Kategori arşivi: Yazılar

Yeni Karanlık Çağlarda

Litvanya asıllı Kristina Buozyte ile Fransız Bruno Samper keşfetmeye değer iki sinemacı. Prömiyerini bu yaz Karlovy Vary Şenliği’nde yapmış olan yeni filmleri ‘Vesper’ sessiz sedasız bizde de gösterime girdi. Pandemi döneminde çekilen ve dehşetengiz bir gelecek tasviri çizen yapım, çağımıza özgü haklı endişelerin beyazperdeye iz düşmüş hali. Öykünün geçtiği karanlık bir gelecekte insanlık yaklaşan ekolojik krizi genetik teknoloji yatırımı yapmak suretiyle önlemeye çalışmış ancak sonuç başarısız olmuş. Laboratuvarda yaratılan virüsler ve tuhaf organizmalar yaban hayata karıştığında, bitkilerin hayvanların ve insan ırkının büyük bölümü yok olmuş. Hayatta kalanlar zorlu bir yaşam kavgası içindeyken, bölünmüş şehirlerde ‘Kale’ adı verilen oligarşik bir düzen hakim sürmektedir. Çorak bir dünyada insanlar ‘Kale’den gelen ve yalnızca tek bir hasat için kodlanmış tohumlara muhtaçtır.

Kırsalda yatalak babasının bakımını üstlenmiş olan 13 yaşındaki VesperOliver’in acımasız Fagin karakterini hatırlatan- öz amcası Jonas’ın yetiştirdiği küçük çocukların kanını muktedirle takas üzerine kurduğu sömürü düzeninden uzak durmaya çalışarak, kendi ilkel sentetik biyoloji laboratuvarında bitkisel hayat formları üretmeye koyulur. Eski ‘Kale’ çalışanı babası Darius köhne bir dron vasıtasıyla kızı ile iletişime geçmekte ve ona deneyimlerini aktarmak suretiyle dört bir yana sinmiş tehlikeden korumaya çalışmaktadır. Ormanlık alanda planörü düşen ‘Kale’den bir bilim adamı ve kızı Camellia ile yolu kesişen Vesper, bunu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyecektir.

Çifte yönetmenlerin 2012 yılında fantastik film festivallerinden ödüllerle dönmüş ilk filmleri ‘Aurora’ (İngilizce adıyla Vanishing Waves / Kaybolan Dalgalar) yeni geliştirilmiş teknoloji sayesinde bir bilim adamının komadaki genç bir kadın ile nöron aktarımı deneyimine denek olarak katılması ve bu zihin yolculuğu sürecinde yaşanan tutkulu bir birliktelik üzerine kültleşmiş bir yapımdır. Eski Sovyetler Birliği’nde doğmuş olan Buozyte, Amerikan sinemasının distopik yapıtlarından ve belki daha da fazla Tarkovski sinemasından etkilenmişe benziyor. ‘Aurora’ büyük ölçüde ‘Solaris’ esini taşıyordu. ‘Vesper’de ise ‘Stalker’ etkisini gözlemliyoruz. Bağımsız sinemacıların mütevazi bütçeye karşın, haki tonların hakim olduğu bir dünyayı inşa etmekte ve bu iklim içerisinde yarattıkları yanardöner rengarenk organizmaların kol gezdiği, ürkütücü ama Vesper karakterinin direnci ile umut ışığı da taşıyan bir evreni izleyiciye kabûl ettirmekte değme Hollywood ürünlerine kıyasla başarılı olduğunu söylemek mümkün. Görsel atmosfer açısından tamam da felsefi açıdan Tarkovski sinemasının yanına yaklaştığı söylenemez belki. Buna karşılık, Grimm masalları tekinsizliğinin hüküm sürdüğü bir alemde, söz gelimi bir ‘Açlık Oyunları / The Hunger Games’ serisinin müptelâsı genç izleyiciyi hedefleyen bir çaba da sezilmiyor değil. Yaratıcı detaylarıyla görsel açıdan tatmin duygusu yaratan film, Feliksas Abrukauskas’ın elinden çıkma görüntüleri, Dan Levy imzalı çarpıcı özgün müziği ve Vesper karakterini canlandıran genç yetenek Raffiella Chapman’ın yorumu ile tür sinemasına göz kırpan ancak Avrupa Bağımsız Sineması ritminden ödün vermeyen ilgiye değer bir çalışma. Gösterimde uzun süre kalamayabilir, geniş perdede izlemek isteyenlere acele etmelerini öneririm.

(03 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Atillâ Dorsay’ın Polemikleri: Küfreden de Oldu, Ağlatan da

Türkiye’de sinema yazınının en üretken kalemlerinden Atillâ Dorsay, Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucuyla buluşan son kitabıyla bir kez daha gündemde. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”, yazarın 60’ların ikinci yarısından 2000’lere uzanan yazarlık serüvenine damgasını vuran kimi tartışmaları yeniden hatırlatıyor. Onat Kutlar’dan Halit Refiğ’e, Attila İlhan’dan Aziz Nesin’e, Vedat Türkali’den Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e pek çok önemli isimle yaşanan anılardan ve polemiklerden süzülüp gelen kitabı, yazarıyla konuştuk.

“Bir cesaret işi” olarak tanılanması gereken, yazınımızda örneklerine çok da rastlayamadığımız bir kitapla okuyucuların karşısına çıktınız. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve eseri kaleme alırken riskli bulup bulmadığınızı sorarak girelim söze.

1966’dan bu yana gazeteciyim. 27 yıl boyunca Cumhuriyet’te yazdım. Sonra kısa süreli Milliyet ve Yeni Yüzyıl serüveni, ardından da 2014 yılında “Emek Yoksa Ben de Yokum” diyene kadar kadar Sabah… Bu tarihten sonra, okurlara söz verdiğim üzere yazılı basında yer almadım; ama yazma serüvenini de noktalamadım. O gün bugündür T24’te yazmayı sürdürüyorum.

Kitabı yazarken riskli bir işe giriştiğimi hiç düşünmedim; çünkü bu bakış açısıyla hayat ve anılar da riskli bir bakıma. Ardımda kaç yıl bıraktığımı okuyucularımız sayabilir; bu süre içinde biraz da işim gereği sayısız tartışmanın ve polemiğin içinde buldum kendimi. Bunlar Türkiye’deki aydın kesimin, kültür ve politika üzerine halkı da bir biçimiyle etkileyen tartışmalarıydı. Bu deneyimi ülkemizdeki çeşitli dönemler masaya yatırılırken göz önünde bulundurulması gereken bir miras olarak görüp genç kuşaklara aktarmak istedim.

Kitapla ilgili genel olarak neler söylemek istersiniz?

Salihli’deki askerlik günlerinin ardından 1966’da İstanbul’a geldim. Sinematek günleriydi, bir taraftan da Yılmaz Güney’in merkezinde olduğu bir hareketlilik yaşanıyordu. Askerlik döneminde sayısız Türk filmi izlemiş ve önemli bir eksikliği kapatmıştım. Hemen, Onat Kutlar’ın başında bulunduğu, sevgili Şakir Eczacıbaşı tarafından desteklenen Türk Sinematek Derneği’ne üye oldum.

Hayatta sahip olduğum iki temel prensip de ülkenin entelektüel ve politik anlamda son derece canlı olduğu o dönemde gelişti. Öncelikle emeğe hep saygı duydum ve ırkçılıkla arama mesafe koydum. Solcuydum, bugün de dahil olmak üzere Marx’ı ve “Kapital”i hiç okumasam da sosyal eşitlik ilkesini benimsedim. Ülkeye dair özlemlerimiz vardı ve gelecekten umutluyduk. Sinemayı da edebiyatı da bu bakışla sevdim. Sonra 12 Mart geldi, toplumun bütünüyle sarsan 12 Eylül darbesi gerçekleşti.

Arka planında politik bakışın olduğu müthiş tartışmaların içine girdik o yıllarda. Başta Sinematek ve ulusal sinemacıların duruşundan kaynaklanan polemikler vardı ama tartışmalarımız bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, hadi Tunç Okan’ın “Otobüs” filmi neyse de, Fellini’nin “Amarcord”una ölçüsüzce saldıran, aynı görüşte olmakla birlikte kıyasıya eleştirdiğim Aziz Nesin; Atilla İlhan’la yine sinema merkezli esaslı restleşmemiz; Metin Erksan’la inişli çıkışlı ilişkimiz… Hayatımda Halit Refiğ kadar dediğim dedik bir adamla karşılaşmadım. Kitapta da vurguladım, evime ziyarete geldiği bir gün yaşadığımız bir tartışma sonunda beni hüngür hüngür ağlatmayı başardı! Sonra aradan yıllar geçti, hayranlıkla izlediğim “Hanım” filminin Altın Portakal’da ödül alması için kendisini savunmamdan dolayı, kardeşim dediğim Yavuz Özkan’la birbirimize girdik. Vedat Türkali’yle tanınmış kitabı “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” üzerine polemiğimiz, Ertem Eğilmez’in bir söyleşisinde -affınıza sığınarak söylüyorum- bana “pe….k” demesi! Sonraki yıllarda Hıncal Uluç, Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi gazetecilerle tartışmalarımız. Kitabımda bütün bunlara ve daha fazlasına yer verdim. Dediğim gibi, hayatım boyunca inançlarım oldu, bugün de var. Yazılarımı kaleme alırken bunlardan yola çıktım; ama kimi zaman garip şeylerle karşılaştım, beklenmedik isimlere cevap vermek durumunda kaldım. İki cilt olarak planladığım bu kitapta, 60’lardan 2000’e kadar olan dönemde yaşadığım tartışmalar bulunuyor.

Doğasında polemik, tartışma ve yer yer de kavgalar bulunan bir kitaptan söz ediyoruz. Okuyucuyla henüz buluşan eserinize ilk tepkiler nasıl?

Şu ana kadar kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadım; ama ilk ciltte polemik yaşadığım isimlerden bir çoğu artık yaşamıyor. Sinematek – Ulusal sinema çevrelerinden kitapta yer verdiğim Onat Kutlar, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimler artık aramızda değil. Aziz Nesin, Attila İlhan, Vedat Türkali, Yavuz Özkan gibi dostlarımız da öyle… Belki ilk cildin son bölümünde yer verdiğim Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi isimler ve tartışmalar üzerine yorumlar gelebilir; ancak, “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” adını vermeyi düşündüğüm ikinci kitap, içinde yer alacak olaylar daha güncel olacağı için yeni polemiklerin fitilini ateşleyebilir!

