Film Yapımı Kobi’leşirken…

Kalem herkes “yazar” olsun diye keşfedilmedi. Fotoğraf kamerası ve sinema kamerasının keşfi de öyle… İkisi de ortaya çıktıklarında toplumsallığın “o an”nını veya “o anlar”ını kaydetmek için oluştular. Sonra bu aletleri beceriyle kullanan bazı öncüler, onlarla “fotoğraf” ve “sinema” sanatını yarattılar. Sinema için bu yaratım, kameranın keşfinden 10 – 15 yıl sonra, öncülerin sinematografinin (hareketli görüntülerin dilbilgisi) imkânlarını genişletmesiyle büyük bir ivme kazandı. Sinema insanoğlunun tarihini öylesine hızlı bir giriş yaptı ki, eleştirmenler ilk anda ona bir isim bile bulamadılar. Öncekileri sıraya bile koymadan, onları toplu saydılar ve sinemaya “Yedinci Sanat” adını verdiler.

Herkesin bildiği gibi, kameralar başlangıçta sinema filmi yapmak için kimyasal bir madde olan “film”i kullanırdı. Film işlemleri bu kimyasal malzeme yüzünden büyük sermaye, uzmanlık ve iş bölümü isterdi. Oysa
günümüzde kayıt malzemesi elektronikleşti ve oldukça da ucuzladı. Kalem / kağıt kadar ucuz olmasalar bile, kitleler artık tüketim için kendilerine sunulan aletleri alıp üretime yöneltiyorlar. Hareketli görüntü artık eskisinden çok daha fazla kitlelerin kişisel tasarrufu altında ve onların üretimine (ve tüketimine) açık. Otuz yıl önce kim kendi başına film yapmayı veya 1.000 tane dünya film klâsiğini bir hard-diske yüklemeyip cebine koymayı düşünebilirdi ki?

Günümüzde hareketli görüntünün tüm dünyadaki TEMEL ÇELİŞKİSİ, artık her geçen gün tarih sahnesinden çekilmekte olan pelikül filmle yapılan eski üretim tarzı ile birikmiş ve kendini elektronik üretim tarzına uyarlamış uluslararası entertainment sermayesi ile, her geçen gün biraz daha toplumsallaşan yeni elektronik üretim tarzının kobileşen yerel biçimleri arasında olacaktır.

Teknoloji hızla gelince onu nesnesine uygun mantığı da kendiliğinden geliyor. Dolayısıyla teknoloji ucuzlayıp kullanımı kolaylaşınca, herkeste kendiliğinden “ben de film yapabilirim” duygusu artıyor. Şüphesiz bu güzel bir şey… Acaba hareketli görüntü için bu yüksek ilginin sonu nereye varır diye düşünülebilir? Bu konuda bir tahmin
için insanoğlunun birçok deneyimi var aslında. Dünyadaki okuma / yazma sayısına karşılık “yazar”, boya / fırça sayısına karşılık “ressam” veya artan fotoğraf makinesi sayısına karşılık “fotoğraf sanatçısı” sayısı / oranı belli. Sinema kamerası için de aynı şey olacak, belki herkes kamera kullanıp bir şeyler çekecek ama herkes sinemacı olmayacak / olamayacak!

Şimdi bir geçiş sürecindeyiz ve “yapabilirim” hevesi çok sıcak… Bu ivmenin daha da süreceğini söylemek bir kehanet değil. Fakat “bir şeyler yapmak” ile bir “sanat” yapmanın farkları da yavaş yavaş görülmeye başladı. Kamera sahibi olanların sayısı belki artıyor ama “film” için gerekli düşünce / bilgi ve deneyim unutuluyor. Adeta
sorunların teknoloji tarafından kendiliğinden çözüleceği, filmin ise neredeyse kamera tarafından yapılacağı sanılıyor. Önlenemez bir gelişim bu…

Film yapma imkânları, eskisine göre artık herkesin elinin altında olabilir ama film yapmak için çalışılması gerek ödevler hâlâ aynı. Edebiyatın en güzel klâsiklerinin divit uç veya tüy kalemle yazıldığını hatırlayalım. Teknoloji ile yeni şeyler üretmek mümkün tabii ama teknolojiye ulaşma kolaylığı bize dramanın bilgisini kendiliğinden vermeyecek. Onu yine öğrenmek zorundayız. Yeni teknoloji ancak o zaman yeni imkânlara kapı açacak. Ama günümüzde üniversitede bile, “Her öğrencimize bir kamera düşüyor” diye övünen sinema bölüm başkanları var. Her öğrenciye bir kamera almak doğru mu? Sinema, fotoğraf gibi kişisel olarak yapılan bir sanat değil ki! Sinema setinde hâlâ bir kamera gerekiyor! Böyle olunca, herkes elinde doğru dürüst bir senaryo olmadan, eline kamerayı alıp sete çıkmaya başlıyor. Kameranın kullanım kılavuzu okununca belki kameraman olunur ama algının ışıkla ilişkisini bilmeden görüntü yönetmeni olunmuyor. Bilgisayarına bir kurgu programı doldurup, programın el kitabı ile onu kullanmayı öğrenince kurgucu olduğunu düşünenler giderek yaygınlaşmaya başladı. Oysa kurgunun beyinde / algıda var olduğunu bilmek ve öğrenmek için yapılması gereken mesai hâlâ aynı…

Hareketli görüntü elektronikleştiğinden beri tüm dünyada “sinemacı olmak” yolları da aynılaştı. Bu değişimin en belirgin kurumlarından birisi de hareketli görüntü alanındaki KOBİ’leşme. Tamamen sistem dışı bir gelişme bu… Bir hevesli, bir kurgu programı bulup evindeki bilgisayara onu doldurunca aslında bir KOBİ kurmanın ilk adımını atmış oluyor. Bunu da en çok sinema öğrencileri yapıyor. 35 kadar fakültede her sömestr 400 – 500 film çekiliyor. Bu süreç, okullardaki kurgu setlerinin yetersizliği veya sömestr sonlarında kurgu setleri önünde uzayan kuyruğa girmemek için başlıyor. Bilgisayara zaten yabancı olmayan yeni nesiller, kafa göz yararak, kurgu programını kullanmayı kısa sürede öğrenip, yine kafa göz yararak kendi filmlerini kurgulamaya başlıyorlar. Fakat iş orada kalmıyor. Daha sonra aynı şeyleri okulda yapamayan arkadaşlarının filmlerini de (evde!) kurgulamaya başlıyor ve bu konuda giderek uzmanlaşıyorlar. Geleceğin KOBİ’lerini kuracak tanışmalar da bu tür yerlerde oluyor. Çoğu sınıf veya dönem arkadaşı bu sinema öğrencileri, okulu bitirdikten sonra, 2 + 1 bir daire kiralayıp, çoğu zaman şirket bile kurmadan, bir KOBİ haline geliveriyorlar. Şüphesiz bu yeni sinemacıların çok büyük çoğunluğunun ütopyası “sinema yapmak”. Hatta bazıları bu ofisleri home – ofis olarak bile kullanıyor. Tanıtım, fuar, ucuz reklâm, klip filmleri, vb. çekip, kendi yağları ile kavrulan bu işleyiş, onları televizyon dizi sektörünün orman kanunlarından da koruyor. Onlar asla eski düzenin modelini takip etmeyen, hepsi kurgu, kamera, ses, ışık, vb. aletlerin kullanımını az – buçuk bilen, bağımsız ruhlu yeni sinemacı özneler…

KOBİ’lerin küçük boyları amatör, orta boyları ise profesyonelliğe doğru tırmanıyor. Çoğunun kafasında ekmeğini hareketli görüntü ile iş yaparak çıkarmak ve sinema yapmak var. İnternet ortamı başlı başına bir iş alanı onlar için. İş dünyası artık basılı katalog yerine tanıtım filmleri yaptırıyor. Müzik dünyası artık klip yapmadan çalışmıyor, vb… Zamanında sinema salonları ve TV kanalları kısa film ve belgesele yeteri kadar yer vermediler ama her ikisi de şimdi altın çağını yaşıyor. Kısa film ve belgeseller artık yer yerde…

Yol arkadaşlığı bazılarına yanlışlar da yaptırıyor. Bunların en tipik olanı, hepsi yönetmen / yapımcı ruhlu birkaç kişinin bir araya gelmesi. Bu çok doğru bir araya geliş değil. Çünkü o zaman her biri, hayatın maddi kısmını götürecek, kazanı kaynatacak işin ucundan aynı anda sarılmıyor / sarılamıyor. O yüzden de işler kötü oluyor veya hiç olmuyor. Ödenemeyen kira vb. masraflar yüzünden KOBİ dağılıyor.

Bu yüzden bazı başarılı örnekleri inceledim. Bu tür KOBİ’lerde, üçlü bir sacayağı şeklinde, kısmi bir işbölümü var. Birisi sacayağının yapımcı, birisi yönetmen yapımcı bir diğeri de teknoloji (kamera, kurgu, ışık ses) ayağında duruyor. Şüphesiz hepsi diğerinin işini de az – buçuk yapabiliyor, birisi olmayınca diğer ikisi onun boşluğunu görevi dolduruyor.

Sinema eğitim kurumları hâlâ eski üretim biçiminin istediği (artık istemediği) uzmanları yetiştirmeye çalışıyor. Bu yüzden üniversite dışındaki eğitimler oldukça önem kazandı. Yasalar ise çok gerilerde ve kredi alabilmeleri için hâlâ onların farkında değil…

Sinemadaki KOBİ’leşmenin yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile buluşması için çaba sarf etmeyi çok anlamlı buluyorum. Çünkü bu buluşmada, gelecekte sinemanın nasıl yapılacağının da nüvesini görüyorum.

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(12 Ocak 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

14 Ocak 2011 Haftası

“Tehlikeli Aşk”ta, Bollywood, çok güzel kızla nefes kesici derecede yakışıklı erkeğin, gerçek dünyaya taban tabana zıt ve inanılmaz ‘plâstik’ estetiğe sahip ‘acıklı aşk hikâyesi’ni, Las Vegas, Los Angeles, New Mexico’dan sunuyor: Tuhaf derecede sürrealite! Eleştirmenin anlamı var mı? Tanrı, bizleri 128 dakikalık sürümünden korudu (bu 90 dakika)!

“Megazekâ”, ‘dünyayı kurtarma günleri’nin yakışıklısı süper kahramanın, aslında, ‘kötü’ diye tanımlanan dehanın ‘olmazsa olmaz’ı olduğuna, meseleye ‘diğer taraf’tan bakarak işaret ediyor. İşaret etmekle kalmayıp, doğrunun ne olduğuna bambaşka açılardan yaklaşarak, buruk ve buruk olduğu kadar neşeli bir ‘süper zeki adam’ portresi yaratıyor. Eğer çocuklar illâ bir ders alacaklarsa, hayatın siyah ya da beyaz değil rengârenk ve farklı olanı sevmenin de önemli olduğunu öğrenecekler.

“Kâğıt”, insanlara hizmet etmek yerine onların yaşamlarını çevreleriyle birlikte mahveden ‘ceberut devlet’in en önemli organı olan bürokrasiyi, insanlığın aydınlanması ve özgürlüğü yolundaki en önemli buluşlardan biri olan ince – kuru yaprakların kötücül amaçlarla kullanılmasıyla simgeleyen hikâyesini farklı stilde anlatmayı deniyor… Ancak sinemamızın ezeli zaafı olan, kaba hatlı, kıvrımsız, düz ve ‘kendi içinde estetik’ barındırmayan metnin kurbanı oluyor. ‘Mesajlarını gözümüze sokuyor’; soktukça da etkisini yitiriyor… Sonunda da bir derse dönüşüyor! Biz seyirciler ‘gayet iyi anlayıp’ tam puanla sınıfı geçiyoruz da, geriye sinema adına belleğimizde ve yüreğimizde ne kalmış oluyor, bilemiyoruz. Yine de desteklenmesi gerekli bir film. Hele ki, RTÜK İmparatorluğu gibi kurumlarla sansürü devam ettiren ‘haşmetli devlet’, silâh gibi kullandığı kâğıtlarını şimdilerde başka hedeflere fırlatıyorken…

“Cadılar Zamanı”, Ortadoğu’ya yapılan Hıristiyan Seferleri’nde (14. yüzyılın ilk yarısı), kadınların ve çocukların da öldürülmeye başlanması üzerine ‘yüreklerindeki şeytan’dan rahatsız olup savaşmayı bırakan iki şövalyenin, sonradan ‘mecburen’ üstlendikleri bir görevde ‘gerçek şeytan’la karşılaşarak kefaretlerini ödemeleri çizgisinde gelişen fantastik serüven. Orta Çağ’ın, veba salgınının, kilise egemenliğinin ‘karanlığı’ ile gotik korkuyu başarıyla birleştiren, set tasarımları, müziği ve özellikle ışık kullanımında şaşırtıp büyüleyen görüntüleriyle, perdeye mıknatıs gibi çekiyor (Osmanlı döneminde ‘kabak ışık’ kullanan görüntü yönetmenleri özellikle izlemeli).

