J. C. Chandor’un yönettiği ve Robert Redford’un oynadığı Sona Doğru (All Is Lost), 15 Kasım 2013’de Chantier Films dağıtımıyla Chantier Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Hint Okyanusu’nda tek başına yolculuğa çıkan bir adamın 12 metrelik teknesi zarar görür ve aniden su almaya başlar. Navigasyon aletleri ve telsiz ekipmanı bozulan adam bilmeden şiddetli bir fırtınaya doğru yol almaktadır. Teknesinin zarar gören bölümünü tamir etmekte her ne kadar başarılı olsa da yaşına rağmen edindiği denizcilik bilgisi ve gücü onu fırtınadan kurtarmaya yetecek midir?
Aylık arşivler: Ekim 2013
50. Altın Portakal’ın En İyileri: Cennetten Kovulmak ve Kusursuzlar
Bu yıl 50.si gerçekleştirilen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, kapanış ve ödül töreniyle sona erdi. Cam Piramit’teki gecede, 50. yılın en iyileri ödüllerine kavuşurken, En İyi Film ödülü iki filme verildi. Ferit Karahan’ın yönetmenliğini yaptığı Cennetten Kovulmak filmi ile Ramin Matin’in yönettiği Kusursuzlar adlı film, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 350 bin liralık büyük ödülü paylaştı. Yılın En İyi Kadın Oyuncusu Meryem filmindeki rolüyle Zeynep Çamcı olurken, Uzun Yol filminin başrol oyuncusu Hakan Yufkacıgil En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görüldü. Törenin açılış konuşmasını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, “Antalya halkı Türk sinemasının bu en köklü ve değerli festivaline ev sahipliği yapmaktan ve sizleri ağırlamaktan gurur duyuyor. 51. festivalde görüşmek üzere” dedi.
50. Altın Portakal’ın En İyileri: Cennetten Kovulmak ve Kusursuzlar yazısına devam et
Altın Portakal Kapsamında Saldırıya Uğraya Sanat Paneli Yapıldı
50’nci Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin son gününde Mehmet Aksoy’un Nazım ile Mehmet adlı belgesel filmi gösterildi. AKM Perge Salonu’ndaki gösterimin ardından, 1970’li yıllarda ve 12 Eylül darbesi sonrasında Antalya’da sanat eserlerine yönelik saldırıların ele alındığı bir panel düzenlendi. Tuncer Çetinkaya’nın sunduğu Saldırıya Uğrayan Sanat paneline, heykeltıraş Mehmet Aksoy, ressamlar Yusuf Taktak ve Figen Aydıntaşbaş, dönemin Antalya Belediye Başkanı Selahattin Tonguç ve festival yöneticilerinden Akın Önen ile kent tarihi araştırmacısı Hüseyin Çimrin konuşmacı olarak katıldı. Festivalde ayrıca Halit Refiğ’in en önemli filmi olarak bilinen Gurbet Kuşları, restore edilerek tekrar sinemaseverlerin karşısına çıktı.
Altın Portakal Kapsamında Saldırıya Uğraya Sanat Paneli Yapıldı yazısına devam et
Halkın Portakalı’nda En İyi Film: Yansıma
Altın Portakalı Film Festivali kapsamında bu yıl 5. kez düzenlenen Halkın Portakalı Kısa Film Atölyesi’nde ödüller sahiplerini buldu. En İyi Film seçilen Yansıma filmi, 15 bin liralık büyük ödülün sahibi oldu. Halkın Portakalı Kısa Film Atölyesi Gala töreninde açılış konuşmasını yapan AKSAV Başkanı Dağıstanlı, “Antalya’da sinema sektörünü bir araya getirmek çok önemli. Festival ile birlikte ilerleyen Halkın Portakalı çok ciddi mesafe kaydetti. Bugüne kadar 800’e yakın Antalyalı amatör sinemacı eğitim aldı. 48 kısa film çekildi. Halkımıza fırsat verilirse neler yapabileceklerini gördük. Bundan sonra amacımız Antalya Film Festivali’ni nice 50 yıllara ulaştırmaktır. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” dedi.
Altın Portakal’da Dün: 10 Ekim 2013
50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Onur Ünlü’nin yönettiği Sen Aydınlatırsın Geceyi özel gösteriminde izleyiciyle buluştu. Ulusal Uzun Metraj yarışma filmlerinin gala gösterimleri ise Zeynep Dadak ve Merve Kayan’ın yönetmenliğini yaptığı Mavi Dalga filmiyle son buldu. Filmin senaryosunu da yazan Zeynep Dadak, net bir sonuç yerine, küçük bir şehirde yaşayan genç kadınların sadece durumlarını anlatmak ve seslerini duyurmak istediklerini söyledi. Gazeteci Tuluhan Tekelioğlu’nun 50’sinde Erkek adlı belgeseli özel gösteriminde izleyiciyle buluştu. Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın da izlediği belgeselde, birbirinden ünlü isimlerin erkeklikle ilgili sorulara verdikleri samimi cevaplar, izleyenleri kahkahaya boğdu.
