Kategori arşivi: Yazılar

Veda

60’lı yılların sonuna doğru Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unu oyunlaştırmış ve oynamıştı. Bu denemede ilk kez Mustafa Kemal sahnede bir oyuncu tarafından canlandırılmaktaydı. Mustafa Kemal’i oynayan Tiyatro Bölümü öğrencisi (mezunu?) kimdi hatırlamıyorum. Önemli değil, önemli olan şu idi, bu oyuncu Mustafa Kemal’e benzemek için en ufak bir gayret içine girmemişti. Evet onun kostümleri gibi kostümler (üniforma) giyiyordu ama makyaj yapma gibi bir girişim olmamıştı, bu sahneye koyucu tarafındanda bu şekilde değerlendirilmişti…

Sinemamız Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir çok film yapmıştır 50’li ve 60’lı yıllarda, şimdilerde bu azaldı değil, bitirildi… Bu filmlerde Mustafa Kemal hiç bir şekilde bir oyuncu tarafından canlandırılmaz, filmin sonunda -Samsun’dan- bir güneş gibi doğuşu küçükten büyüğe geçen -çok sonraları çekilmiş- fotoğrafı ile verilir ve bazı filmlerde de savaş sonrasında çekilmiş “gerçek” filmlerle bir anlatıcının sesi refakatinde gösterilir.

1964 yılında Çanakkale Arslanları (Demirağ / Eraslan) filminde, çok kısa bir süre, bir oyuncu (Halûk Kurdoğlu) tarafından canlandırılmıştı, ilk kez ve bu sahnede, savaşın da kaderini değiştiren ünlü komutunu veriyordu: “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” (devamı -yaklaşık olarak- “… yerimizi alacak yeni kuvvetler savaşa devam edeceklerdir”) Yıllar sonra Mustafa Kemal ile ilgili bu görüntü tabusu önce televizyonda kırıldı, dramatik belgesellerde Mustafa Kemal oyuncular tarafından canlandırılmaya başlandı. İyi de oldu. (Ama yine böyle bir televizyon filminde, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde makamına giren başı açık bir asker, Amerikan ordusu çıkışlı bir hareketle elini başına götürerek, sanki her hangi bir şapkası (başlığı!) varmış gibi, selâm veriyor ve hiç bir reaksiyon görmüyordu. Askerlik yapmışlar bilir, bizim ordumuzda, hele o günlerde hiç bir zaman baş açık iken böyle selâm verilen bir devir olmamıştır; Mustafa Kemal huzurunda hiç bir asker o şekilde selâm veremezdi. Haa verse ne olurdu, gerekli cevabı bir daha unutmayacak şekilde alırdı, gayet kesin ve nazik bir şekilde… ama sayın Livaneli, filminde sözünü ettiğim -Amerikan- selâmını bizzat Mustafa Kemal’e yaptırıyor. Geri çağrılınca istifa eden Mustafa Kemal’i görmeye gelen Kâzım Karabekir, esas duruşta “Ordumla emrinizdeyim” deyip -başında şapkası vardır- selâm verince Mustafa Kemal’in de eli başına gidiyor, başı açıktır, üstelik sivildir…

Livaneli, filmini Salih Bozok’un hatırladıkları -düşündükleri ve oğluna aktarmak için mektuba yazdıkları- üzerine kuruyor ve televizyona sızan bir konuşmasında dediği gibi, yaptığı “bir sinema filmidir”, yani bir belgesel, dramatik belgesel ve bir tarih çalışması değildir. Mustafa Kemal gibi birisi üzerine “bir sinema filmi” yapılırken, bir “dramatik” belgesele göre daha serbest hareket edilebilir. Mutlaka yaşamı tüm zamanları ile anlatılacak diye bir kuralda yoktur. 57 yıllık yaşamının sadece bir günü (her hangi bir günü) filme konu edinilebilir. Seçilen yaşamının parçası sadece bir kişi ile olan ilişkileri olabilir, bu kişi İsmet (İnönü) de olabilir, Latife Hanım da, Fikriye Hanım da… Yahut başka birisi de… Savaşları da ele alına bilir, savaşlar öncesi hazırlık süreçleri de, savaş sonrası mücadelenin farklılaştığı alanlarda (“tarih”, “eğitim”, “dil” çalışmaları) olabilir, herkesin farklı bir taraftan anlattığı sofraları da… Bir seçim sorunudur sonuçta…

Dediğimiz gibi Livaneli, Salih Bozok’tan hareket etmiş. Senaryo kendisince yazıldığına göre, elindeki kaynakları ne kadar kullandı bilemiyorum ama bir film içine yerleştirdikleri, ister istemez bazı boşluklar taşıyor. Çocukluk, gençlik (askeri öğrencilik) askerlik (ve düşünceleri, Bozok ile ilişkisi, Fikriye ve Latife ilişkileri) ve hastalık günleri… Dört ana bölümde anlatılanlar, herkesce görülen bir imparatorluğun çözülüşü, yalnız Mustafa Kemal’in savunduğu plânlı programlı ve dayanışmalı bir direnişin kaçınılmazlığı ve (zaferden sonra) toplum yapısının -birlikte, anlatarak, toplumun geneli ile beraber, direnişleri kırarak- dönüştürülmesi… Direniş yalnız Mustafa Kemal tarafından yapılmaz, daha Yunan işgâlinin başladığı günlerde Ege’de silâh bırakma emrine rağmen ayaklanan birlikler (komutanları ile birlikte) vardır ama bunlar münferit kalmış, organize olmayı, yani gerekli direnişin bütünlüğünü göremeden yapılmış reaksiyon hareketleridir. Livaneli filminde, daha başlamadan, zaferle bitecek savaştan sonra yapacaklarını anlatan Mustafa Kemal’e yer vermiştir ki, doğrudur. Direniş gerekliliğine herkes inanır ama sonundaki Cumhuriyet hiç birinin aklında yoktur (olamazdı da). O günlerde Cumhuriyet’i öngörmek ancak Mustafa Kemal’in hedef alabileceği birşeydir.

Tüm bunlara rağmen, sinemamızda bir ilk, Mustafa Kemal üzerine bir sinema filmi olan Veda, seçtiği kısıtlı alanı ve bu alandaki kısıtlı kişileri titizlikle işlese de didaktiklikten kurtulamıyor, yeterince yaşanırlılık kazanmıyor. Güzel çekilmiş savaş sahneleri, savaş sahneleri… ama o kadar. Onlar da, savaş dışı sahnelerle birlikte bir bütün oluşturuyor ama didaktikliğin bütünlüğünü, yaşanırlığın, -hele gerçek yaşanmışlığın mı, bilemiyorum- değil. Nasıl ki Mustafa Kemal Atatürk’ü tüm yönleri ile anlatan bir kitabın yazılması -daha- mümkün olmamışsa, böyle bir film yapılmasına kalkışılmaması lâzım. Hemen belirtelim ki Livaneli’nin böyle bir iddiası yok. Mustafa Kemal’in hasta yattığı -artık komada- sarayda in cin top oynuyor, hiç bir fevkalâdelik yok (nasıl yorumlacak olursa olsun). Düşünüyorum da, Bozok’un ( Livaneli’nin) anlatısında bazı olaylar (Serbest Fırka, v.d.), bazı kişiler (İsmet İnönü!) yok… Olmayabilir, çünkü (anlatılanlar) “eğer, Mustafa Kemal ölürse, intihar edecek” bir babanın oğluna bıraktığı bir mektubun içeriğidir…

Günümüzde “tarihimizle hesaplaşma” diye “bir şey!” ön plâna çıkarıldı / çıkarılmaya çalışılıyor… Bu birde tarihimizi incelemeyi de gerektirir. Bu tarihin içinde Mustafa Kemal de var (ve de başkaları). Bu konularda sırf kitaplar yazılmamalı, filmler de yapılmalı. Bu şekilde yapılacak filmlerin olayın veya kişinin tamamını kapsaması gerekmiyor, yeter ki övmeyi bir yana bırakın. Eleştirirken bile objektif olmayı becerebilelim. Bir inceleme kitabında objektif olman şarttır. Bir romanda ne kadar objektif olunabilir, bir belgesel de objektif olmayı isteyebiliriz ama bir sinema filminde… ama bu hiç bir zaman (bir romanda ve) bir filmde tarihsel olayı veya kişiyi istediğimiz gibi ele alabilirsek de -hele bu kişi Mustafa Kemal ise- el insaf demeden duramayacağım…

(09 Mart 2010)

Orhan Ünser

Korku Filmlerinden Korkan Bir Yönetmen Daha İyi Korkutur

“Bosch, çizdiği cehennem tasvirlerini yaparken, bir üslûp olsun ya da gerçeküstücüğe yol göstersin diye yapmıyordu; gerçekten korkarak, gerçekten çizdiği şeylere inanarak yaratıyordu o tuhaf mahlûkları, dünyaları… Bence korku filmlerinden korkan bir yönetmen daha iyi korkutur.”