“Benim Adım Aşk”, Milano’da yaşayan kent soylu zengin ailenin üç çocuklu gelini Rus asıllı kadının, oğlunun aşçı arkadaşıyla sürüklendiği tutkulu cinsel serüvendeki ‘açığa çıkma’ anını ve ardından gelecek trajik olayı bekleyen seyirciyi, biçimsel ustalıkları da kullanarak, tam iki saat hikâyeye ‘yapıştırıyor’. Sinemayı sanat yapan bu tabii ki: Binlerce kez işlenmiş öyküyü, değişik – riskli bir gramer belirleyerek tazelemek! Bu film, tepeden tırnağa sanat eseri!

”Aşk Sarhoşu”, yeryüzündeki insan sayısı kadar tanımı olan ‘aşk’ın en zorlarından, en imkânsız gibi görünen hallerinden birini öykülüyor. Yaşamındaki ‘mümkün olmayanlar’ listesinin ilk sırasında ‘birine duygusal bağlılık’ gelen ressam kız ile ‘cinsel performanslarını paraya tahvil etse çok zengin olacak’ ilâç prezantasyon temsilcisi ‘şeytan tüylü’ genç adam arasında oluşan kuvvetli cinsel ilişkinin sonradan dönüştüğü aşk! Herkesin birbiriyle acımasızca savaştığı ‘rekabet muharebeleri’nin tam ortasında, sinsi bir hastalığın pençeleri içinde, gelecekte fiziki – ruhsal kötü günlerin yaşanacağı bilindiği halde, aşk, nasıl olup da, sistemin, toplumsal afyonların, bireysel uyuşturucuların üzerine çıkıp, bu kadınla erkeği sımsıkı bağlayabildi? Büyük ve değerli filmlerin yapımcı – yönetmen – yazarı Edward Zwick (1952 doğumlu), kalplerine sızarak harika performanslar elde ettiği iki oyuncusuyla birlikte, duygusal sömürülere prim vermeden ve mizahın gücünü akıllıca kullanarak bu sorunun yanıtını aramış… Genç karakterlerle, olgun seyircilerin daha kolay duygudaşlık kuracaklarını sanıyorum.

(12 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Music is Our Business

“Uçan Melekler”i hatırladınız mı? Memleketin ilk dans filmi olarak bundan birkaç ay önce büyük umutlarla vizyona girmiş velhasıl sessiz sedasız ortadan kaybolmuştu. Niyet güzeldi belki ama akıbet ne yazık ki kimseyi memnun etmedi. Sözünü ettiğim akıbet, niceliksel bir sonuç değil, niteliksel bir olmamışlığın sonucu… Peki neden şimdi bunu kurcalıyorum? Filmden geriye hafızalarda kalan bir tek şey için, filmin takdire şayan müzikleri!

Bir sinema filmi elbette bir bütündür. Yönetimi, oyuncukları, kurgusu, müzikleri ve diğer tüm unsurlarıyla birlikte… Ancak “Uçan Melekler” bir dans filmi olduğu için müziğin bu denli ön plânda olması gayet normal. Filmin önüne geçmesi değil tabiî ki…

Nihayetinde “Uçan Melekler” hevesimizi ve heyecanımızı kursağımızda bırakan Türk filmlerinin ne ilki, ne de sonuncusu olacak. Yönetmen Fırat Gürsoy’a bundan sonraki çalışmaları için iyi dileklerimizi gönderip, yazımıza mevzu bahis olan iki müzisyen, Orkun Tunç ve Taner Yurdunkulu ikilisine dönelim.

Orkun Tunç ve Taner Yurdunkulu nasıl bir ikilidir, neler yapar?

Orkun Tunç: Uzunca bir süredir birlikte müzik yapan iki insan. Soundtrack ve birçok farklı sanatçı ile yaptığımız prodüksiyonları Armageddon Turk ismiyle sürdürüyoruz. Ayrıca Avrupa’dan ve Amerika’dan ve ülkemizden birçok sanatçıya dans remixleri de yapıyoruz.

Taner Yurdunkulu: 3. Dünya savaşı çıkmadan yapabildiği kadarını yapar.

“Uçan Melekler” filminin müziklerini yapma teklifi size nasıl geldi?

Orkun: Filmin oyuncularından Okan Aydoğan bize filmden bahseden ilk kişi oldu. Sonrasında yönetmen Fırat Gürsoy ve prodüktör Hacı Yılmaz ile tanışıp filmin müziklerine başladık. Sanıyorum ki Sultana, Aziza A. gibi Türkiye’nin önemli hiphop sanatçılarıyla çalışmış olmamız da kararlarında etkili oldu. Daha önceden de “Adab-ı Muaşeret” filminin tema müziği olan “Ben de İstiom”u yapmıştık.

Filmle ilgili yapılan olumsuz eleştiriler ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu aynı zamanda sizin de ilk sinema filmi deneyiminizdi… Hayal kırıklığı yaşadınız mı yoksa iyi bir deneyim olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Taner: Sinema maalesef müzik camiasından daha acımasız, yani bilmem kaç milyon dolar harcayıp günlerce çalışıp vasat bir film yapma ayrıcalığınız yok. Daha kötüsü en basit izleyicinin bile yapabileceği sert eleştirilere göz yumabilme tahammülünü gerektiriyor. Çünkü izleyici her durumda istediği eleştiriyi yapabilme hakkına sahip diye düşünüyorum. Hayal kırıklığı yaşamadık. Sonuçta Türkiye’nin ilk dans filminin müziklerini yapabilme şansını yakaladık ve çıkan sonuçtan memnunum.

Orkun: Ben de yaptığımız işten oldukça memnun kaldığımızı söyleyebilirim. Her şeyden önce Türkiye’deki ilk dans filmi oldu ve biz de bunun bir parçası olmaktan mutluyuz. Rapizm Çağla, Kemali, Big-O, MC Spark gibi gerçekten yetenekli MC’lerle çalıştık. Kısa zamanda çok iyi iş çıkardığımızı düşünüyorum. Hatta değinmeden geçemeyeceğim; daha 11 yaşında bir MC olan “Altan” bize beatbox’larıyla renk kattı. Bizim için güzel bir tecrübe oldu. Filmin eleştirilerini fazla okumadım. Ama DVD’si piyasaya sürüldüğünde ve TV’lerde gösterildiğinde daha fazla ilgi çekeceğini düşünüyorum.

“Uçan Melekler”, eleştirmen ve seyirciler tarafından düşük not aldı fakat müzikleri eleştirilerden muaf tutuldu ve övüldü. Bu çelişkiyi nasıl açıklarısınız?

Taner: Eleştiriden muaf olmak sevindirici.

Orkun: Music is our business.

Sinema filmine müzik yapmak ile albüm ya da single yapmak arasında ne gibi farklar var?

Orkun: Tabi ki görüntü üzerine müzik düşünmek apayrı bir bakış açısını gerektiriyor. Bu filmde bazı sahnelerdeki hareketler üzerine bile ritm oturtmaları yaptık. Filmin prodüksiyonu ile eş zamanlı gidiyorduk. Normal albüm yaptığınızda tabi ki hit single yapmanız isteniyor. Radyolarda çalınabilecek türde hit şarkılar… Film müziğini yaparken yine bu kıstasları referans aldık. Yönetmenimizin de isteklerini yerine getirdik tabiki. Kollektif bir çalışma oldu diyebilirim. Soundtrack yapmak gerçekten çoook zevkli bir iş bizim için.. Çünkü film delisiyiz ikimizde ve bazen filmleri izlemiyoruz sadece dinliyoruz.

Taner: Normalde bir dans filminde sahne ve dans müzikleri olarak iki kısım vardır. Sahnelerde genelde tematik ambient parçalar kullanılırken, dans sahnelerinde hit potansiyeli taşıyan enerjik ritmik parçalar yapmanız gerekiyor. Normalde bir filmde her dans parçası farklı bir sanatçıdan alınarak kullanılır. “Uçan Melekler”de tüm dans parçalarını ve tematik parçaları biz yaptık bu noktada sürekli etkileyici parçalar yapmaya çalıştık, bu açıdan yorucu oldu diyebilirim.

Türkiye’de soundtrack’li film sayısı günden güne artıyor. Tek bir müzisyenden öte, filminin müziklerini rock gruplarına da emanet eden yönetmenler de var. Bu çalışmaları takip ediyor musunuz? Mesela en son Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo filminde müziklerde Multitap imzasını görmüştük…

Orkun: Birçok şeyi takip ediyoruz. Gruplar ve kişi olarak yapılan soundtrack çalışmalarını. Bugüne kadar en özgün bulduğum soundtrack çalışması Mazhar Alanson’un “Her Şey Çok Güzel Olacak” için yaptığı çalışma idi. Eskilerden, Yalçın Tura’nın işleri ilginç geliyor. Müzik gruplarının da soundtrack yapıyor olması çok sevindirici. Bunların albüme dönüşmesi de öyle. Öte yandan grup müziğinin hep yükseliş hem de satış anlamında en zavallı olduğu bu dönemde, soundtrack’lerde rock gruplarının yer alması çok harika. Yepyeni bir mecra… Reklâm camiasi şu anda 3 – 5 kişinin tekelinde. Diziler tamamen post – modern türkü formatını aşamadı, bari film soundtrack’leri bizim olsun. Örneklerin çoğalmasını diliyorum.

Türkiye’den filmlerini beğendiğiniz ve çalışmak istediğiniz özel bir yönetmen var mı?

Taner: Kendimizi ifade edebileceğimiz bir konsept olduktan sonra hangi yönetmen olduğu önemli değil, herkesle çalışmaya açığız.

Orkun: Biz her tarz yönetmenle çalışabiliriz. Sadece yaptığımız işlerle örtüşebilen içerikler olsun yeterli. Daha çok ambient ve electronic soundlarda film soundtrack’leri talep edilse çok memnun oluruz. Beğendiğim bazı yönetmenler var, Yavuz Turgul, Ömer Faruk Sorak, Cem Yılmaz, ilginç bir deneme olan “Ada: Zombilerin Düğünü” filminin yönetmenleri Talip Ertürk ve Murat Emir Eren… Eskilerden Metin Erksan ve Mehmet Muhtar (Türkiye’nin bilinen ilk korku filmlerinden “Drakula İstanbul’da”yı çeken yönetmen.)

Bugüne kadar izlediğiniz en iyi müzikal film hangisiydi?

Orkun: 80’lerin Breakin’ serisi.

Taner: Beat Street.

Son olarak sevdiğiniz soundtrack albümlerini öğrenebilir miyiz?

Taner: Harold Faltermeyer’in Axel F, Top Gun, Tango & Cash… Paul Hertzog – Blood Sports, Kick Boxer, Maurice Jarre – The Message…

Orkun: Tangerine Dream’in 80’ler ve 90’larda yaptığı tüm film müzikleri, özellikle “Risky Business”, “Miracle Mile”, “Near Dark”, “The Sorcerer” filmleri. John Carpenter’ın “Halloween” ve “Assault On Precinct 13” ve “Christine” için yaptığı müzikler. Giorgio Moroder’in “Midnight Express”i, Harold Faltermeyer’in “The Running Man”i, “Thief Of Heart” filmleri için yaptıkları ve liste çoook uzun…. Clint Mansell’in “Solaris”i.. David Julyan’ın “The Prestige”inin yanı sıra yenilerden Daft Punk’ın “Tron”u, Edward Shearmur’un “Mother & Child”ını çok sevdim.

(11 Ocak 2011)

Gizem Ertürk

Asimetrik

Alper Giray Urhanoğlu’nun yönettiği ve İnci Aslan, Caner Gezirgen, Ayçahan Saygı ile Duygu Urgan’ın oynadığı Asimetrik, 11 Eylül 2015′de AGU Film dağıtımıyla AGU Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Üniversite kampüsünde bir dizi intihar ve cinayetler olmaktadır. İntihar eden en son kişi de, Duygu’nun alt kat komşusu, üniversite arkadaşı Aslı’dır. Duygu bir tesadüf eseri Aslı’nın laptopunu karıştırırken bazı bilgilere ulaşır. Bunun üzerine Aslı’nın ölümünün cinayet olduğunu düşünür ve olayı araştırmaya başlar. Araştırması ilerlerken, 4 yıldır hiç karşılaşmadığı eski erkek arkadaşının da olaya dahil olması ile işler iyice karışacaktır.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman

Asimetrik yazısına devam et

Atilla Dorsay’la 29 Yıl Önceki Söyleşim

Atilla Dorsay, Türk basınının ve sinema yazının marka ismi… Aralık 1966’da Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamış. Halen Sabah Gazetesi’nde yazıyor. Kitapları şu sıralar genelde Remzi Yayınevi tarafından basılıyor. Kendisiyle Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarken 1982’de (tam 29 yıl önce) bir söyleşi yapmıştım. İşte virgülüne dokunmadan 29 yıl önceki söyleşi…

Hakan Sonok: Sinema yazarlığına ve film eleştirmenliğine nasıl başladınız? Ondan önce neler yapıyordunuz?

Atilla Dorsay: İzmir’liyim. Ailem beni Galatasaray Lisesi’nde okutmak istiyordu. Onlar için bir tür idealdi. O yüzden birtakım fedakârlıkları göze alıp, İstanbul’a gelip yerleştiler. Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okudum. Birkaç yıl mimar olarak çalıştım. Ama sonra sinema yazarlığı ağır bastı. Sanıyorum mimarlık bana çok önemli bazı şeyler verdi: Düzenli bir biçimde düşünmek, muhakeme etmek, yargılamak ve belli bir estetik oluşumu. Bunun sinema yazarlığına katkısı elbette sözkonusu edilebilir. Kırkbir yaşındayım.

Hakan Sonok: Televizyonun ve şimdi de video salgınının sinemaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Aslında televizyon da, video da sinemanın bir uzantısı, yani teknik olarak sinemanın getirdiği teknolojinin ortaya koyduğu birtakım buluşlar. Çok yönlü bir karşılıklı etkileşim sözkonusu. Gelişen TV ve video teknikleri sinemayı etkiledi. Sinema da onları etkiledi. Bir kere gerek TV, gerek video geniş biçimde sinemanın birikimine dayandılar.

Çok geniş kitleleri, mümkün olduğu kadar kısa biçimde ve mümkün olduğu kadar olaylardan haberdar etmesi olayının dışında TV’nin sanatsal olarak pek önemli bir işlevi olduğu söylenemez. TV dizileri olsun, TV filmleri olsun genelde kendine özgü bir anlatım tekniği geliştirdiler. Çağımıza uygun kısa, hızlı ve vurucu bir anlatım tekniği. Ama TV filmlerinin, hiçbir zaman sinemada oluşturulan bazı yapıtlar kadar kalıcı olduğu, yarına kalacağı ve sanatsal bir içerik taşıdığı söylenemez sanıyorum.

Video başka bir olay tabii. Video aslında audiovisual olayını insanın içine getiren (TV gibi), fakat TV’den çok daha büyük bir seçme olanağı veren ve herkese beğendiği filmleri elinin altında bulundurma imkânını, dolayısıyla istediği zaman yeniden izleme imkânını veren bir olay. Yani aslında video kesinlikle çağımızın audiovisual’a dönüşmesinin artık son ve kesin aşaması. Bu iki olayın da sinemayı öldüreceği kanısında değilim. Çünkü sinema bunların anası olmayı sürdürüyor. Yani sinema ana üretici alandır. TV de, video da bunu kullanıyorlar. Ama bu tekniklerin çok daha gelişmesi insanların genel eğilimine uygun olarak daha kolay, daha ucuz, daha basit, daha gösterişli şeyleri seyretmek suretiyle gerçek sanat eserlerini ikinci plâna itmeleri sonucunu mu getirecek? Yoksa tam tersine, gerçek sanat eserleri, sözgelimi klâsikler herkesin elinin altında bulunmak suretiyle kitlelere, yığınlara daha kolay mı ulaşacak? Bunu şu an için söylemek çok zor. Yani video sinemayı öldürecek mi? Yoksa tam tersine ona yardımcı olacak mı? Bunu zaman gösterecek.

Hakan Sonok: Sinema sanatı üzerinde toplumumuz yeterince bilgilenemiyor. Sizce bunu neler engelliyor?

Atilla Dorsay: Bizim toplumumuz aslında sinemaya giden bir toplum. Yani tüm Akdeniz ülkeleri gibi, biz sinemaya giden bir toplumuz. Nitekim TV olayı bizde de sinemaya bir sekte vurdu. Fakat bu darbe çabuk atlatıldı. Hatta birçok batı ülkesine kıyasla daha çabuk atlatıldı. İnsanımız sinemaya gitmeyi seviyor. Okumaya çok meraklı bir toplum değiliz. Fakat görsel, işitsel olayın etkisine dahi açığız. Birçok insan sinemaya gidip veya TV’nin başına oturup (aşağı yukarı aynı şey), görüntülerin etkisini duyumsamayı seviyor. Bundan hoşlanan bir toplumuz. Yalnız sinemayı seyrettiğimiz ölçüde sinema üstüne okumayı, bilgilenmeyi önemsemiyoruz. Bizce sinema üzerinde bilgi toplanılması gereken bir alan değil. Onu sadece seyretmeyi seviyoruz. Bu konuda bir bilgi, bir bilinç sahibi olmayı düşünmüyoruz bile. Bu açıdan sinemaya gitmemize karşın, sinema yayınları o ölçüde ilgi görmüyor. Toplumun genel yapısıyla ilgili bir olay tabii…

Hakan Sonok: Devletin sinema politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Valla çok şikâyetçiyim. Cumhuriyet döneminde Türk devletinin kültür alanında yapmış olduğu çok önemli bazı yatırımlar ve katkılara karşın, sözgelimi çok sesli müziği desteklemek, bir devlet operası, balesi, tiyatrosu kurmak, yayıncılıkta çeşitli dönemlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı klâsikler vs. aracılığıyla tüm diğer sanat alanlarında etkin olmasına karşın sinemada hiçbir zaman olumlu katkısı olmamış, tam tersine köstekleyici bir katkısı, sansür aracılığıyla müdahalesi olmuştur. Dolayısıyla Türk devletinin sinemanın önemini hiçbir zaman anlamadığı kanısındayım. Bugün de bu olay devam ediyor ve bunu büyük üzüntüyle karşılıyorum.

Hakan Sonok: Sinematek’in kapanmış olması için neler diyeceksiniz?

Atilla Dorsay: Sinematek, Türkiye’de tarihsel bir işlev gördü. O işlev aslında sona ermedi tabii. Çünkü Sinematek gibi bir kurumun her zaman var olması sözkonusudur. Ben aslında Türkiye’de bir devlet sinemateği olmasını, devlet sinema arşivi oluşmasını ve sinemateğin bununla bağlantılı olarak gösteri yapmasını yeğlerim. Çünkü özel Sinematek, bu işe yatırım yapacak çok büyük zenginlerimiz olmadığı için çok başarılı olamadı. Yani, hiçbir zaman kendi arşivini sağlıklı bir biçimde kuramadı. Düzenli gösteriler gerçekleştiremedi. Söz verdi, bu sözleri tutamadı.

Türkiye’de elbette çok geniş bir sinema sevgisinin ve bilgisinin olmaması sebebiyle, Sinematek elbette birçok filmi tanıttı; ama bir anlamda itici etki yarattı. Yani insanlar birtakım filmlerin, söz verildiği halde gösterilemediğini, kötü kopyaların gösterildiğini, altyazısız filmler gösterildiğini, zor filmlerin gerekli basın yayın araçlarıyla, yani broşürler, kitapçıklar aracılığıyla açıklanmadan gösterildiğini görüp, bir ölçüde ciddi ve klâsik sinemadan da soğudular. Onun için Sinematek olayı bence, geniş bir bütçeyle devlet desteğiyle gerçekleştirilmesi gereken bir olay. Tek başına birkaç kişinin girişimi, bu alanda yeterli başarı düzeyini bence getirmezdi.

Hakan Sonok: Film ithâl edenler bir zamanlar eleştirmenlerin beğenilerini kazanan filmlerden uzak durmaya çalışırlardı. Son birkaç yıldır bu anlayış yıkılmış görünüyor. Ne dersiniz?

Atilla Dorsay: Türkiye’de bu olay çeşitli birbirini izleyen döngüler biçiminde yaşandı. Bir dönemde eleştirme hiç yoktu. 50’lerde Tuncan Okan’ın Milliyet Gazetesi’ndeki eleştirmelerinin uyandırdığı etkinin başını çektiği bir karşılıklı etkileşme olayı meydana geldi. Bir tür sinema yazarı – sinemacı balayı doğdu. 60’ların başından itibaren, daha doğrusu ortalarına doğru bu balayı sona erdi. Karşılıklı takışma, çakışma, çekişme dönemi başladı. 70’lerde seyircinin TV, ekonomik ve politik bunalımlar dolayısıyla sinemadan uzaklaşması ve hemen hemen yalnızca kötü filmlerin, meselâ seks ve karate filmlerinin ortalığı kaplaması olayı bu ilişkiyi en olumsuz düzeyine getirdi. Çünkü seyirci sinemaya gitmiyordu. İyi filmin seyircisi yoktu. Aile sinemadan çekilmişti, klâsik deyimle. