Kategori arşivi: Yazılar

26 Şubat 2010 Haftası

“Cennetimden Bakarken”de, sade biçimde anlatılan seri katil hikâyesi polisiyenin ‘katı gerçekliğini’ ve bu cani marifetiyle ortadan kaybolan kızın tinsel yolcuğundaki duraktan tüm olanları görmesi de ‘olabilir gerçeği’ (şimdilik fantastik) ifade ediyor. Yani sert gerçekle olası gerçekliği örtüştüren olağanüstü bir yolculuk. Hüzün, nefret, umudun iç içe geçtiği, affetme ve sevginin ağır bastığı, yüreğinize ağır geldiği ölçüde pırıl pırıl güzelliğiyle ölümün bir başlangıç olduğuna inancınızı güçlendirecek, önemli bir deneyim.

“Eyyvah Eyvah”, iddiasız, tamı tamına bizden / ‘içimizden’ , vaat ettiği komediyi hakkıyla sunan bir neşe… Hiç görmediği ve öldü bildiği babasının İstanbul’da olduğunu öğrenir öğrenmez bu cengele onu aramaya gelen Çanakkaleli klarnetçi, ‘uyanık-saf’ delikanlıda Ata Demirer (senaryoyu da yazmış) ile eğitimsiz, ‘yüreği altın’, gece hayatının zorluklarına karşı abartılı duruş sergileyen, tipik cafcaflı şarkıcı Firuzan’ı oynayan Demet Akbağ, filmin iki kozu! Doğru kozlar tabii. Ritimde de aksaklık olmayınca, üzerinde fazlaca düşünmeyeceğiniz ve bol bol güleceğiniz; iri lâflar etmeye, aralara başka meseleleri sokuşturmaya çalışmadan seyircisine keyif veren bir film gerçekleştirilmiş (bazı kusurları hiç dert değil). Ve inanın, bir yığın ‘büyük’ ama içi kof filmden çok daha değerli… Çünkü bir şeyler ‘yedirmeye’, karşısındakini yönlendirmeye çalışmıyor, çünkü samimi. Yönetmen Hakan Algül başta, her emekçisine kocaman bir bravo (ben bu Firuzan’a bayıldım ya)!

“Nine” müzikali, düşlerle gerçeğin sınırının belirsizleştiği Fellini filmi “8 ½”un sonsuza dek açtığı alanda son sürüm. 1) Dokuzuncu filminde tamamen ‘tıkanan’ ve yaratım kapılarını yeniden açabilme gücüne kavuşmaya çalışırken yaşamına giren kadınlarla, geçmişte ve bugünde, yalanları ve “ahlâksızlığı” üzerinden yüzleşen İtalyan yönetmenin dramatik hikâyesi. 2) “İtalyan olmak” üzerine neşeli ve duygusal bir yolculuk. 3) ‘Maestro’nun sanatla ilişkisinde ‘Oedipus kompleksi’nden ‘karısını aldatmanın dayanılamaz baskısı’na, korkularının, kaygılarının, ıstıraplarının kaynaklarına dair bir sondaj. 4) Müziğin dans denilen yüksek estetikle birleşip, izleyenleri coşkulara sürüklediği bir işitsel – görsel şölen. 5) Kadına dair bir inceleme aynı zamanda: Anne olmak; eş, metres, fahişe, dost, âşık, fettan kadın olmak üzerine… 6) Bir oyuncular geçidi: Yedi kadın oyuncunun beşi Oscar kazanmış, biri aday olmuş. Daniel Day-Lewis ise çift Oscar ödüllü! 7) Yönetmen Rob Marshall’ın koreografiden gelen gücünü kullanırken, her bir oyuncunun karakterine de birer öykü yükleme başarısı gösterdiği, dengeleri tam bir çalışma. 8)İnsanın karmaşık doğasının dörtnala koşmaya hazırlanırken önüne çıkan engellerle (din kurumu meselâ) çetin mücadelesine dair, çok güncel bir tartışma. 9) Sinemanın diğer sanatları, yeni bir dinamizm ve yorumla bünyesinde nasıl birleştirebildiğinin değerli bir örneği.

“Veda”, bir Türk vatandaşı olan bana, eğitim gördüğüm süreç içinde öğretilenlerden ve sonra belgesellerle dağarcığıma eklediklerimden öte, farklı bir bakış açısından, sinemasal lezzette, duygularımı çalkantılı hale getirecek ve ruhumda etkili olacak hiçbir şey anlatmadı… Zerre de zevk vermedi. Bu kez anlatıcı rolünde, O’nun en yakın arkadaşı Salih Bozok: Ve yine sıkıcı kronolojik satır başlarıyla, dramatize bir klişeler geçidi… Klişeler… Ve klişeler… Ve klişeler… Ölümünden dakikalar sonra intihara teşebbüs edebilecek denli O’nu seven Bozok’la ilişkisinin derinliğine, bırakın inmeyi, bakmayı bile denemeyen bir film. Oyuncular genel olarak basmakalıplıktan nasibini almışlar; bazıları oldukça kötü zaten. Eğer, görüntü, kostüm ve makyaj, bir filmin başarısı için yeterli olsaydı, ortalık iyi filmden geçilmezdi. Dolayısıyla “Veda”yı allayıp pullamaya gerek yok! Bu filmi o görkemli müziğiniz de kurtaramaz Bay Livaneli. Olmamış. Kötü! Yazık ki, genç kuşakların ‘ölümlü bir insan’ olarak tanıyıp sevmesinin çok daha kolay olduğu bu önemli ve değerli devlet adamını, bağımsızlık savaşçısı devrimciyi, bu film, yine, bir kez daha, kutsama sözcükleriyle tanımlıyor. Atatürk ve mirasının sinemadaki en büyük talihsizliği, bu ülkenin bir Clint Eastwood yetiştirememesi. Bakınız, zamanı olanlar hem “Veda”yı, hem de “Yenilmez”i izlesin. “Yenilmez”e gidenler, devlet başkanlığının ilk yıllarında sporun birleştirici gücünü kullanmasının hikâyesi ile Nelson Mandela’nın siyasi kişiliği, fikirleri ve liderliğine dair nasıl doyurucu / çarpıcı bir büyük filme ulaşıldığını, yönetim ustalığını, oyuncuların gücünü, özetle zeki bir filmi görecekler. Kıyaslayın lütfen.

“Yenilmez”, 27 yıl hapis yaşamından sonra 1990’da koşulsuz serbest bırakılan, 94’te devlet başkanı seçilen Nelson Mandela’nın, süregelen ırkçılığın bu kez beyazlara karşı uygulanmaması ve tüm ulusun aynı amaç için çarpan tek yürek olabilmesi için, sporun birleştirici gücünü kullanması temelinde, ‘95 Dünya Ragbi Şampiyonası’nı konu ediniyor. Kabile adı Madiba olan, 1918 doğumlu bu ileri görüşlü zeki adam, çevresindekilere, giderek yaygınlaşan biçimde ‘bağışlama’nın yüceliğini ve rahatlatıcı etkisini gösterirken, kötü durumdaki takımın ‘bembeyaz’ kaptanı Francois Pienaar’ı motive etmeyi de ihmal etmiyor. Böylece, filmin gerçek öyküsünün dramatik yapısı, bir ‘spor filmi’nin vaat ettikleriyle birleşerek, Güney Afrika’da yapılan şampiyonanın heyecanını ve dinamikliğini perdeye taşımış bulunuyor. Hem Morgan Freeman, hem de Matt Damon’ın Oscar adaylıkları doğal. Aynen, gerçek yerlerde çekilen böyle kalabalık kadrolu, yoğun harekete sahip, güç bir filmi 79 yaşında yöneten adamın adının Clint Eastwood olması gibi. Her yıl bir film çekip tümünde başarılı olmak, yönetmenin adı farklı olsaydı şaşırtıcı olurdu da, Eastwood olunca doğal oluyor. Tabii öyle ekipleri var ki, onun ne zaman, neleri, neden istediğini gayet doğru anlayıp uyguluyorlar, başarı da tam oluyor.

(23 Şubat 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Komedi Sanatçılarına Neler Oluyor?

Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer, Şahan Gökbakar ve Şafak Sezer. Birbirinden yetenekli 5 sanatçı. Çevirdikleri filmleri milyonlar izliyor ve adeta sinema sektörünü tek başlarına sırtlıyorlar. Ancak, bu başarılarına rağmen, gazete, dergi sayfalarında ve TV magazin programlarında gözükmedikleri bir gün yok neredeyse.

Tartışma aslında basit. Kim daha komik, kim daha çok seviliyor, kimin daha çok seyircisi var, kim daha çok kazanıyor…

Memleket olarak kamplaşmaya, fanatikleşmeye, ve sevdiğimiz için ölmeye çok meraklıyızdır. Takım tutar gibi komedyen tutuyoruz. Cem Yılmaz’cılar, Şahan Gökbakar’cılar, Şafak Sezer’ciler… Birini komik bulan nedense diğerini komik bulmuyor, hatta nefret bile edebiliyorlar.

Her birinin ilk zamanlarını hatırlayınız. Son derece mütevazi, masum ve sempatik olarak karşımıza çıktılar. Ata Demirer’i Savaş Ay’ın programında görmüştüm kısa bir parodi yapmıştı. Şafak Sezer, İner misin Çıkar mısın programında idi. Cem Yılmaz Leman’da 3 – 5 kişiye gösteri yapardı. Şahan Gökbakar, Zıbın isminde bir program hazırladı ve bu program 2004 yılbaşı gecesi TV8′de yayınlandı. Yılmaz Erdoğan ise Olacak O Kadar’ın gizli senaristi idi.

Ancak zaman geçtikçe değişim başlıyor. Sevgililer birbirini kovalıyor, para oluk gibi akıyor, evler, araba koleksiyonları, reklâm, dizi ve TV show’lar peşi sıra geliyor. Sonra dağın zirvesine oturuyorlar ve daha gidecek yer olmayınca bulundukları yerin keyfini çıkarıyorlar. Ancak başka bir komedyen piyasaya girdiğinde ise telâşa kapılıyorlar ve magazin gazetelerinin tuzağına düşüp yerli yersiz beyanat vermeye başlıyorlar.

Arkadaşların her sene film çevirmeleri ve sektörü sırtlamaları son derece olumlu bir gelişmedir. Ancak eleştirmemiz gereken, kimin daha komik olup olmadığı değil, kimin daha çok değişip değişmediğidir. Her ne kadar birbirlerine sevimli gözükmek isteseler de, verdikleri alaycı beyanatlar sadece magazin sektörünün işine yaramaktadır.

“Başarılı olup değişime kolayca ayak uydurabilirsiniz, ama esas olan değişmeden başarıya ulaşmaktır. Esas olan, sahip olmadığın duyguların esiri olmamaktır.”

Yani ilk çıktığın günki gibi mütevazi kalabilmektir.

(22 Şubat 2010)

Erhan IŞIK

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Vampir Olan Rahip

Kan Arzusu (Bakjwi – Thirst)
Yönetmen: Park Chan-wook
Senaryo: Park Chan-wook-Jeong Seo-gyeong
Müzik: Cho Young-ook
Kurgu: Kim Jae-beom-Kim Sang-bum
Görüntü: Chung Chung-hoon
Oyuncular: Song Kang-ho (Rahip Sang-hyeon), Kim Ok-bin (Tae-ju), Kim Hae-sook (Bayan Ra), Shin Ha-kyun (Kang-woo), Park In-hwan (Rahip Noh)
Yapım: CJ Entertainment-Focus-Universal (2009)

Bizde daha çok “İhtiyar Delikanlı” filmiyle bilinen Güney Kore sinemasının önemli yönetmenlerinden Park Chan-wook’un filmlerinde intikam duygusu daima başrole çıkıyor. “Bakjwi – Kan Arzusu”nda da öyle.

Sinemaseverlerin 2003 yapımı “Oldboy – İhtiyar Delikanlı” filmiyle bildikleri Güney Kore sinemasının önemli yönetmenlerinden Park Chan-wook’un 2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan “Bakjwi – Kan Arzusu”, bir aşkın, ihtirasın ve intikamın filmi. Belki ilginç olabilir, filmde Güney Koreli Katolik rahipler var. Misyonerlik belki de Güney Kore’de dini yönden etkilidir. Lee Chang-dong’un 2008’de 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen 2007 yapımı “Milyang – Güneşli Kent” filminde de Hıristiyan Güney Koreliler öndeydi. O filmin de başrolünde bu “Kan Arzusu”nda genç rahibi canlandıran Song Kang-ho vardı. 1967 doğumlu Song Kang-ho, belki de yüzüne en aşina olduğumuz Güney Koreli oyunculardan biri. Yönetmen Park Chan-wook’un da gözdesi olan Song Kang-ho, son dönemlerde hem sinemalarda hem de Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde oynadığı filmlerle sinemaseverlere buluştu. Bu film, Émile Zola’nın 1867’de yayımlanan natüralizm başyapıtı “Thérèse Raquin” romanından serbest bir uyarlama gibi. Zola’nın bu oyununu bilenler, Tea-ju’yu Thérèse Raquin karakteriyle buluşturabilirler belki. Filmdeki ve oyundaki hikâyeler de bir yerlerde buluşuyor. Roman, Oda Yayınları’ndan 2003’te Selin Ceyhan çevirisiyle yayımlanmıştı. Zola’nın “Thérèse Raquin” romanı 1873 yılında tiyatro sahnesine de taşınmış. “Thérèse Raquin”, aynı adla İtalyan yönetmen Nino Martoglio (1870-1921) tarafından 1915’te ilk defa sessiz film olarak sinemaya uyarlanmıştı. “Thérèse Raquin”, yine aynı adla 1953’te Fransız büyük usta Marcel Carné tarafından siyah-beyaz çekildi ve başrolde de büyük oyuncu Simone Signoret vardı.

