Kategori arşivi: Yazılar

Bunları Yazmak Gerek 14: İnternet Yalancı ve Korkaklarına İlk ve Son Yanıtım

Hayatımın en büyük derslerinden birini bir manken kız vermişti. Bir tarihte, iş için gittiğim büyük bir Anadolu kentindeki otel lobisinde, yanımdaki arkadaşım, defileye gitmek için bekleyen mankenleri görünce, onların duyacağı şekilde konuşmaya – saçmalamaya başladı; onları peşinen yaftalayıp bu tiplerin onun gibi delikanlılara yüz vermeyeceğini tercihlerinin paralılardan yana olduğunu vb… Yani ne tarafından tutsanız berbat ve utanç verici bir lâf atma durumu. İçlerinden biri aniden yanımıza yönelip asla unutamayacağım şu lâfı etti: “Ben sana bedava da verirdim ama sen adam değilsin!”

Çok önemli bir tespit: “Adam değilsin!”. Diğer anlamı, insan değilsin! Bir ‘delikanlı manken kız’ vermişti bu dersi.

Şimdi, internette rumuzların arkasına sığınıp yalan ve yanlış yazan korkak tipler bana hep bu örneği hatırlatıyor… Siz adınızla soyadınızla resminizle cisminizle ortada yazıyorsunuz. Yüz binlerce film, yüz binlerce farklı beğeni / düşünce / yaklaşım / dünya görüşü olan seyirciler tarafından değerlendiriliyor; siz de onlardan fakat daha deneyimli birisiniz. Yazılarınızın içeriğine katılmayanlar, sizi başka yönlerden de sorgulamak isteyenler olabilir. Uygar dünyaya aitlerse, adlarını soyadlarını kullanıp e-postanıza başvurabilir ya da kimliğini açıklayarak istediği web sitesinde yazabilir. Siz de yanıtlarsınız. Bu iş bu denli basittir.

Ama ne yapıyorlar? Yüz yüze geldiğinizde gözlerinizin içine bakıp konuşacak cesareti olamayanlar rumuzlarla saldırıyorlar. Dertleri ‘üzüm yemek değil bağcıyı dövmek’ zaten.

İnternetin büyüyen reklâm pastasında ‘tık’lama sayısını arttırmak için insanlara rumuz bahşedip onların, kendilerini, sanalda önemli biri / kişilik sahibi hissetmelerini sağlayan yöneticilerin suçu büyük elbet. Rumuzlarla saldırmak kadar, birilerinin, tanıdığı birilerine yağcılık yapmasının da önü açık… Yahu bir site düşünün, her sayfasında “bu sitede yazılanların hiçbiri doğru değildir” ve “yazılardan yazarları sorumludur” deyip reklâm topluyor. Bu nasıl haksız ve tatlı bir kazanç kapısıdır böyle? Yazıklar olsun! Hukuksal işlemlerin önünü kapatmak için tedbirler almış ama yalanın hiçbir müeyyidesi yok. Yalan, resmen yalan yazılıyor.

Kuşkusuz hem akraba ve yakın, hem de mesleki çevremde gençlerden çok şey öğreniyorum. Gençlerle sıkıntım yok. Kuşak çatışması gibi bir sorunum hiç yok. Bunu, rumuzlarla yazanların daha çok gençler olduğunu bildiğimden özellikle vurguluyorum. Beni eleştirenlere de sabırla yanıt veriyorum zaten. Yanıtlayamayacağım hiçbir şeyi yazmamayı da ilke edindim. Fakat rumuzların arkasındaki -belki de gerçekte tanıdığım- korkaklarla asla muhatap olmayacağım. Benimle ve yazdıklarımla derdi olanlar sağlıklı iletişim yollarına başvururlar. Ben de, hangi filmi neden beğenip, hangisini neden beğenmediğimi daha ayrıntılı açıklarım. Başka sıkıntıları varsa onlara da yardımcı olmaya çalışırım.

Yani adam gibi adamlara, insan gibi insanlara her zaman açığım!

(25 Nisan 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

NOT: Değerli meslektaş ve -‘bir parçacık’ değil, dost ismini gerçek anlamıyla her daim buluşturduğu için- dostum Ali Murat Güven’e, desteği, görüşleri ve deneyimlerini bizlerle paylaştığı için çok teşekkür ederim. Ölçüyü aşanlar için hukuksal yollara başvuracağımı da özellikle belirtirim. – Ali Ulvi Uyanık (26 Nisan 2009)

Dramatik Yapıyı Kırmak Ya Da Mommo

Ellili yılların ortasından başlayarak, kendi -yazılı olmayan- kurallarını koyarak, her yıl giderek artan sayıda film üreterek gelişen ve adını faaliyetin ağırlığını taşıyan sokaktan -Yeşilçam- alan sinemamızın ağırlıklı dönemi, 80’li yılların başında sona eriyordu. Ülkede siyasal değişikliklere bağlı olarak bir çok değişiklik yaşanırken, sinemamız bunlara hiçte paralellik göstermeyen değişikliklerle film sayısını hızla azalttı. Filmlerin çoğunluğu içeriklerini hızla yitirdi, lumpenleşti, bunlara bağlı olarak seyirci profili hızla değişti. Bu dönem öncesinde, kendi kendine geliştirilen bir sinema dilimiz vardı, dramatik yapının ön plâna çıkarıldığı bu dil, sinemada (klâsik) öykü anlatmaya ağırlık veren bir biçim gösterir. 80’li yıllarda eski dönemin bu biçimine bağlı kalan filmler de yapılmıştır, ama azınlıkta kalan bu filmlerin dışında kalan filmlerin dramatik bir kaygısı “hiç” olmamıştır. Yapısı (ve biçimi) yönünden çabuk eskiyen bu tarz filmlerin dramatik yapısının olmaması bir özellik olarak ön plâna çıkarılamaz. İmdi, film yapmanın yapımcı sinemasından, yönetmen sinemasına kaydığı son yıllarda, yine dramatik yapıyı “kıran” filmler yapılıyor, ama bu kez öykü anlatmanın, (sinema görsel bir sanattır) -düzeltirsek- öykü göstermenin yeni deneyleri perdelere yansıyor. Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem gibi yönetmenler bu yapı içinde -aynı veya farklılık gösterebilen- öykülerini anlatır, bunun içinde aralıklarla da olsa yeni filmler yaparken, bir kısım yönetmenler tek film ile örneklerini veriyorlar. Dar bütçeli, dar imkânlı bu filmlere son örneklerden biri Atalay Taşdiken’in Mommo / Kız Kardeşim’i.

Büyüğü erkek, küçüğü kız, iki kardeş, anneleri ölmüş, babaları çocukları istemeyen bir kadınla evlenmiş, çocuklar yaşlı, bir kolu inmeli dedelerine bırakılmış, kendi akranları tarafından da fazla kabul görmüyorlar. Almanya’daki teyze, çocukları yanına almak istiyor ama kısa zamanda olabilecek bir iş değil. Baba, bir çocuk yuvasına vermek düşüncesinde, komşu kadın ise daha önce aldıkları evlâtlığı büyütüp evlendirmiş bir ailenin yanına yerleştirmek niyetinde…

Yeşilçam döneminde olsa, -kimse alınmasın ama- o zamanki şablon senaryolarla, en ağdalısından bir dram için bulunmaz bir malzeme. Taşdiken -senaryoyu da yazmıştır- mevcut dramatik malzemeyi elinin tersi ile itiyor; hayır itmiyor malzeme zaten yaşamın içinde. Herkes, Ahmet (kardeşlerin büyüğü), dede, baba, bir ara İstanbul’a gelip -tutunamayıp- köye dönmüş bakkal, kendi açılarından yaşam(ların)daki dramatik sızının farkındalar. Küçük kardeş Ayşe ise, -götürebildiyse- annesinin fotoğrafı ve kesilen saçlarından aldığı bir bukleye baktığında (daha iyi) anlayacak içinde yaşayıp gözlemlediği, -henüz- farketmediği dramı. Sızısı (acısı) sonradan koyacak. (Bu filmin 20 yıl sonrasının da filmi yapılmalı!)

Mommo, bir dramatik öykü anlatmıyor, çıkışı olmayan bir dramın içinde yaşayan iki kardeşin, birlikteliğini, dayanışmasını tamamen kendiliğinden olan olaylar zinciri ile gösteriyor. Böylece varlığı ortaya konan dramatik yapıda, hiç bir şeyin altını çizmeden, doğrudan yaşamın içinden (yaşanırlığı olan) gündelik olaylar içine gözlemliyoruz, iki kardeşi. Avlularındaki kurumuş toprağa su ile çizgiler çizerek seksek oynayabiliyor kız, bahçelerindeki çiçeğe iki kardeş farklı isimler verseler de, onların bir dostudur o. Köyün diğer çocukları ile futbol oynanıyor, oyun içindeki bir olay kavgaya neden olabiliyor, bir taraf bunu olup bitmiş bir olay olarak alırken, diğer taraf olayı deşeliyor. Ağabey bir ağacı oyarak kardeşine ilkel bir kayık (aslında kayıkta değil, içi oyuk bir ağaç, ama bir tekne) yapıyor. Köyün cılız deresi (yoksa bahçeleri sulama arkı mı?) üzerinde hazırladıkları bir barajda yüzdürüyorlar da kayığı, ama suyun kesilmesi ile, işi araştırmaya kalkan bir “hem köylüleri” barajı yıkıncaya kadar, baraj suları kayıklarını da götürecektir. Su içinde kayıkla oynamanın bir bedeli de üstlerinin ıslanması olacaktır (Ayşe, gönderildiği evde, yaptıkları o kayığı, kayıkla oynarken ıslanan elbisesini kurutmalarını ve kayıklarının yitip gitmesini hatırlamayacak mıdır!) ve bunun da sonucu rahatsız eden bir karın ağrısıdır, ağabey buna da çare bulur: kardeşini ısıttığı tuğlaya oturtacaktır. Bisiklete binen çocuklara imrenerek bakıyorlar, Almanya’daki teyzelerinden gelen bir mektup onları da bisiklet sahibi yapıyor. (Kapalı duran evlerindeki kendi oğlunun bisikletini alabileceklerini yazıyor.) Bisikleti edinip binmeleri, diğer çocuklar tarafından garipsenirken, onlara yaşamlarının sınırlarını genişlettiriyor, yaya gittikleri yerlerden daha uzaklara gitme olanağı buluyorlar. (Ama bisiklet, finalde kız kardeşine yetişebilme olanağını vermiyor.)

Bir de Mommo, evlerine çıkan merdiven başında bulunan pencere gibi bir oyuktan çıkma olasılığı olan Mommo. Belirsizliği ile korkutucu olan Mommo, Ayşe’yi zaman zaman korkutursa da, ağabeyi tarafından korkusunun yersiz olduğu, Mommo diye bir şey olmadığı ileri sürülür, ama ağabeyin de Mommo’dan korkacağı an gelecektir. Yaşamın bizi nelerle karşı karşıya getirceğini bilemeyiz. Bunlar bizim dışımızda olan olaylar olduğu gibi, dışımızda olmayıpta, olmadığını da bildiğimiz halde, olmamışlığından şüpheye düştüğümüz anlar olacaktır. Yaşamın daha sonraki sürprizi ise, saçları kesilmiş olarak, peşinden yetişebilmemizin imkânsız olduğu bir taksi ile kardeşimizin götürülmesi olacaktır…. Arkasında yoğun bir toz bulutu bırakarak gider taksi.

Atalay Taşdiken’in bu ilk öyküsünün Elif ve Mehmet (Bülbül) isimli Ayşe ve Ahmet’i -hele- Elif’i içimizde bir yer alacaktır. Artık eskinin çok bilmiş, büyümüşte küçülmüş, boyundan büyük lâflar eden çocuk yıldızları yok. Birlikte damda yer yataklarında yatarken Ayşe (Elif) ağabeyine sorar: Bunların hepsi yıldız mı? (Evet, bunların hepsi “yıldız mı?” )

(20 Nisan 2009)

Orhan Ünser

24 Nisan 2009 Haftası

“13. Gün”de, eski dostumuz (!) Jason Voorhees on ikinci kez karşımıza gelerek, ilk bölümde küçük oğlunun boğulmasından sonra çıldırıp cinayetleri işleyen anneciğinin çürümüş kafasını da muhafaza ettiği Crystal Göl ormanındaki evinde onu rahatsız edenleri, değişik yöntemlerle öldürmeye devam ediyor. Filmin cazibesi de bu noktada, farklı ve özgün öldürme sekanslarında zaten: Görüntü yönetiminin dikkat çektiği dinamik bir korku filmi!

“Başka Semtin Çocukları”, Gazi Mahallesi modelinden yola çıkarak, Türkiye’nin potansiyel patlamalara gebe etnik – mezhepsel yapısına dair sosyolojik ve psikolojik bir ‘durum tespiti’ yapıyor: Temel problemi, içinin biraz fazla ‘doldurulmuş’ olması ancak yönetmenin şiddet sahnelerindeki ve oyuncu yönetimindeki başarısı göz ardı edilemez.

“Beverly Hills Çuvava”, köpeklerin başlıca rollerini paylaştığı, dikkate alınacak bir yönetmenlik, görüntü ve kurgu başarısına sahip, katıksız bir aile eğlencesi: Eğlendirmenin yanı sıra, bir canlının gerçekte kim olduğunun/ kökeninin önemine ve bir hayvana sahip olma sorumluluğunun ne demek olduğuna dikkat çekiyor!

“Dilber’in Sekiz Günü”, bir tür ‘Güzel ve Çirkin’, bir tür “Selvi Boylum Al Yazmalım” birleşimi olarak, kadın karakterine müthiş bir direnç-onur yükleyip, bir erkek ile kadının ilişkisinde ihtirasların coşkunluğunun geçici, sabır ve emeğin ise kalıcı olduğunu, sakin bir üslûpla, tamamıyla da sorunsuz bir tartımla sunuyor. Türk Sineması’nda izlediğim en iyi performanslardan ikisinin sahibi bu filmde: Nüanslarla doğru biçimde oynayan Nesrin Cavadzade ve bir rolün nasıl deri gibi giyinilebileceğinin örneğini veren Fırat Tanış. İkisi de, gözlerinizi perdeden alamadığınız bir iş çıkarmışlar. Senaryo-Yönetmen olarak imza atan Sevgili Cemal Şan’a da bir lâfım var: Bu kadar güzel bir filme attığın imzayı jeneriklerden esirgemek, senden çok bizi ilgilendiriyor. Çünkü “Dilber’in Sekiz Günü”, senden çok bizim filmimiz artık; dolayısıyla biz seyirciler karar verdik ki, en azından DVD sürümlerinde o imza olmalı.

“Dost Kazığı”nı, başarılı değil değerli olmaya çalışıyorsanız seveceksiniz: Uyaralım; New York’un ünlü magazin dergisinde çalışmaya başlayan ve abartılı eğlence dünyasının ikiyüzlülüklerine pervasızlığıyla meydan okuyan ‘küçük İngiliz yazar’la duygudaşlık kurmanız, kolay olduğu kadar yorucu da…

“Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar” meselesi insanlık var oldukça kafaları ve kalpleri kurcalayacağından, bu film gibi her ögesi birinci sınıf olan yapıtlarla tartışılırken zevk de verecek. Filmin özü, karşı cinsle türlü derdi olanlara tek bir şeyi asla kaybetmemelerini söylemesi: Umut!

“Parti Tırtılları”, kahramanları, besin zincirinin en altında yer alan solucanlar olan ve böylece sevimsizlik riski alan fakat bu kıvrak omurgasız hayvanları, 70’lerin sonları – 80’lerin başlarındaki disko parçalarıyla buluşturarak akıllıca bir gösteri sunan animasyon. Doğaldır ki, biçimi, Hollywood’daki benzerleri denli zengin değil; sınıfsal farklılıklara göndermeler de yaptığı içeriği ise hayli yüklü: Uyaralım, ebeveynler daha çok zevk alacak.

(22 Nisan 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Rumba

Fiona ve Dom birbirini çok seven bir çift. İkisi de bir taşra kasabasında öğretmenlik yapmakta… En büyük tutkuları da dans etmek… Üstelik birçok dans yarışmasında da ödülleri var. Sevimli çiftimiz günün birinde başlarına gelecek ve tüm hayatlarını değiştirecek belâdan habersiz bir dans yarışmasına katılmak üzere yollara düşerler… Ancak yola düşen sadece Fiona ve Dom çifti değildir… Delinin biri de intihar etmek için de aynı yolu seçmiştir… Fiona ve Dom, gecenin karanlığında kendisine çarpacak bir kul bekleyen bu adam kadar şanslı değillerdir. Adama çarpmamak için direksiyonu duvara kıran Dom hayatlarının geri kalan kısmını da duvara kırmışlardır. Fiona bir ayağını, Dom’da aklını oracıkta bırakır. Rumba artık öksüz ve yetim kalmıştır.

L’iceberg ve Walking on the Wild Side filmlerinin süper üçlüsü Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy, yepyeni filmleri Rumba ile seyirciyi selâmlıyor. Film fena halde Rumba dansına meylettiriyor insanı… Kökeni İspanya ve Afrika’dan gelen, Lâtin Amerika’nın dansı Rumba oldukça çok zor… Kalçayı çok iyi kullanmayı gerektiren bu dansı yapmak için partnerinizle müthiş bir ten uyumunuzun olması da şartmış…

Rumba vizyonda görmeye pek alışık olmadığımız türde bir film. Eski dönem komedilerine benziyor. Gırla absürtlüklerle dolu… Ortalığın 3D’lerden geçilmediği şu günlerde böylesine sade bir film izleyebildiğim için çok mutlu hissettim kendimi… Hani şu öz sinemanın ruhuna sadık filmlerden Rumba… Konuşma da bir o kadar asgari… Konuşma asgari deyince gözünüz korkmasın… Rumba öyle tepeden bakan, kibirli filmlerden değil… Çok eğlenceli…

Bu arada Zeki Müren ne güzel söylüyordu değil mi:

Bir su gibi süzül ak, baygın baygın yan yan bak, her gün ayrı canlar yak
Kalplere vur bir zımba, rumba da rumba rumba…

Al bir salon gelini, koy kalbine elini, sevdim tatlı dilini
Kalplere vur bir zımba, rumba da rumba rumba…

Al bir istanbul kızı, yanakları kırmızı, sandım sabah yıldızı,
Kalplere vur bir zımba, rumba da rumba rumba…

(20 Nisan 2009)

Gizem Ertürk

Yalnız ve Kimsesiz Hanna

Okuyucu (The Reader)
Yönetmen: Stephen Daldry
Eser: Bernhard Schlink
Senaryo: David Hare
Müzik: Nico Muhly
Görüntü: Roger Deakins-Chris Menges
Oyuncular: Kate Winslet (Hanna Schmitz), Ralph Fiennes (Michael Berg), David Kross (Genç Michael Berg)
Yapım: Weinstein Company-Mirage (2008)

İngiliz oyuncu Kate Winslet, ‘Okuyucu’yla ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar kazandı. Tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Stephen Daldry, bu etkileyici filminde Hanna’nın ruhunu ve yalnızlığını anlamaya çabalıyor.

Yahudi soykırımı üzerine “The Reader-Okuyucu”, 1995 yılında Berlin’de açılıyor. Avukat Michael Berg, pencereden bir tramvayın geçişini hüzünle seyrederken, 1958 yılını düşünüyor. Berlin’de, onunla, on beş yaşındakayken tanıştığı ilk aşkı Hanna Schmitz’i hatırlıyor. Michael, yağmurlu okul çıkışında hastalanır ve Hanna ona yardımcı olur. Birkaç ay sonra Hanna’ya teşekküre giden Michael, hayatının ilk aşkını ve cinsel ilişkisini annesi yaşındaki Hanna’yla yaşar. Hanna, tramvayda biletçi olarak çalışıyor ve gizemli. Michael ona sürekli kitap okur, sevişmelerinden arta kalan zamanlarda. Sonra birdenbire ortadan kaybolur Hanna. Yıllar geçip gider. 1966 yılında Michael, hukuk öğrenimi görüyor. O sırada Berlin’de Yahudi soykırımıyla ilgili mahkemeye gider birkaç öğrenci arkadaşı ve profesörüyle. Yargılananlar içinde, yıllar önceki ilk aşkı Hanna da vardır. Çoğu çocuk ve kadın, üçyüz Yahudi’nin ölümünden sorumlu tutuluyor Hanna. Ama, Hanna’nın o sırada kimsenin bilmediği bir sırrı da var. Okuma-yazma bilmiyor Hanna. İşte bu yüzden mahkemedeki diğer sanık kadınlar bütün suçu okuma-yazma bilmeyen Hanna’nın üzerine atıyorlar. Cahil Hanna, aslında birçok şeyin de farkında değil, eskiden olduğu gibi şimdi de. Hanna, insanların okuma-yazma bilmediğini anlamasından korkuyor ve çok utanıyor. Yine yıllar geçer. Michael, hapisteki Hanna’ya okuduğu romanların kasetlerini yolluyor. Michael, evlenmiş ve boşanmış, şimdi bir genç kız olan bir kızı da var. Yirmi yıl sonra hapisten tahliye olan yaşlı Hanna, Michael’den sıcaklık alamayacağını anladığında trajedisini belirliyor hapisteki hücresinde.

Film, Alman yazar Bernhard Schlink’in “Der Vorleser” romanından uyarlandı. Filmin yapımcıları da iki önemli yönetmen. İkisi de bu filmin başarısını göremediler ve peş peşe öldüler 2008 yılında. Biri ünlü yönetmen Sydney Pollack, diğeriyse 1997 yılında “The English Patient-İngiliz Hasta” filmiyle Oscarlara boğulmuş yönetmen Anthony Minghella. Yönetmen filmini bu iki önemli yönetmene adamış. Filmi yöneten 1961 doğumlu tiyatro kökenli Stephen Daldry de 2000 yapımı “Billy Elliot” ve 2002 yapımı “The Hours-Saatler” filmleriyle anımsanıyor. Hanna Schimtz’i oynayan Kate Winslet de “Okuyucu”daki performansıyla bu yıl “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Filmin iki kameramanı var ve ikisi de birbirinden büyük. 1984 yapımı “The Killing Fields-Ölüm Tarlaları” ve 1986 yapımı “Mission-Görev” filmleriyle iki defa “En İyi Görüntü Yönetmeni” dallarında Oscarlar kazanan Chris Menges’le, Oscar’a “Okuyucu” da dahil tam sekiz dalda aday olan Roger Deakins. 1950’lerden 1990’lara kadar tüm dönemleri inandırıcı bir görsellik ve mekân kullanımlarıyla perdeye yansıtan “Okuyucu” filmi, soykırım sonrasındaki yılları anlatıyor. Hanna, hem savaşta hem de savaştan sonra hayatı yalnızlıklar içinde geçen bir kadın. Michael’le tanışana kadar da hiç dostu yok Hanna’nın. Evi ıssız. Cinselliğini de yaşayamadığı için belki de oğlu yaşındaki Michael’le yakınlık kuruyor Hanna. Onu ve yalnızlığı anlamak da gerekiyor. Ahlâkçı bir bakış hiçbir şeyi çözemiyor çünkü…

(15 Nisan 2009)

Ali Erden

Güneşi Gördüm

Mayınların arasında, doğuda bir sınır köyü…

25 yıldır bitmek bilmeyen bir savaşın faturasını ödeyen masum insanlar…

Güneşi tekrar görebilme umuduyla,

Topraklarından, evlerinden sürülüp,

Bir bilinmeze doğru yola çıkarılıyorlar…

İçeriği bir kenara bırakıp sadece biçim olarak bakacak olursam büyük zevk aldığımı söyleyebilirim Güneşi Gördüm’den… Hiçbir sahne, hiçbir plân boş geçmiyor… Çerçevede yer alan her şeyin bir anlamı var… Ve buna hayran olmamak elde değil… Bir örnek vermek gerekirse, oğlunun ölüm haberini aldıktan sonra elindeki balık kasasını fırlatan Ramo’nun (Mahsun Kırmızıgül) yere düşen balıklarla birlikte çırpınma sahnesi oldukça çarpıcıydı. Tabii Kırmızıgül’ün sahnedeki performansı tartışılır ama düşünce olarak çok güzeldi. Ve bunun gibi anlamlı ve birbirini tamamlayan daha birçok sahne bulmak mümkün Güneşi Gördüm’de…

Ama içerikten aynı hazzı almak zor… Çünkü fazlasıyla orta yollu bir film… Her tarafa eşit yaklaşacağım derken her yerden uzaklaşıyor… Ortada yıllardır süregelen bir kötülük var. Ama kötü yok. Herkesin iyi olduğu bir yerde tüm bu kötülüklerin hesabı kimden sorulacak? Sorunlar nasıl nihayete erecek?

Kuytuda, karanlıkta kanayan ne kadar yara varsa hepsine bir ışık tutuyor film… Ama cılız bir ışık bu… Güneş hiçbir tarafı ısıtamıyor… Merve Erol geçtiğimiz haftalarda Radikal Gazetesi’nin Cumartesi ekine Güneşi Gördüm filmi ile ilgili “Yıkılmadım Yukardayım” başlıklı çok güzel bir yazı yazmıştı, okumuş olduğunuzu ya da bir yerlerden bulup bir şekilde okumanızı nacizane tavsiye ederim. Bu arada yazı şöyle başlıyordu: Can Yücel ne güzel söylemiş: “İnsana ilişkin ne varsa kabûlüm. Şu hümanistler hariç”…

(15 Nisan 2009)

Gizem Ertürk

17 Nisan 2009 Haftası

“Ay Prensesi”, en büyük lanetin hırs olduğunu, çocuklara ve daha önemlisi büyüklere bir ana fikir olarak sunarken, abartısız bir büyülü dünyada abartısız bir serüvene davet ediyor: Oyuncuların birbirine en çok yakıştığı filmlerden biri.

“Devlet Oyunları”, gazetecilik mesleğinde bir haberi patlatırken özel ilişkilerin sınırının nasıl çizileceğine ve gerçeğe ulaşıldığının sanıldığı anda aslında gerçeğe uzak bir noktada da durulabildiği kuşkusunun korunması gerektiğine dikkat çeken senaryosunun başrolde olduğu, izlemesi zorlu bir TV uyarlaması: Film izlerken beyninin etkin olmasını sevenler için ideal.

“Kız Kardeşim”, yoksunluk ve yoksulluğun ne demek olduğunu iki küçük kardeşin ayrılmalarına giden kısa birliktelikleri boyunca yüreğinizi dağlayarak hikâye ediyor: Gerçek bir öykü tabii, hepimizin bizzat ya da çevresinden birilerinin yaşadığı.

“Pembe Panter 2”, uluslararası hırsızlık olayının düğümünü çözecek olan uluslararası ekibin başına getirilen Müfettiş Clouseau’dan ne tür bir kargaşa – yıkım bekliyorsanız aynen sunan, renkli ve capcanlı dedektiflik çılgınlığı!

(15 Nisan 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Clouseau Varsa Rahat Olun!..

Pembe Panter 2 (The Pink Panther 2)
Yönetmen: Harald Zwart
Yaratıcılar: Maurice Richlin-Blake Edwards
Senaryo: Scott Neustadter-Michael H. Weber-Steve Martin
Müzik: Christophe Beck
Görüntü: Denis Crossan
Oyuncular: Steve Martin (Clouseau), Jean Reno (Ponton), Emily Mortimer (Nicole), Andy Garcia (Vicenzo), Alfred Molina (Pepperidge), Yuki Matsuzaki (Kenji), Aishwarya Rai (Sonia), John Cleese (Başmüfettiş Dreyfus), Jeremy Irons (Avellaneda), Johnny Holliday (Milliken)
Yapım: MGM-Columbia (2009)

Klâsik ‘Pembe Panter’ filmlerini sevenler için Steve Martin’in Müfettiş Clouseau karakteri pek sevimli gelmeyebilir. Steve Martin, Peter Sellers’ın yerini tutamasa da yer yer kahkahalara boğuyor seyirciyi.

Blake Edwards ustanın Peter Sellers’la unutulmaz klâsiği “Pembe Panter” yeniden perdelere geldi Steve Martin’le. Yeniden çevrimlerin ilki 2006 yılındaydı. Devamında da Steve Martin yine Müfettiş Clouseau. Uluslararası soygunlarının ardından “Tornado” imzası bırakan bir soyguncu için Clouseau, “rüya takım”la çalışıyor bu sefer. Elbette düğümleri yine Müfettiş Clouseau çözüyor. Jacques Clouseau, Başmüfettiş Dreyfus’ün kendine verdiği “ceza”yı trafik polisi olarak ödüyor. Ama, uluslararası soygunlar öyle çoğalıyor ki, “Tornado”yu (Kasırga’yı) yakalamak için yine Müfettiş Clouseau’ya başvurmak zorunda kalıyor Başmüfettiş Dreyfus. Clouseau’nun adını duymak bile Dreyfus’ü çılgına çevirmeye yetiyor. Ama, görevi ona vermek için başka bir şey gelmiyor elinden. Bir araya gelen “rüya takım”da kimler yok ki… İtalyan, İngiliz ve Japon dedektiflerin yanında bir de gizemli Hintli güzel var. Hikâyede, Clouseau’nun bir türlü içini açamadığı aşkı Nicole de var. İtalyan Vicenzo, Nicole’ü görür görmez tutuluyor. Clouseau’nun kendisine ilgi duymadığını sanan Nicole de, Vicenzo’nun komplimanlarına kayıtsız kalmıyor işte. Elbette kazanan Clouseau’nun saf duyguları oluyor sonunda. Kendine “Tornado” diyen bir uluslararası soyguncu Londra’da Magda Carta eşyası çalar. “Tornado”, Roma’dan “Torino Kefeni”ni, Kyoto’da “İmparatorluk Kılıcı”nı ve sonunda da Paris’te Fransa’nın ulusal gururu “Pembe Panter” elmasını alır ve ardında da imzasını bırakır. Trafik cezalarını kesen müfettiş Clouseau, ekibin başına geçip tüm sakarlıklarıyla olayları tek tek çözüme ulaştıyor finalde ve seyirci de rahatlıyor böylece.

Tema müziği olarak Henry Mancini’nin “Pembe Panter” için bestelediği tema müziği de ön jenerikte ve filmin derinliğinde de duyuluyor. Belki de bu tema müziği, sinema tarihinin en akılda kalıcı müziklerinden biri. Henry Mancini, Ennio Morricone ve Nino Rota gibi sinemanın en unutulmaz bestecilerinden. İtalyan kökenli Enrico Nicola Mancini, 1924’te Ohio-Cleveland’da doğdu, 1994’te Kaliforniya-Los Angeles’ta öldü. Mancini, sadece “Pembe Panter” seri filmlerine beste yapmadı. Unutulmaz filmler arasında Blake Edwards’ın 1961’de “Breakfast at Tiffany’s-Tiffany’de Kahvaltı”sı, Stanley Donen’ın 1963’te “Charade-Saklambaç”ı, yine Blake Edwards’ın 1966’da “The Party-Tatlı Budala”sı bunlardan birkaçı. Blake Edwards-Peter Sellers ikilisi 1963’ten 1978’e kadar beş film çektiler. “The Pink Panther-Pembe Panter”le başlayan serüven, 1964’te “A Shot in the Dark-Karanlıkta Bir Çığlık”, 1975’te “The Return of the Pink Panther-Pembe Panter’in Dönüşü”, 1976’da “The Pink Panther Strikes Again-Pembe Panter Coşuyor” ve 1978’de “Revenge of the Pink Panther-Pembe Panter’in İntikamı” filmlerini çıkardı ortaya. Klâsik “Pembe Panter”lerde Peter Sellers’ı bilenler için Steve Martin biraz tuhaf geliyor. “The Pink Panther 2-Pembe Panter 2”de bazı sahnelerde gülmekten midenize kramp girebilir. Ama, yine de müşkülpesentler için eski “Pembe Panter”lerin yeri de dolmayabilir. Ama, bu “Pembe Panter”de de Blake Edwards’ın filmlerindeki “burlesk” denilen “savruklama” sahneler de yoğunlukta. Öncelikle tüm bir final bölümünde. Hâttâ Roma’daki restorandaki sahneler de öyle. Seyirciler gerçekten bazı sahnelerde midelerine kramp girmiş gibi kahkahalarla gülebiliyor “Pembe Panter 2” filminde. Bu yeni seride Ponton karakteri filme zenginlik katmış. Edwards’ın filmlerinde Cato karakteri aranmıyor. Elbette Nicole karakteri de iyi bir buluş. Çünkü Clouseau’nun aşka ihtiyacı vardı. Bir de Clouseau’ya kadınlar hakkında “incelikli bilgiler” veren Bayan Berenger karakterindeki Lily Tomlin de çok iyi. Clouseau’yla Nicole’ün Fransızca aksanıyla İngilizce konuşmaları çok eğlendiriciydi. Filmde, Jeremy Irons ve Fransız rockçı Johnny Holliday’in varlığı tam bir sürprizdi. Asıl adı Veslemøy Ruud Zwart olan 1965 doğumlu Hollandalı yönetmen Harald Zwart, daha çok 2001 yapımı “One Night at McCool’s-Onunla Bir Gece” filmiyle hatırlanıyor.

(15 Nisan 2009)

Ali Erden

10 Nisan 2009 Haftası

“Canavarlar Yaratıklara Karşı”, bizlere korkutucu gelen ‘şeyler’in -bazen- kurtuluşumuz olduğuna dair bir ana fikre, kesinlikle IMAX – 3D teknolojisinde nüfuz edilmesi gereken; baş döndürücü yüksek tekniğe ve yoğun eğlendirme özelliğine sahip animasyon.

“Kanun Benim”, klâsik ‘western’in ana kurallarını sorunsuzca yineleyen ‘Retro lezzet’: Vahşi erkek dünyasından karakterlerinin ‘inceliklerle örülmüş duygusallıkları’ ise, kader arkadaşlığı, sadakat, fedakârlık gibi kavramların içini tam olarak dolduruyor ki, izlemeniz için de asıl neden bu noktada.

“Kehanet”, evrenden baktığınızda ‘hiçbir şey’ ancak ‘birbirini yemek’ten vazgeçtiğinde -belki de- ‘çok şey’ olan insanoğlunun sonuna dair radikal bir senaryoyu ‘öngören’, sinemanın yeni zirvesi: Çarpılacak ve izledikten sonra kendinizi her anlamda gözden geçireceksiniz!

“Okuyucu”, savaşı doğuran o büyük ekonomik sistemin herkesi kurban yaptığı gerçeğini hiç göz ardı etmeden, genç erkekle annesi yaşındaki kadının 1950 sonlarındaki Almanya’da geçirdikleri bir yaz boyunca yaşadıklarında, insan denilen varlığın en saf hallerini sunuyor: O kadar güçlü bir sinema ki, bir olasılık, bu yıl daha iyisini izleyemeyebiliriz.

“Pazar: Bir Ticaret Masalı”, ‘küçük üçkâğıtçılıkların hayatın gerçeklerine çarparak yarardan çok zarar getirebileceği’ gibisinden meselini Doğu Anadolulu ‘küçük’ ve sevimli karakterinin üzerinden söylemeye çalışsa da, anlamsız, genel olarak sevimsiz, tatsız bir film. Hikâye çizgisindeki bağlantılar -kendi mantığı içinde- o denli inandırıcılıktan yoksun ve sinema olarak da o kadar özelliksiz ki, Antalya’da en iyi film ve senaryo ödülünü alması, inanın, bu beyhude çalışmadan daha ilginç!

“Yabancı”, içinde çok ölümcül bir yaratık taşıyan uzay gemisinin Viking topraklarına düşmesi gibi bir açılışla, fantastik serüven sinemasını tarihi drama ile birleştiren bir zor yapı kurup soluksuz izlettiriyor: Sinema yönetmenliğinin çok kapsamlı bir meydan okuma olduğunu bir defa daha ispatlayan yapımlardan… Öneriyorum!

(08 Nisan 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Farklı Afişler / Farklı İsimler

Sinema bir halk sanatıdır, televizyon, video, CD’ler ve devamlarının olmadığı günlerde, karanlık sinema salonlarında filmler topluca izlenirdi. Salonlar şimdi var, tarih boyunca bu salonlar, önceleri gösterim düzeyinden farklılar gösterdi, siyah/beyaz – sessiz filmler önce seslendi, renklendi ve perdeleri boyutları bakımından farklı farklı değişimlere uğradı. Salonlar oldukça büyüktü, önce büyük salonlar pasta keser gibi bölünerek otobüs biçimi sinemalara bölündü, sonraları “yeni” yapılan sinemalar salon olarak değil salonlar olarak yapılmaya başladı. Tüm bunlar seyirci için. Peki seyirci ne bekler sinema, filmden. Oyuncusunu görmek ister, sinemanın gelir kaynağını oluşturan seyirci. Eskiden geniş kitleler için sadece oyuncuları vardı filmlerin, sinemayı yapanlar önemsizdi, tanınmazdı. Tanınan perdede güzel / yakışıklı , iyi / kötü, kahraman / hain olarak tanınırlar, hep de öyle kalmaları istenirdi ve bu oyuncuların fotoğrafları şu veya bu şekilde elde edilir, ceplerde taşınır, özel yerlere asılır, gerekirse onlarla konuşulurdu. Sinemada oyuncu… ve oyuncuların isimleri, bazılarına ünvanlar yakıştırılsa da (“kral”, “sultan” v.s…) isimler unutulmaz. Fakat afiş ve jeneriklerde görülen bu isimler çoğu zaman, o oyuncunun gerçek ismi olmazdı. Gerçek isimler özellikle afişte albenisi olacak şekilde olmalı idi, bunun için yapımcı, oyuncunun kendisi, (varsa) menejeri oyuncuya yakışacak isimler bulurlar.

Oyuncuların gerçek isimlerinin farklı olduğuna dair yazılar magazin basınının zaman zaman ön plâna çıkardığı konulardır, ilginç örneklerde bulunabilir ama oyuncunun zaman zaman, içinde veya aynı anda aynı afiş ve jenerikte farklı isimler kullanma hali başka sinemalarda da var mı bilmiyorum. Nasıl derseniz ilginç bir örnek olarak Hüseyin Peyda’yı vermek mümkündür. Önce Söyleyin Anama Ağlamasın (Peyda – 1950) peşinden Mezarımı Taştan Oyun (Peyda – 1951) ile ilginç bir çıkış yapan ve belirli bir süre özellikle Güney Doğu Anadoluda fırtınalar estiren, “doğulu kostümleri” ile (biraz da Rudolf Valentino’ya – The Sheik / 1921 özenmeli) tipin sahibi olarak, kostümlerine bağlı olarak yaptığı filmlerinde oyuncu olarak Hüseyin Peyda adını kullanırken, yönetmen olarak Hüseyin Örmen, yapımcı olarak Hüseyin Kazasgil isimlerini aynı afişte kullanmıştır. Aynı afişte (Dar Sokaklar – 1958) görülen bu örneğe karşı, zaman içinde değişikliğe bir örnek olarak da, Suna Pekuysal’ı gösterebiliriz, 1952’de oynadığı ilk filmi Can Yoldaşı (Talat Artemel) Suna Bulaner adı ile jeneriklere girer, bu annesinin evlilik öncesi soyadıdır, sonraki filmlerinde uzun yıllar Pekuysal soyadı ile seyirci karşısına çıkacaktır.

