Kategori arşivi: Yazılar

Çoklu Evren ve Düş Gücü…

Arttırılmış gerçeklikle sanal gerçeklik artık yaşamımızın bir parçası ve büyük olasılıkla bundan sonrakilerin vazgeçilmezi… Dünya hızla ilerliyor. Dün için elektriğin, buhar gücünün önemi neyse bugün de sanal gerçekliğin önemi de o. Birçok şeyi yaşamamıza fırsat tanıyacak.

Hemen her şeyde olduğu gibi sanat bu gelişmenin öncüsü ve yol göstereni… Bir düşünün, daha dün gibi, senaryoya “gözleri ışıldadı” yazmayın, çünkü gözler ışıldamaz diye öğretiliyordu sinema okullarında. Bugün bırakın ışıldamayı yepyeni dünyalar kuruluyor.

“Dr. Strange Çoklu Evren Çılgınlığında”, bize bu geleceği, tabii ki kendi bakış açısı ve alabildiğine fantastik, alabildiğine hareketli, alabildiğine kahramanlık olarak anlatıyor. Sinemanın kendine özgü abartılı yanını bir tarafa bırakırsanız, geleceğimizi izlediğinizi düşünebilirsiniz.

Derler ki, Cervantes’e, biri yazdığı bir romanı götürür, görüş almak için. Cervantes romanın temasını çok sever, ama hiç de iyi anlatılmamış, hiç de iyi kurgulanmamıştır. “Öyle yazılmaz, böyle yazılır” diye oturur yeniden yazar. İşte, hepimizin çok iyi bildiği Don Kişot böyle doğmuş. Şimdi, Dr. Strange’i izleyenler, “tam aradığımızı bulduk” diyecekler…

Tabii ki, bu(nlar) ilk adımlar, daha da gelişecek ve güçlenecek muhakkak. Şu bir gerçek ki, bundan sonra işin içine sanal gerçekliğin girmediği, gerçekliğin arttırılmadığı bir aşk, kahramanlık, toplumsal yaşam öyküsü izlemeyeceğiz. Çünkü…

Çünkü, inanılmaz geniş bir çerçeve açıyor önümüze bu olanak. Müthiş etkileşimler söz konusu. Dr. Strange’in, önceki filmleriyle doğru orantılı, bu fantastik öyküsünün gelişmesinden (haklısınız, öykü bitmiyor, jenerikten sonrasını da izleyin lütfen) söz etmiyorum; sanal dünyanın hepimize sanal bir dünya sunduğunu söylüyorum.

Bu arada, hepimizin duygusallıkla bir meselesi var kuşkusuz. İnsan, duygusal bir yaratık ve ister istemez eşine, çocuğuna, dostlarına, arkadaşlarına ve düşlerine bağlanıyor. Belki de yaşamını yönlendirmesine bile izin verebiliyor. Dr. Strange, bunca sanallığın içerisinde insani yanımızı da atlamıyor ve önemli bir düzeyde dokunuyor, tabii, onun sanal olup olmadığı size kalmış.

Pandemiyle birlikte sanal alışverişi öğrendik. Sanal eğitimler, sanal tatiller, sanal görüşmeler, sanal çalışmalar…dan sonra işin ucunun nerelere gideceğini düşünmenize fırsat sunuyor bu film. Tabii ki, isteyene… Gelişimi ve gidişatı doğru okumak gerekir.

Dr. Strange Çoklu Evren Çılgınlığında (Doctor Strange in the Multiverse of Madness), aksiyon, fantastik, Yönetmen: Sam Raimi, Senaryo: Michael Waldron, Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Elizabeth Olsen, Chiwetel Ejiofor, Benedict Wong, Rachel McAdams, Xochiti Gomez, Michael Stuhlbarg… 06 Mayıs 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(05 Mayıs 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Her Şey Tekrar Ediyor

‘Tarih tekerrürden ibarettir’ deriz. Tayfun Pirselimoğlu eserlerinde aynı minvalde her şeyin tekrar ettiğinin altını çizer. Ressam-yazar-sinemacı kimlikleriyle disiplinlerarası mükemmel yaratılara imza atıyor olan değerli sanatçımızın uzun bir festival yolculuğunun ardından biraz gecikmeli de olsa İstanbullu sinemaseverler ile buluşan son filmi ‘Kerr’ ismini ‘mükerrer, tekrar, tekerrür’ kelimelerinin kökünden alıyor. Pirselimoğlu’nun bir önceki siyah-beyaz sinema çalışması ‘Yol Kenarı’ kıyametin eşiğinde bir ücra kasabada yaşayan insanların çıkışsızlığı üzerinden dünyanın cehennemi gidişatı karşısında dehşete düşmüş bir sanatçının çığlığını simgeliyordu. Bu çağdaş saçmalık hali, ‘Kerr’in hikâyesinin geçtiği mahalde yine karşımıza çıkıyor. Bu kez benzer bir sahil kasabasında sıkışmış insanların deliliği zorlayan öyküsünde, terzi babasının cenazesi için 12 yıl sonra baba ocağına geri dönmüş olan isimsiz genç adamın tren istasyonunda şahit olduğu cinayet nedeniyle bölgede bir süre daha kalmaya mecbur oluşuna tanıklık ediyoruz. Kuduz köpeklerin sebep olduğu salgın hastalık nedeniyle karantina ilan edildiğinde genç adamın kasabada mahsur kalma hali derinleşecektir.

‘Kerr’, Pirselimoğlu’nun 2004 yılında yayınlanmış aynı adlı romanından yola çıkmış. Birebir romanla örtüşmüyor. Sanatçının başka hikâyelerinden ödünç aldığı ögeler mevcut. Alegorik öyküde zaman ve mekân belli değil. Eski radyolar, afişler, telefonlar, daktilo ve fotoğraf makinaları ben diyeyim hatırlayabildiğim 60’lı yıllar, siz deyin daha önceki dönemlerden kalma. Meserret Terzihanesi, Yıldız Kıraathanesi ya da Sevinç Berberi gibi mekânlar nostaljik duygular uyandırıyor. Eski evler, harap binalar, metruk mahaller ya da içerde veya dışarda beliren derin çukurlar distopik bir dünyayı, cehennemi bir atmosferi işaret ediyor.

Geçmişte asılı kalmış bu saçma dünyaya düşen genç adam şaşkındır. Etrafını saran zorlayıcı otorite, bıyıklı bıyıksız erkekler topluluğu, her şey tuhaftır. Memleketin halini nasıl bulduğunu sorarlar ona. Olan biteni görüp görmediğini merak eder soruları, bakışları. Oysa olan biter nedir ki? Neler oluyordur bu şehirde? Anlayıp da ne yapacağı söylenir daha sonra.

Pirselimoğlu’nun bir delilik halinin yaşandığı ifade ettiği dünyamızı ve özelde memleketimizi alegorik olarak ifade edişidir ‘Kerr’. Polisiye olarak başlayan hikâye saçma bir karabasana dönüşür. Erkeklerin hükmettiği bu acımasız dünyada tek bir kadın karakter, önce genç adamın babasının bakıcısı olarak belirir. Gecikmiş tren ile Anayurt Oteli’ne gelen Şahika Tekand’ı andıran Jale Arıkan bu kara öykünün femme fatale’i olarak ilerleyen bölümde David Lynchvari kırmızı perdeli Cennet Pavyonu’nun Prenses Şehrazat’ı olarak karşımıza çıkacaktır.

Pirselimoğlu’nun önceki filmlerinde olduğu gibi finalde her şey başa döner. Her şey tekrarlanmaktadır, hayat böyle bir şeydir çünkü. Ancak bir söyleşisinde ‘her yeni başlangıcın, daha mutlu ve huzurlu bir geleceği vaad etme ihtimali olduğundan’ dem vurur, umutsuz bir bakış açısına sahip olmadığının altını çizer. Karabasan iklimini hınzır bir kara mizah ile süsleyen sinemacı bir kez daha karakterlerine cuk oturmuş iyi oyuncularla çalışmış. Tiyatro sahnesindeki başarılarıyla tanıdığımız Erdem Şenocak, enfes bir makyaj ile çehresi yenilenmiş Rıza Akın, sinemamızın en karakteristik yüzlerinden Jale Arıkan, beklenmedik bir kompozisyonda Gafur Uzuner ve diğerleri dört dörtlük oyuncu kadrosunu oluşturuyor. Pirselimoğlu’nun ‘Yol Kenarı’ndan sonra bir kez daha birlikte çalıştığı Theo Angelopoulos’un emektar çalışma arkadaşı Andreas Sinanos’un enfes kadrajları, Ali Aga’nın kurgu çalışması, Natali Yeres’in zengin mekân ve aksesuar trafiğini ustaca düzenlemiş sanat yönetimi, Nikos Kypourgos’un filmin tekinsizliğini şaha kaldıran müzik çalışması olsun hepsi, hepsi birinci sınıf. Özellikle başta ve finalde tekrarı işitilen caz tınılarına saksafonuyla eşlik eden müzisyenin adının David Lynch olmasının filme çok yakışan bir şaka ya da lâkap olduğunun altını çizmek isterim.

Festival koşuşturmacasından sonra sakin bir salonda biraz geç izledim filmi. Gezi Davası kararının açıklanmasından bir gün sonra idi. Erdem Şenocak’ın manşete taşıdığımız yüzündeki şaşkınlığı ve endişeyi taşıdığımı fark ettim. Ülkemizde ve dünyada tekrar eden haksız ve adaletsiz gelişmelere ve büyümekte olan delilik haline toplum ve insanlar olarak duyarsız kalışımızı ve etliye sütlüye karışmama halimizi simgeliyordu bu fotoğraf karesi. Tepkisizliğimizden ve etrafımızda olup bitenlere müdahil olmak istememe halimizden dolayı önce kendimden sonra insanlıktan utandım. Bizleri kendi vicdanımızla yüzleştirmek için çektiği bu güzel filmler için usta Pirselimoğlu’na bir kez daha minnettarlık duydum.

(29 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemada Oyuncunun Hali Pürmelali

Sinemanın zorlu ve aynı oranda da sorunlu bir alan olduğunu; senaristin ayrı, oyuncunun ayrı, yönetmenin ayrı, set çalışanlarının, montaj çalışmalarının, hatta gösterimlerin de sorunlarının olduğunu biliyoruz. Diğer sanat dallarından endüstriyel oluşuyla da ayrılan sinema, bir o kadar da ekonomiyle sıkı sıkıya bağlı.

Yetenekli Bay Cage, Nicolas Cage’in üzerine kurulu bir film olduğu için ağırlıklı olarak oyuncu sorununu işliyor. Kimi zaman komik, ama bencileyin kamera arkasından gelen biri için iç çektiren hüzünlü bir film “Yetenekli Bay Cage”. Dünya çapında ünlü olan, ama artık aranmayan ve istediklerini yapamadığı için, ayrıca parasal sıkıntı içinde, borçlu bir oyuncunun ruhsal durumu ve çözüm arayışının aktarıldığı film, tam Nicolas Cage için biçilmiş kaftan.

1 milyon dolarlık bir iş gelir Cage’e, bir milyarderin doğum günü partisine katılacaktır… Sonradan öğrenir ki, adam uyuşturucu baronudur. Müthiş hızlı, alabildiğine merak yüklü ve araya serpiştirilen oyuncu (dublör mü oynadı şu filmdeki rolünü) anekdotlarıyla keyifli bir film.

Filmin en ilgi çekici yanı, Nicolas Cage oyun mu yapıyor yoksa oyunculuğunu mu konuşturuyor acaba sorusunun hiç atlanmaması… Bazen bir oyuncu böyle durmaz kamera karşısında (yönetmen izin vermez en azından) diyorum, bazen de bu film içinde yer alan oyuncunun hareketleri, insan yaşamda da rol yapmaz ya diye geçiriyorum aklımdan.