Sizin da vurguladığınız gibi, 60’lı ve 70’li yıllardaki tartışmaların önemli bir bölümünün merkezinde Sinematek ve Ulusal Sinemacılar bulunuyor. 2022’den geriye doğru baktığınızda konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

“Ulusal Sinema”, ne dün ne de bugün kolaylıkla reddedilebilecek bir kavram değil; ama o yıllardaki savunucularının bunu bir parça basite indirgediklerini söyleyebilirim. Bu tartışmaların yapıldığı dönemde ulusal sinemanın bir halk sineması olduğu tezini savundular; oysa çoğunluğu cahil ve sinema sanatına yalnızca ticari bir gözle bakan bölge dağıtımcıları, Türkiye’de sinemanın ileriye gitmesine engel oldular. Düşünsenize, bu dağıtımcılar çekilecek filmlerin konularını belirliyor, hangi oyuncularla çekilmesi gerektiğine karar veriyor ve yönetmenlerin özgürce film yapmalarının önüne geçiyorlardı. Ben bu saflaşmada, çevremdeki pek çok aydın gibi Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı’nın cephesinde yer aldım; hatta sonradan, kitapta da yer verdiğim gibi, inatçı bir kişiliğe sahip olan Hıncal Uluç gibi isimlerle tartışma yaşadım. O yıllarda kıyasıya yapılan tartışmalar bir yana, dönemin önemli isimleriyle; Refiğ, Erksan ya da Atıf Yılmaz’la dost kalmayı başardım, husumet gütmedim.

Yılmaz Güney sinemamızı her dönemde tartışılan figürlerin başında yer alıyor. Son günlerde siyasetçilerin merkezinde yer aldığı bir polemikte de adı “lümpen” ve “katil” kelimeleriyle birlikte anıldı. Onu yakından tanıyan bir isim olarak Güney hakkında neler söylemek istesiniz?

Yılmaz Güney dostumdu. Son dönemini hapishanede geçirdi ve ben gerek Selimiye gerek de İmralı cezaevlerinde kaldığı dönemde ziyaretine gittim. Hayatımdaki en büyük üzüntülerden biri, Paris’e gitmek zorunda kaldığı yıllarda, öyle bir olanağım olmasına rağmen yanına gidememek olmuştur.

Onun muhteşem bir insan olduğunu söyleyebilirim. Gerçek bir dava adamıydı, görüşlerini son ana kadar kararlılıkla savundu. Filmlerinde de politik düşüncesinden izler vardır. Tek zaafı silahla dolaşmasıydı. Bazı haklı nedenlerle, her an bir saldırıya uğrayacağını düşünüyordu. Son olarak elini kana buladığı olayda da bunun kurbanı oldu; ancak olayın büyük bir tahrik sonucunda gerçekleştiğini vurgulayayım.

Yılmaz Güney öncelikle bir sinemacıdır. Filmlerinin önemli bir bölümünü hapiste yapmak zorunda kalan ender sanatçılardandır. Düşünsenize, o yıllarda dijital film üretimi söz konusu değil. Senaryosunu yazıp çekim planlarını ayrıntılarıyla oluşturduğu filmler, zor cezaevi koşullarında kendisine gösteriliyor, son müdahaleleri o olanaksızlıklar içinde yapmaya çalışıyor. Sinemamız adına çok önemli bir isimdir, bütün bu tartışmaların ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen sürmesi de bunu kanıtlıyor. Hatırlayacağınız gibi kendisiyle ilgili bir kitap yazmıştım. Şimdi, 80’lerden sonra ismi etrafında dönen tartışmaları da içerecek ikinci bir Yılmaz Güney kitabı yapmayı çok istiyorum.

Yeni projelerinizi merakla bekliyor ve üretimlerinizin daim olmasını diliyoruz. Son olarak, “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın ikinci cildinden söz edelim. O kitap ne zaman gündeme gelecek ve hangi konuları içerecek?

Teşekkür ederim, yeni cildin yazımı ve belge taraması halen devam ediyor; bir yıl içinde tamamlamayı umut ediyorum. İsmi muhtemelen “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” olacak. Kitap, 2000’lerden sonra yaşanan kimi tartışmaları içerecek. Başlangıçta, ellerimle kurduğum SİYAD’la ilgili (Sinema Yazarları Derneği) beni çok yaralayan bazı olaylara da o kitapta yer vermek istemiştim; ama son günlerde bunu yeni bir kitapta anlatmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. O kitabın adı da “SİYAD Benim Aşkım” olacak. Orada, derneği hangi zor koşullarda kurduğumu ve hangi noktada teslim etiğimi ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum. SİYAD’ın geldiği noktayı tasvip etmiyorum; onun, görevi hak etmeyen insanlar tarafından yönetilmesinden memnun değilim. Biliyorsunuz, yıllarca didinip, derneği saygın bir hale getirmeye çalıştım, sunuculuğunu da üstlendiğim ödül törenleri hazırladım. Hiç unutmam, bir ödül gecesinde Yıldız Kenter’e şarkı söyletmiştim. Dernek başkanlığından da kendi isteğimle, bayrağı genç arkadaşlara teslim etmek amacıyla çekilmiştim. Gelinen nokta beni hiç mutlu etmiyor. O kitapta bütün bunları kapsamlı bir biçimde anlatacağım.

(02 Ekim 2022)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Göçün Müzikli Tarihi

‘Kara sevda uzun sevda
Mark dediğin yalan sevda
Köşeyi döndüm tam
Ölüm çıktı karşıma’

Adını Aras Ören’in yukardaki dizelerin yer aldığı aynı isimli şiirinden alan ‘Aşk, Mark ve Ölüm / Liebe, D-Mark und Tod’ dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nden başlayarak Almanya’da büyük ilgi toplamıştı. Bizde ilk kez gösterildiği 41. İstanbul Film Festivali’nde izleyicinin coşku ile karşılamış olduğu yapım halen sinemalarımızda gösterimini sürdürüyor.

Ailesi işçi olarak Bavyera’ya gelmiş olan 1976 doğumlu yönetmen Cem Kaya’nın 5 yıllık zorlu bir arşiv araştırma ve montaj sürecinin ardından kotardığı sıra dışı belgeseli, 60’lı yılların başlarında gurbet ellere misafir işçi olarak giden ilk kuşağın ve onların çocuklarının torunlarının, yalnızca ülkemizde değil Almanya’da da çok iyi bilinmeyen yaşam mücadelesini müzikal üretime odaklanarak anlatmayı seçiyor ve bu alanda eşi benzeri pek olmayan usta işi bir çabanın altından başarıyla kalkmasını biliyor.

Arabeks (2010) ve Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması (2014) filmleriyle tanıdığımız Cem Kaya’nın filmi 3 bölümden oluşuyor Liebe yani Aşk adlı ilk bölüm hasreti anlatıyor. 1961’de Almanya’ya gelen ilk neslin geride bıraktıklarına özlemlerinin müziğe dökülüşünü, bunun ilk örneklerinden olan aşık kültürünü irdeliyor. Tarih akıyor bu arada. Zor şartlar altında yaşıyor, adeta bir hayvan ya da faydalı musibet muamelesi görüyor ilk neslin işçileri. 600 bini kadın 2 milyon Türkiyeli işçi topluluğu isyanlarını aşıkların sazından yükselen protest şarkılarda yaşıyor: ‘Alamanya Alamanya, bizden uysal bulamanya’. Türkiyeli gurbet kuşları, Köln Bülbülü lâkabı ile bilinen Yüksel Özkasap’ın içli nağmelerine sığınıyor: ‘Almanya’ya mecbur etti yoksulluk beni beni’. Bu bölümde Cem Karaca’nın bizde pek de bilinmeyen Almanya serüveninden de hayli ilginç parçalar uğruyor perdeye. 80 darbesinde Almanya’da turnede bulunan Karaca’nın hakkında açılmış siyasi davalar nedeniyle anavatanından uzakta geçirdiği sürgün yılları, gurbetteki işçilerimizin sorunlarını dile getirdiği Almanca isyan şarkıları arşivlerden belki de ilk kez çıkıyor karşımıza.

İkinci bölüm Deutschmark (ya da D-Mark), Almanya’daki ekonomik dinamikler ve Türkiyeli göçmenlerin tüketim kültürü üzerine yaman gözlemler içeriyor. 1973 global petrol krizinin patlamasıyla Avrupa’nın değişen ekonomik düzeni, yabancı işçi çıkarma tehdidine karşı Türkiyelilerin ön safta olduğu Ford grevi, sınır dışı edilmemek ve Alaman topraklarından kopmamak için ailelerini akın akın yanlarına getiren işçilerin mücadelesi yansıyor perdeye. Müzik bu dönemde de hem isyan, hem kimlik arayışı hem de eğlence tüketiminin baş unsuru olarak döneme ağırlığını koymayı sürdürüyor. Artık eli para tutmaya başlamış ve işçilikten sonra ticari hayata, eğlence hayatına girmiş olan Türkiyeliler, Mark’ın zirvede olduğu yıllarda anavatandan çok daha faklı, çok daha çılgın bir eğlence sektörünü idare etmeye başlayacaktır.

Ölüm bölümü 90’lı yılların ırkçı saldırıları ile açılıyor. İki Almanya’nın birleşmesiyle safları sıklaştıran Alman milliyetçilerinin ırkçı saldırılarına tepki olarak hip hop kültürü doğuyor. Genç kuşak artık anne babalarının arabesk ezgileri ile değil Alman müzik piyasasını da dönüştürecek, sadece kendi kardeşlerini değil tüm Avrupa gençliğini peşinden sürükleyecek yepyeni bir sound ile ortaya çıkacaktır.

Yönetmen Kaya uzun yılların emeği ile ortaya çıkmış bu benzersiz çalışmanın senaryosunu ‘Oray’ filmi ile tanıdığımız sinemacı Mehmet Akif Büyükatalay ile birlikte kaleme almış. Bülent Kullukçu ve İmran Ayata’nın 2014 yılında çıkardıkları –Misafir İşçilerin Şarkıları anlamına gelen- ‘Songs of Gastarbeiter’ adlı toplama albüm her şeyin başlangıcı olmuş. Aşık Metin Türközü ya da anne babalarının sesi Yüksel Özkasap’ı, Ozan Ata Cenani’yi bu sayede tanımışlar. Ağır bir arşiv taraması, lisanslama süreci ve sanatçılarla çekimler uzun yıllar almış. Filmde burada sayamayacağım o kadar çok detay var ki, tüm bunlar devasa materyal havuzundan tek tek ayıklanmış. Göçün siyasi ve güncel yaşamla ilişkisi ve bunun müzik yolu ile ifade edilmesi, müziğin bir sığınma ocağı olarak topluluğun sesi haline gelişi öylesine güzel dengelenmiş ki bu çileli tarihi yolculuk farklı duygularla soluk soluğa izleniyor. Hasengarten parkında takılan emekli müzisyenlerin temsil ettiği ikinci kuşak Türkiyeli ezgileri mırıldanırken, gariban anne babalarının aksine çatır çutur konuştukları Almancaları ile kendilerini Berlinli olarak hissetmekten de geri durmuyorlar. Bu noktada, süreç boyunca izleyiciye Almanya’dan çeşit çeşit sanatçı portreleri ile bir resmigeçit sunan Kaya’nın buna paralel olarak anlatısını milliyetçi bir bakış açısına yaslandırmaması filmin en büyük erdemlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Çifte vatanlı dünya insanları üzerine daha çok şey var söylenecek belki ama gerisini filmi izleyecek olanlara bırakalım. Biricik’ten dinlediğimiz ‘Gurbet Kuşları’nın eşlik ettiği son jenerik tamamlanmadan salondan ayrılmamanızı, Cem Kaya’nın post-credits muzip sürprizini atlamamanızı öneriyorum son olarak.

(24 Eylül 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Herkes Öldürür Sevdiğini

Fransız sinemasının çalışkan yönetmeni François Ozon, bu yıl Berlinale’nin açılış filmi olarak dünya prömiyerini yapan ‘Peter von Kant’ ile ustası Rainer Werner Fassbinder’e saygı duruşunda bulunuyor. 37 yaşında aramızdan ayrıldığında ardında bıraktığı 40 küsur film, 2 mini dizi, televizyon için çektiği 14 bölümlük başyapıtı ‘Berlin Alexanderplatz’ ve 20 küsur tiyatro eseri ile sinema tarihinin en hızlı üretmiş efsanesi olan Alman sinemacının kendi oyunundan beyazperdeye aktardığı 1972 yapımı ‘Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları / Die bitteren Tränen der Petra von Kant’ onun kendi hayatından izler taşır. Buradan yola çıkmış olan Ozon, moda dünyasının ikonlarından Petra’yı sinemanın yükselen yönetmeni Peter olarak değiştirmiş, Petra’nın gencecik Karin ile yaşadığı eşcinsel aşkın yerini Peter’ın Arap göçmeni Amir Ben Salem’e derin tutkusu almış. Köln’deki apartman dairesinde kendisine hem asistanlık hem uşaklık görevi yapan bir nevi kölesi konumundaki Karl ile yaşayan Peter von Kant, yaşlanmakta olmasına karşın cazibesini korumuş bir zamanların ünlü film yıldızı eski gözdesi Sidonie aracılığı ile tanışıyor 23 yaşındaki yakışıklı Amir ile. Onu bir yıldız yaparak birlikte dünyayı fethedeceklerdir. Lakin Peter’ın delice tutkusu Amir’i sahiplenme arzusu ile baskıcı bir hal almaya başlıyor. Genç delikanlının hayatını özgürce yaşama isteği acı da olsa Peter’ı yeni kararlar almaya itecektir.

Petra’nın deli tutkusunu anlatan oyun/filmin Fassbinder’in gözde oyuncularından Günther Kaufmann ile yaşadığı fırtınalı aşk ilişkisinden yola çıktığı biliniyor. Ozon filminin ana karakterini popüler bir yönetmene dönüştürdükten sonra, Fassbinder’e fizik olarak çok benzeyen bir oyuncu ile efsanevi Alman sinemacının kişisel biyografik denemesini inşa etmeye koyulmuş. Ozon’un yeniden yorumladığı yapıt ilişkilerde iktidar dinamikleri, sahiplenme, faşizan baskı kurma eğilimi, teslimiyet ve boyunduruk altına alma dürtüsü ana temaları üzerine yoğun bir tartışma açarken Fassbinder ve sinemasına dair bir dolu referans yoluyla belki de son dönemin en çekici sinefil yapımına imza atmış. Sadece giyimi kuşamı ile değil, cüssesi ve fiziksel özellikleriyle Fassbinder’e çok benzeyen Fransız oyuncu Denis Ménochet gerçekten çok başarılı. Hele Cora Vaucaire’in yorumladığı ‘Comme Au Théâtre’ eşlikli hüzünlü dans sahnesi unutulacak gibi değil. Yine acı gözyaşlarını yakın plan izlediğimiz final sahnesinde öylesine başarılı ki. Yıllardır filmlerde görmediğimiz cazibesini ve yıldız aurasını korumuş Isabelle Adjani’nin Sidonie’si Ozon’un sinemaseverlere bir diğer armağanı. Özgün filmin hiç konuşmayan ve sadece itaat eden Marlene’sinin yerini almış olan Karl’da Stefan Crepon, Amir’de genç yetenek Khalil Ben Gharbia hayranlıkla izleniyor.

Ozon, Alman sinemacının dönemin gözde oyuncularından Romy Schneider’e hayranlığı, hatta üzerinde çalışmakta olduğu ünlü başyapıtı ‘Maria Braun’un Evliliği / Die Ehe der Maria Braun’da oynaması için onunla irtibata geçme arzusuna dair ayrıntıyı atlamamış, ‘Petra von Kant’ın gönül çelen Karin’inin ardından Maria Braun rolünü kaparak ’70’li yıllara damgasını vuracak olan çalışma arkadaşı ve yakın dostu Hanna Schygulla’ya Peter’ın annesi rolünü vermiş, son jeneriğin ardından yönetmen ve fetiş oyuncusunun siyah-beyaz fotoğrafıyla Alman sinemasının altın dönemine saygısını eksik etmemiş. Fassbinder’in klasik ‘Petra’sı duvarında çıplak ve giyinik erkeklerin resmedildiği Poussin’in ‘Midas ve Bacchus’ tablosunun devasa kopyası bulunan, bir yatak, pelüş halı ve az parça eşyanın olduğu tek bir odada geçerken, Ozon kamerasını dışarı çıkmadan evin içinde gezdiriyor. Pencereden avlu bahçeye bakan kamera vasıtası ile Köln’ün değişen mevsimleri, sonbaharın sarı yaprakları, kara kışın kar beyazı evde yaşanan sevince ve hüzne eşlik ediyor. Fassbinder’in gençlik yıllarından pek sevdiğini bildiğimiz Scott Walker şarkısı ‘In My Room (Odamda)’yı Ozon da kullanmadan edememiş. Jean Genet uyarlaması vasiyet filmi ‘Querelle’in Jeanne Moreau’nun yorumuyla belleğimize kazınmış kült şarkısı ‘Herkes Öldürür Sevdiğini’ filmin açılış bölümünde Adjani’nin sesinden Almanca olarak yankılanıyor. Finalde yepyeni bir düzenlemesi yer alan ezginin Oscar Wilde’ın şiirinden alınan sözleri ise şöyle diyor:

Oysa herkes öldürür sevdiğini
Kulak verin bu dediklerime,
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimi yaşlı iken
Şehvetli ellerle boğar kimi
Kimi altından ellerle
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi yeterince sevmez
Kimi fazla sever
Kimi satar, kimi de satın alır
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan
Çünkü herkes öldürür sevdiğini

Ama herkes öldürdü diye ölmez

(19 Eylül 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Bana Bir Masal Anlat

Hepimiz masallarla büyümedik mi. Hayal dünyamızda ufuklar açan ürkütücü peri masalları, dünyanın dertleriyle başa çıkmada bizlere yol göstermedi mi. George Miller’ın, dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes’da yapmış olan 11. uzun metrajı ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş / Three Thousand Years of Longing’ usta sinemacının kadim masallara olan tutkusunun uzun yıllar gün ışığına çıkmayı beklemiş son ürünü, sinema tutkunlarını heyecan verici mitolojik bir yolculuğa çıkarmayı hedefliyor. Avustralyalı sinemacının ana karakteri Dr. Alithea Binnie hikâyelerin insanları birbirine bağladığı iyileştirici gücüne yürekten inananlardan. İngiliz anlatıbilim uzmanı biten evliliğinin ardından yalnızlığı, kendi ifadesiyle özgürlüğü seçmiş. Daha önce Çin aleminin, Pasifik dünyasının ve Doğu Akdeniz’in zamansız ülkelerini ziyaret etmiş olan Alithea, bir konferansa katılmak üzere kadim İstanbul’a geldiğinde şehrin masalsı dokusuna hayran oluyor. Agatha Christie’nin ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder On The Orient Express’i kaleme aldığı Pera Palas’ın gizemli odasından kentin büyüleyici havasını çekiyor içine. Havaalanında valizini almaya çalışan kısa boylu, deri ceketli misk kokan tuhaf adam (yoksa cin mi?) İstanbul’da yaşanacakların habercisidir oysa. 62 sokak, 4 bin dükkân ve 3 bin odasıyla gizemine kapıldığı Kapalı Çarşı’dan satın aldığı ve imitasyon olduğunu düşündüğü ‘çeşm-i bülbül’ün kapağı açılıp 3000 yıllık süreçte üç kez uzun mahkûmiyetler yaşamış dev Cin ile karşılaştığında heyecan verici macera başlayacaktır.

Alithea filmin açılışında hikâyesinin gerçek olduğunu ancak bir peri masalı kıvamında anlatırsa ona inanmamızın daha mümkün olabileceğini söyler. Öyle ya, başlangıçta bir meçhûl denizinde yüzerken hikâyelere başvurmaktan başka çare yoktur. Mitolojik yaratıklar o zaman bildiklerimizi ifade ederken, bilimin gelişmesiyle anlamlarını yitiriyor görünseler de, özgürlüğüne kavuşan Cinimiz Alithea’nın sevgiden yoksun hayatına geçmişin esrarından damıtılmış bir gül bahçesi vadetmektedir. Dev konumundan Idris Elba’nın cüsseli görünümüne geçiş yapan şişedeki Cin ondan üç dilek tutmasını ister. Ancak bu dilekleri yerine getirirse serbest kalabilecektir çünkü. Bu üçüncü hapisliği, kendi deyimiyle üçüncü aptallığıdır. Binbir Gece Masalları’ndan Şehrazat misali ona sırasıyla üç hikâye anlatır. Üç bin yıl önce ‘güzelliğin ta kendisiydi’ diye tarif ettiği ve kölesi olduğu Saba Melikesi Belkıs’ı, büyülü yaratıkların eşlik ettiği sihirli çalgısıyla kadınların gönlünü fetheden sihirbaz Hazreti Süleyman’a kaptırmış ve bir şişenin içinde Kızıl Deniz’in sularında kaybolmuştur.