Haşmet Zeybek’i Kaybettik
Sinema ve tiyatromuzun usta sanatçılarından Haşmet Zeybek, 10 Ekim 2013 Perşembe günü hayatını kaybetti. Köşeyi Dönenler adlı filmle yönetmenliği de deneyen ve Adak, Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe, Şalvar Davası, Fahriye Abla, Gizli Duygular, Namuslu, Sarı Bela, Halkalı Köle, Kızlar Sınıfı Tatilde, Merdoğlu Ömer Bey, Milyarder, Kiracı, Su da Yanar, Çark gibi filmlerde oynayan Zeybek’in çeşitli senaryoları da var. Cenazesi 11 Ekim 2013 Cuma günü (bugün) Teşvikiye Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip Ayazağa Mezarlığı’nda toprağa verilecek olan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
Haşmet Zeybek’i Kaybettik yazısına devam et
İbretlik Bir Onur Mücadelesi
Lars Von Trier önderliğinde Danimarka’da ortaya çıkmış ‘Dogma’ akımının en önemli örneklerinden ‘Şölen / Festen’in (1998) yaratıcısı Thomas Vinterberg’in geçtiğimiz yıl 66. Cannes Şenliği’nde beğeniyle karşılanmış son filminin, biraz gecikmeyle de olsa ‘Onur Savaşı’ adıyla bu hafta bizde de gösterime girmesi sevindirici. ‘Şölen’ geçmişte yaşanmış aile içi cinsel tacizin fırtınalı hesaplaşma öyküsünü son derece çarpıcı bir dil ve yenilikçi bir üslupla irdeleyen parlak bir ilk filmdi. Takip eden işlerinde aynı düzeyi yakalayamamış olan Danimarkalı genç sinemacı, özgün adı ‘Jagten’in dilimizde ‘Av’ anlamına geldiği son çalışmasıyla ‘pedofili’ temasını bir kez daha ziyaret etmiş. Ancak bu defa, masum bir yalanın ateşlediği toplu histeri ve yargısız infazla kurban haline gelen suçsuz bir adamın hikâyesi nakledilen.
Mekân, kuzeyin gözlerden ırak küçük bir yerleşim bölgesi. Doğanın yeşilden sarıya, renkten renge büründüğü, sonbaharın yerini kışa bırakmak üzere olduğu günler. Beraber büyüdüğü yöre sakinleriyle eğlenirken, geleneksel geyik avı partilerinde tanıyoruz Lucas’ı. Kasabanın anaokulu eğitmeni, küçüklerin gözde oyun arkadaşıdır genç adam. Eşinden ayrılmış, ergenlik çağındaki oğlunu yanına almak için uğraş vermektedir. Yakın dostu Theo’nun
küçük kızı Klara bir başka türlü bağlıdır Lucas’a. Sürekli tartışan ebeveynlerinden ziyade yanında huzur bulduğu sevecen öğretmeni, küçük kızın ilk masum düşkünlüğüdür de. Kalp şeklinde bir armağan hazırlayarak babasına yaptığı gibi dudağından öpmek ister Lucas’ı. İsteği nazikçe geri çevrildiğinde öfkelenir, ağabeyinde gördüğü cinsel içerikli fotoğraflardan etkilenerek kurguladığı dehşetengiz yalanı okul müdiresine yetiştirir. Bundan daha vahimi, muhafazakâr yöneticinin sorgusuz sualsiz Lucas’ı itham etmesidir. Kasaba sakinlerinin toplu bir histeriye kapılarak genç adamı mahkum etmesiyle iş çığırından çıkar. Kanıt bulunmaması, hatta çocukların yanlış ifade verdiklerinin saptanması sonucunda mahkeme tarafından suçsuz bulunması bile Lucas’ın yakın dostları tarafından aklanmasına yetmez. Mevsim artık kışa dönmüş, Lucas’ın onurunu kurtarma ve elinden alınan hayatını geri kazanma mücadelesi başlamıştır.
‘Onur Savaşı’ çağımızın gizli yarası çocuk tacizi ya da pedofili üzerine tartışma açarken, ön yargı ya da yargısız infazın ölümcül sonuçları üzerine izleyicisini sarsan bir film. Küçük çocukları maruz kaldıkları iğrenç saldırılara karşı korumak için tetikte olmak kadar, onların zengin hayal dünyalarında ne denli farklı kurgulara yer olduğunun da bilincinde olmak gerektiğinin altını çizmesi önemli.
Thomas Vinterberg’in parlak dönüşünü müjdeleyen başarıyla yönetilmiş bir çalışma ‘Onur Savaşı’. Yönetmenin enfes politik drama ‘Borgen’de imzası bulunan Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı, masum bir yalanın dehşetengiz bir cadı avını tetiklemesinin hikâyesi ustaca kaleme alınmış. Charlotte Bruus Christensen’in Cannes’da ödüllendirmiş enfes görüntü çalışması, Nikolaj Egelund’un minimal müzik çalışması filmin önemli artılarından.
