcül savaşlarında binlerce askerin yerini alabilecek yenilmez türler geliştirirken, Mezozoik zamanın Kratase dönemi genlerine sahip dev çekirgeler aracılığıyla, küresel kıtlığın nedeni olabilecek dünya besin zinciri üzerinden tehlikeli oyunlara girişmiştir. Diğer yandan, yasadışı dinozor damızlık tesisleri türemiş ve kaçak avcılar vasıtasıyla dinozorlar için dünya çapında bir yeraltı pazarı oluşmuştur.

Bu sırada önceki filmlerden aşina olduğumuz yırtıcı Reptor Blue’nun yavrusu ve de insan klonlama yoluyla yaratılmış Maisie kaçak avcılar tarafından kaçırılır. Serinin ana karakterleri Blue’nun eğiticisi Owen Grady (Chris Pratt) ile Maisie’ye ebeveyn olarak göz kulak oldukları uzatmalı sevgilisi Claire (Bryce Dallas Howard) dostlarını kurtarmak üzere harekete geçerken, özgün ve nostaljik ‘Jurassic Park’ karakterleri, sırasıyla paleontolog Alan Grant (Sam Neill), paleobotanist Ellie Sattler (Laura Dern) ve profesör Ian Malcolm (Jeff Goldblum) dev çekirgeler sorununu çözmek için Biosyn’in merkez üssüne sızarlar.

‘Jurassic World: Hakimiyet’ uzun soluklu seriyi sonlandıran, bunu yaparken eski yeni tüm ana karakterlere olduğu kadar, gerilim, korku, aksiyon türünün bilinen tüm formüllerine selâm çakan bir final serüveni olmuş. Sierra Nevada’lı dino kovboyların at üzerinde kementle dinozor yakaladığı başlangıcın ardından, kaçırılan yavru dinoyu annesine geri getirme sözü verilen tipik bir ‘Lassie’ hikâyesine, oradan Malta adasındaki Bondvari ölümcül kaçıp kovalamacaya evrilen yapım nostaljik karakterlerin serinin artık orta yaşa gelmiş ya da geçmiş eski hayranlarını hedefleyen anılarına bağlanıyor. ‘Kuşlar’, ‘Arılar’, ‘Dev Tohumu’ gibi klasiklerin tutmuş formülleri ödünç alınırken, serinin esas kahramanları dinozorlar farklı tasarımlarıyla korku ve dehşet katsayısını gitgide yükseltiyor. Eskinin T-Rex’inden daha da kocaman dünyanın en büyük et oburu Giganotosaurus ikiziyle birlikte ortalığı mahşer yerine döndürürken, Owen ile pilot Kayla’nın buzullar üzerindeki tavus kuşu misali kanatları olan ürkütücü komik dino ile olan evlere şenlik mücadelesinde kendi adıma pek eğlendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

Evet sonuçta görkemli bir yaz eğlencesi bu. Hele hele IMAX düzeninde izlendiğinde izleyiciyi çocukluk yıllarına götüren hayli şamatalı bir seyirlik. Dünyamızı ve ırkımızı yok olmaktan kurtarmak kendi elimizde ve bu güzel doğada tüm canlılar uyum içinde yaşamalıyız minvalinde güzel mesajları da var. Ancak okul öncesi çocuklar için fazla ürkütücü olabileceği konusunda uyarımızı yapalım.

(09 Haziran 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Duygu Paylaşımı mı, Sapıklık mı?

Yoğun bir çalışmanın ardından tatili hak ettiklerini düşünen erkekler kardeş, eşleri arkadaş iki çift, hafta sonunu geçirecekleri bir ev tutarlar. Ağabeyin yakın iş arkadaşı kardeşin sevgilisidir, yani birbirlerini tanıyan insanlardır ve birlikte tatil yapmaları çok doğal bir gelişmedir.

Orijinal adı The Rental (Kiralık) olan film, bizde Issız Ev olarak gösterime giriyor. Tatil modunda alınan alkol ve uyuşturucunun etkisiyle ağabey ile kardeşinin sevgilisi olan iş arkadaşı sevişirler. Sabah, ilk iş olarak birinin eşini, diğerinin sevgilisini çok sevdikleri ve onlara karşı sorumlulukları olduğunu bu kaçamağın unutulması gerektiği konusunda hemfikir olurlar. Bu, her ne kadar sorunsa da, kimseye duyurmayacakları ve tekrarına izin vermeyecekleri için içlerinde bir soru işareti olarak kalacaktır. Ancak bir tacizcinin, röntgencinin kamerasını bulduklarında işler karışır.

Bize yüzünü hiç göstermeyen o röntgenci sapık başka kurbanların peşine düşmüştür bile…

Sorunun iki yüzü…

İnsanlar eşlerini, sevgililerini ne kadar severlerse sevsinler, ne kadar değer verirlerse versinler, duygularına yenilip kaçamak yaşayabilir. Bu kabul edilebilir bir şey midir? Birçoğumuz “ben yapmam” dese de, kaçamaklar yaşanıyor. Kadınlar erkekleri suçlarken erkekler de kadınlara yüklüyor. Doğaldır ki bu kaçamaklar ne karıncalarla ne de ağaç kovuklarıyla yaşanıyor. Film bunu işlese de sonucu izleyiciye bırakıyor. Zaten gidişata göre sapıklık belirleyici bir sorun filmde… Belki de devam filmi için ucu açık bırakılmıştır…

Merdiven altından kadınların bacaklarını çekenlerin haberlere yansıdığı bir gerçek. Bu tür gizli kamera ile daha organize röntgencilik kolay yakalanmayacak bir sapıklık. Ama hiçbir cinayet kusursuz değildir denir ya, hiçbir sapıklık da uzun uzadıya gizli kalamaz.

İki ucu olan Issız Ev, önemli bir soruna değiniyor; özellikle de tatil yörelerinde günübirlik tutulan evlerde yaşanması olası benzer sorunlara…

İnsanların evlerini tatil amaçlı kiralatan uluslararası bir sistem olan AirBNB’nin kurucusu, “Issız Ev”in temeli olmuş: “İnsanların yatak odaları, banyoları gibi en mahrem alanlarının fotoğraflarını herkese açık olarak yayınladığı bir web sitesi AirBNB, bu mahrem alanlar insanlar evinize uğradığında genellikle kapalı tuttuğunuz türden odalar. AirBNB ile insanlar tamamen yabancıları internet üzerinden evlerinde uyumaya davet edecekler.”

Normalde, özellikle Covid 19 sonrası kimse kimseye güven(e)mezken, iki günlüğüne de olsa bir yabancının evinde kalmaya ikna olabiliyor.

Alabildiğine yalın anlatımı, ucuz sayılabilecek prodüksiyonu ve az oyuncusuyla gerçekten etkili bir film yapan yönetmen Dave Franco, filmini, bu durum, bu dünyadaki gerçek korkulara dokunabilecek bir gerilim filmi olarak niteliyor, tam da bu açıklamadan yola çıkarak.