Aşk, ihtiras, intikam…

Yönetmen Park Chan-wook’un sinemaskop çektiği “Kan Arzusu”, bir hastanede açılıyor. Hastanede bulunan genç rahip Sang-hyeon, hastaların ölmesinden üzüntü duyuyor. Hastanedeki yaşlı, kör ve tekerlekli sandalyedeki rahip Noh, Sang-hyeon’u bir laboratuvara gönderir. Laboratuvardaki Immanuel ona bir şeyler enjekte eder ve Sang-hyeon’un vücudunda tuhaf değişimler olur. Gündüzleri dışarı çıkamaz. İçinde karşı konulamaz bir kan içme duygusu doğar. Sang-hyeon bir vampir olur. Bir yetim olan rahip Sang-hyeon, çocukluğunda tanıdığı aileyle de sıkça görüşmeye başlar. Her şey sıradan akıp giderken, çocukluğundan tanıdığı, şimdiyse kanserli Kang-woo’yla evli güzel ve gizemli Tae-ju’yla aralarında birdenbire bir şeyler başlar ve her şey ipinden boşalır. Tea-ju, gerçek anlamda gizemli. İnsan onun güzelliğinden ve şehvetli görüntüsünden hemen etkilenebiliyor. Sırlarını hemen dışarı çıkartmayan Tea-ju, bir Katolik rahip olan Sang-hyeon’u kendine çekiyor ve baştan çıkartıyor. Filmin derinliğinde Tea-ju’nun da evli olmasına rağmen bir bakire olduğunu fark ediyorsunuz. Sang-hyeon da hayatı boyunca bir kadına dokunmamış hiç. Katolik rahipler ve rahibelere cinselliğini yaşamak yasak çünkü. İntikam ateşiyle yanan filmin “femme fatale”ı ihtiraslı Tea-ju’nun sunduğu aşkı yaşadığını sanan Sang-hyeon, giderek bir trajedinin içine sürükleniyor. Cinayet işliyor ve vicdan azabını tadıyor sonra. Erotik, karanlık atmosferli ve tutkulu bu Park Chan-wook filmi, tam anlamıyla şiddetin filmi. Sang-hyeon, vampire dönüştükten sonra sürekli gece atmosferinde geçen filmde kanlar neredeyse bu filmde perdeyi kırmızıya boyuyor. Filmin final bölümünün de çarpıcı olduğunu belirtmeli. Deniz kenarında güneş doğuşuyla vampirler kül olurken, seyirci de kasvet atmosferinden dışarı çıkabiliyordu bu son sahnede. Yönetmen çoğu yerde dingin bir kamera kullansa da yer yer çarpıcı kamera hareketleri ve kurgusu da kullanmış yönetmen. Bir suç filmine dönüşen “Kan Arzusu”nda kararma – açılma tekniği de sıkça kullanılmış. Fonda duyulan müzikler de zaman zaman bazı sahnelerde etkileyici. Mekânlar, öncelikle Bayan Ra’nın evi ve butik dükkânı estetik yönden filme de çok şey katıyor. 1963 doğumlu Park Chan-wook, sinemada “intikam üçlemesi”yle tanınıyor. “İntikam üçlemesi”nden 2002’de “Boksuneun Naui Geot – Haklı İntikam”, 2003’te “Oldboy – İhtiyar Delikanlı” ve 2005’te “Chinjeolhan Geumjassi – Ölüm Meleği”nde derin bir intikam duygusu vardı. “Sam Gang Yi – Üç… Sıradışı” adıyla üç yönetmenin bir araya gelip çektikleri adı gibi sıradışı filmde Park Chan-wook kendi bölümünde yine intikam duygusunu şiddetle yansıtmıştı.

(21 Şubat 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Yaban Çilekleri

Önce Bilgi Kitapevi’ni keşfettim, sonra Bilgi Yayınları’nı… Her zaman yaptığım gibi Sakarya Caddesi’ne girip kitapevinin önüne gittiğimde griye kesmiş bir vitrin duruyordu önümde. Tüm vitrin tek bir kitapla, ama bir çok kitapla, soldan sağa, yukarıdan aşağıya dizilmiş kitap(lar)la dolu idi. Ingmar Bergman’ın yazıp yönettiği Smultronstallet’in, Tezer Sümer’in çevirisiyle adı Yaban Çilekleri olan kitap ile.

Yıl 1965. Bilgi Kitapevi, yayınlarına da başlıyor ve ilk kitabını yayınlıyordu, bu bir senaryo idi. Bilgi Yayınevi, sonradan üçü daha Bergman’a ait olmak üzere bir çok senaryo yayınladı ve daha çeşitli konularda pek çok kitap.

Pazar günü gazetelerde bir haber: Bilgi Kitapevi’nin kurucusu Ahmet Tevfik Küflü’nün ölüm haberi. Bir yayınevi, 45 yılı geride bırakmış, 45 yıl önce yayıncılığına başlarken bir senaryo ile başlıyor. Doğal olarak yayınlanan ilk senaryo değil, ama bir yayınevinin alanına giriş yaptığı bir kitap, neden ünlü bir roman, adı dillerde gezen bir yazarın kitabı değil, filmi ülkemizde (ticari sinemalarda) gösterilmemiş bile… Sonra daha bir çok sinema kitabı daha, senaryolar, senaryolar, bir Bazin, bir Pudovkin temel eğitim kitapları, sinemanın a.sı, b.si, c.si… Zaman içinde değişik kanallarda gelişen, yayılan bir alanın, başlangıcı da olan bir grubun, alana ilk adımı… Kitaplık köşelerinde de kalsa, açmış bu yaban çilekleri her zaman, bir takım kişilere heyecan verecektir.

Güle güle sayın yaban çileği…

(21 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Jenny’ye Hayat Dersleri

Aşk Dersi (An Education)
Yönetmen: Lone Schefrig
Eser: Lynn Barber
Senaryo: Nick Homby
Müzik: Paul Englshby
Görüntü: John de Borman
Oyuncular: Carey Mulligan (Jenny), Peter Sarsgaard (David), Alfred Molina (Jack), Dominic Cooper (Danny), Rosamund Pike (Helen), Matthew Beard (Graham), Emma Thompson (Bayan Walters), Cara Seymour (Marjorie)
Yapım: BBC Films (2009)

Lynn Barber’in kendi biyografisinden uyarlanan “Aşk Dersi”, gerçekten derslerle dolu. Jenny, kendinden epey büyük ve sırlarla yüklü David’le mutlu olabilir mi? David’in sırlarını öğrenmeye başlayan Jenny, gerçek hayatı da keşfetmeye başlıyor yavaş yavaş. Bu film üç dalda Oscar adayı da oldu.

Bu yapıt gazeteci Lynn Barber’in anılarından yola çıkılarak çekilmiş ve bir genç kızın hayatı keşfedişi üzerine bir film. Hikâye, 1961 yılında Londra’da başlıyor. Sanata yatkın ve çello çalan lise son sınıf öğrencisi on altı yaşındaki Jenny, orta sınıf babasının Oxford Üniversitesi’nde kariyerli bir eğitim yapmasını istese de o, gençliğinin verdiği kavak yelleriyle aşkı, insanları ve hayatı keşfediyor kısacık bir sürede. Hayat, babasının korunağındaki gibi değil. Karşısına otuzlu yaşlarına yaklaşmış David çıkıyor Jenny’nin. Yağmurlu bir günde, durakta dalgınca beklerken birden yanında David durur arabasıyla. Yahudi David, Jenny’yi hemen cezbediyor. David, kızın kalbine giden yolu hemen fark ediyor. Jenny’yi arkadaşları Danny ve sevgilisi Helen’le tanıştırıyor önce David. Sonra da bu bohem hayat Londra’nın sanat mekânlarında sürüyor. Bir rüyanın içine düştüğünü sanan Jenny, rüyalarını hemencecik gerçekleştiren David’e tutuluyor. Rüyalarının şehri Paris’te bakireliğini David’e sunuyor. Artık on yedi yaşında olan Jenny, okulla da sorunları başlıyor. Büyücü David, Jenny’nin babası Jack ve annesi Marjorie’yi de hemen büyülüyor. Her şey mutlu mesut giderken, arabanın torpido gözünde mektuplar buluyor genç Jenny ve hayatın derinliğinde ayakları yere basıyor.

Hayat ve hayal…

Evet, Jenny sanki Lolita gibi. Ama, o çelloya, caza, Fransızcaya ve Paris’e tutkulu. Lüks arabası olan, bohem yaşayan David sihirli değnek değmiş gibi her şeyi Jenny’nin önüne seriyor. En sevdiği Fransız şarkıcı Juliette Gréco’nun “chanson”larını söylediği Paris’te sanatın tam ortasına düşüyor Jenny. Filmler, müzikler ve büyülü Paris. Sonra yine Londra. Kendisine evlenme teklifi yapan David’in sırlarını öğrenen genç Jenny, yanlış karar verdiği her şeyden dönüyor ve babasının kendisi için plânladığı hayatın içine dalıyor. Ama, yine de hiçbir şey eskisi gibi değil. Sinemaskop çekilmiş bu filmin görüntüleri de iyi. Yönetmen, iç ve dış mekânları yeterince kullanmış filminde. Danimarkalı kadın yönetmen Lone Scherfig 2000 yapımı “Italiensk for Begyndere-Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” ve “Wilbur Begår Selvmord-Wilbur Ölmek İstiyor” filmleriyle biliniyor. David’i oynayan 1971 doğumlu Amerikalı oyuncu Peter Sarsgaard’ı 2009 yapımı “Orphan – Evdeki Düşman” filminden hatırlayabilirsiniz. Jenny’yi oynayan Carey Mulligan, 1985 yılında Londra’da doğdu ve bu film de ilk başrolü. Lone Schefrig’in “Aşk Dersi”, Akademi’nin 82. ödüllerinde “en iyi” olarak film, senaryo ve kadın oyuncu (Carey Mulligan) dallarında Oscar’a da aday oldu, belirtelim.

(20 Şubat 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Geçmişin Gölgesinde

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 2

Şahan Gökbakar yaşam felsefesini açıklıyor: “Sular yükselirken balıklar karıncaları yer, sular alçalırken karıncalar balıkları…” vs. vs.

Bu onun yaşam felsefesi idiyse çok önceden açıklamalıydı. Aynı günlerde o felsefe internette dolanıp duruyordu zaten. Netekim ofsaytta kaldı.

“Yoksa” diyor, “Başbakan İmam Hatip mezunu, onun için mi bu karar alındı?” ve ekliyor: “Eğer böyle ise, bu kabûl edilemez bir karardır.”

Ohhh, kendin pişir, kendin ye. Uzmanların kararını kafana göre yorumla. Ondan sonra kendi yorumuna göre karşı tarafı suçla. Ne alâ memleket.

“Sevgililer Günü”nün adını “Çiçek Katliamı Günü” yaptım. Her sokak başında çiçekçi kadınlar… Yetmemiş eline bir demet gül alan tuttuğunu…

…kazıklama peşinde. Atalarımız “çiçek dalında güzeldir” diye ne güzel söylemiş. İllâ alacaksanız saksıda alın da bir müddet daha yaşasınlar.

Hıncal Uluç, 10 Şubat tarihli yazısında “Romantik Komedi”nin yönetmeni Ketche’nin kim olduğu konusunda -bu sefer- magazincilere giydirmiş.

Kimdir bu adam, gerçek adı nedir, kimse sorup soruşturmamışmış. Oysa Atilla Dorsay aynı günlerde Ketche’nin gerçek adını açıklamıştı.

Ve üstad Hıncal Uluç bahse konu yazısında başkalarına “Hook” (Robin Williams’ın bir filmidir) atarken kendi hatasını da belgelemiş:

“Romantik Komedi’nin yapımcıları Mahsun Kırmızıgül ve Murat Varol’u yürekten kutluyorum” demiş. Oysaki filmin yapımcısı Murat Tokat. Arzederim.

Mustafa Sarıgül’den Şişli Camii’nin bahçesinin halka açılmasını sağlamasını rica ediyoruz. Şişli’nin merkezinde doğru dürüst park yoktur.

Şişli Camii’nin meydana bakan bahçesi ise yıllardar duvarlar ardında, kapısı kilitli durur. Lojman bahçesi olarak mı kullanılıyor, nedir?

Sultanahmet, Eyüp, Şehzadebaşı, vd. cami bahçelerinin her köşesi vatandaşın huzur bulmasına vesile olur. Şişli Camii’nin ne ayrıcalığı var?

Filmlerin box office rakamları açıklanırken şu “tüm zamanların rekoru” ve “ilk 3 gün açılış rekoru” gibi lâfları kullanmasak diyorum.

Çünkü doğru değil. Neden derseniz, ülkemizde box office rakamları 1989 yılından bu yana tutuluyor, öncesi meçhûl.

Ayrıca 1989 yılından önce “İlk 3 gün” diye bir kavram yoktu. Çünkü filmler genellikle Pazartesi günleri vizyona çıkardı.

Bazı yerli filmler -haftada 2 yeni film çıktığında- ise sineması az olan bölgelerde Pazartesi, Perşembe günleri gösterime girerdi.

Hani rakamlar tutulsaydı, Türkiye’de tüm zamanların izlenme rekoru ya Hüseyin Peyda’nın başrolünü oynadığı “Mezarımı Taştan Oyun” filminde…

Veya Ertem Eğilmez’in yönettiği ilk “Hababam Sınıfı” filminde olurdu. İlk “Hababam Sınıfı”nı iddia ediyorum 15 milyon kişi izlemiştir.

Çünkü o zamanlarda TV yoktu, sinemaya gidenler çoktu. Ayrıca Türkiye’nin nüfusu 50 – 60 milyon civarındaydı. 4 kişiden biri filmi izlemiştir.

“Mezarımı Taştan Oyun”u ise belki memleket nüfusunun yarısı izlemiştir.

Yabancı filmlerde ise hasılat rekoru herhalde Raj Kapoor’un oynadığı “Avare”dedir. Adamın oynadığı filmin şarkısı yıllarca dilden düşmemiş.

Sanırım 1940’larda gösterime girmiş. Aylarca, haftalarca gösterilmiş. Yetmemiş yıllar sonra tekrar tekrar vizyona çıkarılmış.

1965’lerde Kırklareli’nde dereboyundaki bir yazlık sinemada “Avare”nin 2 ay boyunca gösterildiğini söylerlerdi. Onu bırak Sadi Bey “Avare”yi…

…1975’lerde Yenikapı’da şu anda metro kazılarının yapıldığı ve yeni bir tarihin ortaya çıkarıldığı alanda bulunan yazlık sinemada seyretti.

Şimdi ben nasıl inanayım, Türkiye’de en çok izlenen yabancı filmin “Titanik” veya “Avatar” olduğuna?

Hani keşke bir yerli film veya bir yabancı film çıksada sinemada birini 20 milyon kişi, diğerini 25 milyon kişi izlese.

Vallahi Taksim’de zil takıp oynarım. Neticede böyle rekorlar biz sinemaseverlere yeni filmler olarak dönüyor.

Bir “Babam Oğlum”, bir “Recep İvedik” hasılat patlaması yaptı, 2009’da 69 yerli film izledik. Belki bu yıl 99 yerli film izleyeceğiz.

(19 Şubat 2010)

Sadi Çilingir

TARİHİ BİR ARAŞTIRMA Üzerine Dar Kapsamlı Bir Derleme

Ülkemizde, filmler üzerine, sinema çevrelerinden kişiler arasında 1962 yılında Sine-Film Dergisi tarafından yapılan, 14 kişinin cevaplarının değerlendirildiği soruşturma sonucu Üç Arkadaş (Memduh Ün) 12 oy ile birinci seçilir.

“Başlangıçtan bu yana en iyi film”in belirlenmesi için yapılan değerlendirmeden sonra başka soruşturmalar da yapılacaktır. Bunların bir kısmı değerlendirilen filmleri zaman bakımından belirlenen bir dönem için sınırlı tutmuştur.

1973 / 1974’de Agâh Özgüç’ün Yedinci Sanat Dergisi’nde yaptığı ve 127 kişinin katıldığı soruşturmada aşağıda, yönetmenlerine göre sıralanan filmler, karşılarında belirtilen oyları almışlardır.

Soruşturma 1973 / 1974 yıllarında yapılmıştır, bu yıllardan sonra sinemamız, değişik evreler geçirmiş ve yapılan filmler içinde diğerlerine göre daha öne çıkan yapımlar ortaya çıkmıştır. Doğal olarak bu filmlerin bu soruşturmada değerlendirmesi olanaklı değildi.

LÜTFÜ ÖMER AKAD
1. 1. Hudutların Kanunu (61 oy)
2. 2. Beyaz Mendil (51 oy)
3. 3. Kanun Namına (44 oy)
4. 4. Kızılırmak – Karakoyun (37 oy)
5. 5. Vurun Kahpeye (12 oy)
6. 6. Irmak (11 oy)
7. 7. Gelin (10 oy)
8. 8. Vesikalı Yarim (8 oy)
9. 9. Yaralı Kurt
10. 9. Yangın Var (Eski İstanbul Kabadayıları)
11. 9. Üç Tekerlekli Bisiklet (M. Ün ile) (3’er oy)
12. 10. Gökçeçiçek
13. 10. Kurbanlık Kaatil (2’şer oy)
14. 11. Kader Böyle İstedi
15. 11. Düğün
16. 11. Yalnızlar Rıhtımı
17. 11. Zümrüt
18. 11. Öldüren Şehir
19. 11. Seninle Ölmek İstiyorum
20. 11. Ak Altın
21. 11. “Atatürk’ün Casusu” İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı (filmin afişteki tam adı bu şekilde)
22. 11. Damga (S. Havaeri ile) (1’er oy)

SEYFİ HAVAERİ
22. 1. Damga (L. Ö. Akad ile) (1 oy)

ORHAN AKSOY
23. 1. Kumarbaz
24. 1. Kadın Asla Unutmaz
25. 1. Severek Ayrılalım
26. 1. Yarın Ağlayacağım
27. 1. Hıçkırık
28. 1. Vurun Kahpeye (1’er oy)

AYDIN ARAKON
29. 1. İstanbul’un Fethi (2 oy)
30. 2. Vatan İçin (1 oy)

ORHON MURAT ARIBURNU
31. 1. Yüzbaşı Tahsin
32. 1. Kanlı Para
33. 1. Sürgün (1’er oy)

TALAT ARTEMEL
34. 1. Vatan ve Namık Kemal (C. Conku – S. Ayanoğlu ile) (3 oy)
35. 2. Hürriyet Apartmanı (2 oy)

CAHİDE SONKU
35. 1. Vatan ve Namık Kemal (S. Ayanoğlu – T. Artemel ile) (3 oy)

SAMİ AYANOĞLU
35. 1. Vatan ve Namık Kemal (C. Sonku – T. Artemel ile ) (3 oy)

ATIF YILMAZ BATIBEKİ
36. 1. Gelinin Muradı (22 oy)
37. 2. Bu Vatanın Çocukları (10 oy)
38. 3. Alageyik (7 oy)
39. 4. Karacaoğlan’ın Kara Sevdası
40. 4. Cemo (6’şar oy)
41. 5. Murad’ın Türküsü (5 oy)
42. 6. Utanç (4 oy)
43. 7. Keşanlı Ali Destanı
44. 7. Şimal Yıldızı
45. 7. Köroğlu
46. 7. Allah Cezanın Versin Osman Bey
47. 7. Kozanoğlu (3’er oy)
48. 8. Erkek Ali
49. 8. Yarın Bizimdir
50. 8. Dolandırıcılar Şahı
51. 8. Güllü
52. 8. Bir Şoförün Gizli Defteri (2’şer oy)
53. 9. Ölüm Tarlası
54. 9. Yaşamak Hakkımdır
55. 9. Kızıl Vazo (1 oy?, 2 oy?)
56. 9. Yedi Kocalı Hürmüz
57. 9. Suçlu
58. 9. Kalbe Vuran Düşman
59. 9. Balatlı Arif
60. 9. Cemile
61. 9. Aah Güzel İstanbul (1’er oy)

NATUK BAYTAN
62. 1. Sahildeki Ceset (1 oy)

SELAHATTİN BURÇKİN
63. 1. Ölümden de Acı (1 oy)

YÜCEL ÇAKMAKLI
64. 1. Birleşen Yollar (2 oy)

TURGUT DEMİRAĞ
65. 1. Aşk ve Kin
66. 1. Bir Dağ Masalı (2’şer oy) (1 oy?, 2 oy?)
67. 2. Fato: Ya İstiklal Ya Ölüm (1 oy)

MEHMET DİNLER
68. 1. Sinekli Bakkal (1 oy)

SÜREYYA DURU
69. 1. Keloğlan (1 oy)

YILMAZ DURU
70. 1. Zalimler
71. 1. İnce Cumali (1’er oy)

ERTEM EĞİLMEZ
72. 1. Canım Kardeşim (4 oy)
73. 2. Senede Bir Gün (1 oy?, 2 oy?)
74. 2. Sev Kardeşim (1’er oy)

ORHAN ELMAS
75. 1. Duvarların Ötesi (4 oy)
76. 2. Kanlı Firar (3 oy)
77. 3. Ezo Gelin (2 oy) ( 1 oy?, 2 oy?)

İLHAN ENGİN
78. 1. Artık Düşman Değiliz (1 oy)

ÜLKÜ ERAKALIN
79. 1. Afacan Harika Çocuk
80. 1. İki Süngü Arasında (1’er oy)

METİN ERKSAN
81. 1. Susuz Yaz (68 oy)
82. 2. Yılanların Öcü (52 oy)
83. 3. Acı Hayat (29 oy)
84. 4. Sevmek Zamanı (14 oy)
85. 5. Kuyu (13 oy)
86. 6. Gecelerin Ötesi (12 oy)
87. 7. Dokuz Dağın Efesi (5 oy)
88. 8. Karanlık Dünya: Aşık Veysel’in Hayatı (3 oy)

MUHSİN ERTUĞRUL
89. 1. Bir Millet Uyanıyor (22 oy)
90. 2. Şehvet Kurbanı
91. 2. Aysel: Bataklı Damın Kızı
92. 2. Ateşten Gömlek (3’er oy)
93. 3. Leblebici Horhor Ağa
94. 3. Yayla Kartalı
95. 3. Halıcı Kız
96. 3. İstanbul Sokaklarında (1’er oy)

BAHA GELENBEVİ
97. 1. Barbaros Hayrettin Paşa
98. 1. Deniz Kızı (1’er oy)

ERTEM GÖREÇ
99. 1. Karanlıkta Yaşayanlar (24 oy)
100. 2. Otobüs Yolcuları (8 oy)
101. 3. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (2 oy)

YILMAZ GÜNEY
102. 1. Umut (88 oy) (en fazla oy)
103. 2. Ağıt (45 oy)
104. 3. Seyit Han: Toprağın Gelini (34 oy)
105. 4. Acı (25 oy)
106. 5. Umutsuzlar (19 oy)
107. 6. Baba (16 oy)
108. 7. Aç Kurtlar (2 oy)

TEMEL GÜRSU
109. 1. Dikkat Kan Aranıyor (1 oy)

REMZİ JÖNTÜRK
110. 1. Pir Sultan Abdal (1 oy)

ŞADAN KÂMİL
111. 1. İki Süngü Arasında (4 oy)
112. 2. Bir Aşk Hikayesi – Tuş (1 oy)

ÇETİN KARAMANBEY
113. 1. Kanlı Taşlar (1 oy)

FARUK KENÇ
114. 1. Hürriyet Şarkısı
115. 1. Çakırcalı Mehmet Efe (1’er oy)

KÂNİ KIPÇAK
116. 1. İstanbul Kan Ağlarken – Hrisantos (1 oy)

ZİYA METİN
117. 1. Namus Düşmanı (1 oy)

BİLGE OLGAÇ
118. 1. Linç (3 oy)

NEDİM OTYAM
119. 1. Toprak (1 oy)

ABDURRAHMAN PALAY
120. 1. İsyancılar (1 oy)

NEVZAT PESEN
121. 1. İkimize Bir Dünya (5 oy)
122. 2. Samanyolu
123. 2. Ahtapotun Kolları
124. 2. Kötü Tohum (3’er oy)
125. 3. Günah Bende mi?
126. 3. Hızlı Yaşayanlar (1’er oy)

HALİT REFİĞ
127. 1. Gurbet Kuşları (38 oy)
128. 2. Haremde Dört Kadın (25 oy)
129. 3. Bir Türke Gönül Verdim (10 oy)
130. 4. Fatma Bacı (5 oy)
131. 5. Şehirdeki Yabancı
132. 5. Yasak Aşk (2’şer oy)
133. 6. İstanbul’un Kızları (1 oy)

DUYGU SAĞIROĞLU
134. 1. Bitmeyen Yol (34 oy)
135. 2. Ben Öldükçe Yaşarım (3 oy)
136. 3. Vatan ve Namık Kemal (2 oy)

HULKİ SANER
137. 1. Damdaki Kemancı
138. 1. Turist Ömer (1’er oy)

NEJAT SAYDAM
139. 1. Mahpus (2 oy)
140. 2. Asiye Nasıl Kurtulur
141. 2. El Kızı (1’er oy)

OSMAN FAHİR SEDEN
142. 1. Çalıkuşu (22 oy)
143. 2. Düşman Yolları Kesti (9 oy)
144. 3. Namus Uğruna (7 oy)
145. 4. Rabia
146. 4. Bir Avuç Toprak (1’er oy)

ŞAKİR SIRMALI
147. 1. Efelerin Efesi (1 oy)

İSMET SOYDAN
148. 1. Kiralık Kaatil (1 oy)

TÜRKAN ŞORAY
149. 1. Dönüş (19 oy)

FERDİ TAYFUR
150. 1. Senede Bir Gün (1 oy)

ATTİLA TOKATLI
151. 1. Denize İnen Sokak (1 oy).

ERDOĞAN TOKATLI
152. 1. Son Kuşlar (2 oy)

FEYZİ TUNA
153. 1. Aşka Susayanlar (5 oy)
154. 2. Elmacı Kadın
155. 2. Yasak Sokaklar
156. 2. Kızgın Toprak (1’er oy)

MEMDUH ÜN
157. 1. Üç Arkadaş (85) oy
158. 2. Kırık Çanaklar (16 oy)
159. 3. Yaprak Dökümü
160. 3. Ağaçlar Ayakta Ölür (3’er oy)
161. 4. Toprak Ana (2 oy)
162. 5. Zilli Nazife
163. 5. Ölüm Peşimizde
164. 5. Murat ile Nazlı
165. 5. Ateşten Damla (1’er oy)
11. 6. Üç Tekerlekli Bisiklet (3 oy ) (L. Ö. Akad ile)

AHMET SONER
1. 1. Bir Gün Mutlaka (1 oy) (kısa film)

ARTUN YERES
2. 1. Çirkin Ares (1 oy) (kısa film)

TAN ORAL
1. 1. Sansür (1 oy) (animasyon – kısa film)

Listelere giren filmler Nijat Özön, Giovanni Scognamillo, Nezih Coş, Çetin Özkırım, Erman Şener, Atilla Dorsay, Tanju Akerson, Turan Gürkan, Günyüz Demirhan, Ercüment Akman, Taylan Altuğ, Agâh Özgüç, Burçak Evren, Ali Gevgilili, Leon Sason, Erol Bayraktar, Sezer Tansuğ, Melih Başar, Onat Kutlar, Sami Şekeroğlu, Âlim Şerif Onaran, Süavi Süalp, Oğuz Özdeş, Refik Sönmezsoy, Selim İleri, Tarık Dursun Kakınç, Hakkı Özkan, İlhan Engin, Faruk Kenç, Turgut Demirağ, Safa Önal, Nevzat Pesen, Orhan Aksoy, Baha Gelenbevi, Dr. Arşevir Alyanak, Duygu Sağıroğlu, Halit Refiğ, Metin Erksan, Feyzi Tuna, Erdoğan Tokatlı, Ertem Eğilmez, Orhan Elmas, Ertem Göreç, Bilge Olgaç, Tunç Başaran, Yücel Çakmaklı, Hulki Saner, Burhan Bolan, Ülkü Erakalın, Remzi Jöntürk, Alp Zeki Heper, Fikret Hakan, Arif Keskiner, Attila Gökbörü, Osman Fahir Seden, Artun Yeres, Yavuz Figenli, Oksal Pekmezoğlu, İsmet Soydan, Yavuz Turgul, Cavit Yörüklü, Mehmet Dinler, Sırrı Gültekin, Hayri Caner, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık, İrfan Atasoy, Vural Pakel, Nedim Otyam, Türkân Şoray, Fikret Uçak, Memduh Ün, Volkan Kayhan, Salih Diriklik, Aydın Sayman, Orhan Aykanat, Enver Burçkin, Ahmet Üstel, Ümit Utku, Fikret Canpolat, Hürrem Erman, Kadir Kesemen, Nusret İkbal, Recep Ekicigil, Kadri Yurdatap, İrfan Ünal, Murat Köseoğlu, Yılmaz Kuzgun, Manasi Filmeridis, Paşa Gündoğdu, Gani Turanlı, Necip Sarıcıoğlu, Bülent Oran, Hayri Esen, İzzet Günay, Ahmet Mekin, Ayla Algan, Osman Alyanak, Muhterem Nur, Feridun Çölgeçen, Münir Özkul, Nihat Ziyalan, Naci Erhun, Cahit Poyraz, Turan Aksoy, Enis Olcayto, Sezai Solelli, A. Kâmi Suveren, Zafer Sülek, Çetin Ener, Bülent Habora, Naki Turan Tekinsav, Altan Demirkol, Cüneyt Şeref Abustay, Kemal Dinçer, Bülent Erkmen, Mahmut Tali Öngören, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Orhan Öztürk, Doğan Hızlan, Osman Karaca, Nevin Coş, Harun İdil, Selmi Andak, Hayati Asılyazıcı, (Oğuz Makal), (Biltin Toker) tarafından seçilmiştir. (Oğuz Makal’ın değerlendirmesi geç ele geçmiş olması nedeni ile değerlendirme dışı tutulmuştur. Biltin Toker ise “En iyi film en son yapılan filmdir”! gibi bir görüşle bir liste belirlememiştir. Buna göre, böyle bir sorunun sürekli değişen cevabı, -neye göre belirlenecek ise?- en son filmden geriye doğru yapılan on filmindir. Bu cevabın bir başka sonucu da yapılan her film yapılan en son film iken liste başına geçerek kendisinden sonra çevrilecek on film boyunca listede kalacaktır, bundan sonra da listeden hep uzak kalacaktır.)

[Katılan bu kişilere karşın, Lütfi Akad, Orhon M. Arıburnu, Muzaffer Arslan, Natuk Baytan, Özdemir Birsel, Atıf Yılmaz, Yılmaz Duru, Ziya Metin, Lâle Oraloğlu, Zeki Ökten, Atilla Tokatlı, Vedat Türkali, Cengiz Tacer, Ayşe Şasa, Fuat Özlüer, Afif Yesari, Ethem Alkan, Çetin Araç, Hüseyin Baş, Hüsamettin Bozok, Metin Bükey, Selahattin Hilâv, Attilâ İlhan, Çolpan İlhan, Yaşar Kemal, Tuncan Okan, Erdoğan Sevgin, Rekin Teksoy ankete cevap vermeyerek katılmamışlardır.]

Yönetmenlere göre sıraladığımız filmler, katılımcıların yaptıkları sıralandırmalardan sonra Özgüç tarafından yapılan değerlendirme ile şu şekilde sıralanır.

1. UMUT / Güney 88 oy
2. Üç Arkadaş / Ün 85 oy
3. Susuz Yaz / Erksan 68 oy
4. Hudutların Kanunu / Akad 61 oy
5. Yılanların Öcü / Erksan 52 oy
6. Beyaz Mendil / Akad 51 oy
7. Ağıt / Güney 45 oy
8. Kanun Namına / Akad 44 oy
9. Gurbet Kuşları / Refiğ 38 oy
10. Kızılırmak – Karakoyun / Akad 37 oy
11. Bitmeyen Yol / Sağıroğlu
Seyit Han / Güney 34’er oy
12. Acı Hayat / Erksan 29 oy
13. Acı / Güney
Haremde Dört Kadın / Refiğ 25’er oy
16. Karanlıkta Uyananlar / Göreç 24 oy
17. Bir Millet Uyanıyor / Ertuğrul
Çalıkuşu / Seden
Gelinin Muradı / A. Yılmaz 22’şer oy
18.Dönüş / Şoray
Umutsuzlar / Güney 19’ar oy
19. Baba / Güney
Kırık Çanaklar / Ün 16’şar oy
20. Sevmek Zamanı / Erksan 14 oy
21. Kuyu / Erksan 13 oy
22. Gecelerin Ötesi / Erksan
Vurun Kahpeye / Akad 12’şer oy
23. Irmak / Akad 11 oy
24. Bir Türke Gönül Verdim / Refiğ
Bu Vatanın Çocukları / A.Yılmaz
Gelin / Akad 10’ar oy.

Görüldüğü gibi ilk on’a giren filmler yönetmen bakımından şu şekilde dağılmaktadır.

Güney (2), Ün (1), Erksan (2), Akad (4), Refiğ (1) film. 10 ve üzerinde puan alan filmler nazara alınınca bu dağılım şu şekilde olur:

Güney (6), Ün (2), Erksan (6), Akad (7), Refiğ (3), Sağıroğlu (1), Göreç (1), Ertuğrul (1), Seden (1), A. Yılmaz (2), Şoray (1) film.

Özgüç’ün, “Bugüne kadar çevrilen en iyi 10 Türk filmi” anketine verilen cevaplarda, Sami Şekeroğlu 16 filmle cevap vermiş, büyük bir çoğunluk seçtikleri 10 filmi her hangi bir not koymadan sıralamış, bazı kişiler ise seçtikleri filmleri tarih sırasına göre belirlemiş, bazılarıda seçtiği 10 filmi herhangi bir sıralamada yapmadan bildirmiştir. 10 filmi tamamlamayan katılımcılarda bulunmaktadır. Özgüç, tüm bu sonuçları belirlediği yöntemle değerlendirerek yukarıda verdiğimiz sonuca ulaşmıştır. Katılımcılar içinde, yapımcı, yönetmen ve oyuncu olanların içinde, kendi firmasının filmini, yönettiği veya oynadığı filmi seçenlerde olmuştur. Başka bir nedenle ilişkisi olduğu filmleri seçende bulunabilir. Bunlar içinde “oyuncu”nun kendi oynadığı filmi ayrı tutulursa, kendi yaptığı veya yönettiği filmi seçen yapımcı, yönetmenlerin bu seçimlerinde haklılık payı olduğu düşünülürse de, bu filmin başka kişilerden oy alıp almamasına göre değerlendirilmelidir.

Verilen cevapların Yedinci Sanat Dergisi’nde yayınlanış sırasına göre incelenmesi sonucunda ortaya çıkan oylamalardaki ilginçlikleri şöyle sıralaya biliriz.

Erdoğan Tokatlı, (yönetmen) Son Kuşlar’a 9. sırada yer vermiştir, film 2 oy almıştır.

Nevzat Pesen, (yapımcı / yönetmen) İkimize Bir Dünya’ya (aldığı oy 5) 1. sırada, Ahtapotun Kolları’na (aldığı puan 3), 3. sırada, Kötü Tohum’a (aldığı oy 3) 4. sırada, Samanyolu’na (aldığı oy 3) 6. sırada yer vermiştir.

Halit Refiğ cevabında ise 8 film yer almaktadır, 5. ve 6. sırada film bulunmamaktadır.

Atilla Dorsay ve Selim İleri cevaplarında tarih sırası ile notunu düşmüşlerdir.

Manasi Filmeridis (görüntü yönetmeni) İkimize Bir Dünya’ya (5 oy) 6. sırada, Günah Bende mi’ye (aldığı oy 1), 8. sırada, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’e (aldığı oy 2) 10. sırada yer vermiştir.

Sami Şekeroğlu seçtiği 16 filmi tarih sırası ile belirtirken, Âlim Şerif Onaran “gördüklerim içinde” tarih sırası ile notunu düşüyor.

Fikret Hakan (oyuncu) Beyaz Mendil’e (aldığı oy 51) 2., Dokuz Dağın Efesi’ne (aldığı oy 5) 3., Üç Arkadaş’a (aldığı oy 85) 4., Yılanların Öcü’ne (aldığı oy 52) 5., Karanlıkta Uyananlar’a (aldığı oy 24) 6. ve Bitmeyen Yol’a (aldığı oy 34) 7. sırada yer veriyor.

Paşa Gündoğdu (görüntü yönetmeni) Kiralık Katil’i (aldığı oy 1) 10. sıraya koyuyor.

Melih Başar, İzzet Günay, Tarık Dursun K, Cahit Poyraz sıralamalarını “tarih sırasına” göre yaparlarken, Turhan Gürkan “on film seçmenin güçlüğü karşısında” 15 filmlik bir liste veriyor.

İlhan Engin (yönetmen) Artık Düşman Değiliz’i (aldığı oy 1) 8. sıraya koyuyor.

İzzet Günay “tarih sırası” ile yaptığı değerlendirmesinde Vesikalı Yarim’i (aldığı oy 5) 7. sıraya koyuyor.

Ahmet Mekin (oyuncu) ise Bir Türke Gönül Verdim’i (aldığı oy 10) 4. sıraya yerleştiriyor.

Kadir Kesemen (yapımcı) Kızılırmak – Karakoyun’a (aldığı oy 37) 3., Hudutların Kanunu’na (aldığı oy 61) 4. ve Irmak’a (aldığı oy 11) 6. sırada yer verir.

Tarık Dursun K. (senaryo yazarı) Düşman Yolları Kesti’ye (aldığı oy 9) 4. sırada yer verir.

Safa Önal (senaryo yazarı) sıralamasında Vesikalı Yarim (aldığı oy 5) 6., Fatma Bacı (aldığı oy 5) 9., Dönüş (aldığı oy 19) 10. sırada yer almaktadır.

Hulki Saner (yapımcı – yönetmen) 1’er oy alan filmlerinden Turist Ömer’e 5., Damdaki Kemancı’ya 9. sırada yer verir.

Orhan Aksoy, Turan Aksoy, Ertem Eğilmez, Orhan Elmas, Hayri Esen, Bilge Olgaç, Refik Sönmezsoy değerlendirmelerini “tarih sırasına” göre yaparlar.

Orhan Aksoy (yönetmen) 1’er oy alan Kumarbaz’ı 5., Kadın Asla Unutmaz’ı 6., Severek Ayrılalım’ı 8. ve Yarın Ağlayacağım’ı 9. sıraya koyar.

Orhan Elmas (yönetmen) üç filmini alır listesine: 3 oy almış olan Kanlı Firar 7., 4 oy alan Duvarların Ötesi 9. ve 2 oy alan Ezo Gelin 10. sıraya girer.

[Elmas, Ezo Gelin’i 1955 ve 1968 yıllarında iki kez yönetir, listede hangisini seçtiğini belirtmiyor. Bunun gibi, Eğilmez’in Senede Bir Gün, A. Yılmaz’ın Kızıl Vazo ve Demirağ’ın Bir Dağ Masalı filmlerinin de hangi versiyonların (1.si mi, 2.si mi?) olduğu belirtilmiyor.]

Nusret İkbal (yapımcı) filmleri Üç Tekerlekli Bisiklet’i (aldığı oy 3) 6. ve Kırık Çanaklar’ı (aldığı oy 16) 7. sırada listesine alır.

Bilge Olgaç (yönetmen) listesine bir tek filmini alır: Linç (aldığı oy 3) 10. sırada.

Cüneyt Arkın, Burhan Bolan, Recep Ekicigil, Çetin Ener, Naci Erhun, Ertem Göreç, Enis Olcayto, Sezai Solelli, A. Kâmi Suveren, Zafer Sülek sıralamalarını tarih sırasına göre yapmışlardır.

Cüneyt Arkın (oyuncu) listesinde oynadığı filmlerden Gurbet Kuşları’na (aldığı oy 38) 7., Yaralı Kurt’a (aldığı oy 3) 10. sırada yer veriyor.

İrfan Atasoy (oyuncu) İnce Cumali’yi (aldığı oy 1) 4. sıraya koyuyor.

Recep Ekicigil (yapımcı) 38 oy almış olan Gurbet Kuşları’nı -Arkın gibi- 7. sıraya koyuyor.

Ertem Göreç (yönetmen) 24 oy alan Karanlıkta Uyananlar’a -tarih sırasını göz önünde tutarak- listesinde 8. sırada yer verir.

Nihat Ziyalan (oyuncu) Seyit Han’ı (aldığı oy 34) 7. sıraya koyar.

İsmet Soydan, “gördüklerim içinde, tarih sırası” notu ile listesini düzenlerken, Dr. Arşevir Alyanak ve Kadri Yurdatap 10 filmi “sırasız” olarak saymışlardır.

Baha Gelenbevi (yönetmen) Deniz Kızı (aldığı oy 1) filmini listesinin başına koymuştur. (Listesine giren filmlerin hepsinin “giriş nedeni”ni de açıklamıştır.)

Ayhan Işık ve Erdoğan Tokmakçıoğlu filmleri “tarih sırası” ile sıralarken; Taylan Altuğ “gördüklerim arasında” notu ile belirliyor. Faruk Kenç, “hatırladığın en az hatalı filmler / tarih sırası ile” notunu ekliyor. Ali Gevgilili ise “görme olanağını bulduğu filmlerden sınırlı bir seçmenin, yönetmenlerin kendi tarihsel gelişimleri içinde, kişilik ve özellikleri göz önünde bulundurularak yapıldığı” açıklaması ile bildiriyor. Fikret Canpolat 1, 7 ve 8. sıralara film koymayarak 7 filmlik bir liste veriyor.

Turgut Demirağ (yönetmen – yapımcı) Bir Dağ Masalı’nı (aldığı oy 2) 3., Aşk ve Kin’i (aldığı oy 2) 4. ve Fato – Ya İstiklâl Ya Ölüm’ü (aldığı oy 1) 8. sırada listesine koyuyor, 10. film olmadığı nedenle listesi 9 filmlik. Ayrıca iki kere çektiği Bir Dağ Masalı filmlerden hangisinin listede yer aldığını belirtmiyor ama, biz 1. (1948 yapımı) olarak kabûl ediyoruz. Fato – Ya İstiklâl Ya Ölüm’ü da yapımcı olarak iki kez yapmış, ikincisini Feyzi Tuna’ya yönettirmiştir, fakat listesine 1.sini aldığını belirtiyor.

Ayhan Işık (oyuncu) Kanun Namına’yı (aldığı oy 44) ve Acı Hayat’ı (aldığı oy 29) listesine koyar.

Muhterem Nur (oyuncu) Üç Arkadaş’ı (aldığı oy 85) 1. sıraya koyar.

Yücel Çakmaklı, Orhan Öztürk, Nijat Özön filmleri tarih sırası ile verirken, Hürrem Erman, Atilla Gökbörü, Osman F. Seden ise sırasız olarak verir.

Yücel Çakmaklı (yönetmen) Birleşen Yollar (aldığı oy 2) filmini listesinin 10. sırasına koyar.