Ve filmin belki de en büyük kozu, Lucas’ı canlandıran Mads Mikkelsen’in varlığı. Çağımızın en önemli aktörlerinden biri olan Danimarkalı büyük oyuncu, geçtiğimiz yıl Cannes’da kazandığı En İyi Erkek Oyuncu ödülünü sonuna kadar hak eden müthiş bir performans ortaya koymuş. Mikkelsen’in geçtiğimiz Filmekimi’nde bizde de görücüye çıkan bir sonraki çalışması ‘Michael Kohlhaas’ benzer bir hak ve onur mücadelesi veren 15.yüzyıl kahramanının hikâyesi. Filmin yakında sinemalarda ‘Adalet İçin’ adıyla vizyona gireceğini şimdiden müjdeleyelim.
(Bir son dakika haberiyle ‘Onur Savaşı’nın önümüzdeki Oscar ödülleri için ‘en iyi yabancı film’ dalında ülkesinden aday adayı gösterildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Vinterberg’e ve filmine Oscar yarışında şimdiden başarılar.)
(18 Ekim 2013)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com
Haftalık Seans Bilgileri
Gösterimdeki filmlerin 11 – 17 Ekim 2013 seansları için tıklayınız. (Eksiksiz liste değildir, bu salonlar ve seanslar dışında da gösterimler olabilir. Listeden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.)
Altın Portakal’da Açık Hava Film Gösterimleri Sürüyor
50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında düzenlenen açık havada film gösterimleri devam ediyor. 10 Ekim Perşembe günü 20:00’de “Habipler Mah, Kapalı Pazar Yanı, Kepez” adresinde Beyaz Melek; “Tramvay Son Durak, Muratpaşa” adresinde Deli Deli Olma; “Yenimahalle Kültür Merkezi Önü” adresinde Uzun Hikaye; “Aksu Kültür Merkezi Önü” adresinde Babam ve Oğlum; 11 Ekim Cuma günü 20:00’de ise festival kapanış filmi olarak Mini City arkasındaki 50. Yıl Açık Hava Sineması’nda Atıf Yılmaz’ın yönettiği ünlü filmi Selvi Boylum Al Yazmalım gösterilecek.
Son Aşk’ın Türkçe Altyazılı Fragmanı İnternet Ortamında Yayına Verildi
Sandra Nettelbeck’in yönettiği ve başrollerini Michael Caine, Clemence Poesy, Justin Kirk, Jane Alexander ile Gillian Anderson’ın paylaştığı Son Aşk’ın (Mr. Morgan’s Last Love) Türkçe altyazılı fragmanı internet ortamında yayına verildi. 18 Ekim 2013 Cuma günü Medyavizyon Film dağıtımıyla Mir Yapım tarafında gösterime sunulacak olan filmin konusu şöyle: Pauline otobüste kendisine yardım eli uzattığı günden sonra inatçı, yorgun Matthew Morgan bir kez daha mutlulukla tanışır. Genç kadının içten yaklaşımı ve asla yitirmediği iyimserliği ile yaşlı ayakları adeta yerden kesilen sessiz öğretmen, eşsiz bir yaşam öğrencisine dönüşür. Çift, bir arada olmanın ve ailenin anlamını keşfeder.
- Fragmanı izlemek için tıklayınız.
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Malatya Uluslararası Film Festivali Onur Ödülleri Belli Oldu
Malatya Valiliği’nin koordinasyonunda, Malatya Kayısı Araştırma-Geliştirme ve Tanıtma Vakfı tarafından bu yıl dördüncüsü düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali ilk yılından başlayarak her yıl, sinemamıza büyük hizmetlerde bulunmuş isimlere Onur Ödülü vermeye devam ediyor. Sinemamızın en güzel profiline sahip olan kadın oyuncusu Muhterem Nur, babacanlığı ile bilinen Eşref Kolçak, Yeşilçam’ın unutulmaz jönü Murat Soydan ve Türk Sinemasının Avrupai yüzü Filiz Akın, 4. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Onur Ödülünün sahipleri oluyor.
Malatya Uluslararası Film Festivali Onur Ödülleri Belli Oldu yazısına devam et
Tuncer Çetinkaya
İlk denemeleri Kırkmerdiven, Şehir Işıkları, Kent ve Sanat gibi dergilerde yayınlandı, illüstrasyonlarından oluşan “Sanalçağa Eskizler” adlı bir dizi sergiye imza attı. 2007 yılında, “Altın Portakal gibi kökleri yarım yüzyıla uzanan bir çınarın gölgesinde, ülkemizin sinema kültürüne ‘küçük’ bir katkı koymak” hedefiyle yola çıkan Antalya merkezli Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı (derginin editörlüğünü halen sürdürmektedir). Birgün, Yurt, Cumhuriyet (Akdeniz) gibi gazetelerde ve çeşitli bloglarda sinema yazıları kaleme alan Çetinkaya, televizyon için programlar hazırlamakta ve metin yazarlığı yapmaktadır. Yayına hazırladığı kitaplar şunlardır: “Veysel Atayman’ın Kaleminden Sinemamızın Komediyle İmtihanı”, “Sarayın Dalkavuğu Değil Halkın Soytarısı: İlyas Salman”, “Mizah, Muhalefet ve Demokrasi Ekseninde Komedinin Öyküsü”, “Yedinci Sanatın Şövalyesi: Rekin Teksoy” ve “Altın Portakal’ın Öyküsü”. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Güzel Sanatlar Lisesi’nde Resim / Sanat Tarihi grubu dersleri veren ve SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi olan yazar, evli ve iki çocuk babasıdır.