Türk sinemasının en uçuk ve üretken yönetmenlerinden Ümit Ünal ile ilk buluşmamız Ara filmi sonrasında olmuştu. Ünal; henüz Ara’nın dumanı üstündeyken Gölgesizler üzerine kafa yoruyordu. Başlamakta olan yoğunluk bu günlerin sinyalini veriyor gibiydi… Önce Gölgesizler geldi sonra Kaptan Feza, şimdi de Ses…

Bu hız sizi yoruyor mu, istedikleriniz yapmak için yeterli vakit bulabiliyor musunuz?

En çok yapmak istediğim şey sinema, film yapmak. Yıllarca durdum, sadece yazdım, biriktirdim. Şimdi setlerde de olma zamanı. Özellikle son yıl oldukça yorucu geçti. Haziran’dan beri İstanbul’dan çıkmadım, hayatım stüdyolar, setler ve film şirketleri oldu. İş bütün hayatımı işgâl etti, arkadaşlarımı ihmâl ettim, sosyal hayatım nerdeyse yok oldu. Ama mutluyum böyle de.

Ayrıca bu üç filmin de türleri farklı… Kendinizi daha yakın hissetiğiniz bir tür vardır ama değil mi?

Ben belli bir “tür” sineması yapmıyorum. Yani işlerimi yakından takip edenler için yaptığım her şeyi birbirine bağlayan temalar, üslûplar var. Elbette kendimi en rahat hissettiğim zamanlar 9 ya da Ara gibi küçük bütçeli, kişisel filmlerin setleri. Ama sinema bir sanayi ve “büyük” bütçeli filmler alanına açılmak da şart. “Tür” kalıplarını kullansam da, sonuçta Ses’te de yıllardır işlediğim temaların, kullandığım üslûpların izi var.

Bir de sizin alışık olduğumuz bir diğer yönünüz, kendi senaryolarınızı çekiyor olmanızdı… Ses bu anlamda bir ilk, sizi ikna eden ne oldu?

Senaryoyu kendime çok yakın buldum. Uygar’ın yazar olarak senaryonun yeniden işlenmesi konusunda açıklığı da önemliydi. Bir de yapımcı şirket, Bir Film mutlaka çalışmak istediğim bir yerdi. Ersan, Tunç, Kaan ve ortakları Marcel, bence yeni kuşak Türk sineması için model olması gereken yapımcılar.

Hem korku filminden korkup, korku filmi çekmek ne yaman bir çelişkidir?

“Bosch”, çizdiği cehennem tasvirlerini yaparken, bir üslûp olsun ya da gerçeküstücüğe yol göstersin diye yapmıyordu gerçekten korkarak, gerçekten çizdiği şeylere inanarak yaratıyordu o tuhaf mahlûkları, dünyaları. Bence korku filmlerinden korkan bir yönetmen daha iyi korkutur. Ama zaten Ses, “korku”dan çok gerilim filmi…

“Yalanlar yok olmaz. Hayatınız büyük bir yalan üzerine kuruluysa, o yalanı zihninizin en karanlık en derin odasına atsanız bile orada yaşamaya devam eder ve başka kılıklara girip yine karşınıza dikilir. Bu kişilerin hayatı için de geçerli, toplumların hayatı ve bilinçaltı için de…”

Hepimiz hayatımızda en az bir kere bir söze “içimden bir ses diyor ki” diye başlamışızdır… Hiçbir batıl inançla ilgisi olmayan insanlar bile… Hikâyede sizi çeken dinsel değil psikolojik gerilim olması mıydı?

Evet, hikâyenin gerçek korkulara, bastırılmış ve unutulmuş gerçeklere dayanıyor olması bana çok ilginç geldi. Yalanlar yok olmaz. Hayatınız büyük bir yalan üzerine kuruluysa, o yalanı zihninizin en karanlık en derin odasına atsanız bile orada yaşamaya devam eder ve başka kılıklara girip yine karşınıza dikilir. Bu kişilerin hayatı için de geçerli, toplumların hayatı ve bilinçaltı için de…

Selma Ergeç rol için biçilmiş kaftan, Ergeç’i keşfiniz nasıl oldu?

Derya rolü için birçok görüşme ve deneme çekimi yaptık. Selma deneme çekimine inanılmaz hazır bir şekilde geldi ve orada bulunan herkesi oyunuyla çok çok etkiledi. Odadan çıktığında kararımızı vermiştik.

Ses için, “ucuz sömürüye ve seyirciyi istismara dayalı bir korku filmi değil”, dediğiniz okumuştum. Bu bağlamda “Paranormal aktivite” / Paranormal Activity filmi ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum…

Ses’in derdi sadece korkutmaktan ya da germekten ibaret değil. Türün kalıplarını bir şekilde kullanarak, gerilim kurallarına uyarak, o dünyanın içinde yaşayan karakterler çizmeye ve her şeye rağmen hepimizin hayatı hakkında ciddi bir şeyler söylemeye gayret eden bir film. Biliyorum: Kimsenin durup dinlemeye vakti yok, öyle zamanlarda yaşıyoruz, herkes hazır hap fikirler istiyor. Yut, tüket, unut. “Paranormal aktivite” konusunu işleyen bir filmin adının Paranormal Activity olması garip gelmiyor insanlara, bir romantik komedi filminin adını da Romantik Komedi koyabiliyorlar. Yüzyıllık Yalnızlık’ta tüm köy belleğini kaybeder ve unutmamak için ineğin üzerine “inek”, köpeğin üzerine “köpek” diye yazarlar. Günümüz seyircisinin çoğunluğu da benzer bir uyurgezerlik durumunda yaşıyor sanırım.

(08 Mart 2010)

Gizem Ertürk

Türkiye’de Sinema İzleyicisi Olmak

Kimi zaman sinema eleştirmenleri ve bazen gazete köşe yazarları sinema sektörü için büyük lâf etmek isterler. Bu duruma bende düşmüşümdür (Turkishnews’da yazdığım dönem). Genelde söylenen lâflar şöyledir:

– Türkiye’de sinemaya çok az gidiliyor. (Avrupa ve ABD’ye bakınca)
– Türk sineması yükselişte, yerli film izleyicisi artıyor. Her iki kişiden biri yerli filme gidiyor.
– Türkiye’de sinema salonu olmayan iller var.
– Türk seyircisi Festival filmlerini izlemeyi sevmiyor.
– Bilet fiyatları çok yüksektir. 2 kişinin sinemaya gitme maliyeti 50 TL.dir.
– Sinema perde sayımız halen Avrupa düzeyinin çok altında.
– Türkiye’de her 2 kişiden biri yılda bir kez de olsa sinemaya gidiyor.
– Toplam koltuk kapasitesinin büyük bir kısmı 3 büyük şehirdedir.
– Devletin film sektörüne desteği çok az. Aksine sektörü engelliyor. (Vergiler)
– TV, İnternet, Korsan Cd, Ev Sineması, sinema seyircisini azaltıyor.

Hatta bazen eski dönem öne çıkarılmakta ve 70’li yıllarda açık hava sinemaların revaçta olduğu dönemde sinemaya gitme oranının çok fazla olduğunu (10 – 20 milyon) anlatıp o dönemi yad edenler de var.

Sinema’da her dönemi, yaşanılan yılın sosyal, siyasal ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak incelemek ve izleyici profilini bu şekilde değerlendirmek daha akılcı olur. Oysa biz işin genelde kolayına kaçarız: “Türk İzleyici Sinemaya Gitmiyor.” İyi ama Türk seyircisi Tanzanya’da yaşamıyor ki. Darbelerden, terörden, ekonomik krizlerden, devlet büyüklerimizin birbirleri ile olan çekişmelerinden, hatta ana haber bültenlerinden bile etkileniyor. Biraz daha derin düşünelim.

Yıl 1970. Film sayısı 300. Halkın tek sokak eğlencesi olan sinema, çoluk çocuk herkesin rağbet ettiği bir sektör olmuş. Açık hava sinemaları dolup taşıyor. Peki sonra neler olmuş bakalım. TRT yayın hayatında – terör sokakta – erotizm sinemada – darbe mecliste ve sinema küt diye bitiyor…

80-90 arası yasakların olduğu dönem. Ve sinema kendisini videoda yeniden buluyor. Ancak kalitesi arabesk düzeyinde kalıyor. (Muhsin Bey, Züğürt Ağa gibi çok özel filmleri saymazsak).

90’larda özgürlükçü döneme geçtik derken sinema yine başını uzatacak anı yakalayamıyor çünkü bu sefer özel televizyonlar çıkıyor.

96’da ise o film geliyor: Eşkıya.

2010’lara geldiğimizde ise piyasada Recep İvedik’i görüyoruz.

Peki Şimdi Ne Olacak?

Dedik ya, Türk seyircisi çok hassas diye. Eğer ekonomi iyiye giderse, işsizlik azalırsa, siyasal krizleri atlatırsak, dış ilişkilerimiz sağlıklı olursa, tabiki bunun doğal sonucu olarak iyi filmler çekilecek ve daha çok izleyici sinemaya gidecektir.

Yani özetleyecek olursak sinema sektörünün sıkıntısı sanılanın aksine seyirci problemi değildir. Aksine seyirci, adından da anlaşılacağı gibi sadece izleyicidir. Yani etki tepki kuralı gereği. Ülkenin gidişatına göre tepki vermektedir.

(06 Mart 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Eşrefpaşalılar

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 7

Şimdiden tarih düşeyim, “Eşrefpaşalılar”ın box office rakamları gerçeği yansıtmayacak. Bugün Cumartesi, gittiğim birkaç sinemada filme…

…gelenlere baktım, alışıldık seyirci değil. Zaten filmin gösterime girmesinden önce “hoca efendi hakkında” diye konuşulmaya başlanmıştı.

“Hoca efendi” dediysem filmde cami hocasını canlandıran Sinan Taymin Albayrak’tan bahsediyorum. Ahmet Hakan da Hürriyet’teki köşesinde…

…Sinan Albayrak’ın, meşhur falanca Albayrak’ın kardeşi olduğunu yazdı. Filmin sponsorları arasındaki Bank Asya da malûm…

…”maneviyatla ilgili sanat projelerine destek veren bir kurumdur” diyelim. Sinemalara dönersek, keza birkaçının yetkilisiyle konuştum.

“Abi” diyorlar, “matineye 70 – 80 bilet kesilmiş, film başlayacak, salonda 2 – 3 kişi var”, bir diğeri “Genellikle grup halinde bilet…

…talebinde bulunuyorlar, indirim istiyorlar. 6 TL.ye kadar indik. Öteki filme 10 – 15 TL.ye bir bilet, bu filme 2 – 3 bilet kesmiş oluyoruz.”

Bu teşhisler sonrası şimdiden duyar gibi oluyorum, yarın öbür gün “Aynı dönemde vizyona girdik, bizim film şu kadar hasılat yaptı, sizin…

…film bu kadarda kaldı” denilecek. Sinemamızda zaman zaman böyle şeyler olur, ancak bu seferki açıkça talimatla film izlemeye döndü. Maşallah…

…sonunda sinemayı da süratle “sizinkiler – bizimkiler” ayrımına doğru götürüyoruz. Birde akıl vereyim, bir zamanlar sinemamızda dini…

…filmler moda olduğunda, Anadolu’da hoca efendiler vaazlarında “Şu filmi bir kez seyreden erer, iki kez seyreden göğe çıkar, on kez…

…seyreden hacı olur” gibi şehir efsaneleri anlatılırdı. “Eşrefpaşalılar” için de pekalâ böyle bir uygulama yapılabilir. En azından…

Recep İvedik’in -şu gerçekten yalan olan- “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” rekoru elinden alınır. Tabi biz yine “tüm…

…zamanlar rekoru”nun geçmişte kaldığını, artık TV.siz zamanlardaki filmlerin rekorunun kırılmasının hayal bile edilemeyeceğini biliriz.

Her ne kadar bu yazdıklarımdan olumsuz bir manâ yansıması oluyorsa da Sadi Bey filmi beğenerek izledi, hatta 4 üzerinden 3 yıldız bile verdi.

Tabi “Yüreğine Sor”u izledikten sonra 3 yıldızın “Eşrefpaşalılar”a çok, 4 yıldızın Yüreğine Sor”a az olduğunu düşünse de kayda böyle geçti.

(06 Mart 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sev Kardeşim

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 6

Alışveriş merkezlerine ve sinemalara yabancı isim konulmasını kınıyorum. Emek, Saray, Lale, İnci Sineması gibi isimlerin suyu mu çıktı?

Amerika, İngiltere veya Fransa’da “Saray Sineması” adıyla bir sinema, “Şaşkınbakkal AVM” adıyla bir AVM açsanız, adama poposuyla gülerler.

Güzel Türkçemize saygı gösterelim. Yabancı isimli AVM ve sinemaların isimlerini değiştirelim.

Gariban çaresizlikten gecekondu yapar, kamu arazisini işgâl ettiği gerekçesiyle yıkarlar.

Belediye Sultanahmet Meydanı’nı çirkin barakalarla panayır yerine döndürür, soran olmaz. Aslında o kılıfına uydurulmuş kamu arazisi işgâlidir.

Bir kısım vatandaş Tokat – Reşadiye’deki 7 askerin şehit olması olayını “provokasyon” (TDK sözlüğüne göre: “kışkırtma”) olarak nitelendirdi.

Demek ki bu provokatörler o kadar aptal ki yaptıkları işin provokasyon olduğunu belirtecek izler bırakıyorlar. Bir tuhaflık olduğu belli.

Skiper şöyle diyor: Dev dalgalar iskeleleri yıktı, sahil yolunu parçaladı, milyonlarca dolarlık zarara yol açtı.

Ksiper kardeşim dalgaların bir suçu yok. Sen denizin içine iskele yaparak, kumsalı yola çevirerek denize milyonlarca dolarlık zarar verdin.

Diyet o diyet, deniz senin verdiğin zararın diyetini alıyor. Veya -senin kapitalist, ekonomik ifadenle- verdiğin zararın “tazminat”ını alıyor.

Üzerinde binlerce minik ampul olan elektrik kablolarıyla sizi sarıp sarmalarını ister misiniz? İstemezsiniz değil mi?

Yine yılbaşı geldi. Şehrin orasında burasındaki ağaçları niye üzerinde binlerce minik ampul olan elektrik kablolarıyla sarıp sarmalıyorsunuz?

Ağaçlara sordunuz mu?

Elmadağ ile Kurtuluş son durak arasında teleferik yapılmasını istiyorum. Türkiye’de halka en faydalı teleferik olacağına inanıyorum.

Yabancı film reklâmlarında bazen yabancı basın yazarlarının kanaatleri belirtiliyor. “Tanrının Kitabı” ve “İntikam Peşinde” reklâmlarından:

New York Times, Arizona Republic, Chicago Sun Times, Richard Roeper.com, Fox TV, The CW, CBS-TV, ABC-TV. Bana ne bunların kanaatlerinden.

Ali Murat Güven, Ali Ulvi Uyanık, Atilla Dorsay, Murat Özer, Ömür Gedik, Uğur Vardan ve diğerlerinin kanaatleri bence daha değerlidir.

(10 Şubat 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yarim İstanbul’u Mesken mi Tuttun

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 5

Sağolsun RTÜK sinema filmlerinde cigaralı sahnelere mozayik döşeyerek filmin -af buyrun- içine…

Eğlence, şarkıcı, türkücü programlarında ise sanatçı seyirciye soruyor: Şarkı damardan mı olsun, arabesk mi?

Ne demek “damardan?” Eroin dükkânı mı, esrar dükkânı mı burası? Yasak iyi değildir de, aslında RTÜK’ün bunları mozaiklemesi gerekmez mi?

Ramazanda ve Cuma günleri “İftara kadar kapalıyız” ve “Cumaya gittim, geliyorum” yazan lokanta, aşevi vs.ye alışmıştık.

Geçen gün, Mecidiyeköy civarında dini bütünlüğü ile takdir toplayan Pehlivan Lokantası’nın erkekler tuvaletinde şöyle yazıyordu:

“Sağlığınız için küçük ihtiyacınızı lütfen oturarak yapınız.” Salona da ayakta su içenler için “Suyunuzu çömelerek içiniz” diye yazı koymalı.

İstanbul 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali 11 Aralık’ta sona eriyor, 14 Aralık’ta Documentarist Belgesel Haftası başlıyor.

Documentarist’in duyurusunda “etkinliğin mini bir festival boyutunda tasarlandığı” belirtiliyor. Hayırdır festivallerde mi yarışa başladı?

2. İstanbul İtalyan Film Festivali’nin kapanış töreni ile 12. İstanbul Sinema – Tarih Buluşması’nın açılış töreni aynı geceye rastladı.

O nedenle bendenize de böylece bir İlhami geldi. Bakınız diğerlerini yazayım: 04-10 Aralık: 2. İstanbul İtalyan Film Festivali,

04-11 Aralık: 12. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali, 04-20 Aralık: 15. Gezici Festival,

05-12 Aralık: Antakya Medeniyetler Buluşması Film Festivali, 11-17 Aralık: 12. İstanbul Uluslararası Sinema – Tarih Buluşması.

Hesap, kitap yapsan, bilgisayarda program yazsan bu kadar film festivalini aynı zamana rastlatamazsın. Maşallah biz Türkler başardık. Aferim.

İstanbul’da yiyip, içip zevk sefa yaptıktan sonra sıra mertliğe, yiğitliğe geldiğinde “Biz Anadolu çocuğuyuz” denilmesini anlamıyorum.

Mekânı cennet olsun Trakya çocuğu Selanik’ten kalkmış gelmiş, Anadolu’yu kurtarmış.

Artvin’e yolu düşen sigara tiryakileri gönül rahatlığıyla Livaneli 2 Restaurant’a gidebilirler. Çünkü püfür püfür sigara içenlere yasak yok.

Artvin’e yolu düşen sigara içmeyenler gönül rahatlığıyla Livaneli 2 Restaurant’a gitmesinler, çünkü dumandan göz gözü görmüyor.

Gezici Festival açılışında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a teşekkürler edildi, minnet duyguları belirtildi.

Kadir Topbaş, Artvin’li olduğundan memleketine Ahmet Hamdi Tanpınar Kültür Merkezi’ni baştan aşağı yenileyerek hizmet etmiş. Allah razı olsun.

Ancak harcamaların Sayın Kadir Topbaş’ın kendi kesesinden mi, yoksa İstanbulluların kesesinden mi yapıldığı belirtilmedi. Keşke belirtilseydi.

(15 Aralık 2009)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

05 Mart 2010 Haftası

“Alis Harikalar Diyarında”, bir tavşan deliğinden geçerek Yeraltı Diyarı’na inen Alice’in, konuşan ve tuhaf yeteneklere sahip hayvanlarla birlikte serüven duygusunu, önemlisi de kendini, varoluş kapasitesini keşfetmesini öykülüyor. Ama nasıl? Sinemanın, önce / öncelikle görsel bir sanat olduğunu en iyi anımsatan ve imgelerini perdeye olduğu gibi yansıtan şanslı sanatçılardan Tim Burton’ın gerçek dünyayı alabildiğine ters yüz edip, boyutlarla da olabildiğince oynadığı bir stille! Eski bir dükkânda rastladığınız yüz yıllık oyuncakların – fotoğrafların renk ve dokularına benzer, bozuk, bozuk ve bozuk şekillerin kendi estetikliği içinde… Ve matematik ve mantığın, tüm bu tuhaflıkta işlediği bir uçuk / aykırı imajinasyonda! Yaşasın masalların özgürlüğü!

“Eşrefpaşalılar” adı altında, bir İstanbul mahallesinde, kimi namusuyla, kimi de tamamıyla yasa dışı yollardan para kazanıp racon kesen tiplerin içine giren nur yüzlü din adamının, kabadayılardan bazılarını ‘doğru yol’a sevk etmesini hikâye ederken, hukuk denilen kavrama hiç bulaşmıyor; üstelik bu memleketin ‘kulak kesici’ kabadayı gençlerinin, ibadet yerine ve görevlisine terbiyesizlik yapabildiklerini göstererek ayıp ediyor. Propagandasını bari etkili bir sinema, akıcı bir dille yapsa yüreğimiz yanmayacak. Tiyatroya yakın oyunculuklar ve televizyon dizisi basitliğinde mizansenlerle kötü filmler hanesine geçmekten başka bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Kim gitmiş de bu filmi izlemek için önden bilet almış; hayret ki hayret!

“Vampir İmparatorluğu”, gezegende hızla egemenlik kuran kan içicilerin, ‘insan stokları’ da hızla tükendiği için açlık çekmeye başlamaları ve böylece sınıfsal farklılıklarının da keskinleşmesi üzerinden, vampirlikten nefret eden bir vampir bilim adamı ile iki insanın, çözüm yolunda yoğun şiddetin içine girmelerini sergiliyor. Yıl:2019! Hakkını yemeyelim, besteci / orkestra şefi Christopher Gordon’un, kalp atışlarını hızlandırma işlevini üstlenmiş hayli ‘büyük’ müziğinin koreografisinde, parçalanan vücutlardan fışkıran kanların aksiyonu tamı tamına olmuş. Fakat geniş hacimli başlayan öykünün giderek daralması ve az sayıda karakter arasına sıkışması, bir ‘olmamışlık’/eksiklik duygusu verip, tatmin olmadan bitirmenize yol açıyor. Yani, sadece görsel zevkler için!

(04 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Invictus

Clint Eastwood yıllarca oyunculuğuyla bizi büyüledi, bir süredir de yönetmeliğiyle bizi memnun ediyor. Herhalde Akademi bu yüzden onu 4 kere Oscar’la ödüllendirmiş olsa gerek. Geçen yıl, basit bir öyküyü nasıl ustalıkla işlediğini Gran Torino’da (2009) görmüştük. Küçük, şirin bir filmdi ve kendisi gibi küçük mahallelerde nasıl önemli mevzuların gelişebileceğini anlatıyordu. Clint Eastwood’un yıllandıkça lezzeti artan filmleri arasında Absolute Power’ın (1997) da benim için her zaman önemli bir yeri vardır. Harika bir filmdir. Clint Eastwood bu yıl da karşımıza biraz daha ihtişamlı bir konuyla çıkıyor ama katiyen mütevazılığı elden bırakmıyor.

