2010, “Dünya Bio Çeşitliliği Koruma Yılı” imiş. Bio çeşitlilik, yer kürenin sağlığı konusunda tartışılmayacak tek gösterge imiş bilim insanlarına göre. Ama bu bio çeşitlilik şimdilerde ciddi bir yıkımla karşı karşıya imiş. Bunun tek sorumlusu da insanmış. Ekonomik, sosyal yapımızı, gıdamızı, uygarlığımızı ve yeryüzündeki yaşamın varlığını destekleyen eko sistem yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Yeryüzündeki doğal yaşam alanları giderek küçülüyormuş. Var olan bitki ve hayvan nüfusu ciddi tehdit altındaymış. (Bunları ben, Sadık Çelik’i Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından aktarıyorum. 12 Haziran 2010)
Eğer bütün bunlar doğru ise ki ben kuşku duymuyorum, hatta azı yok çoğu var diye düşünüyorum, çok önemli, vahim bir durumla karşı karşıyayız.
Bütün bu gelişmelerin tek sorumlusu olarak insan öğesi öne çıkarılıyor. Genel olarak bakıldığında doğru (gibi) görünüyor. Ama bu konuya dikkat çeken, doğanın korunması için çaba gösteren insanlar da var. Ayrıca sorumlu olmadığı halde kurban olan sayısı azımsanmayacak bir insan nüfusu da söz konusu.
Bu nedenle insanı böyle toptancı bir yaklaşımla sorumlu göstermek yerine bu insanı belli bir sistemin insanı olarak düşünmek de gerekmez mi?
Denecek ki o sistem de bir insan ürünü. Doğrudur. Sistemi insan yarattı, ama o insan artık kendi yarattığı sistemin elinde, sisteme hizmet eden, onun kölesi bir varlığa (insana) dönüşmüşse, bizim burada asıl konumuz artık bu sistemin bizzat kendisi olmalıdır. İnsan kendi yarattığı canavarı gene kendisi yok edebilir.
Demek ki, asıl sorun, neymiş, sistemmiş. Adını tam koymak gerekirse, tek değer parayı merkezine almış kapitalizmdir.
Para, kendi dışındaki bütün değerleri, kendi çıkarı, egosu doğrultusunda ölçmektedir. İnsan, paranın tutsağıdır, bu sistemde, yani kapitalizmde.
Konumuz aslında sinema. Ama işte sinema olayını da öyle soyutlamak, boşlukta bir şeymiş gibi görmek ne kadar doğru? Çünkü sonuçta sinema da kapitalist sistemin bir çocuğu, ona bağlı, ona bağımlı.
Biolojik ekosistem gibi, ekonomik ekosistem gibi. Bunlar gibi bir de kuşkusuz kültürel ekosistem de var.
Aslında doğal yaşam içinde de her şey güllük gülistanlık değil. Orada da bir yaşam mücadelesi, egemenlik mücadelesi söz konusudur. Orada da, insana bağlı olmayan yok olmalar hep olmuştur. Ama orada, yani doğal yaşamda, gelişmeler, dönüşümler, yok olmalar, iç dengeyi yıkmadan, bütünü tehdit etmeden kendi doğal mantığı içinde olmaktadır. (Belki bu bile tartışılır)
İnsan, sanki başka bir âlemden dünyaya gelmiş gibi, yabancı bir unsur olarak algılamaktadır çevreyi. Çok eskilerde bu böyle değildi. Zamanda insan böyle bir canavara, doğa düşmanına dönüştü.
Bu para canavarı insan her şeye bu gözle bakar oldu.
İnsanın diğer canlılardan önemli bir farkı yaptıklarını düşünerek, tasarlayarak yapmasıdır. İnsan düşünerek, tasarlayarak güdüsel yaşamın dışına çıkmıştır. İnsan, güdüleri de denetim altına alınmıştır.
Aslında doğal güdüler de bencillik üzerine kuruludur. Her birey, her tür, öncelikle kendi varlığını korumak, sürdürmek güdüsüne sahiptir. Doğa yasaları böyle işler. Bizim vahşi doğa dediğimiz ortamın kuralıdır, bu.
İnsan bu ortamda bilinçli tasarımlarda bulunur. Genelde bu tasarımlar “olumlu insan” değerlerine (insani değerler) göre yapılır. İyinin, güzelin peşindedir. Doğal işleyişe uymaz, ona kendi değerleri yönünde müdahale eder.