“Artizlik yapma” veya “dublaj sesiyle konuşma” denir ya, duymuşsunuzdur… Acaba Nicolas Cage rol mü yapıyor? İyi anlatılmış, keyifli bir film.

Yetenekli Bay Cage (The Unbearable Weight of Massive Talent), aksiyon, komedi, Yönetmen: Tom Gormican, Senaryo: Tom Gormican, Kevin Etten, Oyuncular: Nicolas Cage, Pedro Pascal, Tiffany Haddish… 29 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(28 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ne Farkı Var Ülkelerin?

“Sinema öyle büyük bir keşiftir ki, bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir” sözü Atatürk’ün, daha o yıllardan önemini vurguluyor. Ardından, “Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır” diyor.

Olga’yı izlerken bu cümleler dolanıp durdu aklımda. Devamındaki cümleyi de aktarmama izin verin lütfen, “Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir.” Şimdi söyler misiniz, ne farkı var yaklaşık 15 yıl önceki Ukrayna ile bugün savaşan Ukrayna’nın arasında? Daha da ileri götüreyim: Türkiye’nin sosyal, siyasal, hukuki ve ekonomik sorunları filmdeki Ukrayna sanki kopya gibi birbirinin aynısı. Demek ki, “Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz”.

Gezi ile Turuncu Devrim

Olga, olimpiyatlara katılmak isteyen, ama muhalif gazeteci annesi nedeniyle hayatı da tehdit altındaki başarılı bir sporcudur. İsviçre’ye gider, sporculara verilen “çifte vatandaşlık” hakkından yararlanarak çalışmalarını sürdürür. Burada, ötekileştirildiğini, bunun da (çocuk denebilecek yaştaki) genç kızı alabildiğine etkilediğini görüyoruz. Türkiye’deki mültecilere bakışı getirin aklınıza…

Süreç aynı zamana denk düşüyor, orada Turuncu Devrim, burada Gezi Direnişi… Aradan geçen yıllarla, orada savaş, burada mahkeme salonları. “Ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasında diyalektik bir bağ var” ise ipuçlarını takip ederek kendi sonuçlarımızı çıkarabiliriz.

Film, alabildiğine sakin ve yalın… Yönetmeninin belgeselci olmasının da etkisiyle, hiçbir atraksiyona başvurmuyor, kamera oyunlarına girişmiyor, efektlere yönelmiyor, sadece kameranın 360 derece dönüp yolun uzunluğunu ve meşakkatini hissettirmesi bile yeterli görüntülerin gücünü aktarmaya…

Olga’nın yüzündeki tedirginlik, ne olacağını bilememe çaresizliği, başaramazsa neler olacağı düşüncesinin sıkıntısı filme damgasını vurmuş. Filmin yapım yılından yola çıkarak, pandeminin yönetmeni zorlamış olabileceğini düşünüyorum. Hep uzak durdu kamera, oyunculara da, yaşananlara da… O zorlu koşulların iyi değerlendirildiğini kabul etmek gerek.

Madem bizimle bağlantı kurduk: Sakin ve yalın olmak küçümsenecek veya eleştirilecek bir şey değil… Aksine başarının anahtarı belki de. Ne aksiyona gerek var (kuşkusuz olay örgüsü ve senaryo kurgusu belirleyici) ne de dijital efektlere…

Olga, dram, yaşam, Yönetmen: Elie Grappe, Senaryo: Elie Grappe Raphaëlle Desplechin, Oyuncular: Nastya Budiashkina, Sabrina Rubtsova, Caterine Barloggio… 29 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(27 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

41. İstanbul Film Festivali’nden Son Filmler: Yang’dan Sonra ve Masumlar

41 kere maşallah, ülkemizin en başarılı ve belki de en sevilen film festivali bir kez daha güzel filmler, mutlu anılar, hak edilmiş ödüllerle sona erdi. Uluslararası Yarışma’da, ülkemize söyleşi için sürpriz biçimde gelerek herkesi şaşırtan, sevilen yönetmen Gaspar Noe imzalı “Vortex”, ulusal yarışmada ise Büyükada’dan yönetmen komşum Marna Er Gorbach imzalı Klondike filmi, “Altın Lale En İyi Film” ödülünü aldı. İki filmin de ödüllerini hak ettiğine inanıyorum, tebrikler.

Kişisel olarak festivali kapadığım iki film ise Kadıköy Sineması’nda peşpeşe izlediğim Yang’dan Sonra ve Masumlar oldu.

Yang’dan Sonra (After Yang, 2021) filminin bir gün içinde seyrettiğim tek film olmasını çok isterdim. Tüm zamanlar içinde en favori filmlerimden biri oldu kendisi. Üzerine sayfalarca yazılır ama kısa tutmaya çalışacağım. Film ülkemizde Temmuz’da vizyona girecek, 27 Nisan’da ise Başka Çarşamba salonlarında gösterimi var, kaçırmayın diyerek başlayayım. Yazı filmle ilgili pek çok sürprizbozan içeriyor, bunu da önceden söyleyelim.

Son yılların dikkat çeken sinemacılarından Güney Koreli yönetmen Kogonada’nın, Alexander Weinstein’ın “Saying Goodbye to Yang” isimli kısa öyküsünden esinlenerek yazıp yönettiği Yang’dan Sonra, ilk olarak 74. Cannes Film Festivali’nde gösterilip Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard Award) bölümünde yarışmış, sonra Sundance’in Spotlight bölümünde de yer alıp ödül almıştı. Şahsen Çin ve Doğu felsefesine, Yin & Yang meselesine ve meditasyona düşkünlüğümden ilgilenmiştim bu filmle, ilk olarak ismini ve yönetmenini duyduğumda. Hakkında fazla bir şey okumadan aldım biletimi, iyi ki de ilgimi çekmiş, peşindeyim artık Kogonada!

Başrollerinde Colin Farrell, Jodie Turner-Smith, Justin H. Min, Malea Emma Tjandrawidjaja ve Haley Lu Richardson’ın yer aldığı yapım, yönetmenin ikinci uzun metrajı imiş. İlki Columbus (2017)’u ilk fırsatta seyretmek istiyorum.

Filmin hikâyesi gelecek bir zamana inşa edilmiş. Bu zamanda sadece küçük bir gözlük vasıtasıyla film izleyebiliyor, sürücüsüz ve sessiz arabalarla seyahat edebiliyorsunuz. Tekno-sapien’ler satın alabiliyorsunuz. Nedir bu tekno-sapienler?

Yapay Zeka (A. I, 2001) filmini hatırlayın. Spielberg’in ta yirmi yıl önce çekmiş olduğu o muhteşem filmde de “Mecha” adında robotlar vardı. Bu robotlar bir icattı en nihayetinde ve bu icadın amacı insanlığın sorunlarına çözümler üretmekti. David isimli robot, bir aile tarafından evlat edinilmişti. Kendi çocuklarının öleceğini düşünen aile, acılarını dindirmek için almıştı David’i ancak çocuk iyileşince robot evlatlarının pek de bir önemi kalmamıştı.

Yang’dan Sonra filminde de Çinli bir kız çocuk (Malea Emma Tjandrawidjaja) evlat edinmiş olan beyaz baba (Colin Farrel) ve siyah anne (Jodie Turner-Smith), kızlarına kendi kültürünü öğretebilmek adına Çinli olarak üretilmiş ikinci el bir tekno-sapien (Justin H. Min) alıyorlar. Yang isimli bu tekno-sapien, Çinli kız Mika’nın ağabeyi oluyor ve birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlar. Aile de Yang’ı oğulları olarak bağırlarına basıyorlar.

Nefis bir elektronik müzik ve dans şöleni (Welcome to Family of 4 – Aska Matsumiya) olan bir sahnenin sonunda Yang dans etmeyi durduramıyor. Çünkü Yang, ikinci el bir android olarak, “bozuluyor.” Baba, Yang’ı “iyileştirmek” için elinden gelen her şeyi yapıyor, onu götürüp bulabildiği tüm teknik servis birimlerine gösteriyor ama sonuç maalesef olumsuz. Bu esnada Yang’ın içinden bir hafıza kartı çıkartıyorlar. Tekno-sapien’ler aslında bir korsan yazılım olan bu kartın içine kendileri adına önemli buldukları anları 5’er saniyelik görüntüler şeklinde kaydedebiliyorlar. Baba bu karttaki anları, anıları izliyor ve Yang’ın gözünden önemli kareleri onunla birlikte izlemeye başlıyoruz, adeta film içinde film izler gibi.

Tekno sapien’lerle ilgilenen bir müze, Yang’ın bedenini muhafaza etmek ve üzerinde araştırmalar yapmak istiyor, bunun yanı sıra müzedeki görevli, aileye, eğer isterlerse Yang’ın 5 saniyelik anılarını salonlarında video klipler olarak sergileyebileceklerini söylüyor ancak aile, bedeni verseler de anılarının herkes tarafından izlenmesini doğru bulmuyorlar.

Film, sakin, telaşsız bir şekilde o kadar çok konuya birden temas ediyor ve derinleşiyor ki, hangi şiirsel derinliğe dalsam bu yazıda, bilemedim. Örneğin bu beş saniyelik “anı” karelerin sergilenebilecek olması beni epey düşündürdü. Düşünün ki, günümüzde sanatçıların eserleri sergilenir. Bu eserler neler olabilir; fotoğraf, resim, video art, heykel, el sanatları… Bu eserlerin hiçbiri doğada kendiliğinden varolan ürünler değildir. Ben ormanda bu elmayı gördüm, çok güzel görünüyordu diyerek o elmayı olduğu gibi sergi alanına koymazsınız. (Gerçi son dönemde duvara bantlanmış muzun sergilendiği bir çalışma hatırlıyorum ama bu başka bir yazının konusu) Bir sergide bir sanatçının bir şeylere şekil verdiğini ve kendince yorumladığını görmeyi bekleriz genelde. Yang’ın önemli olarak gördüğü ve hafızasına kaydettiği anlar aslında doğal olanın mekanik gözdeki görünüşünden ve beyindeki yansımasından başka bir şey değil. Ancak örneğin fotoğraf sanatını ve video-art’ı ele alacak olursak, fotoğraf sanatçısı da doğada kendiliğinden var olan bir anı seçmek durumunda, o anı yakalayabilmek, bizlerle paylaşabilmek, belki sergileyebilmek için kendi gözünün yanısıra bir makineye ihtiyacı var, örneğin bir fotoğraf makinesine, ya da bir video kameraya. İnsan bir makine değil ve hafızasındaki görüntüleri kendi içinde bir yere aktaramıyor ancak filmde Yang bir makine aslında ve hafıza kartındaki görüntüler bir ürüne dönüşüyor, sergilenebilecek bir nesne haline geliyor yakaladığı anlar ve o anlar aslında doğalın, olanın, anın ta kendisinden başka bir şey değil. Yorumsuz, photoshopsuz, yalın. Gelecekte neler olacak, kendi anılarımızı dijital olarak kaydedebilecek miyiz gibi binlerce soru geliyor insanın aklına…

Yang’ın “babası” Jake ile bir sohbetinden beş saniye var mesela anılarda, devamını Jake hatırlıyor, biz de o sayede şahit oluyoruz bu mükemmel sohbete. Hafızamda binlerce bilgi var diyor Yang, senin belki çok bilmek isteyeceğin bilgiler, Çin’le ilgili, Çin’deki çaylarla ilgili. Ancak bu bilgilerin hiçbirine dair bir anım, gerçek bir hatıram yok, oraları görmedim, bir deneyimim olmadı. Senin ise çaylarla geçirdiğin süreler boyunca hissettiklerin, yaşadıkların var. Sizler gibi anılarım, hatıralarım olsun çok isterdim, diyor. “Annesi” Kyra ile olan müthiş şairane sohbette de Lao Tzu cümlesi çıkıyor Yang’ın ağzından: Tırtılın ölüm dediğine dünya kelebek der. Yang’ın bedeni ölse de, anılarını başka bedenlerde izlemeye devam edebiliyoruz. Filmin kendisi de yapısal olarak bu düzleme oturtmuş anlatım şeklini. Yang makine olarak, beden olarak yok ama biz onun anılarında gezdiğimiz bir filmde Yang’dan hiç kopamıyoruz, adeta içinde gezip duruyoruz.

Yang’dan Sonra, sayfalarca anlatsam da yetmeyeceğini düşündüğüm kadar bana hitap eden, derinliğini bana geçirebilen bir film oldu. Ruh nedir? Varlık nedir? İnsani değerler ne denli önemlidir? Makine bilinç kazanırsa seçimleri olur mu, bu seçimler duygu içerir mi gibi bitmek bilmez varoluşçu sorular… Kaçırmayın.

Gelelim Yang’dan Sonra’yı izledikten yarım saat sonra başlayan Masumlar (De uskyldige, 2021) adlı Norveç yapımı filme. Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard seçkisinde prömiyerini yapan film gerilim türünde. Süper güçlere sahip dört çocuk ve onların yaşadığı macerayı konu alan yapım, arka planda toplumsal gerçekçi bir atmosfer de oluşturabilmeyi başarıyor doğrusu. Yani süper güçler dediğimiz hikâyeye inanmamız ve filmle özdeşleşebilmemiz benzerlerine nazaran daha kolay oluyor böylelikle. Aslında çocukların dünyasının içine giriyoruz. Ailenin yaptığı hataların ya da onlardan yeterince ilgi, sevgi alamamalarının, içlerine doğdukları ortamın onlara nasıl etki ettiğini ve aslında çocuk dünyasının masumiyetten ne kadar uzak olabileceğini başarılı bir şekilde iletiyor bize film, süper güçler sadece filmi baharatı haline geliyor.

Esas karakterimiz, 9 yaşlarındaki Ida (Rakel Lenora Fløttum). Mükemmel bir performans sergilemiş. Çocuğun gözlerindeki donuklukta, merak dolu ama ifadesiz bakışlarda, aslında, çocuk olmanın da bir nevi robotik hallerini görüyoruz. Henüz hayatı algılama, öğrenme aşamasındalar, kendi bedenlerine, kendi güçlerine, kendi duygularına, düşüncelerine yeterince hakim değiller. Vicdanları henüz yüklenme aşamasında adeta. İyilik/kötülük kavramları çok havada. Dolayısıyla aileleriyle olan ilişkileri, çevreleriyle olan ilişkileri, zihinlerini nelerle besledikleri çok önemli.

Ida yaşından olgun olmak zorunda kalmış bir küçük kız, çünkü otistik bir ablası var: Anna (Alva Brynsmo Ramstad). Bu iki kızın ailesi yeni bir mahalleye taşınıyorlar ve yeni arkadaşları oluyor: Aisha (Mina Yasmin Bremseth Asheim) ve Ben (Sam Ashraf). Bu dört çocuk, bir şekilde birbirleriyle bağlılar zaten. Oynarlarken birbirlerinin yeteneklerini ortaya çıkarmaları söz konusu oluyor. Çocuklardan bir tanesi süper güçlerini fark ettikçe, sınırları genişliyor ve bu alışılmadık halin etkisiyle çocuk geri dönülemez bir yola giriyor, tüm çevresine zarar veriyor. Kontrolsüz güç, güç değildir cümlesinin bedenlenmiş hali adeta bu çocuk. Bir çocuk olduğunu ve aslında bu gücü kötüye kullanırken, bir yandan da elinde olmadığını, istemeden, bilinçsizce yaptığını minik oyuncu da yönetmen de seyirciye geçirmekte çok başarılı olmuş.

Norveç’te, güneşli yaz günlerinde çekilmiş olan filmin yönetmeni ve senaristi Eskil Vogt, çoğu gerilim dolu sekanslarda korku sineması estetiğini verebilmekte çok başarılı olmuş. Türü sevenler için oldukça başarılı bir film. Şahsen bu iki filmi ayrı günlerde izlemek isterdim, tek günde üst üste izlemek yerine. Farklı tatlarda iki yemeği peşpeşe yiyip lezzetlerine doyamadığım iki yemek gibi oldu benim için açıkçası. Masumlar ülkemizde Haziran’da vizyonda, belki yine erken bir Başka Çarşamba gösterimi de olur, türün meraklıları kaçırmasın. İyi seyirler.

(25 Nisan 2022)

Melis Zararsız

blossomel@gmail.com

Saf İlkelliğin Has Sineması

Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren ‘Kuzeyli / The Northman’ kaynağını Nors ya da İskandinavya mitolojisinden alıyor. Anlatıya göre, babası ‘savaş kuzgunu’ lâkaplı kral Aurvadil gözleri önünde amcası tarafından öldürüldüğünde henüz 10 yaşında olan prens Amleth, bir yolunu bulup izini kaybettiriyor. Rus steplerinde yetişen ve güçlenen genç savaşçının hayattaki tek arzusu ülkesi İzlanda’ya geri dönerek babasının intikamını almak ve annesini evlendiği amcasının elinden kurtarmaktır. Bu ‘Hamlet’in hikâyesi değil miydi dediğinizi duyar gibiyim. Yanılmadınız, Shakespeare’in ölümsüz tragedyası da aynı metinden yola çıkmıştır. Ancak genç Amleth’in hikâyesinde 16. yüzyıl Elizabeth döneminin melankolisine yer yoktur. Onun Hamlet misali ‘olmak ya da olmamak’ benzeri varoluşa dair bir derdi de yoktur. Ayı gibi dayanıklıdır, kurt kadar güvenilmezdir. Dişleriyle hasmının boğazını parçalayacak kadar güçlüdür. Günümüzden 1000 küsur yıl öncesinin Viking aleminde tereddütsüz hedefine doğru yol alırken kana bulanmış bir şiddetin izini sürecektir.

Yönetmen Robert Eggers’i bizde İKSV festivallerinde gösterilen küçük bütçeli filmleriyle tanıdık ve çok sevdik. Kariyerinin hemen başında iki filmi ile sinema dünyasında alkış toplayan Amerikalı yazar/yönetmenin 17. yüzyıl başlarında New England’da geçen 2015 yapımı ilk uzun metrajı ‘Cadı / The Witch’ özenli tarihsel folklorik unsurlarıyla dikkat çeker. Willem Defoe ile Robert Pattinson’ı ustalıkla yönettiği 2019 yapımı siyah-beyaz ‘Deniz Feneri / The Lighthouse’ bir küçücük kayalıkta varoluş sorunları yaşayan deliliğin eşiğindeki iki fener bekçisinin klostrofobik öyküsüdür. Eggers’in geniş bütçeli bir stüdyo filminde çalışacağını ilk duyduğumda şaşırdığımı hatırlıyorum. Öyle ya onun gibi auteur kumaşına sahip bir sanatçı Hollywood’un acımasız düzeni ile başa çıkabilecek midir. 38 yaşındaki sinemacı Covid kısıtlamaları da devreye girince zorlu kış şartlarında çekimlerin kendisini çok zorladığını ama deneyimli ekibi ve Alexander Skarsgård, Anya Taylor-Joy, Nicole Kidman, Ethan Hawke, Claes Bang ve Willem Defoe gibi mükemmel oyuncuları ile bu yorucu süreci tamamladığını belirtiyor.

Kişisel olarak korktuğumun gerçekleşmediğini ve sonuçtan gayet memnun olduğumu ifade etmeliyim. Eggers çağdaş aksiyon filmlerinin doğrultusunda bir öykü anlatırken, türün alternatifi olma özellikleri taşıyan çizgi dışı bir deneyimin altından başarıyla kalkmış. Bu da genç sinemacının kılı kırk yaran Kubrickyen mükemmeliyetçiliğinden kaynaklanıyor. Yönetmen senaryoyu Sjón olarak bilinen İzlandalı şair ve roman yazarı Sigurjón Birgir Sigurðsson ile ortaklaşa yazmış. Büyük bütçeli bir stüdyo yapımı olduğu için film İngilizce dilinde çekilmiş. Bu süreçte İngiliz edebiyatının manzum halk destanı ‘Beowolf’dan yararlanma yoluna gidilmiş. Ancak ayin ve tören sahnelerinde ve şarkılarda özgün dil kullanılmış. İskandinavyalı dilbilim uzmanları, tarihçiler ve arkeologlarla titiz bir ön çalışma yürütülmüş. Viking köyü en ince ayrıntısına kadar inşa edilmiş, döneme ait kostümler el yapımı olarak hazırlanmış.

Film yönetmenin bir önceki çalışması ‘Deniz Feneri’nin sisli puslu deniz görüntüsü ile açılıyor. Eggers’in değişmez görüntü yönetmeni Jarin Blaschke kuzeyin tekinsiz gri ruhunu, ayin ve ritüellerin gizemli karanlığını nefis kadrajlara dönüştürmüş. Gerçekliğe yakınlık ve hikâyeye odaklanma hususunda obsesyona varan titizliği ile bilinen Eggers’in önceki filmlerinde olduğu gibi çekimlerde tek kamera kullanılmış. Çağdaş aksiyon ve serüven filmlerinin vazgeçilmezi olan CGI teknolojisine makul ölçüde yer verilmiş. Ulu ağaca asılmış ölmüş ataların bedenlerinin sarktığı öngörü sahnesinde, kanatlı bakire Valkyrie’nin kutsal Valhalla’ya uçuşunda ya da yanan göldeki yarı çıplak düello bölümünde özel efektler göz kamaştırıyor. Robin Carolan ile Sebastian Gainsborough imzalı müzik çalışması filmin mükemmel görselliğini şahlandırıyor.

Eggers baş karakterini Marvel karakterlerinden farklı olarak bir kahraman olarak konumlandırmıyor. İlkel pagan dönemde Slav köylerini yağmalayarak hayatta kalmış, intikamının peşine düşmüştür Amleth. Tanrıların onun için çizmiş olduğu kaderin izini sürer. Genç sinemacı şiddeti yüceltmeme konusunda da son derece temkinli. Kana bulanmış vahşeti çağın gerçeği olarak sunuyor. Erkek egemen hikâyesini kadınların zekâsı ile dengeliyor. Demirden bir kalp taşıyan yüzü gülmez Amleth’in annesinden sonra bağlanacağı kişidir Slav kızı Olga. ‘Senin gücün onların bileğini büker, ben ise onların akıllarını alırım’ diyor ormanın kızı. Küçücük bir rolle izleyiciye sürpriz yapan efsanevi Björk’ün canlandırdığı kör kahin Amleth’in geleceğini okuyor.

Kuzey’in kasvet ve kıyametini yüksek sanata dönüştüren, saf ilkelliği has sinemayla buluşturan yılın en önemli sinema deneyimlerinden biri ‘Kuzeyli’. Kubrick’in mirasçısı Robert Eggers’in henüz mükemmel bulmadığı sinemasının gelecek ürünlerini merakla bekliyoruz.

