Kategori arşivi: Yazılar

Tutku ve Dekadans Estetiğinin Doruğunda: Luchino Visconti Retrospektifi

Kadıköy Sinematek / Sinema Evi baharı nefis bir program ile karşılıyor. Yalnızca İtalya’nın değil Dünya Sineması’nın efsanevi yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin tüm kariyerini sergileyen toplu gösteri 03 Mayıs akşamı ustanın 1942 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tutku / Ossessione’ ile açıldı. Yönetmenlik serüvenine başladığı bu film, ona asistanlığını yaptığı Fransız sinemacı Jean Renoir’ın önerdiği, Amerikalı yazar James M. Cain’in -ilerleyen yıllarda Hollywood’un ilgi alanına girerek iki kez beyazperdeye aktarılacak olan- ünlü kara romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar / The Postman Always Rings Twice’ın ilk sinema uyarlamasıdır. İtalya’nın Mussolini faşizmi altında sesini çıkaramadığı bir dönemde çektiği bu dönemine göre hayli cüretkâr sahneler içeren filminde Visconti metnin cinai altyapısının ötesine kayarak bireyler arasındaki tensel tutkuları gözü pek bir biçimde öne çıkarır. Onun sokaklara ve sıradan halkın gündelik yaşamına çevirdiği kamerası ile film yaklaşmakta olan Yeni Gerçekçilik akımının öncüsü olarak da anılacaktır.

1948 yapımı ikinci filmi ‘Yer Sarsılıyor / La Terra Trema’ ise savaş sonrası perişan İtalya’nın yükselen Yeni Gerçekçilik serüveninin başyapıtlarından biridir. Amatör oyuncular, doğal mekân ve ışık kullanımı ile öne çıkan yapım, toplumsal gerçekçi anlatımına süzülen görkemli plânlar ve alan derinliğini kullandığı çarpıcı mizansenleriyle sinema aleminin en büyük estetlerinden biri olarak anılacak Visconti’nin ilk karalamalarını yaptığı film olarak da anılır. Küçük kızından bir yıldız yaratma sevdasının peşine düşen, eşsiz Anna Magnani’nin canlandırdığı işçi sınıfından bir annenin popüler burjuva eğlence kültürü karşısındaki hayal kırıklığı üzerine kurulu ‘Güzeller Güzeli / Bellissima’ (1951) onun toplumsal gerçekçiliğin katı kurallarından giderek uzaklaşmaya başladığı ve tür sineması kalıplarına kapıyı araladığı üçüncü filmidir. Bu kopuş bir sonraki filmi ‘Günahkâr Gönüller / Senso’ (1954) ile kesinleşecektir. 19. yüzyılda İtalyan Ulusal Birliğinin gerçekleştiği süreçte geçen film, Visconti’nin tarihe Marksist açıdan yaklaşacak ünlü yapıtlarının ve de dramatik çöküş temasını müjdelediği operatik tutku ve ihanet filmlerinin ilki olarak sinema tarihine geçer. Takip eden 1957 yapımı Dostoyevski uyarlaması ‘Beyaz Geceler / Le Notti Bianche’, onun Rus yazara hayranlığının bir ifadesi olup, yapay dekoru ile filmografisinde ayrıksı bir yere sahiptir.

Visconti’nin tırmanan şöhretinde önemli bir atlama taşı olan 1960 yapımı ‘Düşman Kardeşler / Rocco e i suoi Fratelli’ geçim olanaklarını kaybetmiş Güneyli bir ailenin sanayileşmiş Kuzey’e göçüşünü ve onları bir arada tutan feodal bağların kapitalist düzenin çarkında çözülüşünün öyküsüdür. Sinemacının gözde temalarından biri olan çöküşün trajedisi 1963 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen ‘Leopar / Il Gattopardo’ ile zirveye ulaşacaktır. Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın 1958 yılında ölümünden sonra yayımlanan romanından uyarlanan filmde anlatılan çağ yine sinemacının Marksist açıdan yorumladığı 19. yüzyıl Risorgimento dönemidir. Kendisi de soylu bir aileden gelen yönetmen aristokrasinin çöküş hüznünü Burt Lancaster’in canlandırdığı soylu Don Fabrizio’nun ölüm duygusu ile iç içe verecektir. Filmin 40 dakika uzunluğundaki ünlü balo sahnesi ise Visconti estetiğinin doruklarından biridir.

1967 yapımı ‘Yabancı / Lo Straniero’ yönetmenin bir diğer favori yazarı Albert Camus’nün ünlü varoluşçu romanının uyarlamasıdır. Tıpkı ‘Beyaz Geceler’ gibi onun filmografisinde ayrıksı bir yerde duran yapıt, Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı Mersault’nun Cezayir sıcağındaki soğuk kayıtsızlığının tezatı ile uyandırdığı dehşeti yönetmenin atmosfer yaratmaktaki ustalığı eşliğinde verir. Bu filmin ardından giriştiği ünlü Alman üçlemesi ile Visconti yeni bir döneme girer. Krupp ailesini anımsatan çelik imparatorluğunun öyküsünü anlatan üçlemenin ilk filmi 1968 yapımı ‘Lanetliler / La Caduta Degli Dei Götterdämmerung’ sinemacının siyasi tarihe ilişkin gözde teması üzerinden ilerlerken, onun dışavurumcu estetiğini ön plâna çıkartır. İktidar, yozlaşma ve sapkınlığın dozu ile eleştirmenleri ikiye bölmüş bir çalışmadır bu. 1971 tarihli Venedik’te Ölüm / La Morte a Venezia’ ile bir başka sevdiği yazara, Thomas Mann’a yönelecek olan sinemacı gözde temalarından ölüm ve güzellik ilişkisini irdelemenin peşine düşecektir. Besteci Aschenbach’ın duru güzelliğine vurulduğu genç Tadzio’nun erotizmine kapılışının ölüm arzusu ile buluştuğu unutulmaz finali ile belleklere kazınmış bu Visconti klasiği, Gustav Mahler’in eşsiz 5. senfonisinin kederli ezgileri ile sarmalanır. İngiliz oyuncu Dirk Bogarde müthiş performansı ile Aschenbach’a hayat vermiş, Visconti’nin seçmelerden bulup çıkardığı 16 yaşındaki Björn Andrésen bir gecede dünya sinemasının ilgi objesine dönüşür. Sonrasında, hislerinin hesaba katılmadığı bir ortamda bocalayacak olan genç delikanlının yaşamı, tanrısal güzelliğine hayran geniş kitlelerin elinde hoyratça hırpalanacaktır. Björn’ün yaşadıkları 2021 yılında ‘Dünyanın En Güzel Oğlanı / The Most Beautiful Boy in The World’ adlı trajik belgesel ile gündeme gelir. Visconti’nin başyapıtını ne kadar sevsem de, belgeselde tanıklık ettiklerimin ardından bu muhteşem filmi yeniden aynı duygularla izleyemediğimi buradan açıkça itiraf etmek isterim.

Alman üçlemesinin son ayağı olan ‘Ludwig’te (1973) bu kez gerçek bir tarihi kişinin öyküsünü beyazperdeye taşımaya niyetleniyor Visconti. Bavyera hükümetinin girişimi ile ‘deli’ olduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş II. Ludwig’in hikâyesi üzerinden ilerleyen ve dekadans estetiğin doruklarından biri olan filmde sanat ve estetik düşkünü eşcinsel kralı yönetmenin ‘Lanetliler’ ile dünya sinemasına tanıttığı son gözdelerinden Helmut Berger’in canlandırmaktadır. Visconti’nin İtalyan iklimine dönüş yaptığı 1974 yapımı sondan bir önceki filmi ‘Aile Tablosu / Gruppo di Famiglia in un Interno’ yine Burt Lancaster’in canlandırdığı yaşlı sanatseveri odağına yerleştirir. Sinemacının son keşfi Berger ile üçüncü kez çalıştığı yapımda ölüme yaklaşan yaşlı profesörün ile genç jigolo ile homoerotik yakınlaşması sinemacının gerçek hayatından izler taşır. Yönetmenin bizde 5 yıl gecikme ile görkemli Emek Sineması’nda gösterime girdiğinde ilk izleme şansını bulduğumuz 1976 yapımı vasiyet filmi ‘Masum / L’Innocente’ çöküş estetiği ile özdeşleşmiş İtalyan yazar Gabriele D’Annuzio uyarlamasıdır.

Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük estetlerinden biri olarak anılan Luchino Visconti’nin televizyon için ve de 60’lı 70’li yılların modasına uygun olarak skeçli filmler için çektikleri dışında, kariyerinin az görülen 1965 yapımı ‘Sandra’ ya da ‘Büyük Ayı’nın Başıboş Yıldızları / Vaghe Stelle dell’Orsa’ haricinde yukarda sözü edilen 12 filminin tümünü içeren, 02 Mayıs ilâ 25 Haziran 2023 tarihleri arasında Sinematek / Sinema Evi salonunda izlenebilecek olan bu zengin retrospektifin tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde olduğunu düşünüyorum. Usta sinemacının 30 yılı aşkın baş döndürücü kariyerine yeniden tanıklık etmeyi beklerken, yukarda bahsi geçen isimler dışında Massimo Girotti’den başlayarak Alida Valli, Maria Schell, Jean Marais, Alain Delon, Annie Girardot, Claudia Cardinale, Anna Karina, Ingrid Thulin, Silvana Mangano, Romy Schneider, Giancarlo Giannini ve Laura Antonelli gibi üç kuşağın uluslararası yıldızlarının bu paha biçilmez serüvene eşlik ettiğini bir kez daha anımsatalım.