Invictus, Nelson Mandela’nın hayatından belli bir kesiti aktarıyor. Nelson Mandela zorlu yıllardan sonra Güney Afrika’da başkan seçiliyor ve yönetimin başına geçiyor. Gelin görün ki, her yer ilgilenilmesi gereken sorunlarla dolu. Hala beyaz-siyah çatışması bitmemiş durumda, en azından zihinlerde. Mandela sakinliğini koruyarak halkını, beyaz ve siyah tüm Güney Afrika halkını, bir araya getirmeye çalışıyor. Kimsenin aklına gelmeyecek bir noktadan yola çıkıyor: Güney Afrika Milli Ragbi Takımı’nı yeniden canlandırmaya karar veriyor. Takım fena durumda, dünyanın en zayıf takımı. Takımın çoğunluğunu beyazlar oluşturuyor ve gelen yeni sistemle siyah halk, takımı yeniden biçimlendirmek istiyor, hatta bayrağını ve renklerini de değiştirmek istiyor. Ama Mandela karşı çıkıyor. Yeni yönetimin bir tarafın gelip diğer tarafı sildiği bir sistem olmadığını, birleşerek güçleneceklerini anlatıyor. Mandela’ya göre takımı güçlendirmek sadece milli birliği sağlamayacak, ekonomik, askeri ve idari birçok alanda bütünleşmeye yol açacak. Sonra da önce takımın ve onlardan dolaylı tüm Güney Afrika halkının Ragbi macerasını izliyoruz.

Invictus, ustaca çekilmiş bir spor filmi. Ben meraklı olmama rağmen oturup futbol ya da basketbol maçı izlemem. İyi bir spor filmi ise ustaca çekilmiş spor sahneleriyle kotarılır. Hem öykü ustaca işlenmelidir hem de söz konusu olan spor tüm heyecanıyla, bol aksiyonlu sahnelerle beyazperdeye aktarılmalıdır. Ragbi ve kuralları hakkında çoğumuz bir şey bilmiyoruz ama kolaylıkla söyleyebilirim, Invictus’un tüm spor sahnelerini heyecanla izledim. Clint Eastwood her alanda iyi film yapabileceğini bir kere daha kanıtlıyor.

Başrollerde Morgan Freeman ve Matt Damon var. Morgan Freeman, Nelson Mandela rolünde, Matt Damon da ragbi takımının kaptanı François Pienaar rolünde. İkisinin de çok başarılı olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Pienaar, Mandela’nın zekâsından ve olgunluğundan ilham alıyor. Mandela, Pienaar’a iyi bir lider olması için yol gösteriyor ve ona Invictus şiirini hediye ediyor. Invictus William Ernst Henley’nin hasta yatağında hayata tutunmak için yazdığı bir şiir. Mandela da hapishane yıllarında bu şiirden sık sık güç alıyor. Aslında ilk başta isimsiz yazılmış şiirin Türkçe çevirisi şöyle:

Beni saran gecenin içinden
Mezar kadar kara, baştanbaşa,
Şükrederim, hangi Tanrılar verdiyse bana
Fethedilmez ruhumu.

Ne ürktüm, ne bağırdım,
Şartların pençesine düştüğüm anda bile.
Kaderin sopasıyla kanadı da başım,
Yine de boyun eğmedim.

Öfke ve gözyaşı dolu bu yerin ötesinde
Dolanıyor gölgelerin dehşeti.
Yine de korkmaz bir halde
Buluyor ve bulacak beni yılların yılgınlığı ve tehdidi.

Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim,
Ruhumun kaptanı benim.

Gerçekten güç, azim ve yaratıcılık geliştiren bir şiir. Filme de çok önemli bir katkısı var. Yalnız Clint Eastwood ne kadar başarılı bir yönetmen olsa da biz seyircide bazı eksiklik duyguları gelişiyor. Mandela’nın ailesiyle ilişkisi, dönemin çarpıcı olayları ve atmosferi filmde konu edilmemiş. Filmin amacının bu olmadığı ve her şeyi konu etmeye çalışırsa bulandırıp hiçbir şey işleyemeyeceği de düşünülebilir. Arada bir “bir şeyler eksik” duyguları çıksa da Invictus, Mandela’nın barışçıl dünyasında geçen çok iyi bir spor filmi.

Heyecanla Oscar’da hangi ödülleri toplayacağını bekliyoruz. Ayrıca Clint Eastwood son filmi Hereafter’ın çekimlerini bittiği haberleri geldi bile. Bakalım bu sefer bizi hangi dünyaya çekecek. O zamanda kadar Invictus’la güzel, heyecanlı ve düşündürücü 2 saat geçirebilirsiniz.

(03 Mart 2010)

Nur Özgenalp

Erhan Işık ile Haftaya Bakış

Geçtiğimiz hafta Türk sineması ile ilgili gelişen bazı olaylara kısa kısa değinelim.

Son İstasyon Gösterimi Ertelendi

Basın gösterimi ve tanıtım galası yapılan “Son İstasyon”, yapımcısı Levent Kırca tarafından ani bir kararla Nisan ayına ertelendiği açıklandı. Erteleme gerekçesi olarak ise piyasadaki Türk filmlerinin fazlalılığından ve sinema salonu bulunamamasından dolayı olduğu söylendi. Acaba Levent Kırca filmin montajında değişiklikler yapmak mı istiyor diye de düşünmeden edemedik.

Öyle yada böyle, ustanın son filmini merakla bekliyoruz.

3. Yeşilçam Ödülleri Adayları Açıklandı

Yeşilçam Ödülleri adayları sansasyonel bir şekilde açıklandı. Engin Çağlar, tesadüfen gördüğü ödül adayları açıklamalarına son anda katılarak “Esas Yeşilçam benim, esas Yeşilçam Nuri Alço, bizler neden davet edilmedik” diye veryansın etti. O sırada dışarıda olan Şener Şen ise böyle bir törenden haberi bile olmadığını söyledi. Acaba Yeşilçam’ın gerçek müdavimleri küstürülüyor mu?

En azından eski Yeşilçam emekçileri için, onur ödülleri verilmesi düşünülemez miydi? Ne dersiniz?

Eyyvah Eyvah Vizyonda

Ata Demirer’in merakla beklenen filmi “Eyyvah Eyvah” nihayet vizyona girdi. Demet Akbağ ile başrollerini paylaştıkları film izleyici ve eleştirmenlerin büyük beğenisini kazandı. Her ne kadar “Yahşi Batı” ve “Recep İvedik 3”e seyirci bakımından yetişemeyecek olsa bile filmin kalitesine bakınca Ata Demirer’in kendini ne kadar geliştirdiğini görmeden edemiyoruz.

Veda Hakkında

Zülfü Livanelli’nin 3 yılda senaryosunu yazdığı film izleyicinin beğenisine sunuldu. Film Atatürk’ü bugüne kadar halkın gönlünde yer alan hali ile beyazperdeye yansıtıyor. “Veda” Salih Bozok’un anlatımıyla, bu dostluğun, Atatürk’ün hayatının dönüm noktalarının, vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan bir kuşağın komutanının hikâyesi…

Atatürk’ü zaafları ile göstermeye çalışanlara filmi izlemeleri tavsiye olunur.

(28 Şubat 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Adını Sen Koy

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 4

En sinirlendiğim olaylardan birisi de ses sanatçılarının herhangi bir hayır kuruluşu için ücret almadan konser vermeleri.

Neticede para yine sevgili halkımızdan çıkıyor. “Aferim ne hayırsever adam” iltifatı sevgili sanatçımıza gidiyor.

Hayır kurumuna yardım yapacaksan, çıkar cebinden nakit parayı, yatır hayır kurumunun veznesine, öpeyim seni alnından, yanağından… vs. vs.

Alkazar Sineması da 1 Mart’ta sinemaseverlere veda ediyor. Üzülmemek mümkün değil tabi. Bir ara Ayhan Işık da binanın sahipleri arasındaymış.

Ertem Eğilmez, Kemal Sunal’ı Alkazar Sineması’nda Ayfer Feray Tiyatro’sunun oynadığı “7 Kocalı Hürmüz” oyununu seyrederken keşfetmiş.

Sadi Bey, Alkazar Sineması’nda hem “Parçala Behçet”i, hemde Anthony Quinn’li “Kasabanın Sırrı”(The Secret of Santa Vittoria) izledi.

Sinemaların makus talihi ne yazık ki böyle. Bir bakmışsın öyle film, bir bakmışsın böyle film göstermek zorunda kalıyorlar.

Tarihi Alkazar Sineması ve hemen karşısındaki şimdi yıkılmış olan Lüks Sineması’nın ortak özellikleri salonlarının dar ve uzun olmalarıydı.

Her iki sinemayı da severdim tabi ki fakat bu sinemalarda sinemaskop film izlemek pek hoşuma gitmezdi. Perdelerinin küçüklüğü yüzünden…

…doğal ebatlarıyla gösterilen sinemaskop filmler perdenin üstünde ve altında beyaz boşluk bırakılarak gösterildiğinden rahatsız olurdum.

Nitekim Alkazar’da izlediğim, yukarıda yazdığım “Kasabanın Sırrı” ve Lüks’de izlediğim sinemamızın sayılı sinemaskop filmlerinden…

“Adsız Cengaver” ve “Gelin Kız Maviş” filmleri hep hafızamda kayıp filmler olarak durmaktadır. Çünkü ilk defa o sinemalarda dar perdelerde…

…izlediğimden, filmlerin o ilk seyirden gelen sihirleri yok oldu gitti. Sinemada yeniden izlenebilsede o sihrin geri gelmesi mümkün değil.

Sanatçıların isimleri her filmde ve her yerde hep aynı şekilde yazılmalı. Bazı sanatçıların isimleri zaman zaman farklı yazılıyor. Doğru değil.

Eskilerden ilk aklıma gelen Ahmet Turgutlu. Bu oyuncumuz bazı filmlerinde Kostarika Ahmet, bazılarında ise Ahmet Kostarika olarak anılır.

Yenilerden Sinan Albayrak ve Özge Borak son filmlerinin künyelerinde Sinan Taymin Albayrak ve Özge Borak Şakrak olarak geçiyor.

Son yılların neredeyse ödül rekortmeni Volga Sorgu’ya ise bir yerlerde Volga Sorgu Tekinoğlu olarak rastladım. Özge Borak, Bülent Şakrak…

…ile evlendikten sonra soyadını ikilemiş. Meselâ yılların Hülya Koçyiğit’i Selim Soydan’la evlendikten sonra da soyadını…

…Koçyiğit olarak, Filiz Akın, Türker İnanoğlu ile evlendikten sonra da soyadını Akın olarak kullanmaya devam etti.

Bir başka dikkat çeken husus da özel isimlere sahip olan sanatçıların adlarının yanlış yazılması.Tabiki bunlar dikkatli gözlerden kaçmıyor.

Son örnek olarak Sermin Hürmeriç’i verebiliriz. Sanatçının adı zaman zaman Şermin Hürmeriç olarak yazılır.

“Takva”nın unutulmaz şeyhi Meray Ülgen’in adı ise “Eyyvah Eyvah”ın web sitesinin ilk versiyonunda Meral Ülgen olarak geçiyordu.

Son bir duyuma göre Alkazar Sineması’nın binası satıldığından sinema faaliyeti sona eriyor. Binayı yanındaki Nike Mağazası satın almış.

Bundan böyle, -tarihi bir sinemanın kapatılmasına sebep olan- Nike’ın bir ürününü alırsam -hadi facebook diliyle yazayım- beni “dürt”sünler.

Lâfı hemen çevireyim. Adamlar ticari çark gereği bastırmışlar 10 milyon trilyonu almışlar binayı. Bittabi istediklerini yapacaklar.

Bildiğim kadarıyla son yıllarda binanın ortakları arasında ünlü filmci Nüzhet Birsel veya çocukları vardı. Nüzhet Birsel denildiğinde…

…sinefillerin aklına hemen Birsel Film ve onun ünlü Küçük Hanımefendi filmleri gelir. Neredeyse dededen sinemacı bir aile Alkazar’ı sinema…

…olarak yaşatmayı düşünmüyorsa, elin Nike’si tabiki parayı bastırıp aldığı binayı istediği gibi tepe tepe kullanır. Bize de çenemizi…

…yormak kalır. Hani “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali. Alkazar Sineması yönetiminin yaptığı açıklama da çok duygusaldı yani.

Hani “Büyük alışveriş merkezlerindeki 8-10 perdeli sinema salonlarına karşı… kahraman bakkallar… küçük iddiasız sanat sineması…” gibi…

… yapılan açıklama. Keşke “İşlettiğimiz sinemanın binası satıldığından kapatmak zorunda kalıyoruz” denseydi. Neticede gerçek ortaya çıktı.

(28 Şubat 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Gizemli Yolculuk

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 3

Sinema seyircisi şöyle yazmış: Bulunduğum yerdeki sinema bir biletle 50-60 kişiye film izletiyor, ben bu sinemayı nereye şikayet edebilirim?

Sinema sektörü çok başıboş bir şekilde yürüyor. Film 20 Kasım’da vizyona girecek, 17 Kasım’da basına bülten gitmemiş, ön gösterim yapılmamış.

Tanıtım elemanları da haklı. Film iş yaparsa ünlü yönetmen ve oyuncular yüzünden iş yaptı olur, iş yapmazsa, “filmi iyi tanıtamadınız” derler.

Zaman zaman bazı Avrupa filmlerinin aniden vizyona girdiğini görürüz. Bunun sebebi Eurimages yardımını kaçırmamaktır.

Eurimages, Avrupa filmlerinin sinemalarda gösterilebilmesi için parasal destek sağlar, vizyonu zorlamak için belirli bir süre koyar.

İthalâtçı filme sinema bulamazsa para uçacağından aniden vizyona sokar. Sinema sanatmış, filme seyirci gelmiş, gelmemiş umurunda değildir.

Bazı filmler için basın gösterimi, gala felan yapılmaz. Sebebi filme güvenilmemesi, olumsuz eleştirilerin önlenmesidir.

Basın tanıtım masrafı yapılmaması için akıl vereyim: Uyduruk bir isimle filmi metheden bir eleştiri yazısı yazdırın, gazetelerde yayınlayın.

Tabi yayınlanan eleştirinin köşesine minicik, tabiri caizse pire “hook”u kadar “Bu bir ilândır” yazdırın, işi bitirin. “Hook” bir film adıdır.

Verilen bir yemekte Kırgız oyuncu Aibek Zhumabekov (fotoğrafta kameraya bakan beyaz montlu oyuncu) rap dansı yapınca “Bu ne biçim müzik” diyerek Selda Alkor ve Nuri Alço salonu terketti.

Aibek, festivalde gösterilen filmi “Tengri: Mavi Cennet” filminde bir ara rap dansı yaptığı için orkestra Kırgız oyuncuya jestte bulundu.

Öyle anlaşılıyor ki Selda Alkor ve Nuri Alço filmi görmedikleri için tuhaf bir protesto yapmış oldular. Hafızalara böyle işlendi, yazık.

Selda Alkor’un “Çok güzel hareketler bunlar”ına alışmıştık. Antalya’da herkes etkinliklere servislerle giderken özel Limuzin istemesi gibi..

Salon girişinde bir müddet bekleyip, farkedildikten sonra elleri havada öpücükler, gülücükler, dağıtarak alâyı valâ ile yerine oturması…

Gelgelelim, protestosunu gencecik Kırgız oyuncunun üzerinden yapıp, salonu sinemamızın ünlü gazozcusu ile terk etmesi bence tuhaf karşılandı.

Yüce dağ başında bir top kar idim; yağmur yağdı, güneş vurdu eridim. (Türkü)

Türkçe film afişlerinin üzerine afişi yapan şahıs veya firma adı neden yazılmaz anlamıyorum. Eserinizden utanıyor musunuz? Yazın kardeşim.

Papaz pipo içer mi? İçer. Evi Kurtuluş’ta, işyeri Beyoğlu’nda olan bir papazımız içiyor.

Peki, Papaz pipo içer mi? İçmez. Çünkü dünyevi zevklerden vaz geçmiş bir ben-i adem olarak işin ruhuna aykırı hareket etmiş oluyor.

