Kategori arşivi: Genel

Ahmet Orhan Ünser

1946 Samsun doğumluyum. Beyazperdede gördüğümü hatırladığım ilk filmler Faruk Kenç’in Hürriyet Şarkısı ve Kendini Kurtaran Şehir (Şanlı Maraş) ve de İntikam Kılıcı (Stewart Granger, Mel Ferrer) ile Ivanhoe’dur (Kara Şövalye – Elizabeth Taylor, Robert Taylor). Sonrası -bir ara sırf isim olarak çetelesini tuttuğum- yüzlerce film, ilk ve orta okul, lise ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. O zamanlar filmlerin tanıtımı için fotoğraflı fotoğrafsız el ilânları dağıtılırdı, onları biriktirme merakı. Belgelerle dolu eski tip iki portakal sandığı, taşınmalar nedeni ile bir yerlerde yitti gitti.

Önce tesadüfen ele geçen, sonra peşine düşülen sinema dergileri ve bir yerlerde sinemanın yalnızca perdede görülen (izlenen) serüvenler ve de aşklar olmadığını farkediş. Sinemayı sırf seyretmeyip, belge, bilgi toplama. Çok sonraları, biraz da geç kalarak yazım denemeleri, sinema araştırmaları. İstanbul’a geldikten sonra ilk konuşmamızda Sn. Dorsay’ın “Senaryo mu getirdiniz?” sorusuna olumsuz cevap veriş; çünkü o zaman çoktan bırakmıştım senaryo tasarlamayı ve hiçbirini tamamen bitiremedim.

İlk kez Cumhuriyet Gazetesi’nde Fosforlu Cevriye’ler hakkında bir yazım çıkmıştı, bence önemi, bir hafta sonra Sn. Metin Erksan’ın aynı gazetede bir cevap yazısı çıkmış olması. Sonraları Antrakt, Sinema Gazetesi, Klaket, Yeni Sinema, Geceyarısı Sineması dergilerinde yazılarım çıktı. Edebiyat yapıtlarının sinema uyarlamalarını derlediğim Kelimelerden Görüntüye (Es Yayınları – 2004) isimli bir kitabım var.

Yazılar dergilerde ve http://294.d5e.myftpupload.com’da devam ediyor, araya -yeni- kitaplarda girecek, yani film devam ediyor.

NOT: Sevgili Ahmet Orhan Ünser’i 26 Şubat 2015 tarihinde kaybettik. Merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar diliyoruz. Sevgili Orhan, seni hiç unutmayacağız.

Emine Gülay Oktar Ural

5 Temmuz 1973 İstanbul doğumlu. Saint – Michel Fransız Lisesi’nde tamamladığı orta ve lise öğreniminin ardından, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo – Televizyon Bölümü’nü bitirdi. 1994 yılında sözleşmeli olarak girdiği TRT İstanbul Radyosu’nda, 1999 yılı Mart ayından beri prodüktör olarak görev yapmakta. 1999 yılında hazırladığı Yılbaşı Özel Programı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2000 Yılı Radyo Ödülü’ne lâyık görüldü. Öykü ve radyo oyunları yazıyor. 10 çocuk öyküsünden oluşan Harçlık adlı dosyası 2004 yılının Ekim ayında Bu Yayınları tarafından basıldı. Aynı tarihlerde Fransızcadan çevirdiği, Pierre Corneille’in Le Cid adlı beş perdelik manzum trajedisi Devlet Tiyatroları repertuarına alındı. Yine Fransızcadan çevirdiği Jean – Jacques Rouch’un Yzarn’ın Gözleri adlı romanı basım aşamasında. TRT İstanbul Radyosu’nda Ocak ayından beri Beyazperdedeki Düş adlı bir sinema programı hazırlamakta.