(21 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mitolojinin Işığında Viking İntikamı

İnsanların hayatı tanıması, olasılıkları gözetebilmesi, önceden kestirip de ona göre önlem alabilmesi ya da yolunu belirlemesi ancak anlatımlarla mümkün. Bu anlatımlara, biz, mitoloji diyoruz ve mitolojik öyküler, ülkeden ülkeye çeşitlilik gösterse de (Doğu Mitolojisi, Yunan Mitolojisi, İskandinav Mitolojisi, Latin Amerika Mitolojisi, vb.) öykülerin temelinde bir benzerlik hep bulunuyor. “Aaa, ben bunu bir yerlerden hatırlıyorum” deseniz bile öykünün akışı sizi sarıp sarmalıyor, heyecan, merak ve beklentiyle sonunu getirmeden bırakamıyorsunuz.

Yönetmen Eggers, Gesta Danorum romanına dayalı Kuzeyli’nin senaryosunu Sjón ile birlikte yazmış… Birbirinden güçlü oyuncularla ve görüldüğü kadarıyla zor şartlarda çekmiş. Tam bir seyirlik film çıkarmış ortaya…

Kuzeyli (The Northman) de, uzun olmasına rağmen izleyiciyi hiç sıkmadan, hatta saatine bile baktırmadan aksiyonuyla, mesajıyla taşıyor. Devlet yönetimlerinde bir entrika, bir suikast olagelmiştir tarih boyunca. Osmanlı devleti ki, bizim tarihimiz, kardeşlerini, oğullarını boğduran padişahlarla dolu. Bizde olan diğerlerinde neden olmasın? Demokrasinin hayata geçmediği, yönetimin babadan oğula sürdürüldüğü eski dönemlerde (ki, bu filmde Hristiyanlık varsa da, insanlar hâlâ Odin’e inanıyor) kimin yönetimi ele geçireceği ancak bile gücüyle belirleniyor.

İlk sürpriz…

Erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. 1000’li yıllarda da erkek egemen yaşam belirleyiciydi, film de bu egemenlik üzerinden yürüyor zaten. Kralı, kardeşi öldürüp yerine tahta geçiyor. Doğu mitolojilerinde küçük çocuk ya kurt tarafından büyütülür ya da kendisini bulan bir aile tarafından; ama içindeki intikam ateşi asla sönmez. Genç prens Amleth, amcasının kendisinin öldürülme emrini verince kaçar… Bir amacı vardır, annesini kurtarmak, babasının intikamını almak ve kral olmak.

Aradan yıllar geçer… Unuttuklarını, bazen bir rüya bazen bir kâhin bazen de karşılıklı konuşmalar hatırlatır. Ancak gözleriyle gördüğünün ve tabii, kayıtsız koşulsuz inandıklarının yanlış olduğunu öğrenir.

Biz, aslında bu öyküyü kendi mitolojik kahramanlarımızın aktarıldığı Yeşilçam filmlerinden biliyoruz. Bir de, tabii, onca ok yemesine, onca kılıç darbesine rağmen düşmeyen (amacını gerçekleştirmeyi başaran) kahramandan…

Sevgili ve dayanışma

Aradan yıllar geçmiş, kraliyet görkemini yitirmiş, hatta amca bile artık sıradan bir “soylu” olarak yaşamını sürdürmektedir. İntikam almak için yaşayan genç prens, artık güçlü bir askerdir (gladyatör savaşçı) ve amcasının bulunduğu yere köle olarak kendisini kabul ettirir. Bir de güzel kız vardır, tabii o da köle olmalı, mitolojik öykü gereği…

İntikamını alacaktır ya, o öğrendikleri karşısında eli ayağı birbirine dolaşır. Devreye yine rüya, yine kâhin girer. Yol göstericisinin, babasının da lâkabı olan kuzgun olduğunu söyleyeyim, köle kızın yardımını da göz ardı etmeden…

Uzun bir film dedim, gerçekten uzun, ama sıkıcı değil. İyi tasarlanmış, iyi kotarılmış, iyi çekilmiş, iyi oynanmış bir film Kuzeyli. Gerçekten de başarılı…

Kuzeyli (The Northman), macera, dram, aksiyon, mitoloji, Yönetmen: Robert Eggers, Senaryo: Robert Eggers, Sjón, Oyuncular: Alexander Skarsgård, Nicole Kidman, Claes Bang, Anya Taylor-Joy, Ethan Hawke, Willem Dafoe, Björk… 22 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(20 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

41. İstanbul Film Festivali’nden Değerli Taşlar

2 yıl aradan sonra yaygın bir biçimde sinema salonlarına dönüş yapan ülkemizin en önemli film şenliğine ilişkin bu yazımda izleme şansı bulduklarım arasından en çok etkilendiğim 3 filmden söz etmek istiyorum. Geleneksel öneri listemin en başında bulunan ‘Alcarràs’ Berlin Film Festivali’den kazandığı Altın Ayı ödülünü sonuna kadar hak eden bir yapım. Yönetmeni Carla Simón’u 2017 yılında İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan sonrasında ticari gösterime de giren ’93 Yazı / Estiu 1993′ adlı ilk uzun metrajı ile tanıyıp sevmiştik. Annesini babasını çok küçük yaşta Aids’ten kaybetmiş genç sinemacının yoğun otobiyografik öğelerle yüklü bu ilk filmi, annesinin ölümünden sonra taşradaki dayısının eşi ve küçük kızıyla sürdürdüğü sakin çiftlik hayatına alışmaya çalışan 6 yaşındaki Frida’nın yalnızlığını ve duygusal karmaşasını incelikli bir dille aktarır. Yönetmenin yine Katalonya’nın bereketli yemyeşil kırsalını fon alan ikinci filmi bu kez kuşaklar boyu toprakla uğraşmış çiftçi Solé ailesini merkeze alıyor. Tamamen amatör oyuncuların yer aldığı film, kalabalık bir ailenin dedesiyle torunuyla, erkeğiyle kadınıyla toprağa can verdiği ve topraktan can aldığı şiirsel bir emek evrenini başarıyla yansıtıyor. Bu yaz döneminin onların son hasat mevsimi olması tehlikesi vardır. Zira ailenin büyüğü İspanya İç Savaşı sırasında koruyup sakladığı toprak ağasından hediye araziyi üzerine geçirmemiştir. Para peşindeki varisler de arazideki şeftali ağaçlarının kesilip güneş panellerinin kurulmasını ve Sole ailesi bireylerinin bu karlı yatırımın çalışanları olmasını ister. İspanyol sinemacı bir üçlemenin ikinci parçası olarak tasarladığı filmini aynen 93 Yazı’nda olduğu gibi 90’lı yıllarda çekilmiş bir tür ‘aile videosu’ biçeminde kurgulamış. Kamerası yaşayan ve nefes alan bir gözlemci gibi aile bireylerini gündelik rutin içinde izlerken hikaye ile kırsal atmosfer arasındaki denge başarı ile kuruluyor.

Hüzünlü sona doğru adım adım ilerlerken genç ve yaşlı kuşak arasındaki çatışmalara tanıklık ediyoruz. Kapitalist arzuların aile bireylerinin arasını açmasına, çevre köylülerinin her şeye rağmen direnişlerine, emek savaşımlarına şapka çıkarıyor, ülkemizdeki tarım arazilerinin betonlaşmaya kurban edilişi ile benzer bir talanın bugün dünyanın dört bir yanında sahnelenmekte oluşuna isyan ediyoruz. Ülkemizdeki zeytin ağaçlarının yok edilme tehlikesi ile Alcarràs’ın canım şeftali ağaçlarının sökülmesi benzer bir hazin tablo olarak yüreğimizi dağlıyor.

Natalia López Gallardo imzalı ‘Değerli Taşlar / Manto de Gemas’ sert bir öykü zinciri ile Meksika kırsalının kaotik ortamına davet ediyor bizleri. Lisandro Alonso, Amat Escalante ve partneri Carlos Reygadas’ın hayranlık uyandırıcı baş yapıtlarına kurgucu olarak imza atmış olan yönetmenin birikimini ortaya koyduğu ilk uzun metrajı sözünü ettiğim auteur sinemacıların biçemlerinden izler taşıyan son derece sağlam bir filmdi. 2022 Berlin Film Festivali’nden jüri ödülü ile dönen yapım, Meksika taşrasında üç kadının kesişen kaderleri üzerinden vahşi ve karanlık ülke portresi çiziyor. Boşanma arifesinde büyükanneden kalma kır evine taşınan orta sınıftan Isabel, kız kardeşi kaybolan hizmetkâr Maria ve suça bulaşan ergen oğlu ile başa çıkmaya çalışan komiser Roberta, sosyal konumları fark etmeksizin toplumu kemiren şiddet ve dehşet karşısında boyun eğmek zorunda kalıyor. Meksikalı kadın sinemacı, işlerin farklı şekilde yürüdüğü bu diyarda içiçe geçen öyküleri konvansiyonel anlatıma yüz vermeyen, ustalarından feyz aldığı bulmacalı girift bir biçemle aktarıyor.

Festivalin son günlerinde gösterilen ‘Yüzbaşı Volkonogov Kaçtı / Kapitan Volkonogov Bezhal’, isim benzerliği ile ilk anda Robert Bresson’un ünlü başyapıtını (Bir İdam Mahkumu Kaçtı) akla getiriyor. Film boyunca süren takiple Victor Hugo klasiği ‘Sefiller’i ve ünlü romandan esinlenmiş ‘Kaçak / The Fugitive’ uyarlamasını hatırlatıyor. Karı koca Rus yönetmenler Natasha Merkulova ile Aleksey Chupov imzasını taşıyan yapım, 1938 yılında Stalin’in korku imparatorluğu döneminden trajik manzaralar sunuyor. İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde her kesimden yurttaşların ‘devlet düşmanı’ suçlaması ile gözaltına alındığı ve gizlice yok edildiği kaotik süreçte, bizzat infaz timinde görev almış kibirli istihbarat yüzbaşısı Fyodor Volkonogov aniden şüpheli konumuna düşünce St. Petersburg’un kenar mahallerinde saklanmak zorunda kalıyor. Ancak daha önce festivalde ‘Herkesi Şaşırtan Adam’ filmi ile tanımış olduğumuz Rus sinemacılar öykünün elverişli aksiyon alt yapısına yüz vermeden filmlerini Sovyetler diktatörlüğü ile hesaplaşma ve ana karakterle aynı adı taşıyan Dostoyevski misali bir kefaret ve bağışlanma öyküsüne doğru yol alıyor. Film ‘ellerine kan bulaşmış biri bağışlanma şansına erişebilir mi?’ sorusuna yanıt arıyor. Katledilmiş silah arkadaşının hayaletinden gelen mesaj yüzbaşıya ebedi azap için yerinin ayrıldığını, kaderini değiştirmek için tek bir şansı olduğunu bildiriyor: yuvasına ölüm getirdiği insanlardan en az biri tarafından bağışlanmalıdır. Özenli sinematografisinin yanı sıra yıl içinde ‘6 Numaralı Kompartıman’ filmindeki yorumuyla hatırladığımız yükselen Rus aktör Yuriy Borisov’un Volkogonov yorumu ile dikkat çeken yapım, çağdaş Rusya’nın Sovyetler özlemli tehlikeli hevesleri üzerine tarihsel bir uyarıyı gündeme taşıyor.

(18 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sihirle Karışık… Dünyayı Kurtarmaya Hazır Canavarlar

Küçükken bizlere “icat çıkarma” derlerdi ya, hatırlarsınız… Hayal dünyamız kısıtlanırdı da ne yapacağımızı bilemez halde, sadece bilinen oyunlara dalardık. Oysa “icat çıkarmamız” engellenmese, belki de bambaşka düşlerle çok farklı dünyayalar yelken açardık.