Annesi Hadiye Bulaner ise 50’li yıllarda sinemada ve tiyatroda çalışmış bir oyuncudur. 1954 yapımı İstiklâl Harbi (Ruhların Mucizesi) (Hayri Esen) filminde her ne kadar kaynak kitaplarda oyuncular arasında Ferda Ferdağ’ın adı da veriliyorsa da, ilk filmi de olan bu filmde Ferda Ferdağ, afişlerde (ve jenerikte) Ferda Dumrul adı ile yer almıştır, ki bu gerçek adıdır. Daha sonraki yıllarda afişlerde Ferda Ferdağ adı ile yer alacak ve bu uzun bir süre devam edecektir. Kardeşi ise ilk filminden itibaren Sevda Ferdağ adı ile afişlerdeki yerini alacaktır. Tiyatro oyuncusu da olan Gülistan Güzey oyunculuk faaliyetinin devam ettiği yıllarda gazeteci-yazar Ümit Deniz ile yaptığı evlilik nedeni ile bir ara Gülistan Deniz adını kullandı ise de, boşanmasından sonra yine Güzey soyadını kullanmış, diğer evlilikleri sırasında eşlerinin soyadını kullanmamıştır. Güzey için farklı bir daha durum vardır, 1982 yapımı Gazap Rüzgârı (Orhan Aksoy) filminin afişlerinde, jeneriğinde ve kaynak metinlerde oyuncu olarak gösterilmesine rağmen, Güzey bu filmde oynamamıştır, oynayabileceği rolde oynayan oyuncu Şeref Çokşeker’in adı ise, afiş, jenerik ve kaynak metinlerde yer almaz.

Bir kısım kadın oyuncuların yaptıkları evlilikler nedeni ile farklı soyadları kullandıkları olmuştur ve bu durum afiş ve jeneriklere de yansımıştır. Muallâ Fırat yaptığı evlilikler nedeni ile bazı filmlerde Kavur, bazılarında ise Fosforoğlu soyadını kullanmıştır. Ablası Belkıs Fırat ise aynı nedenlerle Dilligil soyadını, Nezahat Tanyeli ise -yine- Dilligil soyadını kullanmıştır. Muallâ Fırat, Renan Fosforoğlu ile evliliğinde, Belkıs Fırat ve Nezahat Tanyeli de Avni Dilligil ile evliliklerinde eşlerinin soyadlarını kullanmışlardır. Şehir Tiyatroları oyuncusu, sinema oyuncusu ve de senaryo yazarı Perihan Çakıl da evlilik nedeni ile Tedü soyadını kullanmıştır. (Süavi Tedü) Uzun oyunculuk döneminin başlangıçında yapımcılıkta yapan Handan Adalı, yaptığı evliliklerden biri nedeni ile kendisi gibi oyuncu olan eşi Vedat Karaokçu nedeni ile adını afişlerde Handan Karaokçu olarak yazmıştır. İlginç bir örnek olarak karşımıza çıkan bir olay da şudur: Radyolarda söyledikleri türkülerle ünlenen Coşkun Kardeşler adını kullanan kardeşler Mukaddes Coşkun ve Münevver Coşkun’dan, küçük olan Münevver Coşkun filmlerde (Çakırcalı Mehmet Efe – 1950 / Faruk Kenç) oyunculuk yaparak sinemaya geçmiş ve bir süre bu çalışmalarını sürdürmüştür, sinemada sonraki yıllarında adı Mine olarak değiştirilerek Mine Coşkun (Ayşe’nin Çilesi – 1955 / Memduh Ün) olmuştur.

Daha günümüze yaklaşırsak, evlilik nedeni ile soyadı Mansur olmadan önce oynadığı filmlerde (Örnek: Bekle Dedim Gölgeye – 1990 / Atıf Yılmaz) Yurdatapan soyadını kullanan Lale Mansur’u; aynı nedenle bir süre Yücel olan Derya Alabora’yı ve ilk filmi Gece Yolculuğu (Ömer Kavur – 1987)’nda Çamlıbel soyadını kullanan Nurseli İdiz’i sayabiliriz.

Evlilik nedeni ile görülen bu değişiklerin dışında farklı nedenlerle isim değişikleri devam eder. Gülşen Bubikoğlu, ilk filmi Bitirimler Sosyetede (Zeki Ökten – 1973) filminde afişlerde Gülşen Gülşah adı ile yer alır ama bir filmlik bir olay olarak kalır. Aynı şekilde Melike Demirağ, Arkadaş’tan (Yılmaz Güney – 1974) önce 1971 yılında oynadığı, babası Turgut Demirağ’ın yönettiği Üç Kızgın Cengaver filminde annesinin soyadı Çamay ile Melike Çamay adı ile afişlere çıkacaktır. İngiliz asıllı olan ve Kayhan Yıldızoğlu ile yaptığı evlilik nedeni ile değişen soyadı ile Sonia Yıldızoğlu olarak filmlerde (afiş/jenerik – Güneşli Bataklık – 1977 / Süreyya Duru) yer alan oyuncu sonradan bu kez soyadını değil adını değiştirerek Suna Yıldızoğlu olarak çalışmalarına devam edecektir.

Sinemaya ufak rollerle başlayan bir kısım oyuncular başlangıçta, farklı adlar kullandıktan sonra adlarını değiştirerek afişlerde yer alırlar, bunun ilginç örneklerinden biri Yaprak adının kullanılmasında olur, bu adı sonradan Banu Alkan adını alacak olan oyuncu ile Tülin Tan adını alacak oyuncu kullanmıştır. Tülin Tan pek fazla ön plâna çıkmadan bir kısım filmlerde oynamıştır, Banu Alkan ise 1976 da Taksi Şoförü (Şerif Gören) filmi ile “adını” kullanmaya başlamış hem de başrole transfer olmuştur Afişlerde / jeneriklerde rastlayacağınız Elif Ozangil ile Anuşka isimleri aynı oyuncunun adlarıdır.

Ses Dergisi’nin yarışması sonucu sinemaya giren ve jön-dame’ın arkadaşı rolleri ile belirli bir dönem filmlerde Sevil Candan adı ile yer alan oyuncu sonradan sinemaya ara vererek tiyatro çalışmalarından sonra evlenerek gerçek adı Candan’a eşinin (Başar Sabuncu) adını ekleyere Candan Sabuncu adı ile sinemaya dönüş yapmıştır. (Gerçek “kızlık” adı Candan Keresteci).

Ad değişikliklerinde ilginç örneklere rastlanır, oyuncu Yılmaz Zafer’in adı oynadığı Kahreden Gençlik (Orhan Elmas – 1985) filminin afişlerine Zafer Yılmaz olarak yazılmıştır. (Benzer bir durum Tuncel Kurtiz’in de başına gelir. Şeytanın Uşakları (İlhan Engin – 1964) filminde afişlere soyadı Kurtiş olarak yazılır.)

Oyuncu olarak Atilla Dinçer adını kullanan ve ağabeyi Hicri Akbaşlı’nın filmlerinde oynayan ama sıra senaryo yazmaya ve yönetmenlik yapmaya gelince (gerçek adı) Veli Akbaşlı’yı kullanması örneği de değişik bir uygulamadır. Bunun gibi Memduh Ün benzer bir uygulamayı yapmak zorunda kalır. Sinema oyunculuğuna ikna edilip, başladığı zaman memur olduğu için gerçek adını kullanamayıp Turhan Ün adını kullanan sanatçı, sonradan sinemada yer alınca oyuncu olarak da gerçek adı Memduh Ün adını kullanacak, yönetmenliğe geçtikten sonra da ismini sürdürecektir. Ama 1975 yılında yönetmen olarak çektiği Kadınım filminde Turhan Ün adını yazacaktır, afişlere.

Sinemamızın ilk renkli filmlerinden Ahretten Gelen Adam, (1954) yapımcısı da olan Turgut Demirağ tarafından yönetilir fakat jenerikte yönetmen olarak Ömer Turra adı vardır. (Ömer, Turgut Demirağ’ın -eskilerin deyimi ile, göbek adı imiş- Turra ise babaannesinin küçük iken kendisine takıp, çağırdığı ismi imiş) Yıllar sonra yapılan bu filmde Demirağ kendisine bu adı uygun görmüş. Sözü yönetmenlere getirdiysek, devam etme olasılığımız fazla; Nişan Hançer olarak bilinen yönetmenimiz bazı filmlerde (Zagor Kara Bela > Zagor Kara Korsanın Hazinesi – 1971) soyadını Hançeryan olarak kullanır. Yapımcı / yönetmen Ömer Aykut Köprüaltı Çocukları (ve Ana Kalbi) 1953 yapımı filminde Nuri Ünal adını kullanır ama Fikret Hakan’ın da ilk filmi olan filmin yönetmeni kaynaklarda her nedense Renan Fosforoğlu olarak yer alır. Yavuz Figenli de bazı filmlerde soyadını Özfigen olarak kullanmış, Suat Yusuf da soyadı değişikliği ile ismini Suat Sonay şekline çevirmiştir. Müjdat Saylav ticari bir takım nedenlerle adını Ertunç’a çevirince Ertunç Saylav olmuş; T. Fikret Uçak da bir filmi (Zampara – 1975) Tevfik Çobanoğlu adı ile çekmiştir. İsmet Soydan ise yapımcısı da olduğu ve yönettiği Hesabı Görelim (1971) filmini Cevat Sezer (ki asistanıdır) adı ile afişe etmiştir. Oyuncu olarak filmlerde Nisan Yönder adı ile yer alan sinemacımız, sonradan yönetmenliğe geçisinde (evlilik nedeni ile) Akman soyadını kullanır. Eski yıllardan gelen bir oyuncu olan Kayahan Arıkan melodram tarzındaki filmlerden sonra fantastik filmlere kayınca adını önce Tancan Akın’a (Yedi Kişi Ölecek – 1972) sonra Tanzer Akın’a çevirir. Filmlerin figüran oyuncularından Ahmet Sert, yönettiği iki western (İntikam Hırsı -1963 – Belalılar Şehri – 1972) filminde aslında takma olan bu adını kullandıktan sonra, çöllerde (Çöl Cenneti – 1983) geçen diğer filminde gerçek adı Ahmet Sahatlar’ı öne çıkarır.

Yönetmen olarak Mehdi Özgürel adı ile filmler yaparken, oyuncu olarak kimi zaman da yönettiği filmlerde Metin Zıt adı ile oynayan ve Osman Zıt ile Zıt Kardeşler diye bir “ikili” oluşturan grubun ikinci kişisini afişlerde (ve jeneriklerde) Osman Altınay olarak görmemiz de mümküdür.

Ahmet Turgutlu veya Ahmet Kostarika hatta Kostarika Ahmet adlarına afişlerde rastlamamız mümkündür. Bunun gibi Celal Yonat adına nadiren rastlanırsa da bir çok afiş ve jenerikte görülen Arap Celal çok daha tanıdıktır. Timucin Caymaz kimi zaman Timucin Sim olur, Selahattin İçsel de Selahi İçsel. Çetin Başaran’a daha çok Tarzan Çetin olarak rastlarız. Afişlerde önce Birtane De Santo sonra Birtane Altınel olarak görülen oyuncu sonradan Birtane Güngör olur. Misafir oyuncu olarak yer aldığı filmlerde jeneriklerde Ezel Akay adını kullanan yönetmen, filmlerinde “anlatan (yöneten) Ezop” adını tercih eder. Sonradan müzik ortamına geçen Esmeray, sinemada olduğu ilk günlerde Esmeray Saltık adını kullanmıştır.

Kartal Tibet’in çekmesi gerekirken rahatsızlığı nedeni ile çekememesi üzerine Ahmet Sezerel ile Muzaffer Hiçdurmaz’ın çektiği Kılıbık (1983) isimli filmin afişlerinde yönetmen adı bulunmaz. (Sadece filmin adı ve oyuncusu Kemal Sunal’ın adı yer alır.) Jenerikte ise Uğur İnan diye bir isim vardır.

Çeşitli nedenlerle oyuncuların zaman içinde veya yönetmenlik – oyunculuk değişikliği içinde farklı isimler kullanmalarına çeşitli örnekler verdik. Bizim ulaşabildiklerimiz bunlar. Bunlardan başka yoktur demiyoruz, bu şekilde topluca yer aldıkları başka çalışma ben bilmiyorum. Çoğu eski zamanlardaki bu değişimler şimdiki sinema seyircisine bir şey ifade etmeyebilir ama sinemanın bir “anlık tüketim malzemesi” olmadığı düşüncesindeyim.

Bitirmeden önce, bir isim değişikliği değilde bir isim karıştırılmasından söz etmek istiyorum. Ahu Tuğba, sinemada ufak rollerle başlayıp kısa sürede popüler olmuş, başrollere çıkmış bir oyuncudur ve gözde olduğu günlerde bir hayli filmde oynamıştır. Benzer isimli bir başka oyuncu Ahu Tuğbay ise çok az sayıda filmde oynamış, Yılmaz Güney’in Arkadaş filmindeki rolü ile de tanınmıştır. Ahu Tuğba ile bir harf farkı olan Ahu Tuğbay -özellikle- Arkadaş filmi nedeni ile birbirine karıştırılmaktadır. Arkadaş’ın TV gösterimleri sırasında basında oyuncular arasında Tuğbay yerine Tuğba adı yanlış olarak yer almaktadır. Dilenen odur ki, film künyeleri içinde böyle yanlışlıklar yer almasın, hele kaybolmuş filmler için.

(04 Nisan 2009)

Orhan Ünser

Hayat Var

Hayat, arasıra geldiği annesinin evinde, annesinin üvey kardeşini salıncağından alması üzerine, sakin sakin salıncağa oturur ve -salıncakta bulduğu- emziği de ağzına alır… (Bana göre) filmin en güzel -kilit- sahnesi. Reha Erdem yine, önceden tantanalı tanıtımlar yapmadan, sessiz sedasız, dar kadrolu filmlerden biri ile karşımızda.Yaşamdan bir kesit, Hayat üzerine -nerede ise- bir belgesel çalışma. Bu Hayat, tüm Yeşilçam döneminde çileli hayatı anlatılan tüm masum “genç” kızlarımızdan farklı biri; onlar ki ya daha çocukluk günleri yaşar veya genç kızlıklarını tüm yoksulluklarına rağmen derin hülyalar ve aşklar içinde yaşarlar. Hayat ise ergenliğin sınırında, suyun kenarında yoksul bir kulübede yaşamı tüm sertliği ile yaşarken, televizyonda Yeşilçam dönemi filmleri seyreder, -salıncakta ki üvey kardeşinden mi görmüştür- baş parmağını emerek, hiç bir şey yapmaz, okula gidip gelmek, evde yapmak durumunda kaldığı kimi işleri yapmak, yatalak dedesine oksijen tüpü taşımaktan başka. Peşinde koştuğu hülyaları yok mudur? O yaştaki bir “genç” kızın mutlaka hülyaları vardır, ama çoğunlukla dile getirmez, filmin anlattığı süreçte bastırdığı hülyalarını. Şifresini dedesinden aldığı “İstanbullu olmamak”ı, yüzünü sarı-laciverte boyamış çocuğa sorar: “Sen İstanbullu musun?”. Aldığı “Hayır” cevabı yüzünü güldürecek ve o güne kadar sadece arka bahçelerindeki hindiyi tekmeleyerek ifade ettiği öfkesini, başka bir kanala taşıyarak, yaşama bayrak açıp, motorla, çılgınca, sonu belirsiz bir yolculuğa -aslında yaptıkları yolculuk da değildir- çıkacaktır. Bu baş kaldırı, motorda buldukları, yanlarından geçen devasa tankerlere fırlattıkları coca-cola ve benzeri kutuların gemilere verdiği zarar kadar mı, sonuç doğuracaktır?

Reha Erdem’in yazıp, yönettiği ve de kurgusunu yaptığı, Hayat Var aşama aşama oluşturulmuş bir film. Birçok filmde yönetmenler aynı zamanda filmlerinin senaryosunu da yazmışlardır. Senaryo, filmin (yönetimin) ön koşulu olma özelliği ile sinema için yazılan bir metindir. Senaryo yazımı tekniği ile ilgili çeşitli kitaplara -şimdilerde – bolca rastlanıyor, bunlar hep, senaryo yazımı için çeşitli reçeteler verirler, yukarıda belirttiğimiz bir çok yönetmen -bu reçetelere uysun veya uymasın- yazdıkları senaryolarda yapacakları filme hazırlık olacak metinler olacaktır. Erdem, yazdığı senaryolarla, çekeceği filme malzeme hazırlarken filmlerinin yaratıcı özelliklerine de imkân verecek senaryolar yazıyor. Hayat Var da çoğu deniz üzerinde geçen sahnelerin senaryoda nasıl yazıldığını bir tasarlayın bakalım. Bunlar bir iki kelime ile yazılırken Erdem’in sinemasında keyifli açılımlara ulaşıyor. Gemiden -ücreti az verilerek- atılan fahişe ile ilgili sahne senaryoda da öyle yazılır ama Hayat’ın evlerinin çevresinde yeşiller arasında -uzun uzun- yürümesi nasıl yazılır. Kısacası, dramatik bir olay anlatmadan bir görüntü diline ulaşmak ve bunu keyifli bir hale getirmek sinemanın görsel üstünlüğünü sağlar ve bunları senaryo da yazamazsınız. Erdem’in bu beşinci filminde, meramını -salt- dramatik olay örgüsüne indirgemeden anlatırken, yine de anlatısının gerektirdiği ritmi yakalıyor. Yaşamdan kimi anları çıkarıp atıyor, yaşamın kullandığı kimi anlarında ise, kahramanları ya hiç bir şey yapmıyorlar -hiç bir şey yapmayarak da, yaşamlarının bir bölümünü yaşıyorlar- ya da yaşamlarının en dramatik anlarını yaşıyorlar: buluğa eriyorlar, tecavüze uğruyorlar, (belki) can çekişen dedelerinin yüzüne kapıları kilitliyorlar, (o yaşta nedendir bilinmez) parmaklarını emiyorlar…

Ağırlıklı olarak Hayat’ın, kısmen de adı balıkçı olmasına rağmen deniz üstünde başka şeylerden para kazanan babasının, hiç bir şey beğenmeyen, küfreden, solunum zorluğu çeken dedesinin monoton yaşamlarına odaklı filmde, kocasını terk eden anne, yüzü boyalı delikanlı, bakkal (şimdilerde marketçi mi demeli), öğretmen (ler), komşu kadın, gece gündüz kapıya dayanıp Hayat’ın babasını arayan (abi), üvey baba da bu monotonlukta yaşamın farklı tonlarını oluşturuyorlar ve yaşamın zaman zaman ortaya çıkardığı bir fırsatı (!?) değerlendiren Hayat, sonu belirsiz bir yolcuğa çıkıyor. Bu fırsatı ele geçiremeyenlerde vardır hayatta. Yahut, hayatın ezdiği bir başka -adı Hayat olmaz da Emine olur- Emine’nin çamaşır yıkarken sesini duyan gazinocular kralının (!?!) altı ayda şöhret -ve de zengin- yaptığı fakat mutlu edemediği, eski günlere özlem duyan kişilerin öykülerinin anlatıldığı metrelerce filmimizdeki Hayat’lar değil artık sinemamızın Hayat’ları. Hayat’lar değişiyor; değişmesi de gerekiyor.

Reha Erdem de A Ay’dan başlayarak, Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne, Beş Vakit ile değişiklik içeren anlatılarında yaratıcı sinemacılığına yeni bir halka daha ekliyor.

(04 Nisan 2009)

Orhan Ünser

03 Nisan 2009 Haftası

“Hızlı ve Öfkeli 4”ün daha iyisi -çok süratli kara taşıtı kapışmalarının, korkulu polis oyunlarının ve elektronik müziğin yüksek adrenalin salgılanmasına yol açan etkilerini duyumsamak isteyenler için- bu sezon yok: Yeniden bir araya gelen ilk kadro, öfke patlamasında da bomba gibi.

“Kıymık”, 50’lerin ‘B’ sınıfı filmlerinde kasaba halkına musallat olan tanımlanamayan maddelere benzer bir yaratık – hayvanın dar bir mekâna sıkıştırdığı dört karakteriyle duygudaşlık kurabildiğiniz ölçüde etki alanına girebildiğiniz, küçük ve becerikli korku: Uyaralım; küçük bir bıçakla kol kesmenin zorluğuna dair sekanslarda kötü hissedebilirsiniz!

“Marley & Ben”, hangi sınıf, renk, din, gelir vs. özelliklere sahip olursanız olun size sadakat ve sevgi veren, karşılığında ise sadece sevginizi isteyen bir köpekle ‘ölüm sizi ayırana kadar’ dost kalmanın, tekâmül yolunda nasıl bir deneyim olduğunu, bundan daha sağlam anlatamazdı sanırım.

Filmdeki çiftimiz, evlenir, yavru Marley’e sahip olur, üç evlât dünyaya getirir ve iyi – kötü binlerce gün geçirir; sonra… Yıllar sonrası, final, benim gibi aynısını yaşamış olanlar için çok acıdır. Çünkü belki de hayatınızda hiç kimseden görmediğiniz, göremeyeceğiniz, tamamen karşılıksız sevginin kaynağı o güzel yaratık artık veda etmek üzeredir…

Bir ailenin yıllarını incelikli bir film grameriyle anlatan film, bu sürede Marley’i sizin de benimsemenizi sağlıyor. Onsuzluk çok zor geliyor; bayağı koyuyor… Köpeklerini modası geçen bir eşya gibi sokağa bırakıp kaçan gaddarlar izlerlerse vicdan azabı ile tanışırlar mı acaba?

“Son Oyun”, kimsenin ölmediği ‘hafif’ suç filmlerinden; tabii ki hırsızlığı sürprizli, erkek oyuncularından biri (Banderas!) sempatik ve Radha’nın iç çamaşırlı hali de iç gıcıklayıcı: Becerikli kadın yönetmenimizin formülünü anladınız değil mi?

“Vahşet Partisi”, uzak çiftlik evinde parti yapan bir grup gencin tek tek öldürüldüğü ‘slash’ filmler gibi başlayıp, ilerledikçe, hem eleştirel sosyolojik göndermeler ve hem de ruhbilimin bile içinden çıkamadığı yeniçağ gençlerinin ‘korkunçluğuna’ dair ayrıntılarla karşılaşacağınız enteresan film: Açık arazide tedirginlik duygusunu zirveye çıkaran görüntü çalışması müthiş!

(01 Nisan 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

27 Mart 2009 Haftası

“Ölümcül İçgüdü”, Avrupa’nın en acımasız gangsterinin öyküsü aracılığıyla insan denilen varlığın şiddet yüklü kaotik özelliklerini inceleme fırsatı sunuyor: Sürükleyici stili içinde oyuncuların hepsi başarılı olsa da, içlerinden biri, Jacques Mesrine rolündeki Vincent Cassel sivriliyor.

“Oxford Cinayetleri”, gerçeğin kesin matematiksel doğrulardan değil, karmaşıklık, belirsizlik, muğlâklık, tesadüfler, şüphelerden geçerek oluştuğunu, cinayetlerinin arkasından semboller bırakan seri katili bulmaya çalışan profesör ve hayranı öğrenci aracılığıyla, izleyenin katılımını azami düzeye çıkartarak kanıtlamaya çalışıyor. Kesinlikle zor, zor olduğu ölçüde de seyri zevkli, dvd koleksiyonlarında da yer alması gerekli bir uyarlama.

“Kasabanın Yenisi”, sımsıcak bir kentten soğuk bir kasabaya düşen inatçı / kendini beğenmiş bir iş insanı da olsanız, birbirlerini farklılıklarıyla seven insanlar ve tabii bir de aşk karşısında eriyivereceğinizi söylüyor: Tam bir aile güldürüsü!

“Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi”ni izlemeniz için iki neden, tragedya ile flört eden eski çağlara ait hikâyesinin etkileyiciliği ve mimaride – giysilerde – yaratık tasarımlarında, bilinenin oldukça dışına çıkmış olması… Bir de, iki tür arasındaki kıran kırana savaş sahneleri var ki, karmaşık teknikler içermesi açısından ilgiye değer.

“Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi”nin yapım tasarımcısı Dan Hennah’ın görüşlerinden: “Film Gotik öncesi dönemde geçiyor. Ağırlıklı olarak Gürcistan mimarisi, Rusya sınırındaki taş mimari ve Bizans-Türk mimarisi etkileri hâkimdi… Büyük ölçüde bir yeraltı ortamı söz konusu… Bunun altında yatan düşünce vampirlerin kayalara oyulmuş eski bir kale ya da manastırı ele geçirip kendi kullanımlara uygun hâle getirdiğiydi…”
“Hayat Var”da bir kız… 14 yaşında. İstanbullu. Sevgi yoksunu, toplumca kabul gören tipte bir aile yoksunu, arkadaş yoksunu. Çevresindeki dünya, ‘erkek’, hoyrat, karanlık, gürültücü, kirli… Hem de her anlamda çok kirli. O cinselliğin karmaşık, kolay anlaşılmaz evrenine adım atar. O, her şeye rağmen hayatı keşfetmeye çalışır. Bir dere kenarında yaşar ama orası deryaya açılır. Orası, umudunun kanatlanarak rüzgârlara kavuşacağı denizdir. İstanbul’dur.

Bu film sinemamızda iki ilki sunmaktadır: Dünyanın büyük deniz kentlerinden birine gerçekten de sudan, muhteşem boğazdan yaklaşır ve resmeder. Ve de tabulara sahip bir ulusal sinemada, ergenlik çağının fiziksel-ruhsal değişimlerini yaşayan bir kızı, Hayat’ı, aç bakışların ortasında isyanını gizlemeyen bir İstanbul kızını adamakıllı tanıtır.

Reha Erdem yetkin bir sinemacıdır. Sineması zevk verir. Öyküsünü, tam da sinemaya yakışır biçimde, minimum söz kullanarak, görüntülerle ve ‘geniş ekran’da (2.35:1 görüntü oranında) anlatmıştır. İzlememek kayıptır.

(25 Mart 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

İnternet Medyasını Ciddiye Almayan “Demode Sinemacılar”

Benim kuşağıma mensup sinefillerin, “sinema kültürü”ne susamışlıklarını giderebilmek ve bu alandaki bilgi birikimlerini zenginleştirebilmek için, günlük gazetelerdeki film eleştirilerini okumak haricinde neredeyse tek bir seçenekleri vardı. O da -pek çoğu bir kaç sayı çıktıktan sonra kitlesel ilgisizlikten dolayı kapanan- aylık sinema dergilerini takip etmek…

1980’ler boyunca, hepsi de ticarî açıdan başarısızlığa uğrayan bir düzineye yakın dergi denemesine tanık olmuştuk. Ardından, 90’ların başlarında piyasaya çıkan “Sinema” ise öncüllerine göre daha yüksek biçim ve içerik kalitesiyle bu kısırdöngüyü kırmayı başararak “tuttu”.

“Sinema”nın 1994’den itibaren istikrarlı bir biçimde büyümesi ve 2000’lerin başlarında da tirajının 10 bin sınırına dayanmasının sırrı, Türkiye’de yerli film piyasasının yeniden doğuşuyla yakından ilişkiliydi elbette. Ortada, üzerinde konuşulmaya değer, cıvıl cıvıl bir sinema sektörü olunca, sinema dergiciliği de ister istemez canlanmıştı. Sonrasında ise bu dergiyi “Altyazı”, “Film+”, “Cinemascope” gibi diğer yerel örnekler ve aynı alandaki yabancı yayınların Türkçe edisyonları konumundaki “Empire” ve “Film Total” takip etti.

Sinema dergileri, birbirlerinin başarılarından cesaret alarak ardı ardına yayın hayatına atıldıkları son 10 yıllık süreçte, geçmişteki genel ilgisizlik psikolojisinin ardından şimdilerde ise bambaşka bir “rakip”le yüzleşiyorlar. O da hayatın diğer bütün cephelerinde olduğu gibi sinema alanında okurlara en hızlı ve kapsamlı bilgileri -üstelik de ücretsiz- sunan “internet ortamı”…

İnternetin amansız rekabetiyle karşı karşıya bulunan fizikî/basılı dergiler, Türk toplumunun gitgide gelişip zenginleşen sinema beğenisine paralel olarak, artık eskisi gibi 2-3 sayıda batma riskiyle karşı karşıya değiller. Hepsi olmasa bile önemli bir bölümü kendilerini döndürecek aylık tiraj ve reklâm gelirlerine ulaşabilmekte…

Ancak, bu fizikî dergilerle internetteki sanal rakipleri arasında, her yıl ikincisinin lehine gitgide derinleşen bir “tiraj” uçurumu var. Sinema dünyasındaki gelişmeleri istediği an elinin altında bulunacak “mürekkep kokulu” bir yayından takip etmek isteyen, bu anlamda geleneklerine bağlı, öte yandan toplam sayıları ise 20-30 bin kişiye ancak erişebilen çekirdek bir okur kitlesinin karşısında, internetin sağladığı hızlı, kolay erişilebilir ve sıklıkla güncellenen bilgi kaynaklarına çok daha yatkın olan yepyeni bir okur profili ortaya çıktı.

Bu taze müşteri kitlesi, belki her ayın başlarında “kâğıttan” bir sinema dergisi satın almıyor olabilir; ancak büyük bir bölümü sıklıkla sinemaya gidiyor, sinema gündemini dikkatle izliyor ve söz konusu alandaki bilgi birikimlerini geliştirebilmek için internetteki sinema sitelerini her gün hallaç pamuğu gibi atıyor.

Bunun sonucunda da internet ortamında özellikle son bir kaç yıl içinde ardı ardına pek çok sinema dergisi, portalı ve bloğu kuruldu. İlk aşamada grafik tasarım ve içerik olarak amatör bir görünüm sunan elektronik yayınlar, sonrasında ise daha özenli birer tasarıma ve alanında ehil kalemlere ev sahipliği yapmaya başladılar. Film eleştirmenliğini profesyonel bir meslek olarak benimsemiş popüler isimlerle, yakın gelecekte aynı alana girmeyi hedefleyen heveskâr gençlerin (baskılı dergilerde hiç görülmemiş bir demokrasi uygulamasıyla) yan yana yazdıkları, bu sayede de birbirleriyle pozitif bir etkileşim içine girdikleri birer “okul”a dönüştü sanal dünyadaki sinema siteleri…

Günümüzde internet ortamında içerik açısından öylesine zengin sinema siteleri var ki “Ben gerçek bir sinemaseverim” diyen birinin bunlara arada sırada da olsa göz atmadan kendini geliştirebilmesi çok zor… Aklıma hemen geliveren bir kaç örneği sıralamakta yarar var. On-line birer dergi formatında yayın yapan “Sinemalife” ve “Cinedergi” başta olmak üzere, “Sinema”, “Sinemalar”, “Sinematürk”, “Beyazperde”, “Sadibey”, “Sinema Sinemadır”, ülkemizde sinema üzerine güncel içerik sunan istikrarlı sitelerden yalnızca bir kaçı… Bunların yanında daha rafine bir sinemasever kitlesi için derin analizlere, sinema tarihi üzerine başka kaynaklarda kolay kolay bulunamayacak türden dosya araştırmalarına yer veren “Tersninja”, “En İyi 100 Film” ve “Öteki Sinema” gibi butik siteler var ki onları da âdeta birer dijital ansiklopedi olarak görmek olası… Öte yandan, muhafazakâr kesimdeki sinemaseverler de internetin bilgiyi paylaşmada sunduğu özgür ortama kayıtsız kalmadılar ve son yıllarda “Sinemüslim”, “İkinci Perde” gibi son derece stratejik öneme sahip bazı siteler ortaya çıktı.

Ülkemizde halihazırda en popüler baskılı sinema dergisinin tirajı 10 bini bile bulmazken, internette bu tirajı yalnızca bir tek günlük tıklamasında elde eden düzinelerce sinema sitesi var. Aynı kategorideki yayınların günlük ziyaretçi rakamları ABD, İngiltere, Hindistan ya da Japonya gibi internetin bizden çok daha yaygın olarak kullanıldığı ülkelerde yüz binlere ulaşmakta…

İnternet yayıncılığı bütün dünyada almış başını giderken, ülkemizde ise gerek film yapımcıları / dağıtıcıları, gerekse filmlerin üretim sürecinde aktif görev alan oyuncu, senarist ya da yönetmenler arasında bu karşı konulmaz teknolojik gelişmeyi “doğru okuyamayan” arkaik bir kitlenin varlığı göze çarpıyor.

Bunlar, basın gösterimleri ve galalarda internet yayıncılığını temsil eden yazar ve editörleri görmezden gelmekte inatla direnirken, kamera arkası ya da önündeki kimi sektör çalışanları da söz konusu yayınlardan gelen söyleşi taleplerine burun kıvırıyorlar. Hepsi değil elbette, ancak ciddi sayıdaki bir sinemacı kitlesi için “internet medyası” hâlâ önemsiz bir tanıtım mecraı kimliğinde…

Hoş, sektörün temsilcileri bu durumda da Sinema Yazarları Derneği’nin tutumu çok mu farklı sanki?

Türkiye’de aktif olarak sinema kültürü üreten, sinema sanatı üzerine yazıp çizen en az 300 dolayında editör-yazar bulunmaktayken, SİYAD’a göre ülkenin bu alandaki entelektüel potansiyeli topu topu 80 kişiden ibaret… Ki bu seçkinci tutumun mesleğimizi kısırlaştıran ve demokratik çok sesliliği boğan negatif etkisine geçmişteki pek çok yazımda da ısrarla değinmiştim.

Türkiye’de yerli film üretim şirketleri, yabancı filmlerin dağıtıcıları, yapımcılar, yönetmenler, senaristler, oyuncular, filmlerin tanıtım faaliyetlerini yürüten ajanslar ve muhtelif meslek örgütleri internet yayıncılığını basit, önemsiz ya da değersiz gördükleri sürece, beş temel ayaktan oluşan (gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar, internet ortamı) “sinema gazeteciliği”nin çok önemli bir ayağı hep eksik kalacaktır. Mantığa uygun hiç bir gerekçesi olmayan bu dışlayıcı tavır da sanal dergileri, portalları ve blogları gönüllü olarak kurup bin bir güçlük içinde belli bir popülariteye ulaştıran editörlere değil, iletişim çağının gereklerini yakalayamayan demode sinemacılarımıza zarar verecek.

Yönetmen Darren Aronofsky’nin, son filmi “Şampiyon”a ilişkin en kapsamlı röportajlarından birini Amerikan internet dergisi “AV Club”a verdiği, pek çok Batılı sinemacının bu tür portallarda yayımlanan haber ve söyleşilerini tanıtım adına nimet saydığı bir çağda, Türkiye’de daha elektronik posta adresi bulunmayan yönetmenler ve oyuncularla karşılaşmaktayız. Eh, henüz e-posta edinmede manzara böyle olunca, bu kişilerin ulusal/uluslararası ölçekteki hayranları ve sinema tarihi araştırmacıları için -bir kaç ayrı dilde- “resmî hayran sitesi” hazırlatma noktasındaki genel bilinç düzeyini ise hiç gündeme getirmiyorum bile…

Sevgili Türk sinemacıları; amacınız yapıtlarınızı ve mesajlarınızı çok daha geniş kitlelere ulaştırmak ise internet yayıncılığının gücünü yok sayarak, yalnızca kendi aranızda eğlenebileceğiniz bir oyun oynarsınız. Yol yakınken “dar alanda paslaşma”yı bırakıp bu yeni yayıncılık türüyle uzlaşmayı denemelisiniz.

Tabiî, bu uyarım Türk sinema medyasını yalnızca (tirajına ya da ratingine göre belirlenmiş) beş gazete, üç televizyon ve iki dergiden ibaret sayan, propaganda vizyonu açısından çağın gerisinde kalmış dağıtıcı şirketlerimize de! (Bu yazının aslı yenisafak.com.tr’de yayınlanmıştır.)

(22 Mart 2009)

Ali Murat Güven

alimuratg@yahoo.com

Sonbahar

Sonbahar filmini Ankara Film Festivali’nde seyrettim. Hem bir Artvin’li olarak, hem de Yusuf’un içerde yaşadıklarını yaşamış bir babanın kızı olarak film beni çok etkiledi.

2 yıldır Karadeniz’e gidemedim ve o sahneleri iç çekerek seyrettim. Hele ki son sahnede dalgaların yükselmesini asla unutamayacağım. Ve o Ağıt’ın acısını… Karadeniz’li olmayan, oraları görmeyenler ne demek istediğimi bilemeyeceklerdir. Ama Karadeniz’i bir kere bile görenler ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır eminim.

Yusuf’un hikâyesine gelince; onun çektiği acılar tarifsiz. Yaşanması ve katlanması güç. Zor günler geçiren birinin ”dışarı” dediğimiz yere uyum sağlaması zaman alıyor gerçekten de… Ama ne yazık ki onun uyum sağlamayı ve alışmayı bekleyecek zamanı yoktu. Ben ve benim gibi çocukluğu cezaevi önlerinde geçenler bu filmden çok etkilenmişlerdir eminim. Çünkü bizler o uyum sorununu babalarımızla birlikte yaşadık, geçirdik. Bizim hiç özel gün kutlamalarımız, bayramlarımız olmadı… Tüm özel günler bizim için ”baba” görme bayramıydı. Günümüzde insanlar özel günleri önemsemiyor ya da milli bayramları en azından. Ama bizim için çok önemliydi… Babamıza kavuşmamız içindi o günler..
Ben bu filmi çok beğendim ne derlerse desinler. Ve bu festivalde ödülü hakeden bir film olduğunu düşünüyorum. Oyuncu Onur Saylak bence o ikilemi çok güzel yansıtmış. Babamda yolda 20 adımdan fazla atamazdı çıktığında, kimseyle konuşmazdı, anlaşamazdı… Bu bir süreçti aslında Yusuf için ama Yusuf’un bu süreci yaşayıp normalleşecek kadar zamanı yoktu. Yusuf o çaresizliği, zamana karşı yapabileceği hiçbir şeyin olmayışını susarak ve bakarak bekledi…

Ben çocukluğumu tekrar hatırlatan başta yönetmen Özcan Alper’e, babamı hatırlatan Onur Saylak’a ve beni 2 yıldır görmediğim memleketime götüren tüm set ekibine çok teşekkür ediyorum. Yüreğinize sağlık… Sağolun…

(22 Mart 2009)

Deniz Can