Evimizin bahçesini düzenlerken, tercih ettiğimiz bitkilerin yaşaması için müdahalede bulunursunuz, bahçenizi “zararlı” otlardan temizlersiniz. Aynı müdahaleyi tarlanıza ektiğiniz bitkileri korumak için de yaparsınız.
Kedinizi, köpeğinizi, tavuklarınızı pirelerden korumak için ilâçlarsınız. Bu örnekleri çoğaltmak olasıdır.
Bizim bir kedimiz pireler yüzünden öldü.
“Bakımsız” bir bahçe (yani doğal haline bırakılmış bir bahçe) kısa sürede kimi bitkilerin egemenliğine girer.
Yani konu o kadar basit değil aslında. Doğa da yaşamak için egemenlik kurma güdüsü çok kuvvetlidir. İnsanın iki doğası var: vahşi doğa ve insani doğa. Biz insani doğanın insanda asıl egemen olması düşüncesindeyiz.
Gene sinema alanının dışına çıktık.
Sinemaya gelince. Sinema bir eğlence dünyası, para yatırıp, para kazanma alanı olmasının yanı sıra bir kültür de üretir, yani kültür alanıdır. Sanatsal boyuta şimdilik girmeyeceğiz.
Sinema çok geniş bir ailedir. İçinde sanatsal ürünler olduğu kadar, böyle bir boyutu olmayan, haber, araştırma inceleme, bilimsel, tanıtım, propaganda, reklâm gibi alanlarda vardır. Ve hepsi de kültürün parçasıdırlar.
Bio çeşitliliğin yanına kültürel çeşitliliği, biolojik ekosistemin yanına da kültürel ekosistemi koyarak, konumuz olan sinemaya bakabiliriz.
Doğada her türün kendi özellikleri olduğu gibi toplulukların da kendi özellikleri ve kendi kültürleri vardır. Nasıl türlerin kaybolmamasına, yani bio çeşitliliğin sürmesine özen gösteriyorsak, toplulukların da kendi özellikleri ve kültürleriyle birlikte var olmalarına yani sosyo-kültürel çeşitliliğin sürmesine özen göstermek gerekmektedir.
Evet, gerekmektedir de durum böyle midir? İşte bu noktada “vahşi doğa yasaları”, “insani doğa yasalarının” önüne geçmekte olduğuna tanık olmaktayız.
Doğal bio çeşitliliğin tehlike altında olması gibi kültürel çeşitlilik de tehlike altında. Bunun başka bir nedeni de egemenlik altına alma güdüsü olmaktadır.
Egemenlik yalnızca bir işgâl olayı değildir, toplumun bütün kalelerinin ele geçirilmesidir. Bunun için içerden yerli unsurlardan da yararlanılır. Ekonomik alanlar, eğitim ve de kültür alanları egemenlik kurma amacında olanın etki alanına girer.
Kültür, bir toplumun kimlik kartı gibidir. Kültürünü kaybeden, kimliğini kaybeder. Aslında kültür, amaçlı olarak, plânlanarak kaybettirilir ve yerine plânlayanın kültür ve kimliği yerleştirilir.
Böyle kültürel çeşitlilikler yok olarak tek kültürlülüğe (egemenlik kültürüne) doğru yol alınır. Bu da insanlık için büyük bir tehlikedir, yıkımdır.
Sinema alanında da benzer bir gelişme söz konusudur. Sinema kapitalizmin kuralları sinemaya yön vermektedir. Üstelik bu yeni bir durum değildir. Sinema baştan beri kapitalizmin bir çocuğudur, onun elinde gelişmiştir. Belirleyici hep para yaratan olmuştur, yani yatırımcıdır, yaratıcı değil.
Sistemin yatırımcısının başlıca iki hedefi vardır: Kârlı bir yatırım yapmak (yani kâr getirecek ürüne para yatırmak) ve de piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak da çok önemlidir.
Piyasayı elinde tutmak demek, başka ürünlere piyasayı kaptırmamak (yada başkasının ürünlerine piyasayı kaptırmamak) demektir. Konumuz sinema olduğu için de sinema piyasasının kaptırılmamasıdır.
