Güzel Günler Göreceğiz – Görece (k miyiz?)

Film, kişiyi / kişileri olaylar içinde anlatabilir. Bu olaylar, dolayısıyla kişiler de -bazen hepsi, bazen bazıları- birbirleri ile ilişkili olabilirler. Bu olgu çeşitli şekillerde sinemalaştırılabilir. Güzel Günler Göreceğiz böyle bir olaylar yumağını gözlerimiz önünde açıyor (mu?)

Kız kardeşini “kışkırtma sonucu”, yakarışlarını dinlemeden öldüren ağabey (Cumali) cezasını bitirip tahliye oluyor. Cezaevinde, yağmurlu, -özellikle- şimşekli, gecelerde, sonradan öldüreceği kız kardeşinin yanına sığınmasını hatırlayarak, kendisi içerde iken toprak (-ve- şimşekli yağmur) altındaki kız kardeşinin sığınacak kimsesi olmaması, onu düşündürmüştür.

Tahliye olmak -nasılsa yağmur yağacak- bu düşüncelerden kurtulması demek değildir. Ve kız kardeşinin arkadaşı Mediha’yı arayacaktır. Mediha bir mağdur olarak ailesince dışlanır, İstanbul’a sığınır, polis komiseri İzzet tarafından himaye edilir. Ali ile tanışmış ve -koşulların getirdiği noktada- onu sevmiştir ama evli ve iki çocuklu İzzet tarafından da sevilmektedir. Mediha, İstanbul’da Figen olmuştur ve Figen olarak otomobil tamircisinde çalışan Ali ile yasa dışı yollardan yurt dışına kaçacaklardır.

İzzet, yasa dışı insan kaçakçılığı yapan kişilerden, yaptıklarını görmezden gelip, rüşvet alır. Daha Figen’in kaçacağından haberi yoktur -hiç bir zaman da olmaz. Ali, tamirhaneye bırakılan İzzet’in arabasının son işlemlerini de yapar ve teslim eder. İzzet’in verdiği parayı “işini yaptığı için” almak istemez. “Kız arkadaşın vardır, ona bir şeyler alırsın” diye eline tutuşturulan parayı alır -kaçma için paraya gereksinimi vardır. Kaçakçı, kaçırış ücretini iki misline çıkarınca (komiser İzzet de kaçakçıdan istediği rüşveti iki misline çıkarmıştır), yanında yaptığı yasal boksu bırakmışken -belki borç- para istemek için gittiği babasından da umduğunu bulamayınca, yasa dışı (arka sokak) boks önerisini kabul eder. (Koşulu, yense de yenilse de aynı parayı alacaktır.)

Ali, Figen ile kaçışları için bu hazırlıkları yaparken, Figen kendini Mediha diye arayan Cumali’nin görüşme önerisini kabul eder. Cumali, ceza evinden çıkınca, eksik para verdiği için, sokakta müşterisi ile tartışan ve tokat yiyen Anna’ya yardım etmek isteyince polisçe suçlanır ama Anna’nın müdahalesi ile -şimdilik- kurtulacaktır. Anna götürüldüğü poliste, Cumali’nin tanık olduğu olay nedeni ile değil de, polisçe (komiser İzzet) uyarıldığı halde, ülkesine dönmemiş olmakla suçlanır (tokatlanır) ve döneceğine söz vermesi üzerine salınır.

Anna müşterinin verdiği eksik parayı satıcısına kabul ettirmekte zorlanır, zaten satıcının asıl niyeti organ mafyasına peşkeş çekeceği çocuğu bir süre Anna’ya emanet etmektir. (Telefon edilince “çocuk” istenilen yere getirilecektir.) -Anna da ülkesine kaçak yoldan dönmek için para biriktirmektedir.-

Ali ile kaçacak Mediha (Figen) vedalaşmak üzere -dışlandığı- evine gider. Kız kardeşi ne kadar sıcaklık gösterirse, annesi daha fazla hırpalayıcı davranır. “Öldürülmüş” olmasını ister -hiç değilse- o zaman mezarına gidip ağlayabilecektir!!? (ama yaşıyor olmasını bir türlü kabul edemez!!) Ayrıca Cumali’nin kahvesine uğradığı ve kendisini sevecenlikle karşılayan hemşerisi, kahvede bir masada tek başına oturan -ve askerden döndüğü için- Mediha’yı öldürmekle görevlendirilen kardeşini Cumali ile görüştürmez. Günün ilerleyen saatlerinde ise Mediha’nın izinin bulunduğunu -övünerek mi?- söyler.