Her şey bir tarafa, konunun sizler üzerinden döndüğünü düşünsenize… kaldı ki kaçamak bile yapmasanız da, nasıl büyük bir gerilim ve korku!

Issız Ev (The Rental), gerilim, korku, Yönetmen: Dave Franco, Senaryo: Dave Franco ve Joe Swanberg, Oyuncular: Alison Brie, Dan Stevens, Jeremey Allen White, Sheila Vand… 10 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(08 Haziran 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Gün Işığı Umudu ile Gecenin İçinden Geçenler

Panah Panahi’nin yönetmenliğini yaptığı ‘Yola Devam / Jaddeh Khaki’ bir yol hikâyesini konu alıyor. Feleğin çemberinden geçen bir çekirdek aile kendi aralarındaki ilişkiler gibi engebeli kırsalda yolculuk etmektedir. 6 yaşındaki küçük kardeş tüm saflığı ile arabanın içinde cıvıldarken, anne baba ve 20 yaşlarındaki büyük oğul temkinli suskunluklarını sürdürür. Küçük çocuğun yanında havadan sudan konuşulur ama dert büyüktür. Araba İran’ın kuzeybatısındaki Türkiye sınırına doğru yol alırken ailenin sırrı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar.

Yönetmenin soyadından Cafer Panahi’nin akrabası olduğunu düşündüğünüzde yanılmadınız. Geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapmış filmin yaratıcısı İranlı ustanın 38 yaşındaki oğlu. Rejim tarafından ev hapsine mahkum edilen, yurt dışına çıkması yasaklanan Cafer Panahi’nin sabit planlar üzerinden ilerleyen daha ciddi görünümlü sinemasından farklı olarak hayatı kederi ve coşkusuyla kucaklayan bir filme imza atmış genç Panahi. Oğullarının kanun dışı yollardan ülke dışına çıkabilmesi için varını yoğunu gözden çıkarmış ailenin bireyleri, hüzün ve mizahın birbirini dengelediği bir yolculukta yaşama tutunuyor. Sosyoloji okumuş büyük oğlan Ferit ise düşünceli. Gün Işığı umudu ile gecenin içinden geçen, Panah’ın içinde olduğu genç kuşaklar daha iyi bir ülke ve daha iyi bir hayat için mücadele etmiş ve ellerinde yalnızca hayal kırıklığı kalmıştır. Oğul Ferit de bir çok arkadaşı gibi ülkesinin mevcut durumundan ümitsiz geleceğini yabancı diyarlarda kurma arzusundadır. Geride bıraktığı ailesi veda vakti gelmiş olsa da ayrılık hüznünü içlerine atıp yaşamaya devam edeceklerdir. Yolculuk sırasında Schubert’in hüzünlü andantinosuna (la majör 20. No’lu piyano sonatı, ikinci bölüm) Farsi popüler ezgiler karışır. Araba içinde İslam Devrimi öncesinin şen şakrak popüler şarkıları ile dans edilir, kaybın acısı yaşam enerjisi ile giderilmeye çalışılır.

‘Yola Devam’ küçük boyutu içinde kalplere gönüllere seslenen bir büyük film. İran sinema geleneğinin, genç Panahi’nin ustası Kiarostami’nin ve de onların izini sürmüş Nuri Bilge Ceylan külliyatının etkisini hissedebiliyorsunuz filmde. Oğul Panahi’nin Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’nda kullanmış olduğu Schubert ezgisini kullanmayı tercihi bu açıdan anlamlı. Bir sohbet esnasında annesinin sorusu üzerine Ferit sinema tarihinin en büyük filmi olarak gördüğü eşsiz Kubrick başyapıtı ‘2001’in Zen huzurundan ve onun hayata bakışını değiştirdiğinden söz ediyor. Ferit karakteriyle kendi duygularını açığa vuran Panahi, kamp yerinde baba oğulun astronot misali gökyüzüne yıldızlar alemine yükseldiği fantastik sekans ile hislerine görsel bir karşılık sunmayı da ihmal etmiyor.

Daha fazla dramatik hale getirmemek için veda faslını çok uzak tek planda çeken sinemacı, ailenin doğanın içinde eridiği güzelim sekansta sinemacı kumaşının altını çiziyor. Ağlamayı susturmak için gülen karakterler eve dönüş yolunda şarkılara sığınıyor, devrim sonrasında İran’ı terk etmek zorunda kalmış şarkıcıların ezgileri ile avunmaya çalışıyor. Annenin gözyaşları, babanın acı mizahı ailenin en küçüğünün çocuksu coşkusuna karışırken, biz izleyiciler boğazımızda düğümlenmiş bir hıçkırık ile ayrılıyoruz sinema salonundan.

(03 Haziran 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Eril Şiddetin Çeşitlemeleri

Alex Garland, geçtiğimiz yıl Cannes’da görücüye çıkan son filmi ‘Adamlar’ ile bu haftadan başlayarak sinemalarımızı ziyaret ediyor. Film, Londralı genç bir kadının trajik bir kaybın ardından yaralarını sarıp iyileşmek umuduyla İngiltere kırsalına gelişiyle açılıyor. Fırtınalı bir evliliğin ardından geçmişi 500 yıl kadar öncesine dayanan yeşilin tam göbeğindeki hayal taşra evine yerleştiğinde ve çiseleyen yağmur altında bedenini doğaya bıraktığında mutludur Harper. Ancak bu anlar çok uzun sürmez. Etrafını çevreleyen ormanda onu takip eden tekinsiz şahsı fark ettiğinde dehşete kapılır. Kaldığı evin kapısına dayanan anadan üryan adamın polis tarafından yakalanması tehdidi ortadan kaldırmayacak, köy civarında karşılaştığı her yaş ve meşguliyetten adamların küçümser bakışları genç kadının rüya tatilini kâbusa çevirecektir.

Yönetmenlik koltuğuna oturduğu 2015 yapımı çok ses getirmiş ‘Ex Machina’dan beri toksik erillik üzerine bir kadın yönetmeni aratmayacak keskinlikle lafını esirgememiştir Garland. Uzaydan dünyaya sirayet eden ve canlı genetiği ile oynayan esrarengiz parıltının gizemini çözmeye çalışan kadın bilim adamı askerlerden oluşmuş ekibin dehşetengiz serüvenini anlatan 2018 yapımı ‘Yok Oluş / Annihilation’ın ardından, son çalışmasıyla eril buyurganlığa neşter atmayı sürdürüyor. Tehlike bu defa yapıtaşları yozlaşmış bitki ve hayvanlar değil, bizzat kanlı canlı erkekler. Harper’ı takip eden meczup adam dışında, ev sahibi tuhaf taşralı Geoffrey’den başlayarak köyün sakin ve buyurgan papazı, küfürbaz ergen delikanlısı, küçük barın işletmecisi ve barın müdavimlerine ilaveten yerel erkek polis dozu giderek artan bir eril baskıya tabi tutuyorlar genç kadını. Çıplak meczup bir şey çalmadığı için polis tarafından salıveriliyor. Köy papazı onu güzelliğini kontrol almamakla ya da ona kaba davranmış eski kocasının özrünü kabul etmediği için suçluyor. Taşralı ev sahibi genç kadınla ilk karşılaştığında bahçedeki elma ağacından ‘yasak meyva’yı kopardığı için amiyane bir şaka yapmaktan kendini alamıyor vs.

Garland Hristiyanlığa ve Pagan döneme ait imgelerle erkeğin kadına bakışını görselleştirmiş. Elmayı ısıran Havva ya da Orta Çağ ertesinde kiliselerde de sıkça rastlanan ‘abartılı vulvaları’ ile dikkat çeken ‘Sheela na gigs’ adı verilen taşa oyulmuş kadın figürlerini defalarca kullanıyor. Çıplak adam karakterini yaratırken yine eski çağların ‘Yeşil Adam’ (Green Man) mitolojisinden yararlanıyor. Bu ikonografik sembollerin eşlik ettiği korku sarmalıyla Harper’ın başına gelenleri anlatmaya koyulurken, genç kadının siyahi eski eşi dışında bütün erkeklerin makyaj ve bilgisayar efekti marifetiyle aynı aktör (tanınmış Shakespeare oyuncusu Rory Kinnear) tarafından canlandırıldığı dahiyane bir buluşla, hangi konumda olursa olsun toksik erkekliğin her adamda bir nebze olsun barındığına dikkat çekmek istiyor.

Harper’ın her saldırıda aynı adamı görüp görmediği duygusunu, keza yaşananların gerçek mi yoksa genç kadının kurtulamadığı suçluluk duygusunun tezahürü olup olmadığını izleyiciye bırakmış Garland. Geriye dönüşlerde öfkeli turuncunun, iç mekânda tekinsiz kırmızının ve doğada yeşilin binbir çeşidinin kullandığı bir renk paleti tercih edilmiş. Başrolde son olarak ‘Karanlık Kız / The Lost Daughter’da izlediğimiz son dönemin başarılı kadın oyuncularından Jessie Buckley’i izlediğimiz yapım ikonografik semboller, Homeros’tan alıntılarla ilerlerken ortaya somut gerçekler sunarak bıyık altından gülercesine kafa karıştırmayı seçmiş İngiliz sinemacı. Bunlar da yetmemiş, ürkütücülüğün doruğa ulaştığı kanlı finalde kafa kol yararak ve de doğurganlığı erkek bedenine taşıyarak ardı arkası kesilmeyen erkek eril şiddetini abartılı bir biçimde görselleştirmeye yönelmiş. Bu şiddet sarmalını Lesley Duncan’ın Elton John ile seslendirmiş olduğu ‘aşka açılır kapı’ sözleriyle başlayan 70’lerin popüler aşk şarkısı ‘Love Song’ ile ti’ye almayı da ihmal etmemiş.

‘Adamlar’ ya sevilecek ya da nefret edilecek o cehennemi bıçak ucu yapıtlardan. Kalabalık bir salondan çıktığımda özellikle kadın izleyicilerin ‘tiksinme’ duygusunu bastıramadıklarına tanık olduğum aşırılıklarla dolu bir yapım. Ancak kadına şiddetin ülkemizde ulaştığı boyut ve kadınların devlet başkanı tarafından ‘sürtük’ ilan edildikleri bir ülkede uyuyanları uyandırmak açısından şok etkisi yaratacak bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

(02 Haziran 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Uzlaşmaz Bir Çelişki: Yola Devam

Anadolu için medeniyetler beşiği tanımı gerçekten doğrudur. Şairin de dediği gibi “Orta Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu toprak…”, yani Anadolu göç yollarının da kesiştiği yerdir.

Jafar Panahi’nin oğlu Panah Pahani, ilk filminde günümüzün en önemli gerçeği olan göç, göçmenlik konusunu işliyor. Kimdirler, nereden gelip nerede giderler, neden ve niye kaçıyorlardır, nereye ve nasıl varacaklardır ve birçok benzeri soruyla sürdürülebilir, ama önemli olan yaşanan durumdur. Ne kim olduklarının önemi vardır ve nereye gittiklerinin; çünkü hemen tüm dünyada insanlar zorunlu göç içerisinde… Siyasi, ekonomik, ekolojik veya başka nedenlerle, sadece kaçıyorlar hem de bir bilinmeze…

Bu denli önemli bir sorunu yol boyunca, hem de arabadan inmeden sadece izliyoruz. Sahi, gerçeğini de izliyoruz sadece. Birilerinin söylediği (yalanlar) büyüyüp kocaman bir kaya gibi üzerimize düşse de gerçeği görmek yerine izlemek ve o yalanlara inanmaktan başka bir şey yapmıyoruz.

Göçmenlik giderek artıyor. Kimseler yerlerine yurtlarına sığmıyor. Bu, giderek büyük bir sorunun ilk kıvılcımları… Bu, hepimizi saracak ve sarsacak büyük bir yangın aslında…

Şaşırtıcı yolculuk

Büyük oğul (arabayı da kullanıyor) insan kaçakçılarıyla buluşmaya gidiyor, anne babası ve küçük kardeş de birlikte… Babanın ayağı kırılmış (mı, yoksa yalandan alçıya alınmış da numara mı yapıyor belli değil), anne ise yavrusundan ayrılacak olmanın haklı hüznüyle ne yere sığıyor ve göğe… Küçük kardeşe göre yaşananların hepsi bir oyun. Zaten sadece çocuklar masum, bilebildiğimiz kadarıyla. Küçük bir an uykuya yenilen annenin, gözünü açtığında “neredeyiz” sorusuna, küçük oğulun “öldük” yanıtı, filmin ana mesajı…

Açılışta, babanın alçılı ayağına çizilmiş piyanonun tuşlarına basarak filmin müziğini yapan çocuk, aslına bakarsanız bir buçuk saat boyunca yaşanacakların da habercisi…

Kelimesiz anlaşma…

Aile, belki de sadece birbirine karşı dürüst. Küçük çocuğa yaklaşım, büyük çocuğu annenin rahatlatma çabası, birbirleriyle sözsüz konuşma yani bakışmalardaki anlam çok şey anlatıyor.

Haberlerden de takip ediyoruz; Afrika’dan Avrupa’ya, Suriye’den Türkiye’ye, Afganistan’dan Batıya, Uzakdoğu’dan diğer ülkelere, Ukrayna’dan Avrupa ülkelerine, Meksika’dan ABD’ye, Latin Amerika ülkelerinden Avustralya’ya ya da Avrupa’dan Latin Amerika ülkelerine pek çok nedenle insanlar göçüyor. Zor koşullara karşın yollara düşmekten asla vazgeçmiyorlar, ucunda ölüm olsa bile. Filmde izlediğimiz aileden pek farkları yok. Gittikleri yerde “öteki” olacaklarını biliyorlar; onun için de içlerinde bilinmez bir korkuyla karışık acı… Kalanlar da benzer aslında; gidenlerin bir meçhule gittiklerini biliyorlar: Gidip de dönememek, dönüp de görememek var. Uzlaşmaz bir çelişki.

Yola Devam (Hit the Road), dram, Yönetmen ve Senarist: Panah Panahi, Oyuncular: Pantea Panahiha, Hasan Majuni, Rayan Sarlak, Amin Simiar. 03 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(02 Haziran 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Düşünme Sadece Yap

‘Top Gun’ Hollywood – Pentagon işbirliğinin çok ses getirmiş ürünlerinin başında gelir. 1986 yapımı özgün film, ABD’nin Vietnam bozgunu ertesinde hem dünya devletlerine, hem de 70 sonlarında Amerikan Sineması’na ağırlığını koymuş Vietnam savaşı ve sonrasını neşter altına yatıran bir dizi güçlü sinema eserine bir cevap niteliğindedir. 24 yaşının ataklığıyla şöhret merdivenlerini hızla tırmanmakta olan Tom Cruise ve genç oyuncular ekibinin Tony Scott yönetiminde kotardıkları yapım, maço gençlik ateşi, cüretkâr cinsellik soslu militarist söylemi ile ABD Savunma Birimlerinin Hollywood kanalıyla yığınlara enjekte etmiş olduğu en başarılı propaganda yapımlarından biridir.

İlk filmden tam 36 yıl sonra gelen devam filmi ‘Top Gun: Maverick’ de geçen uzun süre içinde formunu çok iyi korumuş olan Cruise beklentileri aşmış. ABD Hava Kuvvetleri’ne yılmadan (!) hizmet vermiş, Bosna’da Irak’ta savaşmış ama gözü rütbede olmamış albay Pete Mitchell (nam-ı diğer Maverick), tertiplerinin amiral ya da senatör olduğu 30 küsur yılın ardından ‘Top Gun’a geri çağrılıyor. 1969 yılında Jet Muhabere Okulu resmi ismiyle kurulmuş ve ülkenin en gözde genç pilotlarının eğitildiği ‘Top Gun’ adıyla anılan kurumda bu defa uçması değil ‘çok gizli ve tehlikeli bir görev için’ genç pilotları eğitmesi isteniyor ondan. Başına buyruk bir devletin (hangisi acaba?) Nato’ya aykırı devreye sokulmuş, sarp kanyonlar arasına konuşlanmış gizli uranyum geliştirme tesisini yok etme görevidir bu.

Deneyimli Maverick eğitimci olmayı istemez önce. Lakin devir değişmiştir. Gelecek dört nala gelirken, insansız uçakların geliştirildiği çağımızda farklı bir yerinin olmadığı ima edilir ona. Ancak adamımız ‘son kovboylar’ misali ‘yaşayan en hızlı insan’ lakabına uygun olarak harekete geçer. Donanmanın en iyi pilotlarına yaşam ile ölüm arasındaki çizgiyi belirleyecek 3 haftalık altın eğitimine başlar. Teknolojik avantajlarının olmadığı bir it dalaşında yönetmelikleri çöpe atar önce. Ve onlara ‘düşünme sadece yap’ mottosu ile karşı tarafın bilmediği kokpit becerilerinin sınırlarını aşmasını öğretmeye koyulur.

Zamanında çok izlenmiş yapıma 36 yıl aradan sonra bir devam filmi çekildiğini duyduğumda burun kıvırdığımı hatırlıyorum. Öyle ya 60 yaşına gelmiş Cruise gençlik anılarının altından kalkabilecek miydi. Sonucun herkesin beklediğinden parlak olduğunu baştan söyleyebilirim. Yeni nesil ‘Top Gun’ orijinaline saygıda kusur etmiyor. Geçmiş anılar, hayattan ayrılanlar fotoğraflarla yad ediliyor. Şimdinin oramirali ‘Iceman’ lakaplı Tom Kazansky (Val Kilmer) duygusal bir sahne ile filme dahil ediliyor. Tom Cruise motosikleti, ceketi ve eski kız arkadaşı Penny (Jennifer Connelly) ile gençliğindeki kadar ateşli değil belki ancak bedeninin tüm fitliği ile gençlerle aşık atıyor. Hans Zimmer’in filmi sarmalayan müziği ve Lady Gaga’nın yorumladığı ‘Hold My Hand’ bir Oscar galibi olan ‘Take My Breath Away’ kadar olmasa da kulağı okşuyor. Maverick’in bir uçuşta kaybettiği can dostu Goose’un pilot oğlu Bradley ‘Rooster’ Bradshaw (‘Whiplash’ten Miles Teller) ile Maverick’in öfkeden sevgiye uzanan baba-oğul dayanışması filmin duygu rüzgarını yükseltiyor.

Film 80’li yılların aksiyon sinemasının etkisini koruyor ve bilgisayar efektlerinin asgaride kullanımı biz eski kuşaklar için mutluluk veriyor. Marvel seri yapımlarına düşkün genç izleyicinin aksiyon ile duygusallığı ustaca kaynaştırmış bu eski usul Joseph Kosinski filmini nasıl karşılayacağını ben de merak ediyorum doğrusu. Ve Pentagon – Hollywood işbirliğinin bu yepyeni göz alıcı ürününü izlemek isteyenlere, imkanları var ise IMAX salonlarını tercih etmelerini öneriyorum.

(27 Mayıs 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Hız ve Zaman Önemli: Top Gun Maverick

Otuz yılı aşmış, herkesin o zamandan beri hiç unutmadığı, hep andığı, buna da bağlı olarak gençlerin de (internetin yüzü suyu hürmetine) tanıyıp sevdiği Top Gun, devam ediyor, ama bu kez bir kahraman olarak: Maverick.

Tom Cruise, ilk filmde de kahramandı, ama filmin başka bir hesabı (hedefi diyelim) vardı. Filmin taşıyıcı teması rekabetti ve bu, sadece işte değil hayatın her alanında yer alıyordu. Bununla birlikte büyük ve yıkılmaz bir dostluktan da söz etmeliyiz; şairin şiirce dillendirdiği “fırtınalarla sınanmış”.

Görüntünün güzelliği…

Bilgisayar tabanlı görüntüleme (CGI) artık her filmde kullanılagelen bir teknik. Birçok şeyi kolaylaştırıyor, ucuza mal edilmesini sağlıyor, zaman kazandırıyor ve daha birçok şey…

Top Gun Maverick’in en büyük özelliği bilgisayar teknolojisinden kaçınması. Buna da bağlı olarak görüntünün etkisi alabildiğine artıyor. Belki alışkın olduğumuzdandır, ama “gerçek” olduğunu bildiğiniz görüntü heyecanı arttırıyor doğal olarak.

İlkini internetten ve/veya kasetten-CD’den izleyip canlı hatıralarla izlemenizi öneririm; ilk filmi görüp “kült” olarak değerlendirenlerdenseniz, bu önerimi dikkate almayın. Her filmin bir eksiği vardır, her devam filmi öncekinin üzerine çıkabilir diye düşünüyorsanız, anımsamanızda fayda var.

Hâlâ Albay…

Maverick, başarılı ama bir o kadar da muhalif biri. Asker olmasına karşın aklına yatmayanı yapmayacak denli kararlı da… Yeni bir görev için pilotları eğitmesi görevi verilir. Kısa zamanda ve yüksek hızla, verilen görevin başarılması gerekmektedir, hem de kayıpsız. Maverick, birbirleriyle rekabet içindeki “en iyi” pilotları “takım” haline getirir.

Hızla çalışmaya başlarlar, alabildiğine yoğun çalışırlar, ama sonuçta takımın liderliğini Maverick üstlenmek zorunda kalır.

Heyecan dorukta

Deri mont, güneş gözlüğü, motor ve şarkısıyla (Take my Breath Away) ile tüm gençliği sarıp sarmalayan Top Gun, bu kez 20 kadar kamera ile çekilen, ama bilgisayar üretimli görüntüler olmayan ve herkesin beklediği o müziğin yerine, Lady Gaga’dan (ben beğendim, kim ne derse desin, filmin atmosferine cuk oturmuştu) Hold My Hand ile yeniden huzurlarımızda.

Gerek senaryosu gerek teknik ekibi, gerek oyuncuları, gerekse çekimi ve montajıyla çok başarılı bir film olduğunu söylemek zor olmasa gerek; bu da “yılın en iyi açılış filmi” olacağı beklentisini destekliyor.

Artık kadın pilotlar da var. İlk Top Gun’da yoktu. O zaman kadın pilot da yoktu şeklindeki mazeret pek geçerli olmasa gerek. Sinema, hep öncü olmuştur.

“İt dalaşı” savaş uçaklarının en çok yüz yüze geldiği durumdur, sabırlı, dikkatli, kararlı ve sakin olmak gerekir. Film boyunca, eğitim adı altında bu heyecana katılıyoruz. Heyecan giderek yükseliyor ve doruğa çıktığında tüm izleyiciler gibi siz de sonuna kadar tuttuğunuz soluğunuzu koy veriyorsunuz. Aynı tat mı, bilemem, ama aynı heyecan, aynı gerilim.

Bugüne gelirsek…

Savaş uçakları ve NATO üzerinden benzer sorunlar yaşayan Türkiye açısından manidar bir buluşma bir bakıma. F14 mü, F16 mı tartışması ile bağlantılı olarak teknolojik gelişmeyi de izliyoruz… Filmin girişindeki savaşla ilgili kısmı dikkatle dinleyin: Sinema her şeydir, savaş hiçbir şey!

Top Gun Maverick, aksiyon, gerilim, Yönetmen: Joseph Kosinski, Senaryo: Christopher McQuarrie , Peter Craig, Justin Marks, Jim Cash, Jack Epps Jr., Oyuncular: Tom Cruise, Jennifer Connelly, Miles Teller, Val Kilmer, Jon Hamm… 27 Mayıs 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(26 Mayıs 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Ve Hayal Gemisi Yol Alırken

Yaklaşık 10 yıl kadar önce If Bağımsız Filmler Festivali’nde izlenen ‘Tuhaf bir Kedicik / Das Merkwürdige Kätzchen’ ile ilgi alanımıza giren Roman ve Silvan Zürcher kardeşler, uzun bir aradan sonra ikinci filmleri ‘Örümcek ve Kız / Das Mädchen und die Spinne’ ile sinemalarımıza konuk oluyor. Berlin’de yaşayan İsviçreli ikiz sinemacılar ilk filmlerinde kamerayı, Cumartesi akşamı yemeği için aile bireylerinin akın ettiği bir evin mutfağına konuşlandırmıştı. Yemek hazırlıkları esnasında geçen film boyunca hikâyeye katılan karakterlerin birbirleri ile olan gündelik diyalogları üzerinden gelişen ve esrarengiz bir patlamanın endişesini izleyiciye yükleyen bir anlatım tekniği dikkat çekiyordu.

‘Örümcek ve Kız’ bir apartman dairesi yerleşim planının PDF görüntüsü ile açılıyor ve film bir taşınma olayı süreci içinde iki gün boyunca hikâyeye dahil olan karakterlerin devinimleri ve yine gündelik diyalogları üzerinden ilerliyor. Lisa ile Mara’nın ev arkadaşlığı, Lisa’nın tek başına yaşayacağı aynı bölgedeki başka bir daireye geçme kararıyla sona ermek üzeredir. Lisa ne istediğine karar vermiş olsa da geride kalan Mara bu değişime pek hazır değildir. Açıkça dile getirilmese de ikilinin arasında ev arkadaşlığından öte derin bir bağ olduğunu hissederiz. Mara ve Lisa arasındaki gerilim, Lisa’nın annesi Astrid’in, bir usta ve genç yardımcısının, gizemli komşuların, oradan oraya koşturan çocukların, ev hayvanlarının ve filme adını veren örümceğin araya girmesi ile tuhaf bir kakofoniye dönüşür.

Zürcher kardeşlerin kamerası yine sabit, mizansenleri çok dinamik. Kaydırmacaya hiç başvurmadan ve bol yakın plan kullanımıyla, objeleri asimetrik yerleştirdikleri her biri ayrı bir fotoğraf özelliğinde planlar üzerinden yol almışlar bir kez daha. İlk filmde insanları ve objeleri gözünden izlediğimiz sarı kedi bu filmde de mevcut ama bu sefer filme adını veren örümceğin gözünden izliyoruz olan biteni. Sade bir minimalizmin içinde bir dolu nefis ayrıntıya dokunarak tüm sıradanlığı ile ‘insan denen garip hayvanı’ mercek altına yatırıyor Zürcher kardeşler.

Mara ve Lisa dışında bir düzineden fazla karakter kameranın alanına giriyor ve çıkıyor. Bireyler arasındaki dokunsallık ve cinsel çekim bütün filmi sarıp sarmalıyor. Filmin adında yer alan gözlemci örümcek ise karakterler aralarındaki bağları, karşılıklı alışverişi simgeliyor adeta. Bazen bir yan karakter öyküyü ele geçiriyor. Bazen Lisa ya da Mara’nın rüya anlatımlarıyla arzularının dışavurumuna tanıklık ediyoruz. Bir robot misali raflardaki eksikleri dolduran soluk yüzlü eczacı kızın öyküsünü dinliyoruz. Mara’nın evindeki piyanonun şimdi bir seyahat gemisinde hayallerinin izini süren sahibi hizmetçi kızın hayal dünyası ile kendimizden geçiyoruz. İnsanoğlunun yalnızlığı, arzuları, acıları ve özlemlerinin, gizemli, bazen öfkeli, bazen sevecen dansına ön jenerikten başlayarak devreye giren Moldavyalı efsanevi besteci Eugen Doga’nın ünlü ‘Gramophone Valsi’ eşlik ediyor. Ve ‘6 Numaralı Kompartıman’ın ardından bir kez daha Desireless’in ‘Voyage Voyage’ ezgisi farklı ortamlarda farklı biçimlerde öykücüklere yoldaşlık yapıyor.

‘Örümcek ve Kız’ sinemanın dramatik yapısından uzakta kendi yolunda ilerleyen bir deneme. Zürcher kardeşlerin ilk filmlerinden başlayarak Bresson ve Tati ile karşılaştırılması bu yüzden. Filmden kişisel olarak Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro ikilisinin ilk dönem yapıtlarından ve özellikle ‘Şarküteri / Delicatessen’den esinler de gözlemledim. Kedi ya da örümceği Hitchcock usulü birer MacGuffin olarak düşünün, büyük çözümlemelere dalmadan zeki ayrıntılar üzerine hoş bir zihin jimnastiğine girin derim. Her izlenişte farklı ayrıntılar üzerinde yoğunlaşabileceğiniz yılın en ayrıksı yapımlarından biri ‘Örümcek ve Kız’.

(26 Mayıs 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Bırak Güneş İçeri Girsin

Kısa animasyon filmleriyle büyük ses getirmiş Michaela Pavlátová’nın ilk uzun metraj denemesi ‘Benim Güneşli Maad’ım / My Sunny Maad’, Çekyalı Herra’nın üniversitede tanıştığı ve ilk görüşte aşık olduğu Afgan ekonomi öğrencisi Nazir ile evlenerek kocasının aile ocağına yerleşmesini anlatıyor. Bir Afgan evinin penceresinden açılan film, farklı bir kültür ve gelenekler silsilesi içinde yeni hayatına uyum sağlamaya çalışan sevecen bir kadının hikâyesi çerçevesinde farklı kültürlerin eş insanlık potasında uyum içinde kaynaşabileceğinin umudunu tartışıyor.

Yine Çekyadan araştırmacı gazeteci Petra Procházková’nın ‘Frišta, My Sunny Maad’ romanını uyarlayan Pavlatova, romanın özgün ismindeki iki karakterden birini filmin merkezine taşımış. Hastalıklı olduğu ve fazla yaşamaz denilen ailesi tarafından kapı önüne konmuş olan Muhammed (yani Maad) çocukları olmayan Herra – Nazir çiftinin ve ailenin hayatına bir güneş gibi doğacaktır. Ev içinde 4 çocuklu kız kardeş Frišta’nın kaba saba mutaassıp kocası Kaiz ile uğraşmak daha kolaydır belki ama evin dışında hayat o denli rahat değildir.

Afgan ülkesinde kimsenin ekonomiste ihtiyacı yoktur belki ama Nazir Amerikan üssünde bir şoförlük işi kapmayı başarır. Herra ise yeni açılan sağlık ocağında Afgan kadınlara hizmet için Amerikalı gönüllülerle birlikte çalışmaya başlar. Yabancıların oryantalist kibirlerine karşın uyum içinde hizmet vermeye çalışır genç kadın ancak Taliban mücahitlerinin ülkenin başına çökeceği günler çok uzakta değildir.

Güçlü bir kadın karakterden yola çıkarak kültür farklarının aşılabileceğini, insani değerlerde buluşmanın çok da imkansız olmadığını savunan Pavlátová’nın yaklaşımını naif bulabilirsiniz. Ancak toplumlar bizim düşündüğümüz kadar farklı değildir feryadına kulak vermemek elde değil. Babasını hiç tanımamış Herra’nın mütevazı bir Afgan evinde sevgiyi kucaklaması ve çevresine bunu bir güneş gibi yaymasını izlemek insana fena da gelmiyor. Acı gerçekler, birikmiş hiddet ve patlamak üzere olan bombalar evin eşiğinde bekliyor olsa da. Çok iyi kaydedilmiş dış sesler aracılığıyla orda uzakta kaderine terkedilmiş bir ülkeden manzaralar sunan ve anime karakterlerin gerçek aktörler kadar etkileyici bir performans verebileceği üzerine kafa yoran Pavlátová’nın filmini çağımızın önemli bestecilerinden Rus asıllı Fransız Evgueni ve Sacha Galperi’nin ezgileri süslüyor.

(25 Mayıs 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Doğu Kültüründe Kadın Olmak (Daha da) Zor

İki ay önce Kaçış (Flee) adlı filmi izlemiştik; Afganistan’dan kaçan bir LGBT+İ bireyin öyküsüydü. Gerçek bir öyküydü ve onları korumak amacıyla çizgi film kullanılmıştı, belgesel görüntülerle birlikte. Korku dağları bekliyor; sinema hayal satan bir sanat diye tanımlanırken hem yapanlar hem oynayanlar hem de senaryosunu yazanlar ile birlikte gerçek kişilerin o inanılmaz öyküsü ancak çizgi ile (g)izlenebiliyor.

“Benim Güneşli Maad’ım” (My Sunny Maad) da aynı nedenle olsa gerek çizgi film olarak karşımızda. Ancak çizgi deyince akla müzikli, komik, hatta eğlenceli film gelmesin; alabildiğine dramatik, alabildiğine sorun yüklü, alabildiğine çözümsüz…

Çekyalı kadın, âşık olduğu eşinin peşinden Afganistan’a gider, evlenirler. Çocukları olmaz, (olmayabilir) ama tek suçlu kadındır ve aile erkeğin üzerine toz bile kondurulmasına izin vermez. Maad, yani Muhammed, sokakta buldukları akıllı, okumuş, ama evden atılmış bir çocuktur, evlerine alırlar.

Doğu kültüründe kadın…

Toplumun geri kalmışlığının insanlarda neleri yok ettiğini, bizim ülkemiz gerçeğinden yola çıkarak hepimiz biliyoruz, az da olsa… Bizdekinden çok daha zalim, çok daha zorlu, çok daha katı kurallarla çevrilmiş Afganistan’da, hele aile de aynı gerici muhafazakârlıktaysa. Yurtdışında okumuş, belli anlamda eğitimli, bir erkeğin bu denli gerici, hatta tutucu olmasını kabul edemiyor insan. Camdan, kafesin arkasından bile bir erkeğe baksa suç! Kadın, hiçbir zaman “değer” değil, namus dışında. O da erkeğin namusu söz konusu olunca…

Egemen erkek baskısı

Geniş aile, dede, damat, kız kardeş ve çocukları ile Çekyalı gelin aynı evin odalarında yaşıyorlar. Karıkoca arasındaki cinsellik ergen olan kız çocukların gözleri önünde yaşanıyor ve insan ister istemez soruyor: “Namus”un belirleyiciliği nerede kaldı? Sonra o ergen kendinden çok yaşlı birine gelin ediliyor. Bu da gelenek olarak kabul ediliyor aileler arasında.

Yalın bir anlatımı var filmin, her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Kadın duyarlılığı diyebiliriz… Beyinlerin örümcek bağlamışlığını çok net olarak görebiliyor, her kim ve ne olursa olsun kabul edemiyorsunuz. Bunun ne inançla ne gelenekle ne de insanlıkla bağlantısı var!

