“Selahaddin Eyyubî” ve “Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi” adlı filmleri için gereken parayı Türkiye’den ve diğer İslam ülkelerinden bir araya getiremeyen / denkleştiremeyen ve kızı Rima’yla birlikte Ürdün’ün Amman kentindeki üç uluslararası otele düzenlenen terör saldırısı sonucunda 11 Kasım 2005’te vefat eden (1971 doğumlu kızı Rima Akkad Monla aynı saldırı sonucu 9 Kasım’da vefat etmişti) Mustafa Akkad İslam dünyasının tartışmasız, en yetenekli, en değerli, en önemli ve en becerikli yönetmeniydi, yapımcısıydı…
Mustafa Akkad, son zamanlarında tüm enerjisini ve çabasını “Selahaddin Eyyubî” adlı projesini gerçekleştirmek için harcıyordu.
Mustafa Akkad ve Muammer Kaddafi’ye Borçlu Olduğumuz İki Üstün Yapım
Gümrük memuru babayla ve Antepli annenin oğlu olarak 1 Temmuz 1930’da Halep’te dünyaya gelen Mustafa Akkad “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun öyküsünü oluştururken Hazreti Muhammed’i filminde gösteremeyeceğini biliyordu ama başta dört halife olmak üzere pek çok İslam önderini de gösteremeyeceğini İslam alimlerinden öğrendi.Filminde oyuncular tarafından canlandırılmasına izin verilenler arasında Hazreti Hamza ve Halid bin Velid’de vardı.
Sinema tarihinin teknik açıdan en zor senaryolarından biri olan “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nda İslâm tarihinin akışına zarar vermeden olay örgüsü (Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi ulemâsının filmde yüzlerinin görünmesi noktasında fetvâ verdiği az sayıdaki sahabeden biri olan) “Hazreti Hamza” karakterine odaklanma yöntemiyle anlatılmıştı.Böylelikle, “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” sinema tarihinde baş kişisinin (Hazreti Muhammed) hayat hikâyesini onu beyazperdede hiç göstermeden anlatan ilk ve tek film olmuştu.
Mustafa Akkad, “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu gerçekleştirirken yanına film dünyasının en yetenekli dört ismini alarak dehasını göstermişti.
Bu isimler şunlardı:
* Senaryo yazarı: Harry Craig
* Görüntü yönetmeni: Jack Hilyard
* Besteci: Maurice Jarre
* Oyuncu: Anthony Quinn
Yönetmen Mustafa Akkad, çekimlerine 16 Nisan 1974’te Fas’ta başlanan filmin, hem uluslararası oyuncularla İngilizce versiyonunu, hem de Arap oyuncularla Arapça versiyonunu çekti.
“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun çekimlerine Fas’ta başlayan, filmin henüz onda birini bile bu ülkede çekemeyen, Mustafa Akkad ve ekibi (binden fazla insan) Suudi Arabistan Kralı’nın Fas Kralı’ndan isteği üzerine “15 gün içinde Fas’ı terk etmeniz gerekiyor” uyarısıyla Fas’tan kovuldu.Onlara cömert yardım elini Libya lideri Muammer Kaddafi uzattı.
“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” Muammer Kaddafi’nin her türlü desteğiyle tamamlanabildi.
Mustafa Akkad, “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu da, Ekim 1985’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanan “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ı da Libya lideri Muammer Kaddafi’nin desteği olmasaydı asla gerçekleştiremeyecekti.
Muammer Kaddafi bu iki film için Mustafa Akkad’ın emrine o günün parasıyla toplam 45 milyon dolar aktarmıştı.
“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun senaryosuna katkıda bulunanlar arasında 25 milyon dolarlık dev prodüksiyon “Waterloo”da da (Türkiye’de 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla gösterildi) çalışan Harry Craig’de vardı.Craig “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ın senaryosuna da katkıda bulunmuştu.
“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun görüntüleri dünyanın bu alanda en iyi ustalarından Oscar ödüllü Jack Hildyard’ın elinden çıkmıştı. Hildyard yılın en iyi filmi dalı dahil 7 Oscar ödülü kazanan “The Bridge on the River Kwai-Kwai Köprüsü”nde de dünyanın en büyük yönetmeni David Lean’la çalışmıştı… Hildyard “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”da da görev alacaktı.
