Burada Muhacir Olmak Ne Zor

Dedemin İnsanları
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Müzik: Cengiz Onural, Cenk Erdoğan, Bora Ebeoğlu, Aria
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Zafer Alagöz, Mert Fırat, Ezgi Mola, Gökçe Bahadır, Durulkan Çelikkaya, Sacide Taşaner, Ünal Silver, Eirini Inglesi
Yapım: Most-Ay Yapım (2011)

Önemli yönetmenler arasına giren Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”, vakti zamanında mübadeleyle Girit’ten göç etmiş bir ailenin geçmişini ve şimdiki zamanını anlatırken ülkemizdeki ırkçılığa da dokunuyor.

Yönetmen Çağan Irmak, 2011 yapımı “Dedemin İnsanları” filmiyle çocukluğuna bakıyor. Sinemanın önemli yönetmenleri geriye dönüp çocukluğuna bakan filmler yaptılar. Fellini, 1973 yapımı “Amarcord – Hatırlıyorum” filmiyle çocukluğuna uzanmıştı. Truffaut, 1959’da “Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe” filminde çocukluğundan ilham almıştı. Yönetmen Irmak, kendi çocukluğunu anlatıyor. Muhacirlerin çok olduğu Ege’nin kıyı kasabasında muhacir torunu küçük Ozan, kendine “gâvur” diyenlere karşı “Türklüğünü” kanıtlamak istiyor herkese. Her sabah okulun bahçesinde “Türküm, doğruyum… varlığım Türk varlığına armağan olsun” marşını coşkuyla söylüyor hep. Mahalleli çocuklarla muhacir ve Kürt evlerini de taşlıyor. Irmak, ülkemizdeki ırkçılığın derinlerini gösteriyor bu filminde. “Yunan tohumu” diye dışlanmaya çalışılan bu ülke de muhacir olmak ne kadar zor. 1970’li yılların sonu ve Kürtlere karşı da alttan alta ırkçılık hissediliyor. Sadece 12 Eylül’ün mirası değil bu ırkçılık. Ezelden geliyor.

Ozan’ın gözüyle…

On yaşındaki Ozan (Durulkan Çelikkaya), karnesini aldığı gün, mahalleden arkadaşlarıyla muhacir ve Kürt evlerini taşlarken dedesi (Çetin Tekindor) beyaz “Anadol” otomobiliyle hemen yanında bitiyor. Dede onu arabaya almasa da, aralarındaki buzlar eriyor. Ozan, aslında yalnız bir çocuk. Gerçek anlamda sıkı arkadaşı yok. Kalbi bu boşluktan olmalı katı ve öfkesini başka kültürden olanlara boşaltıyor. Bağ evinde muhacir dostlarlarla yemek yenirken dede Mehmet torununa geldikleri yeri ve yolculuklarını anlatıyor insanı etkileyen kelimelerle. Ama bu bile Ozan’ı yumuşatamıyor. İçinde hep bir öfke var. Dedesi Mehmet Yavaş’ın manifaturacı dükkânına aldığı Kürt çırak çocuğuna kötü davranan Ozan, dedesinin sabırlı ve hoşgörülü yaklaşmalarıyla yüreği yavaş da olsa yumuşamaya başlıyor. İşte bu Ozan büyüyecek ve önemli bir yönetmen olacak. Dede Mehmet, hoşgörüsüyle kasabada sevilen ve sayılan bir insan. Tek kızını (Gökçe Bahadır), belediye başkanının yardımcısıyla (Yiğit Özşener) evlendirmiş, torun sahibi, sevgili eşi (Sacide Taşaner) hayatta bahtiyar bir insan. Belki de içindeki en büyük boşluk, mübadele zamanlarında gemi yolculuğunda ölen kız kardeşi. Onun fotoğrafı da Girit’te kalmış. Girit’e gitme hayali hep bir şeyler engellemiş. Kıbrıs Harekâtı olmuş, 12 Eylül darbesi gerçekleşmiş. Geride bıraktıkları evlerinin özlemi de içini yakıyor dede Mehmet’in. Başka hikâyeler de aralara serpiştiriliyor filmde. Kasabanın delisi olmuş “deli aşık” (Ünal Silver), evlenip gitmiş, kocası 12 Mart’ta tutuklanmış kadına (Hümeyra) yıllarca tutkulu. Kadın, içinde hep yollar olan resimler çiziyor. Manifaturacı Mehmet, geçmişi hatırladığında mübadele anları da düşüyor perdeye. Babası (Mert Fırat), çalışkan ve dürüst biri. Mübadele olduğunda her şeylerini geride bırakıyorlar. Yunan komşularını da. Daha bebek olan kız kardeşini gemide yitiriyorlar. Babası, annesi (Ezgi Mola) ve kendisi Ege’ye gelip yerleşiyorlar. Her zaman muhacir olmak zor olmuştur bu ülkede. İkinci Dünya savaşı yıllarında azınlıklar “Varlık Vergisi” adıyla mahvoluşa sürüklendi bu ülkede. Tehcirler yaşandı. 1950’lerde Rumlara saldırılar oldu. Dede Mehmet, içine pusula koyduğu şişeyi Ege’nin sularına atıyor hep. Bir gün o şişenin içindeki pusulaya cevap geliyor Girit’ten. Hep geldikleri yere ailesiyle gitmek isteyen manifaturacı Mehmet, herkese pasaport çıkarttıktan hemen sonra 12 Eylül darbesi oluyor. Ardından kederler düşüyor hayatlarına. Onun gidemediği topraklara bir zaman sonra genç adam olan torun Ozan gidiyor ve oradaki iyi insanlarla tanışıyor.

Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği gerçekten insanı büyülüyor. Nuri Bilge Ceylan ve Çağan Irmak’ın kameramanı Gökhan Tiryaki sinemanın çok önemli kameramanları arasına giriyor. Bu kameraman yönetmenlerine de ilham veriyor. Mübadele anları koyu ve kahverengimsi tonlarla yansıyor. Şimdiki anlarda geçtiği bölümlerde parlak, yumuşak ve sıcak renkler kullanmış yönetmen. İnsana çocukluğunun sıcaklığını veren bir sıcaklık bu. 1970’ler sahici bir anlatımla yansımış perdeye. Gerçekten de öyleydi. Hem iyilikler hem ırkçılıklar. Elbette müzikler de muhteşem. Her filminde kendine biraz daha bağlayan yönetmen, 2006’daki “Babam ve Oğlum” filmindeki gibi seyircilerini ağlatıyor. Ama bu sefer hepsi doğal ve kendiliğinden oluyor. “Dedemin İnsanları”, zaman içinde bir başyapıta dönüşebilecek filmlerden. Sinema belleğine alınmalı bu film. Ön jeneriklerini daima kırmızı yansıtan yönetmen Irmak’ın filminde son jenerik muhteşem. Filmde “metafor” üzerine espriler de çok hoş. Bu filmin Milas, Gökçeada ve Girit’te çekildiğini de belirtelim.

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

[email protected]

Zirveye Ulaşmak Kolay Değil

Zirveye Giden Yol (The Ides of March)
Yönetmen: George Clooney
Oyun: Beau Willimon
Senaryo: Grant Heslov-Beau Willimon-George Clooney
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Phedon Papamichael
Oyuncular: Ryan Gosling (Stephen), George Clooney (Vali Morris), Philip Seymour Hoffman (Paul), Paul Giamatti (Duffy), Evan Rachel Wood (Molly), Marisa Tomei (Ida), Jeffrey Wright (Senatör Thompson), Michael Mantell (Senatör Pullman)
Yapım: Cross Creek (2011)

Ünlü oyuncu George Clooney’nin yönettiği “Zirveye Giden Yol”, Amerika’daki politik arenaya içeriden bakan gerilim yüklü bir film. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan filmin liberal bakışı da fark ediliyor.