Ayrıca sararmış bıyıklar ruhani bir yüze yakışmıyor. Bu dediğim bilcümle dini liderler için geçerlidir. Neticede olay bir avuç dumandır.

(07 Aralık 2009)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Susie Geride Bıraktıklarına Bakarken

Cennetimden Bakarken (The Lovely Bones)
Yönetmen: Peter Jackson
Eser: Alice Sebold
Senaryo: Fran Walsh, Philippa Boyens, Peter Jackson
Müzik: Brian Eno
Kurgu: Jabez Olssen
Görüntü: Andrew Lesnie
Oyuncular: Mark Wahlberg (Jack Salmon), Saoirse Ronan (Susie Salmon), Rachel Weisz (Abigail Salmon), Stanley Tucci (George Harvey), Rose McIver (Lindsey Salmon), Susan Sarandon (Büyükanne Lynn), Reece Ritchie (Ray Singh), Nikki SooHoo (Holly)
Yapım: Paramount-DreamWorks (2009)

“Yüzüklerin Efendisi”ni yaratan Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson, öldürülmüş bir genç kızın cennetinden ailesine ve katiline bakışını anlatıyor “Cennetimden Bakarken”de. Bu hem melodram, hem suç, hem de gerilim filmi.

Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson bir suç ve gerilim filmiyle beyazperdede. “The Lord of the Rings – Yüzüklerin Efendisi” üçlemesiyle sinema tarihine geçen yönetmen Jackson, bu defa kamerasını Amerika’nın kuzeydoğusundaki Pennsylvania’nın kış görüntüleriyle bir genç kızın trajedisini anlatıyor. Filmin hikâyesi 1973 yılının kışında geçiyor. Sıcak bir ailesi olan büyümekte olan bir genç kız Susie, kendi trajedisini anlatıyor bu filmi seyredenlere. Mutlu ve Hint kökenli İngiliz Ray Singh’e aşık Susie, sonunun hemen evlerinin yakınlarında dolaştığını bilemiyor elbette. Shakespeare’in “Othello”suna tutkun Ray kendisine yaklaştıktan sonra bu mutluluğu kısa sürüyor Susie’nin. Katilinin ayaklarına kadar gidiyor ve bu dünyaya veda ediyor. Cennetteki Holly’yle arkadaş olan Sussie, ailesini ve ailesinin yakınlarındaki katilini izliyor yukarıdan. Susie’nin babası şişelerin içine gemi maketleri yerleştirmeyi seviyor. Yeşil evinde yapayalnız yaşayan katil de ev maketleri yapıyor. Baba, katili bulmaları için polisi zorluyor, ama sonuç alınamıyor. Susie’nin kız kardeşi Lindsey, yeşil evde tek başına yaşayan tuhaf adamdan şüphelenmeye başlıyor. Melodramın kuşattığı bu filmde suç ve gerilim de seyirciyi etkiliyor. Öncelikle Susie’nin katiliyle evlerinin yakınındaki boş arazide karşılaştığı an ve sonrası. Bir de Susie’nin kız kardeşi Lindsey’in katilin yeşil evinde yaşadığı anlar. Özellikle katilin Susie’yle ilgili notlarını bulduğu anda. Bu sahnede gerilim gerçekten nefes kesiyor. Hitchcock’un ruhu oralarda dolaşıyordu sanki.

“An”ların tadına varmak…

Gerçeküstücü, kimilerine göre fantastik bu trajik film, 1970’lerin ruhunu da yansıtabiliyor. “Zoom” objektifler kullanmasa da yönetmen, hem görsel hem de mekânların yansıyışıyla bu ruhu hissettiriyor. Bu filmin hikâyesi günümüzde geçiyor olsaydı belki de bu kadar etkileyici olmayabilirdi. Filmleri anlattığı dönemler de etkileyebiliyor. Cep telefonunun ve internetin olmadığı o devirler. Günümüzde her şey öyle hızlı akıp gidiyor ki, “an”ların tadını yaşama fırsatını bile bulamıyor insan. 1960’lar ve 1970’ler sanki daha yaratıcı olma fırsatı veriyor yönetmenlere. O devirlerin kendine göre hızları ve dinamizmi “an”ların tadını çıkarttırıyor yönetmenlere. Susie’nin Ray’e gönderdiği sıcacık bakışlarını, ne günümüz filmlerinde ne de gerçek hayatta bulabiliyoruz artık. Etkileyici yönetmen Jackson, bu filminde gösterdikleriyle hayattaki eksikliklerimizi gösteriyor sanki. Hatta suç-gerilim sinemasının etkileyiciliğini de gösteriyor yönetmen. Bir şey daha söylüyor bu filmiyle yönetmen. Dünyevi adalet suçu cezalandırmazsa ilâhi adalet mutlaka cezasını verir… “The Lovely Bones – Cennetimden Bakarken” filminin katili gibi. Katil sadece Susie’nin katili değil. 1960 yılından bu yana kız çocuklarını vahşice öldüren bir seri cinayet katili olduğunu da belirtmeli. Her şeyden önce, bu filmdeki performansıyla Susie’ye hayat veren genç oyuncu Saoirse Ronan’a da tüm övgüleri göndermeli. Bir de Stanley Tucci’ye. Gerçekten iyiydi Tucci. Bu iyi oyuncu bu filmdeki performansıyla “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday oldu. Alice Sebold’un “Cennetimden Bakarken” romanı, Baysan Bayar çevirisiyle Efil Yayınevi’nden çıkmıştı, belirtelim.

(25 Şubat 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Herkese İlham Gerek

Yenilmez (Invictus)
Yönetmen: Clint Eastwood
Eser: John Carlin
Senaryo: Anthony Peckham
Müzik: Kyle Eastwood-Michael Stevens
Görüntü: Tom Stren
Oyuncular: Morgan Freeman (Mandela), Matt Damon (François Pienaar), Tony Kgoroge (Jason), Matt Stern (Hendrick), Julian Lewis Jones (Etienne)
Yapım: Warner Bros (2009)

Özgür ve eşit Güney Afrika için mücadele eden Nelson Mandela’nın gökkuşağı yapmak istediği ulusuna ragbi takımıyla ilham veriyor. Morgan Freeman ve Matt Damon bu filmle Oscar’a aday oldular.

Bu film, John Carlin’in “Playing the Enemy: Nelson Mandela and the Game that Made a Nation” (Düşmanın Oyunu: Nelson Mandela ve Bir Ulusun İstikbal Oyunu) kitabından uyarlandı. Film, ulusal ragbi (rugby) takımının çim sahadaki antremanı üzerine açılıyor. Beyazlardan kurulu bir takım bu. Kamera, yolun karşı tarafında toprak sahada veya tarlada “güzel oyun” futbol oynayan siyahi çocukları gösteriyor. 1990’ların başı. Siyahların özgürlük savaşçısı yattığı ada hapishanesi olan Robben Adası’ndan tahliye edilir. Sonra da Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olur. Sadece siyahların değil, beyazların da başkanı oluyor Mandela.

