Paul Thomas Anderson’ın altıncı ve şimdilik son filmi ‘The Master’ hayranlık uyandırıcı bir sinema deneyimi. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan Anderson, son Venedik Film Şenliği’nden En İyi Yönetmen ve -iki oyuncusu arasında paylaştırılmış- En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen filminde geçtiğimiz yüzyıl Amerikan tarihinin, önceki yapıtlarında sergilediği büyüyememiş kırılgan erkek karakterlerin izini sürmeye devam ediyor.
Daniel Day-Lewis’in görkemli ve Oscar’lı performansıyla destekli bir önceki epik başyapıtı ‘Kan Dökülecek (There Will Be Blood)’da geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreği boyunca petrolle semiren Amerikan kapitalizminin yükselişini anlatan Anderson, bu kez İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yılların öyküsünü resmediyor.
Öykünün merkezindeki Freddie Quell tipik bir Anderson karakteri. Çocukluk yılları alkolik baba ve tımarhanelik anneyle geçmiş. Pasifik adalarında cinsel açlıklarını kumdan kadın yığınlarıyla gidermeye çalışan kadınsız erkekler ortamının ardından, savaş ertesi galip ulusun refah yıllarında ordan oraya savrulmuş, yerini bulamamış kayıp bir figür Quell. Tutunamadığı portre fotoğrafçılığı ve California kırsalındaki tarla işçiliğinin ardından, ışıl ışıl parlayan rüya gibi bir teknede karşısına çıkan tarikat lideri Lancaster Dodd O’nun için tam da ihtiyacı olan baba figürü, otorite ve güç temsili olacaktır.
Anderson’ın değişmez teması, baba-oğul ilişkisi ve çatışması bu buluşmayla devreye girer. 1996 tarihli ilk filmi ‘Hard Eight’de görmüş geçirmiş eski tüfek Sydney’in Vegas’ta son kuruşunu da yitirmiş John’u bir fincan kahve ve sigara ikramının ardından himayesine alması, ya da ‘Ateşli Geceler / Boogie Nights’da baskıcı annesinin bunalttığı genç Eddie Adams’ın porno kralı yapımcı Jack Horner’ın vesayeti altında para ve şöhrete kavuşması gibi Freddie Quell de yaralı ruhunu manevi babası ve ustası Lancaster Dodd’un güvenli kollarında onarmaya çalışacaktır.
‘The Master’ yönetmenin önceki filmlerinde ele aldığı erkeklik halleri üzerine zengin çeşitlemelerin en son örneği. Erkekliklerini ispatlama çabasıyla iktidarın peşinden koşan sorunlu eril karakter hikâyelerinin sonuncusu. Dağılmış işlevsiz aile ortamlarında büyümüş Eddie Quell kendini ifade edememiş, güven sorunlarını aşamamış bireylerin bir yenisi. ‘Ruhlarımız zamanın bütünlüğü içinde yaşayıp farklı bedenlerde yer alır’, ‘hayatınızın, bedeninizin kontrolünü ele alın, geçmiş travmalarınızdan kurtularak özgürlüğünüze kavuşun’ benzeri fikirleriyle Scientology’ye göz kırpan tarikat liderinin ipine sıkı sıkıya sarılan Quell, ustanın çırağına, efendinin kölesine, patronun tetikçisine dönüşür. Genç adam ustasının sözcüsü olur, ona lâf söyletmez, görüşlerine karşı çıkanlara şiddet uygulamaya kadar gider. Quell’in kişiliğinde, toplum içinde ezilmiş silik bireylerin güç sahiplerince nasıl da kolaylıkla bir silâha dönüştürülebileceğinin ibret verici örneğine bir kez daha şahit oluruz.
Bir önceki dev epiğinde olduğu gibi bu yeni başyapıtında da Anderson’ın dönem canlandırması yine göz alıcı. Pasifik’teki adada çekilmiş erkekler fantezisi, savaş sonrasının albenili alışveriş merkezindeki detaylar, John Ford’un ünlü westerni ‘Çöl Aslanı / The Searchers’ın final çekimine saygı duruşunda bulunan California kırsalından kaçış bölümü, Quell / Phoenix’in öfkesini yenemeyip tarihi klozeti parçaladığı hapishane sekansı veya hapishane dönüşü ustayla çırağın çocukça bir coşkuyla yerlerde yuvarlandığı unutulmaz sahne, Quell’in genç yaşlı ayırt etmeden ev partisindeki tüm kadınları anadan doğma düşlediği bölüm ilk elde akla gelenler.
Anderson filmlerinin oyuncu performansları hep mükemmeldir. Kural bu kez de değişmiyor. İlk kez çalıştığı Joaquin Phoenix, yaralı ve kayıp Freddie Quell’de unutulmaz bir karakter yaratmış. Değişmez oyuncularından Philip Seymour Hoffman, kendini yazar, doktor, filozof ve nükleer fizikçi olarak tanımlayan, uyanıklığı ölçüsünde çocuksu yanlarını gizleyemeyen Lancaster Dodd karakteriyle bir kez daha gönülleri fethediyor.
(07 Kasım 2012)
Ferhan Baran