‘Chuck’ın Hayatı / The Life of Chuck’ Stephen King’in bir kısa hikâyesinden sinemaya uyarlanmış. Korku ve gerilim öyküleri üstadı ve de aynı türde filmleri ile tanınan yönetmen Mike Flanagan adları sizleri yanıltmasın, bu bir korku hikâyesi değil. Film, King’in ‘Yanımda Kal / Stand By Me’, ‘Esaretin Bedeli / The Shawshank Redemption’ ya da ‘Yeşil Yol / The Green Mile’ gibi beyazperdeye de aktarılan romanlarının dramatik evrenine çok daha yakın bir varoluş öyküsü üzerinden ilerliyor.
Flanagan kısa hikâyenin sondan başa gelişen yapısını korumuş. Hikâye ‘Teşekkürler Chuck’ başlıklı üçüncü ve son perde ile açılıyor. Chuck ile bu bölümde, kentin tüm caddelerine yer alan ışıklı ışıksız panolar, televizyon ve sosyal medyanın reklam kuşaklarını kuşatan posterler vasıtasıyla tanışıyoruz. Genç adam 39. yaşını kutlarken ona duyulan minnetin bir ifadesidir ekranlara yansıyan. Öte yandan sadece ABD değil tüm gezegen, kıyamet öncesi bir felâketler yumağının içindedir. Kuzey Kaliforniya’daki 9.1 şiddetindeki deprem bölgenin % 80’lik kısmını oturulamayacak hale getirmiştir. Anayolda oluşan koca bir obrukla trafik tıkanmıştır. Yangınlar, seller, kıtlık çivisi çıkmış dünyanın sonunu haberlemektedir sanki.

Orta öğretimde görevli Marty Anderson (Chiwetel Ejiofor) durmuş trafikte ilk kez reklam panosunda gördüğü Chuck’ın kimliğini sorgularken, geçmişe dönen son bölümde onun küçük Chuck ile ilişkisini hakkında bilgi sahibi oluruz. Siyahi öğretmen ayrıldığı ama görüşmeyi sürdürdüğü eski eşi hemşire Felicia Gordon (Karen Gillan) ile buluştuğunda ondan intihar vakalarının hızla arttığını öğrenir. Yasın son evresinde insanların beklemekten başka çaresinin kalmadığı bir zifiri karanlıkta Kozmos son nefesini mi vermektedir?

Ekolojik ihanetin evrenin sonunu işaret ettiğine dair bir karanlık distopya ile açılan yapım, ‘Yaşasın Sokak Çalgıcıları’ adlı ikinci bölümde aydınlık ve güler yüzlü bir dünyaya taşır bizleri. Güngörmüş Marty’nin deyimiyle ‘Kıyametin Oz Büyücüsü’ gibi her panoda ışıldayan 30’lu yaşlarının sonlarındaki Charles ‘Chuck’ Krantz (Tom Hiddleston) ile kanlı canlı bu epizodda buluşuruz. Muhasebecilik zırhını kuşanmış bir halde ‘21. Yüzyılda Bankacılık Konferansı’ndan yeni çıkmıştır. Hayatı bir zamanlar düşündüğünden çok daha dardır ama O buna uyum sağlamış gibi durmaktadır. Yine de günlük şovu için ısınma yapan sokak müzisyeni Taylor’ın (The Pocket Queen) önünde duraklamadan edemez. Ve sonrasında kravatını gevşetip müziğin ritmine uyarak antolojilere geçecek dansını yapmaya başlar. Geçimini sağlayabilmek için meydanın ortasına çökmüş yetenekli müzisyen davuluyla onun tutkulu beden hareketlerine katılırken, sevgilisinin bir telefon mesajıyla terkettiği genç Janice Halliday (Annalise Basso) kavalyesi olarak Chuck’a eşlik eder. Çılgın ikili ‘Tanrı’nın dünyayı bunun için yarattığını’ duyumsayarak davulun ritmine uygun dansı sürdürürler. Tüm neşesine karşın Janice kaygılıdır yine de. Herşey ziyan olmaktadır, ‘belki biz de ziyan oluyoruzdur’ diye düşünmekten kendini alamaz.

Hikâyenin finali ama krolonojik olarak birinci perdesi ‘İçimde Yığınları Saklıyorum’ başlığını taşır. Walt Whitman’ın bir şiirinden alınmıştır dizeler. Chuck’ın 7 yaşına döneriz. Keyifli bir aile yaşantısı süren küçük çocuk annesi ile babasını, bir de henüz doğmamış küçük kardeşini meşum bir trafik kazasında kaybettiğinde evin neşesi de uçar gider. Bundan böyle birlikte yaşayacağı dedesi kendisini sayılara ve alkole vururken, babaannesi dünyayı artık gri, sessiz ve lezzetsiz buluyordur. Chuck 10 yaşına girdiğinde (bu yaşını yetenekli çocuk oyuncu Benjamin Pajak canlandırıyor) bazı lezzetler geri dönmeye başlar. Büyükanne yeniden yemek yapmaya başlarken torununu dansa teşvik eder, birlikte izledikleri ‘West Side Story’, ‘All That Jazz’ ya da ‘Cover Girl’ misali klasik Amerikan müzikalleriyle yaşama geri dönerler. Ancak dedenin, 1800’lü yılların sonuna doğru inşa edilmiş, ailenin 70’li yılların başından beri ikamet ettiği Viktoryen evin çatı katındaki kubbeli odaya giriş yasağı sürmektedir hâlâ. Krolonojik açıdan sondan başlayıp başa doğru ilerleyen filmi spoiler vermemeye çalışarak incelemek kolay olmuyor. İçinde yığınlar biriktirerek büyüyen Chuck’ın akıbetini ve sırrına ereceği kubbeli odada neler yaşandığının hikâyesi ise dilerseniz izleyecek olanlara kalsın.

Kurguyu da üstlenmiş olan Flanagan her üç bölümde de önceki filmlerini aşan bir yönetmenlik çabası ortaya koymuş. Daha çok televizyon dizileriyle bilinen Eben Bolter bölümler arasındaki kontrastın altını çizen usta işi sinematografisiyle göz dolduruyor. Nick Offerman’ın dış sesiyle detaylarına vakıf olduğumuz bu kısa ama etkileyici yaşam serüveninde rol alan ensemble farklı yaşlardaki Chuck’ı canlandıran genç oyuncular dahil iyi seçilmiş ve yönetilmiş. Afişlerde tek başına yer alan olan İngiliz sinemasının klas oyuncularından Hiddleston’u filmin bütününde izleyememek benim gibi sevenlerini biraz hayal kırıklığına uğratıyor gerçi ama ekibin kalanı onun boşluğunu aratmıyor. İlk bölümde ünlü siyahi aktör Ejiofol öne çıkarken final bölümünün dedesi Albie Krantz’da yaklaşık 50 yıl öncesinin ‘Yıldız Savaşları / Star Wars’ından anılarımıza yerleşmiş olan gencecik Luke Skywalker ‘Mark Hamill’i iyice yaşlanmış haliyle buruk bir nostalji yaşatıyor.

Flanagan’ın geçen yıl genç yaşta bu dünyadan göçen Amerikalı ünlü gazeteci dostu Scott Wampler’ın zamansız gidişine bir ağıt olarak adadığı filmi, karamsar bir kıyamet tasvirinin ardından dokunaklı bir yaşam dersi veriyor. Belanın bin türlüsü aynı anda üşüşse de, bu kısacık hayatta insan biriktirmenin, küçük bedende yığınlar büyütmenin hazzı ve mutluluğuna işaret ediyor.
(16 Eylül 2025)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com