Sinemada Oyuncu “Nedir”?

Sinemayı oyuncuları ile izliyorduk, sonradan oyuncunun bir unsur olduğunu öğrendik ama Hollywood star sistemi diye bir şey kurmuştu çoktan ve filmi salt oyuncu ile izleyenler her zaman oldu. Böylece oyuncuların bir kısmı, beyazperdede gördüğü rağbeti her şeyde aramaya başladılar.

Lâfı uzatmayacağım, gazetede okudum Nicolas Cage, Ghost Rider 2 filminin bir kısım sahnelerinin çekimi için ülkemize gelmiş… Amerika için bütün dünya bir stüdyo ve aynı zamanda pazardır. Ele aldıkları konuyu kendilerine uydurup dilediklerince film yapıp, tüm dünyaya pazarlarlar, bu mekanizma böyle kurulmuştur da. Şimdilerde basınımıza yansıyan Ghost Rider 2 filmi için ülkemize gelinmesine bir şey demiyeceğim ama filmin oyuncusu Nicolas Cage için Pamukkale civarındaki yapılan hazırlıklara ne demeli. Önce yapılan film nedir ve yapılan film ne olursa olsun, bir oyuncuya gösterilen bu önemseme nedir? Doğal olarak yapımcı firmanın, film ekibinin -salt oyuncunun değil- çalışma ve çalışma dışı ortamını hazırlamasını, başrol oyuncularına biraz daha torpilli davranılmasını anlarım ama gazetelerin yazdığı gibi (16.1.2011 / Hürriyet) Nicolas Cage için kalabileceği otelde kral dairesinin yeniden inşa edilmesini, kalabileceği odanın duvar, tavan ve kapı renklerini “hazretlerin” isteği doğrultusunda düzenlenmesini ve daha birçok -film dışı- hazırlıkların yapılmasını anlamam mümkün değil.

Çekilecek film, Ghost Rider 2 imiş, bunun demek ki 1’i de var. Görmedim, meraklısı da değilim, 2.si neyi anlatır (anlatmak ne kelime, yani gösterir – neyi pazarlar) bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Film tamamlanıp ülkemize geldiğinde de seyredeceğimden emin değilim. Çünkü ben bir film eleştirmeni değilim ama önceden plân yaparak -çeşitli nedenlerle- gittiğim filmler vardır, onları da seyrettikten sonra -kendimce- değerlendiririm. Şu veya bu nedenle hiç hazırlıksız seyrettiğim filmler de oldu ve olacaktır da. İyidir veya kötüdür, değerlendirme seyrettikten sonra ama tüm bunlarda, yönetmeni, yönetimini, senaryo yazılımını, kamera kullanımını, müziği, oyuncuyu -salt- o film için değerlendirirken, geçmiş filmlerine de gönderme (hatırlama) yapabilirim. Bir filmi salt oyuncusu için dahi seyredebilirim, oyuncuyu şu veya bu şekilde anar, olumlu veya olumsuz eleştirebilirim. Hepimizin bildiği, yaptığı şeylerdir bunlar… Bir filmin çekim aşamasının ne hazırlıklar gerektirdiği değerlendirmek, gerekli olan işleri yapmak başka şeydir, kim olursa olsun film çekmeye gelmiş bir oyuncu için yeniden kral dairesi inşa etmek başka şeydir.

Başka bir filme geçeceğim, konuda değişecek. Kısmen ülkemizde çekilen Hafif Süvari Alayının Hücumu – The Charge of the Light Brigade (Tony Richardson) filmi için ülkemize gelen ekibe bir Türk yönetmeni de katılır. Oyunculuk, asistanlık yapan Fikret Uçak gün gelir yönetmenliğe başlar ve filmler çeker. Bu arada Richardson filmini çekmek için ülkemize gelince gidip onlardan iş ister ve 6. (altıncı) yönetmen yardımcısı olarak işe alınır. Film boyunca çalışmalara katılır ve bu çalışma sırasında edindiği bir kısım malzemeyi sonraki yıllarda çevirdiği filmlerde kullanır. Bu olay yukarıda değindiğim konu ile ilgili değil gibi ama 6 yönetmen yardımcısının olduğu bir film setini düşünün. (Belki bizde de yönetmen yardımcısında bu sayıya ulaşılabilir ama 6. yardımcıya sonraki filmlerinde kullanabilecek ne gibi bir malzeme kalır?)

Aytekin Akkaya da yabancılarla ortak çekilen bir film setine arabalarla götürülüp getirildiklerini, çekim sonrasın da ise yıkanma, üst değiştirme gibi ihtiyaçlarının karşılandığını, yerli filmlerde bu olanağı her zaman bulamadıklarını anlatmıştı. Tabi ki bunlar yapım çalışmalarının yapılması gerekenleridir ama Cage için üç katlı kral dairesi yapılmasını (bu yapım işlemi değildir, neresinden bakarsan) anlamış değilim. Bu konukseverlik de değildir.

Ülkemizde yaşanmış bir Yeşilçam dönemi sona ermiş ve yapım şirketlerinin -kendince- yerleşik üretim faaliyet aşaması sonuçlanmıştır. Şimdilerde film yapım işlemleri, sponsor aranması aşamasını çözümlemekle başlıyor. Tüm bunlar bir filmi üretebilmek için. Beri yandan tamamen üretim dışında kalan (ve iyice abartılan) bir ağırlama işinin, -sitemlerim Cage’in şahsına değil, bu Eastwood da olabilirdi, Pitt de-, detaylandırılarak -ve önemli imiş gibi-, dillendirilerek yansıtılması. Yapılacak film ne olursa olsun, oyunculuk kamera karşısında olur. Kral dairelerinde ağırlanmak oyunculukla ilgili değildir ama ağırlayanlar hangi oyunun içindedirler?

(16 Ocak 2011)

Sadi Çilingir

Dersimiz Sinema 4

2010, “Dünya Bio Çeşitliliği Koruma Yılı” imiş. Bio çeşitlilik, yer kürenin sağlığı konusunda tartışılmayacak tek gösterge imiş bilim insanlarına göre. Ama bu bio çeşitlilik şimdilerde ciddi bir yıkımla karşı karşıya imiş. Bunun tek sorumlusu da insanmış. Ekonomik, sosyal yapımızı, gıdamızı, uygarlığımızı ve yeryüzündeki yaşamın varlığını destekleyen eko sistem yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Yeryüzündeki doğal yaşam alanları giderek küçülüyormuş. Var olan bitki ve hayvan nüfusu ciddi tehdit altındaymış. (Bunları ben, Sadık Çelik’i Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından aktarıyorum. 12 Haziran 2010)

Eğer bütün bunlar doğru ise ki ben kuşku duymuyorum, hatta azı yok çoğu var diye düşünüyorum, çok önemli, vahim bir durumla karşı karşıyayız.

Bütün bu gelişmelerin tek sorumlusu olarak insan öğesi öne çıkarılıyor. Genel olarak bakıldığında doğru (gibi) görünüyor. Ama bu konuya dikkat çeken, doğanın korunması için çaba gösteren insanlar da var. Ayrıca sorumlu olmadığı halde kurban olan sayısı azımsanmayacak bir insan nüfusu da söz konusu.

Bu nedenle insanı böyle toptancı bir yaklaşımla sorumlu göstermek yerine bu insanı belli bir sistemin insanı olarak düşünmek de gerekmez mi?

Denecek ki o sistem de bir insan ürünü. Doğrudur. Sistemi insan yarattı, ama o insan artık kendi yarattığı sistemin elinde, sisteme hizmet eden, onun kölesi bir varlığa (insana) dönüşmüşse, bizim burada asıl konumuz artık bu sistemin bizzat kendisi olmalıdır. İnsan kendi yarattığı canavarı gene kendisi yok edebilir.

Demek ki, asıl sorun, neymiş, sistemmiş. Adını tam koymak gerekirse, tek değer parayı merkezine almış kapitalizmdir.

Para, kendi dışındaki bütün değerleri, kendi çıkarı, egosu doğrultusunda ölçmektedir. İnsan, paranın tutsağıdır, bu sistemde, yani kapitalizmde.

Konumuz aslında sinema. Ama işte sinema olayını da öyle soyutlamak, boşlukta bir şeymiş gibi görmek ne kadar doğru? Çünkü sonuçta sinema da kapitalist sistemin bir çocuğu, ona bağlı, ona bağımlı.

Biolojik ekosistem gibi, ekonomik ekosistem gibi. Bunlar gibi bir de kuşkusuz kültürel ekosistem de var.

Aslında doğal yaşam içinde de her şey güllük gülistanlık değil. Orada da bir yaşam mücadelesi, egemenlik mücadelesi söz konusudur. Orada da, insana bağlı olmayan yok olmalar hep olmuştur. Ama orada, yani doğal yaşamda, gelişmeler, dönüşümler, yok olmalar, iç dengeyi yıkmadan, bütünü tehdit etmeden kendi doğal mantığı içinde olmaktadır. (Belki bu bile tartışılır)

İnsan, sanki başka bir âlemden dünyaya gelmiş gibi, yabancı bir unsur olarak algılamaktadır çevreyi. Çok eskilerde bu böyle değildi. Zamanda insan böyle bir canavara, doğa düşmanına dönüştü.

Bu para canavarı insan her şeye bu gözle bakar oldu.

İnsanın diğer canlılardan önemli bir farkı yaptıklarını düşünerek, tasarlayarak yapmasıdır. İnsan düşünerek, tasarlayarak güdüsel yaşamın dışına çıkmıştır. İnsan, güdüleri de denetim altına alınmıştır.

Aslında doğal güdüler de bencillik üzerine kuruludur. Her birey, her tür, öncelikle kendi varlığını korumak, sürdürmek güdüsüne sahiptir. Doğa yasaları böyle işler. Bizim vahşi doğa dediğimiz ortamın kuralıdır, bu.

İnsan bu ortamda bilinçli tasarımlarda bulunur. Genelde bu tasarımlar “olumlu insan” değerlerine (insani değerler) göre yapılır. İyinin, güzelin peşindedir. Doğal işleyişe uymaz, ona kendi değerleri yönünde müdahale eder.

Evimizin bahçesini düzenlerken, tercih ettiğimiz bitkilerin yaşaması için müdahalede bulunursunuz, bahçenizi “zararlı” otlardan temizlersiniz. Aynı müdahaleyi tarlanıza ektiğiniz bitkileri korumak için de yaparsınız.

Kedinizi, köpeğinizi, tavuklarınızı pirelerden korumak için ilâçlarsınız. Bu örnekleri çoğaltmak olasıdır.

Bizim bir kedimiz pireler yüzünden öldü.

“Bakımsız” bir bahçe (yani doğal haline bırakılmış bir bahçe) kısa sürede kimi bitkilerin egemenliğine girer.

Yani konu o kadar basit değil aslında. Doğa da yaşamak için egemenlik kurma güdüsü çok kuvvetlidir. İnsanın iki doğası var: vahşi doğa ve insani doğa. Biz insani doğanın insanda asıl egemen olması düşüncesindeyiz.

Gene sinema alanının dışına çıktık.

Sinemaya gelince. Sinema bir eğlence dünyası, para yatırıp, para kazanma alanı olmasının yanı sıra bir kültür de üretir, yani kültür alanıdır. Sanatsal boyuta şimdilik girmeyeceğiz.

Sinema çok geniş bir ailedir. İçinde sanatsal ürünler olduğu kadar, böyle bir boyutu olmayan, haber, araştırma inceleme, bilimsel, tanıtım, propaganda, reklâm gibi alanlarda vardır. Ve hepsi de kültürün parçasıdırlar.

Bio çeşitliliğin yanına kültürel çeşitliliği, biolojik ekosistemin yanına da kültürel ekosistemi koyarak, konumuz olan sinemaya bakabiliriz.

Doğada her türün kendi özellikleri olduğu gibi toplulukların da kendi özellikleri ve kendi kültürleri vardır. Nasıl türlerin kaybolmamasına, yani bio çeşitliliğin sürmesine özen gösteriyorsak, toplulukların da kendi özellikleri ve kültürleriyle birlikte var olmalarına yani sosyo-kültürel çeşitliliğin sürmesine özen göstermek gerekmektedir.

Evet, gerekmektedir de durum böyle midir? İşte bu noktada “vahşi doğa yasaları”, “insani doğa yasalarının” önüne geçmekte olduğuna tanık olmaktayız.

Doğal bio çeşitliliğin tehlike altında olması gibi kültürel çeşitlilik de tehlike altında. Bunun başka bir nedeni de egemenlik altına alma güdüsü olmaktadır.

Egemenlik yalnızca bir işgâl olayı değildir, toplumun bütün kalelerinin ele geçirilmesidir. Bunun için içerden yerli unsurlardan da yararlanılır. Ekonomik alanlar, eğitim ve de kültür alanları egemenlik kurma amacında olanın etki alanına girer.

Kültür, bir toplumun kimlik kartı gibidir. Kültürünü kaybeden, kimliğini kaybeder. Aslında kültür, amaçlı olarak, plânlanarak kaybettirilir ve yerine plânlayanın kültür ve kimliği yerleştirilir.

Böyle kültürel çeşitlilikler yok olarak tek kültürlülüğe (egemenlik kültürüne) doğru yol alınır. Bu da insanlık için büyük bir tehlikedir, yıkımdır.

Sinema alanında da benzer bir gelişme söz konusudur. Sinema kapitalizmin kuralları sinemaya yön vermektedir. Üstelik bu yeni bir durum değildir. Sinema baştan beri kapitalizmin bir çocuğudur, onun elinde gelişmiştir. Belirleyici hep para yaratan olmuştur, yani yatırımcıdır, yaratıcı değil.

Sistemin yatırımcısının başlıca iki hedefi vardır: Kârlı bir yatırım yapmak (yani kâr getirecek ürüne para yatırmak) ve de piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak da çok önemlidir.

Piyasayı elinde tutmak demek, başka ürünlere piyasayı kaptırmamak (yada başkasının ürünlerine piyasayı kaptırmamak) demektir. Konumuz sinema olduğu için de sinema piyasasının kaptırılmamasıdır.

Sinema kapitalizmin kucağına doğdu demiştik. Kapitalizmin merkezi Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. Buralarda şekillenen sinema bir model olarak bütün dünyaya pazarlanmıştır ve bir dünya piyasası oluşturmuştur. Bu durum bu gün de geçerlidir. Model hep kapitalizmin merkezine dönüşen ABD’nin Hollywood’udur. Batı Avrupa kapitalist ülkelerin ticari sineması da hep Hollywood’un yolundan gitmektedir.

Ayrıntılara girmeyerek, genel bir çerçeve çizmekle yetiniyoruz. Genel bir akıntının içinde her türden aykırı, ters küçük akıntılar olabilir ama genel akıntı hep bir yönedir. Bunun için ayrıntılara girmiyoruz.

Sinemada piyasa demek seyirci demektir. Piyasayı denetlemek demek, seyirciyi denetlemek (kontrol etmek) demektir.

Kapitalizm kolay ve yaygın ürün üretir piyasa için. Bu ürünler bir tüketim malıdır ve piyasa ise tüketiciler, müşteriler demektir.

“Seyirci”, o kutsal sinema mabedinin, “kutsal seyircileri”, uydurulmuş bir şehir efendisidir aslında, yatırımcı için onlar yalnızca, basit tüketicilerdir, müşterilerdir. (Bu konu birçok bakımdan düşünülmeye ve tartışmaya açıktır).

Basit tüketicilerdir, dedik ama işin bir de şu boyutu var: Bu tüketiciler insandırlar ve toplumu oluştururlar, dolayısıyla bu tür filmlerle sistem bir çeşit toplum mühendisliği de yapar, toplumu biçimlendirir, yönlendirir. Bu da işin ideolojik, siyasal boyutudur.

Sinema salonlarını sinemanın mabedi olarak görmek yaygın bir görüştür. Orada bir tören gerçekleşir. Belli bir filmi seyretmek için insanlar evlerinden, işlerinden çıkıp tek tek ya da gruplar halinde sinema salonuna gelirler, biletlerini alırlar, biletlerini kestirip fuayeye girerler, beklerler, gong vurur, salona girerler, yer gösterici onlara oturacakları yeri gösterir, bahşişini alır, oturulur ve salonun kararması beklenir, salon kararır, kalın kadife perde yavaş yavaş açılır, beyaz perde görünür ve gösterim başlar, önce pek yakında ve gelecek program gösterilecek filmlerin fragmanları oynar, sonra belli bir haber filmi ve de en sonunda beklenen film başlar tanıtım yazılarıyla. Beş dakika ara ve filmin sonunda salondan çıkılır, bu kez film üzerine konuşmalar, yorumlar başlar, vb… Bütün bunlar basit bir film seyretmenin ötesinde şeylerdir seyirci için. Sosyalleşmedir, topluca aynı düşleri paylaşmadır, heyecandır, duygudur, sevgiliyle buluşmadır, vb… İnsanın pazarları kilise ayinine gitmeleri gibi. Kilisenin tapınak olması gibi sinema salonları da bir tapınak işlevi görmüştür. Kiliseler nasıl dinin kutsal mekânıysa, sinema salonları da sistemin kutsal mekânlarıdır, bir bakıma. Bu karşılaştırmayı herkes kendine göre geliştirebilir ya da yanlışlayabilir.

Ama kapitalizmin ve kapitalist yatırımcının çok masum olduğunu ya da olabileceğini düşünmek biraz saflık olur. İstisnalar da genel durumu, genel işleyişi değiştirmez.

Bu nedenle, filmleri sinema salonlarında seyretme işinin, efsaneleştirilmesi, sistemin kamuflâjı olabilir mi?

Topluca beyin yıkama, biçimlendirme operasyonu olarak görünüyor olabilir mi “sinema salonlarında topluca film seyretme ayini” sistem tarafından?

Düşünmek gerek.

Bio çeşitlilikten nerelere geldik. Sinema piyasasının seyirci olduğunu söyledik. Ama seyirci de öyle, her yerde her zaman, tek tip insanlar topluluğu olarak görülmemelidir. Ülkelere göre, bölgelere göre, yaş gruplarına göre, eğitim düzeylerine göre, sınıfsal, etnik durumlarına göre, vb… Çeşit çeşit seyirci kategorileri vardır ve bunların her biri diğerlerine göre farklı beklentiler içinde olabilir. Öyledir de.

Ama kapitalist yapımcı için, bu seyirci gruplarının her biri için ayrı filmler yapmak kârlı bir yatırım değildir. Bunların hepsini birden aynı filmleri seyreder konuma sokulmaları gerekir. Öyle de yapılır. Böylece bütün herkes sinema salonunda film seyrederken eşitlenir. Zengini de yoksulu da, işçisi de burjuvası da vb… Birlikte gülerler, birlikte hüzünlenirler, birlikte korkarlar, heyecanlanırlar, vb… Ayrılıkların, çatışmaların ortadan kalktığı bir beraberlik, bütünlük sağlanır böylece…

Ayrıca Hollywood’un ABD özelinde çok özel bir de görevi vardır. ABD toplumu bütün dünyadan göç aldığı için yamalı bohça gibidir, karışık bir toplumdur. 72 millet diliyle, töresiyle, inancıyla, kültürüyle ayrı ayrı yaşamaktadır. Bir devlet için böyle bir yapı uygun değildir. Herkesin ABD ortak kimliğinde birleştirilmeleri, bütünleştirilmeleri konusunda Hollywood çok etkili bir iş görür. Herkesi ortak ABD kimliğini aşılar.

Söz konusu “herkes” olunca, ayrılıklar, farklılıklar artık yoktur. ABD vatandaşlığı vardır.

Yani neymiş? Sosyo-kültürel zenginlik ve kimlikler bastırılıp yeni bir ortak sosyo-kültürel tek kimliğe dönüştürülür. Artık herkes Amerikalıdır.

Ama Hollywood, yani kapitalist yatırımcı, dünyaya da açılarak aynı görevi ve işlevi bütün dünya uluslarına da uygular. Dünyadaki herkesi Hollywood yapımcılarının kârlarını artırmak için kullanır. Diğer yandan ise Amerikan toplumunda yaptığı gibi, diğer toplumları da Amerikanlaştırmaya çalışır ve büyük ölçüde de başarılı olur. Hollywood kahramanları artık bütün dünyadaki insanların kahramanıdır. Binlerce yıllık Köroğlu destanını bizler bile yeterince bilmezken Hollywood masallarının dünkü kahramanlarını herkes bilir.

Acı ama gerçek. Bunun adı kültür emperyalizmidir. İşgâldir. Kendini başkalarının yerine ikame etmektir.

Hollywood bir Amerikan masalıdır. Tıpkı Coca-Cola, blue jean, Marlboro vb… gibi. Amerika dünyayı bunlarla ele geçirmektedir.

Hollywood’da herkesin seyredeceği filmler yapmak asıldır. Bu bir kural olarak bütün dünyada geçerli kılınmıştır. Kimse de bunu sorgulamamaktadır. Bu, seyircileri müşteri görme algılamasının bir sonucudur. Bu, para yatıranın, yani kapitalist yapımcının gözüyle sinemaya bakmaktır, filmleri seyredilecek (tüketilecek) “meta” olarak görmektir. Genel işleyiş böyledir.

Böylece ortaya belli bir sinema anlayışı, film tasarlama yöntemleri çıkmıştır. Sinema okullarında, geleceğin sinemacıları bu anlayışla eğitilir ve bu anlayışa uygun filmler yapması istenir, beklenir. Bu sinema için yazılacak senaryo anlayışı öğretilir. Plân ölçekleri, kamera açıları, kurgu bağlantıları vb… Bütün sinemalar için ortaktır. Yani bütün dünyada aynı formata uygun filmler çekilir, filmler yapılır. Bu, ortak sinema grameridir. Ortak sinema dilinde filmler çekmektir. Öyküler farklıdır ama gramer ve dil aynıdır.

Seyirciler bu tür sinemaya alıştırılmışlardır. Hep bunu beklerler. Bildiği, alıştığı sinema diliyle ona her seferinde farklı öyküler anlatılmasını ister. Öyle de yapılır. Aynı dil kullanılarak herkes kendi öykülerini anlatır seyircilere. Özgünlük daha çok öyküdedir, öykülemededir. Anlatımda, dilde, sinemayı kavrayışta değildir. Dünyada böylece irili ufaklı birçok Hollywood patentli sinemalar oluşmuştur.

Bir de dillerden düşmeyen evrensellik-yerellik konusu vardır.

Bize göre kültür ve sanat ürünleri hep yereldir. Evrensellik bir efsanedir.

Kuşkusuz sinema, resim, müzik, tiyatro ve diğer sanat dalları evrensel bir olgudur. Herkes bunları kendine göre üretmektedir. Teknik ortaklıklar vardır. Ama sonuçta sanat üretimi kişisel bir etkinliktir. Kişide gerçekleşir. Kişi ise içinde olduğu topluluğun bir üyesidir, onun ürünüdür. Her topluluğun, toplumun bir tarihsel sosyo-kültürel boyutu ve derinliği vardır. Ayrıca toplumların da bir belleği vardır, kültürel genetiği vardır, kimse kendini bundan soyutlayamaz. Bunlar bir şekilde o toplumun kişilerinin de belleğindedir. Bu, toplumsal ve kültürel çeşitliliktir. Bunun da bir ekolojisi vardır.

Evrensellik adı altında, egemen çevrenin kendisini dünyaya dayatılması olabilir mi? Resim evrenseldir, ama batı resmi değildir. O batının yerel resmidir. Picasso gibi yapmak bir yabancılaşmadır. Mehmet Siyahkalem’in resimlerinden alınacak çok dersler vardır, ama kaç kişi farkında. Oysa Mehmet Siyahkalem bize ait, Picasso batı resim kültürüne aittir. Başkalaşmak değil esinlenmek, öğrenerek kendini, kendine ait olanı geliştirmektir asıl olan.

Eisenstein’in sinemasında, Brecht’in tiyatrosunda Japon tiyatrosu, resmi vardır ama özümlenmiştir ve Eisenstein, Sovyet sinemasıyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını geliştirmiştir, aynı şekilde Brecht, Alman kabare gösterileri üzerine kendi tiyatro anlayışını kurmuştur. Ve hepsi de özgündür ve yereldir.

Dil de evrensel bir iletişim aracıdır. Ama herkesin kendi farklı dili vardır. Anlaşılabilmek için dil öğrenmek gerekir. Başka bir dil öğrenmek, o dilin kimliğine girmek değildir. Ama o kimliğe girmek içinde dil bir araçtır. Yani hiçbir şey bize gösterildiği, reklâm edildiği, dayatıldığı gibi değil.

Bio çeşitlilik, bio-ekosistem dedik, nerelere geldik. Bir fark yok.

Evrensellik bir kandırmacadır. Ya da evrensellik bir genel olgudur ama egemenlik için kandırmacaya alet edilmektedir, egemen kendi söylemini evrensel bir olgu diye dayatmaktadır. Yerellikleri, farklılıkları yok etmektedir, dönüştürmekte kendine benzetmektedir. Kendisininki gibi yapmaktadır.

Hollywood dili evrensel sinema dili olarak ortaya atılmaktadır. Bu, Amerikan sinema anlayışının dilidir. Amerikancadır. Böyle biline.

Amerikan sineması farklılıkları ortadan kaldıracak, bütün insanlarda var olan ortak biolojik güdülere yönelen bir sinema anlayışı geliştirmiştir. Bu güdüler evet, evrenseldir, ama insanın hayvani boyutudur. İnsan kültür üreterek bu hayvani boyuttan insani boyuta evrimleşmiştir, farklılaşmıştır ve gelişmiştir, uygarlıklar kurmuştur. İnsanı, bu boyutlarından soyutlayıp, ilkel, güdüler temelinde ele almak, insanı o güdülerden yakalayıp ele geçirmek, yönlendirmek, yöneltmek kapitalizmin en temel davranışlarından biridir. Hollywood sineması bu anlayış ve kavrayış üzerine kurulmuştur. Hollywood güdülere seslenen bir sinemadır, düşünceye, düşünmeye (beyne) seslenen değil. Egemenin, egemenlik aracıdır beyazperde. İnsanı esir eder, büyüler, kendi yaşamından soyutlar, düşler, masallar âlemine sokar ve yöneltir. Seyirci edilgendir, beyazperdeye tabidir. Tek egemen ve etkin olan o mabet denilen karanlık salonda beyazperdedir ve o perdedeki sinemadır, sinema anlayışıdır.

(16 Ocak 2011)

Engin Ayça

Çırağan Palace Kempinski’den Yepyeni Bir Etkinlik: Çırağan’da Sinema Saati

Her biri kendi alanında ilk olma özelliği taşıyan okuma, sohbet, konser ve sergilerle İstanbulluların sanata kolaylıkla ulaşmalarını sağlayan Çırağan Palace Kempinski, 2011’e sinema alanında da Çırağan’da Sinema Saati etkinlikleriyle girdi. İlki 29 Ocak 2011 Cumartesi günü saat 14:30’da yönetmenliğini Özcan Alper’in üstlendiği Sonbahar filminin gösterimi ve ardından yönetmen, yapımcı ve oyuncularla yapılan bir söyleşi ile gerçekleştirilen Çırağan’da Sinema Saati’nin moderatörü, Marmara Üniversitesi G. S. F. Sinema ve Televizyon Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin Yıldız.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Çırağan Palace Kempinski’den Yepyeni Bir Etkinlik: Çırağan’da Sinema Saati yazısına devam et
  • Arka Pencere Dergisi’nin 2011’de Merakla Bekledikleri

    Arka Pencere Dergisi, 63. sayısında 2011’de karşımıza gelecek filmler arasından en merak uyandıranları ayıkladı. Tunca Arslan, Trendeki Yabancı köşesinde, geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz İngiliz aktör Pete Postlethwaite’i yazdı. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Eyyvah Eyvah 2, Güzel Bir Hayat Düşlerken, Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi ve 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984 yer alıyor. Derginin 63. sayısı, bir Alfred Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Bir tiyatro yazarı peş peşe gerilim noktaları yaratmaya alışık olduğundan bir roman yazarından daha iyi senaryolar yazacaktır.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi’nin 2011’de Merakla Bekledikleri yazısına devam et
  • Tütün Zamanı

    Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

    Aylık bir sinema dergisi, “hangi sinemalarda film izlemekten hoşlandığımı” sordu, şöyle cevap verdim: “Klâsik sinemalardan Emek Sineması

    … en sevdiğim sinemaların başında geliyordu. Beyoğlu Sineması ise sanat ağırlıklı filmler sineması alışkanlığı yarattığı için gösterim …

    … şartları çok iyi olmasa da film seyretmekten zevk aldığım bir salondur. Koltuk araları uzun bacaklarımı rahatsız etse de, bizleri …

    … bugünlere taşıyan klâsik sinemalardan olduğu için Beyoğlu Atlas Sineması’nda film seyretmeyi severim. Film gösteriminde iki makine …

    … kullandığından ve makinelerin aydınlatma lâmbaları farklılık gösterdiğinden, filmin iki yarısını farklı aydınlıkta seyretmek bile …

    … hoşuma gider. AVM sinemaları içinde ise Maçka Cinebonus G-Mall Sineması, Nişantaşı City’s City Life Sineması, Levent Cinebonus …

    … Kanyon Sineması, İstinye Park AFM Sineması en beğendiğim sinemalardır. İstanbul’un Avrupa yakasında oturduğumdan bu sinemaları saydım.

    Diğer bölgelerde de aynı kalitede sinemalar olduğunu biliyorum. Bu kadar lâftan sonra kısaca şöyle diyeyim: Filmi sinemada seyredeyim de …

    … hangi sinemada olursa olsun. Tahta koltuklu da olabilir, kışın soğuğunda kaloriferi yanmayan, yazın sıcağında kliması olmayan sinema …

    … da olabilir, bence sinemaların hepsi film seyretmeye uygundur.”

    Memleketin neredeyse her vilâyetinde bir film festivali yapılmaya başlandı. Yıllanmış festivalleri bir yanda tutarsak her yıl birkaç …

    … yeni film festivali ile tanışıyoruz. Gerçi, Uluslararası Aşkın Film Festivali, -adını tam hatırlayamıyorum ama- Giresun Film Festivali gibi …

    … bazıları pek kısa ömürlü oluyor ama memleketteki film festivali enflasyonuna katkıda bulundukları da inkâr edilemez. Gezici Festival

    … ve Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden sonra şimdi birde adında “Gezici” ibaresi olmasa da maşallah neredeyse …

    … gezilmedik şehir bırakmayacak olan Dağ Filmleri Festivali yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz yıl Ankara’ya da taşınan festival bu yıl …

    … İstanbul’dan başlayıp Ankara, İzmir, Antalya, Niğde ve Ağrı olmak üzere tam 6 şehri dolaşacak. Neyse ki içlerinde ünlü bir dağa …

    … sahip bir şehrimiz var. Yakında ilçeleri de dolaşmaya başlayan festivallerimiz olursa hiç şaşmayalım. Aslında memleketin en büyük …

    … festivali mi olur, Kültür Bakanlığı mı olur, bu festival düzenlemelerine bir düzenleme getirse hiç de fena olmaz. Ne bileyim, öyle …

    … her önüne gelen film festivali düzenlemese, bazı ön şartları olsa, fos çıkan veya festival gibi festival olamayan festivaller yüzünden …

    … film ve sinemacılık sektörü, zaten şu kadarcık olan prestijini de kaybetmese, vs., vs. Öyle ya vatandaş ne bilsin, film festivali …

    … adı altında yapılan şenliklerde doğru dürüst film izleyemeyince ve doğru dürüst sanatçı göremeyince hemen sektörü suçlama yönüne …

    … gidiyor. Anlatabildim değil mi?

    Beş Dakika Ara (Belki Bulursun)

    Singapur’un merkezinde nehrin denize dökülen kısmında birkaç cadde ve sokakta aynen bizim Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı, Nevizade Sokağı ve civardaki diğer sokaklardaki gibi bol miktarda restaurant, cafe ve bar türü mekânlar var. Cuma ve Cumartesi akşamları neredeyse bütün Singapur eğlenmeye buraya geliyor. Bir akşam yemeğinden sonra ertesi gün, birde gündüz gözüyle göreyim diye aynı yerleri dolaştım. Nehir kenarına kavuşan bir sokağın orta yerinde Turkish Ice Cream yazan bir tezgâh ve içindeki kırmızı fesli karayağız delikanlıyı görünce hemen yanaştım. Dil bilmez ayaklarına yatıp önce karemelli dondurmayı işaret edip “Bundan” mânâsına “Ih”, sade dondurmayı işaret edip “Ih” dedim. Delikanlı gayet sakin “Abi, ‘karışık’ desene şuna” deyiverdi. Şaşırdım tabiî ki, “Nereden anladın?” dedim. “Abi buralarda memleket insanı hemen anlaşılıyor” dedi, benim niye baştan Türkçe sormadığımı merak etti. Bende izah ettim. Daha önce şehir merkezinde bulunan Turkish Cousine adlı restauranta uğrayıp, biraz memleket havası alayım diye çalışanlara lâf atınca bir baktım hepsi çat pat Türkçe konuşuyorlar. Meğer sadece patron Türkmüş, çalışanların hepsi Hintli. Patron yemekleri yapıp akşamdan çekip gidiyormuş. İnsan yurtdışına gittiğinde hareketlerine, oturmasına, kalkmasına, konuşmasına dikkat etme zorunluluğu hissediyor. Çünkü yurtdışında yabancılar, bizim suretimizde Türk insanını görüyor ve tanıyor. Yaptığımız herhangi bir olumsuz hareket yabancıların hafızasına hemen Türkler kötüdür imajını yerleştiriveriyor.

    Sadi Bey’in Twitter Günlükleri (2. yarı)

    Türsak’ın düzenlediği Yeşilçam Ödülleri etkinliği, ilk 3 yıl Aralık ayının sonlarında gerçekleştiriliyordu. Aralık geldi, geçti, doğrusu …

    … merak ediyordum niye hâlâ ilân edilmedi diye. Nitekim Ocak ayının yarısına doğru yine geniş katılımlı bir jüri tesbit edilmiş, …

    … bendenizi de jüri üyeleri arasına dahil ederek onurlandırmışlar. Muhtelif dallardaki en iyilerin 07 Şubat tarihine kadar bildirilmesi…

    … isteniyor. Demek ki bu duruma göre ödül töreni Şubat’ın sonuna doğru yapılacak. Tam burada zat-ı Sadi’m sanki bir rekâbet kokusu duyuyor …

    … gibi oluyorum. Çünkü yukarıda bahsettiğim gibi Yeşilçam Ödülleri töreni sadece 3 yıldır yapılıyor. Öte yandan SİYAD – Sinema …

    … Yazarları Derneği de ben diyeyim 33, sen diyesin 43 yıldır SİYAD Ödülleri Töreni’ni sanıyorum hep Şubat aylarında yapıyor. Hani not …

    … düşeyim dedim. Düşmüşken bir not daha düşeyim: Türsak neredeyse sadece film festivali, ödül töreni, yarışma töreni vs. düzenleyen …

    … bir kurum haline geldi. Yıllar önce üç, beş tane Sinema Yıllığı yayınlamıştı. Bu alışkanlığı neden devam ettirmedi ve ettirmiyor?

    Her yıl, 100 sayfa bile olsa, vizyona giren filmlerin sadece künyeleri bile olsa, şu Sinema Yıllığı bastırma işini yeniden başlatsa ve …

    … sürdürse diyorum. Param olsa ben bastıracağım. Ama yok. 4. Yeşilçam Ödülleri’nde oy verdiğim film ve sanatçılar şöyle:

    En İyi Film: Kosmos (Reha Erdem), En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Kosmos), En İyi Senaryo: Kavşak (Selim Demirdelen), En İyi Müzik: Tamer …

    … Çıray (Av Mevsimi), En İyi Görüntü Yönetmeni: Colin Maunier (Yüreğine Sor), En İyi Kadın Oyuncu: Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu),

    … En İyi Erkek Oyuncu: Sermet Yeşil (Kosmos), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melisa Sözen (Av Mevsimi), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: …

    … Bülent Emin Yarar (Beş Şehir), En İyi Kurgu: Levent Çelebi (Çakal), En İyi Sanat Yönetmeni: Ege Dora (Eşrefpaşalılar, Yüreğine Sor)

    En İyi Genç Yetenek: Şenay Orak (Ben Gördüm), En İyi İlk Film: Çakal (Erhan Kozan). Bakalım kaç tane isabet ettireceğim.

    1958 yapımı “Tütüncü Kızı Emine”, 1959 yapımı “Tütün Zamanı” ve 1969 yapımı “Tütüncü Kız Emine” adlı filmleri TV.de, sinemada, özel …

    … gösterimde, nerede rastlarsanız hemen seyredin. Betacam, VHS kaset, VCD, DVD, nesini bulursanız hemen alın, çünkü bu filmleri bu …

    … isimlerle bir daha izleyememe ihtimalimiz var. Son günlerdeki malûm tartışmalara bakarsak Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme …

    … Kurumu’nun “Tütün ve Alkollü İçkilerin Satış ve Sunumuna İlişkin Esas ve Usuller Hakkındaki Yönetmeliği”nin Resmi Gazete’de …

    … yayınlanmasının ardından Efes Pilsen Kulübü’nün kapatılıp kapatılmayacağı tartışılıyor. Tam bu aşamada bir spor kulübünün Tütün Spor

    … olan adının Tutun Spor olarak değiştirileceği gazetelere yansıdı. Sahipleri, bu bahsettiğim filmleri herhangi bir TV kanalına satmaya…

    … gittiğinde, yönetmeliğe göre ya satamayacak yada adlarının değiştirilmesi istenecek. TV.lerde filmlerin sigaralı sahnelerinin …

    … flulaştırılmasından şikâyet ederken birde başımıza bu geldi. 40 yıllık Tütün Spor’un Tutun Spor olması gibi ister misiniz bu filmleri…

    … de TV.lerde bundan böyle “Tutun Kızı Emine”, pardon “Tutuncu Kızı Emine”, “Tutun Zamanı”, “Tutuncu Kız Emine” olarak izleyelim. Aman …

    … ha fazla kurcalamayalım, alkol piyasası, tütün zamanı falan derken “Sarhoş Atlar Zamanı”, “Bişr-i Hafi: Bir Zamanlar Sarhoştu”, …

    “Derinlik Sarhoşluğu”, “Adım Çıkmış Sarhoşa”, “Sarhoş”, “Sarhoş Usta”, “Aşk Sarhoşu” gibi filmleri bir hatırlarlarsa, onları da …

    … bundan böyle başka isimlerle izlemek zorunda kalabiliriz. Nedamet getirip, doğru yolu bulduğundan “Bişr-i Hafi” istisna olabilir.

    Bu da böyle biline.

    (16 Ocak 2011)

    Sadi Çilingir