Hollywood’un ünlü oyuncularından liberal George Clooney dördüncü filmini yönetti. Bu yılki 68. Venedik Film Festivali’nin açılışını yapan 2011 yapımı “The Ides of March – Zirveye Giden Yol” filmi, Demokratların başkan adaylığı için delege önseçimlerine odaklanıyor. Adaylık için Pensilvanya Valisi Mike Morris’le Arkansas Senatörü Pullman yarışıyor. Başkanlık adaylığı için Ohio kampanyası da çok önemli. Çünkü, Demokrat adaylara sadece Demokrat değil Cumhuriyetçi delelegeler de oy kullanıyorlar. İşte bu noktada politikanın tüm numaraları sahneye konmaya başlıyor. Vali Morris, Katolik olmasına rağmen, laik bir kampanya yürütüyor. Bütün inanışlara ve ırklara eşit mesafede duran Morris, sadece Amerikan anayasasına inanıyor. Hiçbir dine yakın durmayan bir başkan adayı Amerikalıları etkileyebilir mi? New York Times, bu filmin yapısına “Sorkinesque” diyor. Tiyatrocu ve senarist Aaron Sorkin’in anlatımını Clooney’nin “Zirveye Giden Yol” filminde fark edebilirsiniz. 1961 New York doğumlu Sorkin kendi yapıtlarında doğrusal çizgide olmayan hikâyeler anlatıyor, iğneleyici karakterler çiziyor, uzun konuşmalarda karakterlerin inançlarını yansıtıyor, konuşmalar hızlı ve ateşli, kadınlarıysa akıllı. Hikâyeleri politika üzerinde yoğunlaşıyor. Karakterlerini psikanalitik açıdan yansıtabiliyor. Liberal demokrat görüşlerinini metinleri üzerinden insanlara ulaştırabiliyor. Clooney’nin filmini seyrederken bunlardan bazılarına değebilirsiniz. Aslında Sorkin’i sinema için yazdığı senaryolardan biliyorsunuz. Kendi oyunundan senaryosunu yazdığı 1992 yapımı “A Few Good Men – Birkaç İyi Adam” hemen akla geliyor. Senaryosunu yazdığı 1995 yapımı “The American President – Amerikan Başkanı”, senaryosuna katkıda bulunduğu 1993 yapımı “Malice” de var. Televizyon için yazdığı “The West Wing – Batı Kanadı” da hatırlanmalı. Filmin orijinal adı, Latince “Idus Martiae”den geliyor. Cümle anlamıysa “Mart yok” demek. Roma takviminde Mart’ın 15. günü anlamına da geliyor. Bir bakışa göre de Jülyus Sezar’ın 15 Mart’ta suikasta kurban gittiği zamanı simgeliyor bu ad. Filmde de üçüncü anlama metafor var. Çünkü politika ve politikacılar, metaforik de olsa suikastlar düzenliyor. Yıkıcı ve mahvedici bir arena orası. Dürüstlüğün mağlubiyete uğratıldığı bir yer bu arena.

Beklenmedik ilişkiler…

Vali Morris’in kampanyasında Paul Zara’nın yardımcılığını yapan Stephen Meyers, üst üste iki olay yaşıyor. Bu iki olay, kampanyayı trajik hale getiriyor. Vali Morris’in rakibi Arkansas Senatörü Pullman’ın kampanya sorumlusu Tom Duffy’yle gizli bir buluşma yapıyor. Bu gizli görüşmeden Paul’ü haberdar etmiyor Stephen. Bir de kampanyada stajiyer olarak görev alan Molly Stearns’in cazibesine kapılıyor. Kısa bir ilişki yaşıyorlar. İlişki yaşamaları doğal, ama Molly başkan aday adayı Morris’le de ilişkiye girmişse bu içinden çıkılmaz bir kaosu da getiriyor hemen. Her şeyin yolunda gittiği kampanyada gerilim birdenbire yükseliyor ve hiç beklenmedik sonuçlar ortaya çıkıyor. Molly, Morris’ten hamile kalmış. Stephen, Molly’ye kürtaj yaptırdıktan sonra Paul, Duffy’yle gizli görüşmesini öğreniyor ve Stephen’ı işten kovuyor. Ama bu o kadar kolay değil. Çünkü Stephen’ın da elinde kozlar var. Burası politika arenası ve hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bu gerilim politik filmin son sahnesinin unutulmaz bir muhteşemlikte olduğunu belirtmeliyiz. Bu film, Beau Willimon’ın “Farragut North” oyunundan sinemaya uyarlandı. “Farragut” kelimesinin anlamını da filmin derinliğinde keşfediyorsunuz. 1961 Paris doğumlu besteci Alexandre Desplat, günümüzde öne çıkmış Hollywood filmlerine müzikler yazıyor. Dört defa Oscar’a aday gösterildi. İşte bu etkileyici bestecinin Clooney’nin filmine ruh katan tınıları kulağınızda iz bırakıyor. Bu filmin kameramanı da 1962 Atina doğumlu Phedon Papamichael. Bu kameraman, Wim Wenders’in 2000 yapımı “The Million Dollar Hotel – Sırlar Oteli” filmindeki muhteşem sinemaskop görüntüleriyle hatırlanıyor. Clooney’nin filmindeki sinemaskop çerçeveleri de estetik ve filme derinlik katmış. Clooney’nin bu filminde Amerikan politik işleyişleri hakkında az da olsa fikir sahibi oluyorsunuz, ama yine de sistemi algılamakta sıkıntı yaşayabilirsiniz.

(Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

[email protected]

Hangi İnsan Hakları? Film Festivali

DOCUMENTARIST’in yan etkinliği olarak 2009’dan beri düzenlenen Hangi İnsan Hakları? belgesel etkinliği bu yıldan itibaren bağımsız bir festivale dönüşüyor. 06 – 10 Aralık 2011 tarihlerinde gerçekleşecek Festivalde bu sene ana tema “çocuklar ve hakları” olacak. Festivalin gösterim ve yan etkinlikleri SALT Beyoğlu, Dutch Chapel ve Tütün Deposu’nda ücretsiz olarak gerçekleşecek. Festival kapsamında çocukların durumunu yansıtan filmlerin yanısıra, her alandaki insan hakları ihlallerinin muhtelif örneklerini ele alan 30’dan fazla film seyirciyle buluşacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Diğer haberler ve yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hangi İnsan Hakları? Film Festivali yazısına devam et
  • 1. Uluslararası Bursa Çocuk Hakları Film Festivali

    Bursa Valiliği öncülüğünde, Büyükşehir, Osmangazi, Yıldırım ve Nilüfer Belediyeleri, Bursa Kent Konseyi ve UNICEF Türkiye Milli Komitesi Bursa Gönüllüleri ile birlikte Bursa’da ilk kez düzenlenecek olan Uluslararası Bursa Çocuk Hakları Film Festivali, 21 – 23 Kasım 2011 tarihleri arasında yapılıyor. Festival, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temel yapı taşlarından biri olan “çocuk katılımı”nın uluslararası düzeyde sağlanmasına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Festivalin, Çocuk Yönetmenler bölümünde 18 yaşından küçük yönetmenlerin yaptığı 24 film, Yetişkinlerden Çocuk Hakları bölümünde ise 18 yaş üstündeki yönetmenlerin yaptığı 17 çocuk filmi gösterilecek.

    1. Uluslararası Bursa Çocuk Hakları Film Festivali yazısına devam et

    Zenne, Malatya Film Festivali’ne Katılamıyor

    Eylül 2011’de, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümüne festival ekibi tarafından davet edilen Zenne, bilindiği üzere Eser İşletme Belgesi’ni yetiştiremediğinden festivale katılamıyor. Festival organizatörleri, 09 Kasım 2011 Çarşamba günü akşam saatlerinde Zenne’nin yapımcılarını telefonla arayarak, Eser İşletme Belgesi’nin eksik olduğunu belirtti ve belgenin tamamlanmasını istedi. Ancak, Eser İşletme Belgesi’nin 18 Kasım 2011 Cuma günü saat 17:00’ye kadar yetiştirilemeyeceği belli oldu. Bu nedenle film festivale katılamıyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Filozof, Bilge ve Aktivist Anadolu Eşeği İstanbul’da

    02 Aralık’ta vizyona girecek olan Entelköy Efeköy’e Karşı filminin en önemli sembollerinden filozof, bilge ve aktivist Anadolu Eşeği, eşek soyunun haklarını savunmak için yollarda. Çiftlik hayvanı dahi sayılmayan eşek nesli için devletten statü talep etmek üzere, Muğla – Milas’tan yola çıkan ve Ankara’da meclise dilekçesini sunan Anadolu Eşeği, 18, 20 ve 22 Kasım 2011 tarihlerinde Kadıköy Bahariye Caddesi’nde, 21 Kasım 2011 Pazartesi günü ise Kadıköy Rıhtım’da İstanbullularla buluşacak. Yüksel Aksu’nun yönettiği filmin başrollerini Şahin Irmak, Ayşe Bosse ve Emin Gürsoy paylaşıyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Cronenberg Psikanalize Bakıyor

    Tehlikeli İlişki (A Dangerous Method)
    Yönetmen: David Cronenberg
    Eser: John Kerr-Christopher Hampton
    Senaryo: Christopher Hampton
    Müzik: Howard Shore
    Görüntü: Peter Suschitzky
    Oyuncular: Viggo Mortensen (Freud), Keira Knightley (Spielrein), Michael Fassbender (Jung), Vincent Cassel (Gross), Sarah Gadon (Emma)
    Yapım: Recorded Picture (2011)

    David Cronenberg’ün “Tehlikeli İlişki” filmi, Jung’un hastası Spielrein’la ilişkisini anlatırken, Freud’u da unutmuyor. Bu film, müzikleri ve kelimeleriyle psikanalize derin bir yolculuk.

    Toronto’da 1943’te doğmuş David Cronenberg, sinemanın genetikçisi olarak anılıyor. 1983 yapımı biliçaltında dolaşan, hayalle gerçekliği birbirinin içine geçiren “Videodrome”, içinde genetik dönüşümlerin olduğu yine 1983 yapımı “The Dead Zone – Ölüm Bölgesi”, tam anlamıyla başka bir şey olunan genetiğin uç noktası 1986 yapımı “The Fly – Sinek”, karakterleri çok az farklı jinekolog ikiz kardeş üzerine “Dead Ringers – Ölü İkizler”, gerçeküstücülüğün ve genetikliğin sınırlarını aşan 1991 yapımı “Naked Lunch – Müthiş Yemek” ve 1999 yapımı “eXistenZ – vAroluŞ…” Hatta, gelecekte tüm zevklerde doyum sınırlarını aşmış insanların yeni hedonizmlerle hazlar arayışını anlatan 1996 yapımı “Crash – Çarpışma…” Usta son dönemlerde, şiddetin iç dünyasını anlattı ve sonunda 2011 yapımı “A Dengerous Method – Tehlikeli İlişki” filmiyle psikanalizin en karanlık sokaklarına girdi. 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gördüğümüz ve festivalde hatırı sayılır seyircinin geldiği “Tehlikeli İlişki”, psikanaliz üstüne özel bir film.

    Jung’u değiştiren kadın…

    Filmin hikâyesinde Carl Jung ve Sigmund Freud var. Bir de Rus Yahudisi Sabrina Spielrein… Film, 1904’te İsviçre’de açılıyor. Psikanalitik Jung’un çalıştığı hastaneye Sabrina Spielrein getiriliyor. Spielrein, Jung’u baştan aşağı değiştiriyor. Hem de tüm yönleriyle. Hatta psikanalize bakışını da geliştiriyor. Biliçaltında Spielrein’a cinsel istek duyan Jung’u, tek eşliliğe karşı duran Avusturyalı nevrotik bir psikanalist Otto Gross’un kışkırtıcı sözleri baştan çıkarıyor. Ardından tüm kasırgalardan daha sarsıntılı ve tutkulu bir aşk başlıyor. Jung’u bastıran evli olması. Karısı Emma, erkek çocuk doğurmayı isteyen takıntılı bir kadın. Filmdeki en önemli ve fark edilmesi gerekense müzikler. Bu müzikler de psikanalitik bir ruh taşıyor. Spielrein’ın iç dünyasındaki iniş çıkışlar, o fırtınalar, çellonun çığlıklarıyla kulaklara geliyor. Dinginlik daha çok piyano tınılarıyla yaşanıyor. Müzikleri Howard Shore bestelemiş. Film, John Kerr’ın kurgu olmayan “A Most Dangerous Method” romanından ve Christopher Hampton’ın “The Talking Cure” tiyatro oyunundan uyarlanmış. Senaryoyu da Christopher Hampton yazmış. 1946’da Portekiz’de doğmuş İngiliz oyun yazarı, senarist ve film yönetmeni Hampton’ı 1995’te Michael Holroyd’un romanından senaryosunu yazıp yönettiği “Carrington” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Hampton, Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement – Kefaret” filminin senaryosunu Ian McEwan’ın romanından yazmıştı. Onun dokunduğu konularda zihnin dehlizlerinde dolaşıyorsunuz hep. Yönetmen Cronenberg’ün her zamanki kameramanı Peter Suschitzky’nin görüntüleri, 1900’lerin başlarındaki fotoğrafların tadını veriyor. Kamera da dönemin hızının ruhuyla buluşmuş. Alabildiğine dingin. Freud ve Jung arasındaki rüya tartışmaları, cinsellik üzerine konuşmaları da çarpıcı. Filmde Keira Knightley her övgüyü hak ediyor ve muhteşem bir performans ortaya koyuyor. Anarşist psikoanalist Otto Gross, 1920’de açlıktan ölmüş. O, tek eşliliği doğaya aykırı bulan, ahlakçıları çıldırtan, baba takıntılı nevrotik bir insan. Bu Gross üstüne araştırma yapmak ve onu anlamak iyi olabilir. Şiddet sinemasının içerisinde gezindikten sonra psikanalitik sulara gelen Cronenberg’ün “Tehlikeli İlişki”, önemli ve görülmesi gereken bir yapıt. Film ağırlıklı olarak Zürih, Berlin ve Viyana’da çekilmiş.

    (Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (25 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Bir Aile Üstünden Hayatın Anlamı

    Hayat Ağacı (The Tree of Life)
    Yönetmen-Senaryo: Terrence Malick
    Müzik: Alexandre Desplat
    Görüntü: Emmanuel Lubezki
    Oyuncular: Brad Pitt (Baba), Sean Penn (Jack), Jessica Chastain (Anne), Hunter McCracken (Çocuk Jack), Fiona Shaw (Büyükanne)
    Yapım: River Road-Cottonwood (2011)

    Sinemanın özel yönetmenlerinden Terrence Malick’in “Hayat Ağacı” sinemanın da özel filmlerinden. Görüntüleriyle, müzikleriyle ve hikâyesiyle etkileyen bu film Cannes’da “Altın Palmiye” kazandı.

    Filmi seyrederken bazı anlarda kendimizi Godfrey Reggio’nun 2002 yapımı “Naqoyqatsi: Life as War – Yaşam Savaşı” belgeselinin içindeymiş gibi hissettik. Elbette Terrence Malick’in 2011 yapımı “The Tree of Life – Hayat Ağacı” filminde, ölümün ve hayatın kökenini belgesel tatında anlattığı bölümler özgün. “Naqoyqatsi” de, modern dünyadaki felâketlerde insanlığın ve dünyanın hali müzik eşliğinde yansıtılıyordu perdeye. Film, 1960’larda açılıyor. Güneşli ve mutlu bir gün. Postacı, kapıya gelir ve mektubu anneye verir. Vietnam Savaşı’ndaki 19 yaşındaki oğulları ölmüştür. Baba ve anne, o an yıkılıyorlar ve Tanrı da sorgulanıyor. Film, aslında ayetlerle açılıyor. Bu haberden sonra yönetmen Malick, milyonlarca geriye giderek dünyada hayatın doğuşuna ve kaynağına tanıklık ettiriyor. 400 küsur milyon yıl önce dünya buzlar içinde ve büyük bir göktaşı dünyaya çarpıyor, yanardağlar lâv fışkırtıyor, buzlar eriyor, okyanuslar oluşuyor, hayat okyanuslarda başlıyor. Bundan 65 milyon yıl önce başka bir göktaşı dünyaya çarpıyor ve dinozorlar yeryüzünden siliniyor, başka yaşam forumları ortaya çıkıyor. İki milyon yıl önce de atalarımız yeryüzünde görünüyor. Malick, dinozorlardan sonrasını göstermiyor ama filmde insanların hikâyeleri öne çıkıyor. İnsanlar Tanrı’ya tüm güvenleriyle inançlarını sunuyorlar. Filmi seyrederken, Tanrı’nın iyi insanlara “büyük ceza”lar verdiğini hissediyorsunuz. O’Brien ailesi gibi.

    Baba-oğul çatışması…

    Belgesel bölümünden sonra film 1950’lere gidiyor. Hikâye, Teksas’ın Waco şehrinde geçiyor. Üç oğlu olan O’Brien ailesi mutlu. Muhafazakârlar ve dinlerine bağlılar. Her pazar düzenli kiliseye giderler. Filmde bu pek yansımıyor ama din ve Tanrı aile için hayat kadar önemli. Duasız sofraya oturulmuyor. Babanın katı disiplini oğullarının üzerinde hissediliyor. Baba, uçak fabrikasında çalışıyor. Hep üstleri var ve emirler alıyor. Büyük oğlu Jack’i baskısı altına alıyor baba. Onun kendi işinin patronu olaması için müziğe yönlendirmeye çabalarken oğlunu bir baskı çemberinin içinde sıkıştırıyor. Jack, babasının ölmesini bile istiyor. Anne, yumuşak ve şefkatli. Ama, bir noktadan sonra oğullarının üzerindeki kocasının baskısına dayanamıyor. Baba, işte terfi edebilmek için de buluşlar yapıyor ve buluşları için patent alma mücadelesi de veriyor. Baba bir gün Uzakdoğu’ya gidince eve bayram geliyor ve özgürce hayatlarını yaşıyor çocuklar.

    Bu yılki 64. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandı. Yine bu yılki 59. San Sebastian Film Festivali’nde FIBRESCI Büyük Ödülü’nü de kazandı. Oscar’ın en güçlü adaylarından deniliyor. Ama Akademi Cannes’da Altın Palmiye almış filmlere çoğu zaman mesafeli duruyor. Geçmişten örnekleri var. Bu macerayı bir dipnot olarak yazının sonuna ekledik. Filmde, doğa görüntüleri üzerinde Gustav Mahler’in “1. Senfonisi”ni duyuyorsunuz. Filmde Bach, Schumann gibi büyüklerin de müziklerini duyuyorsunuz. Schumann’ın “Piyano Konçertosu” (minör op. 54), sanki bir insanın dalgalanan duygularını yansıtıyor gibi kulağa geliyor. Elbette Mozart’ın “16. Piyano Sonatı” da filmin ruhuyla buluşuyor. Elbette muhteşem Alexandre Desplat’nın besteleri de unutulmamalı. Filmin yoğun olarak “izlenimci-empresyonist” estetikten beslenmiş. Parlak doğal ışıklar, kamera objektifinin kendini hissettirmesi bu estetiği duyuruyor. “İzlenimci” estetiğin yoğun olduğu anlarda izlenimci bir tabloya bakıyormuşsunuz gibi oluyor. Ama yönetmen filminde “gerçeküstücü-sürrealist” fotoğraflar da oluşturuyor. Sadece dinozorlar bölümünde değil. Jack’in doğumuna metafor yapan sahne de bu estetikten besleniyor. Final bölümü de. Yönetmen az da olsa “dışavurumcu-ekspresyonizm” estetiğinden de yararlanıyor. Bu anlarda gölgelerin yansımasını öne çıkartıyor yönetmen. Ağaç metaforu da filme derilik katmış. Filmdeki muhteşem fotoğraflar önemli kameramanlardan Meksikalı Emmanuel Lubezki’ye ait.

    Özel yönetmen…

    Büyük yönetmen Malick’in önceki filmlerini görmüşseniz, daha çok iç sesi duyarsınız. Bir monolog gibi. Usta bu filminde de diyalogtan çok monoloğa yönelmiş. Malick, dışarısıyla kolay iletişim kuramayan içine kapanık bir yönetmen. 1943’te Illinois’te doğan yönetmen, bu iletişim sorunları yüzünden şu ana kadar sadece beş film yönetebildi 1973’ten beri. Malick, ilk yapıtı “Badlands – Kanlı Toprak” kanlı şiddet filmini 1973 yılında çekti. 1978’de “Days of Heaven – Cennet Günleri” filmi geldi. Richard Gere’nin muhteşem bir performans gösterdiği film, 20. yüzyılın başında geçiyordu. İki yoksul aşığın hikâyesiyle Amerika’ya baktı usta. 1970’lerde bu film, “sinemanın dönüm noktası” olarak değerlendirilmişti. Müzikleri Ennio Morricone bestelemişti. Filmin muhteşem görüntüleriyse sinemanın büyük kameramanlarından Nestor Almendros’a aitti. Almendros bu filmle “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazanmıştı. Malick, yirmi yıl sonra James Jones’tan uyarladığı otobiyografik savaş karşıtı romanı “The Thin Red Line – İnce Kırmızı Hat” filmini 1998’de çekti. Bu roman aynı adla ilk defa 1964 yılında Andrew Marton tarafından siyah-beyaz ve sinemaskop olarak uyalandı. Malick, 2005’te “The New World – Yeni Dünya” filmini çekmişti. 17. yüzyılda geçen filmde beyazların kızılderili katliamı bir aşk hikâyesi çevresinden anlatılıyordu.

    Cannes ve Hollywood: Daima savaş…

    William Wyler’ın 1956 yapımı “Friendly Persuasion – Kan Dökmeyeceksin” filmi 1957’de Altın Palmiye’yi kazanırken, 1957’de En İyi Film dalında Oscar’ı kazanamadı ve Oscar’ı Michael Anderson’ın 1956 yapımı “Around the World in 80 Days – 80 Günde Devrialem” aldı. Wyler’ın filmi “Beraber Yaşayalım” diye de anılıyor.

    Robert Altman’ın 1970 yapımı “MASH – Cephede Eğlence” filmi Cannes’da Altın Palmiye alırken, En İyi Film dalında Oscar’dan eli boş döndü. Akademi En İyi Film ödülünü Franklin J. Schaffner’ın epik savaş filmi 1970 yapımı “Patton – General Patton”a verdi. Francis Ford Coppola’nın “The Conversation – Konuşma” filmi 1974’te Altın Palmiye kazandı, ama Akademi En İyi Film dalında Oscar’ı yine Coppola’nın 1974 yapımı “gang-melo”su “The Godfather Part II – Baba 2” yapıtına verdi. Martin Scorsese’nin 1976 yapımı “Taxi Driver – Taksi Şoförü”, Cannes’da Altın Palmiye kazanmıştı ve Akademi En İyi Film dalında bu filme ödül vermemişti ve üstelik John G. Avildsen’in “Rocky” filmi Oscar’ı almıştı. Coppola’nın 1970 yapımı “Apocalypse Now – Kıyamet” filmi Altın Palmiye kazanırken, Akademi En İyi Film ödülünü Robert Benton’ın 1979 yapımı “Kramer vs. Kramer – Kramer Kramer’e Karşı” filmine verdi. Aynı yıl En İyi Film dalında Oscar’a aday olan Bob Fosse’un 1979 yapımı “All That Jazz – Bütün O Caz” filmi 1980’de Cannes’da Altın Palmiye’yi aldı.

    1982’de Yılmaz Güney’in “Yol” filmiyle Cannes’da ortak Altın Palmiye alan Costa Gavras’ın 1982 yapımı “Missing – Kayıp”, Akademi tarafından Oscar’a En İyi Film dalında aday gösterilse de ödül Richard Attenborough’un 1982 yapımı “Gandhi” filmine gitti. Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction – Ucuz Roman” filmi Cannes’da Altın Palmiye alırken, Akademi yine geleneğini bozmadı ve En İyi Film dalında Oscar’ı vermedi. 1995’te Robert Zemeckis’in “Forrest Gump” filmi Oscar’ı kazanmıştı.

    Billy Wilder’ın 1945 yapımı “The Lost Weekend – Yaratılan Adam” filmi Grand Prix-Büyük Ödülü 1946 yılında aldı. Wilder’ın bu filmi Akademi’den de En İyi Film dalında Oscar’ı almıştı. Cannes’da 1955’te ödülün adı Altın Palmiye olduğunda bu ödülü ilk kazanan Amerikan filmi Delbert Mann’in “Marty” filmi 1956’da En İyi Film dalında Oscar’ı kazanmıştı. Bunlar sinema tarihine geçmiş unutulmazlar işte.

    (Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (25 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]