J. K. Rowling, besbelli “icat çıkarma” konusunu, düşleriyle aşmış… Harry Potter’dan başlayarak aklına gelen hemen her türlü “fantastik” ögeyi dilediğince eşleştirerek, dilediğince yoğurarak yazıyor. Hem de görsel bir tatla yazıyor ki, hemen her bir romanı filme uyarlanıyor. Gerçekten de görsel bir dünyası var Rowling’in, romanlarını okurken sizler de canlandırabiliyorsunuz o hayal(et) fantastik ögeleri. Bunlar kimi zaman ağaççık olarak göğüs iğnesi gibi kimi zaman çubuk ucundaki kudretli ışık olarak kimi zaman de çiçeğe, kuşa ve/veya o an neye gerekiyorsa ona dönüşme olanağı olabiliyor.

Her birinin kendince bir yararı, gerekliliği ve/veya desteği gerekiyor yaşam içerisinde…

Fantastik Canavarlar: Dumbledore’un Sırları, kısıtlanmamış, düşleri sınırlanmamışlar tarafından daha bir anlaşılır, daha bir beğenilir bir film. Ancak belli bir yere gelmiş (yani, belki de ununu eleyip eleğini asmış) olanlar bol bol esneyecektir.

Filmin de (büyük olasılıkla yazarın doğrudan yazdığı senaryodan uyarlandığı için kendisinin yazdıklarının da) vermek istediği çok farklı, çok absürt şeyler değil; yeter ki gönül gözünüzü açın. Sizin de düşleriniz sizi istediğiniz yerlere götürür. İnanın.

Fantastik Canavarlar: Dumbledore’un Sırları, serinin üçüncüsü, öncekileri ve olası sonrakileri izlediğinizde, “ah ki, bizim de düşlerimiz vardı Rowling, en az seninki kadar güçlü, güzel” diyecek… Kendi düşlerinizin peşine düşeceksiniz. Bir küçük uyarı: Sanmayın ki düşler kötüdür. Asıl sorun düş gör(e)memektir.

Fantastik Canavarlar: Dumbledore’un Sırları (Fantastic Beasts: The Secrets of Dumbledore), fantastik macera, Yönetmen: David Yates, Senaryo: J. K. Rowling, Steve Kloves, Oyuncular: Eddie Redmayne, Jude Law, Ezra Miller, Dan Fogler, Alison Sudol, William Nadylam, Callum Turner, Jessica Williams, Victoria Yeates, Poppy Corby-Tuech, Fiona Glascott, Katherine Waterston, Maria Fernanda… 15 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Festival’den İki Film: Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı / Rabiye Kurnaz Gegen George W. Bush ve Medusa

Bu sene kişisel sebeplerle İstanbul Film Festivali’ni çok yakından takip edemiyorum. Açılış gecesinde bulunduğum için açılış filmini izleme şansım oldu, onun dışında 3 adet festival filmine bilet aldım, biraz Beyoğlu, biraz Kadıköy havası bana iyi gelmekte.

Açılış Filmi “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı / Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush” idi. Ekip de oradaydı, sahnede kısaca onları da görmüş ve tanımış olduk. Film gerçekten yaşanmış bir hikâyeyi kurmaca türünde anlatmayı seçmiş. Berlinale’den iki ödülle dönen filmin yönetmeni Andreas Dresen, senaristi ise Laila Stieler. Başrollerde Meltem Kaptan ve Alexander Scheer isimleri var. Oğlu Murat’ın din eğitimi için Pakistan’a gidip, orada köktendinci militan olduğu haksız iddiasıyla yok yere tutuklanması ve insan haklarını hiçe sayan bir askerî üsse, Küba’daki Guantanamo Kampı’na hapsedilmesi sonrası hak mücadelesine başlayan Rabiye Kurnaz’ın gerçek hikâyesi. Almanya’nın Bremen kentinde yaşayan Rabiye Kurnaz 3 Ekim 2001 sabahı uyandığında, oğlu Murat’ın evde olmadığını görüyor ve gerçekleri öğrendikten sonra mücadelesi tam beş yıl sürüyor. Sonunda oğlunu kurtarıyor. Bu hikâyeyi öğrenen ve Rabiye hanımla tanışan yönetmen, Rabiye hanımın esprili, güçlü kişiliğinden çok etkilenerek bu hikâyeyi filmleştirmeye karar veriyor. Ödüllü oyuncu Meltem Kaptan’ın performansı şapka çıkarmalık. Yönetmenin bu dramatik hikâyeyi mizahi bir şekilde ele alma kararını da sevdim. Ancak sinematografik olarak filmden çok fazla bir beklentiniz olmasın derim. Filmin şahsen kulağıma gelmemiş olan böylesi önemli bir konuyu bilgi anlamında bana sunması adına, yani bir belgesel olmasa da filmin ‘belge’sel kısmına ve Meltem Kaptan’ın performansı adına bu filmi izlediğime pişman değilim. Ancak keşke sinemasal anlamda da özenilseymiş tadından yenmezmiş demeden geçemiyor insan.

Gelelim festival filmi olarak bilet alıp gittiğim ilk film olan Medusa (2021)’ya. Yönetmenliğini ve senaristliğini Anita Rocha da Silveira’nın yaptığı film günümüz Brezilya’sında geçiyor ve hayatını İsa’nın yoluna adamış Hıristiyan gençlere, genel anlamda gençliğe, toplumdaki seksist yaklaşıma ve bu ayrışmaların yarattığı sorunlara odaklanan fantastik gerilim türünde bir yapım diyebiliriz.

Filmde gençlerin beyinleri yıkanıyor adeta. Özellikle genç kızlara, içlerindeki her türlü dürtüyü bastırmaları, Tanrı’nın yolu için bunun gerekli olduğu anlatılıyor. Genç kızlar bunu sorgulamıyorlar, hayatlarıyla ve seçimleriyle barışıklar. Yönetmen bu noktada günümüzün sosyal medya denen ortamının gençleri etkileyişine de değinmek istediğinden bu iki konuyu birleştiriyor ve örneğin genç kızlardan biri bir sosyal medya fenomeni olsa, videolarında makyaj tanıtsa bile bunu Hıristiyanlık adı altında, yine o kurallara uygun bir şekilde yapıyor.

Filmde özellikle cinselliğin büyük bir tabu oluşu konu ediliyor. Bir genç kız, hava karardıktan sonra tek başına yürüyemez, cinselliğini yaşayamaz, eğlenemez, dans edemez. Bu kuralları çiğneyenler bu bir grup genç kızın gazabına uğruyorlar. Bir süre sonra genç kızlar içlerindeki dürtüleri fark ediyorlar ve mutsuz olmaya başlıyorlar. İçlerinden geldiği gibi hareket edebilmek istiyorlar, erkeklerle görüşebilmek, dans edebilmek, eğlenebilmek… Ancak suçluluk duygusu içlerini yiyor. İçlerine şeytan girdiğini düşünmeye, adeta akıllarını yitirecek inançlar beslemeye başlıyorlar.

Tüm bu sözde “Tanrı’nın yolu”ndaki insanların aslında son derece yüzeysel ve ötekileştirici olduğunu fark eden Mariana adlı karakterimiz yavaş yavaş çevresinden kopmaya başlıyor. Diğer kızların yaptıklarının aynısını yapmamaya başlıyor, doğuştan kıvır kıvır olan saçlarını diğerleri gibi düzleştirmek yerine serbest bırakıyor, bir erkek arkadaşı oluyor. Mariana’daki değişimi en yakın arkadaşı Michelle de fark ediyor ve ondan etkileniyor. Böyle böyle genç kızların içlerindeki bastırılmışlık git gide büyüyerek tüm grubu etkisi altına alıyor ve akabinde daha büyük bir özgürleşmeye doğru gidiyor. Filmde cinsiyet, politika ve din öğeleriyle harmanlanmış, gerçekten çarpıcı bir hikâyeyi izliyoruz aslında.

Yönetmen bir söyleşisinde Brezilya’da 2015 yıllarında sosyal medyada genç kadınların “erkeklere boyun eğmeliyiz, her istediğimizi yapamayız” minvalinde videolar çektiklerini ve gerçekten de “sokaklarda erkek arkadaşımı elimden almak istiyor, sosyal medyada en çok like o alıyor, kendini fazla gösteriyor” gibi sebeplerle kızların başka kızları ciddi ciddi dövdüklerini, bu olayların aklına Medusa efsanesini getirdiğini söylüyor yönetmen. Bildiğiniz gibi mitolojiye göre Medusa, çok güzel bir kızmış hatta öyle güzelmiş ki tüm kadınlar Medusa’yı kıskanırmış. Poseidon, karısı Athena’nın tapınağında bulunan Medusa’nın güzelliğine âşık olmuş, aşkına yeni düşmüş ve Medusa’ya Athena’nın tapınağında tecavüz etmiş. Medusa bu olaydan sonra tapınakta kalmaya devam etmiş. Daha sonra Athena bu olayı öğrenmiş ve kıskançlık krizine girerek Medusa’yı cezalandırmak istemiş. Ona verebileceği en kötü cezayı vererek ondan güzelliğini almış. Medusa ve diğer kız kardeşlerini Gorgon adı ile bilinen korkunç dişi canavarlar haline getirmiş. Medusa’nın tüm saçlarını yılana çevirmiş. Korkunç gözleri olmuş, dişleri sivrileşmiş ve yüzüne bakılmayacak hale gelmiş. Medusa masum bir kız olarak sadece güzelliğinin bedelini ödemiş. Medusa’nın bu hikâyesi her zaman cinsiyet sorununa karşı bir başkaldırı olarak anılıyor, bu filme de adını veriyor.

Sinematografik açıdan yönetmenin renk, kadraj, kamera hareketleri seçimleriyle Medusa, oldukça renkli, yenilikçi, cesur bir film. Ancak filmle ilgili iki derdim var, birincisi tür konusundaki sarhoşluk. Filmin türü “korku/fantastik” olarak geçiyor ancak filmin ilk yarısından da çoğu en fazla dram/gerilim türü diyebileceğimiz, sonlara doğru sağlam fantastik/korku öğeleri içeren, aralardaki pop stiller, müzikalimsi hâttâ komedivari hallerin de katılmayışla sonuçta çok kafası karışık bir yapım havası yaratıyor ve seyirciyi de oldukça yoruyor. İkincisi ise hikâye anlatımındaki yoruculuk. Filmin son yirmi-yirmi beş dakikası adeta eziyete dönüşüyor, sonu çok tahmin edilir olmasa da çözülme yaşanıyor aslında ve film üç saatlik bir filmmiş hissiyatı veriyor izleyiciye, yani tür karmaşasının yanı sıra anlatım diliyle de yoruyor Medusa.

Medusa bazı sahneleriyle bana Netflix’te izleyebileceğiniz Uysallar dizisini hatırlattı. Uysallar’da insanları tektipleştiren din kavramı yerine kapitalizm ve insanlar yine bir yerde kendilerini ve arzularını keşfediyorlar. Uysallar’da da kadınlar erkek mağduru. Ve Uysallar’daki karakterler de sosyal medyada çok düzgünken geceleri içlerindeki “canavar” ortaya çıkıyor.

Son kertede, evrensel bir bastırılmışlık çığlığı diyebiliriz Medusa’ya da ve seyir deneyimi olarak çok “keyifli” olmasa da, kıymetli buluyorum bu noktada böyle bir denemeyi. 37 yaşındaki yönetmenin ikinci uzun metraj denemesi ve aynı zamanda kısaları da var. Başka neler gelecek diye merak edip takibe alınabilir.

Haftaya Yang’dan Sonra ve Masumlar adlı filmleri izleyeceğim festivalden. Yeni film yorumlarında buluşmak üzere diyelim. İyi seyirler, keyifli festivaller.

(15 Nisan 2022)

Melis Zararsız

blossomel@gmail.com

41. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 07 Nisan akşamı açılışı yapılan 41. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl jüri başkanlığını yönetmen Onur Ünlü üstleniyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 12 filmden oluşuyor. Yarışmanın öne çıkan filmlerinden ‘Kerr’ auteur yönetmenlerimizden Tayfun Pirselimoğlu’nun son çalışması. Sinemacının bir önceki filmi ‘Yol Kenarı’nda olduğu gibi sinematografi Theo Angelopdulos’un usta görüntü yönetmeni Andreas Sinanos’a teslim edilmiş. Bir kez daha çıkışı olmayan bir kasabada sıkışmış insanların deliliği zorlayan hikâyesine tanıklık ediyoruz. Babasının cenazesi için geldiği aile ocağında bir cinayete tanık olan genç adamın polis marifetiyle kasabada alıkonuyor. Bu tutuklanma hali bölgede gelişen tuhaf olaylar nedeniyle içinden çıkılmaz bir karabasan halini alıyor. Nihal Yalçın’a Antalya Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandırmış olan ‘Zuhal’ genç sinemacı Nazlı Elif Durlu’nun ilk uzun metrajı. Gerçek bir hikâyeden yola çıkan yapım, orta üst sınıfa mensup bir avukat kadının gecenin bir yarısı duyduğu kedi miyavlaması üzerine o güne kadar hiçbir iletişimi olmayan komşuları ile teker teker tanışması ve içinde yaşadığı ülkenin gerçekleriyle yüzleşmesi üzerine. ‘Orada’ ve ‘Gözümün Nuru’ filmleriyle tanıdığımız Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun son çalışması ‘Birlikte Öleceğiz’ hem ulusal hem de uluslararası seçkide yer alan ilgiye değer filmlerden bir diğeri. Mutluluk ile hüznün, güzel ve zorlu İstanbul mücadelesi fonunda aktarıldığı özgün ve yenilikçi bir deneyime hazır olun.

‘Genco’ ve ‘Arada’nın yönetmeni Ali Kemal Çınar yeni filmi ‘Geceden Önce / Beriya Şeve’de olağanüstü hal koşullarındaki hayatı, anne/baba/kız üç ayrı karakterin gözünden aktarıyor. Gizem Kızıl imzalı ‘Bana Karanlığını Anlat’ yine bir aile yüzleşmesi üzerine. Bu defa gasilhanede bir ölünün ardından yıllar boyu gizli kalmış çatışmalar su yüzüne çıkıveriyor. Ali Kemal Güven’in ‘Çilingir Sofrası’ artık görüşmeyen, Y kuşağına ait iki okul arkadaşı yıllar sonra Beyoğlu’nda bir çilingir sofrasında demleniyor ve sonrasında toksik maskülenliğin hâkim olmadığı özgür bir coğrafyada, yeni hikâyeleri olabileceğini tartışıyor.

İffet Eren Danışman Boz imzalı ‘Turna Misali’ Anadolu’nun bin yıllık konargöçer yaşam tarzını sürdüren Sarıkeçili Yörükleri’nin hayatını konu alıyor. Ziya Demirel imzalı ‘Ela ile Hilmi ve Ali’de, yılların hocası ile iki öğrencisi yalnızlıklarına merhemi birbirlerinde ararlarken, birden kendilerini sınırların kalktığı ve gün geçtikçe tekinsizleşen bir üçgende sıkışmış buluyor. Soner Caner’in yönettiği ‘Mukavemet’, İstanbul’da bir apartmanın bodrum katında yaşayan ilişkilerinin henüz başında iki genç sevgiliden Rahmi’nin kıskançlık patlaması ile pişmanlık dolu bir gecenin yaşanması üzerine.

Türkiye’nin ortak yapımcılığı nedeniyle Ulusal Yarışma’da yer alan ancak yabancı yönetmenlerin imzasını taşıyan 3 filmden ‘Klondike’ Ukrayna – Rusya sınırında yaşayan ve köyü ayrılıkçı gruplar tarafından kuşatılmış olmasına rağmen evini terk etmeyi reddeden hamile İrka ile ailesinin hikâyesine tanıklık ediyor. Maryna Er Gorbach’ın bu filmdeki çalışmasıyla Sundance 2022’de en iyi yönetmen seçildiğini hatırlatalım. Tareq Daoud’ın yönettiği ‘Yaban’ 45 yaşındaki Fransız vatandaşı kadının babası Türkiyeli küçük kızı ile Bulgaristan sınırından ülke dışına kaçma serüveni üzerinden ilerliyor. Yarışmada yer alan sonuncu film ise İranlı sürgün yönetmen Bahman Ghobadi imzasını taşıyan ‘Dört Duvar’. Funda Eryiğit ve Fatih Al’ın yer aldığı film ailesiyle memleketinden uzakta İstanbul’da müzisyenlik yapan Boran’ın hiç deniz görmemiş eşini alıp geldiği küçük evinin deniz manzarasını engelleyen bir inşaat ile feci sonuçlarını öngöremediği mücadelesini konu alıyor.

(13 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

41. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

41. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri merakla bekleniyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını Bent Hamer yürütüyor. ‘Yumurtalar’, ‘Mutfak Sohbetleri’ ve ‘Factomum’ gibi kimi yapıtları daha önceki yıllarda festivalde gösterilen Norveçli auteur sinemacının Amerika’da çektiği son filmi ‘Aracı / The Middle Man’ bu yılın programına alınmış. Filmlerinde bolca mizah olduğunu ama komedi olmadıklarını belirten Hamer’in 15 Nisan saat 18:30’da Yapı Kredi Kültür Sanat’ta festival izleyicisi ile buluşacağını buradan duyurmuş olalım. Uluslararası Yarışma jürisinin öteki simalarına gelirsek, bu yıl festivalde ‘Intregalde’ adlı son filmi gösterilen Romanyalı yönetmen Radu Muntean, festivalde 2017 yapımı ‘Kaybolma’ ile tanıyıp sevdiğimiz, bu yıl ‘Yarına Kadar / Ta Farda’ ile programda yer alan İranlı sinemacı Ali Asgari, yapımcı Marie-Ange Luciani ve Venedik Günleri sanat direktörü Gaia Furrer diğer üyeler olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi 10 filmden oluşuyor. Geçtiğimiz aylarda Berlin’den Fipresci ödülü ile dönen Bertrand Bonello imzalı ‘Coma’ pandemiye dair şimdiye kadar yapılmış en inandırıcı ve etkileyici filmlerden biri olarak dikkat çekiyor. Film pandemiyle sokağa çıkma yasaklarının tetiklediği sosyal ve ekolojik kaygıları amansızca özümsüyor ve yansıtıyor. Neredeyse soyut bir karışık teknik deneme fantezisi olan film, Bonello’nun kızına yazdığı film-mektuptan ve filozof Deleuze’ün “asla başka birinin rüyasına girme, tehlikeli olabilir” sözünden esinlenmiş.

Gaspar Noé’nin önceki filmleri gibi prömiyerini yine Cannes’da yapan ‘Vortex’ hayata, yönetmenin kendi ölümlülüğü üzerine de düşündüğü son derece kişisel bir pencereden bakıyor. Fransız sinemacı kıl payı ölümden döndüğü bir beyin kanaması atlatıp pandemide de Covid’e yakalanmasının ardından gerçekleştirdiği bu projede, “her yaşam formunun kendi tünelinde yaşadığını” anlatmak üzere neredeyse baştan sona, bölünmüş ekran tekniği kullanıyor; filmdeki iki kameradan birinin arkasında bizzat kendisi yer alıyor. Gerilim-korku türünün ustalarından Dario Argento’nun başrolünü paylaştığı film, yaşlılık ve bunamadan muzdarip sevgi dolu bir çiftin son günlerine odaklanıyor.

İngiliz sinemacı Peter Strickland’ın yarışma seçkisinde yer alan yeni filmi ‘Flux Gourmet’ garip ama göz alıcı karakterler, renkler, elektronik müzik ve önceki filmlerinden 2012 yapımı Berberian Sound Studio gibi sesle dolu, aşırı stilize ve bol yemekli bir komedi. Mutfak ve beslenme performansına adanmış bir enstitüde, çeşitli yiyeceklerin seslerini araştıran bir kolektif kendilerini güç mücadelelerinin, sanatsal kan davalarının ve sindirim bozukluklarının ortasında buluyor.

2014’te yönettiği ‘Blind / Körlük’ ile İstanbul Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Lale’yi kazanan, özellikle Joachim Trier ile ‘Tekrar / Reprise’den son dönemin hayli ilgi gören ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / Verdens Verste Menneske’ye birçok filmin senaryosuna imza atan Eskil Vogt’un yazıp yönettiği ikinci film ‘Masumlar / De Uskyldide’ dünya prömiyerini 2021 Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı. Yetişkinler için, çocukların dehşet verici gizli dünyalarına bir yolculuk vaat eden yapım, Kuzeyin aydınlık yaz mevsiminde geçiyor ve büyüklerin bakmadığı, görmediği anlarda dört çocuğun oyun oynarken karanlık, doğaüstü güçlerinin ortaya çıkıp gizemli ve ürkütücü olaylara yol açmalarını anlatıyor.

Ukraynalı sinemacı ve siyasal aktivist Oleh Sentsov’un ilk gösterimi 2021 Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünün kapanış filmi olarak gerçekleştirilen son çalışması ‘Gergedan / Nosorih’ Ukrayna’nın “vahşi 90’lı yıllarında” hayatta kalmaya çalışan Gergedan lâkaplı genç bir gangsterin suç dünyasında hızla yükselişi ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığında, kurtuluş için bir şans arayışı üzerinden ilerliyor.

Cezayirli-Brezilyalı sinemacı Karim Aïnouz imzalı ‘Dağların Denizcisi / Marinheiro Das Montanhas’ yönetmenin Marsilya’dan bir tekneye binerek Akdeniz’i geçip ilk defa babasının memleketi Cezayir’e gidişi üzerine. Aïnouz annesi Iracema’nın anısı ve bir kamera eşliğinde çıktığı bu yolculuğu bize, Akdeniz’i geçişinden Kabiliye’deki Atlas Dağları’na varışına ve dönüşüne kadar tüm ayrıntılarıyla aktaran, gezi günlüğü, fotoğraflar ve arşiv malzemelerini birleştiren annesine ilettiği görsel bir mektup niteliğinde.

2021 Sundance jüri ödüllü ‘Leonor Asla Ölmeyecek / Leonor Will Never Die’, bir zamanlar sektörde gayet etkin ve önemli bir senarist olan Leonor’un, kaza geçirdikten sonra komaya girişi ve kendisini 4:3 formatındaki tamamlanmamış filminin aksiyon kahramanı olarak buluşu üzerinden ilerliyor. Artık en çılgın hayallerini şahsen yaşayabilecek ve hikâyesinin mükemmel sonunu keşfedebilecektir. Görüntü yönetmeni Martika Ramirez Escobar’ın bu ilk yönetmenlik denemesi, 1970’lerin ve 80’lerin Filipin aksiyon filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde.

Litvanyalı yönetmen Dovile Sarutyte imzalı ‘Hayat Üzerine Bir Film /
Ilgo Metro Filmas Apie Gyvenima’
sevilen birinin ölümüne verilen tepkinin ne kadar öngörülemez olduğu fikrinden yola çıkmış. Filmin ana karakterine adını veren Dovile’in hayatı babasının ölümüyle sarsılıyor. Ancak cenaze törenini bir an önce halletmesi gerektiği için yas tutacak zaman yoktur. Töreni babasının anısına layık, mükemmel bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan Dovile her ayrıntıyla ilgilenirken kendini giderek tuhaf kişilerin arasında ve daha tuhaf durumların içinde buluyor ve çocukluk anıları aklına üşüşmeye başlıyor. Cenazenin ‘başarılı’ olmasının sevinci, geçici de olsa yasını gölgede bırakabilir. İşte bu zıtlık, başlangıç noktası ölüm olsa da yaşamaya devam edenlerle ilgili bu hikâyenin dramatik eksenini oluşturuyor.

Bir diğer yarışma filmi olan ‘Rüyalar Diyarı / Land of Dreams’ Amerika’da yaşayan İran doğumlu sanatçılar Shirin Neshat ve Shoja Azari’nin kendi kişisel yolculuklarından ilham alıp efsanevi senarist merhum Jean-Claude Carrière’in son senaryosundan yola çıkarak yönettikleri gerçeküstü bir taşlama. Çok da uzak olmayan bir gelecekte geçen filmde, sınırlarını kapamış ve her zamankinden daha yalıtılmış bir Amerika’da özgür olmanın keşfi üzerine bir deneyim.

Ülkemizden festivalin uluslararası yarışmasına dahil edilmiş olan ‘Birlikte Öleceğiz’, Hakkı Kurtuluş ile Melik Saraçoğlu’nun ortaklaşa yazıp yönettikleri son çalışmaları. Yönetmenlerin bu üçüncü birlikteliklerinin ürünü olan yapım, çok sevmekle beraber birbirlerine hiç kimsenin çektirmediği kadar acı çektiren bir çiftin tüm güzellik ve çirkinliğiyle onları yalnız bırakmayan İstanbul’da, varlıklarını sürdürebilmek için hem kendileri hem de çalkantısında gitgide boğuldukları şehirleriyle mücadeleleri üzerine. Merakla beklediğimiz bu ilginç film festivalin ‘Ulusal Yarışma’ seçkisine de dahil edilmiş.

(12 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Üst Düzey Duyarlılık: Çağrı

Ülkemizde gösterime 1977’de giren Çağrı (The Message), çok beğenilmiş ve üzerinde durulmuştu. O günlerin sosyoekonomik, sosyokültürel ve sosyopolitik koşullarında, insanların artık sinema salonlarından televizyona yönelmesine rağmen basının da desteğini almış, televizyon ekranlarında da defalarca gösterilmiş bir film aslında. Çok önemli, çok değerli… Yönetmen Mustafa Akkad, alabildiğine duyarlı, alabildiğine samimi ve seyircisini sarıp sarmalayan bir film yapmış. Aradan 45 yıl geçmesine karşın hâlâ da ilgi çekiyorsa hakkını teslim etmemiz gerekiyor.

Bilinen bir konuyu anlatıyor film: İslamiyet’in doğuşu. Ders kitaplarından tutun da, gazete tefrikalarına, romanlardan tiyatro oyunlarına kadar hemen her alanda anlatılanları bu kez beyazperdede izliyoruz. Daha önce yapılmadı mı? Tabii ki, yapıldı. Daha sonra da yapılacak muhakkak. Farklı bir konuyu anlatırken de işlenmiştir, işlenecektir de…

O zaman, genç bir sinema öğrencisi olarak merak, heyecan ve hevesle izlemiştim filmi. Daha sonra, televizyon ekranlarından da izledim. Şimdi restore edilmiş haliyle karşılaştırma olanağı bulabilmenin haklı mutluluğu içerisindeyim. Peki, bunca izlemişliğin ışığında, özelliği ne Çağrı’nın? Tek kelimeyle duyarlılığı… Gerçekten izleyiciyi sarıp sarmalıyor, daha başında. Belki de bizim, kendi dinimiz oluşuyla da bağlantılıdır bunca beğenmek; ama sadece Müslümanlar değil, bütün dünya beğendi, beğeniyor, ödüller alması, ödüllere aday olması kanıtı bir anlamda.

Bir diğer özelliği ise yönetmeninin gerçekten sinema yapması… Büyük perdede geniş planlar olmalı, izleyici o geniş alanın içinde hissetmeli kendisini de. Bunu başarıyor Akkad. O geniş alanın içinde onlarca kişinin yönetilmesi de alabildiğine zor bir şey ve bunu da başarmış, kolaylıkla. O zamanlar (bizde yoktu da) oyuncu koçluğu olduğunu sanmıyorum, çoğunlukla yönetmen havaya sokardı oyuncuları, motive ederdi. Filmini anlatırken Akkad, nasıl bir uygulama yaptığını, filmin çekilmesini istemeyen (başta kabul ettikleri halde vazgeçen) kişi, kurum ve ülkeleri, yarıda kalan çekimlerin bir başka ülkede sürdürüldüğünü de anlatıyor. Bunları okuyunca film daha bir değer kazanıyor, kesinlikle…

En önemlisi de, günümüzle doğrudan ilişkili. Filmi izleyince, sizler de kabul edeceksiniz ki, barış her zaman başarmanın ilk adımıdır. Uhud Savaşının ardından yapılan 10 yıllık barış antlaşması, gelişmenin, daha doğrusu Müslümanlığın yaşamla bağının sıkı sıkıya kurulması için önemli bir adımdır. Aradan geçen 1400 yılı aşkın zaman sonra bugün de barış toplumsal yaşamın belirleyici gücüdür.

Çağrı: İslamiyet’in Doğuşu (The Message), tarih, dram, Yönetmen: Mustafa Akkad, Oyuncular: Anthony Quinn, Irene Papas, Michael Ansara, Johnny Sekka, Michael Forest, Garrick Hagon ve Damien Thomas… 15 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(12 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

41. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren 14 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- ALCARRÀS:
Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmi seçilen Carla Simón imzalı yapım, festivalde Altın Ayı Ödülü’nü alan ilk Katalanca film. Tamamen amatör oyuncuların yer aldığı film, Katalonya’daki Alcarràs köyündeki arazilerinde nesillerdir şeftali toplayan Solé ailesini merkezine alıyor. Ancak bu yılın son hasatları olma ihtimali de var, nitekim tahliye ve şeftali ağaçlarının kesilip güneş panellerinin kurulması ihtimaliyle karşı karşıya kalmaları, birbirine sıkı sıkıya bağlı aile üyelerinin arasını açıyor. Carla Simón, 2017 İstanbul Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ’93 Yazı / Estiu 1993’da olduğu gibi geleneksel Katalonya’yı fon alarak sarsılmaz aile bağlarının mahrem ve dokunaklı bir portresini çizerken, ülkemizi de tehdit eden ekolojik yıkımın ayak seslerini duyuruyor.

2- KUTSAMA (Benediction):
Film, Birinci Dünya Savaşı şairi Siegfried Sassoon’un çalkantılı yaşamını, şiirsel sinemasıyla tanıdığımız usta yönetmen Terence Davies’in gözünden derinlemesine inceliyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman kuvvetlerine karşı mücadele eden Sassoon, savaşın dehşetinden kurtulup cesareti için Demir Haç nişanına lâyık görülmüş, ancak cepheden döndüğünde hükümetinin savaşa devam kararını yüksek sesle eleştiren, karmaşık bir adamdır. Savaş aleyhtarı bir savaş kahramanı olarak eşcinselliğiyle uzlaşmaya çalışırken bir yandan da kurtuluşunu evlilikte ve dinde bulmaya çalışır. Paramparça bir dünyada kendini kabullenme ve huzur arayışı içinde olan bir adam olarak Sassoon’un hikâyesi, yaşadığı dönemde olduğu gibi günümüzde de anlamını koruyor.

3- ROMANCININ FİLMİ (The Novelist’s Film):
2022 Berlin Büyük Jüri Ödüllü yapım Güney Koreli usta yönetmen Hong Sang-soo’nun 27. uzun metrajlı filmi ve bazı eleştirmenlere göre, “bugüne kadar çektiği en tutkulu, sevgi dolu ve narin çalışması.” Film ilişkiler, sinema ve edebiyat ile yaşamın kendisi hakkında sohbet ederken rastlantısal karşılaşmaları çok sade bir yolla sunuyor. Bir süredir yazmayan bir kadın romancı, uzun zamandır görüşmediği genç bir meslektaşını açtığı kitapçıda ziyaret ediyor. Daha sonra bir film yönetmeni ve eşiyle karşılaşıyor. Birlikte parkta yürüyüşe çıktıklarında kendine benzer yaratıcılık sorunlarıyla boğuşan bir kadın oyuncuya denk geliyorlar. Romancı, oyuncuyu birlikte bir film yapmaya ikna etmeye çalışıyor.

4- RIMINI:
Cennet Üçlemesi’nin Avusturyalı yönetmeni Ulrich Seidl’ın Berlin Film Festivali’nde görücüye çıkan son filmi, şöhretini yitirmiş bir şarkıcı/jigolonun hem karanlık hem de komik öyküsünü anlatırken, çürümekte olan Avrupa toplumundan ilginç enstantaneler yakalıyor. Yaşlanmakta olan Richie Bravo İtalya’nın sahil kasabası Rimini’de geçkin turistlere hizmet ederek geçinirken, varlığını bile unuttuğu kızının çıkagelmesiyle hayatı değişiyor. Kış mevsiminde terkedilmiş kasvetli Rimini fonunda başroldeki Michael Thomas’ın incelikli performansı için bile izlenebilir.

5- NITRAM:
2015 yapımı biçimci Macbeth uyarlaması ile tanıdığımız Justin Kurzel’in Caleb Landry Jones’a Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren son filmi, Avustralya tarihinin en kanlı olaylarından Port Arthur Katliamı’nın öncesini, “böyle bir şeyi kim yapar?” sorusundan yola çıkarak olan biteni katliamı gerçekleştiren kişinin bakış açısından aktarıyor. Nitram annesi ve babası dışında toplumdan kopuk, uyumsuz, yalnız ve küskün bir hayat sürdürürken içine kapalı, çok zengin bir kadınla arkadaş oluyor. Ancak, bu tuhaf yakınlığın tekinsiz sonu, onu ve çevresindekileri felaketlere sürükleyen yolun başlangıcı oluyor.

6- AMERICA LATINA:
Roma’nın banliyölerinden Latina, bataklıklar, ıslah edilmiş araziler, nem ve terkedilmiş nükleer santrallerle özdeşleşmiş bir kasabadır. Bu özelliksiz yerleşim bölgesinde yaşayan ve bir villa ile sevgi dolu aileye sahip nazik ve sakin dişçi Massimo, bir gün evinin mahzeninde ağzı kapatılıp dövülerek direğe bağlanmış ve dövülmüş bir kadın bulduğunda uyumlu düzeni alt üst oluyor ve hayatı aniden paranoya ve suçlulukla dolu çıkmaz bir yola giriyor. Geçen yıl İKSV çevrimiçi gösterimlerinde izlediğimiz Çirkin Masallar /Favolacce’nin yönetmenleri D’Innocenzo kardeşlerin 2021 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan bu son filmi, gizemini baştan sona koruyan psikolojik bir dram.

7-PETER VON KANT:
Tanınmış Fransız yönetmen François Ozon, Fassbinder’in 1972 yapımı dramı Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’nı “acı gözyaşlarını” çıkararak ve cinsiyetleri ters çevirerek baştan yaratıyor. 2022 Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan yapımda Petra, Fassbinder’i epeyce andıran başarılı, ünlü film yönetmeni Peter olmuştur. Peter, sürekli kötü davranıp küçük düşürmekten zevk aldığı sessiz asistanı Karl ile birlikte yaşamaktadır. Isabelle Adjani’nin canlandırdığı efsanevi aktris Sidonie’nin ona tanıştırdığı yakışıklı genç Amir ilişkideki dengeleri değiştirecektir.. Takıntı, aşağılama, ilham, ün, baştan çıkarma ve yalnızlığı ele alan film Fassbinder’e renkli ve eğlenceli bir saygı duruşu niteliğinde.

