Pek sevgili sinemaseverler; filmi izleyeceğiniz varsa, yazıya hiç bulaşmayın çünkü filmle ilgili pek çok kritik noktayı ifşa edeceğim.
Taken 2 o kadar heyecanla beklediğim bir filmdi ki, meraktan uykularım kaçıyordu. Elbette bunun en büyük sebebi filmin İstanbul’da geçiyor olması, ilk filmin güçlü referansı, oyuncu demeye dilimin varmadığı adeta her rolünü yaşayarak oynayan şahane insan Leam Neeson… Ama yok, bu filmde beklediğim hiçbir şey yok… Yok, demek ki ne Türkler, ne Fransızlar yapınca olmuyor, İstanbul’a bir Hollywood eli değmesi lâzım. Christopher Nolan ayarında bir yönetmenin gelip film çekmesi lâzım bu şehirde… Bu şehrin hakkı ancak öyle verilir.
Lâfı hiç uzatmadan söyleyeyim, sinema salonundan gerçekten büyük bir moral ve sinir bozukluğu ile çıktım. Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilmiyorum. Bir filmde her şey bu kadar mı olmamış olur… Liam Nesson gibi bir oyuncu ve İstanbul gibi bir şehir nasıl harcanır merak ediyorsanız buyurun izleyin.
Yahu bu nasıl bir İstanbul, Allah aşkına, her dakika gözümüze gözümüze sokulan Türk bayrakları olmasa bu şehrin İstanbul olduğuna kim inanır. Tamam siz Avrupalı ve Amerikalıların oryantalist manyağı olduğunu biliyoruz ama o kadar da değil ya. O taksiler, o dolmuşlar, o polis arabaları hangi yıldan kalma? İstanbul’daki polislerin altında Mini Cooper falan var artık. İstanbul yalnızca Kapalıçarşı ve Eminönü’nden mi ibaret?
Ayrıca o itici final sahnesi de neyin nesidir? Oh be dünya varmış, o iğrenç İstanbul’dan kurtulduk, modern insanlarla dolu, güneşli memleketimizde milkshake’lerimiz yudumlayalım. İstanbul’da çaydan başka içecek yok zaten. Biz ne bilelim milkshake nedir? Biz zavallı bir üçüncü dünya ülkesiyiz zaten.
Bir tek finaldeki hamam sahnesini beğenmiştim ama Bryan ve Murad arasındaki son diyalog beni yeniden çıldırttı. Yine de kendimi tutup filmin sonunu söylemeyeceğim ama o kadar çok alt metin var ki o son diyalogta… Çok afedersiniz Amerika’da bu filmi izleyen bir sürü dünyadan haberi olmayan insan… Ne düşünmesin?
(10 Ekim 2012)
Gizem Ertürk