Kategori arşivi: Yazılar

Ünlü Karakter Oyuncusu Ben Gazzara Kansere Yenik Düştü

Kanser nedeniyle hayata veda eden Ben Gazzara 81 yaşındaydı. 1999 yılından beri gırtlak kanseri ile mücadele ediyordu. Ve 03 Şubat 2012’de New York’ta Bellevue Hastahanesi’nde pankreas kanseri nedeniyle hayatını kaybetti.

Oyunculuk kariyerine 1950’li yıllarda Broadway’de başlayan Gazzara, 1960’larda sinemayla devam etti. Televizyona da başarılı işler yaptı. Hollywood’un kötü adamı 60 yıllık oyunculuk kariyerine 133 film sığdırdı. Ben Gazzara 28 Ağustos 1930’da New York’ta doğdu. İtalyan göçmeni olan babası onu nüfusa Biagio Anthony Gazzara adıyla kaydettirdi. Amerika’ya Sicilya’dan gelmiş olan Gazzara’nın babası ağır işlerde çalışan bir işçiydi. Ben Gazzara’nın çocukluğu da New York’un belâlı bölgelerinden biri olan ‘aşağı doğu yakası’nda geçti. Sonra “New York City College”da elektrik mühendisliği eğitimine başladı ama kısa sürede okulu bırakmak zorunda kaldı. Çünkü oyuncu olmayı daha o zaman kafasına koymuştu. 1955’te “Kızgın Damdaki Kedi”de Pollitt ailesinin alkolik oğlu Brick’i canlandıran Gazzara, “Kim Korkar Hain Kurttan” ve “A Hatful of Rain” oyunlarındaki rolleriyle üç kez Tony Ödülü’ne aday gösterildi.

Sinemadaki ilk önemli rolünü Otto Preminger’in 1959 tarihli “Bir Cinayetin Anatomisi” adlı filmde alan Gazzara, 2002 yılında “Hysterical Blindness” adlı televizyon filmindeki rolü ile Emmy Ödülü kazandı. Elia Kazan’ın öncülüğünde kurulan ve birçok ünlü Amerikalı sinemacının da yetiştiği Actor’s Studio’da eğitim gördü. Burada Alman yönetmen Erwin Piscator’un gözetiminde özel eğitim aldı. 1950’de Broadway oyunlarında başrollere çıkmaya başladı. Bunlardan en önemlisi Elia Kazan’ın yönettiği Tennessee Williams oyunu “Kızgın Damdaki Kedi”ydi.

Bir süre televizyon filmlerinde oyuncu ve yönetmen olarak çalıştıktan sonra 1957’de ilk filmi “The Strange One”da diğer Actor’s Studio elemanlarıyla birlikte rol aldı. Sonra da Otto Preminger’in 1959’da yönettiği mahkeme filmi “Anatomy of a Murder” (Bir Cinayetin Anatomisi)’nde sinemadaki ilk önemli rolünü oynadı. 1963’te tekrar televizyona döndü.

1969 tarihli 2. Dünya Savaşı filmi “The Bridge at Remagen”de göz doldurdu. 1970’te Actor’s Studio’dan dostu olan John Cassavetes’le birlikte yapacakları beş filmin ilki olan “Husbands” (Kocalar)’da oynadı (İşbirliği yaptıkları diğer filmler “The Killing of a Chinese Bookie”, “Opening Night”, “Capone ve If It’s Tuesday”, “This Must Be Belgium”). 1979 tarihli “Bloodline” (Mirasçılar) adlı geniş kadrolu film fazla beğenilmedi. Bu arada televizyonu hiç bırakmadı. 1980’lerde ikisini de Peter Bogdanovich’in yönettiği “Saint Jack” ve “They All Laughed”ta rol aldı. Patrick Swayze’nin başrolünü oynadığı “Road House” (Bar Fedaisi) filminde canlandırdığı biseksüel kötü adam rolü belki de onun en çok izlenen performansı oldu, çünkü Gazzara’nın televizyonlarda en sık gösterilen filmi budur.

1990’larda da aranan bir karakter oyuncusuydu ve birçok ünlü yönetmenin filmlerinde oynadı. Bunlardan en önemlileri Coen Kardeşler’in “Büyük Lebowski” (1998)’si, Spike Lee’nin “Summer of Sam”i, John Turturro’nun “Illuminata”sı ve John McTiernan’ın “The Thomas Crown Affair” (İkili Oyun)’udur. 2000’lerde de Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in deneysel filmi “Dogville” gibi kaliteli filmlerde oynamayı sürdürdü. Bu arada 2002 yılında “Hysterical Blindness” adlı televizyon filmi ile Emmy ödülü aldı. Bu onun ilk ödülü oldu.

130’a yakın sinema ve televizyon filminde genelde karakter oyuncusu olarak rol aldı. Bazı filmlerde de başrol oynadı. Birkaç filmi de yönetti ve bir filmin senaryosunu yazdı. Tek bir filmde de “Husbands” (Kocalar, 1970) şarkı söyledi.

Ben Gazzara, oyunculukta çok başarılı oldu ama depresyon ve kanser yakasını hiç bırakmadı. İki kez kansere yakalandı. İlki, 1999 yılında gırtlak kanseri teşhisiydi. tedavi sırasında yirmi kilo verdi. Buna rağmen film çalışmalarını sürdürmekten geri kalmadı. İlkini yenmeyi başardı ama ikincisinde pankreas kanseri onu yendi. İki kez evlenip boşanan Gazzara’nın Elizabeth adında bir kızı var.

Filmografi

Treasury Men in Action (1 bölüm, 1953)
Medallion Theatre (1 bölüm, 1954)
Danger (3 bölüm, 1952 – 1954)
The United States Steel Hour (1 bölüm, 1954)
Justice (3 bölüm, 1954)
The Strange One (1957) Jack Garfein (ilk uzun metrajlı filmi)
Playhouse 90 (2 bölüm, 1957 – 1958)
Kraft Television Theatre (2 bölüm, 1952 – 1958)
Anatomy of a Murder (Bir Cinayetin Anatomisi) (1959) Otto Preminger
Armchair Theatre (1 bölüm, 1959)
The DuPont Show of the Month (1 bölüm, 1959)
Risate di gioia (1960) Mario Monicelli
Cry Vengeance! (1961) TV
The Young Doctors (1961) Phil Karlson
La città prigioniera (1962) Joseph Anthony
Convicts 4 (1962) Millard Kaufman
Arrest and Trial (21 bölüm, 1963 – 1964)
Carol for Another Christmas (1964) TV
Kraft Suspense Theatre (1965) TV
A Rage to Live (1965) Walter Grauman
Bob Hope Presents the Chrysler Theatre (1 bölüm, 1967)
Run for Your Life (86 bölüm, 1965 – 1968)
If It’s Tuesday, This Must Be Belgium (1969)
The Bridge at Remagen (1969) John Guillermin
Husbands (Kocalar) (1970) John Cassavetes
When Michael Calls (1972) TV
Fireball Forward (1972) (TV)
The Family Rico (1972) (TV)
Pursuit (1972) (TV)
Afyon oppio (1972) Ferdinando Baldi
You’ll Never See Me Again (1973) (TV)
The Neptune Factor (1973) Daniel Petrie
Maneater (1973) TV
QB VII (1974) TV mini dizisi
Capone (1975) Steve Carver
The Killing of a Chinese Bookie (Çinli Bir Bahisçinin Ölümü) (1976) J. Cassavetes
High Velocity (1976) Remi Kramer
Voyage of the Damned (Lanetliler Gemisi) (1976) Stuart Rosenberg
The Death of Richie (1977) TV
The Trial of Lee Harvey Oswald (1977) TV
Opening Night (Açılış Gecesi) (1977) John Cassavetes
Saint Jack (1979) Peter Bogdanovich
Bloodline (Mirasçılar) (1979) Terence Young
Inchon (1981) Terence Young
They All Laughed (1981) Peter Bogdanovich
Storie di ordinaria follia (1981) Marco Ferreri
Tales of Ordinary Madness (Sıradan Delilik Öyküleri) (1981) John Cassavetes
A Question of Honor (1982) TV
La ragazza di Trieste (1982) Pasquale Festa Campanile
Uno scandalo perbene (1984) Pasquale Festa Campanile
La donna delle meraviglie (1985) Alberto Bevilacqua
Figlio mio infinitamente caro (1985) Valentino Orsini
An Early Frost (1985) TV
A Letter to Three Wives (1985) TV
Champagne amer (1986) Ridha Behi, Henri Vart
Il camorrista (1986) Giuseppe Tornatore
Il giorno prima (1987) Giuliano Montaldo
Police Story: The Freeway Killings (1987) TV
Downpayment on Murder (1987) TV
Don Bosco (1988) Leandro Castellani
Quicker Than the Eye (1989) Nicolas Gessner
Road House (Bar Fedaisi) (1989) Rowdy Herrington
Oltre l’oceano (1990) Ben Gazzara
People Like Us (1990) TV
Per sempre (1991) Walter Hugo Khouri
Lies Before Kisses (1991) TV
Blindsided (1993) TV
Love, Honor & Obey: The Last Mafia Marriage (1993) TV
Les gens d’en face (1993) Jesús Garay
Sherwood’s Travels (1994) Ron Coswell, Steve Miner
Les hirondelles ne meurent pas à Jerusalem (1994) Ridha Behi
Parallel Lives (1994) TV
Fatal Vows: The Alexandra O’Hara Story (1994) TV
Banditi (1995) Stefano Mignucci
Convict Cowboy (1995) TV
The Zone (1995) Barry Zetlin
Nefertiti, figlia del sole (1995) Guy Gilles
Una donna in fuga (1996) Roberto Rocco
Ladykiller (1996) Terence H. Winkless
Strangers (1 bölüm, 1996)
The Notorious 7 (1997) TV
Vicious Circles (1997/1) Sandy Whitelaw
Farmer & Chase (1997) Michael Seitzman
Shadow Conspiracy (1997) George P. Cosmatos
Stag (1997) Gavin Wilding
The Spanish Prisoner (1997) David Mamet
Valentine’s Day (1998) TV
Shark in a Bottle (1998)
Too Tired to Die (1998) Wonsuk Chin
Buffalo ’66 (1998) Vincent Gallo
The Big Lebowski (Büyük Lebowski) (1998) Joel Coen, Ethan Coen
Happiness (1998) Todd Solondz
Illuminata (1998) John Turturro
Angelo nero (1998) TV
Il tesoro di Damasco (1998) TV mini dizisi
Un bacio nel buio (1999) TV
Paradise Cove (1999) Robert Clapsadle
Tre stelle (1999) TV mini dizisi
Summer of Sam (1999) Spike Lee
The Thomas Crown Affair (İkili Oyun) (1999) John McTiernan
Poor Liza (2000) Slava Tsukerman
Piovuto dal cielo (2000) TV
Blue Moon (2000) John A. Gallagher
Believe (1) (2000) Robert Tinnell
Shark in a Bottle (2000) Mark Anthony Little
Very Mean Men (2000) Tony Vitale
Undertaker’s Paradise (2000) Matthias X. Oberg
Jack of Hearts (2000) Serge Rodnunsky
The List (2000) Sylvain Guy
Nella terra di nessuno (2001) Gianfranco Giagni
“Law & Order: Special Victims Unit” (1 bölüm, 2001)
Home Sweet Hoboken (2001) Yoshifumi Hosoya
Brian’s Song (2001) TV
Hysterical Blindness (2002) TV
L’ospite segreto (2003) Paolo Modugno
Dogville (2003) Lars von Trier
Bonjour Michel (2005) Arcangelo Bonaccorso
The Shore (2005) Dionysius Zervos
Schubert (2005) Jorge Castillo
Pope John Paul II (2005) TV
Paris, je t’aime (2006)
Tikhiy Don (2006) TV dizisi
Quiet Flows the Don (2006) Sergey Bondarchuk
L’onore e il rispetto (2006) TV
Donne sbagliate (2007) TV
Looking for Palladin (2008) Andrzej Krakowski
Meurtres à l’Empire State Building (2008) TV
Eve (IV) (2008) Natalie Portman (kısa film)
Holy Money (2009) Maxime Alexandre
13 (2010) Géla Babluani
Christopher Roth (2010) Maxime Alexandre
Ristabbanna (2011) Gianni Cardillo, Daniele De Plano
Chez Gino (2011) Samuel Benchetrit
The Wait (2012) Tiziana Bosco
Max Rose (2012) Daniel Noah

Kaynakça: www.imdb.com, wikipedia.org

(07 Şubat 2011)

Serpil Boydak

Her Annenin Kâbusu

Lynne Ramsay’in filmi “Kevin / We Need To Talk about Kevin”in tanıtımlarında, eleştirilerinde en çok bu etiketle karşılaşıyoruz. Doğrusu, filmin annesi Eva (Tilda Swinton) da oğlunun doğumundan itibaren bitmez tükenmez bir kâbus yaşamıyor değil. Bir yandan da, kendi isteksizliğiyle bu kâbusa yol açtığını düşünüyor. Ne de olsa, oğlunun doğumunu şevkle beklediği söylenemez. Doğumdan önce gittiği yoga hamilelik kursunda, şiş karnıyla iftihar etmeyen tek kişi o. Hatta orada durmaya dayanamıyor, çıkıyor. Oğlunu yanında dururken gördüğü kitapçıda da anneye ilişkin şu ilân göze batıyor: “Efsanevi Maceraperest”. Belli ki Eva, bambaşka bir hayatı feda etmiş, istemediği bir anneliğe, hatta evliliğe sürüklenmiş.

Ama bence Lynne Ramsay bunları, kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu anlayalım diye koymamış ortaya. Yani, ne olursa olsun çocukların suçsuz olacağını da, bir insanın böyle bir çocuğu belli bir noktaya kadar çekebileceğini söylemek ve filmden bir ahlâk dersi çıkarmaya çalışmak anlamsız. Ramsay daha çok, kaotik bir evrende ille de bir nedensellik saptama, bu evreni ille de anlamaya çalışma yolundaki nafile çabamızı ortaya koymak istiyor gibi. Kitabın ise, Kötü Anne tartışmalarına yol açtığını okuduk.

Eva Khatchadourian, iyi kalpli, sakin ama ona hiç denk düşmeyen Franklin’le (John C. Reilly) evlenmiş, şehir yaşantısından banliyöde bir ev için, bağımsızlığından da bir aile için istemeye istemeye vazgeçmiş genç bir kadın. Hamile kalmaktan hoşnut olmasa da, vakti saati gelince bir oğlan doğuruyor. Bebek ilk andan itibaren onun kucağına gitmek, hatta onunla birlikte olmak istemiyor, avaz avaz ağlıyor. Bir sahnede Eva sokakta giderken de ağlayan bebeğin içinde olduğu arabayı, sırf bu sesi boğmak için, toprağı kazan bir makinenin yanına çekiyor. Bu arada, çocuk büyütmüş herkes, o ağlamayı duyunca acı tecrübeleri anmaktan kendini alamamıştır herhalde.

