Mart ayı sonunda gösterime girmeye hazırlanan ilk filmi “Toprağın Çocukları”nın hazırlıklarını sürdürdüğü günlerde bir araya geldiğimiz Ali Adnan Özgür, “Ben bir garip Adnan’ım.” diye söze giriyor ve “kısa filmim bile yok, bunları düşününce kafayı yediğimi çok söylediler.” diye devam ediyor.
Sinema çevrelerinin Ezel Akay’ın asistanı olarak tanıdığı genç yönetmen, “Adnan’cığım şöyle İstanbul’da gerçek mekânlarda geçen, kolay, bugüne yakın bir film ile başlasaydın” diyenlere inat, şu günlerde başına buyruk bir adam olmasından dolayı son derece mutlu görünüyor.
Özgür’le “Toprağın Çocukları”nın yaratım sürecinin yanı sıra, Köy Enstitülerini de konuşma olanağı bulduk.
Söyleşinin hemen öncesinde aklımızdan geçen düşünceyle girelim söze: Film yapımının hız kazandığı bir dönemden geçerken yakın tarihe ve günümüz sorunlarına yönelik pek çok film çekilmesine karşın, öyle zannediyoruz ki kökleri çok derinlerde olan Köy Enstitüleri, uzun metrajlı bir film projesinde, ilk kez karşımıza çıkıyor.
Biz de şaşırdık aslında. Bu filmi çekme fikri aklımıza geldiği zaman Köy Enstitüleri ile ilgili çekilmiş film / kayıt var mı diye araştırdık, Can Dündar’ın belgeselinden başka düzgün kayıt olmadığını fark ettik. Bu konuda pek çok kitap yazılmış ancak görsel doküman bulmak daha zor. Fotoğrafların çoğu İsmail Hakkı Tonguç tarafından çekilmiş. Başkaları neden böyle bir projeyle ilgilenmemiş sorusuna cevabım; sanırım ticari bir proje değil. Yapımcılarda “Bu tür projeler para kazandırmaz” fikri hâkim. Hatta ben filmden bahsettiğim zaman genellikle “Çok iyi fikir ama izlenmez be oğlum!” tepkisiyle karşılaşıyorum. Sanırım iktidardan da çekiniyorlar biraz. Genel olarak bizim sektörde de iktidara yaranma huyu baş gösterdi. Sanatçının, her iktidarın muhalifi olduğunu, sanırım para kazanma kaygısı unutturuyor. Zaten yeni sinemanın daha 5 – 10 yıllık geçmişi olduğu düşünülürse bu süreçteki tek parti iktidarından çekinmeleri buna sebep olmuş olabilir.
“Ben neden çektim” diye sorarsanız benim için sinemacı olma sebeplerim arasındadır bu film. Annemin babası Kemal Şahingöz, Köy Enstitüsü mezunu ve ben bu adamın garipliklerini izleyerek büyüdüm. Benim dedemin kahve kültürü yok, gece gündüz bir şeyler okur, etrafında saygın bir adamdır. Küçükken farklılığı yüzünden üzülürdüm ama büyüdükçe nasıl özel bir adam olduğunu anlamaya başladım. Anladığım gün de bu filmi çekmek hayat amaçlarım arasına girdi.
Bu, sizin de ilk uzun metrajlı filminiz. Nasıl bir hazırlık süreci söz konusu oldu. “To Çiçeği” adlı özgün belgeselinden hatırladığımız Dilşah Özdinç’in senaryo yazım süreci hakkında bilgi verir misiniz?
Dilşah tam bir deli. Bir yazardan beklediğiniz tüm özellikleri var. Dramatik bir film çekecekseniz şahane diyaloglar yazıyor ve direkt insandan besleniyor. Tarihi bir film yazıyorsanız araştırmacı gazeteci gibi, tarih hocası gibi çalışılması gerekir. Dilşah’a projeden bahsettiğim zaman ilk iş gece gündüz araştırmaya başladı. Fotoğraflar, yazılar, kitaplar derken en sonunda İsmail Hakkı Tonguç’un oğlunu buldu ve uzunca bir süre onunla mektuplaştı. Bizim senaryoyu geliştirmemiz iki yılımızı aldı. Senaryo on altı kere tekrar yazıldı. Ara düzeltmeleri saymıyorum bile. Hatta sette bile günlük değişmeler yaşadık. Ben oyuncuya alan bırakmaya özen gösterdim. Oyuncular diyaloglarda doğaçlamaya gidince Dilşah kalan sahneler için düzeltmeler yapmak zorunda kaldı. Benim için büyük keyif oldu Dilşah ile çalışmak. Umarım hayat boyu çalışırız. Tabii o bu aralar böyle düşünmüyor olabilir, ben de epey inatçıyımdır onun her yazdığının üzerine hep büyük eleştiriler yapıp yenisini istedim, bugün yeniden çeksek yeni bir senaryo olurdu herhalde. 10 yıl sonra olsa yenisi. Bunun sonu yok sanırım.
