Herkes Ölecek

Ryuhei Kitamura’nın yönettiği ve Luke Evans, Adelaide Clemens, Lee Tergesen ile Derek Magyar’ın oynadığı Herkes Ölecek (No One Lives), 17 Mayıs 2013’de Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
Vahşi bir katil, tatil yapan bir grup öğrenciyi gözüne kestirir. Gençlerden Emma katilin elinden sağ kurtulmayı başarır ve bir şekilde saklanır. Tam her şeyin bittiğini sandığı anda ise hırsız bir otoyol çetesi tarafından kaçırılır. Parası için kaçırıldığını sanan Emma’nın hayatı aslında tekrar tehlike altındadır. Katilin geride kimseyi bırakmaya niyeti yoktur.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Herkes Ölecek yazısına devam et
  • Baz Luhrmann Usulü Gatsby

    Baştan söyleyelim, Baz Luhrmann’in ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’si aynen kendisinden beklendiği gibi. Daha önce Shakespeare uyarlaması punk ‘Romeo + Juliet (1996)’ ve alabildiğine barok ‘Moulin Rouge (2001)’ ile gövde gösterisinde bulunmuş olan Avustralyalı yönetmen, görkemli şovuna devam ediyor.

    Daha önce iki kez beyazperdeye aktarılan F. Scott Fitzgerald’ın Amerika’nın debdebeli 20’li yıllarının ruhunu anlatan klâsikleşmiş metni, ilk büyük savaş sonrası dünya liderliğine kurulmaya hazırlanan yeni dünyalıların, ekonomik refahla coştuğu yıllarının çarpıcı belgesidir. Gökdelenlerin daha bir yükseldiği, Wall Street’te hisselerin tavan yaptığı, sonradan görme zenginliğin tüm toplum düzenini yeniden belirlediği, sınıf farklarının keskinleştiği yıllardır bunlar. Kuzey Dakotalı yoksul çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen ve sonradan Jay Gatsby adını alacak olan roman ya da film kahramanımız, işte böyle bir dönemde yasadışı yollardan kazanılmış muazzam servetiyle, soylu kanların dünyasında varolma savaşı veren bir figürdür. Gatsby’nin doğuştan zengin Daisy’ye olan saplantılı tutkusu hikâyenin trajik tonunu belirleyecektir.

    Becerikli yapımcı yönetmen Luhrmann’ın Fitzgerald’ın klâsik romanıyla neden ilgilenmiş olabileceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Klâsik Hollywood’un gözde temalarından ‘zengin kız-fakir oğlan’ aşkı olsun, o pek renkli parti sahneleri, o şatafatlı dans sekansları olsun üstadın kitleleri etkilemeye yönelik videoklipvari gösterişli sinemasına cuk oturan malzemeler. Karşımıza çıkan film de, Avustralya’nın Fox stüdyolarında kurulmuş masalsı Long Island / NewYork dekoru önünde kotarılmış, caz çağı danslarının hip hop müziği eşliğinde sergilendiği üç boyutlu bir cümbüş olmuş.

    Filmin Amerika’da başlayan yoğun tanıtım kampanyası, 66. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak lanse edildiği eski kıta’da da tüm hızıyla sürüyor. Açılış gecesi şiddetli yağmura rağmen, 1920 model lüks arabalarla festival sarayına gelerek kırmızı halıda şovlarını sunan dansçılar, ya da festival sarayını çevreleyen lüks otellerin ön cephelerini donatan filmin dev posterleri hep bu şatafatlı tanıtım kampanyasının ürünleri. Tabii esas önemli olan, ‘Demir Adam’ların ya da yakında gösterime girecek olan yeni ‘Süpermen’ ve ‘Uzay Yolu’ filmlerine ait teaser’ların pompalandığı bir dönemde, daha önce Romeo olarak alkışlanmış, James Cameron’ın Titanic’inde yıldız olmuş kolay yaş almayan bebeksi Leonardo DiCaprio’dan medet uman bu yanık geçmiş zaman aşk hikâyesinin, yaş ortalaması 20’lerde gezinen hedef izleyici kitlesi tarafından nasıl karşılanacağı.

    Yönetmenin ‘Casablanca’ benzeri klâsik Hollywood dramalarına öykünen bir önceki çalışması ‘Avustralya (2008)’ seyirciden fazla ilgi görmemişti. Zanaatkâr Luhrmann’ın gişe hesapları bu defa tutacak mı bakalım.

    (17 Mayıs 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    Cannes’da Psikoterapi ve Babalık Davası

    66. Cannes Film Festivali yarışmalı seçkisinin 18 Mayıs Cumartesi günkü ilk konuğu Fransa’dan. Daha önce filmleri iki kez yarışmalı bölümde yer almış olan Arnaud Desplechin’in son çalışması ‘Jimmy P.: Kuzey Amerikalı Bir Yerlinin Psikoterapisi / (Jimmy P.: Psychotherapy Of A Plains Indian)’ adını taşıyor. Gerçek bir hikâyeden yola çıkan film, tanınmış Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Amerikalı hastası Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp sıcacık bir dostluğa dönüşen hikâyesi.