(06 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Seçim Propagandaları ve Sinema…: Suç Bende

Polis, sorgu yapan savcı, basın, hâkim, tanıklar ve sanıklar bir arada… tam da bugünlerde birbiri ardına seçim vaatleri sıralayan siyasileri hatırlatıyor. Polis, ilk önüne çıkan delille yetiniyor, savcı karşısına çıkarılan kişinin katil olduğunu kabulleniyor, hâkim zaten işi başından aşkın bir an önce bitsin de kurtulsun havasında dinlemiyor bile, jüri ise (bizde olmadığı için karşılığı da yok) erkek egemen ve hayata o açıdan bakıyor… Basın ise hepsinden önde. Hâkim, hatta polis bile olanları gazetelerden öğreniyor. 1930’lu yıllarda Paris’te geçtiğini bilmesek günümüz Türkiye’sinden bir panorama diyebiliriz.

François Ozon’un uyarladığı filmde, beş parasız iki genç arkadaşı izliyoruz: Madeleine (Nadia Tereszkiewicz) ile Pauline (Rebecca Marder). Tutunamayan bir oyuncu olan Madeleine, kendisine cinsel tacizde bulunmaya çalışan yapımcıyı öldürmekle suçlanırken ev arkadaşı avukat Pauline mahkemede onu savunur. Bu açıdan bakınca bir mahkeme filmi olduğunu düşünebiliriz. Ancak o kadar dar kapsamlı değil. Pauline, arkadaşının bu suçu nefsi müdafaa amaçlı işlediği üzerine kurar savunmasını. İki arkadaş başarıyla sıyrılırlar mahkeme sürecinden. Tabii, iki güzel kızın tümüyle erkeklerden oluşan jüriyi biraz da kadın olmalarıyla etkilemesini de göz ardı etmemeli…

Ozon, gerçekten iyi oyuncuları toplamış, filmi de iyi kotarmış. Hem komedi hem dram hem de sorgulama bir arada. Unutulmaması gereken bir konu da, 1930’lu yıllarda kadınların ne jüri olabilme olanakları var ne de seçme hakları… Filmin bir özelliği de, günümüzdeki #metoo, yani cinsel taciz ve saldırganlıklarla mücadeleye olan katkısı.

Tüm bu açılardan bakınca komik anları da içerse insanın içinde bir hüzün bulutu dolaşıyor. Tamam, belki kadınların seçme seçilme hakkını ilk veren ülkelerden biriyiz, ama seçimdeki kadın adaylar yarı bile değil. Adını İstanbul’dan alan, gerçekten de Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleştirilen “İstanbul Sözleşmesi” iki dudağın arasında lağvedildi. Geri getirilmesini isteyenler ise gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.

Film boyunca bir 1930’lı yıllar Paris’ine, neredeyse bir yüzyıl sonrası günümüz İstanbul’una gidip geliyorsunuz…

05 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(30 Nisan 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kötü Ruh: Uyanış / Kan Banyosu ve Neofaşizm…

Bir filmin neyi, niye ve nasıl anlattığı önemlidir. Doğal olarak her film (her sanat yapıtı) kendince bir mesaj iletir; bu, size doğru veya yanlış gelebilir, etkisi sizin süzdüklerinizle doğru orantılıdır. Kimi zaman farklı etkiler nedeniyle ‘havaya giremeyip’ beğenmeyebilirsiniz, başkalarının çok beğendiğini…

Genel anlamıyla baktığımızda, ben korku filmlerinden pek hazzetmiyorum. Özellikle bizim ülkemizde zaten bir korku iklimi hüküm sürdüğü için, hayatın içinde de korktuğumuz için bir de filmde korkmak (ya da adrenalin yükselmesi yaşamak) istemiyorum. Bu, korku filmleri izlenmez, izlenmemeli gibi bir anlam taşımıyor kuşkusuz. Tüyleri diken diken, gözleri fal taşı gibi açılmış, tırnaklarını yiyerek, merek ve heyecanla korku filmi izleyenler büyük keyif alıyordur muhakkak. Korkmak da, o heyecanı yaşamak da, koltukta sıçramak da hayata dâhil.

“Kötü Ruh: Uyanış” bir dizi film, yıllardır izlenen, meraklılarının özlemle beklediği… Bundan öncekiler kırsal alanda geçerken; bu kez şehirde, bir binanın içinden, hatta daireden bile çıkmadan anlatılıyor. Jenerikten önceki ‘korkunçluk’ filmin habercisi… Daha film başlamadan korkmaya başlıyorsunuz…

Birbirlerinden uzak, ayrı şehirlerde yaşayan iki kardeşin bir araya gelmesi kötü ruhu uyandırır. İşin içinde, yani filmde çocuklar (özellikle de en küçük kız) olmasa belki kabûl edilebilir; ancak “kötü ruh” ne tanıdık dinliyor ne çocuk ne de ölüm. Yeniden dirilebiliyor örneğin. Genel olarak, kötü ruhlardan kurtulamayız, aman büyüklerinizin sözlerinden çıkmayın mesajı işleniyor.

Seçime bağlarsak…

Bir aydan daha az bir zaman kaldı; hem Cumhurbaşkanı seçeceğiz hem parlamentoyu oluşturacağız. Bizim merakımız kime oy verirsek yaşamamız daha iyi olur ya da kim kazanır. Bu soruların yanıtları tabii ki filmde yok, ama siz, isterseniz bu filmin mesajını o yönde okuyabilirsiniz. Anne, kardeşiyle tartışmayı çocuklar duymasın diye üç çocuğunu alışverişe yollar. Hata: Çocuklar arabayla gidip pizza alırlar (yok, pizzanın bir katkısı yok) oysa araç kullanabilmek için yaşları küçüktür, ehliyetleri olmaması gerekir. Belki de o hata (!) nedeniyle ‘kötü ruh’ uyanır ve olaylar başlar. Biz seçmenler de bu seçimde ‘hata’ ile oylarımızı heba edersek halen yaşamakta olan liyakatsiz, hukuksuz, iki dudak arasındaki ekonominin heterodoks hali devam eder.

Sonuç olarak

“Neofaşizm diye adlandırılan insanların çözümsüzlükten kendilerinin de aynı terörün içinde bulmalarına hak vermeleri” olarak nitelendirilebilir bu film. “Kendini çekiç sananlar karşısındakini her zaman çivi olarak görürmüş”. Her ne olursa olsun çözümü bireysel bilek gücünde ve aklında bulan, dayanışmaya hiç mi hiç ihtiyaç duymadan birlikte çözüm aramayan insanlar olur da o “kan banyosu”na kendileri de katılırsa kötülük sürer gider.

Filmi, adrenalininiz yükselsin diye, tırnaklarınızı kemirmek, tüylerinizin diken diken olması için izleyebilirsiniz. Rüyalarınıza gireceğini pek sanmam, ama unutmayın ki ne siz çekiçsiniz ne insanlar çivi!

21 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(20 Nisan 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Sahibi Annie Ernaux İstanbul Film Festivali’nin Konuğu Olarak İstanbul’da

42. İstanbul Film Festivali, 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar ve yönetmen Annie Ernaux’yu ağırlıyor. Annie Ernaux kendi yazdığı, oğlu David Ernaux Briot ile birlikte yönettiği Super 8 Yılları adlı belgesel filmin gösterimi için festivalin konuğu olarak İstanbul’a geliyor. Aralarında Babamın Yeri, Bir Kadın, Seneler ve Kürtaj’ın da bulunduğu yirmiye yakın kitabının yazarı olan Ernaux, birçokları tarafından Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabûl ediliyor.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Sahibi Annie Ernaux İstanbul Film Festivali’nin Konuğu Olarak İstanbul’da yazısına devam et

Karanlık Gece: İnsanın İçinde Kötülük mü Var?

Hrant Dink’in katledilmesinin ardından yüzbinlerce insanın katıldığı cenaze töreninde ve Şişli’den Yenikapı’ya süren yürüyüşte, eşi Rakel Dink’in saptaması unutulmaz: “Bir bebekten katil yaratan karanlık.”

Özcan Alper’in ödüllü “Karanlık Gece” filmi, o karanlığı aydınlatmaya çalışıyor.

“Sineklerin Tanrısı” romanını ve filmini okumuş/izlemişsinizdir (en azından duymuşsunuzdur) muhakkak. Aynı okulun gençleri bir kaza sonucu düştükleri adada bir süre sonra birbirlerine düşman olur; iktidar olmak için. Kimin gücü kime yeterse. Öykünün ana fikri “insanın kötü” olduğudur. Her olayda “Sineklerin Tanrısı”na atıfta bulunur ve insanın kötü olduğu iddia edilir. Oysa kanıtlanmıştır ki, insan iyidir, bir kurgu olan “Sineklerin Tanrısı”nın mesajı genel değildir; çoğu insan iyidir (Yeni Bir İnsanlık Tarihi, Rutger Bregman, Mundi Kitap). İnsanın iyiliğini, çevrenin, toplumun, eğitimin, gücü elinde tutan (en çok da siyasilerin kuşkusuz) etkisiyle kötülük yaşamın vazgeçilmezi olmuş.

Tam da burada, insan soruyor ister istemez… Kötülüğü yenmek için ne yapmak gerekir? Daha da önemlisi, belki de genlerimize değin işlemiş bu kötülükten nasıl sıyrılırız? Kişisel değil, toplumsal olarak kurtulabileceğimiz gerçeğini göz ardı etmeden, sadece kendi çevremize değil, dünyanın o geniş yaşamına bakmayı öğrenmeliyiz.

Nasılsınız? İçiniz nasıl, içiniz?