Sinema kapitalizmin kucağına doğdu demiştik. Kapitalizmin merkezi Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. Buralarda şekillenen sinema bir model olarak bütün dünyaya pazarlanmıştır ve bir dünya piyasası oluşturmuştur. Bu durum bu gün de geçerlidir. Model hep kapitalizmin merkezine dönüşen ABD’nin Hollywood’udur. Batı Avrupa kapitalist ülkelerin ticari sineması da hep Hollywood’un yolundan gitmektedir.
Ayrıntılara girmeyerek, genel bir çerçeve çizmekle yetiniyoruz. Genel bir akıntının içinde her türden aykırı, ters küçük akıntılar olabilir ama genel akıntı hep bir yönedir. Bunun için ayrıntılara girmiyoruz.
Sinemada piyasa demek seyirci demektir. Piyasayı denetlemek demek, seyirciyi denetlemek (kontrol etmek) demektir.
Kapitalizm kolay ve yaygın ürün üretir piyasa için. Bu ürünler bir tüketim malıdır ve piyasa ise tüketiciler, müşteriler demektir.
“Seyirci”, o kutsal sinema mabedinin, “kutsal seyircileri”, uydurulmuş bir şehir efendisidir aslında, yatırımcı için onlar yalnızca, basit tüketicilerdir, müşterilerdir. (Bu konu birçok bakımdan düşünülmeye ve tartışmaya açıktır).
Basit tüketicilerdir, dedik ama işin bir de şu boyutu var: Bu tüketiciler insandırlar ve toplumu oluştururlar, dolayısıyla bu tür filmlerle sistem bir çeşit toplum mühendisliği de yapar, toplumu biçimlendirir, yönlendirir. Bu da işin ideolojik, siyasal boyutudur.
Sinema salonlarını sinemanın mabedi olarak görmek yaygın bir görüştür. Orada bir tören gerçekleşir. Belli bir filmi seyretmek için insanlar evlerinden, işlerinden çıkıp tek tek ya da gruplar halinde sinema salonuna gelirler, biletlerini alırlar, biletlerini kestirip fuayeye girerler, beklerler, gong vurur, salona girerler, yer gösterici onlara oturacakları yeri gösterir, bahşişini alır, oturulur ve salonun kararması beklenir, salon kararır, kalın kadife perde yavaş yavaş açılır, beyaz perde görünür ve gösterim başlar, önce pek yakında ve gelecek program gösterilecek filmlerin fragmanları oynar, sonra belli bir haber filmi ve de en sonunda beklenen film başlar tanıtım yazılarıyla. Beş dakika ara ve filmin sonunda salondan çıkılır, bu kez film üzerine konuşmalar, yorumlar başlar, vb… Bütün bunlar basit bir film seyretmenin ötesinde şeylerdir seyirci için. Sosyalleşmedir, topluca aynı düşleri paylaşmadır, heyecandır, duygudur, sevgiliyle buluşmadır, vb… İnsanın pazarları kilise ayinine gitmeleri gibi. Kilisenin tapınak olması gibi sinema salonları da bir tapınak işlevi görmüştür. Kiliseler nasıl dinin kutsal mekânıysa, sinema salonları da sistemin kutsal mekânlarıdır, bir bakıma. Bu karşılaştırmayı herkes kendine göre geliştirebilir ya da yanlışlayabilir.
Ama kapitalizmin ve kapitalist yatırımcının çok masum olduğunu ya da olabileceğini düşünmek biraz saflık olur. İstisnalar da genel durumu, genel işleyişi değiştirmez.
Bu nedenle, filmleri sinema salonlarında seyretme işinin, efsaneleştirilmesi, sistemin kamuflâjı olabilir mi?
Topluca beyin yıkama, biçimlendirme operasyonu olarak görünüyor olabilir mi “sinema salonlarında topluca film seyretme ayini” sistem tarafından?
Düşünmek gerek.
Bio çeşitlilikten nerelere geldik. Sinema piyasasının seyirci olduğunu söyledik. Ama seyirci de öyle, her yerde her zaman, tek tip insanlar topluluğu olarak görülmemelidir. Ülkelere göre, bölgelere göre, yaş gruplarına göre, eğitim düzeylerine göre, sınıfsal, etnik durumlarına göre, vb… Çeşit çeşit seyirci kategorileri vardır ve bunların her biri diğerlerine göre farklı beklentiler içinde olabilir. Öyledir de.
Ama kapitalist yapımcı için, bu seyirci gruplarının her biri için ayrı filmler yapmak kârlı bir yatırım değildir. Bunların hepsini birden aynı filmleri seyreder konuma sokulmaları gerekir. Öyle de yapılır. Böylece bütün herkes sinema salonunda film seyrederken eşitlenir. Zengini de yoksulu da, işçisi de burjuvası da vb… Birlikte gülerler, birlikte hüzünlenirler, birlikte korkarlar, heyecanlanırlar, vb… Ayrılıkların, çatışmaların ortadan kalktığı bir beraberlik, bütünlük sağlanır böylece…
Ayrıca Hollywood’un ABD özelinde çok özel bir de görevi vardır. ABD toplumu bütün dünyadan göç aldığı için yamalı bohça gibidir, karışık bir toplumdur. 72 millet diliyle, töresiyle, inancıyla, kültürüyle ayrı ayrı yaşamaktadır. Bir devlet için böyle bir yapı uygun değildir. Herkesin ABD ortak kimliğinde birleştirilmeleri, bütünleştirilmeleri konusunda Hollywood çok etkili bir iş görür. Herkesi ortak ABD kimliğini aşılar.
Söz konusu “herkes” olunca, ayrılıklar, farklılıklar artık yoktur. ABD vatandaşlığı vardır.
Yani neymiş? Sosyo-kültürel zenginlik ve kimlikler bastırılıp yeni bir ortak sosyo-kültürel tek kimliğe dönüştürülür. Artık herkes Amerikalıdır.
Ama Hollywood, yani kapitalist yatırımcı, dünyaya da açılarak aynı görevi ve işlevi bütün dünya uluslarına da uygular. Dünyadaki herkesi Hollywood yapımcılarının kârlarını artırmak için kullanır. Diğer yandan ise Amerikan toplumunda yaptığı gibi, diğer toplumları da Amerikanlaştırmaya çalışır ve büyük ölçüde de başarılı olur. Hollywood kahramanları artık bütün dünyadaki insanların kahramanıdır. Binlerce yıllık Köroğlu destanını bizler bile yeterince bilmezken Hollywood masallarının dünkü kahramanlarını herkes bilir.
Acı ama gerçek. Bunun adı kültür emperyalizmidir. İşgâldir. Kendini başkalarının yerine ikame etmektir.
Hollywood bir Amerikan masalıdır. Tıpkı Coca-Cola, blue jean, Marlboro vb… gibi. Amerika dünyayı bunlarla ele geçirmektedir.
Hollywood’da herkesin seyredeceği filmler yapmak asıldır. Bu bir kural olarak bütün dünyada geçerli kılınmıştır. Kimse de bunu sorgulamamaktadır. Bu, seyircileri müşteri görme algılamasının bir sonucudur. Bu, para yatıranın, yani kapitalist yapımcının gözüyle sinemaya bakmaktır, filmleri seyredilecek (tüketilecek) “meta” olarak görmektir. Genel işleyiş böyledir.
Böylece ortaya belli bir sinema anlayışı, film tasarlama yöntemleri çıkmıştır. Sinema okullarında, geleceğin sinemacıları bu anlayışla eğitilir ve bu anlayışa uygun filmler yapması istenir, beklenir. Bu sinema için yazılacak senaryo anlayışı öğretilir. Plân ölçekleri, kamera açıları, kurgu bağlantıları vb… Bütün sinemalar için ortaktır. Yani bütün dünyada aynı formata uygun filmler çekilir, filmler yapılır. Bu, ortak sinema grameridir. Ortak sinema dilinde filmler çekmektir. Öyküler farklıdır ama gramer ve dil aynıdır.
Seyirciler bu tür sinemaya alıştırılmışlardır. Hep bunu beklerler. Bildiği, alıştığı sinema diliyle ona her seferinde farklı öyküler anlatılmasını ister. Öyle de yapılır. Aynı dil kullanılarak herkes kendi öykülerini anlatır seyircilere. Özgünlük daha çok öyküdedir, öykülemededir. Anlatımda, dilde, sinemayı kavrayışta değildir. Dünyada böylece irili ufaklı birçok Hollywood patentli sinemalar oluşmuştur.
Bir de dillerden düşmeyen evrensellik-yerellik konusu vardır.
Bize göre kültür ve sanat ürünleri hep yereldir. Evrensellik bir efsanedir.
Kuşkusuz sinema, resim, müzik, tiyatro ve diğer sanat dalları evrensel bir olgudur. Herkes bunları kendine göre üretmektedir. Teknik ortaklıklar vardır. Ama sonuçta sanat üretimi kişisel bir etkinliktir. Kişide gerçekleşir. Kişi ise içinde olduğu topluluğun bir üyesidir, onun ürünüdür. Her topluluğun, toplumun bir tarihsel sosyo-kültürel boyutu ve derinliği vardır. Ayrıca toplumların da bir belleği vardır, kültürel genetiği vardır, kimse kendini bundan soyutlayamaz. Bunlar bir şekilde o toplumun kişilerinin de belleğindedir. Bu, toplumsal ve kültürel çeşitliliktir. Bunun da bir ekolojisi vardır.
Evrensellik adı altında, egemen çevrenin kendisini dünyaya dayatılması olabilir mi? Resim evrenseldir, ama batı resmi değildir. O batının yerel resmidir. Picasso gibi yapmak bir yabancılaşmadır. Mehmet Siyahkalem’in resimlerinden alınacak çok dersler vardır, ama kaç kişi farkında. Oysa Mehmet Siyahkalem bize ait, Picasso batı resim kültürüne aittir. Başkalaşmak değil esinlenmek, öğrenerek kendini, kendine ait olanı geliştirmektir asıl olan.
Eisenstein’in sinemasında, Brecht’in tiyatrosunda Japon tiyatrosu, resmi vardır ama özümlenmiştir ve Eisenstein, Sovyet sinemasıyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını geliştirmiştir, aynı şekilde Brecht, Alman kabare gösterileri üzerine kendi tiyatro anlayışını kurmuştur. Ve hepsi de özgündür ve yereldir.
Dil de evrensel bir iletişim aracıdır. Ama herkesin kendi farklı dili vardır. Anlaşılabilmek için dil öğrenmek gerekir. Başka bir dil öğrenmek, o dilin kimliğine girmek değildir. Ama o kimliğe girmek içinde dil bir araçtır. Yani hiçbir şey bize gösterildiği, reklâm edildiği, dayatıldığı gibi değil.
Bio çeşitlilik, bio-ekosistem dedik, nerelere geldik. Bir fark yok.
Evrensellik bir kandırmacadır. Ya da evrensellik bir genel olgudur ama egemenlik için kandırmacaya alet edilmektedir, egemen kendi söylemini evrensel bir olgu diye dayatmaktadır. Yerellikleri, farklılıkları yok etmektedir, dönüştürmekte kendine benzetmektedir. Kendisininki gibi yapmaktadır.
Hollywood dili evrensel sinema dili olarak ortaya atılmaktadır. Bu, Amerikan sinema anlayışının dilidir. Amerikancadır. Böyle biline.
Amerikan sineması farklılıkları ortadan kaldıracak, bütün insanlarda var olan ortak biolojik güdülere yönelen bir sinema anlayışı geliştirmiştir. Bu güdüler evet, evrenseldir, ama insanın hayvani boyutudur. İnsan kültür üreterek bu hayvani boyuttan insani boyuta evrimleşmiştir, farklılaşmıştır ve gelişmiştir, uygarlıklar kurmuştur. İnsanı, bu boyutlarından soyutlayıp, ilkel, güdüler temelinde ele almak, insanı o güdülerden yakalayıp ele geçirmek, yönlendirmek, yöneltmek kapitalizmin en temel davranışlarından biridir. Hollywood sineması bu anlayış ve kavrayış üzerine kurulmuştur. Hollywood güdülere seslenen bir sinemadır, düşünceye, düşünmeye (beyne) seslenen değil. Egemenin, egemenlik aracıdır beyazperde. İnsanı esir eder, büyüler, kendi yaşamından soyutlar, düşler, masallar âlemine sokar ve yöneltir. Seyirci edilgendir, beyazperdeye tabidir. Tek egemen ve etkin olan o mabet denilen karanlık salonda beyazperdedir ve o perdedeki sinemadır, sinema anlayışıdır.
(16 Ocak 2011)
Engin Ayça