İlham gerek…

Başkan seçilen Mandela, bir ulusu gökkuşağı renkleri gibi bir araya getirecek bir şeyi yapmak istiyor. Mandela önce, Jason’ın başında olduğu kendisinin güvenliğini sağlayan güvenlikçilere beyazları da katıyor. Mandela sonra ragbi takımına çeviriyor gözlerini. Ragbi takımına bir ulusu birleştirme görevi veriyor. Elbette bu kolay değil. Ragbi takımı yabancı takımlarla oynarken siyahlar rakip takıma destek veriyor. Mandela, işe takımın gözde kaptanı François Pienaar’la başlıyor. Mandela, ulusal rugbi takımına hedef koyuyor. O da, 1995 Ragbi Dünya Şampiyonası… Takıma kelimeleriyle güç veren Mandela’nın ülkesi yoksulluklar içerisinde. Şehrin güzel semtlerinde ve evlerinde beyazlar oturuyor. Siyahlarsa sanki gettolarda yaşıyor gibi. Anayurtlarında beyazların aşağılamalarına, işkencelerine, hapishanelerine ve ırk ayrımlarına maruz kalmış siyahlar, ulusal ragbi takımına destek verirler mi? Mandela, François’ya insanların ve hatta halkların ilhama gereksinimi olduğunu söylüyor. Filmi seyrederken, öncelikle Mandela’nın söylediklerine kulak vermek gerekiyor. Sonunda azmin ve mücadelenin zaferiyle Yeni Zelanda’yı yenip dünya şampiyonu oluyor Güney Afrika. Mandela, Barcelona 92 Yaz Olimpiyatları’nı ziyaret ettiğinde bütün stadyumun Güney Afrika’nın yerel bir şarkısını bir ağızdan haykırdığını söylüyor. Bambaşka uluslardan, dillerden insanlar bunlar. Sadece bunu söylemiyor Mandela, tüm takıma, İngliz şair William Ernest Henley’in (1849-1903) “Invictus” (Fethedilmemiş) kısa şiirini de hatırlatıyor. Hapishanede şair Henley ve bu şiiri Mandela’ya ilham vermiş. Mandela, şiirin son iki dizesini iç sesiyle okuyor sonda: “Ben kendimin efendisiyim / Ben ruhumun kaptanıyım…” Filmdeki, öncelikle final bölümündeki ragbi maçı tam bir gladyatör maçı gibiydi. Ragbi dedikleri bu spor dalı Amerikan futbolu gibi bir şey herhalde. Biz “güzel oyun” futbolu seviyoruz daha çok. Başka sporları sevenlere de sonsuz saygımız var elbette. Bu film, Morgan Freeman’a “En İyi Erkek Oyuncu” ve Matt Damon’a “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dallarında Oscar adaylığı da getirdi

(25 Şubat 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Sonu Olmayan Yol

2010… Bal / Semih Kaplanoğlu, Berlin’de Altın Ayı ödülünü kazandı… Festivalin “büyük” ödülü olan aynı ödülü, 1964’de Metin Erksan’ın “yurt dışına çıkışı yasaklanan” filmi Susuz Yaz da kazanmıştı… 1961’de ana yarışma dışında olmak üzere Memduh Ün’ün Kırık Çanaklar filmi de katılmıştı aynı yarışmaya…

Güner Yüreklik 23.2.2010 günlü Cumhuriyet’te aynı yarışmaya 1967’de yarışma dışı olarak Duygu Sağıroğlu’nun “Sonu Olmayan Yol” ve Ben Öldükçe Yaşarım adlı filmlerinin de katıldığını yazıyor. “Sonu Olmayan Yol”u özellikle diğer film isimlerinden farklı olarak italik yazmadım, çünkü sinemamızda o isimde bir yok. Sözünü ettiği film, Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol’u. Bu ismi nereden buldular, bu konuda hiç bir bilgim yok ama festivalle ilgili Almanca metinlerde geçen film isimlerinden Türkçeye çevirerek, elde ettiklerini sanıyorum. Böyle bulaşılmış bir bilgiyi de kesinlikle kabûl edemiyorum.

Abdul Anbiyeviç Hüseyinov’un bir kitabını “Yılmaz Güney Yaşamı Sanatı” adı ile dilimize çeviren Mazlum Beyhan (Gölge Yayınları – 1990) da kitapta, yazım dili ile yazılmış film adlarını Türkçeye çevirirken, aynı hataları yapmıştı. Aradan yirmi yıl geçti, bu kitap birilerinin eline geçipde, merak edilirse okununca karşılaşılacak sinemamızda olmayan film adlarını hatırlattı bana, “Sonu Olmayan Yol”…

Sovyet-Türk ortrak yapımı Türkan Şoray’ın oynadığı bir filmden söz edilirken verilen ad: “Aşkım, Kederim Benim” (s. 13) (Bir Aşk Masalı / Ferhat ile Şirin)

Turgut Demirağ’ın filmlerinden söz edilirken verilen film adları: “Kanlı Topraklar” / “Yaşamak ya da Ölmek” / “Aşık Kral” / “Çanakkale Kahramanları” (s. 15 dip not) (Çanakkale Arslanları)

Yılmaz Güney’in ilk mahkûmiyetine neden olan öykü adı: “Sosyal Eşitsizliğin Üç Gizli Faktörü” (Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi) (s. 16)

Atıf Yılmaz’ın filmlerinden söz ediyor: “Gelinin İntikamı” / “Şöförün Günlüğü” / “Can Çekişme” / (sadece) “Al Yazmalım” (s. 19 dip not)

53. sayfada son paragrafta başlangıçta Yol (Ş. Gören) diye söz ettiği film için aynı paragrafta daha aşağıda “İzinliler” adını kullanıyor. (“İzinliler”i film adlarını yazarken her zaman yaptığı gibi italik yazarak kullandığı için Yol’dan söz ettiğini ileri sürüyorum.) Ayrıca Hüseyinov’un kitabı asıl içerik -film konularının açıklanması- bakımından bir garabet harikası. Bu kitapta anlatılan “Baba” filmi ile benim gördüğüm Baba filminin hiç alâkası yok. Bu kitabı okuduğumda vardığım düşünce Yılmaz Güney’in -bizim göremediğimiz- “Baba” adında ikinci bir filmi olması idi.

Filmlerin yorumlanmasına hiç bir diyeceğim olamaz ama filmin konulan adının dışında bir ad ile anılmasına -ve bunun yabancı metinde geçen adın çevrilerek yapıldığı kanaatını uyandırdığı bir ortamda olmasını- kabûl etmek mümkün değildir.

Tekrar Bal’a dönersek, kazanılan Altın Ayı elbette önemlidir, Bal’ın gişesini de etkiler, ama film daha vizyona çıkmadan Bal’ın ne kadar iş yapacağı üzerine spekilasyon yapmanın hiç bir anlamı yok. Bal’ın zaten belli bir seyircisi vardır, gönül arzu ediyor Ayı da bunu arttırabildiği kadar arttırsın…

(25 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Alkazar

Bir sinema daha… Başbakan “bakkal”ları çağ dışı bularak “market”leşmelerini öneriyor. Alkazar’cılarda değinmişler, Ferhan Şensoy’un oyununa: Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı…

Şimdi bizler, hergün -bazen gösterdiği filmlerin afişlerine bile bakmadan geçtiğimiz- sinemanın işletmecilerini, değirmenlere saldırmamakla mı suçlayacağız, yoksa işmerkezlerindeki otobüs sinemalara karşı savaş açmamakla mı?

Daha iki gün önce, halâ Fatih Akın’ın filminin afişini hayretle gördüğüm Alkazar Sineması’nın koltuklarına karanlıklar içine gömülüp, kapının dışındaki dünyadan ayrılamayacak mıyım, iki saatliğine de olsa?

Alkazar’da kaç film seyrettim, bilemiyorum. Film öncesi her seferinde farklı keyifler aldığım beyazperdesinin önünde kaç kez oturdum ve bekledim. Seyrettiğimiz her filmi beğenmemiz gerekmiyordu….

Yönetimlerin sektöre duyarsızlığını, ne dersek diyelim… Eniştemin sinemaları vardı ve bir gün hiç unutmadığım bir şey söyledi, “O kapının -sırf- açılmış olmasının maliyetinin ne olduğunu biliyor musunuz?”

Sinema işletmeciliği de ticarettir ama bazı ticari alanların, farklı özellikleri de vardır. Bu konu sanat ile ilgili olursa, ilgili çevrelerce -lâflar dışında- pek dikkate alınmıyor galiba.

Her film biter, eskiden hemen her filmin sonunda “son” yazardı. Şimdi bunu final jenerikleri ile uzatıyorlar ve bazen hiç de “son” yazılmıyor… Sinemalar biterken de “son” yazılmıyor.

Ben yine de “Başka Alkazar’lar olmasın” diyeceğim. Keşke tüm iyi niyetlerimiz hep gerçekleşse…

(24 Ocak 2010)

Orhan Ünser