Bir kış gecesi, arkadaşlarıyla kartopu oynadığı için katledilen gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’ye adanan Karanlık Gece, bir anlamda hepimize soruyor bu ara başlıktaki soruyu. Çünkü Nuh Köklü, kimsenin aklına gelmeyecek bir nedenle, hiç yere öldürüldü. Özcan Alper, bu anlamda ahde vefasını gösteriyor, teşekkür ediyoruz. Yönetmen, ilk filmi “Sonbahar”da olduğu gibi insanın iç huzuruna ya da huzursuzluğuna, kendisiyle hesaplaşmasına odaklanıyor. Yaşanmışlık içerisinde gizlenen o vicdan muhasebesini gün yüzüne çıkarıyor. Filmi izlerken daha içinizle konuşmaya, yaşadıklarınızı hatırlayıp nasıl rahatlarız diye düşünmeye başlıyorsunuz.

Bir orman köyünde, kapalı bir yaşam süren gençlerin arasına genç bir ormancı katılır. Kuralları uygulamak, yasaklara uyulmasını sağlamak ve daha da önemlisi nesli tükenmiş denilen bir hayvanı (vaşak) aramaktadır. Kendi halindedir, ama gözler üzerindedir ve bir kulp bulunur muhakkak. Toplumun genel havası gençleri de etkilemekte, onlar da sorgulamak yerine aynı yolu sürdürmektedir. O genç orman memurunun cezasını kendileri verecektir. Aradan yıllar geçer, o gün köyden kaçan İshak, geri döndüğünde, hâlâ etkisinden kurtulamadığı o gecenin peşine düşer. Doğal olarak herkes karşı çıkar. Kimin başaracağı kasap çengeli örneği kocaman bir soru işaretidir.

Film, o gerilimi çok iyi veriyor. Alper, bu anlamda ışığı da iyi kullanarak (hep karanlık, hep karanlık) o duyguyu canlı tutuyor. Oyuncuların da filmin içeriğini iyi kavramış olmasıyla rollerine daha bir sarılmaları da filmin başarısına katkı sunuyor.

Afiş ve imaj…

Soy adaş iki yönetmenin filmiyle gündeme gelen afiş sorununa da değinmeden geçmek olmaz. Emin Alper’in “Kurak Günler”i ile Özcan Alper’in “Karanlık Gece” filmleri için yurtiçi için ayrı, yurtdışı için ayrı afiş tasarlanması tartışıldı. Bizde neden “kafa”lardan oluşan afiş kullanıldığı soruldu.

Birincisi, afiş bir duyuru aracıdır. Muhakkak ki estetik olmalıdır ama en önemlisi amaca (burada, filmi izlettirmeye) hizmet etmelidir. Çok iyi afiş tasarımcılarımız var, dünyadan ödüller toplayan… Toplumun yapısı burada da (filmde vurgulandığı gibi, bir kez daha önem kazanıyor Karanlık Gece, bu anlamda da) belirleyici. İzleyicinin gerek kültürel gerekse bilinç düzeyi yükselmedikçe duyuruların “kafa”lardan oluşmasının önüne geçmek mümkün değil. Biz, gördüğümüze inanırız, gördüklerimizi severiz. Sevdiklerimizi görmezsek filmi de izlemekten kaçınmamız doğaldır.

İki ilginç öykü var, anımsadığım… Biri roman kapağı (konumuz dışı olduğu için uzatmayacağım, ama Kemal Tahir, kapakta yer alan görüntüyü romana eklemiş… mecburen), diğeri film afişi. Erdoğan Kar’ın ilk filmi “Su” (Osman Şahin’in Sarı Yatak öyküsünden) filminin afişini Reha Yalnızcık, gerçekten öykünün içeriğini de barındıran bir tasarımla hazırlamıştı. Yaklaşık 40 yıl öncesinde de benzer bir kaygı varmış demek ki, Kar, kafalardan oluşan bir afiş yaptırdı (tasarlattı diyemiyorum, çünkü kafalardan oluşan bir afişin tasarlanması değil yerleştirilmesi mümkündür ancak). Şimdi internette yer alan afiş (tabii ki, yine kafalardan oluşuyor) ise filmin gösteriminde kullanılan değil, yenisi hazırlanmış besbelli. Bu da gösteriyor ki, kafalardan oluşan afiş hem kalıcı olmuyor hem de filmi taşımıyor.

28 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(19 Nisan 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

42. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 06 Nisan akşamı açılışı yapılan 42. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl jüri başkanlığını ‘Kurak Günler’ ile yılın ödül rekortmeni olan yönetmen Emin Alper üstleniyor. Oyuncu Farah Zeynep Abdullah, görüntü yönetmeni A. Emre Tanyıldız, kurgucu Aylin Zoi Tinel ile gazeteci yazar Seray Şahiner jürinin diğer saygın üyelerini oluşturuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 11 filmden oluşuyor. Yarışmanın öne çıkan filmlerinden ‘Boğa Boğa’, başarılı oyunculuk kariyerinin ardından 2017 yapımı ‘Daha’ ile haklı övgüler alan Onur Saylak’ın bir kez daha yazar Hakan Günday’ın senaryosundan yola çıktığı yeni çalışması. Kıvanç Tatlıtuğ ile Funda Eryiğit’in canlandırdıkları İstanbullu çift yeni bir hayata başlamak üzere Kuzey Ege’de bir köye yerleşiyor. Ancak ilk günden itibaren köylüler Yalın’a olumsuz ve tehditkâr biçimde yaklaşıyor. Çok geçmeden bu tepkilerin şiddeti hızla yükseldiğinde, Yalın’ın gerçekte kim olduğu ortaya çıkacak ve köy halkıyla arasında gizli bir savaş başlayacaktır.

İstanbul Film Festivali’nden bol ödüllü ‘Sarı Sıcak’ (2017) ve ‘Çatlak’ (2020) filmleri ile kendisini kanıtlamış yönetmen Fikret Ceyhan imzalı ‘Cam Perde’nin öyküsü dört yaşındaki oğluyla yaşayan genç bir kadın etrafında şekilleniyor. Nesrin bir yandan eski eşinin baskıları ve bürokratik engellerle uğraşırken, öte yandan sevgilisi Selim ile olan birlikteliğinde kritik kararlar almanın eşiğindedir.

Sinemamızın çağdaş yaratıcı yönetmenlerinden Kaan Müjdeci’nin fantastik çalışması ‘Iguana Tokyo’ yakın bir gelecekte Japonya’nın başkentinde geçiyor. Şehrin her köşesinin tüm sosyal katmanların sanal bir gerçeklik oyununun büyüsü altında olduğu bir ortamda, her yaş ve statüden insanın kendini içinde özgürce kaybedebildiği bu oyun sıradan bir aile için kazanan ferdin tüm aileyi yönettiği tehlikeli bir deneyime dönüşür. İnsanların gerçeklikten kolayca kaçabildiği ve yalnızca hayvanların dışarda olduğu bu yeni dünyada, devasa yeşil bir iguana insanların iki dünya arasında yavaş yavaş kendilerini kaybetmelerine tanık olabilen tek canlı olacaktır.

2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘Şimdiki Zaman’ ile aklımızda kalmış olan Belmin Söylemez’in 10 yıl aradan sonra çektiği yeni filmi ‘Ayna Ayna’, toplumun giderek daha da muhafazakârlaştığı günümüz İstanbul’unda bağımsız olarak ayakta kalma mücadelesi veren kadınların peşine düşmüş. Oyuncu olma hayali kuran Aylin, baskıcı babasından kurtulup kendi hayatını kurabilmek için bir Osmanlı dizisindeki cariye rolünü kapmak ister. Frida, bir türlü bitiremediği Frida’ya Mektuplar oyununu sokaklarda prova eder. Oyunlar sergileyen ve oyunculuk kursu veren Lale, ekonomik zorluklara rağmen tiyatrosunu ayakta tutmak için mücadele eder. Üç kadının yolları Lale’nin kursunda kesişecektir.

2023 Berlin Film Festivali’nin Karşılaşmalar bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ Türkiye asıllı yönetmen Ayşe Polat imzasını taşıyor. Aynı zamanda Uluslararası Yarışma seçkisinde de yer alan yapım, Almanya’dan gelip Türkiye’nin kuzeydoğusunda ücra bir köyde çekim yapan bir film ekibinin yaşlı bir Kürt kadınla röportajı ile başlıyor. Kadın, yıllar önce kaybettiği oğlunun anısını canlı tutabilmek için kadim bir ritüel yürütmektedir. Alman ekibe Kürtçe çeviride yardımcı olan yedi yaşındaki Melek’in bakıcısı, küçük kızın asıl amacı belirsiz, karanlık bir örgüte mensup babası gibi karakterlerin öyküsü, esrarengiz bir varlığın Melek’e musallat olması ile farklı bir gizem havasına bürünecektir.

2015 yapımı ‘Kasap Havası’ ile hatırladığımız Çiğdem Sezgin’in yazıp yönettiği ‘Suna’nın ana karakteri hayatını temizlikçilikle kazanan elli yaşlarında yalnız ve yoksul bir kadın. Evini uzun zaman önce kapatarak akraba, arkadaş yanında kalmakta olan Suna, eski bir aile dostunun aracılığı vasıtasıyla imam nikahı ile evlendirildiği Veysel’le birlikte ıssız bir köyde, eski bir evde yaşamaya başlıyor. Kocasının her hizmetini görmeye razı olan Suna, onunla aynı yatağa girmeye tahammül edemeyince, bu içki sorunu ile birlikte psikolojisi üzerinde derin yaralar açmaya başlıyor.

2018 yapımı ilk uzun metrajı ‘Benim Küçük Sözlerim’ ile bilinen Bekir Bülbül’ün yeni filmi ‘Bir Tutam Karanfil’ yaşlı bir mültecinin torununu da yanına alarak karısının cenazesini ülkesine götürüp defnetme arzusundan yola çıkıyor. Savaşın halen hüküm sürdüğü topraklara geri dönmek istemeyen küçük kız ile özlemini çektiği ülkesine bir an önce kavuşmak isteyen yaşlı adamın yolculuk boyunca hayata tutunma çabaları ve bu cenazeyi taşıma gayretleri, aralarındaki buzların zamanla erimesine neden oluyor ve birbirlerine daha sıkı bağlanıyorlar.

Seçkide dört adet de ilk film yer alıyor. Bunlardan Filiz Kuka’nın yazıp yönettiği ‘Yüzleşme’ ağır hasta annelerini yitiren bir baba ve iki kız çocuğunun hesaplaşması üzerinden ilerliyor. Barış Fert imzalı ‘Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu’, empati kurma yeteneğini kaybetmiş ve adeta bir suç makinesine dönüşmüş Deniz’in İstanbul’da olduğu tahmin edilen esrarengiz bir yazılımın peşine düşmesini ve kendisini yirmi dört saat sürecek kaotik bir serüvenin içinde bulmasını anlatıyor. Orçun Köksal’ın yazıp yönettiği ‘Bars’, soyu tükenmiş olan Anadolu parsına dair bir iz bulabilmek için Anadolu’da yolculuğa çıkan iki zoologun izini sürüyor. Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan Umut Subaşı’nın ilk uzun metrajı ‘Sanki Her Şey Biraz Felâket’ ise İstanbul’da yaşayan yirmili yaşlarında dört gencin gelecek endişesi üzerine derinleşirken, yeni neslin kaygılarını mizahi bir yolla keşfe çıkıyor.

(13 Nisan 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tanrının Yarattıkları: Hepimiz İçin Açılan Bir Pencere

Kim bizi nasıl bilirse onun için öyleyiz! Kaderci herkesin çok kolay kabûl ettiği bir duygu bu. Oysa kimse dışarıdan bilinen kadar değildir, derinde, daha derinde farklı duygu, düşünce veya gizemi vardır. O gizemi “kör parmağım kör gözüne” yaklaşımıyla göze sokarsanız, kimse kabûl etmez, itiraz eder. Sonra ne mi olur; izleyin…

God’s Creatures (Tanrının Yarattıkları), sürekli bulutlu ve rüzgârlı İrlanda kıyılarındaki küçük bir balıkçı köyüne götürüyor bizi. Hemen herkes balıkla ilgili bir işte çalışıyor; kimi balık tutarken, ağırlıkla kadınlar balık işleme fabrikasında çalışıyor. İnanılmaz bir şey; herkes fosur fosur sigara içiyor. Çözümsüzlüğün göstergesi…

Aileen (Emily Watson), Avusturalya’ya gitmiş oğlu Brian’ın (Paul Mescal) habersiz dönüşüyle çok mutlu olur. İçten içe umduğu şeydir, oğlunun geri dönmesi, o nedenle de istiridye ruhsatı için yıllar boyu ücret ödemiştir. Brian, neden gitmiştir, kimse bilmiyor, sormuyor da. İma bile edilmiyor. Ama bir şey var… Babası ile anlaşamıyor. Büyük olasılıkla geleneksel baba oğul çekişmesi, çözümsüz çelişki. Bir gün, eski arkadaşı Sarah (Aisling Francioisi), polise Brian’ın kendisini taciz ettiğini bildirir. Anne Aileen, doğal olarak oğlunu korumak için yalan söyler.

Hayatın gerçeği…

Bir ay ancak kaldı, belki de görüp göreceğimiz en önemli seçim arifesindeyiz. Aileen de benzer bir seçimle yüz yüze… Bizimki biraz daha zor, çünkü sadece kendimiz, çocuklarımız veya ailemiz değil tarımıyla, sanayisiyle, ormanı ve deresiyle, ekonomisi ve sosyal yapısıyla, insanı hatta tüm canlılarıyla hepimizi ilgilendiriyor. İlk filmlerini çeken Saela Davis ile Anna Rose Holmer, dramatik yapıyı o denli güçlü kurmuş ki kendinizle özdeşleştiriyorsunuz ister istemez. Sahi, bizim ülkemizin de en büyük sorunlarından biri taciz ve tecavüz. Sadece anneye (aileye) değil devlet görevlilerine bile kabûl ettiremiyorsunuz (İstanbul Sözleşmesi, bu durumu hiç değilse görünür kılacak).

Kara bulutların insanın ruhunu daraltması yaşamın da bir yansıması aslında. Bir de istiridyede mantar oluşumu var… Toplumun çürümüşlüğünü, sorunların çözümsüzlüğünü gösteren. Karamsar atmosferi olmasına ve alabildiğine yavaş akmasına karşın, film hayatın gerçeğini gözler önüne serdiği için… güçlü oyuncularının, kararlı kamera görüntülerinin kusursuz montajının (kurgusunun) da unutulmaması gerekir… izlenmeli. Birçok ödül adaylığıyla, adından uzun süre söz ettireceğini de belirtmeliyim.

21 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(13 Nisan 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

42. İstanbul Film Festivali’nden Paha Biçilmez Belgeseller

İstanbul Film Festivali Belgesel Kuşağı bu yıl da birbirinden ilginç yapımlardan oluşan bir seçki sunmayı sürdürüyor. Listede ilk dikkatimizi çeken ve dünya prömiyerini Şubat 2023’te Berlin Film Festivali’nde yaparak büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan ‘Küçük Evren / Sur L’Adamant’, günümüzün en büyük belgesel sinemacılarından Nicolas Philibert’in son filmi. Filme özgün adını veren “L’Adamant” benzersiz bir bakımevi: Paris’in kalbinde, Seine Nehri üzerinde yer alan, yüzen bir yapı. Ruhsal bozukluklardan muzdarip yetişkinleri ağırlayan bu merkez, onların kendilerine zamanda ve mekânda bir yer bulmalarına, iyileşmelerine ya da morallerini yükseltmelerine yardımcı oluyor. Psikiyatristler, psikologlar, hemşireler, meslek terapistleri, uzman eğitimciler ve sanat terapistlerinden oluşan ekip, psikiyatrinin bozulmasına ve insanlıktan uzaklaşmasına karşı ellerinden geldiğince direnmeye çalışıyor.

Oscar’lı belgeselci Laura Poitras, 20. yüzyılın en tanınmış, en tartışmalı fotoğrafçılarından Nan Goldin’in epik, duygusal ve iç içe geçen hikâyesini anlattığı, 2022 Venedik Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Aslan galibi son filmi ‘Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri / All the Beauty and the Bloodshed’ listenin bir diğer kaçırılmaz yapımı. En İyi Belgesel dalında da Oscar’a aday olan film, tabu yıkan fotoğrafları ve röportajları paralelinde Nan Goldin’in ABD’deki opioid krizine karşı şahsen yürüttüğü mücadeleyi konu alıyor. Bir dönem OxyContin’e bağımlı olduğunu söyleyen Goldin, bu ilacın üreticisi Purdue Pharma ile şirketin sahibi Sackler ailesini ABD’de bağımlılık yoluyla 400.000’i aşkın kişinin ölümüne neden olmakla suçluyor. Filmde, Goldin’in aile sırlarından arkadaşları ve sanatçı dostlarıyla ilişkilerine, fotoğraflarının arkasındaki hikâyelere uzanan şahsi tarihçesi, Poitras’ın deyişiyle “Amerika’dan kaçanların mirası” da derinlemesine gözler önüne seriliyor.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Annie Ernaux’nun yazıp anlattığı, oğlu David Ernaux-Briot’nun yönettiği ‘Super-8 Yılları / Les Années Super-8’, Annie Ernaux’nun yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8mm hatıra filmlerini bir araya getiriyor. 1972 ila 1981 yılları arasında çekilmiş super-8 filmlerin yalnızca bir aile arşivi olmadığını, aynı zamanda 1968’den sonraki on yıl boyunca toplumsal bir sınıfın eğlencelerine, yaşam tarzına ve özlemlerine tanıklık ettiğini ifade eden oğul David, bu sessiz görüntüleri, mahrem olanı toplumsal olanla ve tarihle birleştiren bir hikâyeye dahil etmek, o yılların tadını ve rengini aktarmayı hedeflemiş. Birçokları tarafından Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabul edilen Ernaux’nun ‘evlilik, annelik ve olup biten her şey üzerine’ bu ‘büyülü ev filmi/görsel makalesi’nin 13 Nisan Perşembe günü saat 16:00’da Fransız Kültür Merkezi’ndeki gösterimi sonrasında soru/cevap bölümüne katılacağını ve aynı gün 18:00’de son kitabı ‘Genç Adam / Le Jeune Homme’un imza seansında bulunacağını edebiyat tutkunları için ayrıca duyurmak isterim.

‘Kapr Kodu / Kapr Code’ özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken ilginç bir “belgesel opera”. Stalin Ödülü sahibi Çek besteci Jan Kapr’ın hayatını konu alan bu son derece sıradışı müzikal biyografiyi yazan ve yöneten Lucie Králová. Progresif besteci Jan Kapr (1914-88) komünist ideolojiye baş koymuş, Sovyetler Birliği tarafından ödüllendirilmiş, ancak sonra sanatsal görüşü nedeniyle sosyalist Çekoslovakya’da yasaklanmış, adı her yerden silinmişti. Bu filmde dünyaca ünlü Brno Çek Filarmoni Korosu mensubu 17 opera sanatçısı, polis tutanakları, Kapr’ın politik açıklamaları ve aşk mektuplarından parçalar da dahil olmak üzere ünlü sanatçının hayatından sahneleri seslendiriyor. Petra Šuško’nun özgün müziği ve Jiří Adámek / Austerlitz’in librettosu üzerine kurulu filmde operayı seslendiren koronun şefi Petr Fiala’nın Kapr’ın yaşayan son öğrencisi olduğunu ayrıca belirtelim.