Hürrem Erman (yapımcı) listesinin ilk dört filmini kendi filmlerinden seçer; Vurun Kahpeye (Akad / aldığı oy 12) 1., Hıçkırık (Aksoy / aldığı oy 1) 2., Fatma Bacı (aldığı oy 5) 3. ve Gelin (aldığı oy 10) 4. sıraya girerler. (sırasız notu var)

Osman F. Seden (yönetmen / yapımcı / senaryo yazarı) Kanun Namına’ya (aldığı oy 44) 2. sırada yer verirken, Çalıkuşu (aldığı oy 22) 6. sırada yer alır. (sırasız notu var)

Sırrı Gültekin, Münir Özkul filmleri tarih sırası ile, İrfan Ünal ve Memduh Ün sırasız olarak belirtirken Mehmet Dinler “akla geliş” sırası ile ve 11 film olarak verir, Nedim Otyam 8 film sıralarken, Vural Pakel 5 film ile 4 ve 5. sıraları atlayarak 7 filmlik bir liste yapar.

Murat Köseoğlu (Yapımcı) listesine giren Asiye Nasıl Kurtulur (aldığı oy 1) 1. sıra, Mahpus (aldığı oy 2) 5. sıra, El Kızı (aldığı oy 1) 8. sıraya yerleştirilirler.

Nedim Otyam (müzikçi / yönetmen) listesine filmi Toprak’ı (aldığı oy 1) 5. sırada koyar.

Türkân Şoray (oyuncu / yönetmen) filmi Dönüş’ü (aldığı oy 19) 10. sıraya koyarken, oynadığı Çalıkuşu (aldığı oy 22 ) 2. sıraya, Acı Hayat (aldığı oy 29) 4. sıraya girer.

Memduh Ün (yönetmen/yapımcı) Üç Arkadaş (aldığı oy 85) 1. sırada yer alırken Kırık Çanaklar (aldığı oy 16) 3. sırada yer alır.

İrfan Ünal (yapımcı) Dönüş’e (aldığı oy 19) 1., Baba’ya (aldığı oy 16) 5., Umutsuzlar’a (aldığı oy 19) 6., Güllü’ye (aldığı oy 2) 7. sırada yer verir.

Nevin Coş, Harun İdil tarih sırası ile beyanlarını açıklarken; Salih Diriklik, Gani Turanlı, Aylâ Algan, Hayati Asılyazıcı, Orhan Aykanat sırasız olarak açıklıyorlar, Selmi Andak ise “sıra ve tarih gözetmeden” notu ile filmleri belirliyor.

Gani Turanlı (görüntü yönetmeni) Gelin’i (aldığı oy 10) 3., Ağıt’ı (aldığı oy 45) 8. sıraya koyuyor.

Aylâ Algan (oyuncu) Karanlıkta Uyananlar’a (aldığı oy 24) 6. sırada yer veriyor.

Osman Alyanak (oyuncu) Umut’u (aldığı oy 88) 2., Kızılırmak Karakoyun’u (aldığı oy 37) 3., Irmak’ı (aldığı oy 11), 4., Ak Altın’ı (aldığı oy 1) 5., Hudutların Kanunu’nu (aldığı oy 61) 6., Yalnızlar Rıhtımı’nı (aldığı oy 1) 7. sıraya yerleştirir.

Enver Burçkin (görüntü yönetmeni) Hürriyet Şarkısı’na (aldığı oy 1) 5., Çakırcalı Mehmet Efe’ye (aldığı oy 1) 6., Kanun Namına’ya (aldığı oy 44) 7., İngiliz Kemal’e (aldığı oy 1) 8., Ölümden de Acı’ya (aldığı oy 1) 10. sırada yer verir.

Ümit Utku (yapımcı) Afacan Harika Çocuk’u (aldığı oy 1) 6., Pir Sultan Abdal’ı (aldığı oy 1) 8. ve İki Süngü Arasında’yı (aldığı oy 1) 9. sıraya koyar.

İlginç bir durumu da, değerlendirmeye giren uzun-metraj kurmaca filmler dışındaki üç film meydana getiriyor. Tan Oral’ın kısa metraj animasyonu Sansür ile Ahmet Soner ve Artun Yeres’in kısa-metrajları, Bir Gün Mutlaka ve Çirkin Ares* filmleri. Her üç filmde 1’er oy almış bulunmaktadır.

1 oy almış Damga filmi de ilginç bir durum gösterir. Film Seyfi Havaeri’nin Erman Film adına yaptığı bir filmdir, fakat çekim sonucu bazı kısımları bozuk çıktığı nedeni ile, bir kısım laboratuvar işlemleri sonucu, bu bozukluklar giderilmeye çalışılmıştır. Havaeri filmi bu işlemlerle düzeltmeye çalışmıştır. Buna rağmen filmin bir sekansı eksik kalmış, bu arada Havaeri’de firma ile ilişiğini kesmiştir. Bu sekans firmanın zorlaması ile Akad tarafından çekilmiş ve böylece zorunlu bir (sekans) yönetmenliği ile sinema(film üretim aşamasına)ya başlamıştır. Damga, Havaeri’nin listede yer alan tek filmidir (ve Akad’ın katkısı ile listeye girmiş -gibidir!)

Görülmektedir ki, filmlerin değerlendirilmesinde, filmlere katkısı olan kişiler (yönetmen / oyuncu / yapımcı / senaryo yazarı / görüntü yönetmeni) kendi ilgili oldukları filmlere (de) oy vermişlerdir. Aslında bundan doğal bir şey olamaz. Fakat, bazı filmler sırf bu ilgi nedeni ile “oy almış” bulunmaktadır. Burada da herhangi bir eleştirel bakışımız yoktur. Bazı katılımcılar, “tarih sırası”, “gördüklerim arasında”, “gördüklerim arasında tarih sırası”, “sırasız” gibi açıklayıcı ibareler kullanmışlardır ki, değerlendirilmesi istenilen filmlerin (“başlangıçtan bu yana”) uzun bir zamana yayılması nedeni ile bu da doğaldır. Yine bazı katılımcılar 10 sayısını az bulur ve daha fazla filmli listeler düzenlerken, bazıları da 10 sayısına ulaşamamış, ilk veya aradaki sıralarda yer alması gereken filmler için uygun bir isim verememişlerdir.

1973 / 1974 sezonunda yapılan bu araştırma aradan geçen 36 yıldan sonra ne hüküm ifade eder, bilemiyorum ama sinemamız tarihini ile ilgilenenler için bir soluklanma alanı olur umudu ile uzun bir beklemeden sonra ve zorunlu bir yorum ile sonlandırarak ilgilerinize sunuyorum.

* Çirkin Ares filmi sansür tarafından reddelirken, başına başka bir iş gelir, başvuru formundaki adı -her halde yanlış yazıldığı gerekçe ile- “Çirkin Prens” olarak (“düzeltilmiştir” diyemiyorum) değiştirilmiştir.

(19 Şubat 2010)

Orhan Ünser

19 Şubat 2010 Haftası

“Arthur: Maltazar’ın İntikamı”nın adı, “Maltazar’ın İntikamı’na Giriş” olmalıydı; çünkü ‘arkası yarın’ tarzı bir seri başlamış bulunuyor. Oysa her bölüm kendi içinde ‘bir bütün’ olarak sunulmalı diye düşünüyorum. Bu ticari numara çocuk ve ergen seyircilerin hoşuna gitmeyebilir fakat canlı oyuncuların da yer aldığı, birkaç milimetre büyüklüğündeki ‘minimoy’larla böceklerin mikro dünyalarının renkleri içinde kaybolup, düşlerin şeker gibi lezzetini alacakları kesin gibi. Gerçek çekimlerle ağırlıklı olarak animasyonun birleştirildiği, çok küçük yaşlara ‘biraz büyük’ gelebilecek bir macera. Klasik – evrensel mesajı ise herkese uygun: Doğa (bitki örtüsü / hayvanlar dışında örneğin kayalar ve diğer cansızlar da…) hepimizin annesidir; onun her zerresiyle bütünleşip canını yakmamalıyız.

“Aşk Dersi”, 60’lar İngiltere’sinin ‘tutucu’ sosyal – aile – eğitim yapısı içinde Oxford’a hazırlanırken düşlerinde ‘özgürlük’le eş anlamlı Paris’e gitmek, aklında kısa süre sonra 17 olduğunda kadınlığa geçme plânı olan ve yüreği pır pır eden akıllı genç kızın, otuzlarındaki bir adamın ‘hayat mektebi’nde eğitim alması üzerine kurulu. Yeniliğe, değişikliğe ve gökkuşağına kapalı bir ülkede / toplumda gediklerin mutlaka açılacağının garantisine dair ‘politik gibi gözükmeyen politik bakış’, aşk deneyiminin içine süper işlenmiş. Zaman – mekân uyumu mükemmel… Carey Mulligan, elinizi uzatıp dokunma isteği uyandıracak denli canlı, hakiki, güzel; Amerikalı oyuncu Peter Sarsgaard ise belli ki yönetmen tercihiyle bu İngiliz filminde… Ve tabii ki ona özgü olan yüzünde, yine güvenilmez çekicilikle romantik kırılganlığı birleştirmiş bulunuyor. Harika bir film ya: Bu eğitim, her kültür ve her yönetim biçimine dâhil insan için önemli veriler sunuyor.

“Kan Arzusu”, arızalı yaratılmış insanlardan bir insanı, ahlâklı bir din adamını vampirliğe evirip arzuların günahlarıyla tanıştıran ve adına aşk denilen şefkatle acımanın ortasında cinayetlere savuran, cüretkâr bir çalışma. Her birine mizah şırınga ettiği türleri aynı öyküde kullanması, tam usta işi: Fantastik sinemanın korku türünde gerçekliğe prim verirken, “kara film’lerin, ‘polisiye’lerin ve Hitchcock Sineması’nın alanlarına giriyor. Kısa süreli zevklere karşılık, uzun süreli fiziksel ve ruhsal eziyetler çekmek için yaratıldığımıza dair de neredeyse tez sunuyor. Muhteşem bir yapım tasarımı da, hikâye dönüşüp değiştikçe, oldukça serbest esinlerle yeni boyut, doku ve renkler oluşturuyor. Bu yılın en ilginç deneyimlerinden. Benim gibi “İhtiyar Delikanlı – Oldboy” ile çok haşır neşir olmamışsanız da izleyin. Park Chan-wook, çok zor iki rolde, unutmanızın mümkün olmadığı iki oyuncu kullanmış ki meselâ, sinemada yönetmen – oyuncu etkileşimi böyle bir şey olsa gerek!

“Kurt Adam”, “The Werewolf” (1913) adlı 18 dakikalık kısa filmden başlayarak 97 yıldır sinemada korkutmaya devam eden bu ‘canavarlaşmış insan’ öyküsünün son filmi olarak, dramın özünde yer alan temaya, yani asıl kötülüğün insan ruhunun karanlığında saklı olduğuna kusursuzca atıf yapıyor. Ve 19. yüzyıl sonlarında, İngiltere kırsalındaki ‘lânetlenmiş’ Talbot ailesinin soğuk, yalnız, donuk malikânesinde, karısı ve iki erkek evlâdının hayatlarını ‘söndüren’ baba karakteriyle sinemaya katıksız bir kötü daha armağan ediyor… Anthony Hopkins’in müthiş katkısıyla tabii!

Sanki Kurt Adam rolünü oynamak için doğmuş gibi görünen bir tipe sahip Benicio Del Toro’dan, çevresine tekinsizlik yayan Scotland Yard Müfettişi Hugo Weaving’e ve ayrıntılı sanat yönetimine kadar her elemanın bu filmi izlemeniz için iyi birer neden olduğunu söyleyebiliriz. Sadece ama sadece… 1981’de “An American Werewolf in London”da bizzat başlattığı yenilikçi / gerçekçi makyaj etkilerinden bir tür geriye dönüş yaparak, yeni versiyonda temel alınan 1941 yapımı orijinal “The Wolf Man”deki makyaj uygulamalarına benzer bir yüz çalışması yapması, Rick Baker’ı (6 Oscar’lı) bu konudaki düş kırıklığının müsebbibi haline getiriyor! Tercihlerde son söz onun olmasa da, dijital etkilerle protezleri birleştiren tabii ki falsosuz- ama ‘eski’ bu uygulama, filmin zaafı olmuş. Yine de, örneğin büyük kıyım ve kargaşanın yaşandığı Londra sahnesi için bile görmeniz gerekli.

“Percy Jackson & Olimposlular: Şimşek Hırsızı”, ‘cin fikirli’ yönetmen Chris Columbus, mitolojinin cazibesini günümüze taşıyarak ‘bir taşla iki kuş vurmuş’. Tanrıların insan formlarına dönüşerek yine insanlarla sevişmeleri sonucu doğan yarı-Tanrı çocuklarının, tehlikelere gebe ama bir yönüyle de üstün vasıflarından dolayı avantajlı ‘kaderleri’ üzerinden ebeveyn – çocuk ilişkilerine dair ailevi bir film, bir… Bu, baba ya da anneleri -mecburen- Olimpos’da ikâmet eden ergenlerin Tanrılar katında dönen entrikalar sonucu dünyayı savaşlara teslim etmemek için giriştikleri görkemli macera, iki. Zaten A sınıfı eğlence sineması da böyle bir şeydir işte. Görsel – işitsel zevklerden dört köşe olmuş vaziyette, hafif duygulanmış biçimde salondan mutlu çıkarsınız. Biz ‘snop’ film eleştirmenleri için de geriye, kavram sanatçılarının ve görsel etki sihirbazlarının muhteşem işleri kalır; yani şimdi Denizler Tanrısı Poseidon’un günümüz modern kentinde bir gece vakti denizden çıkmasının sinemasal anlamda da görkemi az şey midir?

(16 Şubat 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Memleketim

Teknoloji o kadar hızlı gelişim gösteriyor ki, belirli yaşın üzerine çıkmış bizim gibi vatandaşlar intibak etmekte ya zorlanıyorlar veya geç kalıyorlar. Ancak gelişmeleri takip etmek ve faydalanmak da gerekiyor. Netekim Sadi Bey’de facebook ve twitterbook meselelerine girmek zorunda kaldı. Her ne kadar tam randımanlı kullanamasa da aklına geldikçe küçük notlar alıyor, sağa sola lâflar atıyor. Şu kadar zamandır web sitesi zamanının tümünü kapsadığından taze yazı servis edemiyordu. Artık dönüşü muhteşem mi oldu, gayrimuhteşem mi bilemiyorum, yeni yazılarına “Twitter Günlükleri” altbaşlığıyla başladı. Filhakika bu günlüklerin Narnia Günlükleri’yle bir ilgisi yoktur, mümkün mertebe orijinal olmaya çalıştık.

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 1

Başbakan Erdoğan ve Kültür Bakanı Günay’ın yönetmen Yücel Çakmaklı’nın cenazesine gelmeleri takdir edilesi bir davranış.

Demek ki bundan böyle sinema sektöründe herhangi bir kaybımız olduğunda sayın büyüklerimizi daima yanımızda görebileceğiz.

Hıncal Uluç’un zaman zaman film eleştirmenlerine -hadi giydirdiğine demeyelim- yol göstermesine şahit olmuştuk.

Sadık Battal hocamız Ülke TV.deki programında maşallah işi toptan halletti, “Bu eleştirmenlerin hepsi işi bırakmalıdır” deyiverdi.

Nil Burak’ın her konuşmasında şarkısının kullanıldığı “Issız Adam”dan herhangi ücret almadığını belirtmesinden şahsen bana gına geldi.

Fikret Hakan, İpek Yolu Film Festivali’nde sahneye spor kıyafetle çıkan eski başkan Hikmet Şahin’i azarlar gibi kınamıştı.

Başkan Fikret Hakan’a cevap vermeden konuşmasını yapıp oturdu. Fikret Hakan’ın asabiliği ve Hikmet Şahin’in sükûneti anılarda yerini aldı.

94 yıllık sinemamızı “Türk Sineması” olarak biliyorduk. MAFM sinemamızın adını açılıma uygun, yeniden belirlemiş: Yeni Türkiye Sineması.

Bence Antalya’da “En İyi Film Ödülü” verilmedi, “En İyi 2 Film Ödülü” verildi.

Birden fazla filme “En İyi” ödülü verilmesi gerekirse ödül adının “En İyi 2 Film Birden Ödülü” olmasını öneriyorum, hem nostaljik olur.

Keza yine bence bu yıl Antalya’da “En İyi Film Ödülü” verilmedi, “En İv” ve “En ıi” Film Ödülü verildi, “İyi” kelimesini böyle bölebildim.

Festival yönetmeliklerine tek film ve tek sanatçıya ödül verilmesi gerektiği yazılmalıdır, çünkü “En İyi” bir tanedir.

Geçen yıl Altın Koza’da da “Made in Europe” filminin erkek oyuncularının hepsine “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü verildi. Hangisi En İyi?

“Kosmos” ve “Bornova Bornova” filmlerinin afiş ve reklâmlarına En İyi Film Ödülü’nü diğer filmle paylaştıklarını yazacaklar mı?

Sigara tiryakisi vatandaşlar önceleri dumanları ile taciz ediyorlardı, şimdi de kaldırımlarımızı elimizden almaya başladılar.

Gariban seyyar arabasıyla domates, biber, patlıcan satmaya kalksa zabıta kovalar, ağaların masaları kaldırımları işgâl eder, ses çıkmaz.

Şehit anası şöyle feryat ediyordu: “Keşke oğlum terörist olsaydı. Dağdan dönünce onu kucaklardım. Şimdi oğlumun mezarını kucaklıyorum.”

Arif Verimli, TV programlarına çıkmayı bıraksa da asli görevi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi Baş Hekimliği görevini dönse.

Türk sinemasının başlangıcı kabûl edilen 14 Kasım günü İstanbul dışında herhangi bir sinemasal bir etkinlik olmamalı.

Sanatçılar ve sektör ilgililerinin bir kısmı 14 Kasım’da İstanbul dışına çıkınca sinemanın merkezinde kutlama ihmal ediliyor gibi oluyor.

(16 Kasım 2009)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

12 Şubat 2010 Haftası

“Sevgililer Günü”, Los Angeles’da, yediden yetmişe bir grup karakterin, sabahtan gece yarısına, ilişkilerin başlangıç – sonuç parantezleri arasındaki -neredeyse- her safhasını içeren bir içerik doygunluğunda ve zincirleme biçimde birbirleriyle iletişim halinde ve de ustaca yönetilen bir trafik içinde koşuşturmasından ibaret! Filmin (günün) sonunda bize kalan: Şu ‘lanet olası’ aşkın, şu başa çıkamadığımız fiziksel – duygusal belânın, birinde mutlak kendimizi bulacağımız yansımaları. Sadece izlediğiniz süre boyunca ilgilenebileceğiniz bir film de denebilir.

(11 Şubat 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sinemamızın Tüm Zamanları

Sinema, sadece kurmaca filmlerin oluşturduğu bir alan değil; ama yaygın olarak bu şekilde anlaşılır ve böyle bilinir. Belgesel film ise televizyonlar yolu ile yaygınlık kazandı. Aslında yazacağım konu farklı, Yeşilçam Dönemi sona erdikten sonra, devam eden film üretimi sayısı hızla düşmüş idi. Salonlarda “yerli film” görmek nerede ise unutulmaya yüz tutuyordu, ara sıra çıkan bir iki film dışında film bulunmaz olmuştu. Eşkıya’nın çıkışı ile işler değişti. İç piyasayı da kontrol altına alan yabancı firmalar geri durmasını öğrendiler. Tamamen farklı nedenlerle de olsa giderek gösterime giren -hatta bazen kök itibari ile yabancı firmaların pazarladığı- filmler, sinemadan iyice çekilmiş “yerli film seyircisini” geri getirdi ve film üretimini de artırdı. Ama bu seyirci profili, Yeşilçam günlerinin seyircisi ile aynı özelliği göstermiyordu, gösteremezdi de… Zaman, filmler ve de seyirci de değişmişti, sinemalar, gösterim düzeyleri bile…

İmdi, bu noktada, hasılat toplayan filmler karşısında yapılan seyirci değerlendirilmesinde kullanılan “…bütün zamanların…” deyimine takılıyorum, bu beni rahatsız ediyor. 58 yıllık sinema seyircisiyim, zaman içinde farklı nedenlerle sinema ile seyircilikten öteye ilgilerim oldu ve bu bana gösterdi ki, zaman içinde önce oturmuş olmasına rağmen giderek değişiklikte gösterebilen bir seyircimiz var.

12.02.2010 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde Sungu Çapan Recep İvedik 3 filmi ile ilgili yazısına bir üst başlık atmış: “Bütün zamanların en çok seyirci toplayan ‘Recep İvedik’ komedi serisinin üçüncü filmi gösterimde”… Bütün zamanlar… ben sinemamızı 1917’de yapılan ilk filmimiz Pençe (Sedat Simavi) ile başlatıyorum. Yeşilçam Dönemi ise ’50’lerin başında (1952-) başlıyor net olmamakla birlikte. O yıllardaki sinema salonu sayısı, koltuk sayısı, gösterimlerde kesilen bilet adedi ülke genelinde ne kadar değerlendirildi, bunu bugün kontrol etmek mümkün değil. 1951 yapımı Mezarımı Taştan Oyun’un (Hüseyin Peyda) değil gösterime çıktığı sezon kestiği biletin ne kadar olduğunu, kaç yıl gösterimde kaldığını belirleyebiliyor muyuz? Güneydoğu Anadolu’da bu sezon yıllar sürdü ve konu iki kere aynı adla, bir de Peyda’nin bir diğer filmi Söyleyin Anama Ağlamasın adı ile üç kez daha “yeniden” çekildi. 1964 yapımı Fabrikanın Gülü (Ümit Utku) Nuri Sesigüzel’in sinemadaki ilk filmi idi. Tokat’ta gösterime girdiğinde tanık olduğum olay şu idi: Salı ve Cuma günü (gündüz) “Bayanlar matinasının” birisinde 600 kişilik salon tamamen dolduktan başka, -bu durum çok olduğu için hazırlıklı olan sinemanın- yedekteki taburelerine de bilet kesildi, salonun fuayesinde tamir edilmek için bulunan yazlık bahçe sinemasının sandalyelerine de kesildi, gişe memuru “son bileti” kendi oturduğu tabureye kesti, film çoktan başlamıştı ve gişe önünde hâlâ -on kadar- bilet bekleyen vardı…

1971 yapımı Keloğlan (Süreyya Duru) Anadoluda ne kadar iş yaptı bu gün biliniyormu? Salonlar küçültüldü, Anadoluda birçok yerde bir ara tamamen kapanan sinemalarda yeniden açılım yapıyor ama hiç biri eski salonlar değil. Yüzlerce kişi dolup dolup film seyrettiğimiz o salonlarda adını hatırlamadığımız filmler ne kadar seyirci topladılar? Son 10-15 yılda gişe durumları (box-office) hesaplanıyor, yayınlanıyor ve yaygın olarak izlenebiliyor. Seyirci sayıları 4 milyonu aştığında, filmler bütün zamanlara yayılarak seyirci rekoru kırmış oluyor. Herkesin bir yanından gördüğü Yeşilçam Dönemi içerden başka dışardan başkadır. İçinin incelemesi yeteri kadar hiç bir zaman yapılmamıştır. İncelenmeyen konulardan biri de, o günlerin seyirci yoğunluğudur. Bugün buna ne kadar olanak vardır, bilemiyorum ama, on yıl sonra 11.si yapılacak olan Recep İvedik’ler ile seyircimizi -sinemamız tüm zamanları için- yaftalamayalım.

(12 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Dünyadan Gelen Sesler: District 9 Üzerine

Bilimkurgu filmleri şimdiye kadar alışılagelmiş formatlara ihanet etmeye pek cesaret edememişlerdir. Yarattıkları dört duvar arası kurallar bütünü de kimi zaman beyazperdede görmeye çok aşina olacağımız klâsiklere zemin hazırlamıştır. Steven Spielberg’in E. T.’siyle büyüyen bir nesil olarak sevimli hale bile getirdik bilimkurgu temel taşlarını. Ancak modern sinemanın esiyi de hiçe saymadan doğallığını koruyarak ve en önemlisi de bildik konulara bambaşka formlar oluşturan bir yapıya da ihtiyacı olduğu kesin. İşte District 9 bu derde deva olabilecek, başından sonuna kadar kural bozan yapısıyla klâsik bilimkurgu senaryolarından sıyrılabilecek bir başyapıt. Uzaylılar, gerçekliğini uzun yıllar boyunca tartıştığımız bir bilimkurgu metası olmuşken bambaşka bir perpsektifle bakılması gerekir diyor bu film. Her şeyden önce varlıklarını sorgulamıyor üstüne üstük kapitalist sistemin tüm eziciliğini onların üzerinde uyguluyoruz. Yadırgama ve telâş yok. Yönetmenin uzaylılar üzerinden görsel olarak sunmaya çalıştığı bir sevimlilik gösteri de mevcut değil. Ama asıl kurulması gereken bağ da görselliğin çok ötesinde vuku buluyor. Yabancı olanı ötekileştirme üzerine ve insanoğlunun en vahşi köklerine kadar uzanan derinlemesine bir itiraf sürecine dair tüm gerçekleri gözümüzün içine sokuyor yönetmen Neill Blomkamp. Sinyaller gönderip uysal iletişimler kurmak zorunluluğu ya da uzaydan gelen yaratıklar tarafından istilâ edilme keşmekeşi yok. Uzaylılardan güç alma ve zamanla onlardan birine dönüşme isteği de insanlık tarihine dair en derin ritüellere ışık tutuyor. Modern diye tabir edilen yüzyılın ritüelleri, Adem ve Havva’dan süregelen alışkanlıklarımızmış aslında. Uzaylıdan bir parça ye ki onun gibi güçlü ol. Hem de kanlı canlı olarak ye ki en vahşi dürtülerinle o bedene sahip olasın.

Filmi izlemeye başladıktan kısa bir süre sonra belgesel izlediğinize neredeyse emin oluyorsunuz ama tam da o sırada belgeseldeki sunucu, kameraman birden olayın içine dahil oluveriyor ve kameraman olarak tanımladığımız şahıs birden ortadan kayboluyor. Filmin başlarında tamamiyle gerçek olduğuna emin olmamızı sağlayan görsel kurgulama tekniği zamanla gerçek ve kurmaca arasında sıkışmamıza ama yine de gerçek dışı gibi görünecek tarafa doğru kaymamıza neden oluyor. Peter Jackson filme ne derece ışık kaynağı oluşturmuş tam olarak bilemiyorum ama ortaya şimdiye kadar gördüğümüz en orjinal bilimkurgu hikâyesi çıkmış. Merak uyandıracak gelişmeler de sinemada görmeye aşina olduğumuz ve alışkanlığa dönüştürülmüş vazgeçilmez kurgulardan ustaca ayıklanmış, önümüze taptaze yeni bir lezzet çıkmış. Ama aslında yıllardır yediğimiz ama yediğimizi pek de fark edemediğimiz bir lezzet desek daha doğru olur. Bu sonuca varmamızı sağlayan başlıca neden de daha önce de bahsettiğim üzere ötekileştirme kavramı. Azınlıkta kalanı yadırgama, dışlama, bir denek malzemesiymiş gibi masaya yatırıp organlarını deşme, sonrasında da hiçbir şey olmamışçasına başa dönme. Bir savaş filmiydi yani District 9. İnsanlık tarihinde yaşanan savaşları, haksız mücadeleleri göz önünde bulundurursak hiçbir farkı olmadığını da görürüz. Tecrit edilmeye çalışılan uzaylılar F tipi yaşama alanı olan 10. Bölge’ye yerleştirilmek isteniyor. Cinsellik teması da insanoğlunun arkasına sığındığı en ucuz kavram oluyor ve kendini yine o basit sözcük olan “fuhuş”la tanımlıyor. Buram buram kokan bir ırkçılık eleştirisi de göze çarpanlardan. Filmin bilimkurgu motifi yoğunlukla teknik anlamdaki anlatım biçimi ve kurgulanışında gizli. Onun ötesinde sosyolojik çözümlemeler sunan, en ilkel hareket biçemlerini direkt olarak ama gözümüzün içine de sokmadan sorgulayan, farklı olanın yok edilmeye çalışılmasını anlatan ve tüm bunları gerçekleştirirken insanoğlunun verdiği reaksiyonları bir ayna yardımıyla önümüze getiren bir yapım duruyor karşımızda.

District 9 En İyi Film dahil toplam 4 dalda Oscara aday. Alamaması muhtemel gözükse de akademi jürisi tarafından es geçilmemesi sevindirici. Filmi izledikten sonra da Oscarı alıp almaması gerektiği de önemsizleşiyor zaten.

Bir uzaylı filmi izleyerek nerden nereye geldiğimizi sorgulatan “District 9” iyi bir film olduğunu, ayaklarının yere sağlam bastığını hissettirerek gösteriyor. Avatar nasıl ki 3 Boyutlu teknolojisini hayranlıkla izlememi sağlayabildiyse “District 9” da kendimi bildim bileli izlediğim uzaylılardan yola çıkarak insana dair birçok parçayı görmemi sağladı. Kalbinin toprağı sert olan insan yine oraya bir şeyler ekmeye çalıştı ama bir türlü filiz veremedi diyerek sonlandırıyorum yazımı ve izleyip ayrıcalıklı bir bakışa sahip olabilmenizi temenni ediyorum.

(10 Şubat 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Bir “Altın Ayı”nın Peşinde

11 – 21 Şubat 2010 tarihinde büyülü şehir Berlin’de düzenlenen 60. Berlinale’de yirmi altı film “Altın Ayı” için yarışıyor. Semih Kaplanoğlu üçlemesinin son filmi “Bal”la bu büyük ödülü istiyor.

11 – 21 Şubat tarihleri arasında düzenlenen 60. Berlinale’de yarışma bölümünde Jüri Başkanı Werner Herzog olarak açıklandı. Festival Yönetmeni Dieter Kosslick, Herzog’un jüri başkanı olmasını “Berlinale’nin 60. yılında daha iyi bir jüri başkanı bulamazdık” sözleriyle açıkladı. Berlinale’de “Yaşamboyu Başarı Ödülü”nü Alman sinema tarihinin önemli oyuncularından Hanna Schygulla ve senarist-yönetmen Wolfgang Kohlhaase alıyor. Wolfgang Kohlhaase, geçmişte Doğu Alman sinemasında önemli filmlere senarist ve yönetmen olarak imza atmıştı. Reha Erdem’in 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Altın Portakal” kazanan “Kosmos” filmi Berlinale’de “Panaroma” bölümünde gösteriliyor.

“Bal” da var…

“Altın Ayı” (Goldene Bär) için yirmi altı film yarışıyor. Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin son filmi “Bal” da Berlinale’de. Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen, Alev Uçarer ve Ayşe Altay’ın oynadığı “Bal” filminde şair Yusuf’un çocukluk yılları anlatılıyor. Üçlemenin ilk filmi 2007 yapımı “Yumurta”da şair olgundu. 2008 yapımı “Süt”de şair gençti. 2009 yapımı “Bal”daysa şair çocuk. 2006 yılında “Grbavica: Esma’nın Sırrı” filmiyle Berlinale’de “Altın Ayı” kazanan Boşnak kadın yönetmen Jasmila Zbanic, “Na Putu” (Yolda) filmiyle yine “Altın Ayı”yı istiyor. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmin başrolünde “Esma’nın Sırrı”nda da oynayan Mirjana Karanovic var. Film, havaalanında çalışan hostes Luna’yla hava trafik kontrolörü Amar’ın aşkını anlatıyor. Amar, bir gün işteyken içki içer ve işten atılır. Sonra da aşırı muhafazakâr Vahabilerin yanında iş bulur. Aşkları da sarsılır. Roman Polanski’nin “The Ghost Writer” (Yazar Hayalet) filmi de “Altın Ayı” için yarışıyor. Robert Harris’in romanından uyarlanan mistik-gerilim filminde Ewan McGregor, Pierce Brosnan, Olivia Williams, Kim Cattrall, Tom Wilkinson, James Belushi, Timothy Hutton ve Eli Wallach başrolü paylaşıyor. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere ortak yapımı bu filmde Hayalet yazar, eski İngiltere başbakanı olan Adam Lang’ın hatıralarını yazmak için, Amerika’nın doğusunda okyanusun ortasında bir adaya kapanır. Ve Lang öldürülür. Bu entrikalarla örülü politik-gerilim filmi. Avusturya-Almanya ortak yapımı olan 1974 doğumlu Alman Benjamin Heisenberg’in yönettiği “Der Rauber” (Haydut), Martin Prinz’in romanından uyarlandı. Filmin senaryosunu yazarla beraber yönetmen yazmış. Film, Johannes Rettenberger (Andreas Lust) adında hobi olarak banka soyan bir marantocunun hikâyesini anlatıyor. İran-Almanya ortak yapımı “Shekarchi” (Avcı) filmini Rafi Pitts yönetti. 1967 doğumlu yönetmen İran’da “yeni dalga” yönetmenlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Yönetmen bu filminde Ali Alavi karakterini canlandırmış. Filmde, iki polisi öldüren bir gencin hikâyesini anlatıyor. “My Name is Khan” (Benim Adım Han) filmini 1972 doğumlu Hintli Karan Johar yönetti. Film, Mumbai’de, yani Bombay’da yaşayan otistik bir Müslüman Rizwan Khan’ın gerçek hikâyesini anlatıyor. Mandira’yla evlenen Rizwan, San Fransisko’ya göç ediyor. Sonra 11 Eylül yaşanıyor. Onun otistik olduğunu bilmeyen yetkililer, Rizwan’ı şüpheli terörist olarak tutukluyorlar.

Martin Scosese’nin “Shutter Island – Zindan Adası” da “Altın Ayı”ya talip. Film, Dennis Lehane’in romanından uyarlandı. Yazar Lehane’in “Mistic River – Gizemli Nehir”, 2003 yılında Clint Eastwood tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Şubat ayında ülkemizde de gösterime girecek olan “Zindan Adası”nda Leonardo DiCaprio (Teddy), Mark Ruffalo (Chuck), Ben Kingsley (Dr. John Cawley), Emily Mortimer (Rachel), Patricia Clarkson (Ethel) ve Max von Sydow (Dr. Jeremiah Naehring) oynuyor. Bu sinemaskop korku-gerilim filminin görüntüleriyse Robert Richardson’a ait. Filmin hikâyesi 1954 yılında Massachusetts’deki ada akıl hastanesinden bir hastanın kayboluşunu ve araştırılmasını anlatıyor.

Propaganda sinemasına bak…

Japon yönetmen Koji Wakamatsu’nun Edogawa Rampo’nun romanına dayanan “Kyatapira” (Tırtıl) filmi, 1940’lardaki ikinci Çin-Japon savaşı üzerinden Teğmen Kurokawa’nın sakat haliyle eve dönüşünü ve dramını anlatıyor. Danimarkalı Pernille Fischer Christens’in yönettiği “En Familie”, (Bir Aile), bir aile dramını anlatıyor. Galeri sahibi Ditte, New York’tan rüya gibi iş teklifi alır. İki genç sevgili New York’a gidecekken galericinin fırıncı babası hastalanır. Norveçli yönetmen Hans Petter Moland’ın “En Ganske Snill Mann” (Çok Güzel Bir Adam) filminde nazik ve sakin Ulrik yansıyor perdeye. Ama bu güzel insan bir kiralık katil. Bu filmin başrolünde de Stellan Skarsgard var. İlk filmini çeken Rumen yönetmen Florin Serban’in “Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier” (Ne Zaman İsterseniz, Islık Islık) filmi de Berlinale’de. Bu gerilim filmi, dört yıldır hapiste olan Silviu’nun dramı yansıtıyor perdeye. Belgeselci Terry Guetta “Exit Through the Gift Shop” (Hediyelik Dükkandan Bir Uçtan Bir Uca Çıkış), ünlü sokak sanatçısı Banksy’yi anlatmaya çalışıyor. Banksy, günümüzün en gizemli sanatçılarından biri. 1969’da Brooklyn’de doğan Noah Baumbach, ülkemizde filmleriyle tanınan bir yönetmen. 2005 yapımı “The Squid and the Whale – Mürekkepbalığı ve Balina” ve 2007 yapımı “Margot at the Wedding – Kız Kardeşim Evleniyor” hemen akla geliyor. Baumbach’ın Berlinale’de “Altın Ayı” için yarışan filmi “Greenberg” filminde Ben Stiller ve Jennifer Jason Leigh başrolü paylaşıyor. Film, hayatının dönüm noktalarından birini yaşayan Roger Greenberg’ün etrafından dolaşıyor. Filmin hikâyesi de Los Angeles taraflarında geçiyor. Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın ortak yönettikleri “Howl” (Uluma) filminde ünlü oyuncular var. James Franco, Mary-Louise Parker, Jeff Daniels, Treat Williams gibi. Bu film, “beat kuşağı” şairlerinden Allen Ginsberg üzerine. Ginsberg’ü, James Franco canlandırıyor. Bu filmin yönetmenlerinden Rob Epstein, 1984 yapımı “The Times of Harvey Milk-Harvey Milk Zamanları” belgeseliyle Akademi’den “En İyi Belgesel” dalında Oscar kazanmıştı. Alman yönetmen Oskar Roehler, “Jud Süss: Film ohne Gewissen” (Şirin Yahudi: Vicdanı Olmayan Film) “Altın Ayı”ya yakın duruyor. Film, “küçük aktör” Ferdinand Marian’ın “Jud Süss” rolünü alıyor, popüler Yahudi karakteri olan Jud Jüss’ü canlandırmak için kendini ikna etmeye çabalıyor ve yıl da 1939’dur. Ferdinand’ın karısı Anna da bir Yahudi. Ferdinand, suçluluk duygularını da yaşıyor. Naziler, Ferdinand’ın karısını tutukluyorlar ve Ferdinand’a şantaj yapıyorlar. Sonra Anna sınırdışı ediliyor. Bu filmde Joseph Goebbels’i ünlü Alman oyuncu Moritz Bleibtreu oynuyor. 1946 yılına gelindiğinde Ferdinand vicdan azabına fazla dayanamıyor ve intihar ediyor. “Jud Süss” filmi, 1940 yılında Veit Harlan tarafından yönetilmiş Yahudi karşıtı bir Nazi propaganda filmiydi. Veit Harlan’ın bu filmine ilk gerçek anti-semitik film deniliyor. Jud, Almanca Yahudi anlamına geliyor.

Aleksei Popogrebsky’nin “Kak ya Provel Etim Letom” (Yaz Nasıl Sona Erdi) filmi de Berlinale’de. Bu filmin hikâyesi Kuzey Kutbu’nda geçiyor. Gustave de Kervern’le Benoit Delepine’in ortak yönettikleri “Mammuth” (Mamut) filminde Gerard Depardieu ve Isabelle Adjani oynuyor. Yoji Yamada’nın yönettiği “Ototo” (Genç Kardeş), sinemaskop çekilmiş. Sinemaseverler yönetmen Yamada’yı 2002 yapımı “Tasogare Seibei – Alacakaranlık Samurayı” filminden hatırlayabilirler. Nicole Holofcener’in yönettiği “Please Give” (Lütfen Ver) filminde Catherine Keener, Amanda Peet ve Rebecca Hall başrolü paylaşıyor. Film sinemaskop çekilmiş bu filme, beyazlar üzerine yapılmış beyaz bir film deniliyor. Filmde, New York’lu antika satıcıları karı-koca Kate ve Alex’in hikâyesini anlatıyor. Natalia Smirnoff’un ilk yönetmenlik deneyimi “Rompecabezas” (Bulmaca) filmi de Berlinale’de yarışıyor.

Coenlerin ruhu…

Çin sinemasının yaşayan büyük ustalarından Zhang Yimou’nun sinemaskop çekilmiş “San Qiang Pai an Jing Qi” (Bir Kadın, Bir Silah ve Erişte Dükkanı) filmi, Coen kardeşlerin 1984 yapımı “Blood Simple – Kansız” filminin “remake”, yani ikinci çevrim filmi. Aslında Coen kardeşlerin bu filmi de bir “remake”di. Coen kardeşler de Billy Wilder’ın 1944 yapımı kara filmi “Double Indemnity – Çifte Tazminat”ından esinlenmişlerdi. Burhan Qurbani, ilk filmi “Shahada” (Şehadet), Berlin’de yaşayan üç genç Müslümanın etrafında dolaşıyor. Yönetmen hikâyesini üç epizotta anlatıyor bu filminde. Danimarka sinemasında Lars von Trier’le beraber “Dogma”yı yaratan Thomas Vinterberg, “Submarino” (Denizaltı) filmiyle Berlinale’de. Vinterberg, bu filminde birbirinden uzaklaşmış iki kardeşin hikâyesini anlatıyor. Kardeşlerden biri Nick, alkole ve şiddete bulanmış. Bu filme, iki kardeş hakkında karanlık bir hikâye deniliyor. Lisa Cholodenko’nun “The Kids are All Right” (Çocuklar İyi) filminde Julianne Moore, Annette Benning ve Mark Ruffalo başrolü paylaşıyor. İngiliz sinemasının önemli yönetmenlerinden Michael Winterbottom’ın Jim Thompson’ın romanından uyarlarladığı “The Killer Inside Me” (Katil İçimde) filminde Jessica Alba, Kate Hudson, Casey Affleck, Bill Pullman ve Elias Koteas oynuyor. Bu suç-gerilim filminin hikâyesi Teksas taraflarında geçiyor. Bu filme seks, sadizm, sado-mazoşizm ve şiddet yüklü deniliyor. Çinli yönetmen Wang Quanan “Tuya de Hun Shi – Tuya’nın Evliliği”yle 2007’de Berlinale’de “Altın Ayı”yı kazanmıştı. Wang Quanan, bu defa “Tuan Yuan” (Ayrı Beraber) filmiyle yine talip “Altın Ayı”ya. Bu filmdeki hikaye Çin-Tayvan sınırındaki boğazda geçiyor.

++ Martin Scorsese: “Shutter Island” (Zindan Adası) ABD
++ Roman Polanski: “The Ghost Writer” (Yazar Hayalet) ABD-Almanya-Fransa-İngiltere
++ Semih Kaplanoğlu: “Bal” (Honey) Türkiye-Almanya
++ Benjamin Heisenberg: “Der Rauber” (Haydut) Avusturya-Almanya
++ Jasmila Zbanic: “Na Putu” (Yolda) Bosna-Hersek-Avusturya-Almanya-Hırvatistan
++ Rafi Pitts: “Shekarchi” (Avcı) İran-Almanya
++ Karan Johar: “My Name is Khan” (Benim Adım Han) Hindistan
++ Koji Wakamatsu: Kyatapira (Tırtıl) Japonya
++ Pernille Fischer Christens: En Familie (Bir Aile) Danimarka
++ Hans Petter Moland: En Ganske Snill Mann (Çok Güzel Bir Adam) Norveç
++ Florin Serban: Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier (Ne Zaman İsterseniz, Islık Islık) Romanya
++ Terry Guetta: Exit Through The Gift Shop (Hediyelik Dükkandan Bir Uçtan Bir Uca Çıkış) İngiltere-ABD
++ Noah Baumbach: Greenberg (Greenberg) ABD
++ Rob Epstein-Jeffrey Friedman: Howl (Uluma) ABD
++ Oskar Roehler: Jud Süss: Film ohne Gewissen (Şirin Yahudi: Vicdanı Olmayan Film) Almanya-Avusturya
++ Aleksei Popogrebsky: Kak ya Provel Etim Letom (Yaz Nasıl Sona Erdi) Rusya
++ Gustave de Kervern-Benoit Delepine: Mammuth (Mamut) Fransa
++ Yoji Yamada: Ototo (Genç Kardeş) Japonya
++ Nicole Holofcener: Please Give (Lütfen Ver) ABD
++ Natalia Smirnoff: Rompecabezas (Bulmaca) Arjantin
++ Zhang Yimou: San Qiang Pai an Jing Qi (Bir Kadın, Bir Silah ve Erişte Dükkanı) Çin
++ Burhan Qurbani: Shahada (Şehadet) Almanya
++ Thomas Vinterberg: Submarino (Denizaltı) Danimarka
++ Lisa Cholodenko: The Kids are All Right (Çocuklar İyi) ABD
++ Michael Winterbottom: The Killer Inside Me (Katil İçimde) ABD
++ Wang Quanan: Tuan Yuan (Ayrı Beraber) Çin

(09 Şubat 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Türkiye’de Zombi Olmaz Diye Bir Şey Yok, Bilakis Türkiye’de Herşey Olur

“Ada: Zombilerin Düğünü”; ikisi de sinema yazarı olan Talip Ertürk ve Murat Emir Eren’in -kendi deyimleriyle- televizyonun içini açmak arzusuyla yanıp tutuşan bir çocuğun hissiyatıyla çektikleri bir ilk film olma özelliği taşıyor. Film aynı zamanda Türkiye’nin de ilk zombi filmi olarak kayıtlara geçti.

Mevzu; sıkıcı bir düğünün zombi saldırısıyla şenlenmesiyle başlıyor. Zombiler onları yeme derdindeyken, kendi içlerinde birbirini yemekten geri kalmayan bir arkadaş grubunun komik halleriyle ilerliyor. Bolca absürdlük ve ince göndermeleri de bünyesinde toplayan film korku değil ama eğlence arayanlara farklı bir deneyim yaşatacak…

“Ada: Zombilerin Düğünü”nün türü korku – komedi, ancak dert korkutmak değildi sanıyorum… Öyle olsa çok iyi kıvırabilirdiniz diye düşünüyorum…

Murat Emir Eren: Hep söylüyoruz, Ada genel olarak bir “eğlencelik” olarak tasarlandı. Korku bölümleri oldukça sınırlı, ama eğlenceli halini hiç elden bırakmasın istedik. Salonda film izleme deneyimi açısından bizim için korkutmakla güldürmek arasında pek bir fark yok. İnsanların korkup gözlerini kapatması kadar, gülüp eğlenmesinin de bizim için kıymetli olduğunu söyleyebiliriz. Derdimizin korkutmaktan çok güldürmek olduğunu da filmin isminden, afişine kadar, her yerde vurguladık zaten. Dolayısıyla salondaki insanların gülüp eğlenmesi amacımıza ulaştığımız anlamına geliyor bizim için. Korkutmaktan çok güldürmek çok baştan verdiğimiz bir karardı zaten.

Size en çok sorulan sorulardan birisi işi gücü bırakıp neden film işine kalkıştığınız… Film eleştirmenlerinin film çekmelerine alışkın değiliz ama düşününce bu denli film bilgisi ve kültürüne sahip insanların film çekmeleri çok olağan görünüyor… Peki sizce neden film eleştirmenleri film çekme işine yanaşmıyor?

Talip Ertürk: Film çekmek çok başka bir iş, bambaşka bir mesai. Yıllar önce Alin Taşçıyan’ın bir röportajında okumuştum, benzer bir soru kendisine sorulmuştu, film çekmenin ne büyük bir mesai olduğunu, kendisinin böyle bir çabanın altına girmek istemeyeceğini söylemişti. Genel olarak da durum budur. Bir de eleştirmenlik temelde bir yazarlık işidir, yönetmenlik ise bambaşka bir şey. Dolayısıyla film kültürüne sahip olmak size nasıl bir film yapmak istediğinizle ilgili rehber olsa da, sonuçta pek yardımcı olmuyor. Yine de sinema tarihinde eleştirmenlikten yönetmenliğe geçiş yapan bir dolu insan var bizler gibi elbette. Biraz televizyonun içini açmak arzusuyla yanıp tutuşan çocuğun hissiyatına benziyor bizimkisi alsında.

Film, başrol oyuncularının ilk deneyimi ve bence gayet doğallardı… Gülüm Baltacıgil’i Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’nden hatırlıyoruz. Cast seçimi ekonomik nedenlerden dolayı mı böyle yapıldı, yoksa filmin ruhuna uyması için mi?

MEE: Oyuncu kadrosu ekonomik sebeplerden çok bizi tercihlerimiz neticesinde şekillendi. Filmi amatör bir kayıt mantığıyla kotardığımız için şöhretli oyuncuların bu hikâyenin kahramanları olmaması gerektiğini düşündük. Bahsettiğiniz doğallık olmadan bu filmin mizahının da pek işlemeyeceğini düşünüyorduk. Filmin ruhu yıldızlardan çok sıradan insanları talep ediyordu, oyuncularımız da sıradan insanları oynamak konusunda pek başarılı oldular kanaatindeyiz.

SİYAD Ödül Töreni’ninde Atilla Dorsay’ın Cem Yılmaz’a yaptığı göndermelerden birisi de sizin filminizdi… Taş devri, western derken türler arasında cirit atan Cem Yılmaz’ın elinden bir konuyu kurtardıklarını ve bunu sinema yazarlarının yapmış olmasından çok keyif aldığını söyledi. Meselâ şimdi vampirli filmler çok moda… Siz de ayak uydurup bir vampir komedisi yapacak mısınız? Yoksa farklı tür ve konular mı eğileceksiniz?

TE: Aslında türler arasında gezinmek niyetindeyiz. Ama zombi, vampir, kurtadam üçlemesi üzerine kariyer kurmak gibi bir niyetimiz de yok. Yine de şöyle söylenebilir, bir vampir filmi yapmaya niyetlensek o vampir hiç de karizmatik olmaz, orası kesin. Modalarla çok ilgilenmiyoruz aslında, zombileri de akımlar üstü karakterler oldukları için seçtik. Popüler olanla dalgamızı geçelim gibi bir derdimiz yok pek.

Zombilerin bir düğünü basması tesadüf olmamalı.

MEE: Evlilikle bizim değil karakterlerimizin derdi var aslında. Bizim derdimiz kötü organize edilmiş, sıkıcı düğünler. Filmin çıkış noktalarından biri de, katılmak zorunda kaldığımız düğünler oldu. Bir de Türk insanının her ne olursa olsun düğünlerde özüne çok yaklaştığını düşünüyoruz. Sahte altın takmak diye bir şey var meselâ. “Durumum yok takmayayım” yerine, “Sahtesini takayım kimse fark etmez nasıl olsa” demek bize çok ilginç geliyor.

Ekonomik çıkmazlar sebebiyle kâğıt üzerinde olan birçok şeyi filme taşıyamadığınızı okumuştum. Çıkan sonuç ne kadar içinize sindi?

TE: Çıkan ürünün tamamen içinize sinmesi diye bir durum söz konusu değil sanıyoruz. En mükemmel prodüksiyon şartları bile size kafanızdaki filmi çekmenizi sağlayamayabilir. Amaç perdede içinize en sinen halini görebilmek olmalı her halükârda. Ada için bir dolu senaryo güncellemesi yapılmak zorunda kalındı, gerek ekonomik sebeplerden, gerek memleket şartlarından. Ortaya çıkan sonucun eğlencesi de, bizim gayet içimize siniyor. Ama post prodüksiyon sürecinde filmi yüzlerce kez tekrar tekrar izleyince o görüntülerde neler bulduğumuzu tahmin bile edemezsiniz.

Türk insanının sürekli birbirini yemelerini, bir türlü organize olamamalarını izlemek oldukça eğlenceli… Diğer taraftan zombileri Türkiye’ye uyarlamak sıkıntılı oldu mu?

MEE: Organize olamayıp akılcı çözümler üretememek bizim karakterlerimizin temel problemi. Üstelik bir yanda zombilerle mücadele ederken, kendi içlerinde kenetlenmekten de çok uzaktalar. Zombilerin bizim kültürümüze uzak olduğunu düşünmüyoruz aslında. Zombiler, klâsik bir ‘biz ve onlar’ durumu üzerinden “öteki”lik yaratıyor. Bu da memleketin hiç de yabancı olmadığı bir şey. Uyarlama yapmak hiç zor olmadı, adaya gelen zombiler bir anda kendi kurallarını dikte ediyor zaten. Türkiye’de zombi olmaz diye bir şey yok, bilâkis Türkiye’de her şey olur.

Son olarak favori zombi filminizi öğrenelim…

TE: Benim şahsi favorim, orijinal Night of the Living Dead.

MEE: Ben iki Dawn of the Dead’in birden hastasıyım.

(07 Şubat 2010)

Gizem Ertürk

05 Şubat 2010 Haftası

“Herkesin Keyfi Yerinde”, Giuseppe Tornatore’nin 1990 yılında çektiği filmin Türkçe adı… Efsanevi / müteveffa Marcello Mastroianni’nin, emekli aile babası rolünde Sicilya’dan yola çıkıp güneyden kuzeye İtalya’yı dolaşıp beş çocuğunu ziyarete gitmesi sonucu karşılaştığı tüm o ‘aldatma’, mutsuzluk ve hüzünlerden sonra geriye döndüğünde, hayatta olmayan karısına hitaben söylediği üç sözcük: Yani, “Stanno Tutti Bene”. Robert De Niro’nun, yaşına denk düşen bir içtenlikle oynadığı baba Frank da, kimsenin mükemmel olmadığı / olamayacağı bir dünyada, aile olma yolunun dürüstlükten ve hep birlikte müsamaha kapılarını açarak sevecen iletişim köprüleri kurmaktan geçtiğini anlatan filmde, Amerika’nın farklı kentlerindeki dört çocuğuna ‘sürpriz’ yapıyor. Hüzünlü bir yol filmi aynı zamanda: Çocuklarınızın sizin kafanızda canlandırdığınız gibi bir yaşam kuramayacağı gerçeğiyle karşılaşıp, onları olduğu gibi sevmenizin önemine işaret ederken, hikâye, formülü belli kalıplarla daha bir mutlu sona kavuşuyor. Onun için de bu filmin adı “Everybody’s Fine” yani “Herkes İyi” oluyor. Not düşelim, yönetmen Kirk Jones bir İngiliz olduğundan çeşitli hınzırlıkları ihmal etmemiş… Bir de ağlamanın güzelliğini yaşayacaksınız tabii.

“Tanrı’nın Kitabı”, ‘gönül gözü’ ile gören Eli’nin (Denzel Washington), Batı’ya, Pasifik Okyanusu’ndaki Alcatraz Adası’na götürmek için yanında taşıdığı kitap… ”From Hell – Cehennemden Gelen”den dokuz yıl -Victoria Dönemi Londra’sının Karındeşen Jack hikâyesinden de en az bir buçuk yüzyıl- sonra yeniden ilgi alanımıza giren Hughes Biraderler, başımıza gelen felâketi özetleyen bir giriş sahnesi ile hemen seyirciyi ele geçiriyor: Eli, günümüzün en değerli / pahalı küçük kedilerinden birini, karnını doyurmak için avlıyor. Bildiniz; nükleer felâket sonrası, insan dâhil değerli canlılar değersizleşmiş, bugün insanoğlunun çöpe attıkları da nadirattan olmuş. Ve ozonun ciddi biçimde tahribatı da, yaygın körlükleri getirmiş. Peki, günümüzde milyarlarca insanı efsunlayan ve inanç ticareti sonucu ceplerine el atmış olan veya gerçekten ‘iyi’ birer insan olmalarını sağlayan itikadı yayan din kurumu bir şey yapamamış mı? Belli ki hiçbir yararı olmamış. Zaten kutsal kitapların tüm nüshaları yakılmış… İmdi, insanlığın yeniden inşasında, bu filmi, bakış açınıza, meşrebinize, ahlaksal kodlarınıza göre değerlendirmek zorundasınız. İlk bakışta öyle görünmese de, insanı ikircikli bırakan bir mesele sunuyor.

1) Eli, yeni bir başlangıcın Doğu’dan değil de, filmin ‘western’imsi yapısına uygun biçimde diğer kıyıdan başlayacağından hareketle, insanlığın ortak kültür bahçesinde eksik olan ‘parça’yı (17. Yüzyıl İngiltere Kralı James onaylı Hıristiyan İncili), tam bir inanç ve fedakârlıkla yerine ulaştırmaya çalışırken, önüne çıkan ‘canlı’ (ve cansız) her engeli yok ediyor. Yeniden yükselen imanın, insanlık inşası için umut haline gelmesi, “kutsal kitabın”(kitapların) yerine ulaştırılmasına bağlı gibi.

2) ‘Kötü’ Carnegie (Gary Oldman) ise, küçük topluluğuna bir yaşam alanı yaratmış; diktatörlükle büyümek istiyor. O da kitabın peşinde: İnsanları bir hedefe doğru sorunsuzca yönlendirip, ‘uyuşturmak’ için. Hangisi daha gerçekçi? Buyurun düşünün. Düşünürken, bu arada, benzer filmleri bir adım geçen ıssız, ürkütücü, yakıcı ve kirli dünyanın içindeki küçük şiddet zirvelerinden keyif (!) almaya bakın. “Forrest Gump” ile Oscar adayı olan görüntü yönetmeni Don Burgess’in tarifi zor grimsi – sarımsı renk paleti içinde kötü hissedeceğinizin garantisini veririm. Sözün kısası, yaşam değerlidir; film çıkışı, kendinizi mahrum bıraktığınız keyifler varsa hemen tamamlamaya koyulun.

(03 Şubat 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com