Mustafa Akkad’ın yönettiği, üç Oscar ödüllü besteci Maurice Jarre’ın fon müziğiyle Oscar ödülüne aday gösterilen “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu-The Message” Ekim 1979’dan itibaren Türkiye sinemalarında milyonlarca insan tarafından izlenmişti…
Dokuz kez Oscar’a aday gösterilen Maurice Jarre, “Lawrence of Arabia” (1962), “Doktor Jivago” (1965) ve “A Passage to India-Hindistan’a Bir Geçit” (1984) filmleriyle Oscar kazandı. Bu üç film dünyanın en büyük yönetmeni David Lean’ın imzasını taşıyordu.
Maurice Jarre’ın Oscar adaylığı kazandığı diğer filmlerse şunlar: “Ghost” (1990), “Gorillas in the Mist: The Story of Dian Fossey” (1988), “Witness” (1985), “The Life and Times of Judge Roy Bean” (1972), “Les dimannches de Ville d’Avray” (1962).
Maurice Jarre “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ın da kadrosundaydı.
“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu-The Message” Mısır’daki El Ezher İslam Araştırmaları Akademisi’nin Müslümanlara tavsiyesini de elde etmişti. Bilindiği gibi, “Hazreti Muhammed: Son Peygamber” adlı uzun metrajlı animasyonda da Mısır’daki El Ezher İslam Araştırmaları Akademisi’nin gösterim izni/onayı bulunuyor.
Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu’nun Galası
“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun 34 yıl önceki İstanbul galasınaysa (Balmumcu Kışlaönü’ndeki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde düzenlenen) Mustafa Akkad ve bu filmde Hazreti Hamza rolünde olan iki Oscar ödüllü Anthony Quinn’de katılmıştı…Quinn çeşitli sorular üzerine “Müslüman olmadığını” açıklayacaktı.
Sinema Yazarı Ali Murat Güven (çok yakın zamana kadar Yeni Şafak Gazetesi’ndeydi) “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu Şöyle Anlatmıştı:
Suriye asıllı Amerikalı Müslüman yapımcı-yönetmen Mustafa Akkad ile dördü de farklı İslâm ülkelerinden Sünni Müslümanlar (Tewfik Al-Hakim, Jawdat Al-Sahhar, Rahman Al-Sharkawi, Mohammad Ali Maher), biri ise İrlandalı Katolik (“Waterloo Savaşı”, “Havaalanı ’77” ve “Çöl Arslanı Ömer Muhtar”ı da yazan Harry A. L. Craig) olmak üzere toplam beş usta yazarın işbirliğiyle kaleme alınan “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” senaryosunu daha çekim aşamasına yeni geçilirken Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’ne göndermiş, İslâm otoritelerinden yazılı onay (“Filme Çekilebilir” fetvâsı) talep etmişti. Nitekim, bu fetvâyı kısa sürede aldı da…
Fas çöllerinde “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun çekimlerine başlayan Akkad, bu ülkedeki kraliyet ailesinin filmin içerdiği “devrimci İslâm” yorumundan fena halde rahatsız olması nedeniyle, yanında yüzlerce oyuncu ve teknik ekip, tırlar dolusu kostüm ve ekipmanla birlikte ülkeden kapı dışarı edilme tehlikesi yaşar. Sanatçı, kralın katından kendisine “Pılını pırtını toplayıp Fas’ı terk etmen için sana 15 gün süre veriyoruz” mesajının gelmesi üzerine, yanına Anthony Quinn’i de alarak alelacele komşu ülke Libya’ya geçer ve Trablusgarp’ta Kaddafi yönetiminden randevu talep eder. Quinn’in de bizzat yer aldığı o tarihî buluşmada Akkad’ın iç burucu çaresizliğini gören Libya lideri, ona “Hiç merak etme, peygamberimizin hayat hikâyesini anlatan böyle bir film kesinlikle sahipsiz kalmayacaktır. Topla bütün ekibini, çöl ise çöl, para ise para. Bunlar bizde de fazlasıyla var. Filmini Libya topraklarında tamamla” diyecektir. Böylelikle, Fas’ta yalnızca 15 dakikalık bir bölümü çekilebilmiş olan “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” iki yıllık masraflı ve meşakkatli bir çalışmanın sonucunda Kaddafi’nin Libya’sının verdiği sınırsız destekle bitirilecektir.
Buna karşılık, Trablusgarp’ın egzantrik lideri, Mustafa Akkad’ın “Bizlere sunduğunuz cömert destekler için, filmimizin bitiş jeneriğinde size teşekkür etmek isteriz” şeklindeki teklifine bile yüz vermeyecek, adının “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun finalinde minnetle anılması önerisini “Böyle bir şeye gerek yok, İslâm’ın doğuş hikâyesinin sinema yoluyla anlatılması hepimizin boynunun borcuydu, biz de görevimizi yaptık” diyerek reddedecekti.
“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” günümüzde artık sinema tarihinde epik bir filmden çok daha ötelerde, ikonik konuma erişmiş bir başyapıta, yedinci sanat yoluyla yazılmış bir tür “siyasal manifesto”ya dönüşmüş durumda. O, Müslümanları ilkel, cahil ve saldırgan olarak sunan binlerce Hollywood filmine, kocaman bir yüreğe sahip Halepli Mustafa Akkad tarafından yine Hollywood’un içinden binbir maddî güçlükler içinde verilen son derece anlamlı bir cevaptı. Ve dünya üzerinde dolanıp durduğu son otuz yıl boyunca da milyonlarca insanı Matrix’ten çıkarıp “gerçeğe uyandırdı.”
Çekim öyküsü de en az kendisi kadar dokunaklı olan böyle bir filmi ortaya koymuş bir sanatçının ödülü, -en azından görünüşte- İslâmî bir kimlikte hareket ettiğini ileri süren birtakım gafillerin bombalarıyla can vermek olmamalıydı. Ama bizler, gönüllerimizi, zahirdeki manzaranın çoğu kez yanıltıcı olduğunu bilerek ferahlatmayı da bilen bir topluluğuz. Demek ki ötelerde bir yerde onu bu dünyada kazanabileceğinden çok daha güzel, çok daha anlamlı bir ödül bekliyor olmalı ki Allah onu ve kızını bu olay vesilesiyle yanına aldı.
Eğer, Türkiyeli bir Müslüman olarak üzerinde herhangi bir hakkım var ise ben, beni “bugünkü ben” yapan rahmetli Mustafa Akkad’a bütün haklarımı gani gani helâl ediyorum. Eminim ki dünyanın dört bir köşesinde yaşayan ve “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” ya da “Çöl Arslanı Ömer Muhtar”ı hayatları boyunca en az bir kez izlemiş olan bütün Müslümanlar da edecektir. Mekânı cennet olsun…”
Ali Murat Güven “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” Filmiyle İlgili İlk İzlenimlerini de Şöyle Özetlemişti:
1979 sonu… İstanbul-Beyazıt’ta “ülkücülerin mekânı” olarak bilinen (ve sonradan dehşet verici bir bombalı saldırının ardından birçok insana mezar olup kapanan) ünlü Marmara Kafeterya’nın hemen yakınları. Babamın elinden sıkı sıkıya tutmuşum, onunla birlikte Çemberlitaş yönüne doğru bir yerlere gidiyoruz.
Bu ünlü kafeteryanın hemen yanıbaşında “çevrenin siyasal şartları”na uygun filmler oynatmasıyla tanınan, en az onun kadar ünlü bir sinema salonu da vardı: Marmara Sineması… Hayatım boyunca gördüğüm -ve göreceğim- en büyük bez afişle ilk kez o gün orada karşılaştım. Alt kısmında “Çağrı: İslâmiyet’in doğuşunu anlatan dev film” yazıyordu. Önde sahibi belli olmayan bir kol, aynı kolun tuttuğu -üzerinde ne yazdığını anlayamadığım Arapça yazılar bulunan- bir sancak ve arkada da bir süvari grubu… Bez afişten çocuk belleğime kazınan illüstrasyon, aşağı yukarı böyle bir şeydi.
O anda bu filmi görebilmek için müthiş bir istek duydum, babamı ceketinden çekiştirerek, “Ne olur, götür beni bu filme!” dedim. Ama babam, bir yerlere yetişme telâşı içinde olduğu o gün sinemaya falan gidecek durumda değildi. “Sonra geliriz oğlum, sinema kaçmıyor ya!” diyerek benim bu isteğimi en kestirme yoldan geçiştirdi.
Sonraki aylar boyunca oradan çeşitli vesilelerle tekrar tekrar geçtim ve her geçişimde de aynı afiş sürekli olarak gözüme çarpıp durdu. Üzerinde her hafta değiştirilen ekleme bir bez şerit duruyor, bu bezde de çalakalem yağlıboyayla “bilmem kaçıncı zafer haftası” yazıyordu. 1970’lerin çok izlenen filmlerinde gösterim bitmeden önce son bir seyirci hasadı daha elde edebilmek için sinema girişlerinde sıklıkla kullanılan o beylik tahrik cümlesiydi bu. “Çağrı”nın zafer haftası rakamı 10’lar ile başladı; 30’ları, 40’ları aştı ve en sonunda 50’lere dek ulaştı. Film, gösterimde kalma konusunda emin adımlarla “Türkiye rekoru”na doğru gidiyor, buna karşılık aradan zaman geçtikçe afişinin ilk gördüğümdeki o canlı renkleri de kötü hava şartları nedeniyle gitgide soluyordu. Serde, o zaman da kendi çapında bir sinema tutkusu olduğundan, günlerden bir gün fırsatını bulup afiş illüstrasyonunun beni cezbettiği o filme tek başıma gittim. İyice rengi atan ve sağı solu yırtılmaya başlayan afişte “Ellibeşinci zafer haftası” gibi bir ibare gördüm sanırım. Kimbilir, belki de okulu kırarak gitmiştim Beyazıt Meydanı’na, doğrusu o kadarını hatırlayamıyorum.
Bastırmaya çalıştığım müthiş bir heyecan ve bir miktar da suçluluk duygusu içinde gişeden biletimi alıp, en önlerden gözüme kestirdiğim bir koltuğa oturdum. Benim bu kaçamağı yaptığım tarih itibarıyla filme gösterilen ilgi artık büyük ölçüde azalmış olduğundan, salon hemen hemen boştu.
Tek kelimeyle müthiş bir gün yaşadım. 177 dakika süren bu unutulmaz destanı bazı anlarda küçük kalbim heyecandan küt küt atar vaziyette, ama baştan sona kadar pür dikkat izlediğimi hatırlıyorum. Gerçi, olay örgüsü içindeki birçok noktayı o an itibarıyla tam olarak kavrayamamıştım, ama ne gam! Bir tarafta “iyiler”in, öte tarafta da “kötüler”in yer aldığı büyük bir mücadeleyi anlatıyordu perdedeki görüntüler… Hele de en çok, heybetli bir görünüme sahip olan sakallı adamın kalleşçe öldürüldüğü sahnede daraldı çocuk kalbim. Bir zenci, savaş meydanında ona arkadan sinsice yaklaşıyor ve dikkatinin dağıldığı bir anda da mızrağını göğsüne doğru savuruyordu. Sonrasında, bu kalleş mızrakla birlikte ağır çekimde yere düşen o adam ve “Hamza öldü! Hamza öldü!” diye bağıran askerler…
Koltuğumda hafiften bir sağıma bir soluma döndüm, gözlerimden süzülen yaşları görüp de yakınlarda beni ayıplayacak, ya da en azından naifliğimle alay edecek birileri var mı diye çevremi çaktırmadan kolaçan ettim.
O anda, sinemanın loş ortamında gördüğüm bir manzarayı ömrüm boyunca unutmam imkansız. 8-10 koltuk kadar solumda oturan yaşlı bir adam da tıpkı benim gibi gözlerini oğuşturuyordu. Ve belli ki o da ağladığını birilerinden gizleme çabası içindeydi.
O gün o karanlık sinema salonunda gözlerimden süzülen yaşlar, benim, yani bu çilekeş ülkenin kendi hâlinde bir yurttaşı olarak, İslâm dünyasının şu fâni dünyada gördüğü onca ihanete, küresel düşmanlar karşısında uğradığımız onca haksızlığa ve çektiğimiz onca çileye karşı verdiğim ilk gerçek tepkimdi.”
(12 Mayıs 2013)
Hakan Sonok
hakansonok.sonok1@gmail.com