16. yüzyıl başlarında İstanbul Boğazı’nın karanlık sularından yolu Topkapı Sarayı’na düşen Cin, korkunç komploların hızla ilerlediği Osmanlı ilinde Hürrem Sultan’ın entrika girdabında ikinci mahkûmiyet evresine girecektir. Boğaz’daki bir yalıda geçen üçüncü anlatı ise, onun 12 yaşında zengin bir tüccara üçüncü eş olarak verilen güzel Zefir’in hem bedenine hem de çevik zihnine tutulması üzerinedir. Dünyada ne kadar güzel faydalı ilim irfan varsa hepsine sahip olmak isteyen genç kıza tarihi, felsefeyi, şiiri, astronomiyi, matematiği öğretir ve geliştiğini gördükçe ona daha fazla tutulur, Zefir’i Belkıs’tan daha çok sever ama yine de unutulur. Her şeye uyum sağladığını ifade eden koca yaratık sevmek için kat etmiştir bunca yolu. Belkıs’a duyduğu özlemin, Zefir’e duyduğu sevginin izinde Alithea ile yalnızlıklarının birleşmesini ister. Ancak aşkı değil mantığı yeğlemiş olan bilim kadını buna nasıl karşılık verecek, kaosla baş edemeyen dünyada büyüyen nefrete ve çağdaş kakofoniye rağmen aşk yeşerebilecek midir.

George Miller’ın İngiliz yazar Dame A. S. Byatt’ın 1994 yılında yayımlanan kısa öyküsü ‘Çeşm-i Bülbül’deki Cin / The Djinn in the Nightingale’s Eye’dan uyarladığı ve senaryosunu öz kızı Augusta Gore ile birlikte kaleme aldığı yapıtı, masallarla mitlerle bezediği filmografisinin en seçkin örneklerinden. 1979 yılında ‘Mad Max’ ile sinemaya başlayan yönetmen, serinin 36 yıl sonra gelen dördüncü ve dijital son sürümü ‘Mad Max: Fury Road’ ile muhteşem bir dönüş yapmıştı. Doğal mekânlarda bilgisayar efektlerine pek yüz vermeden çektiği bu aksiyon operasının ardından gelen son filmi doğası gereği hemen her sahnesinde CGI teknolojisinden yararlanan, Mad Max’in sessizliğine karşıt bol bol konuşan, sürekli hikâyeler anlatan yönetmenin kariyerinde ayrıksı bir çalışma. Muhteşem Tilda Swinton (Alithea) ile karizmatik Idris Alba’nın kimyası tutmuş, önemli bölümü ülkemizde çekilmiş olan yapım, Osmanlı sarayında geçen bölümlerde ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden esinle ve Türkiyeli oyuncuların katkısıyla başarıyla kotarılmış. Kösem Sultan’da Zerrin Tekindor’u izlerken, 4. Murad’da (İlker Çatak imzalı ‘Söz Senettir’ filminde beğeniyle alkışladığımız) Oğulcan Arman Uslu, Gülten’de Ece Yüksel, Zefir’de Burcu Gölgedar özellikle parlıyor. Filmin müziklerini besteleyen Tom Holkenborg ise ayrı bir alkışı hak ediyor. Final jeneriğinde Miller ve kızının sözleri ile dinlediğimiz ‘Cautionary Tale’ adlı güzelim şarkının Andrea Bocelli’nin oğlu (filmde şehzade Mustafa’yı da oynayan) Matteo Bocelli tarafından seslendirildiğini hatırlatalım. Mad Max serisini özleyenlere ise, serinin bir önceki sürümünün gözü pek kadın savaşçısı Furiosa’nın adını taşıyan yeni maceranın çok yakında beyazperdede olacağı müjdesini verelim.

(18 Eylül 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Cennetten Kovulmak

Saygın Fransız yönetmen Laurent Cantet, bizde de gösterimi süren son yapıtı ‘Arthur Rambo’da bir kez daha ülkesindeki göçmen azınlık sorununa eğilirken, çağdaş sosyal medyanın hayatımızı kontrol altına almış ölümcül etkisi üzerine dikkat çekiyor. Ana karakteri Cezayir asıllı Karim D. dilimizde ‘Çıkarma’ anlamına gelen ‘Débarquement’ adlı romanının edebiyat dünyasında coşkuyla karşılanmasının sarhoşluğu içindedir. Annesinin gerçek hikâyesini anlattığı ilk kitabı, genç kadının kendisi için seçilen Fransa’ya çıkarması üzerinedir. Kibirli ülke halkı onu aralarına almakta pek de gönüllü davranmamıştır gerçi. Hem coğrafi hem de sosyal anlamda donup kalmışlığı dile getiren, sömürgeciliğin suçlarına içten bir bakış olarak karşılanan roman öylesine başarı bulunmuştur ki, lansman partisinde kitabın film hakları satın alınarak filmi bizzat yazarın yönetmesi dahi talep edilir.

Yüzündeki şaşkın gülümseme ile dans pistine yönelmeden önce karşılaştığı başka bir ünlü edebiyat kişisi Karim D.’yi uyarmadan edemez. O gece herkesin gözdesidir ancak toplumun her kesiminden akan bu coşkun ilgiye çok da fazla güvenmemeli; anın keyfini çıkarmalı ama ne olur ne olmaz diyerek temkini elden bırakmamalıdır. Yayıncılar yazarlarının ölü olmalarını hayatta olmalarına yeğler çünkü. Nitekim bizim çağdaş Külkedisi’nin haz yüklü anları çok uzun sürmez. 16 yaşındayken (19. yüzyıl sonlarının özgür ruhlu huzursuz şairi Arthur Rimbaud’dan esinle) Arthur Rambo takma adıyla yazdığı ve sonradan uyarılara rağmen silmediği onlarca tweet gecenin yarısında sosyal medyada yayılmaya, geçmişinden gelen nefret dolu mesajlar birer birer afişe olmaya başlar. Irkçı, ayrımcı, özellikle Yahudileri ve eşcinselleri, engellileri hatta şişman insanları yeren ve ağır hakaretler içeren iletilerdir bunlar.

Karim D.’nin baş döndürücü yükselişini tepetaklak bir düşüş izler. Önce yayınevi desteğini hızla geri çeker. Yakın arkadaş çevresi, bin emekle kurduğu küçük çaplı video kanalında çalıştığı dostları, ‘sana ihtiyacım var’ diyerek sığındığı sevgilisi birer birer uzaklaşır ondan. Annesi hayal kırıklığı içindedir. Yalnızca erkek kardeşi Farid onun geçmişteki isyan dolu haykırışının yanındadır. Karim D. şaşkındır. Verdiği röportajda kendi yarattığı karakterin bir serseri hatta kötü ikizi olduğunu söyleyecek, zeminini hazırladığı kışkırtıcı tartışma ortamında sınırların aşıldığını ve işlerin çığırından çıktığını ifade ederek özür dilemeye çalışacaktır. Kardeşi Farid bu konuda aynı düşüncede değildir gerçi: banliyölere itilmiş göçmen toplumunun (Matthieu Kassovitz’in bizde ‘Protesto’ adıyla gösterilmiş 1995 yapımı kült filmi ‘La Haine’ esini taşıyan) nefret yüklü birikimini ağabeyinin yüzüne haykıracak ve onu köpek gibi cennetlerinden kovanlardan özür dileyen Karim’i suçlayacaktır.

1999 yapımı ilk uzun metrajı ‘İnsan Kaynakları / Ressources Humaines’ ve ‘İş Yok Zaman Çok / L’emploi du Temps’ gibi önceki işleriyle çağdaş Fransız toplumunda emek sermaye ilişkilerini didik didik etmiş olan sinemacı, Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü 2008 yapımı ‘Sınıf / Entre Les Murs’de farklı etnik gruplardan öğrencilerin oluşturmuş olduğu sınıf ortamını çağdaş Fransız toplumunun sosyokültürel yapısını analiz ettiği bir laboratuvara dönüştürmüştü.

Bu defa radyo yorumcusu Mehdi Meklat’ın 2017 yılında skandal yaratmış nefret dolu tweetlerinden yola çıkan yönetmen, bir gecede vezir ettiğini aynı süratle rezil etme gücüne sahip çağımız sosyal medya olgusunu soluk soluğa ilerleyen bir hikaye ve dinamik bir kurgu ile anlatıyor. Sosyal medyanın baştan çıkarıcılığı ve hızlı yoldan gelen şöhretin sarhoşluğunu 48 saatlik bir zaman diliminde aktarıyor. Bu alemde daha fazla beğeni daha fazla takipçi getirdiğinden, kelimelerin şiddeti giderek artmaktadır. ‘Bir oyun parkında gibiydim’ der Karim. ‘Bir sınır arıyordum ve birilerinin beni durdurmasını bekliyordum, ama kimse durdurmadı’ diye ilave eder. Öfkesini dışa vurma yolunda tweet atmak onun için nefes almaya bir tür bağımlılığa dönüşmüştür artık. Cantet bu çağdaş soruna dört başı mamur bir biçimde parmak basarken yılın en dikkate değer filmlerinden birine imza atıyor. Chloe Thevenin’in tedirgin müziği ile ilerleyen film, 13 yıl önce Cantet’nin ‘Sınıf’ filmindeki küçük öğrencilerden biri olarak oyunculuğa adım atmış olan Rabah Nait Oufella’nın başarılı Karim D. yorumundan büyük destek alıyor.

(17 Eylül 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Gizemle Birleşen Kişisel Dram

Irkçılık yaşamın her anında, her alanında olanca hızı ve gücüyle sürdürülüyor; kimi zaman aynı toprakları paylaşan halklar arasında, kimi zaman farklı ülkelerin farklı halklarına karşı, kimi zaman küçümsenen kişi/ailelere karşı… Biz buna “neofaşizm” diyoruz, ne korkuncu ve tabii ki, kitlesi büyük olduğu için de süren…

“Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”, Kuzey Carolina’da, bataklık yanındaki küçük bir kasabada, yıllar önce geçiyor. Siyahlarla beyazlar arasında süregelen haksız ve tutucu ırkçılık, tacizci babanın yalnız bıraktığı küçük Kya üzerinde de sürüyor. Büyük küçük, kadın erkek, herkes onu dışlarken -doğal olarak- siyahi bakkal destekliyor. Kasaba halkının “Bataklık Kızı” adını taktığı küçük kız midye toplayarak ekonomik olarak yaşama tutunurken çizdiği resimlerle umudunu diri tutuyor. İki arkadaşı oluyor umut bağladığı… Biri üniversiteye gidip geri dönmeyen (ama asıl sürpriz onunla geliyor), biri de ondan yararlanmak isteyen ama sonra tutunacak tek kişi olduğunu gören şımarık yalancı… Kya, ikisine de sarılıyor büyük bir umut ve aşkla. Bu da bir uyarı aslında, anlayana…

Sinema…

Filmde var olan müziği duymuyorsanız, kamera hareketlerini hissetmiyorsanız, oyuncuları fark etmiyorsanız iyi bir film izliyorsunuz demektir. Bu tanım, sadece bizim için değil, tüm dünya sineması için geçerli bir kriter. “Kya’nın Şarkı Söylediği Yer” de tam böyle bir film. Alabildiğine güzel ve doğal olarak korku salan bir bataklık, kasabadan uzakta yaşayan genç bir kız ve ilgilenen iki genç erkek. Bir film için biçilmiş kaftan. Sadece film için değil, edebiyat için de geçerli bu ve kitabı haftalarca çok satanlar listesinin tepesinden inmemiş.

Kya ile ilgilenen gençlerden biri ölü bulununca, herkes en kolayına kaçar ve genç kızı suçlar. Bütün veriler aleyhinedir Kya’nın, ama emekli avukat, onu savunmayı üstlenir. Ondan sonra, bir yandan düğüm üstüne düğüm atılırken, bir yandan da teker teker çözülür tümü.

İnsanın toplumsal yapının dışında kalamaması, sürü psikolojisinin ne denli etkin olduğu, yalnızlığın ve dışlanmışlığın ne denli zor olduğu, haklı olduğunu bildiği halde kendini savunmaya bile gücü olmayan genç kızın yürek burkan hüznü… bir boyutuyla aile içi şiddetin normal yaşamı engellediği, bir boyutuyla da “kerevitlerin şarkı söylediği yer”i (müziği duymadım ama o şarkı söylemeyen kerevitlerin şarkısına eşlik ettim film boyunca) aratan filmi izleyin, izletin. Özellikle ana baba kucağında, şehirde büyüyen çocuklarla; her istediğini yerine getirmeye çalışan aileler hiç kaçırmasın.

Kya’nın Şarkı Söylediği Yer (Where The Crawdads Sing), dram, gizem, cinayet, duruşma filmi, Yönetmen: Olivia Newman, Senaryo: Lucy Alibar (Delia Owens’ın romanından), Oyuncular: Daisy Edgar-Jones, Taylor John Smith, Harris Dickinson, Michael Hyatt, Sterling Macer, Jr. ve David Strathairn… 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(07 Eylül 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Terör Sadece Silahla Yapılmıyor

Güney Kore’de, bir polis, sosyal medya üzerinden yapılan bir terör duyurusunu önemseyip de üzerine gidince gerçekten büyük bir olay ortaya çıkıyor. Çalıştığı işyerinden bir virüsü çalan genç bir adam, en kalabalık uçakta bu virüsü yaymaya, buna da bağlı olarak büyük bir katliama imza atmak istiyor.

Alabildiğine gerilim dolu, alabildiğine sürükleyici ve aslına bakarsanız da olasılıkları göz önüne aldığınızda gerçekten de korkutucu bir durumu yansıtan bir film Acil İniş (Emergency Declaration). Covid-19 ile hepimizin yakından tanıştığı pandemiye yol açan virüsler, artık hep gündemimizde olacak. Sadece Covid-19 olanı değil, ebolasından maymun çiçeğine, nezlesinden uyuzuna dek her türlü sorun edebiyatta da, sinemada da, müzikte de karşımıza çıkacak. (Bu arada bir küçük bilgi notu: “Önce Kuşlar Öldü”, 1960’ların hemen başında bizim ülkemizde görülen -ama gizlenmeye çalışılan- bir pandemiyi anlatan bir roman, duyurmuş olayım.)

Filmi teknik anlamda ele almak yerine anlattıklarından yola çıkarak, devletlerin de ne denli çıkarcı olduklarını izlediğimizi belirtmekte yarar var. Bir uçak dolusu insan, hava şartlarının kötülüğü nedeniyle biraz fazla yakıt almış olsa da, o ülkeden diğerine, bu ülkeden öbürüne hem de askeri uçaklardan açılan uyarı ateşleriyle kovalanıyor.

İnsanlık nerede kaldı?

Bunu yapanlar, bugün teknolojide de, ekonomide de en ileri dediğimiz ülkeler. Panzehri üretilmiş ve kullanılabilir olmasına karşın insani bir tutum göstermeyerek havadaki uçağa, yakıtının bitiyor olmasına rağmen, acil iniş izni verilmemesi, izleyiciyi gerçekten üzüyor. Aslında hepimiz üzülürüz böylesi bir durumla karşı karşıya kaldığımızda.

Bürokrasinin tutumu…

Sadece bizim ülkemize has bir davranış sandığım “neme lâzım”cılık havayolları temsilcileri başta olmak üzere polisinden bakanlarına, tüm bürokratlar için geçerliymiş. Bunu öğreniyoruz. Muhakkak ki, bir “kahraman” çıkacak ve sorunu çözecektir. Herkesin Cüneyt Arkın veya Malkoçoğlu olmasını bekleyemeyiz, ama iktidarların ana görevinin ve sorumluluklarının böylesi olası tehditlere karşı çıkması olmalıdır. Filmi izlerken haklı olarak, eşi o uçakta olmasaydı, o polis de mi ilgilenmeyecekti sorusu dönenip durdu kafamda. Bizim ülkemizde olabilir, hepimiz içinde yaşıyoruz, özellikle tek adam iktidarıyla birlikte bir sorumsuzluk yaşanıyor. Peki, yok mu bunun çaresi?

Bu ve bunun benzeri soruları çoğaltmanız, yanıt bulmak için düşünmeniz ve iyi bir gerilim filmi izlemenin tadını almanız için… kaçırmayın.

Acil İniş (Emergency Declaration), Senaryo ve Yönetmen: Jae-rim Han, Oyuncular: Song Kang-ho, Lee Byung-hun, Jeon Do-yeon … 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Fransa Bizi Kıskanıyor

Genç bir göçmen, yazdığı romanla başarıyı yakalar, sadece bir kitapla bile hayatı kurtulabilecektir. Ancak takma adla (nick name) ile yazdığı tweetler nedeniyle birden her şey tersine döner.

Fransa bizi kıskanmasın da ne yapsın? Kamuoyu baskısı nedeniyle yaşamı zindana dönüşür genç yazarın. Her şey mi bozulur 140 karakterle? Başta kimsenin umursamadığı o komik tweetler, yazar olarak ünlenince bir karşı silah olarak kendisine döner. Öyle ki, en yakınları bile kaçar yanından.

Fısıltı gazetesi

12 Eylül döneminde, bir şair arkadaş (Hüseyin İlbey, çiçek koksun toprağı) Tanju Cılızoğlu’ndan şiirlerinin yayımlanabilmesi için destek istemişti. Cılızoğlu da, fısıltı gazetesinin tirajının çok daha yüksek olduğunu, kulaktan kulağa yayarak ‘hedef kitle’ye ulaşılabileceğini söylemişti.

Kitabı çıkana kadar takip edenlerin beğenisiyle geniş bir kitleye ulaşan Karim (neden Kerim değil, bizdeki karşılığı kullanılmalı), yazdığı kitapla tanınınca, birileri düğmeye basar ve haksız bir savaş başlatır. Genç, deneyimsiz Karim, yalnızlık girdabında, silse de tweetlerini, artık iş işten geçmiştir.

Bizim ülkemizdeki gibi…

Fazıl Say, yıllar önce, bir retweet nedeniyle yargılanmıştı, anımsıyor musunuz? Kadınları taciz eden, tecavüz sanıkları bile salınırken… insan bu haksız (hatta hukuksuz) duruma isyan etmesin de ne yapsın? Yakınlarda, TFF binasını kurşunlayanlar (sabıkalı oldukları da açıklandı) salınırken bir şarkıcının sahneden sarf ettiği söz nedeniyle tutuklanıp ev hapsinde tutulması da aynı.

Sinemanın en büyük özelliği, bana sorarsanız, izleyiciyi sarıp sarmalarken yanıtlanması zor sorular sor(dur)ması. İster istemez durumu irdeliyor, haksızlığa karşı çıkıyorsunuz. Bu da demektir ki, “Arthur Rambo” izlenmeli, hem de pürdikkat.

Peki, sinemanın bu özelliği bizim ülkemizde hayata geçiyor mu? Pek değil. Tepede “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan Anayasa’ya bile karşı olduğunu herkesin bildiği düşünce suçu ile suçlanmak, tıpkı bu filmde olduğu gibi kendini savunacak bir fırsat bile bulamamak, bizim gerçeğimiz. Dün sansür vardı, bugün troller. Troller üzerinden sürdürülen kara propaganda, yandaşlar tarafından yazılı ve görsel medyada gündeme oturuyor, buna da bağlı olarak bırakın savunmayı, dışarı çıkacak hal bırakılmıyor.

Karim’in başarısından çok takma adlı nefret söylemi ağır basan sosyal medya metinleri belirliyor gününü.

Nasıl bir dünyada yaşadığımızı kavramak, hatta karşı çıkarak bu gidişata dur demek için…

Arthur Rambo, Yönetmen Laurent Cantet, Senaryo: Fanny Burdino, Laurent Cantet, Samuel Doux, Oyuncular: Rabah Nait Oufella, Bilel Chegrani, Antoine Reinartz ile Sarah Henochsberg… 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(05 Eylül 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Bobine Sığmayan Film Üzerine: Karanlığın Taneleri

Bir şarkıyı defalarca dinleriz de, bir öyküyü iki kez okumaktan kaçınırız. Birileri anlatırken, filmin sonunu söylememesini, keyfinin kaçmamasını isteriz. Bir resme de her gün bakar ve ondan yeni çıkarımlarla yeni tatlar alırız ama aynı oyunu ikinci kez izlemek ağır gelir… Şairin şiirce “bunca okumamaya nasıl vakit buluyorsunuz” dediği kadar var; çünkü düşünmekten kaçınıyoruz alabildiğine. Oysa sadece sözcüklerin değil renklerin, tınıların, mimiklerin de altında yepyeni anlamlar yatıyor, hem anlamak için hem öğrenmek için… öyleyse ikinci, hatta üçüncü kez de okunur bir kitap, daha da çok izlenir bir film.

Tarhan Gürhan, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun 2000’de çektiği ilk uzun metrajlı filmi, Paramparça Aşklar Köpekler’i irdeleyen 17 kişiyi bir araya getirmiş. Kimi şair, kimi senarist, kimi hekim, kimi öykücü hatta ressam… 17 kişi aynı filmi farklı açılardan ele alıp, deyim yerindeyse didik didik etmişler. Doğaldır ki, birinin bakışıyla diğerininki bazen çakışmış bazen çatışmış… ama olsun, okur olarak sızan yeni bir ışıkla farklı bir yorum olanağı doğuyor. Uzun yıllar uğraşmış Gürhan bu yazıları derlemek için ve tabii basılmasını sağlamak için de. Oysa sadece film izleyicisi için değil okur için de yeni ufuklar açan, gerçekten önemli bir çalışma. Neden kimse bu tür çalışmalar yapmaz, neden yayınevleri desteklemez? Derleyeni de, yazanları da, yayınevini de kutluyorum.

Bobine sığmayan film…

“Fındık kabuğuna sığar da kale kapısından sığmaz, bilin bakalım nedir bu?” Çocukken çokça sorduğumuz, hâlâ da ilginçliğini yitirmeyen bu soruyu “Amores Perros” (Paramparça Aşklar ve Köpekler) filmi için önce kendisine sonra da -yönetmenine ulaşamadığından olsa gerek- 17 ayrı kişiye soran Tarhan Gürhan, belki de yönetmenine de yeni bir bakış sağlayacak bir pencere açılmasına fırsat tanımış.

Gürhan, filmi ilk izlediğinde gözlerinin sargı bezi, yara bandı, acil girişi aradığını da dillendirdiği önsözde, “sinemada henüz koku alamıyoruz” (ama gelecekte kitaplardan da koku yayılacak diye eklediği) cümlesine, bir öneri: Sam Peckinpah’ın, o ünlü “Bana Onun Kellesini Getirin” (sahi, onun da üzerine böyle bir çalışma yapılabilir) filmini izlerken, çuvalın içindeki kellenin etrafında dönenen sinekleri görünce, kokusu buraya geldi diye seslenmiştim, baktım, izleyiciler snıf snıf burnunu çekiyor, o kokuyu hissetmek için; olumlayanlar da olmuştu, iyi anımsıyorum filmi salona taşımıştı… Daha sonra, 360 derece perde, hareketli koltuklar ve püskürtülen parfümler geldi. Demek ki sırada koku var!

17 yazardan biri, “Amores Perros bana göre her şeyden önce insanın öldürerek yaşadığı dönüşüme odaklı bir film” olduğunu yazıyor. “Seyirciyi duygu birliği kurmaya zorladığı” da bir diğer saptama. İnsanın kendini var etmenin yolunun ötekini yok etmekten geçtiğine inanın insanın yenilgisini anlatır aslında film” diyor bir diğeri… Aşk, ölüm, hayat, nefret, intikam, bağışlama vb. farklı duygusal temalarla dolu olduğunu ifade eden de var. Yönetmenin, izleyiciyi çok daha katılımcı bir hale getirmenin yolunu aradığını belirten de…

“Film şunu söylüyor: İnsanız, bilmeden yaşıyoruz.”

Sanat, sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel ve mitolojik temellerde şekillenir; anlattığı (ya da aktardığı) bunların ışığında. anlamlanır. Buradan yola çıkılınca, sanatın (burada Paramparça Aşklar ve Köpekler filminin) her zaman rehber olduğunu okuyoruz.

Kim neyi isterse onu alacaktır filmden. Kimi en temel olanı görecek, kimi duygulardan hareketle farklı bir anlam yükleyecek, kimi de politik çıkarımlarda bulunacaktır. “Karanlığın Taneleri”nin en güzel yanı da bu zaten, her bir farklı görüş ve düşünüşü bir arada görüyoruz ve karşılaştırma olanağı buluyoruz.

Köpekler

Para hırsı ve sevdiği kadının uğruna köpeğinin hayatını hiçe sayan diye söylediğimizde, belki filmin temelini vermiş oluyoruz, ama film bunun katbekat üzerinde ve her katman yeni bir pencere açıyor dört bir yana… ufukta tan ağarıyor mu, izleyiciye sormak gerek. Octavio, ağabeyi Ramiro’nun karısını (Susana) seviyor, aslında yine Ramiro’nun köpeği (Cofi) üzerinden para kazanıyor. Aradaki bağlantıyı çok başarılı olarak kuruyor ve tüm bir yaşamı kapsıyor film.

Bir yazar Yılmaz Güney ile bağdaştırmış yönetmeni… Duruyorsunuz orada, ister istemez. İkisinin sinema dili de, anlatımı da farklı, hem de çok (tabii ki, bana göre). Ancak öyle bir diyalektik bağ kurmuş ki, “ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağ”dan başka bir şey değil bu.

Filmin yapısının modern şiiri andırdığını yazan ise, yönetmenin Yılmaz Güney’in filminden etkilendiğini aktarıyor. Belki de benim filmi bir kez daha -tabii ki bu açıdan, özellikle- izlemem gerekiyor.

Paramparça aşklar

“İlk izleyişte (adından da yola çıkarak) paramparça ve karmaşık görünen film, ikinci izleyişte gizlerini ele veriyor” cümlesinden yola çıkarsak, ben filmin daha da fazla izlenmesinden yanayım. Gerek montajı gerekse diyalogları ile film, ikili hatta üçlü ilişkilerde kişi(lik)lerin ve mekânların özelliklerini kavramamızı sağlıyor. Bir bakışla bizim ülkemizden pek farklı değil, diğer bir bakışla ise hiç de öyle değil.

Ne aşklar ne de köpekler yalnız bırakırmış insanı… ya bırakırsa? “Umutların peşinden sen de dökülmeye başlarsın”. Galiba filmin savsözü bu. Amores Perros’u, bizdeki adıyla Paramparça Aşklar ve Köpekler’i “Karanlığın Taneleri”ni okuduktan sonra bir kez daha izlemek, özellikle de seçime yaklaşırken siyasal iklimin de tıpkı küresel iklim değişikliği gibi hayatımıza etkileri üzerine de düşünmek için gerekiyor, bence.

Şimdi, bana müsaade, filmi yeniden izleyeceğim.

Meraklısı için not: Tarhan Gürhan, yazıları kendisine geliş sırasıyla yerleştirmiş. Makbule Aras Eivazi, Sinem Cezayirli, Beril Azizoğlu, Enis Akın, Asuman Susam, Esme Aras, Hayati Baki, Hüseyin Alemdar, Bâki Ayhan T., Yaşar Sökmensüer, Fatih Atila, Ali Datlı, Dr. Cengis Asiltürk, Haydar Ergülen, Hakan Günday, Pembe Behçetoğulları, Kurtuluş Özyazıcı. Aklıma, başka kimlerden yazı istediği, ama türlü nedenlerle yaz(a)mayan veya reddeden ve bir de ulaşılamadığı için yazma fırsatı bulamayanlar var sorusu takılıyor.

Karanlığın Taneleri, Amores Perros
Derleyen Tarhan Gürhan
İnceleme
H2O Kitap, Temmuz 2022, 142 s.

(04 Eylül 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Gerçek Canavar Hangisi

Buzlar ülkesinden gelen Baltasar Kormákur’un Amerika macerası sürüyor. Yönetmen hakkında ‘Rastgele Baltasar’ başlıklı önceki yazım onun 2013 yapımı keyifli yaz serüveni ‘Zorlu İkili / 2 Guns’ filmi üzerineymiş. Yıllar önce 20. İstanbul Film Festivali’nin yarışma seçkisinde yer almış 2000 yapımı ikinci uzun metrajı ‘101 Reykjavik’ ile keşfettiğimiz sinemacı, ülkesi İzlanda’da çekmiş olduğu ilk dönem filmlerinde aile içi hesaplaşmalar üzerine yoğunlaşır. Deneyimli yönetmen ülkemizde gösterimi süren son filmi ‘Canavar / Beast’ ile bu kez Güney Afrika’nın korunma altına alınmış vahşi doğasında yolculuğa davet ediyor izleyicisini. Kara Kıta’da tanıyıp evlendiği karısını kanserden kaybedişinin ardından yetişkin iki kızı ile birlikte anne toprağına, Güney Afrika’nın balta girmemiş geniş çayırlarına uzanan yolculuk, yönetmenin bir kez daha gözde teması olan aile ilişkilerine odaklanacağımız bir hikâyeyi haberliyor. Ancak yörede baş gösteren gelişmeler buna fazla fırsat tanımadan aile bireyleri kendilerini bir ölüm kalım mücadelesinin içinde bulacaklardır.

Gerilimli bir gece sekansıyla açılıyor film. Turistik safariler düzenlenen koruma altına alınmış bölgeyi koyu karanlıkta basan kaçak avcı grubu bir aslan sürüsünü acımasızca katlediyor. Ancak sürünün reisi konumundaki erkek aslan ellerinden kurtulmayı başarıyor. Onu yakalamanın elzem olduğunu yoksa peşlerine düşeceklerini iyi biliyor avcılar. Yaralı olarak kurtulan erkek aslan jenerik öncesi ona bunu yaşatanlardan intikamını almaya başlıyor. Çevredeki yerli halktan başlamak üzere önüne çıkan herkes gazabından nasibini alacaktır. İşte bu ahval ve şeraitte yolu öfkeli aslan ile kesişen doktor Nate Samuels, iki kızı ve kendilerine rehberlik eden hayvanbilimci aile dostları Martin hayatta kalmayı başarabilecek midir.

‘Canavar’ bir aile hesaplaşması ile vahşi hayvan dehşetini aynı potada eritmek üzere yola çıkmış sürükleyici bir yaz macerası olarak dikkat çekiyor. Bugünlerde yeni James Bond olacağı yönünde kulislerde adı geçen ünlü İngiliz asıllı oyuncu Idris Elba gösterişli bedeni ve karizması ile üstleniyor öyküyü. Deneyimli Fransız asıllı görüntü yönetmeni Philippe Rousselot’nun gündüz sarısı ve tekinsiz kapkara Afrika geceleri Kormakur’un kıvrak anlatımına büyük destek olmuş. Vahşi aslanların bilgisayar teknolojisi ile filme dahil olması nerdeyse kusursuz. Filmde adı geçen ‘canavar’ sözcüğü ile her ne kadar çığırından çıkmış aslan kastediliyorsa da, sürüsünden koparılmış doğa yaratığı, söz gelimi yönetmenin örnek aldığını düşündüğüm ‘Jaws’un canavar köpekbalığı gibi kötü bir karakter olarak çizilmemiş. Doğa – insan dinamikleri ve belki de canavarın ta kendisi olan insanoğlu üzerine fazla açılım yapmadan, zaman ve mekân birliği gözetilerek 24 saatlik bir ölüm kalım mücadelesi ile yetindiği için eleştirilebilir belki.

(03 Eylül 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Gözün Gözle İmtihanı

Bir uzay bilimkurgu filmi… ama öne çıkan uzay ve bilinmeyen bir uçan daire değil. Uzay, uzaydan daha çok gökyüzünde olanların yeryüzünde yaşayanlara yansıması… Bir anlamda astrolojik bir bakış, bir diğer anlamda hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bir başka anlamda da “bakış açısı”nı değiştirmemiz gerekir ya da “aman, olursa olur, olmazsa olmaz” boş vermişliği…

Uzay aracı, yukarıdan aşağıda yaşananları gözlüyor. Göz göze geldiğini yutuyor. Onun için göz göze gelmemek gerekir. Bu, size gözüne bakılması yasaklanan firavun ya da prenses hikâyesini çağrıştırmadı mı? Fark eden ne? Birinde uzaylının gözüne bakılmıyor, diğerinde hükümdarın. Her ikisinin de sonunda yaşamı sona eriyor. Bu döngüden sıyrılmak mümkün mü? Nope, bunu anlatıyor işte. Cesur olan, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen kazanır.

Jordan Peele, bundan önceki iki filmindeki gibi birkaç düzeyi birden kapsayan, her katmanda farklı şeyler anlatan bir filmle beyazperdeden sesleniyor bize. Biraz korku, biraz komedi, biraz merak, ama çokça soru işareti. Babaları ölen, sakin OJ ile uçarı Emereld, hayatlarının fırsatının ayaklarına (daha doğrusu gözlerine) geldiğini düşünür. Seyirci için de aynı şey söz konusu… Bir uzaylı vardır, -UFO yani, tanımlanamamış uçan nesne- ve onu fotoğraflarlarsa köşeyi kısa yoldan dönebilmek mümkündür. En alt katmanda bu öykü var, ancak ikinci katmanda televizyon programlarının yaşamı ne denli etkilediğini düşündürüyor. Üçüncü katmanda ise iletişim(sizlik) söz konusu. Herkes kendi derdinde, herkesin beklentisi ve/veya umudu farklı. Kimse asıl meseleye odaklanmıyor. Peele’in gerçeküstücü yaklaşımla aktardığı; gökten yağan anahtar, para gibi metaller ile yeri göğü birbirine katan, hortum oluşturan fırtınalar izleyiciye soru üstüne soru sorduruyor. Zaten Peele, belki de o soru soran izleyiciye anlatmak için çaba harcıyor.

Nope’un -bir Bunuel filminde olduğu gibi- ileride kare kare dikkatle irdelenmesiyle anlatılmak istenenin, aslında görünenlerden daha çok simgelenenlerle ortaya serildiği konuşulacak. Yani belki de bir kült filmle karşı karşıyayız; bugün beğenmesek de.

Hayır (Nope), bilimkurgu, korku, Yönetmen ve Senaryo: Jordan Peele, Oyuncular: Keke Palmer, Daniel Kaluuya, Barbie Ferreira, Steven Yeun, Brandon Perea… 19 Ağustos 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(18 Ağustos 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Gökyüzünde Neler Oluyor

‘Hayır / Nope’ gizem yüklü bir sahne ile açılıyor. 90’lı yıllar popüler televizyon şovunun setinde beklenmedik bir dehşet yaşanmaktadır. Dağılmış ve terkedilmiş set ortamında şovun yıldızı şempanze Gordy kanlar içinde sadece ayakları görüş alanımıza giren kurbanına saldırıyı sürdürmektedir. Bu dehşetengiz girişin ardından geniş araziye yayılmış bir at çiftliğinin sakin ortamında baba oğul Hayward’ların günlük rutinine tanıklık ederiz. Lakin bir Jordan Peele filminde huzurlu anlar çok uzun sürmez. Gökyüzünden kurşun misali yağmaya başlayan nikel paralardan biri yaşlı adamın tek gözünü delerek ölümüne neden olur. Gök kubbede neler olmaktadır. Ön jenerikte yer alan Eski Ahit’te yazılı tekinsiz kehanet (‘Seni pislikle sınayıp rezil edeceğim, seyredecek herkes seni’ Nahum 3.6) Tanrı’nın gazabını haberler gibidir.

Günümüz Amerikan sinemasının taze yaratıcılarından biri olarak alkışlanan Peele’in, korku türüne yeni bir soluk getirmiş ilk yönetmenlik denemesi 2017 yapımı ‘Kapan / Get Out’, gerilimini ‘ırkçılık’ teması üzerinden geliştiriyor, liberal görünümdeki beyaz Amerikalının saklı ırkçılığı ve siyahlara olan nefretini dile getirirken, korku ve hicvi birlikte kullanıyordu. Sinemacının ikinci uzun metrajı 2019 yapımı ‘Biz /Us’, resmi daha da genişletmiş ve tüm bir Amerikan ulusunun karanlık tarafıyla yüzleşmesi doğrultusunda, alt türler arasında hınzırca gezinen bir yapıt ortaya koymuştu. Dersine iyi çalışmış ve korku/gerilim sinema külliyatını yalayıp yutmuş, kimilerinin Hitchcock’un mirasçısı olarak gördüğü sinemacının ilk kez büyük bir bütçe ile çalıştığı üçüncü filmi, önceki paragrafta girişini yaptığım üzere bir gizem halesi içinde ilerleyen ve kimi zaman sırrını kolay ele vermeyen bir film. Seyir keyfini bozmamak için filmin gidişatına ilişkin sürpriz gelişmelerden söz etmeyeceğim ancak sinemada daha önce çok işlenmiş UFO ya da uzay yaratıkları üzerine bir seyirlik ile haşır neşir olacağınızı ifade etmek isterim.

Önceki filmlerinin tersine metaforik bir yapı kurmayan, perdede dehşetin canlandırılmasına ilişkin bir deneme ‘Hayır’. Tek bir mekânda geçmesine rağmen büyük ekranda (mümkünse IMAX formatında) izlenmesinin doyumsuz bir sineme tatmini verdiği kesin. Yönetmen filmini ‘duymak ve hissetmek üzerine inşa ettiğini, görmenin yeni yolları üzerine kafa yorduğunu’ ifade ediyor bir söyleşisinde. Kısa sinema kariyerinde hep birlikte çalıştığı besteci Michael Abels’in hipnotize edici müzik çalışmasından, deneyimli ses tasarımcısı Johnnie Burn’ün tekinsiz ses miksajından büyük destek almış bu süreçte. Abels’in yaylılar ağırlıklı müziği, koronun başka bir dünyadan gelmiş izlenimi veren ürkütücü tınısı yaşanan büyük kaosu derinden duyumsamamızı sağarken, görsel ve işitsel bağ ustaca kurgulanmış. Dehşet ile hicvi birlikte kullanmakta usta olan sinemacı, önceki filmlerinden aşina olduğumuz Daniel Kaluuya (genç OJ Haywood) ile bir kez daha çalışmış. Onun melankolik yapısını zıt kardeşi Emerald’ın (harika bir yeni keşif olan Keke Palmer) dışa dönük coşkulu karakteri ile dengelemiş. Gece renkli Kaluuya’nın iri parlak gözbebeklerini meşum gecede doğal bir efekt olarak kullanma fikri ise gayet etkileyici. Ustası Hitchcock’un ‘Aşktan da Üstün / Notorious’daki ünlü içten ışıklandırılmış süt bardağı efektine bir gönderme yapmak istemiş belki de.

Peele sinemaya ve sinemanın geçmişine olan vefasını sürdürüyor. Sinemanın öncülerinden İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge’in ardışık düzenli ilk fotoğrafları ile açıyor filmini. Fotoğraflarda yer alan ata binen siyahi jokeyin büyük büyük babası olduğunu ifade ediyor neşeli Emerald. Hollywood’u Hollywood yapan Western’i ve perdeyi hakimiyeti altına alan klasik ikonografisini beceri ile kullanıyor. Abels’in tedirgin müziği zaman zaman western tınıları ile nefes almamızı sağlıyor. Çocuk yıldızlar, oyuncu hayvanlar, ‘Purple People Eater’, ‘Kid Sheriff’ benzeri örneklerle 90’lı yılların televizyon pop kültürüne selam gönderiyor. Eksantrik kameraman Antlers Holst (Michael Wincott) karakteriyle sinemacının ne pahasına olursa olsun görüntüyü kaydetme tutkusunu dile getiriyor. Açık alanda dehşeti sakin bir biçimde tırmandıran, seyircisini finalde coşkun bir epik maceranın içine sürükleyen film, gizemini kolay ele vermeyen ilginç ve tutkulu bir deneyim olarak iyi bir sinema salonunda izlenmeyi hak ediyor.