8- SÖNMÜŞ HAYALLER (Illusions Perdues):
Honoré de Balzac’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, ünlü yazarın gözde temaları üzerinden ilerleyen başarılı bir uyarlama. Her şeyin alınıp satılabileceği 19. yüzyıl Fransa’sında geçen bir insanlık komedisi. Genç şair Lucien’in büyük umutları vardır ve kendi kaderini tayin etmek ister. Taşradaki ailesinden uzakta, sanatını destekleyen kadın koruyucusunun kanatları altında büyük şehir Paris’e şansını denemeye gelir. Dünya prömiyerini 2021 Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren Xavier Giannoli filmi, geçtiğimiz aylarda dağıtılan Fransız Akademisi’nin saygın Cesar ödüllerini en iyi film dahil olmak üzere toplam 7 dalda kazandı.

9- YANSIMA (Vidblysk):
2020’de Atlantis ile İstanbul Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma’nın büyük ödülü Altın Lale’yi kazanan Ukraynalı yönetmen Valentyn Vasyanovych, son filminin dünya prömiyerini 2021 Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Ülkesinin Rusya’yla savaşını irdelemeyi sürdüren sinemacı, travmanın toplumda bıraktığı derin izleri bu kez daha kişisel bir düzeyde, ailesiyle bağlarını yeniden kurmaya çalışan bir cerrahın gözünden izliyor. Yönetmenliği, görüntü yönetmenliği ve kurgusu Vasyanovych tarafından üstlenilen Yansıma’nın kahramanı Ukraynalı cerrah Serhiy, Rus güçlerine tutsak düştükten sonra salıverilir. Mütevazı evine dönüp eski eşiyle kızına kavuşsa da gördükleri ve yaşadıklarından sonra yeniden insan olmayı hatırlaması zaman alacaktır.

10- SEVGİLİ THOMAS (Lieber Thomas):
Yönetmen Andreas Kleinert, isyankâr Doğu Alman sanatçı, şair, yazar, çevirmen ve sinemacı Thomas Brasch’ın çarpıcı bir biyografisini sunuyor. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında bile topluma uyum sağlamayı reddeden Thomas Brasch hayalperest, takıntılı ve asi ruhlu bir sanatçıdır. Yazdığı ilk oyunu yasaklanır ve çok geçmeden sinema okulundan da atılır. Kendi babası onu Stasi’ye ihbar ederek hapsedilmesine neden olur. Brasch çok çalışır, çok sever ve çok acı çeker; aşk, isyan ve ölüm hakkında yazar. Ruh halinin iyi, partilerin ve gösterişli giysilerin bolca olduğu, klişelerden uzak bir Doğu Almanya’da geçen Sevgili Thomas’ta Thomas Brasch’ı 2020 yapımı Berlin Alexanderplatz’da canlandırdığı Reinhold rolüyle hatırladığımız Albrecht Schuch canlandırıyor

11- UTAMA:
2021 Sundance Bağımsız Filmler Şenliği’nde Dünya Sineması Dramatik kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmış olan film, Bolivya dağlarında Quechua’lı yaşlı bir çiftin yıllardır değişmeyen günlük rutinini izliyor. Beklenenden çok daha uzun süren bir kuraklık yaşam tarzlarını tehdit ettiğinde, Virginio ve Sisa zamanın akışına direnmek ile ona yenik düşmek arasında kalıyor. Torunları yanlarına geldiğinde üçü de kendince çevreyle, değişimin zorunluluğuyla, hayatın anlamıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Utama, fotoğrafçı ve görüntü yönetmeni Alejandro Loayza Grisi’nin yönetmenliğini üstlendiği, amatör oyuncu kadrosunun olağanüstü performanslarıyla yükselen, incelikle işlenmiş bir aşk hikâyesi ve endişe verici bir ekolojik felâket filmi.

12- DEĞERLİ TAŞLAR (Robe of Gems):
2022 Berlin Jüri Ödüllü yapımda Meksika taşrasında üç kadının kaderi, bir kadının kaybının getirdiği ıstırap ve pişmanlıkla kesişiyor. Adını bir Budist meselinden alan Değerli Taşlar’ın sarsıcı hikâyesi, boşanma arifesinde ailesinin boş evine taşınan Isabel’i, kız kardeşi kaybolan hizmetçi María’yı ve kayıp vakasını araştıran komiser Roberta’yı izliyor. Meksikalı usta yönetmenler Lisandro Alonso ve Carlos Reygadas’ın filmlerinin kurguculuğunu üstlenen Bolivya asıllı Meksikalı yönetmen Natalia López Gallardo, bu filmde “manevi bir yaradan ve onun psikolojik, görünür olmayan boyutlarından bahsetmeyi” hedeflediğini belirtiyor.

13- BIÇAĞIN İKİ YÜZÜ (Avec Amour et Acharnement):
Fransız auteur sinemacı Claire Denis’ye 2022 Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran film tutkulu bir aşk üçgenini konu alıyor. Üçgenin üç köşesinde Fransız sinemasının üç dev oyuncusu var. Juliette Binoche, Parisli radyo programı sunucusu Sara’yı canlandırıyor. Emekli spor yıldızı sevgilisi Jean rolünde Vincent Lindon, Sara’nın Jean uğruna terk ettiği eski sevgilisi François rolünde de Grégoire Colin yer alıyor. François ile yolu bir sabah yolları kesiştiğinde Sara, hayatının aniden değişebileceği hissine kapılıyor ve sonrasında işler çığırından çıkıyor. Film, Claire Denis ile ortaklaşa senaryoda imzası bulunan Christine Ango’nun ‘Un Tournant de la Vie’ romanından uyarlanmış.

14- BEYNİMİZ YIKANMIŞ (Brainwashed: Sex-Camera-Power):
2022 Berlin Film Festivali’nin Panorama programında yer alan film, yönetmen Nina Menkes’in ‘Sex and Power, the Visual Language of Cinema’ adlı sunumunu temel alıyor. Menkes, sinemada görsel dilin sinema sektörü ve ötesindeki işe alım pratiklerinde ayrımcılığa, ücret eşitsizliğine ve yaygın cinsel tacizlere nasıl katkıda bulunduğunu 1940’lardan günümüze en ünlü yönetmenlerin filmlerinden klipler aracılığıyla gösteriyor. Çekim tasarımının nasıl da ayrımcı olduğunu gözler önüne seren son derece ilginç belgeselde, erkek ve kadın oyuncuların görüntülenme biçimleri tamamen farklı oluşuna, hatta başroldeki kadın oyuncuların bile çekim tasarımı aracılığıyla nasıl güçsüzleştirildiklerine tanıklık ediyoruz. Beynimiz Yıkanmış’ta Carrie’den Blade Runner 2049’a, Blow Up / Cinayeti Gördüm’den Lost in Translation / Bir Konuşabilse’ye birçok filmden şaşırtıcı klipler yer alıyor.

(08 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsanlık Onuru Ayaklar Altında (Kalmasın)

Dünyanın dört bir yanında değilse de komşu ülkelerde savaşlar sürüyor. Yıllardır barışa hasretiz. Herkes barış istiyor. Ancak şairin şiirce dile getirdiği gibi, “Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına” (Cemal Süreya). Suriye’de yaşanan, insanları yaşamından ettiği gibi yerinden yurdundan edip mülteci olarak sürgüne gönderen savaştan sonra, Afganistan’dan, şimdi de Rusya’nın saldırısı sonrası Ukrayna’dan Avrupa’ya akan insanların hepsi aynı amacı taşıyor: Barış!

Savaş halklar için zor, ama iktidardakiler için çok kolay, onlar silah altına alınmıyor ya… Yaşamlarını sürdürmekten başka bir amacı olmayan yaşlı genç, kadın erkek binlerce insan aç açık, sadece bir küçük çantayla bırakıyor evini barkını. Dile kolay, onca yaşanmışlık, onca anı, kazanım, sevilenler kalıyor arkalarında…

Mülteci ve öteki…

Kıbrıslı Derviş Zaim, belki kişisel geçmişinde değil ama yaşadığı toplumda kendisini de içeren bu toplumsal sorunu, aslına bakarsanız felâketi anlatıyor “Flaşbellek”te.

Film, gözaltına alınan bir gence işkenceyle başlıyor. İşkenceyi sadece işkenceciler savunur, o da ucu kendilerine dokunduğu için, bir zanlı bulmak zorundadırlar aldıkları emir gereği. Egemen erk sanki sorumlulukları yokmuşçasına işkenceye karşı olduklarını söyleyip olmadığı üzerine yeminler ederken, bir yandan da devam edilmesi için emir verir. İçinde biraz duygu olan, biraz onurunu gözeten bir kişi işkence görmeyi bırakın yapılmasına da karşı çıkar.

İşte, böyle birinin öyküsünü anlatıyor Zaim, “Flaşbellek”te.

Leyla öğretmen, Ahmet elektronik mühendisidir. Muhalif değilseler de haksızlıklara karşı çıkan, güzellikleri kayıran, çocuklara karşı duyarlı insanlardır. Önlerinde tek bir çıkar yol vardır; binlerce insanın yaptığı gibi mülteci olmak.

Yapay ayrımlar nedeniyle…

Yönetmen, diğer birçok mülteci filminin ötesinde, hem yaşananları hem de yolda başlarına gelen olayları insani boyutuyla ele alıyor. Suriye Savaşında Türk, Kürt, Arap taraflar olduğu gibi dinin de etkisiyle Hristiyan, Ezidi ve Müslüman taraflar da var, hem de fraksiyonlarıyla onlarca. El Nusra ile IŞİD, Türkmen ile Özgür Suriye Ordusu, Kürt özgürlükçü gruplarla PKK birbirleriyle kıyasıya savaşıyor. Keskin nişancılar gördüklerini vuruyor, hatta çocukların eline tutturulan silahlar ölüm kusuyor. Nedeni niyesi yok!

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak…

Derviş Zaim, gerçekten önemli, önemli olduğu kadar yakıcı, yakıcı olduğu kadar da çözümlenmesi güç bu savaş sorununda insanlık onuruna eğiliyor. Çocuk yapıp mutlu olmak ve huzur içinde yaşamaktan başka bir kaygısı olmayan çiftin içine düştüğü durumu anlatmaktan ve birbirine düşman tarafların yaptıklarına (burada cinsel saldırıdan soyguna, kadın ticaretinden katliama birçok insanlık suçu söz konusu) karşı çıkmaktan başka bir şey değil. Yaşananları duyurmaktan başka bir hedefleri de yok. Kaçarken yanlarına aldıkları belgelerden başka bir şey de yok yanlarında…

Adını aldığı flaşbelleğin bir yararı olmasa da, bir “çıktı” ile derdini anlatsa da; siyasi bir yanı yok filmin (tarafsızlık bir anlamda güçlüden taraf olmak sayılırsa da) Suriye’den Türkiye’ye mülteci sorununa insani bir bakışla eğilen “Flaşbellek” pandemi öncesi çekilmiş, Avrupa ve Amerika’da ödüller de kazanmış.

Flaşbellek (Flashdriver), Sosyal yaşam, aksiyon, mülteci sorunu, psikoloji… Yönetmen ve Senaryo: Derviş Zaim, Oyuncular: Saleh Bakri, Sara El Debuch, Ali Süleyman, Husam Chadat, Hanin Abaji, Hedi Ömer, Muhammed Rıfkı… 8 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(07 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com