Yürütücü yapımcılığını Ruben Östlund’un üstlendiği ‘Ve Kral Dedi ki: Ne Harika Bir Makine / And The King Said, What A Fantastic Machine’, Camera Obscura ve Lumière kardeşlerden Youtube ve sosyal medyaya “görüntü”nün izini sürüyor ve yıllar boyunca insan davranışını nasıl etkileyip değiştirdiğini gözlemliyor. Yönetmen ikilisi Axel Danielson ve Maximilien Van Aertryck insanın kendini görüntüleme ve izleme merakını, medya kültürünün baskınlığını, sinema ve sosyal tarihçe uygulamalarını gözlemlerken, milyarlarca dolarlık bir endüstriye nasıl vardığımızı sorguluyor. Film dünya prömiyerini Sundance Film Festival’inde Dünya Sineması Belgesel Yarışması bölümünde yaptı, ardından Berlin Film Festivali’nde gösterildi.

Çok ödüllü usta belgeselci Mark Cousins imzalı Roma’ya Yürüyüş / Marcia Su Roma’, faşizmin İtalya’daki yükselişini ve 1930’ların Avrupa’sının çöküşünü, gün yüzüne çıkmamış arşiv görüntüleri ve kendine has sinemasal çözümlemesiyle anlatıyor. Cousins’in prömiyerini Venedik’te yapan, hem deneme-film hem de tarihi belgesel niteliğindeki yeni filmi, tarihi bağlamsallaştırarak günümüzde Avrupa’da yükselen radikal sağ ve gerçekleri saptıran medyanın kol gezdiği siyasal manzaraya da ayna tutuyor. Film, adını 1922’de İtalya’da faşistlerin hükümeti devirmek amacıyla yaptıkları ve Benito Mussolini’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan meşhur gösteri ve yürüyüşten almış.

Alman kadın sinemacı Steffi Niederzoll yönettiği ‘Tahran’da Yedi Kış / Sieben Winter in Teheran’ ise İran sınırlarının ötesinde bir direnişi, kendisine tecavüze yeltenen adamı öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanarak idam cezasına mahkûm olmuş 19 yaşındaki Reyhane’nin kadın haklarının simgesine dönüşen öyküsü üzerinden anlatıyor. Berlin’de filmi ödüllendiren Alman Sinemasına Bakış bölümünün jürisi, ödül kararını şöyle gerekçelendirmişti: “Güçsüzlük duygusunun üstesinden nasıl gelinir ve buna karşı nasıl direnilir? Kurumsallaşmış erkek şiddetine meydan okuyan genç bir kadının hikâyesini nefessiz izledik.” Kutsal Örümcek’in başrolündeki Zar Amir Ebrahimi, film boyunca Reyhane’ye sesini vererek onun mücadelesine umut katıyor.

Bu parlak seçkiye ülkemizden iki değerli belgesel çalışmayı da eklemek isterim. Bunlardan Önder Esmer’in yazıp yönettiği ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri’ 1965 yılında genç yazar Onat Kutlar ve bir grup aydın tarafından kurulan Türk Sinematek’inin müthiş serüveni üzerine. 1972 yılında henüz 15 yaşında iken gencecik sinema tutkuma eşsiz yollar açan bu efsanevi kurumun öyküsünü yaşayan kurucularının ağzından perdeye taşıyan özel bir film bu. Aynı şekilde, genç yönetmen Fırat Özeler’in imzasını taşıyan ‘Kavur’, ülkemiz sinemasının yetiştirdiği orta kuşak auteur sinemacıların şahsım için en değerlisi olan Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuk üzerinden, terk edilmiş kasabalarda, harabelerde, kimselerin kalmadığı otellerde sahipsiz mektupların, hatırlanmayan rüyaların ve kayıp bir filmin izini sürerken Kavur ile hayali bir diyalog başlatıyor.

(09 Nisan 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

42. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

42. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri gösterilmeye başlıyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını Portekizli yönetmen João Canijo yürütüyor. Auteur sinemacının bu yıl festival programında da yer alan Berlinale’den Gümüş Ayı ödüllü son çifte filmi ‘Mal Viver / Kötü Yaşamak ve Viver Mal / Yaşamak Kötü’ de merakla bekleniyor. Uluslararası Yarışma jürisinin öteki simalarına gelirsek, 2019 yapımı ‘Onun Adı Petrunya’ ile tanıyıp sevdiğimiz, bu yıl ‘Dünyanın En Mutlu Adamı’ adlı en yeni filmi festivalde gösterilen Makedonyalı yönetmen Teona Strugar Mitevska, Brezilyalı oyuncu Maeva Jinkings, yapımcı Dora Bouchoucha ile kreatif direktör ve sinema araştırmacısı Alexandre O. Philippe büyük jürinin diğer üyeleri olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine 10 filmden oluşuyor. Geçtiğimiz Şubat ayında Berlin’den Fipresci ödülü ile dönen Avustralyalı auteur yönetmen Rolf de Heer imzalı ’İnsanlık Ölmedi / The Survival of Kindness’ ilk bakışta dikkat çekiyor. Film çölün ortasında bir karavanın üzerindeki kafeste ölüme terk edilmiş Siyah Kadın’ın çölden dağa, şehirden şehre, salgın hastalıkların ve zulmün içinden geçerek verdiği başkaldırının öyküsü üzerinden ilerliyor. Şiddet, sonu gelmeyen ırkçılık, adaletsizlik, sömürgeleştirme konularını ele alan minimalist bir ahlaki meselin sözcülüğünü yapıyor.

Ocak ayında Sundance’te Dünya Sineması – Dramatik kategorisinde Jüri Özel ödülüne layık görülen ‘Aramızdalar / Parmi Nous – Animalia’ Fas asıllı yönetmen Sofia Alaoui’nin ilk uzun metrajı. ‘Mücadelem Arap sinemasının içine tıkıldığı klişelere karşı’ diyen sinemacının filmi, dogmaları, toplumsal yapıyı ve günümüz Fas’ında kadınların yerini irdeleyen merak uyandırıcı bir bilimkurgu – fantezi. Orta halli geçmişiyle Itto, yeni evlendiği kocasının burjuva ailesinin ayrıcalıklı yaşam tarzına yavaş yavaş uyum sağlamaya çalışırken, doğaüstü olaylar ülkeyi kasıp kavururken, yeni ailesinden ayrı düşen genç kadının mücadelesi başlıyor.

Çok yönlü yönetmen, senarist, kurgucu ve oyuncu Houman Seyedi imzalı İran’ın Oscar adayı ‘Üçüncü Dünya Savaşı / jang-e Jahani Sevom’, sürekli ezilen bir inşaat işçisinin İran’da çekilen Nazi soykırımı ile ilgili sıradan bir filmde figüran olarak yer alması ile hayatının altüst olmasını anlatıyor. Kara komedi olarak başlayıp insan zulmünün karanlık duygusuzluğuna inen yapım, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde en iyi film ve erkek oyuncu ödüllerini kazandı.

2023 Berlin Film Festivali’nin Karşılaşmalar bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ Türkiye asıllı yönetmen Ayşe Polat imzasını taşıyor. Almanya’dan gelip Türkiye’nin kuzeydoğusunda ücra bir köyde çekim yapan bir film ekibi, yaşlı bir Kürt kadınla röportaj yapıyor. Kadın, yıllar önce kaybettiği oğlunun anısını canlı tutabilmek için kadim bir ritüel yürütmektedir. Alman ekibe Kürtçe çeviride yardımcı olan yedi yaşındaki Melek’in bakıcısı, küçük kızın asıl amacı belirsiz, karanlık bir örgüte mensup babası ve esrarengiz bir varlığın Melek’e musallat olması ile giriftleşen öyküsüyle farklı bir gizem filmi bu.

Tanınmış sinemacı Eskil Vogt’un senaryosundan yola çıkan ‘Kopenhag Diye Bir Yer Yok / København Findes Ikke’ filmin yönetmeni Martin Skovbjerg’in sözleriyle “radikal ve trajik bir aşk öyküsü, aşkın özgürleştirici potansiyeli ve yıkıcı gücü hakkında şiirsel, canlı, çağdaş bir hikâye”. Bir genç kadın hiç iz bırakmadan ortadan kayboluyor. Erkek arkadaşı, üç ay sonra tuhaf bir teklifi kabûl ediyor: Bir eve kapatılacak ve kadının babası tarafından olaylarla ilgili sorgulanacaktır. Anlaşılan o ki iki âşık tuhaf ve alışılmadık gibi görünen bu hayatı sürdürmeyi kararlaştırmışlardır.

“Mucize denen şeyi bizzat ellerinle yaratabilirsin.” Martin Eden’in yönetmeni Pietro Marcello’nun müzik, tarih ve folkloru harmanlayan yeni dönem filmi ‘Al Yelkenler / L’Envol’ işte böyle başlıyor. 20 yıllık bir döneme yayılan, büyülü gerçekçilik üzerine kurulu şiirsel bir masalı andıran yapım, Fransa’nın kuzeyindeki bir köyde babasıyla yaşayan küçük Juliette’in öyküsü. Afacan Juliette kaderinde daha büyük şeyler olduğunu, bir gün al yelkenlerin onu köyden alıp götüreceğini söyleyen bir cadıyla karşılaşıyor ve bu kehanete inanmaktan asla vazgeçmiyor. Film, Rus yazar Alexander Grin’in aynı adlı romanından uyarlanmış.

Cannes’da Eleştirmenler Haftası kapsamında prömiyerini yapan ‘Sıradaki Kız / Da-Eum So-Hee’ okullardan şirketlere bir sistemin tümüne eleştiri getiren, sessizlerin sesi olan sarsıcı, araştırmacı bir gerilim – dram. Yönetmen July Jung’un gerçek bir öyküden yola çıktığı yapımda, liseli bir kızın ölümünü araştırırken aslında kendini de sarmalamış acı gerçeklerle yüzleşen kadın dedektif Oh Yoo-jin’i izliyoruz. Film, tek başına ölüme yenik düşen bir çocuk ve tek başına olmanın dehşetini herkesten iyi bilen yetişkinin hikayesi üzerinden ilerliyor.

Yine ilk gösterimi Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde gerçekleşen ‘Pamfir’ insan ilişkilerini, affetmenin gücünü, kadere karşı seçimlerin ve iyiye karşı kötünün varlığını işliyor. Ukrayna’nın batısında bir kasabada, her yanda maskeler ve kostümlerin göründüğü geleneksel bir karnaval eğlencesinden bir gün önce, bir süredir ailesinden uzakta olan Pamfir eve dönüyor. Ailesine karşı öyle derin bir sevgi beslemektedir ki oğlu kasabanın ibadethanesinde bir yangına neden olduğunda bile tüm halkı karşısına alıp çocuğun kabahatinin diyetini bir şekilde ödemeye tereddüt etmiyor.

Fanny Molins’in yönetmenliğini yaptığı ‘Atlantic Bar’ Fransa’nın güneyinde, Arles kentindeki bir bardan taşan insancıllığı, sıcaklığı, hayatı, karşılaşmaları, aşkı ve dramı anlatıyor. İnsanların her gün uğradıkları, birbirlerini uzun zamandır tanıdıkları, dans edip şarkı söyledikleri, dertleştikleri bakımsız mahalle mekanının satışa çıkarılması barın işletmecisi Nathalie ile müdavimler için dünyanın sonu, umutsuzca ihtiyaç duyulan bir yerin kaybı demektir. Ortak dayanışma duygusu, nezihleştirmenin doymak bilmez iştahına karşı duruşu politik hâle getirecektir.

Bir diğer yarışma filmi olan ‘Su / El Agua’ İspanya’nın güneydoğusunda küçük bir köyde yaz mevsiminde geçiyor. Yönetmen Elena López Riera’nın doğup büyüdüğü kasabada ağırlıklı olarak amatör oyuncularla çektiği, bilindik bir efsaneden yola çıkan filmde, fırtına yüzünden köyün ortasından geçen nehrin taşma ihtimali baş gösteriyor. Bazı kadınların “içlerinde suyla” doğdukları için sel geldiğinde yok olacaklarını anlatan kadim söylence, köyün dört bir yanında bir ayin gibi tekrarlanmaya başlarken, fırtına öncesi gerginliğinde, ölüm kokan bu köyden kaçma hayalleri kuran Ana ile José arasında bir yaz aşkı filizleniyor.

(07 Nisan 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Kralı Onurdan mı Söz Ediyor?

Filmin adında yer alınca ister istemez bir “onur” arıyoruz… Bulabilir miyiz? Tabii ki bulabiliriz, yeter ki isteyelim. Biliyorsunuz, ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağ da kurulabilir.

Tam adıyla, “Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Arasındaki Onur” filmi tam günümüz Türkiye’si için biçilmiş taftan. Hem komedi, hem dram, hem gizem, hem korku, hem de mesajıyla geçirdiğiniz zamana değecektir. İnanın…

Seçim öncesi gerekli…

Olmayan bir gezegende, olmayan bir ülkenin, olmayan halkı, olmayan bir iktidarı seçmek için toplanmış. Birlikte hırsızlık yaptıkları Edgin (Chris Pine) kızını arkadaşı Forge’a (Hugh Grant) emanet eder, hapsa girer. Edgin, ekip ve hücre arkadaşı, güçlü Holga (Michelle Rodriguez) ile kaçıp kızını bulmaya çalışır. Olmayan ülkenin olmayan iktidarına aday olan, olmayan seçimin olmayan kampanyasında olmadık bir şekilde (yani biraz hile, biraz desise, biraz da akılla) başkan olan Forge, doğal olarak her şeyi inkâr eder. İktidar olmak keyifli ve güzel bir şeydir, kazançlıdır ve hiçbir sorumluluk gerektirmez…

Bilmem, ben bizim ülkemiz dedim ama sanki her ülke aynı galiba. ABD Başkanı bile mahkemeye çıktı, ilk kez… Demek ki “olmaz olmaz” bu dünyada. Olmayanı oldurmaksa sinemacıların işi… Keyifle ve rahatça izlettiriyorlar hem de. Sahi, ne enflasyon, ne pahalılık, ne sıkılan kurşunlar, depremle yıkılan evler, selde sürüklenen çadırlar var… Oh ne âlâ memleket!

Şans, sihir, cesaret ve sen!

Tabii, sensiz olmaz. Her ne kadar, filmde Edgin, ekibine katmak için Doric’e (Sophia Lillis) söylese de, asıl bize (yani izleyiciye) söylüyor. Çünkü izleyici olmazsa film, film olmaz ki…

Uzunca bir film, iki saati aşkın… Ancak hiç fark etmiyorsunuz. Kahkahalar arasında keyifle izliyorsunuz; merak heyecan ve büyük bir beklentiyle…

Bırakın filmi kimin çektiğini, yazmış olsam da kimin oynadığı da önemli değil. Çok başarılı olduklarını daha jenerik bitmeden kabul edeceksiniz.

Ara başlığa alamadıysam da güç ve gençlik de var bu filmin çimentosunda. Çömez Simon (Justice Smith) üstünden atabilsin diye tüm çekingenliğini, acemiliğini ve ilan edebilsin diye aşkını biraz zaman tanımak gerekir. Benim yerime siz verin o şansı…

Olmayan dünyanın olmayan ülkesinde, olmayan halkın olmayan yaşamında olan sihir var bir de. Kimi kötü, büyücü deniyor; kimi iyi, sihir adı veriliyor. Birden dünya dönüyor… Bahar geliyor yeniden…

Sanki biz de o olmayan dünyanın olmayan ülkesinin olmayan halkının mensubu olsaydık, ne olurdu. Gerçi ateş saçan canavarlar, duvardan geçen böcekler, zindanlar, devler arasında kolay bir yaşam olmazdı, ama keyifnden de geçilmezdi…

Filmin sonu bizden…

Türkiye sinemasının en bilinen filmlerinden “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın, hemen herkesin belleğindeki finali: “Sevgi neydi? Sevgi emekti”, bu filmin de finali.

7 Nisan 2023’ten başlayarak gösterimde…

(06 Nisan2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir Ekran ve İnternete Yenilecekler…: Kayıp

Bilgisayarın ardından internet ile bağlantılı iletişim başladığında, 30 yılı aşmıştır, “kavramların içeriklerini değiştirmek gerekir” diye yazmıştım. Bizim için sosyalleşme sokakta oynamak, hatta okula gitmekti, çünkü arkadaşlık kuruluyordu dersliklerde, teneffüslerde… Şimdi, Z kuşağı dediğimiz genç arkadaşlar evden çıkmadan, ekran ve internet bağlantılı kamera üzerinden sosyalleştiği gibi filmde izlediğimiz üzere dedektiflik bile yapıyor.

Will Merrick ve Nick Johnson’ın yazıp yönettiği, hızıyla da ilgi çeken bu farklı, farklı olduğu kadar merak uyandıran ve en az bir o kadar da heyecanlandıran film; pandemi sonrası yapılan az mekânlı, kişileri sınırlı, bütçesi kısıtlı bir yapım. Her şeyi bir ekrandan izliyoruz.

Kadrajı doldurmak belirleyici…

Bu, önemli bir dil aynı zamanda. Yazılı basın dediğimiz, bir dönemin en önemli haberleşme olanağı sunan gazeteler yerini çoktan kameraya bıraktı. Ressamlar bile kamera çerçevesine uygun 16:9 oranı (günümüz teknolojisiyle çok küçük değişikliklerle güncellenmiş bile olsa) çerçeve kullanıyorlar. İşlerinin yaygınlaşabilmesi için televizyon, daha doğru deyişle kameraların gözüne hoş görünmek bir zorunluluk artık.

Will Merrick ve Nick Johnson, belki ilk değiller (telefonla dizi çekildiğini hatırlayın lütfen), ama bir gerçekliği öne çıkararak ilgiyi farklı bir alana odaklıyor. Bu, önemli bir gelişme, önemli bir adım. Bu arada, tablet, bilgisayar, hatta telefonla izlenme oranlarını göz önüne alırsanız, yakın plan çekimler giderek daha da artacak. Sinema ile televizyonu birbirinden ayıran bu fark unutulmamalı…

Grace Allen (Nia Long), kızı June (Storm Reid) ile yaşarken erkek arkadaşıyla tatile çıkar. Geri dönmeyen annesini ekranlar üzerinden arar. Genç kız, hemen hiçbirimizin (orta yaş üzeri herkesin, kesinlikle) aklına gelmeyecek yöntemler kullanırken hayret etmemek mümkün değil. Tabii, birçoğumuz şaşkınlıktan dilimizi bile yutabiliriz.

Vay canına!

18 yaşındaki June’u, evde bıraktığı için tedirgin anne, sürekli uyarır kızını. Haklı olarak tedirgindir ve merak etmektedir. Bizler de seyirci olarak kızın başına bir şeyler gelecek diye kaygılanır, ona göre izleriz filmi… İlk ters köşe! Sürpriz orada da bitmez…

Yeni kuşak gençleri tanımak, nasıl akıl yürüttüklerini anlayabilmek, nasıl bir çözüm bulduklarını bilmek için biçilmiş kaftan “Kayıp” filmi. June, annesi ile erkek arkadaşı tatildeyken, yaşının gereği, sabahlara kadar eğlenir, ortalığı dağıtır, evi altüst eder… Sonra da internet üzerinden bulduğu temizlikçiye evi teslim eder, yine internet üzerinden parasını ödemiştir, peşin olarak.

Asıl sonrası önemli…

Gerek annesinin gerekse erkek arkadaşının e-posta ve sosyal medya şifrelerini bulur (kimini kırmaya bile gerek yoktur, kolay yolunu bilirseniz) takibe başlar. Türlü yollar dener ve sonunda annesinin izini bulur. Tabii ki, orada da bir sürpriz bekliyordur bizleri…

Bu filmden sonra, “benim şifrem çok güçlü, kimse kıramaz” demeyin. Bazı püf noktalarını atlayamaz ve ipucu bırakırsınız ister istemez. Yok, dijital hayat uzak dursun diyemezsiniz, film dijital yollarla annesinin gittiği yerleri, kaldıkları otelleri, yemek yedikleri lokantaları buluyor. Hatta canlı (arşivler ne güne duruyor) izliyor da…

Ne dijital yaşamdan uzak durun ne de ona kanıp her şeyinizi emanet edin.

Anne babalar, çocuklarınıza bilgisayar başından kalkmıyor diye kızmayın, onların bilgisayarla sosyalleştiğini, yeni dünyalara yelken açtığını unutmayın.

…ama bir şekilde, uzaktan takip edin, özellikle bizim ülkemizde, son yıllarda artan uyuşturucu kullanımını gözeterek.

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(29 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yalana İnanmak Kolaydır: Çaykovski’nin Karısı

İnsanlar hep dört dörtlük insan hayal eder. Her şeyiyle kendisinin beklentisine uyacağını sanır. Zaman içerisinde bu beklentiler törpülenir, ‘fazlalıklar’ dengelenir. Ama yine de o ilk beklentinin kalıntıları durur küller altındaki köz gibi… Kimi zaman işine, kimi zaman yapıp söylediklerine, kimi zaman boyuna posuna, şekline şemailine, saçının kıvrımına… bakıp umutlanırız: “Tamam, işte buldum ruh eşimi!”

Bu, ünlülere karşı daha da yüksektir ve Çaykovski’nin Karısı tam da bu açmazı, hem de alabildiğine güçlü anlatıyor.

Kirill Serebrennikov, daha önceki filmlerinde olduğu gibi başarıyı yakalıyor. Bu, alabildiğine uzun olmasına karşın sıkmayan, temposu düşmeyen, ilgi odağını yitirmeyen filmden etkilenmemek, Çaykovski’nin veya karısının yerine kendisini koymamak ne mümkün!

Antonina (Alyona Mikhailova), Çaykovski (Odin Lund Biron) ile tanışıp konservatuar eğitimi almak isterken, sanatçının ‘lastikli’ yanıtıyla belki de, takıntılı bir aşığa dönüşür. Ama öyle böyle bir takıntı değildir bu, hayatını adar o andan sonra Çaykovski’ye… Peki, Çaykovski? Çaykovski’nin umurunda bile değildir, görmezden gelir karısını, yok sayar. Boşanabilmek için neler yapar neler!

Filmin iki ucu var: Biri Çaykovski, diğeri karısı. Her iki ucu da aslına bakılırsa sorunlu. Eşcinsel olduğu bilinen Çaykovski, biraz ekonomik zorunluluk, biraz dedikoduları önlemek amacıyla kabûl ettiği bu evlilikten nefret etmekte, buna da bağlı olarak hep itici davranmaktadır. Antonina ise gözünde artık o denli büyütmüştür ki kocasını, giderek gerçek yaşamdan uzaklaşır. Her iki ucun da çok iyi ve alabildiğine görsel anlatıldığı filmin ilişkilere, geleceğe, yaşama bakışınızı etkileyeceği muhakkak. Güncel bir not olsun; bakalım siz de günümüz Türkiye’siyle, gerek cumhurbaşkanlığı gerekse parlamento seçimleriyle bağlantı kuracak mısınız?

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(28 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

42. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren, bir tanesi ikili 10 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- SONSUZ SIR (The Eternal Daughter):
Hatıra (The Souvenir), Hatıra: 2. Bölüm (The Souvenir: Part II), Takımada (Archipelago) filmleriyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un dünya prömiyerini Venedik Film Festivali ana yarışma seçkisinde yapan yeni filminde Tilda Swinton hem bir yönetmeni hem de annesini canlandırıyor. ABD Ulusal Eleştiri Kurulu’nun on filmlik 2022 listesine giren, idari yapımcılığını Martin Scorsese’nin üstlendiği yapım, bilinmeyenler ve gizemli güçlerle çevrili bir dünyada insanın geçmişine dönüp kendini anlamaya çalışmasını anlatan bu sıra dışı gotik hayalet hikâyesi.

2- KIZIL GÖKYÜZÜ (Roter Himmel):
Barbara, Transit ve Undine’nin yönetmeni Christian Petzold’un son filmi, dünya prömiyerini büyük ödüle layık görüldüğü 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında yaptı. Yönetmenin doğal elementleri konu alan üçlemesinin bu ikinci ayağı, Baltık denizi kıyısında, bir yanı orman küçük bir tatil evinde geçiyor. Sıcak amansız bastırmışken haftalardır yağmur yağmayan bölgede ikisi eski ikisi yeni dört genç arkadaş bir araya geliyor ve duygular, etraflarındaki kurak ormanlar gibi alev almaya başlıyor. Çok geçmeden ormanın alevleri eve ulaşacaktır.

3- KÖTÜ YAŞAMAK (Mal Viver) ve YAŞAMAK KÖTÜ (Viver Mal):
Saygın Portekizli auteur yönetmen João Canijo’nun dünya prömiyerlerini 2023 Berlin Film Festivali’nde yapmış, aynı otelde geçen ikili filmleri Kötü Yaşamak ile Yaşamak Kötü Portekiz’in kuzey sahillerinde bir otelin işletmecisi olan birkaç kuşaktan kadınları izliyor. Yıllardır birbirlerine içerledikleri için ilişkileri zehirli bir hal almış, otel gibi onlar da içten içe çürümeye başlamıştır. Ailenin en küçüklerinden bir genç kadının bu mekâna varışı ortalığı karıştıracak, birikmiş hasetlerle gizli nefretleri canlandıracaktır. Yönetmen Canijo, bu yıl İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’nın jüri başkanlığını yürütecek.

4- GECENİN SONUNA DEK (Bis Ans Ende Der Nacht):
Christoph Hochhäusler’in yönettiği yapım, Frankfurt’un karanlık olduğu kadar şık suç labirentlerinde üç kişiyi takip eden, suçla aşkın, arzuyla cinsel karmaşanın girift hikâyesini anlatan bir gerilim. Gizli görevdeki polis memuru olan Robert, karanlık uyuşturucu baronu Victor’un güvenini kazanmak için trans kadın Leni ile ilişkiye girdiğinde bastırdığı duyguları ve gerçek benliğiyle yüzleşiyor. Bu ilginç kara film Fassbinder’den izler taşıyor.

5- YAVAŞ (Slow):
2023 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dramatik kategorisinde en iyi yönetmen seçilen Marija Kavtaradze imzalı Litvanya yapımı, dans, uzlaşma ve sevmenin farklı yollarına dair dokunaklı bir dram. Tanıştıkları andan itibaren güzel bir bağ kuran dansçı Elena ile işaret dili tercümanı Dovydas’ın ilişkisi derinleştiğinde ve Dovydas aseksüel olduğunu açıkladığında gerginlik kaçınılmaz oluyor ve ikilinin kendilerine özgü bir yakınlık kurmaları gerektiği ortaya çıkıyor.Amerikalı tanınmış fotoğraf sanatçısı Nan Goldin’den etkilenen sinemacı, doğal bir estetik elde etmek için çekimleri tamamen el kamerası ve 16mm filmle gerçekleştirmiş.

6- DÜNYANIN KRALLARI (Los Reyes Del Mondo):
Çağdaş Latin Amerika sinemasının en büyük yeteneklerinden biri olarak görülen Laura Mora Ortega imzalı 2022 San Sebastian büyük ödüllü, Kolombiya’nın Oscar adayı yapım, yasasız sokaklarda yaşayan, vaat edilmiş topraklara doğru yollara düşmüş ailesiz beş çocuğu öznesine alan, vahşilikle sevimliliğin harmanlandığı sert bir masal. Paylaşılan yalnızlıklar, direnmekten taşan itaatsizlik, öfke, dostluk ve haysiyet üzerine Kolombiya cangılından geçen şiirsel bir yolculuk.

7- 34. MADDE (Regra 34):
Her şeyin pornografik bir karşılığı olduğunu iddia eden internet meme’i “34. Madde”ye atıfta bulunan film, toksik erkekliğin yaygınlığı, zevk ve arzunun politikası, eşitlikçi ve daha iyi bir toplum özlemi gibi şiddet dolu bir dünyanın varoluşsal çatışmalarını cesurca ele alıyor. Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nde en iyi filme verilen Altın Leopar’a layık görülen Julia Murat imzalı yapım, taciz davalarında kadınları tutkuyla savunan genç hukuk öğrencisi Simone’un kişisel cinsel ilgilerinin izinde gerçeklik ve fantezinin sınırlarının birbirine karıştığı karanlık bir şiddet ve erotizm dünyasına yolculuğun öyküsü.