Anna, emanet çocuğun, organ mafyasına teslim edileceğini anlayınca kaçırır. Ali son çare olarak -para alacaktır- yasa dışı boksa çıkar. Karısının devamlı sözleri ile sıkılan İzzet, çocuklarına yaptığı vaatleri yine erteler ve kızının okul aile birliği toplantısı bittikten sonra -ancak- okula ulaşabilir. Yanına uğradığı arkadaşı, İzzet’e, o (bu) kadını (Figen) bırakmasını söyler. Ailesi, çocukları vardır, “Pişman olacak işler yapma” der. İzzet ise, “pişman olacak çok işler yaptığını” söyler, kahvesini içer.

Anna çocuğu -geri geleceğini söyleyerek- bırakıp, evde sakladığı son parasını almak için geri döner. Satıcısı üstüne gelirse de ondan kurtularak, çıkacağı yolculuk için -ülkesine telefon etmiş “geleceğini” söylemiştir- çocukla beraber (çocuğu “bir” karakolun önüne bırakmış ve içeri girmesini söylemiştir, ama “o” şekilde bırakamayacağını anlayarak, beraberine almıştır) limana yollanır.

Cumali ile buluşan Figen, “kendilerini” sevgili sanıp çiçek satmaya çalışan kadına “ama biz…” (“sevgili olmadıklarını”, ama ne olduklarını da…) söyleyemez. Cumali memleketini dönecektir, biletini bile almıştır. Ayrılırlar. Figen -belki- Cumali’nin peşinden gidecektir ama Ali telefon eder, geceki buluşmalarını hatırlatır. Gece, Figen buluşma yerinde Ali’yi beklerken, O gidiş paralarının son kısmını alabilmek için boks etmektedir (dayak yemektedir).

Figen evine döner. Karısına söz verdiği halde İzzet oradadır. Figen ise “abi” dediği İzzet’in kendisinden başka şeyler beklediğini görünce ona gerçeği, başkasının (Ali) varlığını söyler ve eve girmekten de vaz geçer… Figen ile buluşma yerine gelen Ali, telefona bırakılan mesajdan, O’nun başkasını sevdiği, özür dileğini dinler.

Sadece kendinin gidiş parasını tedarik eden Anna -bununla yalnız bir kişinin gidebileceğini öğrenince- kaçakçıya “O zaman ben gitmiyorum, çocuğu götür” der. Kaçakçı için farkı yoktur. Ali ise kaçakçının istediği parayı getirmiştir -Figen ve kendisi için- ama gitmeyeceğini söyler. Anna’yı gösterip “Benim yerime bunu götür, işte parası” der ve Anna’ya “Gitmek istiyor musun…” (nasıl istemez!) Anna ve çocuk motora (gemi değil çünkü) binerler. Ali ise, kendisine kapıyı açıp, açık (aralık) bırakarak, dönüp kalktığı yemek masasına oturan babasının evine girer, kapıyı kapatır.

Figen’in vurulacağını öğrenince -daha önce memleketine giden, bindiği otobüsten inen- Cumali, Figen’e ulaşmak isterken, Figen, İzzet’e son restini çekip ondan uzaklaşırken, mesleği ile problemli (pişmanlık-lar?), ailede huzursuz, son çare olarak gördüğü (?) Figen’den de yüz bulamayan İzzet, önce “dur”masını söyler, “vuracağını” söyler. Figen yürürken, durur döner bakışları ile “haydi vur” bakalım der gibi… Dönecek iken İzzet ateş eder, vurulan Figen yere düşer. Cumali koşarak gelir ama Figen’in (vurulmuş) yanına yaklaştırılmaz. Bu arada Figen’i vurmakla görevlendirilen (görevlendirenler nerededir?) kardeşini ve tabanca çıkarışını görür. Yanındaki polisin elinden/belinden tabancasını alıp havaya ateş eder. Figen vurulmuş yerde yatıyor, sağlık ekipleri başında, elinde tabancası -yönlendirilmiş/dolduruşa getirilmiş- kardeşi Cumali’nin nasihatlerini anlamadan dinler ve kaçar (mı!). Polisçe başına -arkadan- vurulan Cumali tutuklanır, götürülür. Figen, -kız arkadaşının kaatili/ağabeyi- Cumali’nin arkasından bakar. Ne Ali’yi, ne de İzzet’i hiç değil -aslında O’nu (Cumali’yi) sevmektedir. Cumali polis arabasıyla (elleri kelepçeli), Figen ambulansla (karın boşluğundan yaralı) giderler.

Güzel Günler Göreceğiz’in öyküsü bu değil ama bunların hepsi var filmde. Tabii daha fazlası ile ve sıralaması da başka. Burada anlatılandan ve filmde olandan başka bir sıralama da olabilirdi. Hatta olaylar -paralel- ve birbirini izler şekilde… Filmde, sinemamızda pek yapılmayan -ne?!, pek yapılmayan, bana göre hiç yapılmamış- bir şey yapılıyor: Bir defa film sonundan biraz öncesinden başlıyor, tekrar ediyorum, sonundan değil, sonunun biraz öncesinden ve filmin olayları anlatılmaya (yönetmen gözü ile) başladığı zaman, başlangıçta gösterilen sonun biraz öncesini unutuyorsunuz, taaa sonun biraz öncesinin (İzzet, Figen’i vurur) sırası gelene kadar.

Anlatılmaya başlayan öykü, Cumali’nin tahliye edilmesinden sonra sokakta karşılaştığı Anna’nın müşterisi tarafından tokatlanması. Cumali, tokatlayan (ve kendisinden kaçan) adama bir şey yapmıyor, yere düşmüş olan Anna’ya yardım ediyor, polisler geliyor ve Cumali suçlanıyor, Anna O’nu savunuyor. Olayı Cumali’nin açısından anlatan yönetmen (senarist!) daha sonra -öncesini de vererek- Anna’nın açısından anlatıyor. Sonrasını (Anna için devamını) değiştirerek ve aynı olaylar, bir Cumali, bir Anna açısından (gözünden değil) anlatılıyor. Aynı olayın farklı açılardan anlatılması, yönetmenin açıları -oyuncuların değil, dolayısı ile aynı olayın anlatılması bir flash/back (geriye dönüş) değil, bir olayın farklı açıları… (Flash/back sinemamızda çok kullanılan, hep de yanlış kullanılan bir anlatım biçimidir, fakat bir başka yazı konusudur.) Güzel Günler Göreceğiz iki-üç kez bu farklı açı anlatımları ile anlatılan olayı geri sarıp tekrar ele alırken, yukarıda da dediğimiz gibi -bana göre- sinemamızda bir ilki gerçekleştiriyor. Bu bir öykü yeniliği değil, bir sinemasal anlatım yeniliği, onun için önemli. Bu hali ile de filmi, Güzel Günler Göreceğiz’i önemli kılıyor…

Filmde -olay değil- sinema olarak olup bitenleri anlayınca Tarantino’nun Pulp Fiction’u (Ucuz Roman) aklıma geldi. Tarantino’nun filmi aşağı yukarı ortasında başlar sonrasını, öncesini anlatır ve yine ortasında biter. Pulat’ın filmi Güzel Günler Göreceğiz öyle değildi, başlangıç, bitiş -bitmeden öğrenemeyecektim- noktalarının değişmesi, daha başka kırılmalarla Tarantino’dan farklı noktalara ulaşıyordu. Sonradan (filmi seyrederken ve seyirden sonra konuşurken, eleştirildiği noktalar olarak gösterilen) Inarritu’nun Amores Perros’u (Paramparça Aşklar Köpekler) geldi aklıma. Hiç alakasızmış gibi anlatılan olaylar gelip bir yerde kesişiyordu… Hayır, Güzel Günler Göreceğiz’in tarzı bu değildi. Burada alakasızmış gibi görülen olayların alakalılığı başlangıçta gösteriliyordu. Sonuçta -herhangi bir- kesişme de oluşmuyordu -gerekte yoktu. Polislerin kapısına dayandığı komiser, “bir” cinayet nedeni ile gelindiğini anlayınca, “Ne yani, ben mi öldürdüm” diyerek (öldürmek niyeti ile ateş etmiş, vurmuş ama öldürememişti) üste çıkmaya çalışıyordu. Polisler ise, “Hayır” diyorlar, “arabanız olay yerinde görülmüş -ve de- ihbar var”. Komiser ceketini alıyor, karısına “Ben gelirim” diyerek polislerle, polis arabası ile gidiyor -nereye?

Güzel Günler Göreceğiz için bir eleştiri getirdim seyrederken, anlatılan kişilerin hiç birinin politik bir tavrı yok diye. Bu böyle olunca filmin de bir politik tavrı olmuyordu. Bu eleştirimden vazgeçtim, sonra, 80’li yıllara gelirken Türkiye kişi bazında -belki gerekli, belki aşırı- politikleşmiş idi. 80 darbesinin sonucu kitleleri hızla apolitik hale getirmek oldu, bunun izleri hâlâ devam ediyor. O yıllarda da, şimdi de -filme anlatılan kişilerden -“politik tavırlar” beklemek mümkün ise de, her zaman bulmak kolay olmayacaktır. Güzel Günler Göreceğiz’in kişilerinden -hele de olayların bir gün içinde geçtiği düşünülürse- politik bir tavır beklemek… Politik bir tavırlarının olmadığını söylemek yanlış olur. [“Ne alakası var” denilmesin ama Metin Erksan Sevmek Zamanı (1965) filmini gösterecek salon bulamaz. O yıllarda ilişkisinin bulunduğu T.İ.P.’in (Türkiye İşçi Partisi) bir kaç günlük toplantılarında filminin de gösterilmesini ister. Parti yöneticilerince film, “aşk filmi” olarak değerlendirilir ve teklif geri çevrilir. Daha sonra film, katıldığı Uluslararası Kartaca Film Festivali’nde izleyici Fransız heyetince izlenir ve “çok politik bir film” olarak değerlendirilir.] Filmlerin politik olması kişilerinin veya kişilerinden birinin politik tavrının altının çizilmesi değildir. Yılmaz Güney’in Umut (1972) filminin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde -gösterime çıkmadan- yapılan gösteriminde -o zamanlar fakültede asistan olan- Uğur Mumcu, Özkan Tikveş’in (sinema filmlerinin ‘sansürü’ ile ilgili doktora tezi ile kürsüye çıkarak) o zamanlar yürürlükte olan Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun sansürle ilgili maddesindeki bentleri okuyarak (10 tanedir yanılmıyorsam), “Biraz derin düşünürseniz, bu maddelere girmeyecek film yoktur” demişti ki, doğrudur; bu da her filmin politik olarak değerlendirilebileceği demektir.

Burada, bugünkü Türkiye’de (17 Şubat 2012) politik ortamın gösterdiği düzey ile geçen yıl çekilen Güzel Günler Göreceğiz filminin politik tavrının olup olmamasının, filmin çevrilip bitmesi yanında (yani özellikleri ne olursa olsun, kapanmış -sonuçlanmış bir sanat eylemi- olmasının) devamlı değişen ülke genelindeki çok kıvrımlı politik tavrın, bir filmde nasıl (ve neden) ele alınmamasını tartışmanın anlamsızlığı söz konusudur. Yani tek kelime ile söylemek gerekirse Güzel Günler Göreceğiz için insan (lar) önemlidir. (yaşayan / yaşayabilen / yaşayabilecek olan)

Güzel Günler Göreceğiz’i Emre Kavuk yazmış, Hasan Tolga Pulat ise yöneten, görüntüler Önder Şengül. Yukarıda da değindiğim gibi, sinemasal anlatım açısından sinemamızda -benim bildiğim- bir örneği yok. Yokta, benim merak ettiğim, Kavuk senaryoyu yazarken aynı giriftliği işlemiş mi idi? “İşlememiştir” demek istemiyorum, filmin taaa başından beri Pulat ile ortak çalışmaları olduğu bilgilerini edindim -doğrudur veya hatalıdır. Bildiğim -sadece- filmin ortada olması, çekilen görüntüleri de kurgulanması, öyküyü yumak halinde sarmalarken, salt bir öykü seyretmenin ötesinde bazı meraklarında peşine düşüyoruz. Hepsi çözümlense de olur, çözümlenmese de… Filmin son karesi geçerken -yaralı Figen ambulansta, “suçsuz” Cumali yeni bir suç ile karşı karşıya, komiser İzzet herhangi bir şekilde suçlanacak mı veya bu gidişi, ne olduğunu iyice bildiği pişmanlıklarını itiraf ile sonuçlanacak mı?-, motorda, onca -tanımadıkları- insan arasında Anna ile çocuk (bir adı var mı idi?) ne olacağı belirsiz bir geleceğe giderlerken, Anna çocuğa bakar, -küçük- gülümser, çocuk ise karşıya (geleceğe mi? / “seyirciye”) bakar, ilk kez gülümser. Herhalde, içlerinde güzel günler görecek birileri (bazıları) vardır.

(19 Şubat 2012)

Orhan Ünser