Benim Güneşli Maad’ım, (My Sunny Maad), Yönetmen: Michaela Pavlátová, Senaryo: Ivan Arsenjev, Yaël Giovanna Lévy, Çizgi film… 27 Mayıs 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(25 Mayıs 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Yas Vakti

İki hafta kadar önce yayınlanan ‘Nicolas Cage Hakkında Her Şey’ başlıklı yazımda usta aktörü derin bir karakter analizi içeren çok farklı bir kompozisyonda izleyeceğimizi müjdelemiştim. Yeni gösterime giren ve genç sinemacı Michael Sarnoski’nin ilk uzun metrajı olan ‘Domuz / Pig’ Oregon’un Kuzeybatı Pasifik ormanlarında münzevi bir yaşam süren Rob’un hikâyesini anlatıyor. Ormanlık alanda nadir görülen değerli trüf mantarlarını bizzat eğittiği domuzunun yardımıyla toplayıp satarak yaşamını sürdürür Rob. Perşembe günleri siparişi teslim almaya gelen Amir ile ilişkisi mesafelidir. Yalnızlığı kutsaldır, sarı Camaro’lu genç girişimcinin hayatını kolaylaştıracak kamp duşu yahut mobil telefon edinme önerilerini her defasında geri çevirir. Bir gece vakti ormandaki küçük kulübesi baskına uğrar ve can yoldaşı küçük domuzu kaçırılır. Onu bulmak için üstü başı kan revan içinde yola çıkan 60’lı yaşlardaki Rob, şehre (Portland) vardığında geçmişi ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Kısa özetten yola çıkarak filmin Cage filmografisi izleğinde kanlı bıçaklı bir intikam öyküsü anlattığı akla gelmesin. ‘Domuz’ ana karakterin geçmiş trajedisi üzerinden ilerleyen, felsefi dokunuşlarla zenginleşen, Budist bir sakinliğe sahip sıra dışı bir çalışma.

Yüzünde ve film boyunca hiç değişmeyen giysilerinde aldığı darbelerin kanlı izlerini taşıyan Rob büyük kentin karmaşası içinde can dostunu ararken geçmiş hayatı önümüze perde perde açılacaktır. Bu süreçte 50’lerde yıkılan eskinin ünlü Portland otelinin gizli bir bölme olarak korunmuş ikinci bodrum katındaki dövüş kulübünü, şehrin en lüks restoranını ve Rob’un eskiden yaşadığı evinin bahçesini, unutmaya çalıştığı geçmişini ziyaret ederiz. 15 yıl önce birdenbire sahneden çekilmiş ünlü bir mutfak şefidir Rob Feld. İsminin bir zamanlar çevresine çok şeyler ifade ettiği, ancak artık var olmadığı söylenir yüzüne. Onun hiç de umurunda değildir bu oysa. Şan şöhret paranın değersizliğini vurgular bir zamanlar yanında çıraklık yapmış şimdinin ünlü şefine. Yemek eleştirmenleri, zengin müşteriler gerçek değildir. Önemsenmesi gereken kişinin kendisidir. Zaten ömür dediğin nedir ki. Her 200 yılda büyük bir depremle sarsılan bu topraklarda yaşayanlar günün birinde 10 katlı bina yüksekliğinde dalgalarla okyanusun dibini boylamayacak mıdır. Bu arayış sürecinde sarı Camaro’lu genç Amir ile ortak bir travmatik geçmişi paylaşır Rob. Artık kaybı kabullenme zamanı, yas vaktidir. Filmin üç ayrı bölümüne başlık olmuş şef tabakları ile kayıplar yad edilir.

Yaşam üzerine derin felsefi dersler içeren ‘Domuz’ iddiasız görünümü altında hiç bitmeyen matem üzerine çok değerli bir çalışma. Nicolas Cage’in star personasından sıyrılma fırsatı bularak yeteneğini ve ustalığını konuşturduğu önemli bir film. Patrick Scola’nın pastel renk paleti ile bezediği, senaryoyu Vanessa Block ile ortaklaşa kaleme almış Michael Sarnoski için parlak bir başlangıç.

(20 Mayıs 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat Rüya İçinde Bir Rüyadır

Vorteks saat yönünün tersine kendi ekseni etrafında dönen ve kuvvetli fırtınalar oluşturan hava akımı olarak biliniyor. Gaspar Noé’nin bu meteorolojik tanım ile aynı ismi taşıyan son çalışması ‘Vortex’ mütevazı yuvalarında sakin düzenlerini sürdüren yaşlı bir çiftin hayatın beklenmeyen girdabında savrulmaları üzerinden ilerliyor. Adlarını bilmediğimiz çiftten ‘Kadın’ demans hastalığından muzdarip, beyninin içinde olan bitenden dolayı şaşkın. ‘Erkek’ seksenli yaşların güç kaybı ve kalbi ile cebelleşirken hafızası silinmekte olan eşinin bakımını üstlenmiş. Tek oğulları Stéphane ise ufak yaşlardaki kendi oğlu Kiki’yi sosyal hizmetlilerin gözetiminde yetiştirmeye çabalayan iyi niyetli ama kendi kendisini yok eden bir uyuşturucu müptelası.

90’ların sonu ve 2000’li yılların başlarında ortaya çıkmış Yeni Fransız Aşırılığı akımının önemli isimlerinden biri olan Noé, bu kez bir melodram çektiğini ve izleyenlerin ağlamasını istediğini belirtiyor. ‘Ölüm, uyuşturucular ve sinema’ üzerinde yoğunlaşan son yapıtı, daha önce fantezilerinin peşinden sürüklenen genç insanları mercek altına almış yönetmenin ilk kez hayatın son dönemecindeki yaşlı bir çiftin öyküsünü anlatıyor olması onun hızlı takipçisi olan genç izleyici kitlesi için bir yabancılaşma yaratabilir. İnsan ömrünün uzadığı çağımızda demans ya da Alzheimer hastalığı çok evrensel gerçi. Genç insanlar aile büyüklerinin bu büyük çaresizlik ile boğuşmasına tanık oluyor kuşkusuz ancak benim de aralarında bulunduğum 40’lı 50’li yaşların üzerindeki geniş kitlenin, bir zamanların güçlü kudretli ebeveynlerinin yaşlılık aczine sürüklenişine tanık olmasının büyük kederini benzer süreçleri kişisel olarak yoğun yaşamış biri olarak çok iyi anlayabiliyorum.

Noé ucu ucuna ölümden döndüğü bir beyin kanamasından sonra ardından bir de Covid’e yakalanmış. Ölümü yakından hissetme deneyiminin ardından nerdeyse tümü tek mekânda çekilmiş bu son projesine yönelmiş. Ana karakterlerinin dönülmez akşamın ufkuna varmak için acelelerinin olmadığı bir sahne ile açılıyor film. Çiftimiz Paris’teki apartman dairesinin mütevazı balkonunda içkilerini yudumlarken. Ancak bu sıcak hissiyatı dağıtan şiddetli bir kasırga ve onu bekleyen kâbus yüklü bir süreç kapıda beklemektedir. Bir zamanların kudretli psikiyatrı olan ‘Kadın’ içinde debelendiği boşlukta endişelidir. Daha önce kalbi alarm vermiş sinema yazarı ‘Adam’, kitaplar, resimler, film afişlerinin tıka basa doldurduğu çalışma odasında son kitabını tamamlama telaşı ile yaşama bağlanmaya çalışır. Eroin illetinden hayatı darmadağın olmuş 40’lı yaşlardaki oğulun, apartman dairesi olarak tasarlanmış bakımevi önerisine şiddetle karşı çıkar Baba. Geçmişini ve tüm anılarını geride bırakmak istemez.

Her filminde farklı ve yaratıcı bir anlatım tarzı üzerinde kafa yorduğunu bildiğimiz Noé filmini iki kamera ile baştan sona ‘bölünmüş perde tekniği’ ile çekmiş, bir kameranın ardında bizzat kendisi yer almış. Başlangıçta yorucu gelse de, ‘her yaşam formunun kendi tünelinde yaşadığını’ ifade eden sinemacı kimi bölümlerde bu tekniği son derece işlevsel olarak kullanmasını bilmiş. Daha yakın tarihli ses getirmiş filmlerinin (Love, Climax ya da Lux Aeterna gibi) canlı parlak renk paleti yerine, klostrofobik yapıdaki filmin kederli gidişatına uyumlu koyu pastel renkler tercih edilmiş. Benoit Debie’nin sinemaskop görüntüleri ortadan bölündüğünde karakterlerin yaşadıkları birbirinden ayrılıyor, kimi zaman da örtüşüyor.

Film tümüyle doğaçlama çekilmiş. Oyunculara belli bir diyalog metni verilmemiş. ‘Giallo’ ustası olarak bilinen İtalyan korku sinemasının kült yönetmeni Dario Argento, 70’ler Fransız sinemasının Jean Eustache imzalı kült filmi ‘Anne ile Fahişe – La Maman et la Putain’in gencecik oyuncusu olarak anılarımızda yer etmiş olan Françoise Lebrun ve oğul Stéphane’da ilk kez izlediğimiz Alex Lutz mükemmel bir birliktelik oluşturmuş. Lebrun için durum diğerlerinden daha çetrefilli kuşkusuz. Anılarını ve sözcüklerini hızla yitirmekte olan karaktere hayat veren oyuncudan gözleri ve bedeni ile oynamasını talep etmiş yönetmen.

‘Vortex’ yaşlı bir çiftin belirsizliğe doğru yol alan son dönemeçlerini kimi zaman bir belgesel kıvamında irdelerken derin bir endişe duygusu yaratıyor. 1975 yapımı Chantal Akerman başyapıtı ‘Jeanne Dielman’ benzeri tek mekânda rutin gündelik yaşamı perdeye taşırken, bu yokuş aşağı hızla yol alan kaotik süreci detaylı bir biçimde gözlemliyor. Kışkırtıcı denemelerin sinemacısı, tam da ondan beklenecek biçimde, benzer süreçleri yaşamış izleyiciler için dozu daha da yükselen hüznü en ince ayrıntısına kadar kanırta kanırta sergiliyor.

Gaspar Noé filmini ‘beynini kalbinden önce yitiren’ tüm insanlara ithaf etmiş. Dario Argento’nun ağzından ‘hayatın bir rüya, hatta rüya içinde kısacık bir rüya olduğunu’ aktarıyor. Jenerikte oyuncu adlarının altında doğum tarihleri yer alıyor. Ta filmin başında hemen jeneriğin ardından 1965 yılına ait görüntü kaydı ile perdeye düşen Françoise Hardy ve ünlü şarkısı ‘Mon Amie La Rose’da gülün kısacık ömrü üzerinden hayatın geçiciliğini, gençliğin güzelliğin çok kısa ömürlü olduğunu hatırlatıyor. Halen 78 yaşında olan Hardy’nin ileri safhada bir kanserle mücadele ettiği ve ötanazi talebinde bulunduğu bilindiğinde bu güzelim şarkıdan yayılan hüznün etkisi daha da büyüyor. Sinemaya ve hayata göndermeleri ile seyir sonrası uzunca bir müddet etkisinden çıkılmayan benzersiz bir film ‘Vortex’ ve de mutlaka sinema salonunun karanlığında izlenmesi gerekiyor. Dario Argento’nun repliğinde ilettiği üzere, her film gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz bir rüya değil midir.

(19 Mayıs 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Akrabanın Akrabaya Ettiğini…

…akrep etmez akrebe.

Nicolas Cage, kimilerine göre miadını doldurdu ve artık sadece düşük bütçeli küçük filmlerde görünüyor; kimilerine göre ise kendisini buldu ve oyunculuğunu sergileme fırsatını değerlendiriyor.

Pig (Domuz) düşük bütçeli, ama hedefi büyük bir ilk film. Senaryosunu da yazan Michael Sarnoski’nin çektiği, alabildiğine merak ettiren, izleyeni sorgulamaya götüren bir film Pig. Merak unsuru filmin ilk karesinden başlıyor. Karanlık ve kimler olduğunu bilemediğimiz birileri hem “pig”i kaçırıyor hem de sahibi Rob’u (Cage) öldüresiye dövüyor. Filmin daha başı olduğu için yeni bir avantür, yeni bir macera, yeni bir “kahraman” bekliyor izleyici… Evet, bir kahraman var, ama ilginçtir, sessiz ve alabildiğine sakin.

Film boyunca kendinizle bağdaştırıyorsunuz, ama önce doğanın yaşamın temeli olduğunu, beton yığınlarından oluşan kentlerde yaşamın ne denli zor olduğunu, insanlar arasındaki ilişkilerin sadece çıkar çerçevesinde yürütüldüğünü görüyorsunuz.

Film aslına bakarsanız bir hesaplaşma… Rob’un geçmişiyle yeni yaşamı arasındaki hesaplaşması. Her zaman, herkes için gerekliliği tartışılmaz geçmiş değerlendirmesinin. Bazen böylesi olaylar sebep olur bazen de başka toplumsal etkenler… İzleyicinin kendi içiyle barışık olup olmaması değerlendirmeyi de belirler kuşkusuz. Tabii ki, Rob gibi kentteki rahat ve teknolojik yaşamı bırakıp doğanın el değmemiş ücra köşelerine gitmek gerekmez. Evde de, işte de, okulda da, sokakta da yaşanan bu(ndan farksız).

Film çok şey söylüyor, almak isteyene… Başta da değindiğim gibi, birileri çok sever ve ödüle aday gösterirken, birileri de beklentilerini karşılamadığını söylüyor. Bu da gösteriyor ki, izlenmesi gereken ve satır aralarının okunması gereken bir film.

Domuz (Pig), dramatik, duygusal, Yönetmen ve Senaryo: Michael Sarnoski, Oyuncular: Nicolas Cage, Alex Wolff, Adam Arkin… 20 Mayıs 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(18 Mayıs 2022)

Korkut Akın

[email protected]