Sadi Çilingir

Sadi Çilingir, nüfus kaydına göre 10 Kasım 1950’de, atalarının dediğine göre ise kış doksanında, yani kışın tam ortasında doğmuştur. Bu tarih eski takvime göre Kasım 90’a, yeni takvime göre 5 Şubat’a tekabül eder. O zamanlar çocuk milleti dünyaya teşrif ettiğinde ha deyince nüfusa kaydettirilemediğinden nüfus kaydı 9 ay kadar rötar yapıp doğum tarihi 10 Kasım gibi üzücü bir güne denk gelmiştir. Sadi Bey üzücü günde iyiki doğdum kutlaması yapamayacağından doğum günü olarak 5 Şubat’ı kabul eder.

Sinema salonunda ilk görüntüler olarak siyah – beyaz Kendi Kendine Küçülen Adam’ı hatırlayan Sadi Çilingir, Edirne’nin Uzunköprü ilçesinde doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle ilkokulu İstanbul – Paşabahçe’de, ortaokulu Urfa’da, Ticaret Lisesi’ni Kırklareli’de bitirdi. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni İstanbul’da bitiremedi; ikinci sınıftan ayrıldı. Türkiye Elektrik Kurumu’nda 25 yıl Marmara Bölgesi’nde Kamulaştırma Teknisyeni, Harita Teknisyeni ve Kamulaştırma Şefliği yaptıktan sonra 1995 yılında emekli oldu. Bölgedeki birçok yüksek gerilim enerji nakil hattının ve trafo merkezinin tapu ve kadastro işlemlerinde imzası vardır.

Ticari sinemalarda başlattığı sinema eğitimini, 1969 yılında Sinematek Derneği’ne üye olarak resmileştirdi ve bilinçli bir sinemasever olarak başarıyla 1989 yılına kadar bilgi dağarcığını geliştirdi. Ne zaman ki 1989 yılı Eylül ayı geldi Sinema Gazetesi yayın hayatına atıldı ve 7. sayısında okurlarına sinema hakkında aklınıza ne gelirse yazın, sayfalarımızda yer verelim diye çağrı yapınca Sadi Bey yazdı. O gün bugündür, hâlâ herhangi bir maddi kazanç beklemeden sinema konusunda yazıyor. Aralık 1999’da yazdıkları semeresini verdi ve Pinema Filmcilik tarafından yayınlanan aylık Cinemascope Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğine getirildi. İki yıl ve 12 sayı sonra yayını duran dergi, http://www.gecce.com adlı internet sitesine sinema köşesi olarak taşındı.

Sadi Çilingir Antrakt Aylık Sinema Dergisi’nin muhtelif sayılarında ülkemizin çeşitli yörelerindeki sinemaların geçmişleriyle ilgili yazılar yayınladı. Bu Hafta, Ekotimes, Metropol, Cosmolife ve Sole gibi dergilerde sinema sayfaları hazırladı. Sonsuz Kare dergisinde, Antalya Festivali Kitabı’nda yazıları yayınlandı. Sadi Çilingir’in Sinema Gazetesi’nde yayınlanan yazılarından seçmeleri Haziran 1996’da Leya Yayıncılık 132 sayfalık Varsa Yoksa Sinemalar adlı bir kitapta topladı.

Günümüzde Şamdan Plus Dergisi’nde her hafta film tanıtım yazıları hazırlıyor. 2002 – 2007 yılları arasında Avşar Film’de Basın Koordinatörlüğü yaptı. 35 Milim Filmcilik, Best Line Pictures, Horizon International, Pinema Film, UNP Filmcilik ve Duka Film basın tanıtımları ile de ilgilendi. Halen TMC Film’in basın tanıtımları ile ilgileniyor. Sadi Çilingir ayrıca https://sadibey.com adlı internet sitesini Haziran 2005’de faaliyete geçirerek şahsi internet sitesi açan ilk SİYAD üyesi sinema yazarı ünvanına da sahip oldu.

*****

Kısa Film Festivali Jüri Üyelikleri

Sadi Çilingir, 06 – 10 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen 3. Yıldız Kısa Film Festivali; 2006 yılında düzenlenen 6. Apple Ican ’06 Digital Kısa Film Yarışması; 03 – 08 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlenen 10. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali; 05 – 08 Aralık 2011 tarihleri arasında düzenlenen 6. JCI İstanbul Crossroads Uluslararası Kısa Film Festivali; 21 – 24 Haziran 2012 tarihleri arasında düzenlenen Ayvalık Uluslararası Kısa Film Festivali ve 22 – 24 Aralık 2016 tarihleri arasında düzenlenen 11. JCI İstanbul Crossroads Uluslararası Kısa Film Festivali’nde jüri üyeliği yaptı.

Uzun Metraj Film Festivali SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Jürisi Üyelikleri

12 – 22 Mart 2009 tarihleri arasında düzenlenen 20. Ankara Uluslararası Film Festivali; 09 – 16 Kasım 2012 tarihleri arasında düzenlenen 3. Malatya Uluslararası Film Festivali; 08 – 13 Mayıs 2018 tarihleri arasında düzenlenen 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali ve 10 – 18 Ekim 2014 tarihleri arasında düzenlenen 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde SİYAD jürisi üyeliği yaptı.

Danışma / Seçiçi Kurul Üyelikleri

20 – 26 Kasım 2015 tarihleri arasında düzenlenen Edirne Uluslararası Film Festivali’nde Danışma Kurulu’nda; 23 Nisan – 05 Haziran 2016 tarihleri arasında düzenlenen 14. Uluslararası Çevre Kısa Film Festivali ve 24 Nisan – 31 Mayıs 2017 tarihleri arasında düzenlenen 15. Uluslararası Çevre Kısa Film Festivali Seçici Kurulu’nda yer aldı.

Aldığı Ödüller

01 – 11 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlenen Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nden; 01 – 05 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlenen 15. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nden; 21 – 27 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlenen 5. Malatya Uluslararası Film Festivali’nden Emek Ödülü; 08 Nisan 2011 tarihinde düzenlenen Burç Koleji 8. İletişim Ödülleri’nden En Beğenilen Sinema Yazarı Ödülü; 12 – 16 Mayıs 2017 tarihleri arasında düzenlenen 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali’nden Hizmet Ödülü; 08 – 13 Mayıs 2018 tarihleri arasında düzenlenen 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nden Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü ve 15 – 18 Aralık 2022 tarihleri arasında düzenlenen 2. Sultanbeyli Uluslararası Kısa Film Yarışması’ndan Kısa Filme Destek Ödülü aldı.

Ey gönül bir derde düş kim, anda dermân gizlidir

Ey gönül bir derde düş kim, anda dermân gizlidir
Gel eriş bir katreye, kim onda ummân gizlidir

Terkedip nâm-u nişânı giy melâmet hırkasın
Bu melâmet hırkasında nice sultan gizlidir

Tut Hakk-ı bilmek istersen ehl-i irşâd eteğin
Niceler bilmediler kim böyle erkân gizlidir

Değme bir horû hâkire hor deyu kılma nâzar
Kalbinin bir köşesinde arş-ı Rahmân gizlidir

Bu cihân derviş nâm oldu nihân ender nihân
Sen hicâp altında kaldın sanma sultân gizlidir

Babamın Bavulu

Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.

“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın.”

Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.

Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.

Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kâğıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.

Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valéry’yi Türkçeye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası dedem- zengin bir işadamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.

Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.

Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kâğıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği âlemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.

Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris’e gitmiş, otel odalarında -başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.

Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve âlemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.

Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.

Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek 1500 kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. 22 yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün âlemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum.

İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde ‘eksik’ bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.

Âlemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu bu ‘merkezde olmama’ duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissederdim. 25 yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.

Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime ‘mutluluk nedir?’ diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?

Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım.

Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım.

Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.

Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir âlem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.

Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışavurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batıdışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.

Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir âlem oldu.

Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir âleme ulaşırız. Babam da böyle bir âleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan âlem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir âlem vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni âlemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir âlem keşfetmişizdir.

Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, 33 yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu âlem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.

Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.

Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.

Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne ka dar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.

Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim du ygusu, anladınız… Bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.

Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından 23 yıl önce, 22 yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekâsına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.

Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona ‘Bir gün paşa olacaksın!’ diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.

Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.

İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.

Filin ölümü…

ANKARA Hayvanat Bahçesi’nin yaşlı fili Şirin öldü.
Ankara’ya geldiğim sene, ilk tanıştığım simalardan birisiydi o. Sadece benim değil, kente gelen her üniversite öğrencisi, bir koşu önce onu tanımış olmalı. Çünkü kente gelen her gencin doğru hayvanat bahçesine koşması, Ankara’ya geldiği daha iyi belli olsun diyeydi.
Şirin işte oradaydı.
Kalın borularla çevrili bir alanın ortasında öyle duruyordu.
Boru çitlerin içinde ayırıcı bir derin hendek, hendeğin de ötesinde, basıp geçmeye kalkarsa ayaklarına batsın diye üzerine sivri çiviler konulmuş bir beton kuşak vardı.
Ankara’da her evin albümünde çocuklar ile Şirin’in fotoğrafı vardır.
*
Onu Afrika’dan getirmişlerdi.
Yıllar boyu orada bir burnunu gökyüzüne kaldırıp bağırarak başka fillere haber göndğerdi, sonra yanıt var mı diye havayı dinledi.
Yanıt hiçbir zaman gelmedi.
Tam 34 yıl betonun üzerinde öyle bekledi.
Muhtemelen “Gelen yoksa, ben gideyim bari” diye niyetlenip adımını attığında, betona gömülmüş kalın çiviler ayağına battı, geri çekildi.
“Esaret” dediğimiz şeydir bu.
Kim onu ormanda yakaladı, annesinden – ailesinden – yurdundan ayırıp getirdi bilemeyiz.
Ne hakla?..
Niçin?..

Çocuklar fili görüp tanısınlar diye mi?..
İyi ama “esaretin” ne kadar acı olduğunu anlatan oldu mu, olmadı mı çocuklara?..
*
Bu hayvanat bahçeleri aslında insanoğlunun acımasızlığını ve merhametsizliğini anlatır bize.
Şirin genelde yüzü güneye dönük dururdu.
Afrika o yanda.
Onun ne kadar akıllı ve zeki olduğunu herkes biliyordu. Ama ne kadar acı çektiğini, ne kadar yurdunu özlediğini, ne kadar ağladığını hiçbirimiz bilemeyiz.
Bu hayvanat bahçeleri, yeni çıkan Hayvan Hakları Yasası’na aykırıdır. Ama daha çok canlılara saygı duyan insanların aklına aykırı olmalı.
Şirin’i bir tarlaya gömdüler.
Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada, ölüm nedeni “yaşlılık” olarak açıklandı.
Çocuklar gittiğinde, Şirin artık orada olmayacak.

Arada kalanlar…

BİZİM kuşaklar arada kaldılar.
Bizler “bilgisayarlar” ile “daktilolar” arasında kaldık.
“Tel dolaplar” ile “buzdolapları” arasındaki kuşağız biz.
“Nihansın dideden” ile “Love story” arasındaydık.
Vitrindeki “Renkli ti-vi” ile evdeki “siyah-beyaz” arasında ne kadar gidip geldik, bilemezsiniz.
“Hamburger” ile “köfte” arasındaki kuşaktır bizim kuşak.
*
“Mahalle bakkalı” ile “süpermarketlerin” arasında… “Veresiye defterleri” ile “kredi kartları”nın tam ortasındaydık.
“Milliyetçilik” ile “yabancı sermaye” arasında bir yerde…
“G-string” ile “dantel don” arasında…
“Yerli malı” ile “marka” arasında…
“Aşk” ile “flört” arasında…
“Ucu parfümlü mektuplar” ile “e-mail’ler” arasında…
“Alın teri” ile “kolay para” arasında…
“Meyhane” ile “Reina” arasında kaldık…
*
Arada kalan kuşağız biz.
“Tel çember” ile “ateş eden pilli robot” oyuncaklarının arasında kala kala büyüdük.
“Arnavut taşı” ile “asfalt” sokakların kesiştiği köşeydi yerimiz.
İşte bakın;
“Cumhuriyet” ile “demokrasi” arasında sıkıştık, birisine koşsak öbürünü yitiriyoruz.
“Namus” ile “para” arasındayız.
Hangisi?..
“Havuç maskesi” ile “botoks” arasında…
“Berber Mahmut” ile “Erkek kuaförü Lemi” arasında kalmaktı bizimkisi.
*
Yine şaşkınız bu günlerde.
El öpülen, şeker ikram edilen ziyaretler mi, yoksa Antalya’ya gitmek mi bayram?..
Aradayız yine dostlar.
Böyle günler gelip çattığında benim canım sıkılır.
Uçuk aklım eski ile yeni arasında sıkışıp kalır.
Tek ayağımın üzerinde zıplaya zıplaya dönerim.
Sonunda…
Gülmek ile ağlamak arasında…
Bükerim boynumu.
Bir yanımda sevinç, bir yanımda hüzün…

Paspas…

TAM üç yıl önce onu bırakıp gitmiştik.
Devamlı arka kapının önündeki paspasın üzerinde yattığı için Andree adını “Paspas” koymuştu.
Ankara’daki zor yıllar nedeniyle Cunda’ya uzun zaman gelemedik.
Aradan üç yıl geçti…
Birkaç gün önce günün ilk ışıklarıyla etrafıma baktım, her şey değişmiş Cunda’da.
Ağaçlar büyümüş, yaptığım boyalar dökülmüş, duvarın üzerinde unuttuğum makası deniz havası çürütmüş…
O sene artık hasta olan Pako’nun son su tasını rüzgâr uçurmuş, kuru otların arasında paslı paslı…
Ben değişmişim, artık daha çabuk ağlıyorum.
*
Bir tek şey tıpkı bıraktığımız gibi:
Paspas orada, paspasın üzerinde oturuyor.
Sevincinden kalkıp kendi ekseninde dönüyor, kuyruğunu sallıyor, sesler çıkartıyor, acele yine paspasın üzerine oturuyor.
Yaşlanmış sanki…
Gözleri solgun, zayıf.
Hasta olduğu belli.
Üzerine oturduğu paspas yer yer yırtılmış.
Uzun görkemli tüyleri keçeleşmiş, artık o genç ve canlı kedi değil.
*
Üç yıl…

Belli ki her sene yazlıkçılar Cunda’ya gelmeye başladığında Paspas yerinden kalkmadan bizi bekledi.
Sonra herkes gittiğinde, sonbahar yağmurları başladığında ve arkasından Cunda’nın soğuk poyrazlı kışları geldiğinde, Paspas küsmeden, bıkmadan beklemeyi sürdürdü.
Bizim Hayrettin’in arada bir uğrayıp bıraktığı, Andree’nin tüm çevredeki kediler için gönderdiği kuru mamalardan belki biraz olsun karnını doyurdu.
Paspasın üzerini terk etmedi…
*
Söyler misiniz; kaçımız üç yıl bir kapının arkasında sevdiklerimizi bekleriz?..
Kaçımızda bu sadakat var?..
Kaçımız böyle aç kalıp, hastalanıp, soğuk ve karanlık poyrazlara direnip, üç sene randevu yerini terk etmeyiz?..
Kaçımızda bu vefa?..
Yüreklerimizdeki paspasların üzerine kıvrılıp, gelmeyenlerimizi beklemeye bizler ne kadar dayanabiliriz?..
Başını okşadım Paspas’ın…
Kıvrıldım anılarımdaki paspasların üzerine…

Denizlerin Dalgasıyım

Sevinmesin ey zalımlar öldüğüme benim
Yiğit ölmez kolay kolay, ben ölmedimki
Bakmayın suskunluğuma, bakmayın durgunluğuma
Bedel verdim her kavgada, yenilmedimki
Denizlerin dalgasıyım, ben halkımın kavgasıyım
Yarınların sevdasıyım, yenilmedimki
Gelir günler gelir elbet, gör o zaman beni
Bana neyler zalım felek, ben ölmedimki
Esirgemem sözümü ben, çıkıp gelsede ölüm
Geri götüremez adımlarımı
Ve yıldıramaz beni hiçbirşey gülüm
Ne dikenler bıraktım ardımda, ne dikenler
Ki uçları hâlâ kanıyor ayaklarımda
Oysa karanfiller ekmiştim yollara
Aşk ile mızrap vurup sevdalı sazıma
Kavgamı türkülemiştim yarın bakışlı çocuklara
Ve semahlar dönmüştüm turnalar gibi
Pir aşkına, hak aşkına, halk aşkına
Kim söyleyebilir öldüğümü kim
Siz türkü gibi dağılırken dağ yollarına
Ve toprak gibi yeşerirken memleketim
Kim söyleyebilir solduğumu kim, ben ölmedimki
Denizlerin dalgasıyım, ben halkımın kavgasıyım
Yarınların sevdasıyım, yenilmedimki

Gafil Gezme Şaşkın Bir Gün Ölürsün

Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün
Yalan dünya senin olsa ne fayda
Akibet alırlar tatlı canın
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda

Söylersin de söz içinde şaşmazsın
Helâli haramı yersin seçmezsin
Nasibin kesilir de sular içmezsin
Akar çaylar senin olsa ne fayda

Söylersin de el içinde sözün var
Yeler çalışırsın oğlun kızın var
Bu dünyada üç beş arşın bezin var
Bedestenler senin olsa ne fayda

Bir gün alır götürürler evinden
Hakk’ın kelâmını koyma dilinden
Kurtulaman Ezrail’in elinden
Dünya dolu malın olsa ne fayda

Pir Sultan Abdal’ım çıktık oturduk
Kaza lokmasını burda yetirdik
Dünya bizim diye çektik getirdik
Yalan dünya bizim olsa ne fayda

Bin Cefalar Etsen Almam Üstüme

Bin cefalar etsen almam üstüme
Gayet şirin geldi dillerin dostum
Varıp yad ellere meyil verirsen
Kış ola bağlana yolların dostum

İlâhi onmaya yardan ayıran
Bahçede bülbüller ötüyor uyan
Kula gölge olsa Allah’a ayan
Senden ayrılalı gülmedim dostum

Pir Sultan Abdal’ım gülüm dermişler
Bu şirin canıma nasıl kıymışlar
İster isem dünya malı vermişler
Sensiz dünya malı neyleyim dostum

Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Koyun beni hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Benim pirim gayet ulu kişidir
Yediler ulusu, kırklar eşidir
Oniki imamın server başıdır
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Kadılar, Müftüler fetva yazarsa
İşte kemend, işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Ulu mahşer günü olur divan kurulur
Suçlu, suçsuz gelir anda derilir
Piri olmayanlar anda bilinir
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
O da bizim ulumuzdur pirimiz
Hakka teslim olsun garip canımız
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Aldanma Cahilin Kuru Lâfına

Aldanma cahilin kuru lâfına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır

Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
Gül dikende biter diken gül olmaz
Diz diz eden her sineğin bal’olmaz
Peteksiz arının balı yalandır

İnsan bir deryadır ilimle mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Cahilden iyilik beklenmez ahir
İşleği ameli hâli yalandır

Cahil okur amma alim olamaz
Kâmillik ilmini herkes bilemez
Veysel bu sözlerin halka yaramaz
Sonra sana derler deli yalandır

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır

Dileğin varsa iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hak’kın hazinesi gizli kara toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır

Bütün kusurlarımı toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı tuzluyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır

Dostlar Beni Hatırlasın

Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın

Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın

Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selâm olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın

Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın

Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murad yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın

Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın