“Bir -lokma?- ekmekten yiyeceksin, bir baklavadan, bir ekmekten, bir baklavadan.” Bu sözleri, ekmeği kendinden iyi tanıyan, baklavayı ömründe hiç görmemiş, tatmamış, sadece duymuş… unutamamış, bilmediği tadı hep ağzında, bir “köylü”müz söylüyor. [Ekmeği herkes bilir ama baklavayı bilmeyen vardır. Bunu “köylü”müzde belirtmek ne kadar doğrudur. Evde anası, bacısı mutlaka hamur açar, hamurdan bir şeyler yapar, açtığı hamuru da -Anadolu ne bilinmezlerle doludur- (belki) baklava için açar. Böyle bir evin delikanlısı da, “bir ekmekten, bir baklavadan” hayaline yutkunmaz… Hiç görmedi ise askerde görmüştür/yemiştir, hayalini kurduğu baklavayı.]
Yukarıdaki sözler bir filmden alınmıştır. Köylümüzün yaşama düzeyi filmlerde -belki abartılı denebilecek tarzda- gösterilmek istenmiştir ama yıllar sonra, belki bugünlerin yaşama düzeyi etkisi ile o filmdeki -komik?- köylü tiplemesini abartılı buluyorum. Filmi adı Yeşil Kurbağalar. Yapım yılı (dikkat) 1960. Yönetmen Sami Ayanoğlu. Senaryo yazarı: -Türk Filmleri Sözlüğü’ne göre- Sami Ayanoğlu, -benim kitaptan film künyesi üzerine aldığım nota göre- Yaşar Kemal. Ayanoğlu, Yaşar Kemal’in başka senaryolarını da filme çekmiştir. (Bu sahne senaryoda da aynen var mıdır, onu bilemiyorum).
Uzun lâfın kısası, ekmekle baklava yeme hayali kuran, bunu insanı imrendirecek şekilde anlatan oyuncu EROL GÜNAYDIN. Yeşil Kurbağalar, Altan Erbulak, Muhterem Nur ve Nilüfer Sezer ile oynadığı -sinemadaki- ilk filmi (baş rol). Günaydın’ın ekmek, baklava farkını bilmemesi kabul edilemez ama oyuncu Günaydın’ın canlandırdığı köylünün bilmemesi olasıdır, kesin olmayabilir.
Günaydın’ın oynadığı bir diğer film: Güzel Bir Gün İçin (1965 / Haldun Dormen). Günaydın, bu filmdeki rolü ile 1967 4. Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü aldığı gibi En İyi Senaryo Yazarı ödülünü alır. (Senaryo yazarları -bazen- filmlerinde oynar da…!)
1960 yılında ilk filminde oynayan Günaydın daha lisede -Galatasaray- okurken tiyatroya başlıyor. Batı tiyatrosunu (klâsiklerinden başlayarak) iyi bilmesinin yanında, kökeni orta oyununa inen bizim gösteri sanatlarına da muttali… Ayrıca (cenazesinde Tuncel Kurtiz anlatıyordu, ister istemez kulak misafiri oldum) en büyük özlemlerinden birisi kukla tiyatrosu kurmakmış. Bu tiyatro adamı oyunda yazmıştır, mutlaka birden fazladır ama ben ancak birini sahnede gördüm. Batıdan alınan bir Romeo Jülyet örneği. Toplumumuza uydurulmuş, yazıldığı (sahnelendiği) yıla göre de adı Yaygara 70 konmuştu, sinemaya başlamasının onuncu yılında. Tiyatro için yıl veremiyorum. Günaydın’ın tiyatroya başladığı yılı bilen varsa ? buyursun söylesin… Haa bu Yaygara 70′de kendisi de oynuyordu. O günlerdeki yaşına göre hayli yaşlı bir kadını (af buyurun, bir kocakarıyı) oynuyordu, Ajans Bahriye… Başka bir şey söylemeye gerek var mı? (Oyunu -yanlış hatırlamıyorsam- Haldun Dormen sahneye koymuştur, eğer yanlış ise hata benimdir.)
2012 yılı, sanat camiasından (ben sadece -özellikle- sinemayı ve -biraz da- tiyatroyu izleye bildim) birçok kişiyi yitirdiğimiz bir yıl oldu. Birçok büyük usta gitti. Bugün (17.10.2012) Teşvikiye Camii yine bahçesini doldurmuştu. Özellikle dikkatimi çeken şu oldu: Erol Günaydın’ı hep yıllar öncesinde beyazperdede gördüğümüz gibi hayal ettiğimizden, O’nun ve bugün cenazesine gelen üç aşağı beş yukarı akranlarının hepsini bugünkü yaşlanmış halleri ile görünce, hepsini perdede ve sahnede ilk gördüğüm (gördüğümüz) halleri ile hayal ettim, gözümde canlandılar. Zaman (bazı) insanlara çok acımasız davranıyor. Ama teselli bulduğum bir konu şu, başta Günaydın olmak üzere o ustaların yetiştirdiği, bugün olgunluk dönemini yaşayanlar ile daha sanatının ilk basamaklarını çıkan, yeni gelenlerin bir kısmı -konuşmalarının bir yerinde- sadece Günaydın’dan söz ediyorlardı… Bir de çelenkleri ve bizzat kendileri orada olan (bazıları) vardı, onlara söylenecek tek bir söz var: “günaydın” (!).
(19 Ekim 2012)
Orhan Ünser