(18 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Tesadüfün İğne Deliği… ya da Senaryonun Güzelliği

Bizim ülkemizde olmayan bir toplu taşıma aracı, hızlı tren. Japonya’nın ulaşımdaki ana damarı. Hayatta neler oluyorsa, trenin vagonlarında da o(nlar) yansıyor. Bana trenini ya da vagonunu söyle, senin kim olduğunu, hangi mafyanın egemenlik alanında bulunduğunu, hangi partinin siyasi dostu veya düşmanı olduğunu söyleyeyim. Tabii ki, siyasal düşüncelerin kutuplaştığı tek ülke biz olduğumuz için sinemaya bu kısım pek yansımıyor. Ama işin içine mafya, insan tacirliği ve/veya kaçakçılık girdiğinde tüm dünyanın ilgisini çekiyor.

Kotaro Isaka’nın yazdığı “Bullet Train”, yönetmen David Leitch tarafından, başrolünde Brad Pitt ile sinemaya uyarlandı. Aslına bakarsanız keyifli bir film. Mizah ögeleri de taşıyan, heyecanın düzeyini yukarılarda tutmayı başaran, merak ettiren, aksiyonu bol film için Yeşilçam’ın -başlığa çıkarttığım- sözü cuk oturuyor. Bilirsiniz işte, Cüneyt Arkın yaralansa da ölmez hiç, attığını vurduğu yetmezmiş gibi silahında hiç mermi de bitmez ya da en olmadık yerde bir “sihirli el” çıkar ve son anda “kahraman”ımızı kurtarır o sıkıntılı yerden. Bir defa olursa kimse bir şey demez de birbiri ardına hatta film boyunca tekrarlanırsa “tesadüfün iğne deliği”nden de geçer dünya.

Hızlı olmaya hızlı da olsa (ki, saatte 320 kilometre hıza ulaştığı biliniyor) bizim kahramanlarımız trenin üstünde hem de ayakta durabiliyor, dahası yürüyüp gezebiliyor. Japon hızlı treni bizim çakma hızlı trenden daha yavaş olsa gerek. Neyse, olanları bir tarafa bırakıp filme odaklanalım. Brad Pitt (Uğur Böceği) sıtkı sıyrılmış bir şekilde belki de son işine yollanır. Bir çanta alması için görevlendirilmiştir, ama her adımda yeni bir şey çıkar, birbirini takip eden olaylar sonucunda labirentten çıkmayı başarır.

Senaryo ya da kitabın öyküsü gibi iyi kotarılmış. Çocuğu için intikam yemini etmiş bir baba, çocuğu ölüme iten ortaokul öğrencisi görünümlü, psikopat bir katil kız; çantayı almak için görevlendirilmiş acımasız (aklıma Yılmaz Güney’in Düşman filmini getirdi; iki arkadaşı senaryoya “tıpkı Fareler ve İnsanlar’daki Milton ile Lennie gibidirler, birbirlerinden ayrılmazlar” notunu düşmüştü) arkadaşın bir yanıyla komik bir yanıyla vahşi iki katil ve onları da yönlendiren çete liderlerinin birbirleriyle çakışan ama çatışmayan karşılaşmaları… Çakışıyor, çünkü trenin içinde buluşmamaları mümkün değil, çatışmıyor, çünkü hepsi kendi hedefine odaklanmış. Tabii ki, “esas oğlan” galip geliyor. “Kurt” karakteriyle ölümcül yılanı unutmamak gerekir. Anlaşılan o ki, otuz iki kısım tekmili birden ve heyecan dorukta.

Yönetmen Leitch, stüdyoda kurduğu tren dekorunda blue box ya da green sreen kullanmak yerine oyuncuları da rahatlatan ve buna da bağlı olarak performanslarını arttıran led ekranlarla şehrin görüntüsünü yansıtmış. Alabildiğine başarılı ve olağanüstü güzel olmuş bu yöntem, daha pahalı olsa da…

Meraktan tırnaklarınızı yerken gülümsemek, gülerken heyecanlanmak, heyecanlanırken ürpermek ve hepsinin üstüne bu sıcak yaz gününde sinema salonlarının klima ile serinletilmiş ortamında keyif çatmak. Bence kaçmaz!

Suikast Treni (Bullet Train) macera, komedi, aksiyon, Yönetmen: David Leitch, Senaryo: Zak Olkewicz, Oyuncular: Brad Pitt, Joey King, Aaron Taylor – Johnson, Brian Tyree Henry, Andrew Koji, Hiroyuki Sanada, Michael Shannon, Benito A Martínez Ocasio, Sandra Bullock… 5 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(05 Ağustos 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Bu Trenden İnebilmek Bir Mesele

Dünya sinemalarıyla aynı günlerde bizde de gösterime giren Hollywood’un yaz hitlerinden ‘Suikast Treni / Bullet Train Kotaro Isaka’nın ‘Maria Beetle’ isimli çok satan romanından uyarlanmış. Japonların ‘Shinkansen’ adını verdikleri gaga uçlu süper hızlı trende bir gece boyunca yaşananlar üzerinden katman katman ilerleyen öyküler finalde tek bir merkezde toplanırken izleyici de içinde koşuşturulan tren kadar hızlı gelişmelerin Agatha Christie romanlarına özgü gerilimi içine çekiliveriyor. Ülkesinde hayli popüler olan Japon yazarın eseri Amerikan aksiyonları örnek alınarak yazılmış görünüyor, o nedenle adaptasyonda pek sıkıntı çekilmemiş. Tokyo’dan Kyoto’ya uzanan gece yolculuğu Hollywood stüdyolarında çekilmiş ancak filmin dokusundaki Uzak Doğu atmosferi korunmuş. Küçük oğlunu bir alışveriş merkezinin üst katından aşağı iterek ağır yaralanmasına neden olan gencin peşinde trene binen Kimura ve onun bilge görünümlü babası dışında kalan karakterleri çoklukla Amerikalı, Rus ya da Meksikalı olarak konumlandıran uyarlamanın esas yıldızı Brad Pitt’in oynadığı -romanda Nanao adını taşıyan- patronunun ona verdiği isimle ‘Uğur Böceği / Ladybug’ (ya da Japonca karşılığı ile ‘Tentoumushi’ –fazla bilgi göz çıkartmaz!) iş talimatlarını özgün metne adını veren kadın yöneticiden alıyor. İş arkadaşı Carver rahatsızlandığı için görev ona kalmıştır: Tokyo’dan bindiği trende bir başkasına ait çantayı çalacak ve ilk durakta inecektir. İş bu kadar basittir ancak o yapışkan şanssızlığı bu defa da peşini bırakmaz. Uzun saçlarını kafasındaki spor şapkanın örttüğü siyah çerçeveli gözlüklü, ‘dünyaya huzur ekersen huzur bulursun’ kafasındaki eksantrik dostumuz, içinde 10 milyon dolar bulunan gümüş renkli evrak çantasının ya da başka intikamların peşindeki bir avuç acımasız katille baş etmek durumundadır. Şans perisinden sevgi görmeyen adamımızın -trene sızmış zehirli bir ağaç yılanı dahil- her türlü tehlikeye hazırlıklı olmaktan başka seçeneği kalmamıştır.

‘Dövüş Kulübü / Fight Club’, ‘Truva/Troy’, ‘Mr. & Mrs. Smith’ gibi filmlerde Brad Pitt’in dublörlüğünü yapan, hayli ses getirmiş ilk ‘John Wick’ ile kamera arkasına geçen, daha sonra ‘Sarışın Bomba / Atomic Blonde’ ve ‘Deadpool 2’yi yönetmiş David Leitch bu hayli sert ve kanlı dövüş sahneleri olan yapımı kendine özgü mizahı ile dengelemesini bilmiş. Ateş alan almayan silahlara eklemlenmiş esprilerin art arda patladığı ve iki saat boyunca temponun hiç düşmediği kıvrak senaryoyu kaleme almış olan taze senaryo yazarı Zak Olkewicz’in önemli katkısından söz etmeden geçmeyelim bu arada. Laurel – Hardy misali konumlanmış Mandalina (Aaron Taylor – Johnson) ile Limon (Brian Tyree Henry) lâkaplı -ikincisi siyahi- tetikçilerin, 80’li yıllarda yayına girmiş çocuklar için model trenleri temsil eden karakterleri olan uzun süreli televizyon şovu ‘Thomas the Tank Engine’ kaynaklı esprileri soğukkanlı katliam iklimine Tarantino dokunuşu getirmiş.

Öyküler yumağının kaderini değiştiren ‘Beyaz Ölüm’ lakaplı psikopat büyük patron ise, romandan farklı olarak, beynini dağıttığı Yakuza liderinin yerini almış eski bir KGB ajanı olduğu söylenen Rus yarması ile yer değiştirmiş. Bu rolde upuzun saçlarıyla karizmatik Michael Shannon çıkıyor karşımıza. Özgün metne bağlı olarak Japon olarak korunmuş Kimura’yı ise tanınmış Uzak Doğulu oyuncu Hiroyuki Sanada canlandırıyor. Filmin sürprizleri bununla bitmiyor. Hollywood’un üç ünlü yıldızı küçük rollerde filmi neşelendiriyor. Pitt’in ‘Kayıp Şehir / The Lost City’deki minik jestine karşılık olarak Sandra Bullock Maria Beetle’a hayat verirken, aynı filmden rol arkadaşı Channing Tatum seks takıntılı bir yolcuda, yönetmenin ‘Deadpool 2’den oyuncusu Ryan Reynolds ise Pitt’in son anda yerine geçtiği tetikçi Carver rolünde kısa sahnelerde arz-ı endam ediyor.

Geriye dönüşlerle farklı etnik kimliğe sahip karakterlerin geçmişine tanıklık ettiğimiz deli dolu aksiyon – komediye Dominic Lewis imzalı enerjik müzik bandı pek yakışmış. Tokyo istasyonunda Uğur Böceği’ni Queen Bee’den ‘Staying Alive’ yorumu ile karşılıyoruz. Toplu katliam sahnesinde fonda Engelbert Humperdinck şarkısı ‘I’m Forever Blowing Bubbles’ çalıyor. 60’ların ünlü folk parçası ‘500 Miles’dan, Alejandro Sanz yorumuyla ‘La Despedida’ya, Miki Asakur’un Japonca seslendirdiği Bonnie Taylor şarkısı ‘Holding Out For A Hero’ya uzanan zengin pop ezgiler, zaman – mekân birliğinin marifetli bir biçimde kullanıldığı baş döndürücü serüvenin önemli anlarına eşlik ediyor.

(04 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

[email protected]