Araf

Önceden söyleyeyim (yazayım) Yeşim Ustaoğlu’nun Araf filmini beğendim (ve sevdim). İkinci söyleyeceğim, Araf, yıllarca birbirine benzerleri çekilen Yeşilçam filmlerinden biri… AMA o filmlere benzemiyor, o filmlerde olan birçok şey, Araf’ta yok; o filmlerde olmayan şeyler ise Araf’ta var. Yeşilçam filmlerinde ünlü aktrist-lerin oynadığı esas kızı, Araf’ta -artık sinemamızda ne ünlü aktör, ne de aktrist var- Neslihan Atagül (Zehra) oynuyor. Arabaların geçtiği / mola verdiği bir yol üstü lokantada / restaurant – café’de çalışıyor: Yemek servisi yapıyor, bulaşık da yıkıyor. Şakalaştığı anası, alınan televizyon için para yardımı yaptığı babası, dertleştiği iş arkadaşı (bir dul kadın), şakalaştığı (bazen de takıldığı) iş arkadaşı (erkek / Olgun) var. Bir de kamyonu ile gelip geçerken, uzaktan Zehra’yı gözleyen, sonradan Zehra’nın dikkatini çeken Mahur var, kamyon şoförü.

Yeşilçam filmlerinde, lokal bir yerdeki kız-lara iki tür erkek takılır. Biri kızın da ilgisine cevap verdiği, filmin erkek (olumlu) kahramanı, diğeri ise kıza göz koyan filmin diğer erkek (olumsuz) karakteridir (?). Kız (kahramanımız) olumlu erkek ile ilişki kurarsa, dramatik olaylar sonunda ayrılırlar. Kız, erkek kahramandan habersiz doğum yapar, “mutlu son ” ile bitebilir. Kız (kahramanımız) olumsuz erkeğin tecavüzüne uğrarsa, olumlu erkeği terk eder, (belki) tek başına doğum yapar, olayları kimseye izah edemez… Film dramatik bir sonla biter?!

Araf için baştan bir son kestirmek mümkün (mü?) ama olayların gelişmesi, pek Yeşilçam standartlarına uymuyor. Zehra, hâlâ çocukluklar yapan, aile içinde ana-babasının gerginliğe seyirci (etkilenmiyor değil, ama etkiler kalıcı değil) Olgun’a, Mahur ile ilişkisinin sonucunu söylüyor. Olgun’un tepkisi, Zehra’dan kaynaklansa da dışarıdaki şeylere yönelik. Zehra hamileliğini gizlediği kadar gizliyor ve gizliliği hastane tuvaletinde sona eriyor, filmlerimiz de görmediğimiz şekilde…

Mahur’un, Zehra ile işi bitmiş midir, yoksa Zehra’nın hayatına bir bıçak gibi girip – çıkmış ve gitmiş midir? Her şey biter ama yollar bitmez, gelişleri olduğu gibi gidişleri de vardır ve tüm yollar -çıkmaz sokaklar hariç- birbirine bağlıdır. [“hayata bıçak gibi girip-çıkmak”, Remzi Jöntürk’ün ilk filmi Zımba Gibi Delikanlı (ilk adı Mağrur ve Sefil) filminden unutamadığım bir replik] Yollar birbirine bağlıdır dedim ya… Mahur’un yolu buralara yeniden düşer mi? Düşse bile artık hiç bir şey eskisi gibi değildir, ne Zehra, ne de Olgun.

Ustaoğlu, eskilerden çıkardığı bu yeniye, oyuncuların, özellikle Zehra’nın (Neslihan Atagül) uzun uzun -sözsüz (omuz çekim)- plânlarını yerleştirmiş, olayların gerilim noktalarına, uzun ve sözsüz. Hani kitaplarda bir cümlenin sonuna eklenen, o kahramanın, aklından / bilincinden geçen düşüncelerin (hiç biri söylenmeyen şeylerin) yazılması gibi… Ustaoğlu bunu sinemada görsel olarak yapıyor. Kitapta yazarın yazdığını hepimiz -aynı şeyler olarak- okuruz ama sinemada Ustaoğlu’nun gösterdiğini çekerken düşündüklerini anlamamız imkânsız. Her seyircinin, -filmin o noktasına gelinceye kadar biriktirdikleri ile farklı farklı- algılaması, ayrı tatlar alması, filmin, sinemanın diğer sanatlarla -özellikle edebiyatla- ayrıştığı noktalar. Ustaoğlu Zehra ile Mahur ve Olgun ilişkileri yanında diğer kahramanlarla / yaşayan kahramanlarla ilişkilerini de filmine yerleştirmiş.

Bir filmi değerlendirirken, yönetmenin tavrını öne çıkarmak, olması gereken bir nokta olarak ele alınmalıdır görüşündeyim. Ustaoğlu yaptığı filmlerde yönetmenliğe -senaryoyu görüntülemeye değil- ağırlık veriyor, izlediğim kadarı ile; bu tavır en azından izlenmeyi hak ettirir. Ama filmler farklı şekillerde de yorumlanabilir. Bir filmin oyuncularının değerlendirilmesi elbette gereklidir ama bunu ağırlık noktası olarak almak, filmlere yapılan haksızlıktır. Bir filmde, bir oyuncunun oyununu çok farklı şekillerde değerlendirmek, oyuncuya karşı bir tavırdan daha çok, değerlendirmeyi yapan kurulun (kurulların) değerlendirilmesini gerektiren sonuçlar doğurabilir. (Böyle kurulların değerlendirme yaparken bazı kıstasları olabilir ama bunun baştan belli edilmesi, bu olmazsa değerlendirme ile birlikte açıklanması gerekir.)

Araf’ı, tekrar edersek, bir eskinin yenilenmesi değil, sinemanın başlangıçtan beri -çoğunlukla- hep aynı / benzer konuları işlerken, farklı bakışlara, anlatımlara yer vermesi gerekliliğinin yeni bir sunumu olarak ele alınması şeklinde görmeliyiz. Böylece, özgünde olunabilir.

(07 Kasım 2012)

Orhan Ünser