8-OTOBİYOGRAFİ (Autobiography):
2022 Venedik Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazanan Makbul Mubarak imzalı yapım, Endonezya’nın kırsalındaki bir kasabada emekli general Purna ile malikanedeki hizmetkârı Rakib’i izliyor. Ailesi yüzyıllardır Purna’nın ailesine hizmet etmiş olan Rakib, örnek aldığı, hem akıl hocası hem de baba gibi görüp bağlandığı yaşlı adama giderek yükselen sadakati şiddet dolu olayları tetikliyor. Yönetmen ilk uzun metrajında, ortada bir sözleşmenin olmadığı hâlâ süregelen derin feodal yapıyı neşter altına yatırırken, genç delikanlı sadakat ve adalet ikileminde yolunu kaybediyor.

9- MÜZİK (Music):
Alman “Yeni Yeni Dalgası”nın öncüsü Angela Schanelec’in 2023 Berlinale’den en iyi senaryo ödülü ile dönen son filmi, klasik bir efsaneyi müzikle birleştiren, Oidipus trajedisinin kendine özgü ve çarpıcı bir çağdaş yorumu. Doğduğunda Yunanistan’da dağlık bir alanda terk edilen ve babasını ya da annesini tanımadan evlat edinilen Jon, yirmi yaşındayken yanlışlıkla bir adamın ölümüne neden oluyor. Cezaevinde tanıştığı gardiyan Iro onunla ilgileniyor ve onun için müzikler kaydediyor. Giderek görüş yetisini kaybeden Jon müzik sayesinde hayatını her zamankinden daha dolu yaşayacaktır.

10- PASAJLAR (Passages):
Amerikan bağımsız sinemasının ilginç yönetmenlerinden Ira Sachs’in dünya prömiyerini Ocak ayında Sundance’te yapan yeni filmi olağandışı bir aşk üçgenini izliyor. Film bu üçgenin kişilerini canlandıran yıldız oyuncularından büyük destek alıyor. Kuir film yönetmeni Tomas (Franz Rogowski), eşi Martin (Ben Whishaw) ve bir gecelik beraberliği ilişkiye dönüşen Agathe’nin (Adèle Exarchopoulos) öyküsü, karizmatik ve kendini beğenmiş bir erkeğin kendi evliliğini mahvetmekle yetinmeyip toksik hakimiyetini iki ilişkisinde birden sürdürmesi üzerinden ilerliyor.

(25 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 42 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 42. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 07 – 18 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 6 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 134 uzun metrajlı, 29 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl 70’li yıllarda Amerikan Sineması’nı tazelemiş yeni Hollywood’un öncülerinden William Friedkin’i uzun kariyerini süsleyen 10 filmlik bir seçki ile anıyor. ‘Hollywood’da Bir Asi: William Friedkin’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. Bizde gösterilmemiş 1970 yapımı off-Brodway uyarlaması ’The Boys in the Band’, hemen onu takip eden 5 Oscarlı ‘Kanunun Kuvveti / The French Connection’, sinema tarihinin belki de en ürkütücü filmi, William Peter Blady uyarlaması ‘Şeytan / The Exorcist’ ve sinemacının son dönem ilginç yapıtlarından ‘Böcek / Bug’ ve 2011 yapımı ‘Katil Joe / Killer Joe’ya uzanan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Festival bu yıl Fransız sinemasının önemli klasiklerinden ’Anne ile Fahişe / La Maman et La Putain’in 50. yaşını dünya sinemalarıyla birlikte kutluyor. Jean Eustache’ın başyapıtı olarak kabûl edilen Yeni Dalga sonrasının önde gelen, alışılmadık bir aşk üçgenine dahil olan üç karakterin aşk ve seks üzerine felsefi diyalog ve monologlarını izleyen şefkatli, tutkulu, romantik, samimi genç yapıtı restore edilmiş kopyasından izlenebilecek. Saygın sinema dergisi ‘Sight & Sound’un 2022 eleştirmenler anketinde ‘tüm zamanların en iyi filmi’ seçilen Chantal Akerman imzalı 1975 yapımı ‘Jeanne Dilman, 23 Quai Du Commerce, 1080 Bruxelles’ gerçek zamanlı gündelik yaşamın ayrıntıları üzerine yoğunlaşan ve 3 gün boyunca ergenlik çağındaki oğlu ile yaşayan ve geçinebilmek için evde seks işçiliği yapan dul bir ev kadınını izleyen bu yılın tartışmasız en güzel sürprizlerinden bir diğeri.

İstanbul Film Festivali, Türkiye sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını sinemamıza kazandırmaya devam ediyor. Bu yıl yenilenmiş kopyasından sunulacak olan auteur sinemacımız Metin Erksan’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1976 yapımı ‘İntikam Meleği: Hamlet’, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan sinemamızın unutulmaz oyuncusu Fatma Girik’i anmamız için de güzel bir fırsat olacak. İlk filmi ‘Fırat’ın Cinleri’ ile büyük ses getirmiş yönetmen Korhan Yurtsever’in 1980 sonrası cunta döneminde yıllarca yasaklı kalmış yapıtı ‘Kara Kafa’ da festivalin ‘Cinemania’ seçkisi dahilinde yine restore edilmiş ve ilk kez geçtiğimiz ay Berlin Film Festivali’nde gösterilmiş kopyasından gösteriliyor.

Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmaları ile birlikte yakın geçmişte Ulusal Belgesel ve Kısa Film kategorileriyle yarışma cephesini genişleten festival, etkinliğin geleneksel bölümlerinden, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmlerin yer aldığı ‘Genç Ustalar’ seçkisini bir kez daha yarışmalı bir bölüme dönüştürmüş. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış filmlerden zengin bir toplamın yanı sıra, ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer alan ve sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan yapımlar bu yıl da izleyicisini bekliyor. ‘Antidepresan’, ‘Çiçek İstemez’ ya da ‘Nerdesin Aşkım’ başlıklı tematik bölümler bu yıl da eksik olmazken, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Hırçın / Scrapper’, Charlotte Regan imzasını taşıyor. Bu yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dram kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan yapım, sıcak ve esprili bir baba-kız hikâyesi anlatıyor. Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin bu yıl 31 Mart Cuma gününden itibaren passo.com.tr, Passo mobil uygulaması, Passo perakende satış noktaları ve İKSV ana gişeden genel satışa sunulacağını hatırlatmış olalım.

(24 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ustalıklı Bir Görsel Şölen: John Wick: Chapter 4

İnsan yaşamdan ne bekler? Huzurlu bir dünya. Evet, sadece o. Hepimiz, ama hepimiz aynı umut, aynı beklenti, aynı heyecanla benzer bir dünya bekliyoruz. Peki, izin verilir mi? Yok, illa birilerinin engellemesinden ya da deyim yerindeyse taş koymasından değil, koşulların, olanakların, fırsatların, hatta tesadüflerin bile denk gelmemesinden ulaşılamayabilir o düşlenen huzura.

John Wick de aynı… Eşi öldükten sonra kendi içine kapanmak istese de peşini bırakmayanlar nedeniyle bir türlü umduğu gibi yaşayamaz. Bu kez de (bu dördüncü kısım…) öyle oldu; hem de hiç ummadığı bir şekilde ve boyutta.

Duygusallık…

Belki de akılda kalıcı bir öyküsü olmayan ama gerçekten beyazperdeye bağlayan, günün gündemini unutturan (bizim gibi gündemin hep yoğun ve sürekli değiştiği ama dozunun hiç düşmediği ülkelerde daha çok), o şık ve suikastçıyla özdeşleştiren John Wick filmleri izleyici çekiyor. İşte, en tam da o nedenle en yüksek hasılat getiren film oluyor…

Bir üçleme olarak tasarlansa da, dördüncüsünün, hem de neredeyse iki film uzunluğunda çıkması John Wick yapımcılarının beklentisinin ne denli yüksek olduğunun da göstergesi.

Anlatılamaz, izlemek gerekir…

İlk üç bölümünü izleyenler bilir (hem zaten üzerine bir şey de okumaya gerek duymadan koştular bile sinema salonlarına), akın akın gelen düşman (!) ne gözünü korkutur John Wick’in, ne de yıldırır. Keanu Reeves’in, büyük çoğunluğunu (çok zorunlu olanlar dışında, tüm dövüş sahnelerinde kendisi oynamış) dublörsüz oynadığı açıklanan filmde akılcılık değil duygular öne çıkıyor. Onca silahlı adam attığını vuramıyorsa ne diye tutuluyor ki! Gerçi Wick de vuramıyor, diğer tüm “kahraman”lık filmlerinin aksine. Ama bir şey var; şiddeti körüklese de, sıçrayan kan insanın içini soğutuyor. Olanlar belki mantıksız ama izlettiriyor kendisini. Ne şiddet olsun ne de ölüm… Ne ayrılık olsun ne de sorun…

John Wick, dünyayı omuzlarında tepeden aşırmaya çalışan mitolojik kahraman Sisyphos gibi üç kez yuvarlandığı merdivenlerden yeniden çıkıyor. Filmi uzun bulanlar için bu bir gerekçe olarak gösterilebilir, ama ne denli yılmaz ne denli korkmaz ne denli bitmez enerjili olduğunu da başka türlü anlatmak zordur.

Gözleriniz kamaşacak

Uzundan da uzun bir film John Wick’in bu yeni filmi, yani 4.sü. Yine de sıkılmadan, hatta zamanın su gibi aktığını düşünerek çıkacaksınız salondan. Zor kuşkusuz, hem uzun hem dozunda, hem şiddet dolu hem de mesajı yok. John Wick’in tümünün bir mesajı bulunabilir aranırsa, ama bu filmin günün gündeminden sıyrılıp da rahatlamaktan başka bir görevi yok.

22 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(23 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com