Kevin yeniyetme yaşında da (Ezra Miller) yeterince sevgisiz, sevimsiz ve tehlikeli ama emekleme çağındaki (Rock Duer) ve özellikle de daha sonraki hali (Jasper Newell) nefret dolu ve kesinlikle dayanılmaz. Koca çocuk olduğu halde annesinin gözünün içine baka baka altına kakasını yapıyor, onun bin özenle düzenlediği odayı aynı ölçüde özen göstererek mahvediyor. Özür dilemiyor, sorduklarına cevap vermiyor, ona domuz gibi bakıyor. Hatta bir seferinde dayanamayan Eva, ona kendisinden önce annesinin mutlu olduğunu söylüyor. “Şimdi anne her sabah uyanınca keşke Fransa’da olsaydım diyor.”

Öte yandan, ne Eva, ne biz bunun bir canavar masalı, bir kötü tohum hikâyesi olduğundan emin olamıyoruz. Eva’nın hem oğlu Kevin, hem de kendi namına suçluluk duyduğu kesin. Filmin başlarında takım elbiseli, evrak çantalı iki gençten adam kapıyı çalıp onunla öbür dünya hakkında konuşmak isteyince, bu duyguları dile getiriyor. Oysa kapı çalınınca biraz ürkmüş. Çünkü insanlar alışveriş arabasındaki yumurtaları kırıyor, yolda ona vurup küfrediyor, evini ve arabasını kırmızıya boyuyorlar. Ama işin öbür dünyadan ibaret olduğunu anlayınca ferahlıyor. Bunun hakkında her şeyi biliyor çünkü. “Dosdoğru cehenneme gidiyorum. Ebedi lânet falan, hepsi.” Aslında ebedi lânetten de ürkütücü olan ise, oğluyla aralarında bir bağ olabileceği şüphesi. Belki de, Kevin’in annesine ilgisini gösterme yöntemi bu.

Zaten bir canavar söz konusuysa bunun Eva değil de, yakışıklı (ve annesine çok benzeyen) yeniyetme oğlu Kevin olduğuna hiç kuşku yok. Onun ağza alınmayacak bir suç işlemiş olduğunu anlıyoruz. “Ratcatcher” ve “Morvern Callar” ile tanıdığımız Lynne Ramsay’in kronolojik sıra izlemeyen, nefis kurgulanmış, daha çok bir rüyayı (evet, kâbusu) andıran filminde Eva’nın endişeli kalabalığı yararak oğlunun okuduğu liseye yaklaşmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Filmin güçlü görselliği, çarpıcı renkleri, ses tasarımı da Ramsay’in (Lionel Shriver’in romanından Rory Stewart Kinnear ile beyazperdeye uyarladığı) hikâyesini lâyıkıyla anlatmasına katkıda bulunuyor. Tilda Swinton’ın kendisinin ve karakterinin seyircinin rahatlıkla özdeşleşeceği, hatta acıyacağı kişiler olmayışı da işimizi zorlaştırıyor.

Ama yönetmen Ramsay’in rüya mantığı güden hikâyesinin merkezinde de Eva/Tilda var. Swinton “Io sono l’amore / I am Love / Benim Adım Aşk”ta da gene özdeşleşmekte zorluk çektiğimiz, sıradışı bir karakter olarak, genç bir erkeğe âşık olup ailesini bir çırpıda feda eden Emma’yı aynı yoğunlukla oynamıştı. Hem kendine hakim, hem de çabuk incinebilen Eva’da da yoğun bir performans sunuyor. Gururu dışında her şeyi kaybediyor. Vaktiyle Bohem bir hayat sürdüğünü anladığımız seyahat yazarı Eva’nın kıstırılmışlığını bize hissettirirken, mesafesini de koruyor. Doğrusu, her iki filmdeki oyunculuğunun (ona bakarsanız bu fevkalâde yetenekli İskoç aktrisin bütün filmlerindeki oyunculuğunun) yeterince takdir edilmediğini düşünüyorum. Mevcut en iyi aktörlerden biri olan John C. Reilly de, profesyonelce geri çekilerek ona eşlik ediyor.

Miss Ramsay’e gelince, ruh halleri ve atmosferin ustası olduğu kesin. “We Need To Talk About Kevin”da, bunlara renk (özellikle kırmızı) ve sesi de katıyor. Bir ileri, bir geri giderek anlatması da, Kevin ve Eva’nın hikâyesinden korktuğumuz kadar rahatsız olmamamızı sağlıyor. Bir korku filmi yapma kolaycılığına kaçmamış. Lionel Shriver’ın, Columbine stili bir lise katliamının ardından bir kadının ayrı olduğu kocasına yazdığı bir dizi mektuptan oluşan çok satan kitabını uyarlama yöntemini bulmakta da başarılı.

Film olarak bence yılın en iyilerinden biri. İlk paragraftaki “Efsanevi Maceraperest”e gelince, bir sıfat olan “efsanevi”nin yerine bir isim olan “efsane”yi koymaktan kaçınan, güzelim “maceraperest” kelimesinin de hakkını veren çevirmen Damla kardeşimize teşekkür ederiz.

(06 Şubat 2012)

Sevin Okyay

Göçmen Çocukların Hepsi Göçüp Gitti

Ben Gazzara üç yıl önce, en sevdiği filmlerini, en beğendiği işlerini şöyle sıralıyordu: “Husbands” (1970), “Saint Jack” (1979) ve “The Killing of a Chinese Bookie” (1976). Bu üç filmin ilki ile sonuncusu sevgili dostu John Cassavetes’in yönettiği filmlerdi. “Saint Jack” ise, bir Peter Bogdanovich filmiydi. Yönetmen, Paul Theroux’dan uyarladığı 1979 yapımı filmde Gazzara’ya başrol vermişti: Singapur’da bir genelev işleten Amerikalı Jack Flowers. Genelde karakter oyuncusu muamelesi gören Gazzara için hakedilmiş bir başrol olduğu gibi, hoş da bir sürpriz.

Ancak burada esas olan “Husbands / Kocalar”. John Cassavetes filmlerinin aktörleri, birbirine bağlı bir ekip, bir büyük aile oluşturur. Başlıca üyelerini Ben Gazzara, Peter Falk, Seymour Cassel ve elbette Cassavetes’in eşi Gena Rowlands gibi dost oyuncuların oluşturduğu bir aile. “Husbands”da da, Yunan mültecilerin oğlu John Cassavetes, İtalyan (Sicilyalı) mültecilerin oğlu Biagio Anthony (Ben) Gazzara ve Doğu Avrupalı Musevi mültecilerin oğlu Peter Michael Falk, üç iyi arkadaş olarak, üç iyi arkadaşı oynamışlardı. John Cassavetes 1989’da henüz 50 yaşındayken toparlanıp gitmişti. İyi oyunculuğuna rağmen hep Columbo olarak tanınan Peter Falk da geçen yılın Haziran’ında 83 yaşında öldü. Ekipten geriye bir tek Gazzara kalmıştı. O da 81 yaşında pankreas kanserine yenik düşüp hayata veda etti.

“Saint Jack”in yönetmeni Peter Bogdanovich, “Artık O’nun gibi aktör çıkmıyor, çok özleyeceğim,” demiş. Eh, o da neredeyse Cassavetes kadar yakından tanırdı oyuncusunu. Meslektaşı O’nu Gazzara’nın oynadığı “Opening Night”ın bir sahnesine figüranlık yapsın diye çağırmış, tiyatrodaki bir seyirci rolüyle. O sıralarda “Saint Jack”i çekmeyi plânlayan Bogdanovich, “Ben’i çok sevdim,” diyor. Filminin baş karakteri Jack Flowers’a çok uyacağını düşünmüş. Bir müddet, yeterince meşhur olmadığı için Gazzara’yı istemeyen Paramount ile boğuşmuş. Sonra Roger Corman’a başvurmuş. Gerçi üstat ucuza malettiği filmlerle bilinir ama Bogdanovich, “Bu herhalde en çok para harcadığı film olmuştur,” diyor. Senaryo üzerinde Gazzara ile birlikte çalışmışlar. “Bu aktörler yaşadığım en yoğun deneyimlerden biridir.” Paramount da oyuncusunun marifetini görüp O’nu “Bloodline”da Audrey Hepburn’la oynatmış. Böylece de ayrılıkla biten bir aşka sebep olmuşlar. Bogdanovich ile Gazzara “They All Laughed”de de birlikte çalıştılar.

Bogdanovich’in Ben Gazzara’ya bayılmasının şaşılacak bir yanı yok. Hayattaki ilk eleştirisini, henüz okuldayken onun Calder Willingham karakteriyle Broadway’de büyük bir başarı kazandığı “End As a Man” için yazmış çünkü. Sonra O’nu, aralarında “Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi”nin de olduğu başka birkaç oyunda izlemiş. “Bir yerinde sürekli Maggie konuşuyordu, Brick de pencereden dışarı bakarak, “Haklısın, Maggie,” gibi şeyler söylüyordu. Ve gözünüzü ondan ayıramıyordunuz. Mıknatıs gibi çekiyordu.”

Biagio Anthony Gazzara (arkadaşlarının deyişiyle Benny) Manhattan’dan, Aşağı Doğu Yakası’nın sokaklarından gelme afili bir delikanlı, İtalyan bir göçmenin A.B.D.’de doğmuş oğlu olarak oyunculuğa Broadway’de adım attı. Actor’s Studio ekibinden biri olarak (Cassavetes’le oradan arkadaş), Broadway’e “End as a Man”in Jocko de Paris’iyle girdi. Sonra 1955 Mart’ında Tennessee Williams klâsiği “Cat on a Hot Tin Roof”ta, Burl Ives’ın alkolik oğlu Brick’i oynamaya başladı. Maggie ise, “Dallas”ın Miss Ellie’si Barbara Bel Geddes’ti. Elia Kazan yönetiyordu. Oyun 1956 Kasım’ına kadar oynadı ama Ben Gazzara 1955 sonbaharında başlayan bir başka Broadway oyunu için kadrodan ayrıldı. “A Hatful of Rain”de uyuşturucu müptelâsı Johnny Pope’u oynadı ve Tony Ödülü kazandı.

Zaman zaman bize boyu daha kısaymış gibi gelse de (hatta sık sık Ben Kingsley ile karıştırılsa da), Ben Gazzara 1.82 boyunda esmer, yakışıklı bir aktördü. 2004 yılında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde de bu tariflerin geçerli olduğunu gördük ama siyah saçları kırlaşmış, tepede iyice seyrelmişti. Ancak o zengin, kalın sesi değişmemişti. Dört paket sigaradan puroya geçmenin yararını görmüştür belki. Gene Manhattan’da ama bu sefer Yukarı Doğu Yakası’nda yaşıyordu. Sag Harbor’da bir evi, İtalya’da bir villâsı varmış, yılın yarısını burada geçiriyormuş. İtalyan filmleri çevirirken buraya alışmış. “O filmler, İtalyanlar’ın sevdiği, ama İtalya dışına çıkmayan filmlerdi,” diyordu. “Olsun… İnsan kendisini nerede seviyorlarsa, oraya gider.”

İtalyan filmi dedik de, o festivalin yıldızı olmasını üç Cassavetes filmi : “Kocalar / Husbands” (1970), “Çinli Bir Bahisçinin Ölümü / The Killing of a Chinese Bookie” (1976) ve “Açılış Gecesi / Opening Night” (1977)) ile bir İtalyan filmine, Marco Ferreri’nin Ornella Muti’li “Sıradan Delilik Öyküleri / Tales of Ordinary Madness”ına (1981) borçluydu. Kendini alkol ve seksin koynunda kaybetmiş şair Charles Serking’i oynuyordu. Striptiz kulübü sahibi Cosmo Vitelli ile de “The Killing of a Chinese Bookie”nin başrolündeydi. Hani unutur ya da Kingsley ile karıştırır gibi olursak diye, damardan Ben Gazzara…

Ama belki de ‘meşhur’ olmayışının nedeni, onun tercihlerinde yatıyordur. “İdealist olduğum için öyle çok film teklifini geri çevirdim ki,” diyordu. “Saftım. Fırsatlardan pek yararlanamadım. Eğer bugün aynı şansa sahip olsam, hepsini kabul ederdim, çünkü sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz.” Kim bilir, belki de en çok “Road House”taki (1989) biseksüel kötü adamıyla hatırlanan Gazzara gene de iyi etmiş diyoruz. Yoksa aktör olarak aynı saygınlığa sahip olamayabilirdi. Son yıllarda da, “The Thomas Crown Affair”deki rolünü saymazsak, gene bağımsız cenaha meyil göstermişti: “Buffalo ’66”, “Happiness”, “The Big Lebowski” ve Spike Lee filmi (gene çete reisi) “Summer of Sam”. “Dogville”i de unutmuyoruz, tabii. Bu sayede, birlikte çalıştığı ilginç yönetmenlerin arasına Lars von Trier’i de katmış oldu.

İlk oyunundan uyarlanan “The Strange One”da (1957), sorunlu askeri öğrenciyi bir kez daha oynadı (ilk filmi). İki yıl sonraki “Anatomy of a Murder”da ise (1959) bir başka askeri, James Stewart’ın avukat karakterini kandıran Teğmen Manion’u canlandırıyordu. Kitabını önceden okumuştuk, heyecanla filmi bekliyorduk. Hayli bekledik, malûm o zamanlar filmler geç gelirdi ama hayalkırıklığına uğramadık. Bu film onun bir yıldızla ilk kez oynayışıymış. James Stewart’la birbirlerini pek sevmişler, başbaşa yemekler yemişler. Onun ciddiyetini, disiplinini ve çalışkanlığın takdir ettiğini söylerdi. Stewart da Gazzara’nın yeteneğine hayran kalmıştı.

Ama “The Strange One”ın Jocko’sunu kimseye kaptırmadığı halde, diğer iki oyun beyazperdeye aktarılırken rollerine sahip çıkamadı. Brick’i sinemada Paul Newman oynadı (Doğrusu çok da iyiydi), “A Hatful of Rain”in (1957) başrolü ise bir yıl önce Don Murray’e nasip olmuştu zaten. Gazzara, ülkesi A.B.D.’de en çok, yukarıda bahsi geçen “Road House” ile (televizyonda en sık oyanayan filmiymiş) ve TV dizisi Run for Your Life’ın (1965-68) Paul Bryan’ı olarak tanınıyor. Biz ise, diğer performanslarını da inkâr etmesek bile, onun Cassavetes’li filmlerini hasretle anıyoruz.

(05 Şubat 2012)

Sevin Okyay

Tenekeci, Terzi, Asker, Casus

Yılın en heyecanla beklenen filmlerinden biri, Gary Oldman’a şanlı meslek hayatının ilk Oscar adaylığını da getiren, “Tinker Tailor Soldier Spy” ya da John Le Carré okurlarının bildiği adıyla “Köstebek”ti. Yaklaşık bir aydır meraktan ölen birkaç kişi birbirimize ne zaman gösterileceğini sorup duruyorduk. Aslında “Köstebek”e aşina olup olmamayı kitapla sınırlamamak gerek, çünkü TRT’de de yayınlanan 1979 yapımı BBC mini dizisini de hayli izleyen vardı. Oysa, Ekşi Sözlük’teki bir maddeye göre, ilk bölümün yayınlandığının ertesi günü Günaydın Gazetesi’nde “Hiçbir şey anlamadık” başlıklı bir yazı çıkmış. Belki de Günaydın Gazetesi’ni tanımlayıcı mahiyette bir cümledir. Çünkü yaklaşık beş saatlik bir diziydi, hikâyesini gerine gerine anlatıyordu. Thomas Alfredson’un 127 dakikalık filminin ise böyle bir lüksü yok.

Ama oyuncular açısından, diziden geri kalmıyor. Alec Guinness, dizinin George Smiley’sinde parlak meslek hayatının en iyi performanslarından birini sunmuştu. Filmin Smiley’si Gary Oldman için de aynı şey söylenebilir. Öyle incelikli bir oyun sunmuş ki, rakipleri Dujardin ve Clooney’nin baskın varlıklarına rağmen, keşke Oscar’ı alsa diyoruz. Özellikle Karla ile karşılaşmasını anlattığı bölümde, filmin Peter Guillam’ı Benedict Cumberbatch’in (tesadüf işte: üçer bölümlük “Sherlock” ve “Sherlock 2” BBC mini dizilerinin Sherlock’u) geri çekilmiş, Pişekâr kıvamında oyununun da katkısıyla, cidden muhteşemdi.

M16’dan uzaklaştırılmış arşivci Connie Sachs (Kathy Burke), onu yanına oturmaya çağırdığında sadece sol ayağı ile alt bacağının bir kısmını gördüğümüz halde, bunu yapmayı nasıl da istemediğini ama yapmak zorunda olduğunu biz mükemmelen anlatıyor. Bu hareket bana, “Tinker Tailor Soldier Spy”ın Kontrol’u John Hurt’ün bir başka filmdeki benzer bir hareketini hatırlattı. “Partners”da masa başında çalışmayı yeğleyen polis karakteri Kerwin, gay cinayetlerini çözmek için Ryan O’Neal’in Benson’ı ile ‘ortak’ olur. Kerwin, müdürün kapısının önünde iskemleye oturmuş çağrılmayı beklerken durumdan haberdar değildir. Biz de onun gay olduğunu bilmeyiz. Ama emsâlsiz John Hurt bedeninin üçte birini arkadan gördüğümüz bir sahnede sadece bacak bacak üstüne atıp, üstteki bacağının pantalon paçasını yukarı çekişiyle bunu bize anlatmıştı.

Pek tanınan takma adıyla John Le Carré ya da John Moore Cornwell / James David Cornwell, Soğuk Savaş yıllarında, SSCB’nin istihbarat teşkilâtı baş düşman iken casustu. Oxford mezunu yazar hem Britanya’daki etkinliklerden sorumlu M15’te, hem de ülke dışındaki olaylardan sorumlu M16’da çalışmıştı. 1964’te üçüncü romanı “The Spy Who Came In From the Cold / Soğuktan Gelen Casus”un başarısı üzerine casusluğu bıraktı. Kitabında anlattığı “Köstebek” olayına da birinci elden vakıf. M16’nın üst kademesinde yer alan ama SSCB adına çalışan casusların yabancısı değil. O dönemde İngiliz Gizli Servisi’nde Cambridge mezunu iki taraflı casuslar, faaliyet gösteriyordu. Le Carré içlerinden en tehlikelisini, Kim Philby’yi tanıyordu.

Kitabı okumamış, diziyi de görmemiş olsanız bile, “Tinker Tailor Soldier Spy”ın yönetmeni ve kadrosu merakınızı uyandırmıştır. Filmi, “Let the Right One In/Gir Kanıma” (2008) ile tanıdığımız Tomas Alfredson yönetmiş. Kadrosu da tıpkı zamanında mini dizinin olduğu gibi, genelde seçkin İngiliz aktörlerden oluşuyor. Yönetmen de filmin Noel partisinde, çakırkeyif bir konuk olarak rol almış. Bu arada, aşağıda bahsi geçmeyen önemli bir karakterde, kaçak ajan Ricky Tarr’da Tom Hardy’nin nefis oyununu da unutmayalım.

Ancak kahramanımız, Smiley. Göze çarpmayan, çarpmayı da sevmeyen, zeki, gözlemci, orta yaşlı, gözlüklü, kendi halinde bir adam. George Smiley, John Le Carré’nin Karla Üçlemesi’nin ilk kitabı “Köstebek”in merkezindeki kişi. En büyük özellikleri, görevini her şeyin üstünde tutması ve bir ihanet ortamında sadakate inanması. Her şey, onun sağ kolu olduğu Kontrol’un, ajanlardan Jim Prideaux’yu (Mark Strong) zor bir görevle Çekoslovakya’ya yollamasıyla çığırından çıkar. “Aramızda çürük bir elma var,” der Kontrol. M16’ya takılan isimle Sirk’in üst kademelerindeki beş kişiden birinin Sovyet casusu, teşkilâtlarının başındaki Karla’nın adamı olduğunu düşünür: Tinker/Tenekeci (Percy Alleline/Toby Jones), Tailor/Terzi (Bill Haydon/Colin Firth), Soldier/Asker (Roy Bland/Ciaran Hinds), Poor Man/Yoksul Adam (Toby Esterhase/David Dencik) ve kendi sağ kolu Smiley (Beggar Man/Dilenci). Ne yazık ki, İngiliz saflarına geçeceği sanılan general bir palavradan, olay da komplodan ibarettir, Prideaux vurulur.

“Köstebek/Mole”, bir düşmanın gizli servisine nüfuz etmiş, halen orada çalışan kıdemli bir casus demek. Cambridge Casusları’nın varlığına karşın, gelmiş geçmiş en ünlü Köstebek de herhalde John Le Carré’nin köstebeğidir. “Tinker, Tailor, Soldier, Spy”ın senaryosu, başarılı bir karı-koca senaryo ekibinin: Bridgitte O’Connor ile Peter Straughan’ın imzalarını taşıyor. O’Connor ne yazık ki artık hayatta değil, film de ona ithaf edilmiş. Onlar ve yönetmen Alfredson, genelde yazarın ustaca yaratılmış dünyasını beyazperdeye başarıyla nakletmişler. Gene de bazı ayrıntılar hiç içimize sinmedi. Örneğin, Karla’nın sadece bir an arkadan gösterilmesi çok yerinde bir tercih ama Ann için yapılan benzer tercih olumlu sonuç vermemiş. Ann geçmişteki bir Noel partisinde çeyrek yan ve arka plândan gösteriliyor. Ama bu Ann, kitaptaki karakterle hiç ilgisi olmayan biri. Güzel ve aristokrat genç bir İngiliz hanımdan çok, İspanyol (giysi ve saç seçimi) dansözlerini andırıyor. Hatta İspanyol konsomatrisleri de böyle oluyordur herhalde. Macaristan’daki çekimlerin kitaptaki gibi ormanda değil, bir kafede, sokakta olması heyecan katsa da bu bölüm de hayli farklı. Hepsi bir yana da, gizli evin şifresi niye değişmiş acaba? Hangi havalandırma çıkışı, kapıya bırakılmış iki süt şişesinin yerini tutabilir?

Neyse, bunlar kitabı çok seven birinin itirazları. Okumadınızsa eğer, böyle koşuşturmacasız, kovalamacasız ama gerilimi yüksek bir casusluk filminden çok hoşlanabilirsiniz. Ona bakarsanız, biz de çok hoşlandık.

(04 Şubat 2012)

Sevin Okyay

Hepsi Bir Günde Oldu

Güzel Günler Göreceğiz
Yönetmen: Hasan Tolga Pulat
Senaryo: Emre Kavuk
Müzik: Toydar Işıklı
Kurgu: Kalander Hasan
Görüntü: Önder Şengül
Oyuncular: Buğra Gülsoy (Cumali), Feride Çetin (Mediha/Figen), Uğur Polat (İzzet), Barış Atay (Ali), Nesrin Cevadzade (Anna), Luran Ahmeti (Zoran)
Yapım: Onaltıdokuz Film (2011)

Kısa filmlerle sinemaya giriş yapan Hasan Tolga Pulat, ilk filmi “Güzel Günler Göreceğiz” filmiyle 48. Altın Portakal’da “En İyi Film” dahil dört ödül kazandı. Pulat, bu ilk filminin kurgusuyla sinema adına heyecan veriyor sinemaseverlere.

Sinemamızda evrensel sinema anlatımlarının kıyılarında dolaşan filmler yapılması insana umut veriyor. Ama herkesten bir Tarantino olmasını beklemek haksızlık olur. Yönetmen Hasan Tolga Pulat, “Güzel Günler Göreceğiz” filminde Tarantino ruhunu sinemamıza taşımış. Başlarda biraz tökezliyor gibi olsa da bu filmin kurgusunu beğendik. Film genel olarak sağlam bir yapıda ilerliyor ve dağınık parçaları zihinlerde toparlayabiliyor. Hikâyedeki karakterler, bir şekilde kesişiyor veya kesişenle buluşuyor. Karakterler, ister birbirini tanısın ister tanımasın. Başlarda kaotik olan durum, özellikle ikinci yarıda bazı şeyler yerine oturunca seyircilerin zihinlerinde de anlamlaşmaya başlıyor birçok şey. Filmin girişinin müthiş olduğunu belirtmeliyiz. Yerde yaralı yatan, adının sonradan Mediha olduğu öğrenilen genç kadın, aslında hikâyenin tam ortasında. Her şey bir anlamda ona değiyor veya yanından geçiyor. Cumali, namus cinayeti işlemiş. İyi halden tahliye olduğunda hikâyeye birçok karakter giriyor. Rus seks işçisi Anna. Figen olarak bildiği Mediha’ya sırılsıklam aşık olmuş eski boksör Ali’nin hayali Mediha’yla beraber Rusya taraflarına gitmek. Kara filmlerden düşmüş başkomiser İzzet, iki çocuklu ve evli mutsuz biri. Kokain çekiyor, haraç alıyor. İzzet’i görünce “asayiş berkemal” diyorsunuz. O da Figen olarak bildiği Mediha’ya tutku ötesi tutkulu. Hem de öldüresiye. Mediha da Cumali’ye vurgun. Filmin kurgusu gerçekten sinemamız adına heyecan verici. İlk bölümde zihinsel karışıklık yaşayabiliyor seyirci. Yönetmen bir olayın ortasını gösteriyor önce. Bir zaman sonra o olayın başını gösteriyor. Bunu yaparken aynı anı iki karakterin gözünden yansıtmış oluyor. Ama filmi perdede seyrederken, ortaya yakın bazı şeyler anlamlaşmaya başlayınca işin içinde çıkıyorsunuz zihinsel anlamda. Bu film, 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyirci tarafından coşkuyla alkışlanmıştı, belirtelim.

Kesişen bir dolu yol…

Film, Nazım Hikmet’in “Mutluluğun Resmi” şiiriyle açılıyor. Filmde Konstantinos Kavafis’in “Şehir” şiiri de duyuluyor. Hani şu, “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir” dizelerinin olduğu şiiri. Cumali, hapisten çıktığı gün, Rus seks işçisi Anna’yı görüyor soksakta. Polis Anna’yı tutuklamış. Yönetmen, hikâyesine dahil olacak karakterleri ilk bölümde seyircilerine gösteriyor. Cumali gittiği mekânda genç bir çocuğun kendisi gibi namus cinayeti trajedisine sürükleneceğini hissediyor. Sonra, Anna’nın trajik hayatı yansıyor perdeye. Ardından komiser İzzet geliyor. Evliliğinde mutsuz. Kirli işlere bulaşmış. Haraç almaya gittiği organize işler çeviren adama haracının zamlandığını söylüyor İzzet. Adam tekneyle, sığınmacıları ve göçmenleri yasadışı yollarla Rusya taraflarına kaçırıyor. İzzet, Meliha’ya sırılsıklam tutkun bir de. Meliha’nın sığındığı, kendine İzzet gibi tutkulu boksör Ali de kaçak yollarla Meliha’yı da yanına alıp Rusya’ya gitme hayalleri var. Anna da, daha da kirli işler yapan pezevengi Zoran’ın kendisine bıraktığı bir çocukla baş başa kalıyor. Sonunda, belirttiğimiz gibi karakterlerin hikâyeleri birbirleriyle kesişiyor. Derin trajediler ve hayal kırıklılıkları yaşanıyor. Gerçekten yönetmen yaratıcı kurgusuyla hiçbir şeyi boşlukta bırakmamış ve geniş final bölümüyle boşlukları dolduruyor. Yönetmen Pulat, İzmir DEÜGSF Sinema-TV Bölümü’nden mezun oldu. Daha ilk filmiyle heyecan veriyor. Pulat’ın bu filmine, genel olarak eleştirmenlerin mesafeli durmalarını çözemedik. 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” dalında “Altın Portakal” ödülünü hak etti “Güzel Günler Göreceğiz” filmi. Pulat’ın bu filminin kurgusu Tarantino’nun 1997 yapımı “Jackie Brown” filminin tadını veriyor. Sekans anlamıyla da biraz olsun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” tadı var “Güzel Günler Göreceğiz” filminde. Bu kurgu, Kalender Hasan’a da “En İyi Kurgu” ödülünü getirdi. Filmin en önemli unsuru elbette senaryo. Ustalık isteyen senaryo çalışmasıyla “En İyi Senaryo” dalında “Altın Portakal”ı da Emre Kavuk aldı. Pulat’ın filminde kamera kullanımı ve ışık düzenlemeleri de çarpıcı. Öncelikle gece dış çekimleri ve iç mekânlarda. 1982 yılında Bakü’de doğmuş Azeri oyuncu Nesrin Cavadzede, “Zenne” filminde Tilbe Saran’la “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü paylaştı. Cavadzede, Ben Hopkins’in yönettiği 2007 yapımı “Pazar: Bir Ticaret Masalı” filmiyle oyunculuğa başlamış. Ardından Hüseyin Karabey’in 2008 yapımı “Gitmek: Benim Marlon ve Brandom” ve Cemal Şan’ın 2009 yapımı “Acı” filmleri geldi. Elbette televizyon dizileri de var. Makedon oyuncu Luran Ahmeti, Üsküp’te doğmuş. Türkiye’de televizyon dizileriyle ünlenmiş.

(Bu yazı 03 Şubat 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(03 Şubat 2012)

Ali Erden

Emek Sineması

Üniversiteyi Ankara’da okudum. İstanbul’a kısa süreli bir gelişimde, Tokat’ta liseyi birlikte okuduğumuz, sinemalara birlikte gittiğimiz, hemen hepsi üniversiteyi İstanbul’da okuyan arkadaşlarıma beni Yeşilçam’a götürmelerini söyledim. Yeşilçam’a geldik, kelimenin tam anlamı ile in cin top oynuyordu. Sonradan birçok kişiden dinlediğim sokağın o hareketli günleri bitmişti. Gerçi sinemamızda Yeşilçam döneminin 80’lerde bittiğini kabul ediyorum şimdi ama takvimlerin o günlere erişmediği, benim ziyaretim sırasında da “sokak” eski hızını, hareketliliğini kaybetmişti. Yalnız bir tek şey hâlâ hareketin nabzını tutuyordu: EMEK SİNEMASI.

Oraya ilk ne zaman girdim, ilk kez hangi filmi seyrettim, hatırlamıyorum. Yalnız Anadolu’da birçok yerde, Ankara’da birçok sinemaya girmiş çıkmışlığım vardı. Çok azında sinemanın doyumsuz zevkini almış, çoğunda ise sadece film seyretmiştim. Samsun’da, açılışında adı Emek olan sonra Konak’a değişen sinemada Cumartesi günleri, saat 18:00’de -adeta bir abonelik- keyifle film seyretmek unutulacak gibi değildi. Samsun’a geldiğim bir gün, teyzem ve eniştenim beni götürdüğü Antonioni’nin La Notte’sini, Cumarteyi izleyen Pazartesi günü saat 14:00’de tekrar izleyecektim. Tokat’ta tahta koltukları ile 600 kişilik Ali Sabri Sineması her ne kadar keyif bakımından diğerlerine erişemez ise de, iyisi ile kötüsü ile birçok filmi perdelerinde bize izletmişti. Bir tanesi unutamadığım bir filmdir: Lindsay Anderson’un This Sporting Life….

EMEK SİNEMASI’na dönersek, dediğim gibi önemli önemsiz birçok filmi ama film izlemenin keyfini çıkararak seyrettiğim yer, mekân… Filmler önemli değildi, filmlerin sunuluşu idi önemli olan. Girişi… koltuklarının rahatlığı, hepsinden önemlisi salonun sinema, film izleme mekânı oluşu… Şimdilerde, eskiden salon olan sinemaları, bölerek otobüse, minibüse benzeten zihniyet, -gerçi o salonun binasını yıkmadılar ama- salonların salonluğunun içine ettiler.

Emek Sineması’nda hiç tek başıma film izlemedim ama o otobüslerin, minibüslerin zaman zaman tek izleyicisi oldum. Emek Sineması’nın bu günleri görmemiş olmasına şükretmemiz mi gerekiyor? Keşke, Emek’in perdesine tekrar projeksiyon yansısa, o otobüs ve minibüsler de yolcusuz kalmasa. (Bu da bir dönem, geçer mi ?) Emek Sineması’nı kesip, biçmek değil niyetleri. Eski ama o güzel binaya dikmişler gözlerini. Biraz ses çıkarılmasa, eylem yapılmasa, Emek Sineması’nı hiç umursanmadan binaya yönelecekler ve daha önce olduğu gibi sonrada başka binalar girecek sıraya. Bırakın 30 – 40 yılı dört yıl sonra İstanbul gibi asırlık bir kente gelenler, bıraktıkları hiç bir şeyi bulamayacaklar. Bize devletin devamlılığından önce kentlerin devamlılığını öğrettiler. Oysa kentler, devletlerden önce de kenttiler.

Eskiden gazetelerden izlerdim, İstanbul’a geldiğimde ise bir çoğunu -eski / yeni, güzel / güzel olmayan, rahat / rahatsız, keyifli / keyifsiz- ziyaret ettim. Filmler seyrettiğim salonların bir çoğu artık eski biçimlerinde değil. Bazıları yavruladı / bölündü, bazılarının adı bile hatırlanmıyor. Ses dergilerinin birinde, yaşını başını almış Atıf Kaptan’ı (sakın “kim bu?” diye sormayın, soruyorsanız, benim yazılarımı okumayın) Beyoğlu’nda gezdirerek, gençliğinin sinemalarını -yerlerinin önünde – anlatıyorlardı fakat üzerinden bir ömür geçmişti. Ama Beyoğlu’nda bile sinemaların birer birer kaybolması için hiç de bir ömür geçmesi gerekmiyor şimdilerde… İşin garibi çoğunluk farkında değil bunun.

Yeşilçam Sokağı’na girip, yolu izlerken, 20 – 25 adım sonra Emek Sineması’nın ışıklarını görememek, camlarına veya iç kısmına konulmuş afişleri görememek, bırakın bunları, bunların hepsinin yerine giderek tozlanan, üzerlerine hiç âlâkasız yaftaların yapıştırıldığı, önü parmaklık da diyemeyeceğim bir şeylerle kapatılmış gibi yapılmış yeri -bizim (benim) için hâlâ Emek Sineması olan yeri- görmek, içimi sızlatıyor. Oysa bu günlerde özenilerek yapılmış bir sessiz / siyah – beyaz filmin de gösterime girdiği sinema alanında, taaa sessiz, siyah / beyaz filmlerden bugünlere kadar ne gelişmelere tanıklık etmiş ne filmler teknolojileri ile O’nun perdesine yansıdılar ve de yansımaya devam edeceklerdi. Binası şimdilik duruyor, sinemamızın elimizden alınması da çok zalimane bir olay, binanın yerinde durması ile avunmamalıyız.

(28 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Ünsal Emre

Günümüz sinema seyircisi Ünsal Emre’yi ne kadar tanır? Televizyonda filmleri gösterilmese bile tanıma olanağı var mıdır? Onlar -onların kuşağı- Yeşilçam’a girdiler; bazısı bir takım dergi yarışmaları ile (Emre’nin girişi böyle) bazısı ise böyle bir neden olmadan… Bazısı uzun süre sinemada kaldı, bazısı daha kısa zaman çalıştı. Sinemamızın geçirdiği aşamalar, bu eski oyuncularını yeni kulvarlarda -televizyon- kullanmaya devam etti, bazıları sinemanın sislenen yapısı arasında yitip gittiler.

Ünsal Emre hakkında yazacaklarım az bir kesim dışında pek kimsenin dikkatini çekmeyecek. Aslında benim de uzun bir Emre incelemesi yapma olanağım -sinemamızın böyle bir mirası yoktur- yok. Bu o kadar öyledir ki, Emre’nin ölümünü üç-dört gün sonra haber yapan Cumhuriyet Gazetesi, yaklaşık 450 filmde oynadığını rahatlıkla yazabilmektedir. “Yaklaşık” denildiğine göre, 50 tanesini görmezden gelirsek, o haberi yazana -her kimse- sormak isterim, Ünsal Emre’nin oynadığı 400 filmin adları nedir?

Sadri Alışık öldüğü zaman 600 filmde oynadığını yazmışlardı, Kadir Savun’u ise “binlerce filmde…” diye. Bu, Türkçe konuşuyorsak, en az 2.000 film demektir. Bugün için çekilmiş film sayısı 8.000’e yaklaşırken yapılacak bir hesapla bu ifade Savun’un yapılan her dört filmin birinde oynamış olması demektir. Emre de 450 filmde oynamamıştır ama sinemamızın bir döneminde (Yeşilçam sürecinde) oyuncudur. Olumlu / olumsuz, baş rol / yardımcı rol, erkek kahramanlı filmler / kadın kahramanlı filmler, çeşitli rollerde oynamıştır. Yeşilçam’ın dallarından biridir. Ölümü ile hatırlanmış olması çok daha üzüntü vericidir. O dönemin, öldüğünde medyamıza haber olacak daha pek çok sinema sanatçısı var-ken, ölümlerinin beklenmesi NİYE?

(28 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Engin Altan’ın Yorumları Bazı Köşe Yazarlarına Cevap Niteliğindeydi

2011’in tartışılan filmi Anadolu Kartalları’nın Görüntü Yönetmeni Uğur İçbak, sadibeycom’a konuştu: “Engin Altan’ın yorumları kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarına cevap niteliğindeydi.”

Siyah gözlükleri, deri ceketi ve vazgeçilmez şapkalarından biriyle tam saatinde geliyor buluşma noktamıza… Öyle bir sıcak gülümsüyor ki, “Ohh diyorsun, tamam bu röportaj iyi geçecek.” Sonra başlıyor anlatmaya, festivaller, filmler, klip ve reklâm çekimleri, kızı Yaz ile baktıkları sokak kedileri, uçuş sevdası derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Uçuş fobisi olan ben; “Aslında bu röportajı gökyüzünde yapmak varmış!” diyorum içimden… Orada nasıl bir Uğur İçbak bulurdum acaba? Ama şimdilik, karadaki hali ve samimi açıklamaları ile karşınızda Uğur İçbak…

Görüntü yönetmenliği yaptığınız uzun metrajlı ilk filminiz, ‘Denize Hançer Düştü’. Ve bu ilk film size ilk Altın Portakal’ı da beraberinde getiriyor. Film 1992’de çekildi ve baktığımız zaman Türk sinemasının imkânları açısından günümüzdeki kadar rahat olmadığı bir döneme denk geldiğini görüyoruz. “1992 -2012…”, sizce, Türk sinemasında bu zaman sürecinde neler değişti?

Teknik standartlarımız değişti, kalite arttı. Sinema çok keskin objektifler, yeni kameralar, dünya standartlarında teknik aletlerle tanıştı. Filmlerimiz sesli çekilmeye başlandı. Ülkemiz çok zengin bir kültüre sahip, nereyi kurcalasanız değişik bir hikâye çıkabilir. Örneğin, Hava Kuvvetleri içinde duyduğumuz o kadar çok kahramanlık hikâyeleri var ki, Hollywood’u 20 sene besler. Ama maalesef genel olarak, hikâye, yaratıcı senaryo ve bütçe konusunda hâlâ sıkıntılar yaşıyoruz. Çok yetenekli senaristlerimiz de var ama belki imkân bulamıyorlar. Filmlerimizin bütçeleri dünya standartlarına göre hâlâ çok düşük.

Bu değişim sürecinde siz de çok önemli filmlere imza attınız. “Eşkıya, İstanbul Kanatlarımın Altında, Organize İşler, Av Mevsimi, Neşeli Hayat” bu filmlerden sadece bir kaçı. Hatta geçtiğimiz aylarda bir sinema dergisinin düzenlediği anket sonucunda “Eşkıya” seyircinin en sevdiği film seçildi. Sizce ülkemizde nasıl bir sinema seyircisi var?

Bence seyirci Türk filmlerine çok destek oluyor. Özellikle son yıllarda Amerika’da milyonların izlediği filmleri, bekledikleri Türk filmleri için ikinci sıraya atabiliyor bizim seyircimiz. Avrupa sinemasına baktığımızda son yıllarda bir gerileme söz konusu, gişeler çok düşük. Çok iyi işler de yapıyorlar ama seyirci yanlarında değil. Türkiye’de düzenlenen film festivallerinde tanışıp sohbet ettiğim yabancı yönetmen ve yapımcılar Türk filmlerinin gişe başarısına gıpta ederek bakıyorlar.

Son filminiz Anadolu Kartalları özellikle hava çekimleri ile çok konuşuldu. Öncelikle havacılık tutkunuzu ve pilotluğunuzu konuşalım. Yerli ve yabancı birçok sinema filminin hava çekimlerini gerçekleştirdiniz. Özel pilot lisansınız var. Gökyüzünde olmak bambaşka bir duygu olsa gerek. Nasıl başladı bu tutku?

Havacılık ve sinema tutkusu çocukluk yıllarımda başladı. Üniversite yıllarında pilot olma hayalimi gerçekleştirebildim. O zamanlar arabam yoktu. Sırf uçaklara daha yakın olabilmek için otostop çekerek Türkiye’nin ilk sivil havaalanına gidiyordum. Pilotluk brövesini almadan önce marangoz bir arkadaşımla o havaalanında uçak yapımında çalıştık. Bu çalışma karşılığı uçuş eğitimlerimi tamamladım. O zamanlar otomobil ehliyetim yoktu, ama uçak kullanabiliyordum. O iş bana çok şey kazandırdı. Meselâ eve tamirci çağırdığımı hiç bilmem, biraz uzun sürse de her işi kendim yaparım.

Özellikle internette yer alan bazı fotoğraflarınıza baktığımda “kapısı açık helikopterlerden ayaklarını aşağı doğru sarkıtmış görüntü yakalamaya çalışan” bir Uğur İçbak var. Ben ki uçak koltuğunda bile tedirgin olanlardanım, siz hareket halindeki bir helikopterin açık kapısından ayaklarınızı aşağı doğru sarkıtıp görüntü seçiyorsunuz. Kesinlikle herkesin cesaret edemeyeceği bir iş bu ve kuşkusuz büyük bir emek var ortada…

Helikopter çekimlerinde mesleğimle uçma hobimi birleştirmiş oldum. Meslek olarak sinemacıyım ama uçmaktan çok büyük keyif alıyorum. Bu uğurda da çok emek harcadım. Çok eskiden beri filmlerimizde yer alan hava sahnelerini gerçekleştirmeye çalışıyordum. Sinemamızda hava sahneleri çok yoktur. Çünkü zor ve masraflı bir iştir hava çekimleri. Anadolu Kartalları’nda bir savaş jetinin 1 saatlik yakıt masrafının 6.000 dolar ve 1 saatlik uçuş maliyetinin 30 – 40 milyar arası olduğunu öğrendik. Bu durum hava kuvvetlerimizin tam desteğinin ne kadar önemli olduğunu ve bize sağlanan imkânların para ile satın alınamayacağını gözler önüne seriyor. Görüntü yönetmeni ne çekilecek olursa olsun her durumda filmin atmosferine en uygun görüntüyü sağlayabilmelidir. Helikopter ile çektiğimiz plânlarda kendimi ve kamerayı emniyete alıp, istediğimiz görüntüleri yakalamaya çalıştım. İlk günkü jet çekimlerinde de uçağın içindeki 3 kameradan birisini kullandım ve çekim ekibine ışık yönleri ile ilgili danışmanlık yaptım. Yönetmenimiz ile birlikte storyboardlar üzerinden hava çekim pilotları, bizim pilotlarımız ve kamera operatörü ile çok detaylı toplantılar yaptık ve aynen dünyada olduğu gibi hava çekim ekibini, second unit (ikinci ekip) olarak kullandık. Her gece çekilenleri izledik, yorumladık. Daha sonra görüntü yönetmeni olarak renk programı aşamasında yaklaşık 20 gün, tüm filmin ve hava plânlarının renkleri, tonları için stüdyoda çalıştım. Akşamüstü çekilen bir hava plânının gece fırtınalı bir havadaymış gibi görünmesindeki sorumluluk çekimlerde olduğu gibi, stüdyo aşamasında da görüntü yönetmenindedir.

Sürekli hareket halinde olan bir makinenin içinde “anları” yakalamaya çalışmak… Bu işin zor yanları neler peki?

Helikopter sürekli sallanan bir araç, bu aşamada vücudunuz ile helikopteri hissetmeniz kendinizi ve kamerayı ona göre dengelemeniz gerekiyor. Aynı zamanda da hava çekim koordinatörü olarak çalışıyorum. Çekilecek işin öncesinde plânlamasını yapıp, havada sağ kolunuz olan pilotunuz ile sürekli, kulaklıkla konuşup talimatlarla yönlendirmeniz gerekiyor. Çoğu zaman aşağıda çektiğimiz, araç, oyuncu vb. şeyleri de helikopterden telsizle yönlendirmeniz gerekiyor. Uçmayı çok seviyorum, o yüzden bu işler bana hiç zor gelmiyor.

Filme gelecek olursak, özellikle son haftalarda film üzerinden bir tartışma çıktı. Oyuncu Engin Altan Düzyatan’ın bir televizyon programında yaptığı açıklamalar bazı sinema eleştirmenlerini kızdırdı. Galiba eleştirmenlerin filmle ilgili yorumları sizi de biraz kırdı…

Engin Altan’ın yorumları ağırlıklı olarak, havacılıkla ilgili yazılar yazan bir havacılık yazarına ve kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarına cevap niteliğindeydi. O havacılık yazarı bir sinema eleştirmeni değil. Sadece teknik yazılar yazan birisi. Yani tüm sinema eleştirmenlerini bağlamıyor aslında Engin’in sözleri. Bu film iki ayda senaryosu hazırlanıp, Hava Kuvvetleri’nin kapısı çalınarak yapılmış bir film değil. Önceden hazırlıkları yapılan ve Hava Kuvvetleri’nin de yüzde yüz desteği olmadan çekilemeyecek bir işti. Ve gerçekten çok zor bir işti. Dünyada sadece 4-5 örneği var bu tarz bir filmlerin. Bu işe başlarken Hava Kuvvetleri’nden üst düzey yetkililer, komutanlar, herkes danışman olarak yanımızda oldu. O üslerde görevli olan yetkililer dışında hiçbirimizin anlayamayacağı ve bizim sökemeyeceğimiz 6 harfli uçağın kuyruk seri numarasına ya da filo amblemine bakıp, “O uçak Dalaman’ın uçağı değil, Konya’nın uçağı ama Dalaman’da uçuyor gibi gösterildi.”, “Oyunculardaki ‘Peç’ denilen armalar o üssün değil.” gibi sığ yorumlarda bulundu havacılık yazarımız. Bu yorumlar, sinema çekim tekniklerini bilmeden, sinemanın kurgusal bir durum olduğunu düşünmeden yazılmış şeyler. Filmi hava kuvvetleri belgeseli zannettiler herhalde. Sinema eleştirisi bile denilemez. Dolayısı ile bu gibi yorumlar üzdü bizi.

Dünyada da çekimler böyle yapılmıyor mu zaten?

Evet, tüm dünya sinemacıları, Malta Adası’nda, benim de çalıştığım bir açık stüdyoda su altı ve havuz çekimleri yapıyor ama burayı her filmde başka bir yer gibi gösteriyorlar. Engin’in de o konudaki çıkışı bu eleştiriler üzerine oldu. O havacılık sayfasında yer alan yorumda, çekimler, hava plânları ile ilgili olumlu eleştiriler de var. Ama bir havacı ve filmin görüntü yönetmeni olarak, havacılık yazarımızın film eleştirmenliğine soyunacağına, hava çekimleri, jetlerle çalışmak, jet pilotlarımızın, Amerikalı çekim pilotlarımız bile hayrete düşüren yakın uçuş ve manevra becerisi konularına yoğunlaşıp, havacılar için keyifli olabilecek bir yazı hazırlaması kendi sayfasının konsepti, havacılık tutkunları ve en önemlisi havacılığımız için daha anlamlı olurdu diye düşünüyorum. Bu film hava çekimlerinin 3D animasyona, dijital hilelere gerek duyulmadan birebir gerçek olarak çekildiği belki de dünyadaki tek film. Tüm çekimler gerçek. Ve harcanan bu kadar emek sonrası yapılan yorumlar beni kırdı.

Sizi kırmışlar gerçekten…

Sinema eğitimi aldığım yıllarda Lütfi Akad hocamız bir gün derste, “Çocuklar sinemacılar olarak işimiz zor, çünkü Türkiye’de herkes kendi mesleğini bilir, birde sinemayı bilir” demişti. Önce anlayamadık ne demek istediğini ama gerçekten olur olmaz herkes sinema çekimleri vb. konularda yorumlarda bulunuyor.

Filmde çatışma yoktu ve bu konu da tartışıldı…

Filmin çatışma ile ilgili eksikliğini yapımcı, yönetmen, senarist baştan beri biliyordu. Bazı sebeplerden ancak bu kadar yapılabildi. Ayrıca film, geçen senenin gişe başarısı olarak 1,185,000 seyirci ile yabancı filmler de dahil olmak üzere 6. filmi. Yani seyirciyi çekecek, izlettirecek, duygulandıracak bir film olduğunun kanıtlandı zaten. Ama beklendiği gibi askeri bir savaş filmi değil, Anadolu Kartalları. Havacılık ile ilgili olması ve hava üssünde geçmesi dışında da TOP GUN ile bir benzerliği yok.

Geçen yılda Av Mevsimi çok konuşulmuştu…

Evet. Yavuz Turgul ile geçen yıl Av Mevsimi’nde çok keyifli bir çalışma yaptık. Görsel atmosfer yaratmama izin veren ender filmlerden biriydi.

O açılış sahnesi geldi şimdi gözümün önüne…

Asıl çekimlerden önce, o sahnenin provasını 3 kez amatör video kamera ve 1 kez de 35 mm film kamerası ile dört kez teknik olarak çektik. Çok detaylı çalıştık. Ama o film ile ilgili de, yine kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarından garip yıpratıcı eleştiriler geldi. Geçenlerde evde Fight Club’ı izliyorum. Filmde ölmüş adamın nefes aldığını gördüm. Şaka gibi… Yavuz Turgul’un setinde böyle bir şey olamaz!!! Keşke bir filmin yaratım, çekim ve perdeye ulaşım serüveninin en azından bazı süreçlerinde kendilerini konuk edebilsek setlere ve stüdyolara.

Ben o sahneleri bizim filmlerde de gördüm…

Av Mevsimi’nde Cem Yılmaz morgda yatıyor. O plânda Yavuz Turgul’dan bildiğin fırça yedim. Ve çok haklıydı hoca. Yani ne kadar incelediğimize bakın. O kadar hassas ki…

Neden yediniz fırça?

Fırça yemek işin esprisi ama Yavuz hoca o kadar titiz ki, Cem’in o sahnede nefes almaması gerekiyor, Cem’de normal bir insan olarak aralıklı nefes alıyordu. Herkes iyi niyetli olarak hep bir ağızdan yorumda bulunup fikir üretmeye kalkınca Yavuz hoca, yapımcımız da dahil hepimizi susturdu. Ben de bir yorumda bulundum, “Sen kendi işine bak!” dedi bana. Çok seviyorum onu! Ustamız bizim.

Bir çok filmin görüntü yönetmenliğinin yanı sıra reklâm ve klip çalışmalarında da görüntü yönetmenliği yapıyorsunuz. İzlediğimiz birçok reklâmda sizin imzanız var. Peki önümüzdeki günlerde Uğur İçbak’ı başka hangi projelerde göreceğiz?

Şu sıralar reklâm filmleri ve çeşitli hava çekimleri var hayatımda. 2012 için konuştuğumuz netleşmemiş sinema projeleri de var ama kesinleşmiş bir proje yok. Umarım 2012 yılında da ekibimle keyifli bir sinema projesinin içinde yer alırız.

Teşekkür ederiz.

(28 Ocak 2012)

Yeliz Bozkurt

Fotoğraflar için Uğur İçbak ve Hande Arslan Yazıcı’ya teşekkür ederiz.

Theo

Yunanistan komşu bir ülke, tarihin bir döneminde Osmanlı topraklarında kalmış, oraların yaşayanları o zamanlar Osmanlı taba’sından sayılıyor. Fransız Devrimin dünyada oluşturduğu dalgalar nedeni ile başlayan milliyetçilik akımları oralarda da kendini gösterir ve Yunanistan adını alacak topraklar Osmalıdan ayrılır. Tarihin o dönemleri teknolojik olarak sinemanın icat edildiği günler olur ve bizim tarihimiz açısından, önce saraya giren sinema giderek önce gösterim yolu ile halka ulaşacak, sonra konulu film üretimi sıraya girecektir. Aynı günlerde benzer çalışmaların Yunanistan’da da olduğunu, aynı süreçlerin orada da yaşandığını ve Yunan Sineması denebilecek oluşumun başladığını söyleyebiliriz. Sinemamızın başlangıç dönemlerinde Yunanlılarla yapılmış ortak yapımlar (Beyoğlu Güzeli, Kimon Şarlo İstanbul’da), hatta bazı kaynakların Türk filmi olarak gösterdiği (Fena Yol) filminin -daha oluşmamış- Yeşilçam düzeninde gerçekleştirildiği hakkında bilgilere sahibiz.

Sinemalarımızda o zamanlar gösterime girmiş Yunan filmleri olabilir. Bu konudaki eksik bilgiyi gidermeye henüz sıra gelmedi. Sinema tarihimiz tamamlanmayı / araştırmayı gerektirecek birçok bilgi boşluğu ile dolu. Yine de adı ülke sınırlarını aşan bir Cacoyannis’in adı bizde de duyulmuş, filmleri azımsanacak sayıda da olsa gösterim olanağı bulmuştur. (Bu arada bizde Uçurum adı ile gösterilmiş bir Yunan filmi ile Aliki Vuyuklaki’nin oynadığı Dayak Cennetten Çıkmadır filminin bizde hayli ticari başarı kazandığı anımsadığım bilgiler.)

Bütün bunların sonunda önce yurtdışı festivallerde görülmüş filmleri ile basınımıza yansıyan Angelopoulos’un yapıtları kısıtlı gösterimlerle de olsa seyircilere ulaşmaya başladı ve hatırı sayılır (sayısının azlığı? -ne kadardır- bunu öğrenmek olanağı var mıdır!) bir seyirci oluşturdu. Bunların bir kısmını sinema sektörünün içinde olanların oluşturması hiç önemli değildir. Aslında, Angelopoulos’un sinemasının ağır tempolu anlatışı, uzun süreli plânları, kameranın nerede ise hareket etmiyormuş gibi hareket etmesi, en önemlisi tüm bu anlattığı şeylerin tarihi, toplumunun -insanlarının da- sorunlarını inceler (gösterir) olması değerlendiriyordu sinemasını. Günümüzün yaşayan sayılı sinema-cılarından (“ustalarından” demiyorum, ustalığı yadsıyacak cürete sahip değilim) olması bunların sonucu idi. (Bana göre) sinemacı olmak salt film çekmekle kazanılabilecek bir sıfat değildir, -Angelopoulos’unkilerle sınırlı değil ama- başka özellikleri de beraberinde bulundurmayı gerektiriyor. (Tüm filmlerini ele aldığımız zaman -birçoğunu da kendisi de beğenmiyor- görünümü başkadır ama sinemamızda Akad’ın usta ünvanını yadsımak mümkün müdür? – İşte…) Angelopoulos da sinemanın yaşayan en büyüklerindendi. En üzüntü verici şey de çekimlerine başladı yeni bir film çalışması sırasında -film dışında- olan bir kazada yaşamını yitirmesidir. Bunu söylediğim zaman, Alican Sekmeç “O filmi tamamlarlar” dedi. Bu doğrudur, o film tamamlanır; Angelopoulos çekmeye başladığına göre yazın aşamasının bitmemiş olduğunu düşünmüyorum -sinema salt yazın aşaması değildir, elbette- ama… Angelopoulos’tan sonra kim tamamlarsa tamamlasın, yazın aşaması bitmiş (!) filmi Angelopoulos’un kafasındaki düzeni ile tamamlaması mümkün değildir.

Yukarıda yazdığımı tekrar edeceğim; Angelopoulos salt Yunan sinemasının değil, sinemanın yaşayan (ve halen çalışan / ürün veren) bir sanatçısı olarak doldurulamayacak bir boşluk (“ve filmlerini”) bırakarak aramızdan ayrıldı.

(28 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Angelopoulos, Olimpos’da

Sinema sanatının büyük ustalarından Theo Angelopoulos’u kaybettik. Sinema sanatını görüntülerle üretilen bir şiire dönüştüren Theo’yu yakından tanımak, benim hayatımın en değerli anılarından biridir. Cannes’de, Berlin’de, Selânik’de ve İstanbul’da kısa süreli de olsa buluşmalarımızın konusu her ne kadar filmlerinin Türkiye dağıtımı ile ilgili olsa da, karşımda oturan kişinin yaşayan bir sinema efsanesi olduğunu biliyorum. Filmlerini satın aldığım bir efsane ile fiyat konuşmanın rahatsız edici ve utandırıcı birkaç saniyesi içinde, üzerime çöken mahcubiyetle terden sırılsıklam olurdum.

Filmleri uzun olduğu için, genellikle Atina vizyonundan çıkan kullanılmış kopyaları ithâl ederdik. Theo bize vereceği kopya için bezdirici bir özen gösterirdi. Atina’da en temiz kopyayı seçmek için montaj masasının başına kendisi oturur ve üç saatlik kopyayı neredeyse santim santim gözden geçirdikten sonra bize uygun olanı tespit ederdi. Theo pozitif kopyaların uzun ömürlü olması için lâklanmasını sağlamıştır. Bu nedenle genellikle tek kopya olarak aldığımız filmleri görüntü kalitesi bozulmadan sinemalarda uzun süreli olarak gösterebildik…

Theo, sinemayı ticaret, sanayi ve para olarak algılayanlar için, filmleri “iş” yapmayan Yunanlı bir sinemacıdır. Filmlerinin “iş” yapmadığı doğrudur. Hiçbir filmine on bin adet bilet kesildiği görülmemiştir. “Ağlayan Çayır”ı dört bin kişi izlemiştir. Olsun. O seyirciler benim için çok değerlidir. Düşünsenize bu ülkede sanatla, sinemayla ekmeğini kazanan insan sayısı herhalde on binin çok üstündedir. Theo’dan habersiz, hatta bir kare filmini görmemiş bir yığın yönetmen tanıyorum. Theo’ya sinir olan birçok yönetmen de tanıyorum. Hatta çok ünlü bir yönetmenimiz, Theo İstanbul’a geldiği günlerde Beyoğlu Sineması’nın merdivenlerinden aşağı inerken arkadan çelme takıp yuvarlamak istediğini bana itiraf etmiştir. Bu kızgınlık ve öfke niyedir hiç anlamış değilim. “O’nun uzun plânlarına dayanamıyorum” diyenin hiç değilse mesleki (!) bir mazereti var. Ya diğerlerinin? Öte yandan tüccar sinemacıların taptığı Amerikalı yönetmen Steven Spielberg “Ben sinemayı Theo Angelopoulos’dan öğrendim” diyebilmiştir.

O’nun sineması ile dünyanın, insanın ve yaşamın ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışanlar bu ölümü derin bir hüzün, içten bir kederle karşıladılar. Bunu biliyorum. Çünkü bunu O’ndan öğrenmişlerdi. Sayıları çok değil ama çok değerliler. Hepsi O’nun modern bir Homeros olarak sinema ile yazdığı şiiri kalplerinin en derininde hissettiler. Kırk yıl içinde onaltı unutulmaz destan yazan Theo şimdi artık Olimpos’dan bizi seyrediyor.

Theo’nun en sevdiği Türkiyeli yönetmenin Zeki Ökten olduğunu bizzat bana söylediği için ikisi ile ilgili sevimli bir anıyı naklederek bitireyim. Selânik’de yaptığımız uzun bir kahvaltı sırasında sigaramın bittiğini fark ettim. Masada Grek Film Müdürü sevgili Voula ve Theo’nun eşi de vardı. Theo’nun önündeki Yunan sigarasından bir tane istedim. Theo yüzüme bakıp paketini kendi önüne çekti. “Ben sigaramdan vermem, karımınkinden iç” dedi. Voula ve Alexsandra gülmeye başladılar. “Theo” dedim. “Senin sevdiğin Zeki Ökten var ya, O senden daha cimridir. Sadece sigara vermez, gazı bitmesin diye çakmağını bile sakınır”. Theo kahkahayı bastı. Ruh ikizi ile suç ortaklığı yapması çok hoşuna gitmişti.

Sabahattin Çetin

(25 Ocak 2012)

Batır-Çıkar Dalyanları da Yok Olacak

Mürefte, Şarköy, Hoşköy, Uçmakdere yöresi Marmara Denizi’nin kuzeyinde olağanüstü güzellikte bir yöre. Burası eskiden Rumların da yoğun olarak yaşadığı bir yer. Bir vakitler bu yöre, Marmara ve Avşa adaları, çok işlek, ticaret ve tarımın önemli gelir getirdiği, balığın bolluğunu ifade etmenin güç olduğu, yüksek bir kültür geliştirmiş. Türklerle Rumların birlikte yaşadığı son derece güzel ve gelişmiş bir yöreymiş. Rumlar tamamen gitmiş, hiç kimse kalmamış şimdi. Arkalarında güzel anılar, gelenekler, üretim, pişirme biçimleri bırakmışlar.

Yöre tarım (zeytin ve bağcılık yoğun olmak üzere) ve balıkçılıkla geçiniyor. Tütün önemli bir gelir ve üretim kaynağıymış, şu anda yasak, bitmiş. Üzüm bu sene neredeyse bedavaya gitmiş. Şarap üretimi bütün vergi ve engellere rağmen Melen gibi ulusal bir marka üretmiş. Aker ailesinin şarapları da son derece lezzetli. Birçok başka küçük şarap üreticisi kapanmamak için mücadele ediyor. Vergiler tahammül ötesi. Balık, özellikle küçük balıkçı için tamamen bitmiş. Bunun kirlilikten aşırı avlanmaya kadar birçok sebebi var. Bu sebeplere daha sonra gireceğim. Bu yazıda değil. Tütün bitmiş, üzüm bitmiş, şarapçılık can çekişiyor, balık bitmiş. Ya da bitmek üzere. İnsanlar yörenin sert coğrafi yapısının aksine yumuşak ve son derece dost.

Uçmakdere’deki yalçın ve sert coğrafya daha sonra yumuşayarak sahille birleşiyor. Çakıllı çok güzel kumsallar var ve pislikten, plastikten geçilmiyor. Bütün kıyılar tatil için yapılan olağanüstü çirkin yapılarla dolu. Geleneksel mimari bir iki köy dışında yok olmuş.

Bütün bu öykünün en estetik tarafı Rum balıkçılardan kalan bir gelenek. “Batır-Çıkar” diye adlandırılan bir dalyan sistemi. Denizin üstünde kıyıdan yedi sekiz metre ileriye ince bir tahta iskele uzanmış ve ayakların üzerine bir küçük kulübe inşa edilmiş. Suyun dibine dik değil ama paralel bir ağ bırakılıyor. Fırtınalı havalarda deniz bulanınca bu ağ kaldırılıp kaldırılıp içinde balık var mı bakılıyor, özellikle levrek. Buraların levreği meşhur. Bu av yöntemi son derece çevre dostu. Yalnızca değeri olan balığı alıyor, denize, deniz dibine, diğer balıklara hiç bir zarar vermiyorsun.

Şimdi yerel olan, küçük üreticinin geçimi olan, geleneksel olan hemen her şeyin yok edildiği bu yörede bu dalyanlar kaldırılmak isteniyor. Sebebi görsel çirkinlikmiş. Ben bu ülkede nasıl yaşamaya devam edeceğim bilemiyorum. Çünkü yöredeki insan eliyle yapılmış tek estetik yapı, tek güzellik bu dalyanlar, başka hiç bir şey kalmamış. Evler çirkin, belediye binaları, liman kahveleri, fırınlar, benzin istasyonları, cep telefonu antenleri, yol boyu gördüğünüz reklâm panoları, her şey çirkin. Belki de tek güzellik, geleneksel bir kaç bina saklanmış, korunmuş, bir kaç kilise yıkıntısı gibi tarihi eserler. Yeni olanın neredeyse hepsi çirkin. Bu dalyanlar olağanüstü zarif ve güzel.

(22 Ocak 2012)

Ethem Özgüven

İnsan Sevgisi En Büyük Sevgidir

Düşler Bahçesi (We Bought a Zoo)
Yönetmen: Cameron Crowe
Roman: Benjamin Mee
Senaryo: Aline Brosh McKenna-Cameron Crowe
Müzik: Jonsi
Görüntü: Rodrigo Prieto
Oyuncular: Matt Damon (Benjamin), Scarlett Johansson (Kelly), Thomas Haden Church (Duncan), Elle Fanning (Lily), Maggie Elizabeth Jones (Rosie), Colin Ford (Dylan), Stephanie Szostak (Katherine)
Yapım: Fox (2011)

Amerikalı yönetmen Cameron Crowe’un gerçek bir hikâyeden beyazperdeye aktardığı “Düşler Bahçesi” filmi, eğlenceli ve sevgi yüklü. Bu filmde hikâye İngiltere’den Amerika’ya taşınmış. Mekânlar ve hayvanlar büyülüyor.

Amerikalı yönetmen Cameron Crowe’dan insana iyi gelen bir film geldi. 2011 yapımı “We Bought a Zoo-Düşler Bahçesi”, çevreci ruhuyla ihtiyacımız olan bir şeydi. Belki esir hayvanlar için eleştiriler getirenler olabilir. Saygı duymalı. Örneğin kaplanlar doğada 12 yıl yaşarken, özgürlüğüne karşı hayvanat bahçelerinde 17 yıla kadar yaşayabiliyor. Bir insanın 90 yaşına kadar yaşaması gibi. Kaplanların, kutup ayıları, pumalar (dağ aslanı ve panter de deniliyor), jaguarlar, pandalar gibi soyları tehlikede. İnsan kaynaklı küresel ısınmadan dolayı siyah gergedanların soyu tükendi. Artık fotoğraflarına bakacağız. Hayvanlar ve bitkiler bu dünyadan giderken insanlar buraların tamamiyle kendine kalacağını sanıyor herhalde. Bu filmde anlatılanlar gerçek bir hikâyeden yansıyanlar. Sadece mekânlar değişmiş. Gerçek Mee ailesi İngiltere’de. Dartmoor Zooloji Parkı da İngiltere’nin güneybatısındaki Devon’ın bataklık bölgesinde. 1951 yılından beri bu bölge ulusal park. Dartmoor Zooloji Parkı, yönetmenin bu filminde Kaliforniya’nın güneydoğusundaki Thousand Oaks şehrine taşınmış ve adı da Rosemoor Zooloji Parkı olmuş. Film, İngiliz gazeteci Benjamin Mee’nin “We Bought a Zoo” (Biz Bir Hayvanat Bahçesi Aldık) kitabından uyarlanmış. Mee ailesinin bu çabaları BBC tarafından da 2007 yılında dört bölümlük belgesel haline getirilmiş.

Yeni hayata doğru…

Gazeteci Benjamin Mee, karısı Katherine, yakın zamanlarda hastalıktan ölmüş. 14 yaşındaki oğlu Dylan ve yedi yaşındaki kızı Rosie’yi annelik ve babalık yapıyor. Abisi Duncan, Katherine’i unutup hayata dönmesi için tasviyelerde buluyor ona hep. Bir gece küçük kızı komşudaki partinin gürültüsünden uyuyamadığı için yeni bir aramaya çıkıyor Benjamin. Rosie, şehir dışındaki kır evini sevince orayı satın almaya karar veriyor. Ama bilmedikleri bir şey var. O da, burasının bir hayvanat bahçesi olduğu. Küçük Rosie ısrar edince Benjamin bilmediği bir işe soyunuyor. Hayvanat bahçesinin çalışanları da var. Buranın şefi güzel Kelly. Bütün birikimlerini buraya yatıran Benjamin, hayatının bu riskinde başarıya ulaşabilecek mi? Benjamin, ergenlik bunalımları yaşayan asi oğlu Dylan’ın bir yeteneğini keşfediyor. Oğlu gerçeküstü resimler çiziyor. Hayvanat bahçesinde bir de Lily var. Kelly’nin kuzini Lily, hayvanat bahçesindeki bara bakıyor. Lily’nin yüreği şefkat ve sevgiyle dolu. Güzel kalbini Dylan’a açsa da Dylan öfkeli ve bu gelen sıcak sevgiyi hemen algılayamıyor. Annesinin şefkatini almış küçük Rosie bu ailenin her şeyi. Belki de Benjamin’i ayakta tutan ve yeni bir aşka, Kelly’den gelen aşka kalbini açmasını sağlıyor. Evet, buradaki insanlar bir yıl boyunca büyük çaba gösterip hayvanat bahçesini halka ulaştırıyorlar. Yazın ortasında, açılıştan bir gün önce kopan fırtına her şeyi altüst ederken sonunda azim kazanıyor. Komedi unsurları da olan bu filme batıda “Cameron’ın aşk hikâyesi” denmiş. Hem de iki açıdan. Hastalıktan ölmüş Katherine ve yeni aşk Kelly. Bir de filmin unutulmazı yaşlı kaplan Spar var. 1957 doğumlu Amerikalı yönetmen Cameron Crowe, bizde daha çok 1996 yapımı “Jerry Maguire-Yeni Bir Başlangıç” filmiyle biliniyor. 2001’de “Vanilla Sky” ve 2005’te “Elizabethtown” filmleri de buralara geldi. Onun, 1992’de çektiği “Singles-Bekârlar” filmi çok değerlidir. 1965 Meksika doğumlu kameraman Rodrigo Prieto, Hollywood’da önemli filmlerin gözleri oldu. 1996 yapımı Kolombiyalı yönetmen Jorge Ali Trina’nın “Edipo Alcalde-Kızıl Oidipus” filmindeki etkileyici fotoğraflarıyla hatırlıyoruz. 2000’de Alejandro Gonzales Inarritu’nun “Amores Perros-Paramparça Aşklar Köpekler”, 2003’te “21 Grams-21 Gram”, 2006’da “Babel-Babil”, 2010’da “Biutiful” filmlerinde de çalıştı. Hollywood’a ilk ayak basışı Michael Cristofer’in Antonio Banderas ve Angelina Jolie’yi bir araya getiren 2001 yapımı “Original Sin-Günahkâr” filmiyle oldu. Filmde gerçeküstü anlar da var. Bu filmin geçtiği dönem 2000’lerin ortaları olsa da estetik anlamda 1970’lerin tadını aldık. Filmin müzikleri de kulağa iyi geliyor. Müzikleri, Jonsi adıyla bilinen Jon Thor Birgisson bestelemiş. Jonsi, 1975’te İzlanda’da doğmuş. Bu film, bestecinin ilk önemli başarısı. Filmin ana fikri şu: Hayvan sevgisi güzeldir, ama insan sevgisi en değerlisidir…

(20 Ocak 2012)

Ali Erden

[email protected]

Bir Zamanlar SİYAD Ödülleri’nde

Veee nihayet memleketimizin mütevazi Oscarları sahiplerini buldu. SİYAD’a mensup yazarların oylarıyla 2011’in en iyileri seçildi.

Peki nasıl bir gece geçirdik?

SİYAD törenlerinde her sene mutlaka ufak tefek aksaklıklar olur. Görüntü kesilir, ses gelmez vs. Bu sene yine vardı ama olsun, işin tuzu biberi…

Ama hiçbir aksaklık sunucular kadar kötü olamazdı. (Ezgi Mola & Sarp Apak) Neden mi? Bir kere insan böylesine önemli bir geceye bu kadar kötü mü hazırlanır. Daha doğrusu hiç hazırlanmaz. En olmadı oyuncusun, hamurunda biraz doğuştan espri yapma, durumu kurtarma gibi özelliklerin var olması gerekmez mi? İki saat boyunca yerli yersiz sırıtmak yerine bir tane espri bile yapamaz mısın? Ödülleri dış ses verseydi ya da iki tane “no name” kişi sunsaydı inanın daha iyi olurdu. Hiç mi Altın Küre, Oscar izlemiyorsunuz? Yani eminim kendileri de beklemiyorlardı bu kadar kötü geçmesini, bir şekilde kıvırırız diye düşünüyorlardı sanırım ama olmadı, olamadı…

Bence gecenin en şahane performansı her sene olduğu gibi yine Atilla Dorsay’dan geldi. Yine çok zarif, eğlenceli ve espriliydi. Tüm töreni sunsa, eminim tadından yenmez leziz bir akşam geçirirdik. Her neyse sunma-sunamama kısmını bırakıp ödüllere geçelim.

Bir kere belliydi, Bir Zamanlar Anadolu’da’nın karşısında hangi film olsa, elenecekti. Diğer filmlerin şanssızlığı mı demeli bilemiyorum. Ama herkesin kabul ettiği gibi 2011’in en iyisiydi hiç şüphesiz. En İyi Film ve Yönetim dahil 6 ödül aldığını da ekleyelim.

En çok üzüldüğüm iki şey ise; Nar’ın hiç ödül alamaması ve Entelköy Efeköy’e Karşı filminin hiçbir dalda aday olmamasıydı… Bence senaryosu da, yönetimi de en iyi olmaya en azından aday olabilirdi.

Gelelim diğer ödüllere, geçen senelerde beklemediğim ya da keşke şu film ya da bu oyuncu almalıydı dediğim ödüller olmuştu ama bu sene tüm ödülleri tam tam tam isabetti.

En İyi Yabancı Film, Altın Küre’de olduğu gibi İran yapımı ve de Altın Ayı’lı A Separation’a (Bir Ayrılık) verildi. 2011 yılı boyunca daha iyi filmler yok muydu? Elbette vardı. Ama o da en iyiler deyince ilk söylenecek filmlerden biri. SİYAD’ın tarzına da çok uyuyor. Yoksa Red State (Şeytanın İni) ya da Midnight in Paris (Paris’te Gece Yarısı) çok güçlü filmlerdi ama çok başka kafalarda… Ya da Hugo…

Ama hakkını vermek lâzım Bir Ayrılık gerçekten olağanüstü başarılı, sadeliğinin altında çok derin, çok güçlü bir İran filmi. Pek çok İran filmin de olduğu gibi…

Bir tek Saç filmini izlemediğim için En İyi Kadın Oyuncu Nazan Kesal ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Ayberk Pekcan için yorum yapamıyorum ne yazık ki. Ama yorum yapabileceğim bir şey var ki, Nazan Kesal’a ödülünü verme görevini üstlenen Berhan Şimşek… Herhalde kendisinin delirdiğini bir tek ben düşünmüyorumdur. Ya da politikacı olunca böyle mi oluyor insan? Bir alçalan, aniden yükselen gür sesiyle kulaklarımıza işkence ederken sanırım bir an kendisini mecliste sandı. Siyasi muhalefetten girdi, hava muhalefetinden çıktı. Ama o mecliste delirmemek içten değil bir yerde de.

En İyi Yrd. Erkek Oyuncu ödülünü kucaklayan Ercan Kesal’a gelelim. Uzun zamandır bir oyuncuyu bu kadar hayranlıkla izlediğimi hatırlamıyorum. O küçücük rolüne ne kadar büyük bir derinlik, gerçeklik katmış. Filmi izlemediyseniz Ercan Kesal’a özellikle dikkat. Gerçekten muhteşemdi. Sonuna kadar hak etti ödülünü.

En İyi Yrd. Kadın Oyuncu ise sessiz ve derinden ilerleyen Asiye Dinçsoy’un oldu. Oyuncu olarak da insan olarak da (duyarlığı, sorumluluğu, hayata bakışı) çok özel bir kişi. Umarım bu ödül şans getirir. Daha pek çok projede kendisini keyifle izler, gururlanırız.

Bir de burada kesip, geçtiğimizin günlerin çok konuşulan bir olayın törende yeniden gündeme gelmesine değineyim. Engin Altan Düzyatan’ın kendisini fena halde yan yatırıp çamura batıran o açıklamalarına. İlk izlediğimde ağzım beş karış açık ve şaşkınlıkla izlemiştim ama bu sefer oldukça eğlendim. Hatta herkese tavsiye ediyorum, bir şeylere canınız sıkıldıysa Düzyatan’ın sinema yazarlarına kuru sıkı salladığı videoyu açıp eğlenenin. Şaka bir tarafa gerçekten çok çirkindi. Bu kadar mı küçülür bir insan. Yok bir mal hazırlıyormuşmuş da, onlar o kadar parayı bir arada görebilirmiymiş de… Bu kadar kolay mı kalemiyle, aklıyla ekmeğini kazanan yazarlara, gazetecilere çamur atmak… Bir de sen bir oyuncusun. Gerçekten çok talihsiz. Bence 2011’in olayı buydu, kendisine bu sene ne kadar çürük yumurta, altın bamya varsa takdim edile!

(17 Ocak 2012)

Gizem Ertürk

Ölmeyen Aşk

Sinematek’in yayınladığı Yeni Sinema Dergisi, 30. sayısında yayınına son verir, geçen bir süreden sonra tekrar yayınlanmaya başlayınca (sadece 2 sayı yayınlanacaktır) dergide Onat Kutlar’ın Seyyit Han (Yılmaz Güney) filmi üzerine bir eleştirisi yer alır. Kutlar eleştiriye başlarken, filmin kendisinden uzaklarda olduğunu, eski görmüşlüğü üzerine yazdığını belirtir. O zamanlar; video, DVD, CD olayları henüz başlamamıştır. Şimdi Ölmeyen Aşk üzerine yazarken filmin benden uzak olduğunu belirtmek istiyorum. Benim, Kutlar gibi mazeretlerim olmayabilir -ayrıca filme bu yollarla ulaşabilme olanağım ne kadar onu da hiç araştırmadım-, daha önemlisi yazı sırf Erksan’ın Ölmeyen Aşk’ı ile de ilgili değil ki…

Evde sinemadan konuşulurken adı sık sık geçerdi, Ölmeyen Aşk. Sonradan ben de gördüm, gencecik bir Laurence Olivier, filmdeki ismi ile söylerlerdi hıçkıli derlerdi, -her halde dublajda öyle kullanılmıştı- sonradan kitabında Heathcliff olarak görecektim, o ismi. Olivier ile birlikte Merle Oberon’un oynadığı William Wyler filmi (Wuthering Heights), 1939 yapımı, her halde bizde 50’li yıllarda oynadı. Emily Bronte’nin (Bronter Kardeşler) romanından uyarlanmış, bizde -kaynak belirtilerek- ilk kez 1963’de Hulki Saner Acı Aşk adı ile çekmiş. Ölmeyen Aşk olarak çekilişi 1966’da Metin Erksan eli ile yapılmış. Belirtmek gerekir ki tam bir çılgın aşk olan romanı, Ölmeyen Aşk ismi dışında Uğultulu Tepeler ve Rüzgârlı Bayır adı ile de Türkçeye çevrilmiş. Roman, sinema dünyasının tüm ülkelerin rağbet ettiği bir kaynak. Kaç tane uyarlaması yapıldı bilemiyorum ama Bunuel’in Abismos de Pasion (1953) ismi ile Meksika’da çektiği bir uyarlaması da var ama 1953’de çekilen bu uyarlama ilk niyet olarak 1930’da düşünülmüş. (Wyler’den önce). Sonradan televizyonda -ancak bir bölümüne rastladığım- dizisi de (yabancı) yapılmıştı.

Filme (Ölmeyen Aşk / Erksan) geçmeden önce, roman(cılar)dan söz etmek gerecek: Bronte Kardeşler, İngiliz yazarları. Üç kız kardeş, yalnızlıklarına arkadaş olarak roman yazmayı seçerler. Anne Bronte (1820 – 1849): Şiirlerinden başka Agnes Grey ve The Tenant of Wildfell Hall (Şatodaki Kadın). Charlotte Bronte (1816 – 1855): Şiirler ve Jane Eyre. Emily Bronte (1818 – 1848): Şiirler ve Wuthering Heights. Jane Eyre’de hayli üne kavuşmuş olmasına rağmen (roman ve çeşitli sinema uyarlamaları var) Wuthering Heights de oldukça popüler olmuş bir romandır ve yukarıda da belirtildiği gibi görsel dünyanın hayli ilgisini çekmiştir ama, işin “ama-sını” aşağıda yazacağım.

Wuthering Heitghts tam bir kara sevda veya çılgın aşk anlatır. Wyler için bir şey diyemem ama gerek Bunuel, gerek Erksan için kara sevda / çılgın aşk keşfedilmesi kaçınılmaz bir kaynaktır. Wyler’in filmi öykünün sonunda başlar. Karlı (ayaz) bir kış günü bir çiftliğe sığınan bir yolcu, asabi, buyurgan çiftlik sahibini merak eder. Çalışanları öyküsünü anlatırlar, şimdiki sahip o zaman çiftlikte çalışan, sahibinin büyütmesi bir gençtir (Heathcliff) ve çiftlik sahibinin kızı (Catherine) ile buluştukları uğultulu tepelerde / rüzgârlı bayırda birbirlerini severler. Fakat bu sonuçsuz bir aşktır. Kızı başkası ile evlendirilince artık delikanlı olmuş olan büyütme, çiftlikten ayrılır ve yıllar sonra zengin ve acımasız biri olarak geri döner. Bir süre sonra başkası ile evlenmiş olan Catherine ölür. Aradan yıllar geçer, halâ Catherine’yi seven Heathcliff çılgın aşkını yaşamaktadır. Bunuel’in filminde, soylu çiftlik sahibi sokakta bulduğu kimsesiz ve yoksul Alejandro’yu çiftliğe getirir ve çiftliğin güzel kızı Catalina ile birlikte büyürler ve birbirlerini severler.

Erksan’ın filminde Ali ile Yıldız’ın aşkı da aynı farlılıklar ve birliktelikler içinde başlar ve gelişir. Birbirlerini severler ama evlenmeleri söz konusu edilemez. Yıldız evlenirken Ali çiftliği terk eder, zengin, hırslı (öfkeli), son model elbiseleri ile (asma yerinden parmağını geçirerek omuzuna aldığı ceketi… ağzında ağızlığa taktığı sigara, başında melon şapka, bıyık bırakmış), son model arabasının (Plymouth) önünde özellikle ağır ağır yürüyerek çiftliğe gelir. Yıldız hastadır. Artık çiftlikte kimse kendisine yanaşmalığını çağrıştıracak bir şey diyemez. Hasta Yıldız’a da istediklerini yaptıracaktır. Yatağından kalkamayan Yıldız’ı yaya olarak -çıplak ayak mı?- buluştukları uğultulu tepelere / rüzgârlı bayıra -zorla- yürütür. Tökezledikçe, zorlar. Yıldız, tepede takatsiz olarak yere oturunca kalkmasını söyler ama Yıldız ölecektir.

Yıldız’ın “beni sevdiğini söyle” demesine rağmen ısrarla, “hayır, senden nefret ediyorum” der ama Yıldız ölecektir, ölü Yıldız’a “ayağa kalkmasını” söyler ve ağlar. Koltuk altlarından tuttuğu, dizleri üzerinde duran Yıldız’ı sağa sola sallayarak, sevdiğini söyler. [Ali’ye (Kartal Tibet) ölü Yıldız’a (Nilüfer Koçyiğit) “ayağa kalkmasını” söylettiren Erksan, Yıldız’ı -kalkmayınca- Ali’den tekmelemesini ister. Buna ise görüntü yönetmeni (Kriton İlyadis) itiraz ederek, “Böyle bir sahneyi çekemem” der. / Bu not, bir dergide yapılan bir röportajda değinilen bir konu idi. Üzerinden yıllar geçti. Detayını bilmem ama özü ile unutulacak bir not değildi.] Kaldı ki Bunuel’in filminin finalinde, Alejandro’nun fırtınalı bir gecede yitirdiği sevgilisi Catalina’nın türbesine götürüldüğü ve cesedi ile seviştiği ürpertici bir unutulmaz son sahne yer almaktadır.

Dediğimiz gibi, Bunuel kadar Erksan’da da, önemli olan kara sevda / çılgın aşk için, Wuthering Heights bulunmaz bir kaynaktır. Eserin sinema versiyonları hele de böyle bir yapıya eğilimli yönetmenler için sonsuz ufuklar açar, (finalde) Catherine’nin ölümü ve sonrası ile kısıtlı imiş görünen bu ufuklar, çılgın aşk peşindeki yönetmenlere yine de sınırsız olanaklar tanır.

Yukarıda “ama” dedikten sonra “aşağıya yazacağım” demiştim, geldik oraya. Gerek Wyler’de, gerek Bunuel’de, gerek Erksan’da, önemli olan Catherine ile Heathcliff’in aşkı, Heathcliff’in gidişi ve dönüşü, Catherine’ye olan aşkı / nefreti ve aşkın / nefretin sergilenmesi… Çeşitli biçimlerde ve derecelerde -ve mutlaka diğer başka uyarlamalarında da başka biçimlerde abartılı ve altı çizilmiş olarak veya gösterişsiz ve sade olarak- işlenmiştir. Bizdeki ilk Saner uygulaması (1963) için Özgüç “birbirine kavuşamayan iki genç aşığın öyküsü” diyor. Aynı uyarlamanın ikincisi (Erksan / 1966) için ise “milyoner olup döndükten sonra, yıllar önceki ezilmişliğinin kompleksiyle, çevresine korku ve ölüm saçan (! – OÜ), sevdiği kadından acımasızca intikam alan hastalıklı bir kişiliğin öyküsü” açıklamasını yapıyor. Bütün bunlar böyle iken, Catherine’nin (Catalina’nın – Yıldız’ın) ölümünün, Emily Bronte’nin romanının ancak ortası olduğunu, olayın kara sevdanın / çılgın aşkın devam ettiğini ve sinema uyarlamalarının bu bölümleri ele almadıklarını belirtelim.

Bu bir eleştiri değil, olabilir ama ana malzemenin (kara sevda) yepyeni oluşumlarla devam ettiğini de gözardı edemeyiz. Bu bölümde neler olur, Catherine’nin başka biri ile evliliğinden olan ve ismini taşıyan kızı Catherine ile Heathcliff’in evlâtlığı Hareton arasında ki aşk. Sinemanın dramatik mantığı içinde bu tip ilişkiler sıkça görülebilir ama bu ilişkiyi geriden Heathcliff organize eder. Catherine ile Hareton’u birbirine iter ve aynı zamanda aralarını açmaya çalışırsa, bu ikinci kuşak genç aşıkların ruh halleri ve başlarındaki Heathcliff’in yönlendirici / amir durumu, uyarlama yapanlara yepyeni açılımlar getirebilecek iken, -anlamadığımız bir nedenle / belki bir filmin zamanının yetersizliği nedeni ile- bu bölüm kullanılmamıştır.

Televizyon dünyası dışarıda ve bizde edebi romanlara ve eski filmlere ilgi duymaktadır. Bunları da dışarıda ve bizde, yeniden biçimlendirerek, bu arada tanınmaz hale getirecek ölçüde değiştirerek de, uyarlamalar (diziler) yapılmaktadır. Yukarıda anlattığımız hali ile hiç değiştirmeye gerek de duyulmadan Wuthering Heights, tam böyle bir dizi malzemesidir ama ben yapılmamış olmasından memnunum.

Romandan tekrar filme, Erksan’ın filmine dönersek, konunun Erksan için devamlılık gösterdiğini göreceğiz. Üç yıl önce yaptığı Acı Hayat (1963 / Ayhan Işık – Türkan Şoray) eşitlerarası bir aşk olarak başlar ama kadının iğfâl edildikten sonra zengin adamla evlenmesi, tersane işçisi adamın ise piyango milyoneri olarak dönüşü ile çılgın ve sonu olmayacak bir aşka dönüşen ilişkiye dönüşür.

Sevmek Zamanı (1966 / Müşfik Kenter – Sema Özcan ) “surete aşık olma”dan yola çıkıp suretteki kişinin de ortaya çıkması ve aşka cevap vermesi ile gelişip, yine çıkışsız bir noktaya gelecektir. Erksan, senaryosunu yazdığı Ayrılsak da Beraberiz (1969) filmini yapımcı Muzaffer Arslan hesabına çekecektir. Yine bir kara sevda öyküsüdür. Türkan Şoray, Tugay Toksöz, Ediz Hun oynayacaklardır. Erksan, yapımcının bir takım davranışları nedeni ile filme başlamış olmasına rağmen bitirmez, yarım bırakır. Filmi Muzaffer Arslan çekerek bitirir, bu arada sonunu da değiştirir. (Şoray çadır tiyatrosu şarkıcısı, Toksöz de kemancıdır, Hun ise bir plâk yapımcısıdır. Şoray’ı dinler ve beğenir, plâk yaptırmak ister. Şoray kabul etmez, Toksöz’ün gayreti ile ünlü bir şarkıcı olur. Hun ile de ilişkileri iyi yoldadır. Bu arada Toksöz ortadan kaybolur ama Şoray O’nu köprü altında bulur ve evlenirler. Gerdek gecesi Hun, Toksöz’ü vurur, öldürür ve gidip teslim olur. Şoray evinin tüm pencerelerini kapatıp bir yıl dışarı çıkmaz. Bir yıl sonra -saçları ağırmıştır- cadılaşmış halinden çıkarak, makyaj yapar ve avukatlar tutarak Hun’u mahkûm olmaktan kurtarır ve aslında onu sevdiğini söyler. Evlenirler ve gerdek gecesi yeni kocası Hun’u vurarak öldürür ve Toksöz’ün mezarına giderek intihar eder.) Erksan’ın bıraktığı filmi değiştirerek Arslan böyle çeker. Erksan’ın düşündüğü finalde ise, Şoray’ın iki mezar arasında oturup ağlaması vardır. Mezarlardan biri kemancının (Toksöz), diğeri plâk yapımcısının (Hun). Her ikisi içinde ağlar: Tam bir kara sevda / çılgın aşk. [Film ile bir ilgili bir not: Ediz Hun, ilk (ve tek) defa bu filmde olumsuz bir karakteri oynar.]

Erksan sineması -istediği yapmak olanağı bulduğu durumlarda- mutlaka kara sevdaya, çılgın aşka yer veren bir sinemadır. Ayrılsak da Beraberiz’den Ölmeyen Aşk’a dönersek, kara sevda içinde bir bölümden başka bir bölüme geçeriz. Kara sevda’nın bir başka görünümü izleriz. Kara sevda bir dram olarak anlatılırken, kahramanları da farklı derecelerde olayı yürütürler, Erksan’ın Ölmeyen Aşk‘ında olayın erkek kahramanı, -hele dönüşünden sonra- çılgınlık derecedeki davranışları ile kara sevdanın (çılgın aşkın) gösterilen boyutlarını kişileştirir. Bu şekli ile kara sevda’yı da uç noktalara taşır. Erksan’ın filmlerinde daha alt derecelerde görülen çılgınlık burada “doruklara” ulaşır. Böyle bir anlatımda uyarlamanın, senaryonun tek elden çıkması (Erksan) daha doğru gelmektedir. Birsen Altıner’in Metin Erksan Sineması isimli kitabında da verilen film künyelerinde senaryonun Erksan’a ait olduğu belirtilmektedir. Özgüç ise Sözlüğü’nde Erksan ile birlikte Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil isimlerini de verir. Bütün bunların yanında çekim sırasında yapımcı ile (Ertem Eğilmez / Nahit Ataman) anlaşamayan Erksan filmi bırakınca bazı sahneleri Feyzi Tuna çekmiştir. Bu haliyle bizlere (seyirciye) ulaşan filme, Scognamillo “yönetmenin film dizininde tamamlanmamış bir filmdir, ‘aslında bu film bütünüyle benim değil, Ölmeyen Aşk artık benim filmim olmaktan çıkmıştır, bir Metin Erksan filmi değildir.’ dediğini belirtiyor” diyor ve yönetmenin yeni bir dönem eşiğinde olduğunu tanıkladığını söylüyor. (6 Yönetmen / G. Scognamillo, s.119).

(Bu yazı YABA Edebiyat Kültür Sanat Fikir Dergisi, Kasım 2011 / Ocak 2012, Sayı: 73 / 74. sayısında yayınlanmıştır.)

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Acımasız Tanrı

Sinema, başlangıçta renksiz ve sessizdi. İlk çekilen filmlerde belirli bir olayın saptanmasının yanında, o olayı uzak yerlere götürmek vardı, yani başka mekânlara… Bunun sonucu olarak zamanla, aynı filmler içinde farklı mekânların da yer alabileceği giderek görülebilecektir. Sinemanın sanat olması, görüntünün pelikül üzerine kaydedildikten sonra hareketli olarak tekrar / yeniden gösterilebilmesi ile başlar. Sinema makinesini / alıcıyı bulanlarla sinemayı sanat yapanlar bu nedenle aynı kişiler değillerdir. Bir süre sonra -ne kadar zaman sonra?- ortaya atılan, benim bugün hâlâ sinemanın ne olduğu konusu hakkındaki düşüncem: görsel olarak bir mekân ve zaman üretilebilmesidir. Bu mekân ve zaman filmden filme değişiklik gösterebildiği gibi bir film içinde de değişiklik gösterebilir. Tek mekâna bağlı kalmamak ve filmin süresini aşan zamanlarda geçen öyküleri anlatmak, öngörülen bu tanımlama prensibine uymamak sinema yapmamak anlamına gelmez. Bugüne kadar çoğunlukla örnekleri verilen bu tarz filmlerde anlatım içinde değişebilen mekân ve zamanları, birbirini izleyen veya izlemeyen şekillerde birbirine bağlayabiliyor fakat sonuçta tek veya çok yapılı bir bütünlüğe ulaşabiliyor ise sinema kotarılmış demektir.

Çok genel -belki açıklamaya ihtiyaç gösteren- bu görüşten sonra, olaya somut örnekler vermek gerekirse, Hitchcock’un Rope’u (1948) ilk akla gelecek örnektir. Çok özel konumu nedeni ile sinema tarihinde yerini alan filmde, tek mekânda, film ile aynı sürede geçen olay anlatılmaktadır. Filmin asıl ayırıcı özelliği filmde kesme/cut kullanılmamasıdır. Hiç yönetmeni öyle bir anlatıma girerken böyle bir zorunluluk yüklemek mantıklı değildir. Ama Hitchcock, biraz da deneysel olan filmde, kendi atmosferini de yaratarak anlatımı bu uç noktaya taşıyabilmiştir.

Kısıtlı mekânlarda geçen filmleri sıralamak gibi bir niyetimiz yok ama yıllar önce gördüğümüz Noz w Wodzie (Sudaki Bıçak / 1962) filmi ile Polanski mekân olarak kendisine bir tekneyi seçmişti… Filmin tamamı teknede geçmiyor, öncesi vardı ama çoğunluk bir teknede kısıtlı oyunu (3 kişi) arasında geçiyordu… Şimdi -eski alışkanlığını sürdüren- Polanski, Yasmina Reza’nın oyunundan yazar ile birlikte yazdıkları senaryoya dayanarak (bizde Acımasız Tanrı adı ile gösterilen, oyununun adı Vahşet Tanrısı olan) Carnage isimli filminde yine tek mekâna dönüş yaparak, öyküsünü anlatıyor. Açılışta genel plânda konuşan çocukları gösteriyor, bir süre sonra çocuklar arasında ikisi itişip kakışıyorlar. Uzaklaşan biri elindeki bir dalı “öyle kalın bir şey de değil” savuruyor ve dal tartıştığı çocuğa çarpıyor (vuruyor). Dalı elinden atan çocuk kadrajdan çıkıyor, diğer çocuklar yüzüne dal çarpan çocukla ilgileniyorlar. Bütün bunlar olurken kamera belli bir plânda kalıyor, olayı sadece saptıyor.

Polanski, olayı çekeceği mekâna giriyor, oyuncuları da (dördü de) aynı mekândalar. Önce bilgisayarda olayı anlatan bir dilekçe yazılıyor. Dilekçe dalı (alt yazılarda “sopa” olarak belirtiliyor) kullanış amacı (“silâh”) değiştiriliyor (dilekçeden çıkarılıyor). İki aile (vuran çocuğun anne/babası – vurulan çocuğun anne/babası) anlaşarak -olayı çözümlemiş, bitirmiş olarak ayrılırlarken- evin (dairenin) kapısı açılmış, çıkılacak… Fakat başlanılan konuşmalar nedeni ile geri dönülüyor ve -sonu belirsiz konuşmalarla- birbirlerini, önce karı/kocalar karşı karı/kocayı sonra karı-lar, koca-larını, koca-lar, karı-larını (devamında önce kendi kocalarını – kendi karılarını, sonra karşı kocaları, karşı karıları) suçlamaya, sözlerine o güne kadar vermedikleri şekilde cevap vermeye başlıyorlar. Bu olaylar zinciri devam edip gidiyor. (Bu ara tekrar kapılar açılıyor, vuran çocuğun anne/babası gitmeye kalkıyor ama bir türlü gidemiyor, karşılıklı suçlamaların sonu alınmıyor ki…

Olayın hemen başında gelen/vuran çocuğun “avukat” babasının cep telefonu çalmaya başlıyor ve adam uzayıp giden konuşmalara, bu konuşmaların başlangıcında diğer üç kişi susarak konuşmanın bitmesini bekliyorlar ama konuşmalar ardı ardına o kadar çoğalıyor ki, artık diğerleri kendi aralarında konuşmaya başlayabiliyorlar, taa ki avukatın karısının, konuşan kocasının elinden telefonu alıp vazoya atmasına kadar… Giderek ipler gerilmeye, içki içmeyenlerin wishky içmeye başlamaları, ağız dalaşının giderek temposunu artırması…

Bütün bunlar olurken Polanski iki üç kere giriş kapısı açılsa da -ancak koridorda asansör kapısına kadar gidebiliyor- hep daire içinde kalıyor. Çoğunlukla oturdukları salonda, koridor, mutfak, yatak odasından geçilen banyo, -zaruri- kullanım alanları… Bu mekân(lar)da, dört oyuncusu bir arada veya her türlü şekli ile ikişer ikişer veya tek başlarına çerçevesine (kadrajına) alıyor, konudan konuya geçerek, arada önceki konulara dönüşler yaparak, birbirlerini suçlayarak, birbirlerine -görünüşte- nazik davranarak konuşturuyor…

Cep telefonu vazoya atılan avukat, adeta şok geçiriyor, bütün geçmişinin, bilgilerinin onda (telefonda) olduğunu söylüyor, -karısının tabiri ile- yıkılıyor. Cep telefonun vazoya atılması ile -birbirlerini her türlü şekilde suçlayan- iki kadın adeta gülme krizine giriyorlar. Avukatın karısı bu arada ökçeli ayakkabılarını çıkarıyor. Avukat yığıldığı duvar dibinde çaresizken, ev sahibi adam saç kurutma makinesi ile telefonu kurtarmaya çalışıyor…

Bütün bunlar, yıllar önce Hitchcock’un Rope da yaptığı gibi “tek çekim”de anlatılır gibi ama öyle değil, orada hiç olmayan kesme/cut burada bol bol kullanılıyor ama olayın sürekliliği, bağlamanın (kurgu) sağlamlığı, kadrajların toplu veya tek kişilik oluşu, anlatımın temposunu düşürmüyor… Hiç bir şey çözümlenmemişken, tamamen ümidin kesildiği -avukatın- cep telefonu çalmaya başlıyor… (Mucize mi !?!) Artık yapacak bir şey yoktur, film (oyun !) bitiyor (mu?), görüntü kararıyor (sinemada uzun zamandır görmeye alışık olmadığım bir şey: kararma) ve ev sahibi kocanın evden attığı kemirgen hayvanın (ev sahibi koca, bu atma eylemi nedeni ile gelen karı/koca tarafından hayvan düşmanı olmakla suçlanıyor ve bunu kabul ediyor -en azından- hayvanları, -“tüylü kemirgen hayvanları”- sevmediğini söylüyor) görüntüsü ile tekrar açılıyor ama gösterilmek istenilen şey aslında bambaşka…

İki karı kocanın baştan beri çekişmelerine neden olan, bir süre önce kavga etmiş iki çocuk (çocukları), hiç bir şey olmamış gibi gayet dostane biçimde konuşuyorlar, -ne konuşuyorlar?- uzaktan, genel çekim, sadece konuşuyorlar. Polanski, başlangıçta “genel çekim açısı” ile çocukları nasıl yorumsuz (mu?) verirken (kavga ederler), sonuçta da bu kez dostça konuşurken veriyor, yine “genel çekim açısı” yine yorumsuz (mu?), yine (konuşmaları anlaşılmayan) çocukların çekimi ile -duyarsızmış ?!! gibi bir çekimle- final jeneriği geçmeye başlıyor. [Tavernier, filmlerinin finaline -kendi dilinde- “son” (fine) yazısı koymuyordu, “son” yazısı konulunca filmler biter mi?]

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser