Kategori arşivi: Yazılar

Köleliği Yenen Lincoln İçin

Lincoln
Yönetmen: Steven Spielberg
Kitap: Doris Kearns Goodwin
Senaryo: Tony Kushner
Müzik: John Williams
Kurgu: Michael Kahn
Görüntü: Janusz Kaminski
Oyuncular: Daniel Day-Lewis (Lincoln), Sally Field (Mary), Tommy Lee Jones (Stevens), James Spader (Bilbo), David Strathairn (Seward), Joseph Gordon-Levitt (Robert), Hal Holbrook (Preston), Gulliver McGrath (Tad), Jackie Earle Haley (Stephens), Gloria Reuben (Elizabeth), S. Epatha Merkerson (Lydia)
Yapım: Fox-DreamWorks (2012)

Spielberg’ün, 12 dalda Oscar’a aday olan “Lincoln”, adlı filmi köleliğe karşı savaşları tüm gerilimleri ve ruhuyla beyazperdeye yansıtan önemli bir film. Lincoln, cephede savaş sürerken, mecliste köleliği savunan radikalleri de yeniyor.

Ocak, 1865… Cephede, mavili Birlikçilerle grili Konfederasyoncu askerler kanlı bir muharebeye girişiyorlar. Atlantik’e kıyısı olan Virginia, Birliğe en karşı duran eyalet. Sinemaskop çekilen bu film Virginia’da kurulan setlerde hayat bulmuş. Başkent Washington’a hayli yakın bu eyalette, CIA ve Pentagon merkezleri de var. En çok ABD başkanları çıkartan bu eyalete “Başkanların Anası” adı yakıştırılmış. Virginia, 1861’de ayrılığı ve köleliliği savunan Konfederasyon’a katılmış. İç savaşta en büyük çarpışmalar da Virginia’da olmuş. Savaştan beş yıl sonra, 1870’te Virginia ABD’ye katılmıştı. Virginia, ABD’nin yaramaz çocuğu. Spielberg, iç savaşta çok önemli yer tutan Virginia’dan, o topraklardan savaş anlarını yansıtmış perdeye. Abraham Lincoln, cephede siyah askerlerle konuşurken, genç siyah askerler geleceğe dair endişelerini de iletiyor başkana. Özgürlük ve bilinmeyen gelecek. Seçilme ve seçme hakkı olacak mıydı? 1960’lara kadar siyahlara ve Yahudilere ayrımcı yaklaşım sürdü ABD’de. Köleliğe karşı iç savaştan 144 yıl sonra bir siyah Beyaz Saray’ın konuğu oldu. Lincoln, Mary’yle evli, büyük oğlu Robert Harvard’da hukuk okuyor, bir küçük oğulları Tad var. Lincoln, iç savaş sürerken Temsilciler Meclisi’nde anayasanın 13. maddesini değiştirmek için büyük çaba gösteriyor. Bu anayasal maddeyle köleliği ortadan kaldırmak istiyor Lincoln. Bu o kadar kolay değil. Cumhuriyetçi muhafazakârları ikna ettikten sonra, köleliğin savunucuları Demokratların milletvekillerini aşabilmek büyük mücadele gerektiriyor. Lincoln, kabinesinden Dışişleri Bakanı William Seward yakınında ve büyük destek veriyor. Meclis’te ağırlığı olan Pensilvanyalı Radikal Cumhuriyetçi Taddaeus Stevens da köleliğe karşı olan Lincoln’ün yanında oluyor. Dışişleri Bakanı Seward’ın bulduğu Bilbo, birkaç adamla beraber anayasa değişikliğine destek için seçilme ihtimali az olan milletvekillerine rüşvet öneriyorlar. Rüşvet de milletvekilliğinden sonra iş garantisi. Meclis’te Demokratlarla tartışmalar sert biçimde giderken, cephelerde de çarpışmalar çok sert. Konfederasyon’dan olanlar, barış görüşmeleri için Birlikçilerle müzâkere etmek istiyorlar. Ama, Konfederasyonu devlet olarak dayatıyorlar bir yandan da. Lincoln, barış hemen sağlanırsa köleliğin kalkmayacağı endişesinden dolayı önce kölelik yasasının kalkmasını istiyor. Lincoln’ün endişesi boşuna değil. Demokratlar, şeytansı ve Lincoln’ün ne yapmak istediğini hemen anlıyorlar. Sonuçta yasa kabul ediliyor ve kölelik anayasadan çıkartılıyor. Stevens, Meclis’teki konuşmasını değiştirmek zorunda kalıyor ve istemese de eşitliğin anayasa maddesi olarak kabul ettiğini söylüyor. Stevens, tüm insanların doğuştan eşit olduğunu savunuyor aslında. Ama Demokratlar bu fikre faşizan biçimde karşılar.

Lincoln’e suikast…

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Steven Spielberg, seyircileri dönemin ruhunun içine alıyor. Çok az yansıyan savaş sahneleriyle Meclis’teki sert tartışmalar çarpıcı. Filmi seyrederken şaşırıyorsunuz. Demokrat Parti milletvekillerinin köleliği savunan sözlerini duyarken. Günümüz Demokratlarıyla uzaktan yakından ilgileri yok gibi. Aslında Demokratlar, insana yanılsama verebilen politikacılar. Savaş çıkartmakta Cumhuriyetçilerden geri değiller. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombasını atanlar, 1960’larda Vietmam Savaşı’nı çıkartanlar Demokratlardı. Spielberg, derinlikli bir Abraham Lincoln portresi yaratmış. Filozof gibi. Ağırlığı olan. İkna gücü yüksek. Özlü sözleri ve hikâyeleri de etkileyici. Ama, sanki karısı Mary Todd Lincoln’den biraz çekiniyor gibi. Suikasta uğradığı gece tiyatroya gitmeyebilirdi, ama karısı o kadar güçlü ki, sözünden dönemiyor. Filmdeki birkaç çarpıcı sahneyi hatırlamalı. Spielberg, sonlara doğru Virginia’da atının üzerindeki Lincoln’ü gösteriyor. Mavi ve gri üniformalı askerlerin ölüleri arasından yürüyor. Bu an, Kurosawa ustanın 1980 yapımı “Kagemusha-Gölge Samuray” filmini hatırlattı. Kurosawa da 1575’teki Japonya’daki iç savaş üzerine filminde çarpışmaları çok az gösteriyordu. Kurosawa, cephedeki ölü ve yaralı askerleri yansıtıyordu sonra. Savaşın vahşetini daha acı hissediyordunuz. Spielberg de savaş anını sadece girişte doğrudan gösteriyor seyirciye. Aklımızda kalan bir sahne daha var. Öklid kelimesi filmdeki en güçlü kelimelerden biri. Konfederasyon’dan barış görüşmecilerinin Washington’a gelmesi için telgraf çekmeden önce, iki gençten mühendis olana “öklid” üzerine hikâye anlatıyor Lincoln. Ari ırkçı sapkınlar, Lincoln’ün söylediklerine kulak verirken, “öklid” üzerine araştırma yapmalılar. Öklid, “Tüm dik açılar eşittir” demiştir. “Geometrinin babası” olarak anılan Yunanlı büyük matematikçi Öklid (Euclides), M.Ö. İskenderiye’de doğdu. 1809’da doğan ve 15 Nisan 1865’te tiyatronun önünde suikasta kurban giden Abraham Lincoln, ABD’de Cumhuriyetçiler adına doğrudan ilk başkan olmuştu. Köleliğe karşı durdu. Savaşı kazandı. Köleliği kaldırdı. Eyaletler arasında birliği sağladı. Robert Redford, 2010 yapımı “The Conspirator-Suikast” filmiyle Lincoln cinayetini anlatmıştı. D. W. Griffith ustaysa, 1930 yılında sesli çektiği siyah-beyaz “Abraham Lincoln” filminde başkanın hayatını anlatmıştı. Griffith’in filmini 1980’lerde TRT’de görmüştük. Lincoln’ün köleliğe karşı olmasında babasının etkisi olmuş. Babasıyla ilişkileri sınırlı olsa da, küçük çiftçi baba, büyük toprak sahiplerini sevmiyormuş. Çünkü onların yüzlerce kölesi varmış. Spielberg, Hollywood’da klâsik anlatımın önemli yönetmenlerinden. “Lincoln” filminde, klâsik anlatımı ve görselliği yetkin biçimde yansıtıyor. 1959 doğumlu Polonyalı kameraman Janusz Kaminski, Spielberg’le 1993 yapımı Oscarlar kazanmış siyah-beyaz ve renkli “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” filminden bu yana da beraberler. Kaminski’nin ışık düzenlemeleri ve dingin kamera kullanımı dönemin ruhuyla buluşabilmiş. Büyük besteci John Williams’ın da fonda duyulan müzikleri de alabildiğine dingin ve insana iyi geliyor. Film, Pulitzer ödüllü biyografi ve tarih yazarı Doris Kearns Goodwin’in “Team of Rivals: The Political Genius of Abraham Lincoln” kitabından yola çıkılarak çekilmiş. Spielberg ustanın 2012 yapımı “Lincoln” filmi tam 12 dalda Oscar’a aday. Film, yönetmen (Spielberg), senaryo (Kushner), görüntü (Kaminski), müzik (Williams), kurgu (Kahn), erkek oyuncu (Day-Lewis), yardımcı erkek oyuncu (Jones), yardımcı kadın oyuncu (Field), kostüm (Joanna Johnston), yapım tasarımı (Rick Carter-Jim Erickson), ses (Andy Nelson-Gary Rydstrom-Ron Judkins)…

Dev oyuncular…

İrlanda vatandaşlığına geçmiş İngiliz oyuncu Daniel Day-Lewis, 1957’de Londra’da doğdu. Onunla ilk karşılaşmamız kendi adımıza 1990’da İzmir’de oldu. Önce, İzmir Film Festivali’nde Stephen Frears’ın 1985 yapımı “My Beautiful Laundrette-Benim Güzel Çamaşırhanem” filmiydi. Hemen ardından Konak Çınar Sineması’nda Jim Sheridan’ın “My Left Foot: The Story of Christy Brown-Sol Ayağım” filminde, sadece sol ayağıyla hayata tutunan, resim yapan, yazı ve şiir yazan Christy’nin aşka özleminin sıcaklığını hâlâ kalbimizde hissediyoruz. Oyuncu bu filmle Oscar kazanmıştı. Kuzey İrlanda sorunu üzerine iki çarpıcı filmde de oynadı. Sheridan’ın 1993’teki “In the Name of the Father-Babam İçin” ve yine Sheridan’ın 1997’deki “The Boxer-Boksör” filmleri de unutulmamalı. Day-Lewis, gerçekten Lincoln olmuş. Filmi seyrederken, Lincoln’ün ruhu oradaymış gibi hissediyorsunuz.

1946’da Kaliforniya’da doğan Sally Field, 1960’ların başında sinemaya girdi. Ağırlıklı olarak TV dizilerinde göründü 60’larda. Bizde 1980’lerin başında “Smith ve Jones” adıyla TRT’de gösterilen, 1971-73 arasında çekilmiş “Alias Smith and Jones” westwern dizisinde iki bölüm oynadı. Bu diziyi anmamızın nedeni, bu westernin ülkemizde çok sevilmesiydi. Hannibal “Smith” Heyes’i canlandıran Pete Duel’in genç yaşta öldüğü öğrenilince üzüntü vermişti. Field’ın sinemada tam anlamıyla kendini fark ettirmesi ancak 1970’lerin ortalarından sonra gerçekleşti. Hal Needham’ın 1977 yapımı “Smokey and the Bandit-Çılgın” filminde Burt Reynolds’la başrolü paylaşmıştı. Bu film, 1982 güzünde ülkemize uğramıştı. Field, Martin Ritt’in “Norma Rea” filmiyle kadın oyuncu dalıyla Oscar kazandı. Ritt’in 1981’deki “Back Roads-Arka Yol” filminde oynadı ve yanında da Tommy Lee Jones vardı. Ritt ustanın bu filminde mekânların büyüsünü keşfetmiştik sinemaskop perdede. Sydney Pollack’ın 1981’deki “Absence of Malice-Yanlış Karar” filminde başrolü Paul Newman’la paylaşmıştı Field. Bu etkileyici oyuncu, Mary’nin kırılgan ve güçlü taraflarını çarpıcı bir oyunculukla yansıtıyor.

1946’da Teksas’ta doğmuş Tommy Lee Jones’la ilk karşılaşma, 1980’lerin başında Ritt’in “Arka Sokak” filmiydi. Filmografisinde John Flynn’in 1977’deki “Rolling Thunder-Kanca: Ölümden Beter”, Irvin Kershner’ın 1978’deki “Eyes of Laura Mars-Gözler”, 1980’deki Michael Apted’ın “Coal Miner’s Daughter-Madencinin Kızı” önemli filmlerindendi. 1993 yapımı Andrew Davis’in “The Figutive-Kaçak” filmi onun yeniden doğuşuydu ve bu filmle yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Sonra da birbiri ardına filmlerde oynamaya başladı Jones. Peruklu milletvekili Stevens’ı heyecan verici bir oyunculukla canlandıran Jones, bu karaktere derinlik katmış.