    Filme adını veren Jimmy P., İkinci Dünya Savaşı dönüşü rahatsızlıkları nedeniyle Kansas’ta kurulmuş Topeka askeri hastanesinde müşahade altına alınmış. Derdi çok fazla. Şiddetli baş ağrısı çekiyor, geçici görme bozukluğu ve işitme kaybından şikayetçi. Sorunlarına fizyolojik bir neden bulunamayınca, doktorlar şizofreni teşhisinde karar kılıyor. Bu sırada, Amerikalı yerli kültürlerine ilişkin çalışmaları bulunan etnolog ve psikanaliz uzmanı Devereux ile irtibat kuruluyor. Böylece, hiçbir ortak noktaları olmayan iki kişi, Jimmy P.nin tedirgin anıları ve düşlerinin peşine düşüyorlar.

    Devereux’nün bu dönemini belgeleyen ve ilk kez 1951 yılında yayınlanmış kitabı, antropoloji ve psikanalizi buluşturan, bu yönüyle ‘etnopsikiyatri’nin yolunu açan kaynak bir eserdir. Macar asıllı Devereux bilimsel araştırmalarına 1920’lerde yerleştiği Paris’te Marie Curie’nin yanında başlamış. Amazon bölgesindeki yerlilerle çalışan çağdaşı Claude Levi-Strauss’dan farklı olarak araştırmalarını kıtanın Kuzey bölgelerinde sürdürmüş. Filmde Jimmy P.’yi Benicio Del Toro, Devereux’yü ise Mathieu Amalric canlandırıyor.

    Günün mönüsünde yer alan ikinci film, İstanbul Film Festivali sayesinde tüm filmlerini izleme fırsatı bulduğumuz Cannes’ın gediklilerinden Hirokazu Kore-Eda imzasını taşıyor. ‘Böyle Babaya Böyle Oğul / Like Father, Like Son – Soshite Chichi Ni Naru’ ‘baba olmak’ üzerine bir film.

    Kariyerine tutkun hırslı mimar Ryoata genç karısı ve küçük oğluyla örnek bir aile oluşturmuştur. Görünürdeki bu ideal resim, genç kadının doğum yaptığı hastaneden gelen bir haberle paramparça olur. 6 yaşındaki Keita kendi çocukları değildir. Hastanedeki bir karışıklık nedeniyle genç çifte yanlış bebek teslim edilmiştir. Bu arada çiftin biyolojik çocukları daha mütevazi bir ortamda yetişmiştir. Anne Midori bu beklenmedik gerçek karşısında oğlu bildiği çocuğa sıkı sıkıya sarılır. Ryota biyolojik oğlu ile 6 yıl yetiştirdiği evlâdı arasında bir tercih yapmak durumundadır. Yanıtlamak zorunda olduğu başka çetin sorular da vardır: ‘Baba olmak ne demektir?’, ‘Geçen yıllar boyunca gerçek anlamda baba olabilmiş midir?’.

    Kendisi de 5 yaşında bir çocuk babası olan Kore-Eda işte böylesine yaman sorular üzerine kurmuş son filmini. Ryota rolünü de tanınmış Japon fotoğrafçı aktör Masaharu Fukuyama’ya teslim etmiş.

    (17 Mayıs 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    6. Uluslararası Elazığ Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali’nde Türkan Şoray Rüzgarı

    Türk Sinemasının sultanı Türkan Şoray, Uluslararası Elazığ Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali’nin onur konuğu olarak Elazığ’a geliyor. Türkan Şoray’ın oyunculuğuyla taçlandırdığı Cemo filmi, seneler sonra festival ile gecikmiş bir vefa telafisi için can bulmaya hazırlanıyor. Konu ile ilgili yazılı açıklama yapan Sinema Derneği Başkanı Serdar Kara, Türkan Şoray’ı Elazığlı sinemaseverlerle buluşturmanın sevincini dile getirdi. Kara, 41 yıl önce Cemo filmi çekimlerinde attan düşerek talihsiz bir an yaşayan Şoray’ın ameliyatını gerçekleştiren Prof. Dr Nihat İlhan ile de Türkan Şoray’ı bir araya getireceklerini söyledi.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    6. Uluslararası Elazığ Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali’nde Türkan Şoray Rüzgarı yazısına devam et
  • Her Cuma Yeni Sinema’da Bu Hafta: İz (Reç)

    Her Cuma Yeni Sinema sloganıyla yola çıkan Yeni Sinema Hareketi Platformu, sinemamızın son dönem bağımsız örneklerini İstanbullularla buluşturmaya devam ediyor. Beşiktaş Belediyesi işbirliğiyle Levent Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen ücretsiz etkinlik, bu hafta Tayfur Aydın’ın senaryosunu yazıp yönettiği İz (Reç) filmi ile devam edecek. 31. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Müzik ve Onat Kutlar Jüri Özel Ödülü kazanan film, oğlu Mirza ve torunu Hevi ile birlikte 20 yıl önce göçe zorlandıkları için terk ettikleri Batman’a doğru yola çıkan Şeristan’ı anlatıyor.

    Her Cuma Yeni Sinema’da Bu Hafta: İz (Reç) yazısına devam et