Bir Ustadan Unutulmaz Üçleme
Yönetmen Kaplanoğlu’nun sinema tarihinde de özel yeri olan “Yusuf Üçlemesi”nden “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” başyapıt filmlerini sinemaseverlerle paylaşmak istedik. Elbette “Meleğin Düşüşü” filmini de unutmadan.
Tarkovski ruhuyla buluşan 1963 İzmir doğumlu Semih Kaplanoğlu, sinemamızda özel yönetmenlerden. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan gibi. 1990’larda filmleriyle bizi kendine bağlayan Reha Erdem ve Zeki Demirkubuz da öyle. Kaplanoğlu’yla, dönemler farklı olsa da İzmir’de aynı sinema okulunda okumak onur veriyor daima. Aynı hocalardan ders görmüş olmak da heyecanlandırıyor. Aynı okuldan Ümit Ünal, senaryolarıyla Yeşilçam’a girdi ve yolu açtı önce. Sinema okullarından çıkanlar O’na gerçekten minnettar. Kaplanoğlu usta, Radikal Gazetesi’nde yazılar yazıyordu önceleri. O’na sıcaklık duymamız mekânlara olan tutkusuydu. O yazılar değerliydi. Sonra filmler çekmeye başladı. İlk filmi 2001 yapımı “Herkes Kendi Evinde”yle bir türlü yolumuz buluşmadı. Hayatımızdaki boşluklardan biri olmayı sürdürüyor bu film. Ustanın “Yusuf Üçlemesi”nden 2007 yapımı “Yumurta”, 2008 yapımı “Süt” ve “Altın Ayı”lı 2010 yapımı “Bal” filmlerine saygı göndermek isterken, değerli “Meleğin Düşüşü” filmine de dokunmak istedik. “Meleğin Düşüşü” filminde, sinemamızda insanı gerçekten ürperten az görülür bir şiddet duygusu var. “Yusuf Üçlemesi”, sinemasevere heyecan veren deneyim de veriyor. Filmi, sondan başa doğru zihninizde kurgulayabiliyorsunuz. İstiyorsanız, her bir filmi bağımsız olarak değerlendirebiliyorsunuz. Üçlemelerin hikâyeleri, filmlerin çekildiği tarihlerde geçiyor, belirtelim.
Yaratıcı yönetmenlerden Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi”, sinema adına heyecan verici bir deneyim. 2007 yapımı “Yumurta”, bu üçlemenin ilk filmi. “Yumurta” filmi, hikâyenin sonu. Yönetmen, bu üçlemesinde bir şairi anlatıyor. “Yumurta”da şairin olgunluk dönemi yansırken, “Süt”te gençliği ve son olarak “Bal”daysa çocukluğu yansıyor. Şairin dizelerini bilmesek de, görüntüler şairin iç dünyasıyla buluşuyor filmde. Yönetmen Kaplanoğlu’nun filmlerinde mekânlar, karakterler kadar önemli. Çünkü Kaplanoğlu’nun filmlerinde mekânların da ruhları var. Yaşanmışlıkları, anıları, acıları, hüzünleri, aşkları ve birçok şeyi, içinde yaşattığı insanlar gibi yaşamışlar bu mekânlar. Evler, sokaklar, şehirler, insanlar gibi yaşlanıyorlar. Şairin annesinin evinde “an”ları yaşayan seyirci kim bilir neler düşünecek!
“Bal” adlı şiir kitabı yayımlanan şair Yusuf (Nejat İşler), İstanbul’da sahaflık yapıyor. Evi ve her şeyi bu sahaf dükkânı onun. Annesinin öldüğünü öğrenen şair, arabasıyla Tire’ye doğru yola çıkıyor. Çocukluğunun şehrinde ne kadar şey unuttuğunu da fark ediyor şair. Annesini kabristanda toprağa verdikten sonra hemen geri dönmeyi düşünen şair, hemen her şeyi geride bırakıp gidemiyor. Yola çıkmayı düşündüğünde hep bir şeyler çıkıyor ve istemeden gidişini erteliyor. Terk etmek kolay mı? Yunanlı büyük şair Kavafis, “Şehir” şiirinde şu dizeleri söylüyordu: “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın/ bu şehir arkandan gelecektir./ Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın./ Aynı mahallede koşacaksın;/ aynı evlerde kır düşecek saçlarına…” Kaplanoğlu’nun şairi de böyle işte. Çocukluğunda hep nefret ettiği bu topraklar bırakmıyor şairi. Kâbusları da var şairin.
Çocukluğunda babasıyla hep su kuyuları açmışlar tarlalarda. Kuyuya düşmüş Yusuf gibi görüyor kendini rüyalarında. Bir de hastalığı var şairin. Ne zaman ve nerede bulacağı belli olmayan sarası, kâbusları gibi hep onu izliyor. Bir de güzel Ayla (Saadet Işıl Aksoy) var. Üniversiteye girmek isteyen bu güzel kız, şairin öldüğünden bile haberi olmadığı dayısının torunu. Elektrikçi genç Haluk (Haluk Bayraktar), deliler gibi âşık Ayla’ya bir de. Şair bunu anlıyor. Şair, bu şehirde birçok şeyi unutsa da, anımsadığı birkaç şey var. Annesinin, ölen yakınları için saksıya diktiği çiçekler. Bir de, lisedeki aşkı Gül (Gülçin Santırcıoğlu).
Şairin hayatından birkaç günü anlatan filmde, Tire ve çevresi de şiirsel gerçeklikle yansıyor perdeye. Dingin ve şiirsel anlatımlı bu filmde, her şey öyle abartısız ve yalın yansıyor perdeye. Filmin adının neden “Yumurta” olduğunu da az çok algılıyorsunuz filmi seyrederken. Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy’un karşılıklı performansları yönetmenin anlatımına katkıda da buluyor. Yönetmen Kaplanoğlu, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü’nden 1984 yılında mezun oldu. “Yumurta”, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Senaryo”, “En İyi Görüntü” dallarıyla beraber tam altı ödül kazandı. Kaplanoğlu, köpekli sahnede Tarkovski ustanın 1983 yapımı “Nostalghia-Nostalji” filminden ilham almış.
Semih Kaplanoğlu, “Yusuf Üçlemesi”nin ikinci filmi “Süt”le şairin ilk gençlik dönemlerine dönüyor. Üniversiteyi kazanamayan Yusuf (Melih Selçuk), dul annesi Zehra’ya (Başak Köklükaya) yardımcı oluyor kasabanın dışındaki evlerinde. Annesi ineklerinin sütünden peynir ve çökelek yapıyor. Yusuf, motosikletiyle annesini de yanına alıp evde yaptıkları peynirleri satıyorlar pazarda. Üçlemenin ilk filmi “Yumurta” gibi “Süt” de Tire’de geçiyor. Kaplanoğlu, yaratıcı bir düşünüşle üçlemesini çocukluk, gençlik ve olgunluk diye sırasıyla anlatmıyor. Tam tersine, sondan başlayarak başa geliyor. Böyle anlatımlar birçok filmde var. Edebiyatta da sondan geriye doğru kurgulanmış hikâyeler var. Bunun yanında sinema tarihinde birçok üçleme de var. Hepsini düşününce yine de Kaplanoğlu’nun bu üçleme tarzına saygı duyuyorsunuz. Kaplanoğlu, yaratıcı ve özgün bir yönetmen. Tarkovski ruhunu da taşıyor. Filmlerinde Tarkovski hüzünleri var. Filmin senaryosunu yönetmen, Orçun Köksal beraber yazmış. Görüntülerse Özgür Eken’e ait.
Yusuf, şiirler de yazıyor. “Düşler” adlı edebiyat dergisinde “Kuyu” adındaki şiiri yayımlanınca dünyalar onun oluyor. Ama, bir zaman sonra annesinin istasyon şefiyle ilişkisine tanık olunca düş kırıklıklarını da yaşıyor. Kaplanoğlu, simgesel anlatımlı bu filmini Yusuf’un dinginliğiyle buluşturmuş. Derinlikli görüntüler ve anlar öylesine şiirsel ki. Bu dinginliğin üzerine Rus hüznü düşmüş gibi. Kaplanoğlu’nun filmlerinde babalar ya yok ya da kötücül. Babalar düş kırıklığı yaratmıyor Kaplanoğlu’nun filmlerinde. Çünkü anne her şey onun filmlerinde. “Yumurta”da annenin ölümüyle “Süt”de annenin bir erkekle ilişkisi, şehre çökmüş kasvetli bir hüzün gibi. Belki de annenin bir erkeğe ilgi duyması doğal bir şey ama, çocuğun gözüyle bakınca koskaca bir düş kırıklığı. Bunun altında anneyi kaybetme, yalnız kalma, terk edilmişlik duygusu ve korku vardır belki de. Sara hastası olduğu için askere de gidemiyor Yusuf.
Filmdeki süt, sadece peynir olup geçim sağlamıyor anneyle oğluna. Yılanları da yeniyor bu süt. Filmin girişi, son zamanlarda seyrettiğimiz filmler içinde en çarpıcı olanlarından biriydi. Köyde, Ali Hoca, yılan yutmuş genç kızın ağzından yılanı kaynamış sütün buharıyla çıkartıyordu dışarı. Filmde yılanlar, ölmüş balık, kuş avı, süt güçlü simgeler. İstasyon şefini motosikletiyle takip eden Yusuf, sazlıkta istasyon şefinin kuş avını dikizliyor. O sırada suda ölmek üzere olan bir büyük balığı yakalıyor ve eve götürüyor balığı. O anda bir düş kırıklığı daha yaşıyor Yusuf. Annesi, şefkat ve sevgiyle istasyon şefi sevgilisinin (Şerif Erol) avı kuşun tüylerini yolarken görüyor Yusuf. Büyümeye başlayan genç şair Yusuf, arada bir süt götürdüğü kendi gibi keşfedilmemiş şair gibi işçi oluyor son bölümde. Bu filmde insanı sinema yönünden etkileyen anlar o kadar çok ki. Aşkın şehri İzmir, sinemamızda en büyüleyici haliyle perdeye yansıyor filmde. Yusuf, askerlik muayenesi için gittiği İzmir’de bir görüşte vurulduğu Semra’yla (Saadet Işıl Aksoy) belki de hayatında bir daha yaşayamayacağı bir aşkı kısacık da olsa yaşıyor. Belki de hiç ulaşamayacağı güzeller güzeli Semra, şiirlerini ve şairliğini etkileyecek. Filmi seyrederken ilk film “Yumurta”yı da düşünmek gerekiyor. Şair, yalnız ve aşksız. Tarkovski’den etkilenen Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu filmlerinde, uzun-plân çekimlerle muhteşem derinlikli panaromik şiirsel görüntüler perdeye yansıyor. Kaplanoğlu’nun bu filminde de “Yumurta”daki gibi kamerayla şiir yazılmış. Kamera, sanki Kaplanoğlu’nun kalemi gibi.
Sinemamızın iyi kadın oyuncularından Başak Köklükaya, annede gerçekten etkileyici bir performans ortaya koymuş. Nejat İşler’e bir hayli benzeyen genç oyuncu Melih Selçuk, sinemamıza iyi ki gelmiş. Elbette Saadet Işıl Aksoy. Filmde kısacık görünse de büyüsünü bırakıyor perdeye bu oyuncu. Diğer yan karakterler de filme gerçekten zenginlik katıyorlar. Tire de yer yer belgesel gibi yansımış filmde. İç ve dış mekânlar, ışık düzenlemeleri, çok az hareket eden kamera kullanımları filme ruh katmış. Semih Kaplanoğlu, filmleri özlemle yolu gözlenen yönetmenlerden.
Bu film üçlemenin son filmiydi. Ama, hikâyenin de başıydı. “Bal” filmi, şair Yusuf’un çocukluğunu anlatıyor. Hikâye, 2009 sonbaharında Karadeniz dağlarında geçiyor. Yusuf’un (Bora Altaş) babası Yakup (Erdal Beşikçioğlu) bal toplayıcısı. Arılar terk etmeye, ölmeye başlıyor. İklim değişiyor. İlkokula yeni başlayan Yusuf, babasını çok seviyor, ama annesine (Tülin Özen) biraz uzak gibi. Onun için anne demek sevmediği süt demek. Yusuf’un sütle “aşkı” çok hoştu. Film, Yakup’un beyaz katırıyla ormana gelişiyle açılıyor. Yakup ağaca iple tırmanırken, ipin bağlı olduğu dal çatırdıyor ve sonra ön jenerik yazıları perdeden yansıyor. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Orçun Köksal yazmış. Dingin ve estetik fotoğraflarsa Barış Özbiçer’e ait. Filmde müzik yok. Filmde doğal sesler duyulur çoğunlukla. Hatta sessizliğin sesi de. “Bal” filmine perdede dokunamamanın eksikliğini de hissediyoruz. “Bal”ı yazarken zorlanmamızın nedeni bu olabilir.
Film, Karadeniz’in muhteşem bir ahşap evinde hikâyesine başlıyor. Derinde baba Yakup uzanmış yatarken, küçük Yusuf da, atmacaya baktıktan sonra yeni öğrendiği okumayı sökmeye çabalıyor sonra. Hayali, sınıfta öğretmenine çalıştığı yeri okuyup o kırmızı kurdeleyi yakasına takabilmek. Filmi çoğu anda Yusuf’un gözleriyle izliyor film. Sınıf anları gerçekten insana huzur veriyor. Çocukluğunuzu düşünüyorsunuz. Gerçekten öyleydi birçok şey. Yönetmen, günlük doğal yaşamı da neredeyse belgesel gibi yansıtmış. Her şey ve her gün aynı akıp gidiyormuş gibi. Kaplanoğlu, filminde kamerayı sabit açıda kullanmış. Bu da filme bambaşka duygu veriyor. Hayatın ve mekânların dinginliğine şiirsel dokunma fırsatı buluyorsunuz adeta. Yusuf’un babasına yardım ettiği sahnelerde geleneksel balcılığın içine giriyorsunuz. Yakup’un malzemelerini hazırlayışı, tutkulu dokunuşu, insana yaptığı işe sevgisini ve saygısını gösteriyor. Onun iple ağaçlara tırmanıp tepedeki kovanlardan bal toplayışı az görülür keşif. Bunları, gerçekçi-toplumsal şiir gibi izliyorsunuz sanki. Şair Yusuf’un dizeleri nasıldı, diye de düşünmeye başlıyorsunuz. Bu filmde dini gelenekler de yansıyor. Yakup namaz da kılıyor maneviyat için. Bu anlarda, ülkemizin dini bir devlete dönüşemeyeceğini hissediyorsunuz. Anadolu bambaşka bir yer çünkü. Bu filmi izlerken, Anadolu’nun ruhuna dokunuyorsunuz. Yayladaki pazar-panayır yerleri de muhteşem. Karadeniz’in içinde dolaşıyorsunuz o anlarda. Sadece bu anlarda değil. Alpleri çağrıştıran zümrüt yeşili puslu dağlar da etkileyici fotoğraflarla yansıyor. Filmde çok özel bir an vardı: Yusuf’un teneffüste okul koridorlarında dolaştığı sahne gerçekten büyülüyor. Yusuf, üst sınıflardan birinden şiir okuyan bir kız öğrencinin sesini duyuyor. Bu hayatında duyduğu ilk şiir onun. Kız öğrenci, şair Rimbaud’nun “Özlem” şiirini okuyordu. Bir şairin doğuş anıydı bu belki de. Yusuf’un sara hastalığı babasından geçmiş. Bu onu sürekli takip ediyor.
Yakup, yakınlardaki ağaçlarda bal olmayınca uzaklardaki ağaçlara gidiyor ve ondan haber alınamıyor. Küresel ısınma ve çevrenin bozulması arıların ölümüne ve oraları terk etmeye zorlamış. Evde annesiyle yalnız kalan Yusuf, süt de içmek zorunda kalıyor. Onu kurtaracak babası yanında yok. Çay bahçesinde çalışan annesiyle hiç konuşmuyor Yusuf. Çocuk ruhunda ona karşı sanki isyan var. Anne, her anne gibi şefkatli ve sığınılacak bir liman. Sınıfta son kırmızı kurdeleyi yakasına takan Yusuf, heyecanlı mutlulukla eve geldiğinde yasla karşılaşıyor. Anlıyor sanki. Ormana, babasına gitmek istiyor. Bu üçleme gerçekten çok özel ve yıllar geçtikçe değeri daha da çoğalacakmış gibi bir his veriyor. Usta, iyi ki bu üçlemeyi yapmış. Bora Altaş’a da selâm göndermek gerekiyor. Küçücük omuzlarında koca filmi alıp götürüyor. Yönetmen çoğu anda kamerayı onun bakış açısı hizasında tutuyor. Tülin Özen’e de saygı göndermeli. Oyunculuğuyla ilham veriyor sinemaya.
İkinci filmi 2004 yapımı “Meleğin Düşüşü”yle kendi sinema dilini ve üslûbunu oluşturmaya başlayan Semih Kaplanoğlu, zihinsel anlamda sinemanın sınırlarını zorluyor. Kamerayı, Zeynep’in zihninde gezdiren yönetmen, genel anlamda birçok şeyi Zeynep’in iç dünyasıyla yansıtmış. Fonda duyulan senfoniler bile zihinde çalıp duran tınılar gibi. Mekânların yansıyışı ve o mekânlara düşen ışıklar, grenli görüntüler hepsi Zeynep’in bakışlarıyla, zihniyle yansıyor sanki. Zeynep ve babasının yaşadığı ev, tüm bitkinliği ve sakinliğiyle Zeynep’in iç dünyasıyla özdeşleşmiş. İlk filmi “Herkes Kendi Evinde”deyi mekânlara adayan Kaplanoğlu, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nden mezun olmuştu.
Bir otelde oda hizmetlisi olarak çalışan Zeynep’le (Tülin Özen) ilgilenen bir ofisboy genç var ve Zeynep, bu gence soğuk davranıyor, kendinden uzaklaşmasını istiyor hep. Çünkü Zeynep’in onurunu ve kişiliğini hiçleyen bir şeyler oluyordur evde. Geceleri Zeynep için ölüm demek. Gecenin bir yerinde odasının kapısı açılıyor, iyice içmiş babası odaya giriyor, yatağın kenarına oturuyor ve uyuduğunu sandığı Zeynep’i okşayarak cinsel tacizde bulunuyor. Ön jenerik öncesinde ilk defa Zeynep’le, makaraya sarılı ipiyle ormanda yürürken karşılaşıyor seyirci. İpi, her kopuşunda yine ağaca bağlar genç kız. Belki de bu filmin ne olduğu bu anda saklıdır. Çünkü, makara ve iplik filmde önemli bir metafor. Zeynep’le babasının diyalogları birbirleriyle yok denecek kadar azdır. Babasının tacizleri kesilince bir baba-kız olabiliyorlar. Zeynep’in işten eve banliyö treniyle geliş gidişleri zihinsel anlamda bir kısır döngü. Hayatı, her günü hep aynı biçimde akıp gidiyor Zeynep’in. Belki oruç ayıdır diye iftar çadırına gidip yemek yemesi bile onun için bir daha kolay ele geçmez bir armağan gibi. Makaradaki ipliği boşaltarak hep dua ediyor Zeynep. Babasının kuşattığı günahlarından arınmak için belki de.
Filmin bir anında, hikâyeye Selçuk da (Budak Akalın) giriveriyor evlerinden bir cenaze çıkarken. Hüzünlü ve yaslı anlar sürerken, Zeynep, Selçuk’un dairesine gelir ölünün bavula konmuş elbiselerini alır ve gider. Aralarında sorun olan karısı Funda (Yeşim Ceren), Selçuk’u ve evi terk eder sonra. Selçuk kendisiyle ilgilenmediği için soluyordur Funda. Funda, bu terk edişin ardından trafik kazası geçirir ve ölür. Elbiseler yine bavula konur ve Zeynep bavulu alır gider. Bu ikinci bavul Zeynep’in trajedisini de hazırlıyor. Selçuk, bir anlamda Zeynep’in kaderi oluyor. Ses teknisyeni Selçuk, üst üste gelen ölümlerden sonra ölmek istiyor, ama çok geçmeden gözlerini hastanede açıyor ve onun için hayat devam ediyor bir anlamda. Filmin final bölümünde, ofisboy gencin bekâr evinde geçen anlar Rus sineması tadı vermiş filme. Son jeneriğin hemen öncesinde Zeynep’in çırılçıplak balkona çıkıp şehre karşı duruşu (açık uçlu son olsa da), sanki Zeynep’in kendi zihninden dışarı çıkması gibi. Acaba “melek” aşağı düşüyor muydu? Her anlamda. Kaplanoğlu’nun filmi gerçekten özel ve psikanalitik açıdan da bakılmayı hak ediyor. 41. Antalya Film Festivali’nde tam altı dalda “Altın Portakal” ödülü alan filmde belki de en heyecan verici olay, Tülin Özen’in “En İyi Kadın Oyuncu” seçilmesiydi.
(16 Ekim 2013)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com
Vodafone Freezone Kaçan Filmler Festivali
Vodafone FreeZone, sene içinde ders ve sınav koşturması sebebiyle kaçırılan hit filmleri yeniden sinemalara getiriyor. Üstelik gençler, kendileri için hayata geçirilen bu festivalin programını kendileri belirliyor. Festivalde yer alması istenen filmler Vodafone FreeZone’un Facebook sayfasındaki Özgür Anket’te gençlerin seçimine sunuluyor. 07 – 09 Ekim 2013 tarihleri arasında oylamaya açılan Özgür Anket’in sonucuna göre belirlenen filmler 21 – 24 Ekim 2013 tarihleri arasında vizyona çıkacak. Festival İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Eskişehir’de 7 salonda gerçekleştirilecek.
Yabancıların Arzuları Üzerinden Şekillenen Hayatlar
Dünya sinemasının en üretken yönetmenlerinden Woody Allen’ı izlemek her zaman keyiflidir. Hele hele edebiyatla haşır neşir olduğu çalışmalarında. Bunların şimdilik sonuncusu olan ‘Blue Jasmine’, Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘Arzu Tramvayı / A Streetcar Named Desire’dan yola çıkmış. Ancak birebir uyarlama olmaktan ziyade, Williams’ın oyununun ölümsüz karakterleri ile benzerlikler içeren, olay örgüsüyle ince ince flört eden bir deneme bu. Aslına uygun koyu bir dram olmak yerine, Woody’nin mizahından nasibini almış yaman bir burjuva sınıfı eleştirisi. Tepetaklak bir düşüş öyküsünün ardında, çağdaş kapitalizmin güdüsünde gözü doymak bilmez insancıkların bitmez tükenmez statü ve lüks tutsaklığı üzerine hınzır bir taşlama.
Kızkardeşi Ginger ile birlikte evlâtlık olarak yetiştirildiği orta sınıf ailenin gözbebeği olmuş çekici Jeannette, fiziksel özelliklerinin de yardımıyla kendisine sınıf atlatacak zengin bir koca bulmuş, alelâde ismini ‘Jasmine’ olarak değiştirdikten sonra, parlak ve gösterişli bir hayatın hanımefendisi oluvermiştir. Gün gelir, finansçı kocasının dolandırıcılığı ortaya çıktığında ise tüm ihtişam elinden kayıp gider.
‘Blue Jasmine’, Park Avenue’nün mağrur güzelinin San Fransisco’nun ücra mahallelerinde yeni bir hayat kurmak, daha ziyade kaybettiği görkemli yaşamı geri kazanmak üzerine verdiği savaşım üzerine. Williams’ın Blanche Dubois’sı gibi Jasmine’in hayatında da gerçeklere yer yoktur, mucizeler ve tatlı hayaller peşindedir. Kendini erkeği üzerinden var etmiş genç kadın, kaybetmiş olduğu rüya yaşamını statü sahibi başka erkekler üzerinden geri almayı deneyecektir.
Tek bir karakterin bütüne egemen olduğu nadir Allen filmlerinden biri ‘Blue Jasmine’. Bu da daha önce Williams’ın oyununu sahnede Liv Ullmann yönetmenliğinde başarıyla sergilemiş olan Cate Blanchett’e müthiş bir performans sunma olanağı sağlamış. Kendi ayakları üzerinde duramayan mağrur Jasmine’in umutsuz mücadelesini ve derinleşen nevrozunu ustalıkla aktarıyor Avustralyalı mükemmel oyuncu. Herkesin defalarca yazdığı gibi, Blanchett isminin başta Oscarlar olarak bilinen Akademi Ödülleri olmak üzere önümüzdeki aylarda açıklanması beklenen ödül listelerinde sıkça geçeceğini tahmin ediyorum ben de. Yazımı noktalamadan, usta oyuncuya eşlik eden diğer mükemmel yorumculardan da söz etmek isterim. Oyunun özgün Stella’sına kıyasla daha sevecen ve insaflı kız kardeş Ginger’da yetenekli İngiliz oyuncu Sally Hawkins, yine oyunun buyurgan ve şiddet yüklü Stanley Kowalski’si yerine Andrew Dice Clay’in çok daha evcil ve sevimli Augie’si filmin önemli kozlarından. Henüz izlememiş olanlar için lezzetli bir bayram şekeri kıvamında ‘Blue Jasmine’. Kaçırmayın.
(16 Ekim 2013)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com