Ustaya saygı sunuşu…

Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1946’da Ohio’nun Cincinnatti şehrinde doğan büyük yönetmen Steven Spielberg’le ilk tanışma 1984 yılında İzmir’deki Konak Çınar Sineması’nda oldu. 1982 yapımı “E.T. the Extra-Terrestrial-E.T.” filmiyle ustaya giriş yapmıştık. Sonra da “Indiana Jones” serisi geldi. Spielberg’ün, daha 18 yaşındayken 1964’te çektiği 140 dakikalık bir bilimkurgu filmi var. 500 dolarlık bütçeli “Firelight” bilimkurgu filmini Arizona’nın Phoenix şehrinde çekti. Filmin orijinal adı “şömine ışığı” gibi anlama geliyor. Spielberg, “Lincoln” filminde bolca şömine yansıyor perdeye, belirtelim. “Firelight” filmi için, evlerini ve okulunun yakınlarındaki araziyi mekân olarak kullandı. Bu filmi ilk yapıtı olarak değerlendirilmiyor. Filmin iki makarası kayıp. Spielberg, bu filmden ilham alarak 1977 yılında sinemaskop olarak “Close Encounters of the Third Kind-Tehlikeli İlişkiler” bilimkurgusunu çekti. Filmde büyük yönetmenlerden François Truffaut da oynuyordu.

1968 yılında senaryosunu yazdığı, yönettiği ve kurgusunu yaptığı “Amblin” filminin süresi de 26 dakikaydı. Film sesisizdi ve sadece gitar tınıları duyuluyordu. Bu, hippilik ve aşk hikâyesi, Hollywood’un büyük stüdyolarından Universal’ın ilgisini çekti ve onunla yedi yıllık kontrat yaptı. “Technicolor” ve 35mm çekilen filmde, 68 kuşağının ruhu vardı. Filmin orijinal adına anlam veremiyorsunuz. İngilizcede “ambling” kelimesi var ve anlamı da atın eşkin yürüyüşü demek. Bu kısa filmdeki iki otostopçu genç çoğunlukla yürüyorlar. Spielberg, Amblin Entertainment adındaki film şirketini de 1981 yılında kurdu ve önünü açan “Amblin” filmine minnettarlığını gösterdi. Spielberg, 1994 yılında kurulan DreamWorks Pictures’ın da ortaklarından.

1971’de Universal, televizyon için Spielberg’e “Duel-Bela” adlı sinema formatında televizyon filmini çektirdi. Ama bu gerilim öyle başarılıydı ki, stüdyo filmi hemen sinemalarda gösterdi. Böylelikle “Bela” ilk filmi oldu. 1955 model Peterbitt 281 kamyon, 1971 model kırmızı Plymouth Valiant Signet otomobili ölümcül biçimde takip ediyordu. Kamyon şoförünün yüzü hiç görünmüyordu. Filmde, siyah ve kırmızının simgesel anlamları vardı. Ölüm ve şiddet. Filmdeki benzinciler, dinlenme yerleriyle yol boyunca yansıyan mekânlar, arabanın radyosu, arabanın göstergeleri, yol çizgileri ve dış sesler filmin ruhuna anlam katıyorlardı. Gerilimi ve tedirginliği sadece mekânların yansıyışı değil, stilize kamera açıları da çoğaltıyordu. En önemli simgelerden biriyse, kırmızı otomobildeki David’in benzinciden karısını telefonla aradığı sahneydi filmde. Karısının üzerindeki kırmızı elbise beyaz puantiyeliydi. Kadın evdeki önlüğünü takmış, iki oğlan çocuk da evde oyun oynuyorlardı. Güvenli aile ortamı ve sıcaklığı hissediliyordu. Spielberg filmlerinde anne her zaman güvenli ve sıcak bir limandı. Babaysa çoğunlukla uzaklardaydı. David telefonla konuşurken, karısının üzerindeki elbise gibi üzerinde beyaz puantiyeli kırmızı giyinmiş şişman bir kadın geliyor, David’in yanından geçiyor ve çamaşır makinesinin kapısını açıyor. Dışarıda park halindeki kamyon da fark ediliyordu. Bu filmdeki kırmızı renk şiddeti çağrıştırıyordu.

Spielberg, televizyon filmleri ve dizileri yönetti bir süre. Hatta, TRT’nin bizde “Komiser Columbo” diye gösterdiği “Columbo” polisiye dizisi “Murder by the Book” adındaki ilk bölümünü yönetti. “Harika çocuk” diye anılan Spielberg, gerçek anlamda 1974’te “technicolor” ve sinemaskop “Sugarland Express-Sugarland Ekspresi”yle doğrudan ilk sinema filmini çekti. Böylelikle ustanın iki tane ilk uzun metrajlı filmi oldu. Hatta biz, 18 yaşında çektiği “Firelight” filmini de buna ekliyoruz. “Sugarland Ekspresi” yol ve suç filmindeki araba takip sahneleri de ilham vericiydi. Macar kökenli büyük kameraman Vilmos Zsigmond’un çerçevelerine tutulabilirsiniz belki. Bu büyük üstadın görüntülerinin peşine düşmeli fotoğraf tutkunları. Spielberg’ün yolu, büyük bestecilerden John Willams’la bu filmde kesişti ve bir daha hiç ayrılmadılar. Spielberg’ü tüm dünyada şöhrete ulaştıran, Peter Benchley’in korku-gerilim romanından uyarladığı 1975 yapımı sinemaskop “Jaws-Denizin Dişleri” filmiydi. “Denizin Dişleri” filminde en önemli gerilim öğesiyse, beklenen bir şeyin bir türlü gerçekleşmemesiydi. Canavar köpekbalığı hiç beklenmedik anda ortaya çıkıyor ve mavi okyanusu kırmızıya çeviriyordu. Sonra da gerisi geldi işte Spielberg sinemasında. 1985’te Alice Walker’dan uyarladığı, 1900’lerin başındaki Amerika’nın yoksul siyahlarının trajedisini anlattığı “The Color Purple-Mor Yıllar” anlatımıyla çarpıcıydı. Yedi dalda Oscar kazanan siyah-beyaz ve renkli Yahudi soykırımı üzerine 1993 yapımı “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” filminde unutulmaz birçok an vardı. Ama, siyah-beyaz görüntünün içinde renkli görünen küçük kız unutulmazdı. Kalbimiz, yalnız ve trajik bu küçük kız da kaldı hep. Amerikan İç Savaşı’nın önemli temellerinden birini oluşturan siyah kölelerin mahkemede yargılanmasını anlatan 1997’deki “Amistad” unutulmaz filmlerinden oldu.

Hayli uzun kanlı Normandiya Çıkarması’nın önemli yer tuttuğu II. Dünya Savaşı üzerine çarpıcı filmi, 1998’deki “Saving Private Ryan-Er Ryan’ı Kurtarmak” milliyetçi yaklaşımı olduğu için biraz eleştirilmişti. Ama, sinema tarihine geçti ve savaş filmlerine yeni soluk getirdi. Filmi seyrederken, savaşın içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. O vahşiliği yaşıyorsunuz. Spielberg, UCLA’ya sinema okumak için üç defa başvurdu, ama kabul edilmedi. Vietnam Savaşı’na katılmamak için Kaliforniya’da başka üniversiteye gitti. UCLA, Spielberg’ü almadığı için gurur mu duydu, yoksa pişmalık mı? Bu kurum, ikisini de hak ediyor. “Prof”lar her yerde can sıkıcı çünkü. ABD’de Demokrat Parti’ye destek veren Spielberg, kendisine her şeyi sunan sisteme ve ülkesine minnettar.

(08 Şubat 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Zincirlerinden Boşanmış Django

Quentin Tarantino her şeyden önce iflâh olmaz bir sinefil. Sinemanın alt türlerine özel tutkusu ise malûm. Daha önceki yapıtlarında, ikinci sınıf macera filmleri veya dövüş sanatlarını konu alan uzak doğu yapımlarının ucuz estetiğini kendine özgü sinemasının potasında eritmek suretiyle keyifli seyirler sunmuş olan yönetmen, zincirlerinden kurtulmuş siyahi köle Django’nun hikâyesini aktardığı son filmi ‘Zincirsiz / Django Unchained’ ile bu defa İtalyan spagetti western türüne göz kırpıyor.

1960’lı ve 70’li yılların gözde alt türlerinden biri olarak sinema tarihine geçen spagetti western, sinemanın gündemine Sergio Leone’nin 1964 yapımı filmi ‘Bir Avuç Dolar İçin’ ile girmiştir. Bunu serinin devam filmleri ve Leone’nin biçimsel ustalığını daha da yetkinleştireceği yapıtları takip eder. Leone ayarında olmayan bir dolu başka İtalyan yönetmen de tüm dünyada büyük ilgi toplayan türe katkıda bulunur. Türün en vahşi örneklerini çekmesiyle ün kazanmış Sergio Corbucci de bunlardan biri. Yönetmenin ülkemizde Cango’nun İntikamı adıyla gösterilmiş ünlü Django’su 1966 yapımı. Corbucci’nin tabut içinde mitralyöz taşıyan baş karakterini bir resimli romandan ilhamla yaratmış olduğu, başrolünde -bu filmle şöhrete kavuşacak olan- gencecik Franco Nero’nun yer aldığı ‘Django’, birçok benzerinin aksine kış mevsiminin kirli, çamurlu atmosferinde küçük bir bütçeyle çekilmiş, Zapata’nın, Pancho Villa’nın Meksika Devrimi’ni aksiyona meze yapmış ucuz ve salaş filmlerden biridir.

Tarantino filminin ve baş kahramanının adını işte bu filmden ödünç almış. Sadece adını değil, soul müziğin 60’lı yıllardaki tanınmış isimlerinden Rocky Roberts’in seslendirdiği, Luis Enriquez Bacalov imzalı ünlü jenerik şarkısı ve jenerik tasarımını da aynen kullanmış. Dönemin spagetti western’lerine özgü kanın oluk gibi aktığı silâhlı çatışmalar, hızlı ‘zoom in’ ve ‘zoom out’ lar ihmâl edilmemiş gerçi, ancak ‘Zincirsiz’in orijinal ‘Django’ ile benzerliği bundan öteye gitmiyor.

Corbucci’nin kahramanı öldürülen karısının intikamını almak ister. Amerikan Sivil Savaşı öncesi 1858’lerde geçen Tarantino filminin siyah ırktan ‘Django’su ise bir büyük pamuk çiftliğinde köle olarak bıraktığı sevdiğinin izini sürer. Kendisini zincirlerinden kurtaran kelle avcısı Alman dişçi Schultz ile kesişen kaderi ve ortak çıkarları doğrultusunda köleci toplum düzeninin ve köle ticaretinin hüküm sürdüğü Amerikan tarihinin bu acımasız yıllarında önce kelle avına, daha sonra Güney’in zulüm çiftliğinde ölüm kalım savaşına girişirler.

Tarantino, kıdemli oyuncu ekibine taze isimler ilâve ederek bu yeni oyun-filmini kurmuş. Oyun diyorum çünkü kendisini yaşamı boyunca mutlu etmiş sinema anlarını, mizah dozunu da yüksek tutmak suretiyle, büyük bir beceriyle bir araya getiriyor ve bu ilginç kokteyli sinemaseverlerle paylaşıyor.

Django’nun kader arkadaşı Dr. King Schultz özünde kölecilik karşıtı ancak bu düzeni kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan geri kalmayan ve bundan suçluluk duyduğunu açıklamaktan da çekinmeyen nev-i şahsına münhasır bir kişilik. Alman çiflik sahibesinin kendisine Almanca öğrettiği ve bir Alman adı verdiği köle Bloomhilda ile Django’nın hikâyesi onu derinden etkiliyor. Richard Wagner operalarına da konu olmuş ünlü Alman destanı Nibelungen’den esinle bu birbirinden ayrı düşmüş iki sevgilinin hikâyesini Siegfried / Brünnhilde aşkına benzetiyor. Tarantino’nun bu hınzır buluşuyla, etten kemikten bir Siegfried’le karşılaştığını düşünen ve bir Alman olarak Bloomhilda’nın kurtarılmasında kendini sorumlu hisseden Dr. Schultz’da Christoph Waltz bir kez daha muhteşem. Bir kez daha diyorum çünkü kendisi yönetmenin bir önceki filmi ‘Soysuzlar Çetesi / Inglorious Basterds’da acımasız Nazi subayı Hans Landa’yı da benzer bir başarıyla canlandırmıştı. Ölümüne köle dövüşlerinin yapıldığı malikane salonlarında Beethoven’in müziğinin çalınmasına karşı çıkan Schutz’un birkaç kuşak sonra benzer bir soykırımı gerçekleştirecek olan bir ırkın temsilcisi olması ise yine Tarantino’ya özgü mizahın inceliklerinden. Aynı Tarantino, Bloomhilda’ya verdiği Von Shaft soyadıyla da, Django ve karısını 1970’lerin popüler siyahi dedektifi Shaft’ın büyük büyük ebeveynleri olarak düşünmemizi istedi herhalde.

‘Zincirsiz’, sinema tarihinden, Alman edebiyatından türlü zengin referanslarla süslü tam bir sinemasever filmi. Kıdemli Samuel L. Jackson’ın kraldan çok kralcı düzen bekçisi kâhya kompozisyonu ve yönetmenin oyuncu galerisinin yeni yüzlerinden Leonardo DiCaprio’nun Fransızca konuşamayan ama kendisine ‘Monsieur’ olarak hitap edilmesini isteyen zalim ve görgüsüz Güney’li toprak sahibinde parlak performansı filmin diğer artıları.

(02 Şubat 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Spagetti Western Ruhunda Tarantino

Zincirsiz (Django Unchained)
Yönetmen-Senaryo: Quentin Tarantino
Görüntü:Robert Richardson
Oyuncular: Jamie Foxx (Django), Christoph Waltz (Dr. Schultz), Leonardo DiCaprio (Candie), Samuel L. Jackson (Stephen), Kerry Washington (Broomhilda), Walton Goggins (Billy), Dennis Christopher (Leonide), James Remar (Butch Pooch/Ace Speck), David Steen (Stonesipher), Dana Michelle Gourrier (Cora), Nichole Galicia (Sheba), Franco Nero (Amerigo Vessepi), James Russo (Dicky Speck), Bruce Dern (İhtiyar Carrucan), Don Johnson (Koca Baba)
Yapım: Columbia-Weinstein (2012)

Beş dalda Oscar’a aday olan büyük yönetmen Quentin Tarantino’nun “Zincirsiz” filmi, spagetti westernin Akademi tarafından itibarının iade edilmesi gibi. Tarantino, stilize çekimler, muhteşem müzikler ve ortalığa savrulan kanlarla bu türe fazlasıyla hakkını veriyor.

Quentin Tarantino’nun 2012 yapımı “Django Unchained-Zincirsiz” filmi, Sergio Corbucci’nin yönettiği ve Franco Nero’nun oynadığı 1966 yapımı “Django: Cango’nun İntikamı” filminin Luis Bacalov’un bestelediği tema müziğiyle açılıyor ön jenerikte. Şarkıyı Rocky Roberts söylüyor. Tarantino, Sergio Leone’nin gölgesinden yansıyan spagetti westernlerden ilham almış. Tarantino, ayrıca spagetti western filmlerine ruh katmış besteci Ennio Morricone ustanın müziklerini de kullanmış bolca. Gerçekten bu tür westernlerde müzik önemli bir yerde. Tarantino da bundan faydalanıyor. Sergio Sollima’nın Charles Bronson ve Telly Savalas’ı oynattığı 1970 yapımı “Citta Violenta-Vahşet Şehri” suç filminden “Rito Finale” tema müziği en başta geliyor. Yönetmen Sollima’nın filmi bir spagetti western olmamasına rağmen o ruhun içindeydi. Tarantino, Morricone’nin “Vahşet Şehri” filminden “Norme con Ironie” müziğini de kullanmış. Morricone’nin, Don Siegel’ın Clint Eastwood’la Shirley MacLaine’in müthiş oyunculuk sundukları 1970 yapımı “technicolor” ve sinemaskop “Two Mules for Sister Sara-El Torida” westerni için bestelediği “The Braying Mule” müziği de kulağa geliyor. Siegel’ın bu westerni televizyonlarda “Sara’ya İki Katır” adıyla gösterilmişti maalesef. Phil Karlson’ın Rock Hudson’a başrolü verdiği II. Dünya Savaşı fonunda geçen ve yürekleri burkan 1970 yapımı “Hornets’ Nest-Düşman Yuvası” filminin Morricone tarafından bestelenmiş tema müziği “The Big Risk” de duyuluyor Tarantino’nun filminde. Elbette Arjantinli Luis Bacalov’un spagetti westernler için yaptığı besteler de bol bol kulağa geliyor “Zincirsiz” filminde. Tarantino’nun bu filmi, 85. Akademi ödüllerinde film, senaryo (Tarantino), görüntü (Richardson), ses (Wylie Stateman) ve yardımcı erkek oyuncu (Waltz) dallarında Oscar’a aday oldu. Filmin ön ve son jeneriğinin sinemanın eski zamanlarına, western filmlerine bir saygı sunuşu olduğunu da belirtelim. Eski zamanlarda jeneriklerdeki harfler genelde kırmızı veya sarı olurdu. Tarantino, spagetti westernlere tüm sevgisini göndermiş “Zincirsiz” filmiyle. Tarantino, arada “şok zoom” çekimler de kullanmış ve spagetti ruhunu tam anlamıyla yaşatmış filminde. Tarantino, postmodern bir yönetmen. Onun filmlerini seyrederken, başka filmler ve eski zamanların stilize anlatımları düşer zihninize.

Atlı zenci olur mu?

Yıl 1858… Amerika’nın iç savaşından iki yıl önce. Vahşi batının son zamanları. Köleliğin de. Tarantino, Corbucci’nin “Cango’nun İntikâmı” filminden az da olsa etkilenmiş. 1966 yapımı filmde Franco Nero’nun canlandırdığı Django, yanında bir tabut taşıyor. Karısını öldürmüş eşkiya binbaşının peşinde. Tarantino’nun “Zincirsiz” filmindeki Django, kendisinden uzaklara götürülmüş Alman adı taşıyan karısı Broomhilda von Schaft’ı bulmak ve intikamını almayı hayal etmiş. Ama o siyah ve bir köle. İhtiyar Carrucan, çok acımasız büyük çiftlik sahibi. Onları ayırmış. Django’nun karısının yüzüne de sıcak damga basmış ihtiyar Carrucan. Amerika’da kölelik devirlerinde Afrikalı insanlar mezatlarda da satılıyormuş. Film, muhteşem ön jenerikten sonra Teksas’ta zincire vurulmuş köleleri izliyor. Teksas, “Derin Güney” diye adlandırılan yedi eyaletten biri. Yani köleliğin koyu yaşandığı eyaletlerinden biriymiş Teksas. Kölelerin arasında Django da var. Beyazlar atlarının üzerinde. Kölelerse zincirli. Tam bu sırada at arabalı biri, Düsseldorflu göçmen, kendine “Dişçi” diyen Schultz, Speck kardeşlerden Django’u kendisine satmasını istiyor. Speck kardeşler, tek başına bu tuhaf adamı yok edeceklerini sanıyorlar, ama hiçbir şey göründüğü gibi değil. Shultz, hızlı bir silâhşör. Django’yla beraber diğer siyahiler de özgür kalıyor. Schultz, Brittle kardeşlerin peşindeki bir ödül avcısı. Django da Brittle kardeşleri bizzat tanıyor. Brittle kardeşlere karşı özgürlük. Django’nun da Brittle kardeşlerden alacağı var. Django artık silâhlı ve atlı bir kovboy. Siyahlar hiç ata biner mi? Beyazlar onu atın üzerinde gördüklerinde dehşete düşüyorlar. Sanki hakarete uğramışlar gibi. Brittle kardeşlere ulaşmaları zor olmuyor. Koca Baba’nın çiftliğine geldiklerinde aradıkları orada siyahlara kırbaç sallamayı sürdüyor tarlalarda. Muhteşem silahşör Django, beyaz kanlarını fışkırtarak kötüleri haklarken, tam da orası Ku Klux Klan cehennemiymiş. Tarantino usta, ırkçılarla, özellikle Ku Klux Klan’la dalgasını geçiyor. Büyük trajediler yaşatmış bu sapkın ırkçılara gülmekten midenize kramp inebilir. Kafalarına geçirdikleri çuvallar aslında ızdıraplarıymış onların. Schultz, Koca Baba’dan Broomhilda’nın hangi çiftlikte olduğunu öğreniyor. Schultz ve Django, atlarına atlayıp Mississippi’ye doğru gidiyorlar. Çiftliğin sahibi Calvin J. Candie, Fransız ve mandingo dövüşü hastası. Toprak ağası Candie, binlerce kölesi içinde güçlü olanları seçip vahşi mandingo dövüşlerine katılıp bahis oynuyor. Tarantino, Candie çiftliği ve mandingo dövüşü için, Richard Fleischer’ın yüksek bütçeli 1975 yapımı “Mandingo-Zincirli Köle” filminden az da olsa ilham almış. Bu dövüşün, Roma arenalarındaki gibi sonu ölümle bitiyor. Schultz ve Django çiftliğe geldiklerinde Candie, kendini mandingo dövüşüne kaptırmış. Candie’nin kölesi, Amerigo Vessepi’nin kölesini vahşice öldürüyor. Gerçekten bakması insanı zorluyor. Bu sahnede spagetti westernlerin unutulmaz oyuncusu Franco Nero’yla tanışıyorsunuz. Dövüşçü köle almak için Candie’ye yaklaşan Schultz ve Django’nun amacı, uçsuz bucaksız toprakların öteki ucundaki malikanede bulunan Broomhilda’ya ulaşmak. Bu malikane birçok insan için trajedinin toplandığı yer. Malikanedeki yaşlı siyah Stephen’ı izlerken, hem eğleniyorsunuz hem de dehşete düşüyorsunuz. Hepsi sinema perdesinde.

Sinema perdesinde yaşanır…

Tarantino’nun “Zincirsiz” filmi, batıda bir defa daha yükselen ırkçılığa karşı spagetti western ruhuyla karşı duruşu. Filmin atmosferinde dolaşırken, özelde Amerika’daki ırkçılığın derinliğine de dokunuyorsunuz. Amerika’da olsanız, belki de hemen hissedeceğiniz bir şey bu. Tarantino, kafatasçı ırkçılığın nasıl olduğunu da sosyolojik olarak gösteriyor filminde. Candie, ölmüş bir kölenin kafatasını parçalayarak siyahların doğuştan köle olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Gerçekten sapkın ve trajikomik… Filmdeki şiddet sahneleri gerçekten zorlu. Kanlar, beyazların vücudundan fışkırır gibi savruluyor ortalığa. Beyazların paramparça olan kafalarından, beyaz beyinle kırmızı kanların birbirine karışarak fışkırması stilize görselliklerle yansıyor perdeye. Tarantino, mekânları etkileyici bir görsellikle yansıtmış. Özellikle Candie malikanesi çok çarpıcı. Elbette giriş bölümü ve sonrasında gelen kasabadaki anlar da etkileyici. Bu görüntüleri, kocaman sinemaskop perdede yaşamak gerekiyor. Tarantino’nun küçük rolde göründüğü anlarda, fotoğrafların renk tonları eski zamanların “technicolor” tadında. Sarımsı görüntüler estetik olarak büyülüyor perdede. Başka anlarda da bir ressamın fırçasından çıkmış tadı veren fotoğraflar var filmde.

1956’da Viyana’da doğmuş Christoph Waltz, muhteşem ötesi bir oyunculuk sunuyor. Tarantino’nun 2009’daki “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi” filmiyle yardımcı oyuncu dalında Oscar almıştı. Bu filmde de aynı ödülü istiyor. 1967’de Teksas’ta doğmuş Jamie Foxx, Taylor Hackford’un 2004 yapımı “Ray” flminde müthiş bir oyunculuk göstermişti ve erkek oyuncu dalında Akademi’den Oscar almıştı. Bu müthiş oyuncunun filmografisinde güçlü filmler var. 1974’te Los Angeles’ta doğmuş Leonardo DiCaprio, Robert de Niro’dan sonra büyük usta Martin Scorsese’nin vazgeçemediği oyuncu olmuştu. DiCaprio, Tarantino’nun filminde derslik oyunculuk sunmuş. 1963’te Tennessee’de doğmuş yönetmen Tarantino, videocu dükkânından sinemanın büyük yönetmenliğine doğru yürüdü. 1993’te İzmir’de sinema salonunda birkaç kişiyle izlediğimiz 1992 yapımı “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri” soygun-şiddet filminde bir büyük yönetmenin geldiğini hissetmiştik. 1994’teki “Pulp Fiction-Ucuz Roman” ve 1997’deki “Jackie Brown” filmleri kurgusuyla sinemayı ötelere taşıdı. Ustanın “Kill Bill” serisi her çektiği film gibi sinema tarihine altın harflerle yazıldı. Bu büyük ustanın filmlerini seyrederken sinemaya aşık olma ihtimaliniz çok yüksek. “Zincirsiz” filmi, muhteşem diyalogları ve görselliğiyle unutulmazlar arasına katılıyor.

(31 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Faşist Diktatöre Hayır

‘No’ ya da ‘Hayır’ Şili’li genç yönetmen Pablo Larraín’in ülkesinin askeri darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmlerinin sonuncusu. Üçlemenin ilk iki filmi İstanbul Film Festivali vasıtasıyla ülkemiz izleyicisiyle buluşmuş, ne yazıktır ki sinemalarımızda gösterime girememişti. Bunlardan ilki olan Altın Lale ödüllü 2008 yapımı ‘Tony Manero’ adını John Travolta’nın ‘Cumartesi Gecesi Ateşi / Saturday Night Fever’ filminde canlandırdığı karakterden almıştır. Larraín, şehrin varoşlarında bir kafede şov yapan orta yaşlı dansçı Peralta’nın öyküsüyle Pinochet diktatörlüğünün en vahşi dönemine -ülkemizde de eş zamanlı olarak benzer karanlık günlerin yaşandığı- 1977 – 78’lere bir ayna tutar. Tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen Peralta’nın kişiliğinde döneme özgü ahlaki çöküntüyü gözler önüne serer.

Omuz kamerası, hızlı kesmeler ve soluk Santiago görüntüleriyle dönemin huzursuzluğunun, şehre hakim olan korku atmosferinin başarıyla aktarıldığı bir filmdir bu.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’ Latince’de ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Bu defa merkezdeki kişi -bir kez daha Şili’nin önemli tiyatro oyuncularından Alfredo Castra’nın canlandırdığı- morg görevlisi Mario aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yok ediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur. Bizzat Allende’nin otopsisine ve düzmece intihar raporuna da filminde yer veren Larraín’in ‘Post Mortem’ için seçtiği stil önceki çalışmasından farklıdır. Kamera bu defa sabittir. Uzun pânlar, plân sekanslar ve filtreler aracılığıyla daha da solmuş renkler dönemin kasvetini vermede çok yerinde kullanılmıştır. Toplu infazların gerçekleştiği, askeri araçların taşıdığı cesetlerin üst üste yığıldığı bir zulüm ve kan ortamının tüyler ürpertici görüntüleridir izlediğimiz.

Yönetmen Pablo Larraín 36 yaşında. Pinochet darbesi gerçekleştiğinde henüz doğmamış. Dönemin baskısını bizzat yaşamamış ama korku hikâyeleriyle büyümüş. Politik bir sinemacı olmadığını, tek arzusunun insaniyet namına ülkesinin geçmişiyle yüzleşmek olduğunu belirtiyor. Bu çabasının son örneği ‘No’, üçlemesinin de son bölümü. Perdede izlediğimiz ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikâyesi. Kan ve zulüm yıllarının generali, ABD’li ekonomistlerin gözetiminde -bizlerin de hiç yabancısı olmadığı yöntemlerle- hızla liberalleşmiş ülkesinin yeni dönem başkanlığının oylanacağı referandumu batı aleminin baskısıyla biraz da zorunlu kabullenmiş. Muhalif güçlerin önünü tıkamak için her türlü yol deneniyor gerçi. Dönemin en güçlü iletişim aracı televizyondaki propaganda bantları çoğunluğun uykuda olacağı geç saatlere çekiliyor vs. Muhalefetin atağı başarılı reklâmcı René Saavedra’yı seçim kampanyasının başına getirmek oluyor. Reklâm dünyasının prensi Saavedra, yönetmen Larraín gibi dikta dönemini yaşamamış, apolitik kuşaktan sisteme uyum sağlamış, özelleştirme ve kapitalizm furyasının nimetleriyle yetişmiş bir genç. Kola reklâmının tasarımı ile referandum arasında bir fark yok onun için. İşkence ve zulüm yıllarının ezilmiş muhalif güçleriyle çatışıyor önceleri. Ancak Saavedra kararında ısrarlıdır ve sonunda haklı çıkacaktır. Halk yaşanan karanlık yılları hatırlamak, eski defterleri açmak istememektedir. Toplumun gönlü ancak mutlu gelecek vadeden parlak bir reklâm stratejisiyle kazanılabilecektir.

Üçlemenin bu son ayağında Larraín’in stili yine farklılık içeriyor. Bu defa dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimlerine başvurmuş. Bu sayede gerçek ve kurgu görüntülerin birbiriyle uyumunu sağlama yoluyla dönemin atmosferini yaratmada bir kez daha başarılı olmuş. Sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum kampanyası eşliğinde bir dönemi soluk kesici bir tempoyla anlatmış. Bir reklâm güzellemesi mi derseniz, değil bence. Olsa olsa kapitalizmin nihai zaferinin tarihi bir belgesi. Buna benzer sorular sorma fırsatı veren iyi bir film ‘No’. Kaçırmayın.

(26 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mehmet Rauf / Pençe

Pençe (1917) ilk konulu -tamamlanmış- filmimizdir, Sedat Simavi tarafından yönetilmiştir. Pençe, ilk film olunca Sedat Simavi de ilk yönetmenimiz olmaktadır. Pençe, aynı zamanda -kaynaklarımıza girdiği gibi- bir edebiyat uyarlamasıdır. Mehmet Rauf tarafından yazılmış bir oyun’dur; oyun’dur ama yazılmasının üzerinden zaman geçmesine rağmen sahnelenmemiştir. Sedat Simavi tarafından, sinemaya sessiz olarak uyarlanan “oyun” uzun diyalogları içeren, “evlilik karşıtı” bir yapı gösterir. Evliliği, “yüreği sıkan bir pençe” olarak gören oyun, sinemada da bu özelliği ile -sessiz olması da göz önünde bulundurulursa- (hele o zaman için) ilgi çeken bir yapıt olmaz.

Simavi, filmi çektiği günlerde 21 yaşında, daha önce sinema ile hiç uğraşmamış bir delikanlıdır. Bütün bunlara rağmen Pençe sinemamızın ilk -tamamlanmış- konulu filmi olarak tarihsel yerini alacaktır. Aynı zamanda, bir oyun’a dayandığı için bir edebiyat uyarlamasıdır da. Fakat Sedat Simavi hakkında bir derleme (Hayatı Eserleri: SEDAT SİMAVİ) yapan Muzaffer Gökman Mehmet Rauf’un eserini -hiç bir kaynak göstermeden- bir adaptasyon olarak belirtir. Yani, özgün bir eser değil, yabancı bir eserin toplumuza uyarlanmış halidir.

Mehmet Rauf hakkındaki başvuru kitaplarında Pençe adlı oyunun bu özelliğinden hiç söz edilmemektedir. Gökman’ın savının doğru görülen bir tarafı, konunun “evliliği karşısına alan” bir görüş içermiş olmasıdır ama bu tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Eğer doğru ise, Simavi’nin yapmış olduğu ilk film, bir edebiyat uyarlaması olmasına rağmen adapte, yabancı bir eserin uyarlaması ise bu hali ile edebiyatımızdan (!) sinemaya yapılan uyarlamaları ele alan araştırmamız Kelimelerden Görüntüye’de bir edebiyat uyarlaması olmasına rağmen, adapte-liği belirtilerek yer alması gerekir (di). Fakat, Gökman’ın tesbiti geçerli değilse, Pençe, konusu ile de hayli ilgi çekmesi gereken -bu gün için bile- bir “oyun” olarak sinema tarihimizdeki -ve araştırmamızdaki- yerini koruyacak, olduğu gibi kalacaktır. (Birde -filmi bulmamız mümkün olmadığı için-, oyun metnine ulaşabilirsek, yapılacak bir inceleme, geniş bir alana yayılan açılımı ile hayli ilginç olacaktır.)

Muzaffer Gökman, Hayatı Eserleri SEDAT SİMAVİ isimli derlemesini hazırladığı zaman Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürlüğü görevinde bulunmaktadır.

(26 Ocak 2013)

Orhan Ünser

Benim Annem Güzel Annem

Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de sıcağı sıcağına gösterime giren ‘Mama’ 2013 yılının ilk güzel sürprizi oldu benim için. Öncelikle, bahar döneminde öğrencilerimle de paylaşmayı plânladığım yapım öyküsünden başlayalım. İlk filmini çeken Andrés Muschietti (Hollywood’da Andy olarak anılıyor) Arjantin doğumlu. Ülkenin Buenos Aires’teki en prestijli sinema okulu ‘Univercidad de Cine’de Pablo Trapero, Lucrecia Martel gibi günümüzün önde gelen yönetmenleriyle birlikte eğitim görmüş. Daha sonra uluslararası reklâm piyasasında uzmanlık kazanmış. 2008 yılında, senaryosunu kızkardeşi Barbara Muschietti ile birlikte yazdıkları bir uzun metraj film projesinin tanıtımı için neredeyse tek plândan oluşan ‘Mamá’ adında üç dakikalık bir kısa film çekmişler. İnternet’ten izleyebileceğiniz bu gerçekten ürkütücü, klostrofobik stil denemesini festivallere göndermiş, ödüller kazanmışlar. Ve büyük ilgi uyandıran yapım Meksika asıllı yapımcı yönetmen Guillermo del Toro’ya oradan büyük Hollywood stüdyolarından Universal’e kadar ulaşmış.

On yıldır birlikte çalışan Muschietti kardeşler böylece hayallerine kavuşmuş ve ‘Mamá’yı uzun metraj film olarak çekmişler. Film ABD’de çok iyi bir açılış yaparak ilk hafta liste başı olmuş durumda.

Bu başarılı yapım ve tanıtım vak’asının ardından karşımıza çıkan film, türünün son dönemdeki en iyi örneklerinden biri. Issız bir ormanda tek başlarına kalmış biri üç diğeri beş yaşında iki kızkardeş belirsiz bir anne tarafından büyütüldükten sonra bulunuyor ve yakın akrabalarının gözetiminde yeni bir hayata başlıyor. Dramatik gerilimse küçük kızlara kol kanat germiş, onları ninnilerle büyütmüş annenin çocukların peşinden gelmesiyle doruğa çıkıyor.

Muschietti ‘Mama’nın görsel tasarımında İtalyan ressam Modiglani’nin resimlerinden, göz çukurları neredeyse boş, ince uzun kadın portrelerinden ilham almış. Bu rolde, ressamın portrelerini anımsatan fiziğiyle -Rec’ serisinde de rol almış- İspanyol erkek oyuncu ve hareket uzmanı Javier Botet’nin kullanımı son derece başarılı bir sonuç vermiş. Yönetmenin bir diğer ilham kaynağı ise çağdaş Amerikan sanatçısı Edward Gorey. Özellikle çok iyi tasarlanmış rüya sekanslarında Gorey’ye özgü gizemli ve ürkünç çizimlerin etkisi büyük.

Fernando Velázquez’in filmi sarıp sarmalayan etkileyici müzik çalışmasından büyük destek alan yapım korku türü klâsiklerinden de izler taşıyor. Öykünün geçtiği iki katlı evinin kullanımı Kubrick’in ‘The Shining’ini, Hitchcock’un ‘Psycho’sunu anımsatıyor. Olağanüstü güzel kotarılmış final sekansı ise son dönemin efektlerle ürkütmeye yönelik sıradan korku filmlerinin aksine etkileyici bir hüzün duygusuyla yüklü.

Muschietti kardeşler bu ilk filmlerini, annelerine ithaf etmişler. Kendilerine hoş geldiniz diyor, yeni projelerini merakla bekliyoruz.

(26 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şili Halkı Pinochet’e No Derken

No
Yönetmen: Pablo Larrain
Oyun: Antonio Skarmeta
Senaryo: Pedro Peirano
Kurgu: Andrea Chignoli
Görüntü: Sergio Armstrong
Oyuncular: Gael García Bernal (Réne), Alfredo Castro (Lucho), Antonia Zegers (Veronica), Marcial Tagle (Costa), Néstor Cantillana (Fernando), Jaime Vadell (Bakan Fernandez), Pascal Montero (Simon), Nestor Cantillana (Akıl Hocası)
Yapım: Şili (2012)

Şilili yönetmen Pablo Larrain’in Akademi tarafından yabancı film dalında 85. Oscar’a aday gösterilen “No” filmi, ABD’ye de eleştiri getiriyor. Reklâmcıların savaşını yansıtan filmde yönetmen dönemin görsel estetiğini yaratmış.

Şili, 1988… Şili halkı, demokrasiye geçiş veya diktatörlüğe devam için referandum yapıyor. Bu halk oylaması, reklâmcıların da savaşı. Yıllarca yurtdışında yaşamış reklâmcı René Saavedra, reklâm dünyasında iyi kazanan biri. Eski aile dostlarından, şimdi akıl hocası olan bir muhaliften diktatörlüğe hayır kampanyası için destek istiyor. Bir tarafta para, diğer tarafta vicdan. René, muhalif karısı Veronica’dan uzun süre önce ayrılmış. Küçük oğlu Simon kendisiyle beraber. René, patronu Lucho’yu da kırmadan muhaliflerin yanında yer alıyor ve hayır kampanyasını yürütüyor. 1976’da Santiago’da doğan Şilili yönetmen Pablo Larrain, bu ana kadar dört film yönetti ama 2012 yapımı “No” filmi ülkemizde gösterim şansı bulabiliyor ancak. Zengin ve muhafazakâr aileden gelen yönetmenin annesi de sağcı bir politikacı. Hatta yakın dönemlerde bakanlık bile yapmış. Yönetmen, sağ muhafazakâr bir aile ortamında hiçbir ekonomik zorluk çekmeden yetişti. Gördüğümüz “No”, sol ruhlu bir film. Yönetmen, hem Pinochet, hem de demokrasi yanlılarını içeriden göstererek, dönemin ruhunu anlamaya çabalamış. Filmde görüntüler soluk biçimde yansıyor yoğunluklu olarak. Ayrıca yönetmen, her kamera açısını bir defa kullanmış. Klâsik olanın dışına çıkıp “açı-karşı açı” çekim tekniği de kullanmamış. Yönetmen çoğu anda hafif el kamerası da kullanmış. Ayrıca film 16 mm tadı veriyor. Yönetmen, dönemin belgesel görüntülerini de filminin aralarına kurgulamış. Bu durum gerçekliğe etkileyici bir katkı sağlıyor. Yönetmen, estetik anlamda televizyonlardaki haberlerin görsel yansıyışlarına yakın bir görsellik oluşturmuş. Öyle ki, bazı anlarda belgesel ve kurgusal görüntüler iç içe geçerek bir bütünlük oluşturuyor. Gerçekten filmin estetiği sinema okulundaki öğrenciler için bulunmaz bir ders. Filmde, Şili halkının Pinochet’e “Pinoçet” dediğini de öğrendik. Yıllarca bize “Pinoşe” diye öğretmişlerdi. Fransızların söylediği gibi.

Tonton Pinochet…

Kampanya için herkesin önünde yirmi günden fazla bir zaman var. Pinochet, halkın kendine teveccüh edeceğinden emin. Pinochet’in kampanyasını, René’nin patronu Lucho yürütüyor. Pinochet, tonton bir dede gibi yansıtılıyor. Beyaz sivil takımlar giyiniyor, askerler az görünüyor ve tonton dede çocukları şefkatle seviyor. Bu referanduma “plebisit” deniliyor. Ayrıcalıklı sınıfın imkânların sürüp sürmemesi halka soruluyor. Yani, Pinochet’in diktatörlüğünün sürüp sürmemesi için bu halk oylaması. René’nin oğlu Simon’a bakan kadın, Pinochet sayesinde eskisinden daha iyi durumda olduklarını ve çocuğunu kolayca üniversiteye gönderdiğin söylüyor. Ama çok geçmeden, minnet duyduğu Pinochet yönetiminin sert yüzünü yakından görüyor. Kampanyayı başarılı biçimde yürüten René’ye Pinochet güçleri hemen mesaj gönderiyorlar çünkü. René de, demokrasi mitinginde polisin ve askerin şiddetinin ne demek olduğunu anlıyor ve her şeyiyle kendini demokrasi referandumuna veriyor, tüm yaratıcılığını bu kampanyaya sunuyor. Asker, özellikle de polis alabildiğine sert ve halka hiç acımıyor. Kampanyalarda hoş anlar da yansıyor. Bunlar belgesel görüntüleri. Karısıyla sevişmek isteyen koca, karısından hep “no” cevabı alıyor. Pinochet tarafı da bu reklâma karşılık vererek “si” reklâmını yayımlıyor hemen. Gerçekten hoş ve eğlenceli anlar.

Oscar’a aday…

“No” filmi, ABD’ye eleştiri getirmesine rağmen 85. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a aday oldu. Film, 2012’de 65. Cannes Film Festivali’nde “Yönetmenlerin Onbeş Günü” bölümünde gösterildi ve bu bölümde “Sinema Sanat Ödülü”nü kazandı. Filmde, Pinochet karşıtlarına destek veren Jane Fonda, Richard Dreyfuss ve Christopher Reeve’in belgesel görüntüleri de yansıyor perdeye. Hollywood’un bu ünlü oyuncuları, 1988 yılında Şili’de Pinochet’e karşı kampanyada “no” diyenlere destek vermişler. 1978 doğumlu Meksikalı oyuncu Gael García Bernal, Robert de Niro gibi kamera önünde rahat. Sanki oradan geçiyormuş gibi. Bu iyi oyuncuyu, Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’nun 2000 yapımı “Amores Perros-Paramparça Aşklar Köpekler” gibi kurgusu çarpıcı bir filmle fark edildi. Ardından Brezilyalı yönetmen Walter Salles’in Che’nin gençliğini anlatan 2004 yapımı “Diarios de Motocicleta-Motosiklet Günlüğü” filmiyle de büyük oyuncular tarafına doğru yürümeye başladı. Şili bize hâla uzak. Sineması da.1973 yılında sosyalist Allende yönetimine karşı askeri darbe yapan Pinochet’in kanlı darbesini Şilili yönetmen Andrés Wood’un 2004 yapımı “Machuca” filminde yaşamıştık. Pinochet, yoksul kızılderilileri Santiago’dan sürüp yok ediyordu. Yönetmen Larrain de bu kanlı darbenin 15 yıl sonrasına bakıyor “No” filmiyle. “No” filminde fon müziği kullanılmamış. Ama şarkıların çok iyi olduğunu belirtelim.

(24 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Parker’ın Macera Dolu Şiddet Dünyası

Parker
Yönetmen: Taylor Hackford
Roman: Richard Stark
Senaryo: John J. McLaughlin
Müzik: David Buckley
Görüntü: J. Michael Muro
Oyuncular: Jason Statham (Parker), Jennifer Lopez (Leslie), Nick Nolte (Hurley), Emma Booth (Claire), Michael Chiklis (Melander), Wendell Pierce (Carlson), Clifton Collins Jr. (Ross), Micah A. Hauptman (August), Bobby Cannavale (Jake), Carlos Carrasco (Norte), Daniel Bernhardt (Kroll)
Yapım: ABD (2012)

Hollywood’un usta yönetmenlerinden Taylor Hackford’un, Richard Stark’ın seri suç romanından çektiği “Parker”, soygun sinemasına da selâm gönderiyor. Filmin büyük bölümü Palm Beach’in tam içinde geçiyor ve insana cenneti yaşatıyor.

Film, Ohio’da açılıyor. Çete, Columbus şehrinde düzenlenen fuarda soygun gerçekleştiriyor. Soygunu planlayan Parker, çeteden bağımsız. Parker, bir dolu sahte isim kullanan bir beyin. Kendi çapında dürüst ve daima sözünde duruyor. Kendine karşı yapılan hataları da affetmiyor. Parker, saygı duyduğu tecrübeli suçlu Hurley’nin güzel kızı Claire’le beraber. Fuar soygunu için diğer elemanlarla Hurley tanıştırmış Parker’ı. Soygun çetesinin başında da Melander var. Diğer çete elemanlarıysa şoför olan Carlson, bıyıklı Ross ve hercai tip August Hardwicke. Rahip kılığıyla Parker, olayı yönlendiriyor. Paranın tam anlamıyla toplandığı anda serinkanlılıkla soygunu gerçekleştirirken, yolda Melander yeni soygun teklifi yaptığında kanlı bir hesaplaşma da başlıyor. Parker’ı öldü sanıp yol kenarında bırakan çete, yeni soygun için Palm Beach’in yolunu tutuyor. Parker, tam bir profesyonel ve çetenin hareketlerini fazla zorlanmadan takip ediyor. Yolu Palm Beach’e ve emlâkçıda çalışan Latin kökenli Leslie’yle kesişiyor. Sürekli pembe dizi izleyen annesiyle kalan Leslie, ev satışlarında başarılı olamadığı için maaşla geçiniyor. Kocasından ayrılmış Leslie’ye devriye polisi Luke asılıyor sürekli. Teksaslı kovboylar gibi Palm Beach’te malikane alıcısı gibi emlâkçıya başvuran Parker’a evleri Leslie gösteriyor. Leslie de zeki bir insan. Gecikmeden Parker’ın amacını öğreniyor. Parker’ın ölmediğini anlayan çete de Parker’ın peşine kiralık katil Kroll’u takıyor. Çete, zenginlerin mutlu mesut yaşayıp gittiği Palm Beach’te mücevher soygunun planını uygulamaya koyuyorlar.

Parker seri romanından…

İşte ayrıntıların ve bazı sahnelerinin öne çıktığı 2012 yapımı “Parker”, zaman zaman eski usûl soygun filmlerinin tadını veriyor. Soygun hazırlıkları ve soygun anları gerçekten heyecan yüklü. Filmin girişindeki soygun sahneleri unutulmaz. 1980’de ilk uzun filmini çekmiş Taylor Hackford, bu modern şiddet yüklü suç filmine eski zamanların az da olsa ruhunu katabilmiş. 1944’te Kalforniya’da doğan yönetmen Hackford’u en çok 1982 yapımı “An Officer and a Gentleman-Subay ve Centilmen” filmiyle biliyoruz. Bu filmdeki Debra Winger, Paula karakteri ve askeri talim sahneleri etkilemişti perdede. Yönetmen bizde en çok 1997 yapımı “The Devil’s Advocate-Şeytanın Avukatı” filmiyle biliniyor. Yönetmenin, müthiş şarkıcı Ray Charles’ın hayatını anlattığı 2004 yapımı “Ray” filmi de hatırlanmalı. Yönetmenin 1995 yapımı suç-gerilimi “Dolores Claiborne-Dolores” filmi de dikkate alınmalı. 2000 yapımı “Proof of Life-Yaşam Kanıtı” aksiyon-macera filmini de beğeniriz yönetmenin. “Parker” filmi, birçok takma adla yazan suç-gerilim yazarı Donald E. Westlake’in (1933-2008) “Parker” serisinden 2000 yılında yayımlanan “Flashfire” romanından uyarlandı. Yazar, “Parker” serisinde Richard Stark mahlasını kullandı. “Parker” serisi sinemaya uzak değil. “Parker” serisinin 1962’de yazılmış ilk romanı “Hunter”, ilk defa 1967 yılında John Boorman tarafından “Point Blank-Dönüşü Olmayan Yol” adıyla uyarlandı. Bu romanın ikinci çevrimini (remake) 1999 yılında “Payback-Gününü Göreceksin” adıyla Brian Helgeland yapmıştı. Godard da Stark’ın “The Jugger” romanından ilham alarak 1966’da renkli ve sinemaskop “Made in USA” suç filmini çekti. Başrolde de hayatının ve filmlerinin kadını Anna Karina vardı, ona da Richard Widmark usta eşlik ediyordu.

Nick Nolte’ye de selâm göndermeli. Nebreska’da 1941’de doğmuş Nolte, 1979’da TRT’de de gösterilmiş 1976 yapımı “Rich Man, Poor Man-Zengin ve Yoksul” televizyon dizisindeki Tom Jordache karakteriyle çok sevildi. Bu dizi gösterilirken adeta sokaklar bomboş kalırdı. Dizinin yayımlandığı sıralarda ülkemizde Nolte’nin oynadığı 1976 yapımı “The Deep-Dip” vizyona çıkmıştı. Peter Yates’in yönettiği bu macera-gerilim, derin okyanuslarda nefes kesiyordu. Walter Hill’in komedi kıyılarında dolaşan kara filmi “48 Hrs-48 Saat” filmi sinemada önünü açtı. 1967 doğumlu İngiliz oyuncu Jason Statham, tam anlamıyla aksiyon-şiddet filmlerinin vazgeçilmezi. Statham, 1990’ların sonunda İngiliz yönetmen Guy Ritche’nin şiddet filmleriyle sinemada kendini göstermeye başladı. 1969’da Porto Riko doğumlu aktris ve şarkıcı Jennifer Lopez’i Bob Rafelson’ın 1996’daki “Blood and Wine-Kan ve Şarap” ve Oliver Stone’un 1997’deki “U Turn-Kaybedenler” filmleriyle tanıdık önce. Sonrası malûm.

(24 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Politikanın Kan Donduran Oyunları

Bitik Şehir (Broken City)
Yönetmen: Allen Hughes
Senaryo: Brian Tucker
Müzik: Atticus Ross-Leopold Ross-Claudia Sarne
Görüntü: Ben Seresin
Oyuncular: Mark Wahlberg (Billy), Russell Crowe (Nicholas), Catherine Zeta-Jones (Cathleen), Jeffrey Wright (Carl), Barry Pepper (Jack), Alona Tal (Katy), Natalie Martinez (Natalie), Michael Beach (Tony), Griffin Dunne (Sam), Kyle Chandler (Paul), Britney Theriot (Valerie)
Yapım: ABD (2012)

Siyahi Amerikalı yönetmen Allen Hughes’un yönettiği “Bitik Şehir”, gerilimi ve politkaya bakış açısıyla ilgi çekici bir film. Başroldeki Mark Wahlberg ve Russell Crowe, karşılıklı oyunculuk gösterileriyle sinemaseverlere heyecan veriyorlar.

New York… Halk, polis şiddetinden dolayı gösteriler düzenliyor. O sırada polis dedektifi Billy Taggart mahkemede yargılanıyor. Billy, orantısız güç kullanarak elindeki yetkiyi kötüye kullanmış ve insanları öldürmüş. Billy, karısı Natalie’nin kız kardeşinin tecavüzcülerini öldürmüş. Sağcı belediye başkanı olan Nicholas Hostetler, güvenlik adına sokakları sıkı denetim altında tutuyor. Sanki New York şehri onun ülkesi ve bir diktatör gibi. Kurduğu otoriteyle şehri zenginlere parsellemiş gibi. Komiser Carl Fairbanks, Nicholas’a yargıcın serbest bıraktığı Billy için yeni bir tanığın çıktığını söylüyor. Billy görevden alınıyor ve film yedi yıl sonrasına gidiyor. Billy, sinema oyuncusu karısıyla New Orleans’ta şimdi. Billy, bu şehirde özel dedektiflik yapıyor. Yardımcısı da Katy. Taksitle iş yapan Billy, ekonomik olarak da zor durumda. Belediye başkanından telefon alan Billy, hemen New York’a gidiyor. Nicholas ondan karısı Catleen’i izlemesini istiyor. Nicholas, karısının kendini Paul Andrews’la aldattığını söylüyor. Paul, seçimlerde Nicholas’ın rakibi Belediye Meclis Üyesi Jack Valliant’ın seçimdeki yardımcısı. Billy’nin Cathleen’le Paul’ü takibiyle birden insan kendini Roman Polanski’nin 1974 yapımı renkli ve sinemaskop kara filmi “Chinatown-Çin Mahallesi” filminin içine düşmüş gibi hissediyor. Ama, Allen Hughes’un 2012 yapımı sinemaskop çekilmiş “Broken City-Bitik Şehir”, tersine bir “Çin Mahallesi” gibi. Hughes’un filmi kendi yoluna gidiyor sonradan. Merak duygusunu ve gerilimi azaltmamak için Hughes’un modern kara filmine dikkatli dokunmamız gerekiyor. Filmde, çoğu kara filmde olduğu gibi baş karakterin sorunları da öne çıkıyor. Los Angeles’ta karısının başrolünü oynadığı filmin galasında Natalie’yi kıskanıyor Billy. Çünkü Natalie sanat için filmde yatağa girmiş. Takip işinde her şey birden değişiyor ve Billy’nin elinden kaçıyor. Cathleen, her şeyden haberli. O sırada Paul suikasta kurban gidiyor. Billy, her şeyin bir aldatma üzerinde değil, başka şeyler üzerinde olduğunu fark ediyor. Komiser Carl da eski çalışanı Billy’nn yanında gibi. Ama burası New York ve kimin ne olduğu hemen anlaşılamıyor. Carl kötü olan tarafta değil ama, sürprizli tarafta. Belediye başkanı, Billy’nin tecavüzcüleri öldürdüğü semte gökdelenler diktirmek isteyen yatırımcılarla işbirliği yaparken, liberal aday Jack halkın çıkarlarından yana seçim kampanyası yürütüyor. Ama, o da bir zengin.

Gerilime siyahi bakış…

Zaman zaman şiddetin kendini hissettirdiği filmde, gerilimi daha çok politik entrikalar çoğaltıyor. Nicholas, tam bir Makyavelci. Politikanın çirkin maskesini yüzüne geçirmiş. Başarıya giden her yol onun için mübah. Filmin final bölümü sürprizli. 1972 Michigan doğumlu siyahi yönetmen Allen Hughes, kardeşi Albert Hughes’la ortak yönettiği filmlerle biliniyor. Hughes kardeşlerin 2001’deki “From Hell-Cehennemden Gelen” ve 2010’daki “The Book of Eli-Tanrının Kitabı” filmleri ülkemizde vizyona çıkmıştı. Allen Hughes, “Bitik Şehir” filmini ilk defa kardeşi yanında olmadan tek başına yönetmiş. Senaryo yazarı Brian Tucker’ın da ilk senaryosu bu film. Filmin görselliği çarpıcı. New York’un gece görüntüleri etkileyici fotoğraflarla sinemaskop perdeye yansıyor. Altta duyulan gerilimli müzik de filme çok şey katmış. Elbette iki iyi oyuncu Amerikalı Mark Wahlberg ve Avustralyalı Russell Crowe üzerine bir şey söylemek anlamsız. Crowe gibi “iyi adam”dan çarpıcı bir “kötü adam” çıkarmak bir yönetmenlik marifeti olmalı. Billy’nin yardımcısı sarışın Katy’yi canlandıran Alona Tal’e de övgü göndermeli.

(17 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İnsanı Titreten İnanılmaz Korku

Mama
Yönetmen: Andy Muschietti
Senaryo: Neil Cross-Barbara Muschietti-Andy Muschietti
Müzik: Fernando Velázquez
Görüntü: Antonio Riestra
Oyuncular: Jessica Chastain (Annabel), Nikolaj Coster-Waldau (Lucas/Jeffrey), Megan Charpentier (Victoria), Isabelle Nélisse(Lilly), Daniel Kash (Dr. Dreyfuss), David Fox (Burnsie), Javier Botet (Mama), Jane Moffat (Jean/Mama’nın Sesi)
Yapım: Universal (2013)

Arjantinli yönetmen Andy Muschietti, kendi kısa filminden yola çıkarak çektiği “Mama”, seyircilerini sürekli diken üstünde tutarak gerçekten korkutuyor. Filmdeki iki kız çocuğu tam anlamıyla oyunculuk gösterileriyle seyircileri büyülüyor.

Richmond… Ekonomik bunalımdaki Jeffrey, karısını öldürüyor. Sonra da küçük kızı Victoria ve Lilly’yi yanına alarak karlı bir günde arabasıyla yola çıkıyor Jeffrey. Araba kaza yapınca ormanın içindek terk edlmiş eve sığınıyorlar. Baba, önce iki kızını tabancayla öldürüp ardından da intihar etmeyi düşünüyor. Ama, beklenmedik bir şey oluyor ve bir karartı babayı yok ediyor. Beş yıl sonra, 2012… Lucas, beş yıl öce ortadan kaybolmuş kardeşi Jeffrey ve iki kız yeğenini arıyor. Ressam Lucas, punk-rockçı Annabel’le beraber. Bütün birikimini de bu araştırma için harcıyor Lucas. Araştırmacılar, önce ormandaki kaza yapmış arabayı buluyorlar, sonra da orman içindeki evi. İçeri girdiklerinde iki kız kardeşi görüyorlar. Kızlar, bunca yıl kiraz yiyerek hayatta kalmışlar. Amca Lucas, kızların velayetini almak için mahkemede kızların teyzesi Jean Podolski’yle mücadeleye giriyor. Kız kardeşlerin tedavisini üstlenen Dr. Dreyfuss, kızların amcasında kalmasında yardımcı oluyor. Beş yıl tek bir mekânda kalmış, sadece kirazla beslenmiş kızların ruhuna ulaşmak kolay olmuyor. Abla olan Victoria, gözlükleri takınca iletişimi daha kolaylaşıyor. Beş yıl önce bebeklikten yeni çıkan Lilly, ormandaki evde Mama dedikleri hayalet kadın gibi hareket ediyor ve ulaşılması da kolay olmuyor. Çok geçmişte akıl hastanesindeyken bebekle hastaneden kaçan ve bebekle kendini uçurumdan aşağı bırakmış kadının hayaleti, Lucas ve Annabel olmasına rağmen çocukların peşini bırakmıyor. Hayalet Mama, Lucas ve Annabel’i kızlardan kıskanıyor. Öfkesini önce Lucas’tan çıkarıyor Mama. Merdivenlerden yuvarlanan Lucas, küçük koma yaşasa da hayata dönüyor. Dr. Dreyfuss, Mama’yı kızların zihninde yarattığına inanıyor. Ama çok geçmeden, Victoria’yla konuştuktan sonra bir dedektif gibi Mama’nın hayaletin araştırıyor. Trajik olmasına rağmen. Filmde merak duygusu gerçekten yoğun. Çoğu anı perdede yaşamak gerekiyor. Filmdeki rüyaların, sinemaya gerçeküstücülüğü ve dışavurumculuğa zenginlik sunduğunu belirtelim. Annabel ve Lucas’ın farklı zamanlarda gördükleri rüyalar da görsel anlamda büyüleyici. Annabel’in gördüğü rüyada, uçurumdan aşağıya kamerayla düşüyormuşsunuz gibi sanki. Final bölümü de çarpıcı.

Yönetmene Modigliani etkisi…

Gerçek adı Andrés Muschietti olan Arjantinli yönetmen Andy Muschietti, 2013 yapımı “Mama” filmini, 2008’de çektiği üç dakikalık aynı adlı kısa filminden yola çıkarak yapmış. Filmin yapımcılarından biri de Meksikalı ünlü yönetmen Guillermo del Toro. Filmin senaryosunu yönetmen kız kardeşi Barbara Muschietti ve İngiliz romancı-senarist Neil Cross’la beraber yazmış. Yazar Cross, BBC’nin iç istihabarat M15 ajanlarını anlatan dizisi “Spooks”un 6. ve 7. sezonlarında senaryolar da yazdı. Bu dizi ülkemizde televizyonlarda gösterildi. Yönetmen Muschietti, Buenos Aires’te sinema okudu. 2003 yılında kız kardeşiyle Toma 78 adında film yapım şirketi kurdu. Yönetmen Arjantin’de sinemaya, storyboard çizerliğiyle girdi.

Muschietti, bir röportajında “Mama” filmi için Modigliani’nin resimlerinden ilham aldığını söylüyor. Gerçekten de Annabel, Modigliani tablosundan gelmiş gibi. Yönetmenin de ressam olduğu unutulmamalı. Lucas ve Annabel’n rüyaları bir ressamın fırçasından çıkmış gibiydi. İtalyan ressam ve heykeltraş Amedeo Modigliani (1884 – 1920), dışavurumcu eserler ortaya koymuştu daha çok. Yönetmen, yüzlerde Modigliani’den beslenmiş. Muschietti’nin karakterleri de Modigliani’nin portrelerindeki yüzler gibi kederlerle yüklü. Ama, mekânlara düşen ışık düzenlemeleri, sinemanın korku geleneğinden geliyor. Korku sineması, estetik olarak gerçeküstücü ve dışavurumcudur. Kâbusların görüldüğü birçok korku filmi gerçeküstücülükten epey besleniyor. Korku romanı ve sineması, romantizm akımının içerisinde de dolaşıyor. İnsanı ürküten ve tedirginliğe sürükleyen de daha çok bu taraf. Biliyorsunuz, romantik akım metafiziğe, yani doğaüstüne yakın. Muschietti, önceki birçok korku filmindeki gibi doğaüstü üzerinde yoğunlaşmış filminde. Ayrıca, Alman dışavurumcu filmlere ve romantizm akımının içindeki resimlere baktığınızda, korku sinemasının görselliğini daha iyi anlıyorsunuz. Kasvetli mekânlar, uzayan gölgeler ve dışarıya vuran şiddet… Muschietti’nin filminde, özellikle orman evi tam anlamıyla korkunun ruhunu dışarı çıkartıyor. Filmi seyrederken, tipik bir hayaletli film değil diyorsunuz. Bu filmi seyrederken, birkaç anda korkuyu içinizde hissedeceksiniz. Bu anlarda içinizde aşağıdan yukarıya doğru bir şeylerin yürüdüğünü sanıyorsunuz sanki. Kendi adımıza bazı sahnelerde korkuyla, özellikle ani ses efektleriyle koltuğumuzdan gayri ihtiyari kalkıverdik hafifçe. Yönetmenin, filmini özellikle 35 mm çekmesi doğru bir seçimmiş. İç mekânlar gerçekten insanı sıkıştırıyor, ruhunu daraltıyor. Kasvet nefes kesici. Bu filmde paranormali tam anlamıyla yaşıyorsunuz. Psişik ve parapsikoloji üzerine de araştırmalar yapacaksınız belki. Müziklerin de epey gerdiğini belirtelim. Filmdeki hayalet kadın olmasına rağmen erkek oyuncu oynamış. Bu sahneler ve iç mekânlar, Toronto’daki Pinewood Stüdyoları’nda çekilmiş. Özellikle hayaletli sahneler, James Cameron’ın 2009 yapımı “Avatar” filminde bulunmuş teknikle çekilmiş. Üzerindeki kablolar bilgisayara bağlı oyuncu nasıl hareket ederse, bilgisayarda yaratılmış animasyon görüntü de öyle hareket ediyor. Sonra bu animasyon görüntü önceden çekilmiş sahneye monte ediliyor. Bu filmin Kanada’da çekildiğini de belirtelim. Filmin iki küçüğünü, Megan Charpentier ve Isabelle Nélisse’yi de unutmuyoruz. Küçücük halleriyle filmi alıp götürmüşler.

(17 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

70. Altın Küre Ödülleri Sahiplerini Buldu; Böyle mi Olacaktı?

Her yılın dinamiği farklı… Geçen sene Hollywood’a uzun süredir görülmemiş bir nostalji rüzgarı damgasını vurmuştu… Hugo, Artist, Demir Leydi (Iron Lady), Marilyn ile Bir Hafta (My Week With Marilyn) Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris) ve Duyguların Rengi (The Help) de bu rüzgârın en güzel parçalarıydı… Güzel bir yıldı…

Bu yıl ise, adaylar açıklandığı andan itibaren beni çok da heyecanlandırmamıştı. Tabii henüz Steven Spielberg’ün Lincoln’ünü ya da Quentin Tarantino’nun Zincirsiz’ini (Django Unchained) Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty’sini görmedim.

İzlediğim yapımlar arasında açık ara en iyisi Michael Haneke’nin (Amour) Aşk’ıydı… Eğer En İyi Film Oscar’ını o filme verirlerse akademi karşısında saygıyla eğilirim. Ama ne yazık ki En İyi Yabancı Film ödülüyle yetineceğinden korkarım.

Gelelim Altın Küre’ye… Oscar ödüllerinin bir nevi habercisi sayılan bu kıdemli ödül töreninden çıkan sonuçlar ise bana göre tam bir fiyasko…

Ben Affleck’e zaten ciddi yatırım yapılıyor belli. Zaten Operasyon Argo’nun (Argo) bariz hükümet destekli çekildiğini düşünüyorum. Tüm dünya görsün Amerika’lı ne muhteşem, ne zeki, ne bla bla varlık… Ayrıca filmin İran halkına çok büyük saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Affleck’i zorla otorite yapacaklar yanarım da ona yanarım.

O ifadesiz suratı, zayıf oyunculuğu hatta kötü yönetimiyle üstelik de böyle provokatif bir filmle, En İyi Film üstelik de bir de En İyi Yönetmen ödülü alması… Bence birçok filme ve yönetmene hakaret… Neyseki Oscar’da En İyi Yönetmen dalında aday olamamış Affleck… En İyi Film Oscar’ını da alacağını sanmam… Buradan bir nebze yüreğime su serpiliyor ama Altın Küre de azımsanacak bir şey değil… Buna ancak körler sağılar birbirini ağırlar demek istiyorum çok üzgünüm. Bu Amerika’nın kendini ödüllendirmesinden başka bir şey değil.

Diğer ödüllerde ise Argo kadar şok yaşamadım neyseki. Ama bir de eklemek isterim, Oscar’ın da favorisi olan Umut Işığım (Silver Linings Playbook) filmine dair, her sene böyle gerçekten gereksiz bir Oscar adayı oluyor. Bana göre geçen senenin adaylarından Senden Bana Kalan da (The Descendants) aynen film gibiydi… Umut Işığım yalnızca hoş, güzel vakit geçirilecek bir film… Onun gibi hatta ondan daha iyi onlarca film dururken bu film 7 dalda Oscar’a aday gösterilmesi inanılacak gibi değil…

Her neyse bekleyip göreceğiz. Bir de gönlümden geçen birkaç Oscar’ı da dağıtıp rahatlayayım En İyi Filmi Aşk’a (Amour); En İyi Erkek Oyuncuyu Joaquin Phoenix’e (The Master) En İyi Kadın Oyuncuyu Emmanuelle Riva’ya (Aşk) En İyi Yönetmen’i de Michael Haneke’ye (Aşk) verdim gitti. Ustalara selâm olsun!

(14 Ocak 2013)

Gizem Ertürk

Büyük Usta Fred Zinnemann’dan İki Başyapıt: Kahraman Şerif ve İnsanlar Yaşadıkça

Gerilimden kara filme, westernden dramaya kadar birçok film yöneten Fred Zinnemann usta hatırlanmayı her daim hak ediyor “Kahraman Şerif” ve “İnsanlar Yaşadıkça” sinema tarihine altın harflerle yazıldı. Ustanın, hatırlanması ve görülmesi gereken filmleri var.

Fred Zinnemann, 29 Nisan 1907’de Viyana’da doğdu. Avusturya kökenli yönetmen Amerikan vatandaşlığına geçti. Zinnemann, 14 Mart 1997’de Londra’da vefat etti. Ustanın son filmini, 1982 yapımı “Five Days One Summer-Geçen Yaz 5 Gün” vasiyet filmini sinema perdesinde görmüştük. Bu film 1984 kışında vizyona çıkmıştı. 1930 yapımı “Menschen Sonntag am-Pazar İnsanları” sessiz filminde adı geçmese de filmde çalıştı ve bu onun sinemaya da girişiydi. Filmde Kurt Siodmak’ın da adı geçmiyor ön jenerikte. Hatta Rochus Gliese’nin de. Bir bakıma onlar yardımcı yönetmen olarak değerlendirilmiş olabilir. Filmin ön jeneriğinde yönetmen olarak Robert Siodmak ve Edgar G. Ulmer’in adı geçiyor. Berlin’de beş insanın bir gününü anlatan bu filmin senaryo yazarları arasında sonradan büyük yönetmenlerden olacak Billy Wilder da vardı. Hikâyeyi de Kurt Siodmak yazmıştı. Film, oyuncusu olmayan bir film diye başlıyor. Hayatlarında ilk defa kamera karşısında olan insanlar çekimler sonrasında kendi hayatlarına dönmüşler. Filmin kameramanı Eugen Schüfftan (1893 – 1977), sinemanın gelişimine çok büyük yararları dokundu. Özel efektlerde sıçrama yaptırdı. “BlueScreen” tekniğini bulmuştu. Arka plân denemeleri sinemanın bulunuşundan beri araştırılan bir teknikti. Schüfftan bunu geliştirdi ve sinema onun geliştirdiklerini kullanmaya başladı. Daha sonraları “GreenScreen” gelişti. “BlueScreen” tekniğinde, araba gidiyormuş izlenimi yaratılıyor, arka plânda da yol ve manzara görüntüleri yansıtılıyordu. En azından Christopher Reeve’in Clark Kent olduğu klâsik “Superman – Süpermen” serisini düşünün. Günümüz sinemasında “GreenScreen” kullanılıyor ve arka plânın farkına bile varılamıyor. Bu büyük kameraman, Fritz Lang’ın 1927 yapımı bilimkurgusu “Metropolis”in kameramanıydı her şeyden önce. Bu sessiz filmde taksi şoförü (Erwin Splettstösser), plâk satıcısı (Brigitte Borchert), şarap satıcısı (Wolfgang von Waltershausen), filmlerde çalışan biri (Christl Ehlers) ve nevrasteniğe düşmüş, yani vücudunda aşırı yorgunluk hisseden manken (Annie Schreyer) hikâyeleri yansıyor. Zinnemann, 1937’den 1942’ye kadar çoğunluğu Hollywood’un büyük stüdyolarından Metro-Goldwyn-Mayer’de (MGM) kısa filmler yaptı.

Kendisine ait ilk uzun filmini 1942’de çekti Zinnemann. “Kid Glove Killer” (Çocuk Eldivenli Katil) suç filmine kriminolojik açıdan ilham verici deniliyor. Elbette film MGM’de yapıldı. Bu film ülkemize uğramadı. 1952 yapımı “High Noon-Kahraman Şerif” ülkemizde vizyona çıkan ilk filmiydi. 1953 yapımı “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” savaş filmi, ustanın ülkemizde vizyona çıkan ikinci filmiydi. İlk renkli ve sinemaskop filmini “Oklahoma!” adındaki western-müzikaliyle gerçekleştirdi. 1959’daki “The Nun’s Story-İnsanlık Uğruna”, 1960’taki “The Sundowners-Gün Batışı”, 1964’teki “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi”, 1966’daki “A Man for All Seasons-Her Devrin Adamı”, 1973’teki “The Day of the Jackal-Çakalın Günü”, 1977’deki “Julia” filmleri de vizyona çıkabildi ülkemizde.

“Kahraman Şerif…”

United Artists’in sunduğu 1952 yapımı “High Noon-Kahraman Şerif” western filmi, yazar John W. Cunningham’ın “The Tin Star” (Teneke Yıldız) romanından uyarlandı. Teneke yıldız, şerif rozeti anlamına geliyor. Filmin senaryosunu Carl Foreman yazdı. Müzikleri Dimitri Tiomkin besteledi. Stilize muhteşem siyah-beyaz fotoğraflarsa Floyd Crosby’nindi. Filmin süresi 85 dakika. Saat, filmdeki önemli oyunculardan. Film, ağırlıklı olarak gerçek zamanlı. “High Noon”un anlamı, “Tam Öğle Vakti” demek… Bu filmin, vakti zamanında suskunluğunu sürdüren entelektüellere de eleştiri getirdiği söyleniyor. Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”na öfke hissediliyor filmde. “Kahraman Şerif”, alegorik filmlerden biri. Ama bu filmi şimdi muhafazakâr olarak değerlendirenler bile var. John Wayne, sol liberal olarak gördüğü “Kahraman Şerif” filmine tepki göstermiş ve Howard Hawks’un westerni 1959 yapımı “Rio Bravo-Kahramanlar Şehri” filminde oynamış Warner Bros. sunumuyla. Wayne, “Kahramanlar Şehri”yle “Kahraman Şerif”e cevap vermiş oluyor. “Kahraman Şerif” filminin başrolü için Henry Fonda düşünülmüş önce. Fonda, sol görüşlü olduğu için McCarthy’nin çengeline takılıyor. Bu yüzden filme zarar gelmemesi için Fonda rolü kabul etmemiş.

“Kahraman Şerif” filmindeki şarkıları Tex Ritter söylemiş. Film, “Do Not Forsake Me, Oh My Darlin” (The Ballad of High Noon) şarkısıyla da Oscar almıştı. Bu şarkıyı filmin ön jeneriğinde duyuyorsunuz ve filmin ruhuyla buluşuyor. Yedi dalda aday olduğu Akademi’den dört Oscar aldı “Kahraman Şerif” filmi. Şarkı dışında erkek oyuncu (Garry Cooper), kurgu (Elmo Williams ve Harry W Gerstad), müzik (Dimitri Tiomkin) dallarında da Oscar kazanmıştı film. Sabah… Jack (kartal profilli Lee Van Cleef) bir atlıyla buluşuyor, sonra onlara bir kovboy daha katılıyor. Bunlar, Frank Miller’ın kardeşi Ben (Sheb Wooley) ve Pierce (Robert J. Wilke). Üçü atlarının üzerinde New Mexico’nun huzurlu küçük kasabası Hadleyville’in meydanına geldiklerinde kilisenin çanları da çalıyor. Kasabalılar, bu üç kovboyu gördüklerinde tedirgin olmaya başlıyorlar. 1860’lı yıllar. Kasabanın şerifi Will Kane (Cooper) emekliliğe hazırlanıyor ve nişanlısı Amy Fowler’la evleniyor ama kilisede değil. Çünkü Amy, Quaker mezhebinden. Onlar, Hıristiyan pasifistlerden. Amy öyle güzel ki, insanı titretiyor güzelliğiyle. Bu güneşli sıcak Pazar günü önceki günlere de benzemiyor. Will’in yıllar önce yakalayıp hapse attırdığı Frank’ın (Ian McDonald) öğlen treniyle kasabaya geleceği haberi alınıyor. Gelen üç yabancı kovboy da Frank’ın adamı. Tipik bir kasaba. Üç kovboy atlarıyla meydanda ağır ağır giderler. Atlarını bağlarlar. Berberdeki saat de 10:35’i gösteriyor. Filmin bazı anlarında yönetmen saatin kaç olduğunu gösteriyor seyircilere. Kovboylar tren istasyonuna gidip beklemeye başlıyorlar. Evlendiği ve emekliye ayrıldığı gün Will’e telgraf geliyor, Frank’ın salıverildiğine dair. İleri gelenler Will’den kasabayı terk etmelerini istese de Will terk edemiyor. Frank’ın ve Will’in eski sevgilisi Helen Ramirez’le (Katy Jurado) olan şerif yardımcısı Harvey Pell (Lloyd Bridges) fırsatçının biri. Frank’a karşı kasabada kimse Will’in yanında değil. Helen kasabayı terk etmek için hazırlanıyor. Will’in karısı Amy bir pasifist, yani barışsever olduğu için kasabayı terk etmeler için Will’e yalvarıyor. Gözü dönmüş bir intikamcıdan hayat boyu kaçılablir mi? Yeni şerif daha gelmemiş. Gerilim de usul usul yükseliyor. Elbette kasabanın “saloon”u da var. İçki içilen ve kumar oynanan. Bu “saloon” Helen’in. Beklemekten boğazı kuruyan Ben “saloon”a gelir, itibarla karşılanır orada. Yardım arayan Will kimseyi yanında bulamıyor. Frank’ın şerifi öldüreceğini düşünüyorlar. “Saloon” müdavimlerinin çoğu Frank’a sempati gösteriyorlar. Korku insanları sindiriyor, silikleştiriyor. Tıpkı McCarthy baskısı gibi. Will bir umutla kiliseye gidiyor. Orada yardım için derin tartışma yapılsa da yine yalnız kalıyor. Will’le Harvey’in ahırdaki dövüşü de muhteşemdi. Saat 12:00’ye gelirken herkes tedirgin bir bekleyişe giriyor. Tren vaktinde, tam öğle vakti istasyona giriyor canavar düdüğünü öttürerek. Trenden Frank inerken, trene Amy ve Helen biniyor. Will meydanda tek başına. Kamera yukarı yükseldiğinde onun yalnızlığı daha da bir fark ediliyor. Ve çatışma başlıyor. Kedi-fare oyunu gibi her şey. Çatışma sahnelerindeki fotoğraflar çok çarpıcı. Trenden inen Amy, kötülerden birini, Pierce’ı vuruyor, ama Frank onu rehin alsa da, iyi olan kötü karşısında kazanıyor finalde. Teneke rozeti yere atan Will, Amy’yle kasabadan uzaklaşıyor Tex Ritter’in ön jenerikte söylediği şarkısıyla.

“İnsanlar Yaşadıkça…”

1955’te ülkemizde vizyona çıkmış filmin orijinal adının anlamı, “Buradan Sonsuzluğa” demek. Zinnemann’ın 1953’te yazar James Jones’tan uyarladığı “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça”, Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na katılma nedenini anlatıyor. Columbia’nın sunduğu film, Japonların Hawaii’de Pearl Harbor saldırısını anlatıyor. Ama öncesinde askeri üssün insanlarının günlük hayatları yansıyor perdeye. Başçavuş Milton Warden (Burt Lancaster), Yüzbaşı Dana “Dinamit” Holmes’un (Philip Ober) güzel ve büyüleyici karısı Karen’le (Deborah Kerr) ilişki yaşıyor. Er Robert E. Lee Prewitt (Montgomery Clift), askerliğe katılmadan önce bir boksörmüş. Holmes onu boks yapması için ısrarlı olsa da Prewitt dövüşmek istemeyince hayatı cehenneme dönüyor. Bu film Akademi’den tam sekiz Oscar kazandı. Film, yönetmen (Zinnemann), uyarlama senaryo (Daniel Taradash) kurgu (William A. Lyon), görüntü (Guffey) yardımcı erkek oyuncu (Frank Sinatra), yardımcı kadın oyuncu (Donna Reed) ve ses (John P. Livadary) dallarında Oscar kazandı. Lancaster, Kerr ve Clift adaylıkta kaldı sadece. Filmin müziklerini George Duning yapmıştı. Siyah-beyaz görüntülerse Burnett Guffey’ye aitti. “Baba” romanında yazar Mario Puzzo, Frank Sinatra’nın “İnsanlar Yaşadıkça” filminde oynamak için mafyadan yardım aldığını iddia ediyordu. Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminde bu olay ayrıntılı yansıyordu. Hollywood yapımcısının değerli yarış atının başı kesiliyordu. Romandaki ve filmdeki şarkıcı-oyuncu Johnny Fontane’di. Don Vito Corleone’nin vaftiz oğluydu. “İnsanlar Yaşadıkça” filminde, 1951-58 yılları arasında televizyonda yayımlanan “Adventures of Superman-Süpermen’in Maceraları” dizisinde Clark Kent olan George Reeves de vardı. Reeves, Zinnemann’ın filminde Çavuş Maylon Stark karakterindeydi. Reeves, Los Angeles’taki evinde ölü bulunmuştu. Başında kurşun vardı. Yönetmen Allen Coulter, 2006 yılında “Hollywoodland-Hollywood Ülkesi” filminde bu Reeves cinayeti üzerinde durmuştu. Ben Affleck, Reeves’i, Adrien Brody de özel dedektif Louis Simo’yu canlandırmıştı.

Hawaii’deki Schofield Kışlası, 1941… Askerler tüfekli yürüyüş yaparken Robert “Prew” Prewitt piyade kıyafetleriyle kışlaya geliyor. Dışarıda temizlk yapan Angelo Maggio’yla karşılaşıyor. Prew (Montgomery Clift) ve Maggio (Frank Sinatra) eskiden tanışıyorlar. Prew, Honolulu’daki Port Shafter’dan bu kışlaya gelmiş. Prew bando bölüğünde borazan çalıyormuş. Prewit, Scholfield Kışlası’nda G Bölüğü’ne katılıyor. Yüzbaşı boksör olduğunu bildiği Prew’e boks takımına katılması için zorlasa da Prew direniyor. Başçavuş Milton da, Karen’le ilk defa karşılaşıyor. Bir kıvılcım çakıyor. Karen mutsuz. Terfi etmeyi hayal eden yüzbaşı kocasının kendini başka kadınlarla aldattığını biliyor. Çocukları da yok. Askerler de içki içip bilardo oynuyorlar gazinoda. Boks takımı Prew’i kendi yanlarına çekmek için baskı kuruyor bir yandan. Talimlerle beraber Prew’in hayatı cehenneme dönüyor. Buna bölükte “muamele” diyorlar. Mezar kazıyor, mıntıka temizliği yapıyor, en ağır bulaşıkları yıkıyor vs. Onun inadını kırmaya çalışıyor boks takımı. Herkes tarafından sevilen Başçavuş Milton da uzaktan izliyor her şeyi. Prew’in en iyi dostu Maggio. Yağmurlu gecede yüzbaşının evine giden Milton, yüzbaşının baş döndüren karısıyla karşılaşıyor. Kısa pantolon giymiş Karen, başçavuşun da başını döndürüyor. Miton, ilk öpücüğü de alıyor Karen’den. Onlar öpüşürken, kamera stilize bir çekimle geriye doğru kayıyor ve pencereden dışarı çıkıyor. Prew için ilk defa çarşı iznine çıkıyor. Maggio’nun kendisine verdiği gömleği de giyiyor. Milton da kışlanın dışında. Başçavuş sivil takımlarını giyinip Karen’le buluşmaya gidiyor, ama Karen gergin. Geçmişte başka erkeklerle macerası olmasına rağmen. Prew ve Maggio, Hawaii gömlekleriyle kendilerini şehre bırakıyorlar. Sonra sadece üyelerin alındığı Yeni Kongre Kulübü’ne dalıyorlar. Başçavuş James R. “Şişko” Judson (Ernest Borgnine) piyanonun başında oturmuş coşkuyla çalıyor. Prew’in gözü Alma “Lorene”e (Donna Reed) takılıyor. Orada erkekleri mutlu eden kadınlardan biri Lorene. Prew, ona aşık mı oluyor? Maggio, kendine “Pis İtalyan” diyen Şişko Judson’la çatışıyor, ama bu çatışma filmin derinliğinde öfkeli bir şiddete dönüşüyor. Pasifik’in dalgalarına kendilerini bırakmış Milton ve Karen, sinema tarihine geçen plaj anlarını yaşatıyorlar. Karen, çarpıcı mayosuyla daha da büyülüyor. Öpüşürlerken, Karen’i kıskanmaya başlıyor Milton. Karen’in Çavuş Maylon’la ilişkiye girmesini daha çok. Sonra Karen, bebeğini nasıl ölü doğurduğunu anlatıyor Milton’a. Kocasının vurdumduymazlığı belki de onu başka erkeklerin kollarına itmiş. Herkesin bir hikâyesi var filmde. Lorene’le aşkları büyüyen Prew, askerliği sevdiğini söylüyor. Loren’e, “Bir erkek bir şeyi seviyorsa, sevgisine karşılık görmesi gerekmez” diyor. Kadınlar bu duyguyu anlamlandıramıyor. Gerçekten önemli bir bakış bu. Nöbetten kaçıp şehirde sarhoş olan Maggio, altı ay cezaya çarptırılıyor ve gittiği yer de “Şişko” Judson’ın hapishanesi. İşkenceler ve trajedi Maggio’yu bekliyor gecikmeden. Karen, Milton’ı subay olamaya zorlarken, kocasından da ayrılmayı düşünüyor. Prew ve Lorene arasında da sorunlar başlıyor sonra. Lorene, bir askerin karısı olmayı istemiyor çünkü. Maggio’nun ölümünden sonra borazan çalan Prew, sonra “Şişko” Judson’la bıçaklı kavga ediyor ve onu öldürüyor. Bu dramlar yaşanırken o an geliyor. Japonlar, Pearl Harbor’u uçaklarla bombalamaya başlıyorlar. Tarih, 7 Aralık 1941… Trajedilerin ve ayrılmaların yaşandığı filmin sonunda gemide, Karen ve Lorene’in konuşmaları insanları etkiliyor. Elbette Amerika, bu saldırının ardından savaşa girmek için bir neden yaratmış oldu. Amerika savaşa girmeseydi, savaşın sonu ne olurdu? Naziler ve İtalyan faşistleri mağlubiyete uğratılabilir miydi?

(13 Ocak 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Altmışlık Delikanlı Zor Durumda

New York’lu genç yönetmen Nicholas Jarecki’nin bizde ‘Entrika’ adıyla gösterime giren ilk uzun metrajlı filminin özgün adı ‘Arbitrage’. Dilimizde ‘arbitraj’ olarak kullanılan bu finans deyimi, para, kıymetli maden, tahvil ve hisse senedi gibi menkûl değerlerin alım satımı yoluyla farklı piyasalarda oluşan fiyat farklarından yararlanarak kazanç elde etme işlemine verilen ad.

Jarecki’nin özgün senaryosundan sinemaya aktarılan film, kurt iş adamı Robert Miller’ın zor günleri üzerine. 50’li yıllarda orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan Miller, piyasa şartlarını çok iyi değerlendirmiş ve kendi adıyla anılan dev finans şirketini zirveye taşımayı bilmiştir. 60. yaş gününü kutlamaya hazırlanmaktadır ve ekonomi dünyasında işler hiç de yolunda değildir. Konut piyasasında daha önce şahit olunmamış bir yükselişin tam ortasında patlak vermiş olan son mali kriz, büyük risk almış tüm yatırım şirketleri gibi Miller Capital’i de olumsuz etkilemiştir. Deneyimli iş adamının yatırım firması, bakır arbitrajından 412 milyon dolar içeri girmiş ancak muhasebe kayıtlarıyla oynamak suretiyle zarar şimdilik kaydıyla hasıraltı etmiştir. Bu açığı kapatmanın yolu ise şirketin hakim hisselerini büyük bir kamu bankasına satmaktan geçmektedir. İlerlemiş yaşına rağmen dinç ve dimdik görünümüyle zor günleri karşılamaya hazırdır Miller. Ancak aklını başından alan bir gönül macerası ve sonrasındaki talihsiz kaza işleri çıkmaza sokacaktır.

Jarecki’nin yaşadığı şehir New York’u eksen alan öyküsü güncel çağrışımlarıyla ilgi uyandırıyor. Piyasadaki kısıtlı para üzerine yapılan kıyasıya rekabet, ekonomide alınan büyük riskler ve patlayan balonlar üzerine ilginç bir gözlem sunuyor. Üst Batı Yakası’ndaki malikanelerinde sefa süren kendini işine ve ailesine adamış hayırsever piyasa aktörlerinin maske ardına gizlenmiş gerçek yüzleri sergileniyor.

Emektar Susan Sarandon ile Tim Roth, Fransız Laetitia Casta, 11. Filmekimi’nin ilginç filmlerinden ‘Başka Bir Dünya / Another Earth’de izlediğimiz Brit Marling gibi isimlerin yer aldığı parlak oyuncu kadrosunun esas yıldızı ise kuşkusuz Miller rolündeki Richard Gere. Deneyimli oyuncu Altın Küre adayı kompozisyonunda izlenmeyi hak ediyor.

(11 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyanın Sonu Üzerine Fantastik Bir Deneme

‘Düşler Diyarı’ ya da özgün adıyla ‘Vahşi Güneyin Canavarları (Beasts of the Southern Wild)’, 2012 yılının en dikkate değer çalışmalarından, mucizelerinden biri. Kotarılışından, gerçekçi sinemayla fantezi dünyasını ustalıkla harmanlayan anlatım biçimine, her anlamda bir mucize.

New York doğumlu yönetmen Benh Zeitlin’in bu ilk filmi, yılın başında Sundance Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde büyük ilgi görmüş, daha sonra Cannes Film Şenliği’nde ilk filmlere verilen ‘Altın Kamera’ ile ödüllendirilmişti.

Zeitlin bizleri altı yaşındaki Hushpuppy (bizde cimcime olarak çevrilmiş) ve babasının küçük bir toplulukla birlikte yaşadığı Louisiana’da Bathtub adlı yöreye götürüyor. Bölgenin dilimizde küvet anlamına gelen isminden anlaşılacağı üzere yaşamın suyla iç içe sürdüğü bir dünyadır burası. Su tüm canlılar için hayattır, elle tutulan ve hep birlikte paylaşılan balıklar başlıca besin kaynağıdır. Bathtub sakini bir avuç insan ırk, cinsiyet ayırımı gözetmeksizin doğanın kucağında bir komün hayatı yaşarlar. Ancak yaşamları tehdit altındadır. Deniz seviyesi gittikçe yükselmektedir. Çevredeki sanayi bölgesi bu nedenle yüksek setlerle koruma altına alınmıştır. Günün birinde korkulan olur. Bathtub sular altında kalır. Tuzlu su ağaç köklerini kurutur. Hayvanlar beslenemez ölür. Suyun çekilmesi ve evleriyle yaşam alanlarının kurtulabilmesı için bölge sakinlerinin sanayi bölgesini koruyan setleri havaya uçurmaktan başka çaresi kalmamıştır.

Lucy Alibar’ın ‘Juicy and Delicious’ adlı oyunundan uyarlanan ‘Düşler Diyarı’, son dönemde gerçek anlamda bağımsız sayılabilecek sayılı çabalardan biri. 2006’dan beri New Orleans’da yaşayan ve bölgenin tutkunu olan Zeitlin, Güney Louisiana’daki bataklık bölgelerindeki hayatla ilgili izlenimlerinden yola çıkmış. New Orleans vahşi doğanın göbeğinde, her an felâket korkusuyla yaşanan bir yer. Hatırlanacağı üzere son dönemin en büyük afeti Katrina kasırgasından en fazla etkilenen bölge olmuştu.

Zeitlin’in filminde yörenin yerlileri çalışmış. Film neredeyse imece usulü çekilmiş. Katrina afetini bizzat yaşamış başrollerdeki baba kızı canlandıran ve daha önce deneyimi olmamış Dwight Henry ve küçük Quvenzhané Wallis’in bu ilk oyunculuk denemeleri. Film bu açıdan bir belgesel, bir cinema verite (gerçekçi sinema) üslûbuyla yola çıkıyor. Bölge yerlilerinin yaşam kavgası politik bir mücadeleye dönüşüyor. Dünyası yok olan Hushpuppy cephesinde ise şaşkınlık hakim. Küçük kız buna anlam veremiyor. Yaşanan kâbusun bir nedeni olsa gerek. İşte film bu noktada küçük kızın dünyanın sonu üzerine düşlerinden beslenen fantastik bir masala dönüşüyor. Ve Zeitlin’in gerçekçi politik öğelerle fantastik unsurları ustaca harmanlanması filmi unutulmaz kılıyor. ‘Düşler Diyarı’ küresel iklim değişikliğinin dünyamızı tehdit ettiği gerçeğinden beslenen şiirsel bir fantezi. Kaçırılmaması gereken filmlerden.

Not: Yeni aldığımız habere göre ‘Düşler Diyarı’ En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu (minik Hushpuppy) ve Uyarlama Senaryo gibi 4 önemli dalda Oscar’a aday gösterilmiş. Akademi üyelerinin bağımsız sinemaya verdiği desteği kutluyoruz.

(11 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kanunsuzluğun Kanun Olduğu Yıllar

Western türünü yenileyen ‘Kanlı Teklif / The Proposition’ filmiyle hayranlığımızı kazanan Avustralyalı yönetmen John Hillcoat’un 2012 Cannes Film Şenliği yarışmalı bölümünde yer almış son filmi ‘Kanunsuzlar / Lawless’, türün ilgiye değer bir yeni örneği.

Hillcoat’un 2005 yapımı ‘Kanlı Teklif’i İngiliz yönetimi altındaki 19.yüzyıl sonları Avustralya’sının çorak ve zalim topraklarında geçen şiddet yüklü bir tragedyadır. Kendisi gibi Avustralyalı olan çok yönlü sanatçı (rock müzisyeni, besteci, roman yazarı, oyuncu) Nick Cave’in George Borrow alıntılı şiirsel senaryosu, Fransız Benoit Delhomme’un mükemmel görüntü çalışmasıyla yakın yılların en iyi western çalışmalarından birisidir.

Hillcoat son filminde yine aynı ekiple çalışmış. Cave’in senaryosu bu kez gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Mekân bu defa ABD toprakları. 1931 yılındayız ve içki yasağı yasası çıkalı on yılı geçmiş olduğu halde, yasa ABD’nin birçok bölgesinde işlememektedir. Öykümüzün geçtiği Virginia’nın Franklin kasabasında istisnasız herkes kaçak içki işindedir. Yörenin en ‘ıslak’ kasabası olarak anılan Franklin’de hemen her şeyden kaçak viski yapılır. Turp, balkabağı, böğürtlen, mısır unu hatta kına kına ağacının bitkisinden bile. Tepelerde yanan kazanlarda viskinin her çeşidi imâl edilir ve bunlar kamyon sevkiyatıyla Chicago’ya ve yakın şehir merkezlerine gönderilir. Şehirlerde ise adı efsaneye çıkmış Al Capone, Tommy Maloy ya da çılgın köpek Floyd Banner gibi gangsterlerce dağıtımı yapılır. Yasa uygulayıcısı kanun adamları da işin içindedir. Avantalarını alır görmezden gelirler, gangster takımı kendi yasalarını uygular. Kısacası kanunsuzluğun kanun olduğu yıllardır bunlar.

Franklin kasabasında da işler bu minval üzerinde yürümektedir. Ta ki eyalet baş savcı yardımcısı Charlie Rakes kasabadaki kaçak viski imalâtından savcılık haracı isteyinceye kadar. Şerifin ‘birşeylerin düzgün gitmesi için çarkı yağlamak gerekir’ şeklindeki uyarısı doğrultusunda kasabalılar bu isteğe çaresiz boyun eğer. Aile geleneğini sürdüren kasabanın eskilerinden Bondurant kardeşler dışında. Onlar kimseye boyun eğmezler. Onları kimsenin, hiçbir şeyin öldüremeyeceğine dair türemiş anlı şanlı efsaneleri vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda en büyük kardeş Howard’ın taburu denize uçup yokolurken bir tek o sağ kurtulmuştur. Aynı yıl İspanyol gribi tüm kasabayı vurduğunda, hastalığın bulaştığı ortanca kardeş Forrest’e hiçbir şey olmamıştır. Bizim Keşanlı Ali’ninkine benzer bu efsaneye kasaba halkı denli kendileri de inanmışlardır. Otoriteye karşı duruşları da bundandır. Bundan sonrası ise Bondurant kardeşlerin kanunsuz kanun adamlarıyla mücadelesi üzerinden gelişecektir. John Hillcoat’un son filmi, zaman mekân birliği kuralına uygun önceki tragedyası ‘Kanlı Teklif’ ayarında olmasa da ilgiyle izlenen bir çalışma. Değişmez görüntü yönetmeni Delhomme bu kez Virginia kırsalından olağanüstü görüntüler yakalamış. ‘Kanlı Teklif’in vicdan sahibi haydudu Guy Pearce ise bu defa, dağ çocuklarına haddini bildirmeye kararlı sadist savcı yardımcısında döktürüyor.

(11 Ocak 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com