Köy Enstitüleri kuşağı, bir dönemin ideal ve özlemlerinin en somut yansımalarından biri sayılabilir. Projeyi oluşturma aşamasında, o kuşağın son temsilcileriyle görüşme olanağınız oldu mu? Nasıl katkılar aldınız?
Oldu ve pek çokları ile röportajlar yaptık. Sohbetler ettik. Hatta Köy Enstitüsü mezunu olan dedemle uzun bir röportaj yaptık. Kalabalık bir ekip olarak karşısına geçtik, bize altı saate yakın anlattı. Dedem 80 yaşının üzerinde. Altı saatin sonunda sorduk “Dede yoruldun mu?” “Yok, taş mı taşıdık ki yorulalım” dedi. Ona kalsa devam edecekti daha ama tabii kalanı ertesi güne bıraktık. Pek çok dernekle de görüştük, hatta Bursa’daki Köy Enstitüsü Mezunları Derneği ile uzun sohbetlerimiz oldu. Enstitü mezunları bizden hevesli, bizden genç, hepsine bayıldık, hepsinden de çok şey öğrendik. Hatta garip bir şey yaşadık. Onu da anlatayım, bir gün Bursa’dan bir telefon aldım. “Adnan Bey merhabalar biz Bursa Derneği, ne zorluklarla film çektiğinizi biliyoruz, aramızda 400 lira para topladık. Kusura bakmayın ama bu kadar toplayabildik, bunu size göndermek istiyoruz bir ihtiyacınızı karşılarsınız diye”. Ben oturdum ağladım, çocuk gibi. Çünkü mezunlar 5 – 10 kişi aralarında yardım toplamışlar. Tabii kabul etmedik, onlarla Bursa galasında beraber olacağız ve ellerinden uzun uzun öpüp teşekkür edeceğiz.
Konu Köy Enstitüleri olunca düşünmeden edemiyor insan: Ele aldığınız konuyla eğitim sistemimiz üzerine yapılan tartışmalara katkı sağlama gibi bir düşünceye sahip misiniz?
Aslında filmi çekmemizin temel sebebi bu. Yıllardır bütün iktidarların eğitim sistemi hakkına çalışmaları oldu ancak sonuç ortada. Niteliksiz üniversiteler ve eğitimi bırakmış, öğretim yapan liseler. Artık tabletler veriliyormuş sanırım bu sene ama tablet eğitim sisteminin hasarlarını düzeltmez, çocuklar orada da oyun oynamanın bir yolunu bulur. Bizim işaret ettiğimiz şey, bunu geçmişte başarmış olduğumuz. Köy çocukları Molière okudular, dünya klâsiklerini okudular, mandolin çaldılar ve bunları keyifle yaptılar. Ödev yapmaktan nefret eden değil, kendi isteğiyle kütüphanede zaman geçiren bir nesil yaratıldı. Çocuk kendi okulunu kendi yapınca içinde kalmak daha keyifli oldu. Kendi yaptığını bugün bile savunması ondan. Tek tip insan yetiştirmek değil bu okulların amacı. Çocuklara seçenekler sunmuşlar. Çocuklar bugün oldukları yere gelmeye karar vermişler. Benim dedemin bir gözü tamamen kör, diğeri ise yüzde seksen görmüyor. Her sabah uyanınca evin en iyi güneş alan yerine gider, gazete okur. Sadece dedem değil, Hasanoğlan’da çekim yaparken bizi ziyaret eden 90 yaşlarındaki mezunlar hep koltuk altlarında gazete ile geliyorlardı. Kıyafetleri ütülü, tertemiz, pak ve okuyan adamlar. Bunlar ya çoban olacak ya maraba olacak ya da işçi olacaklardı, öğretmen oldular. Bizim bu filmdeki amacımız bu konuyu tekrar konuşmak ve eğitim sistemimizi sınıftan çıkartıp toprağa bastırmak.
Filmin yapımcılarından biri, aynı zamanda oyuncu olarak izleme olanağı bulacağımız Erkan Can. Onun projeye dâhil olma sürecine ilişkin çeşitli rivayetler var. Dilerseniz usta oyuncumuzla bir araya gelme serüveninizi sizin ağzınızdan dinleyelim.
Erkan Abi ile “7 Kocalı Hürmüz” filminde bir araya geldik. Ben yapım ekibindeydim, o kuliste sırasını bekliyordu. Programda bir aksaklık oldu herhalde ve sohbete başladık. Memleketin hali, iktidarlar, düzen, işte bildiğiniz herkesin her gün yaptığı kahve berber sohbeti ederken, Erkan Abi “Ahh” dedi “Eskiden Köy Enstitülerinde çocuklar böyle mi eğitim alıyormuş, oradan çıkan hocalar, onların öğrencileri ne kadar farklıydı, sizin nesil bilmez” dedi. Ben de “Bildirelim abi” dedim. Orada karar verdik filmi çekmeye, sonra da çektik.
Erkan Can dünyanın en güzel adamı. Bana güç veren, yılmadan devam etmemi sağlayan, zorlukları benim için kolaylaştıran bir abi oldu. Baba diyoruz ona hep; Erkan Baba. Biz uğraşıp bir yerlerde tıkandığımız zaman Erkan Baba’ya danıştık. Erkan Baba geldi hem problemi çözdü hem de güç verdi bize. Tabii Erkan Abi yanımızda olunca pek çok kapı açıldı bize. Ben Erkan Abi’nin zaten uzun zamandır hayranıydım, bundan sonra da hayranı olarak kalacağım. Erkan Abi’nin cümlesi; “Yaparız oğlum”. Ben Erkan Can olmasa bu işi yapamazdım. Erkan Can bu kadar büyük, değerli bir adam olmasa 2012 yılında hâlâ bu ülkede bir Köy Enstitüsü filmi olmayacaktı.
Mekân ve oyuncu seçimi konusunda bilgi alalım sizden…
Hasanoğlan, Köy Enstitülerinin kalbi. 21 enstitünün en büyüğü, yüksek köy enstitüsü. Ve hâlâ ayakta, en iyi durumda olan o. Filmde gördüğünüz her şey gerçekten Hasanoğlan’daki köy enstitüsüne ait. Bu yüzden çok düşünmedik bile. Bizim genel koordinatörümüz İzlem Genç önceden bizzat gitti Hasanoğlan’a. Mekânın fotoğraflarını çekti, sonra hep beraber ekip olarak gittik. Önce çekim izni vermediler okul içinde. Sonra orada Nermin Hanım ile tanıştık, kale gibi bir kadın. Hasanoğlan Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Başkanı Nermin Yıldırım, bizim yerimize izinlerimizi aldı, bize kefil oldu ki o zaman bizi daha tanımıyordu bile. Biz de sahaya indik.
Oyuncu konusunda çok ferahtık, bir iki oyuncu dışında hep ilk tercihlerimiz ile çalıştık. Bizi hiç reddetmediler. Hiçbiri para istemedi. Menderes Abi 8 ay saçlarını uzattı bu film için. Türkü sette yemek dağıttı, Ufuk çay, Suzan kendi elleri ile köfte yaptı bize. Oyuncuların hiçbiri sadece oyuncu olmadı bu filmde. Kendi uçak biletlerini kendileri aldılar. Şebnem Ablanın programı yoğundu, 3 kere geldi gitti bizden bilet parası bile istemedi. Bizim filmin bir özelliği de bütün oyuncularımın oyuncular sendikası üyesi olması oldu. Sanırım bu alanda ilk film bizimki.
Sonuçtan memnun musunuz?
Montaj dün bitti, artık 5 aydır ilk defa rahat uyudum. Keyifle uyudum. Film benim çocuğum artık ben ne halde olursa olsun severim, yanlıyım yani, umarım siz de beğenirsiniz filmi. Benim izlettiğim insanlar hep iyi şeyler söylediler ama onlar benim dostlarım, sanırım iyi niyetliler bakalım insanlar ne düşünecek film hakkında.
NOT: Bir bölümünü yayınladığımız söyleşinin tamamını, Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin, önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan 25. sayısında okuyabilirsiniz.
(13 Şubat 2012)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü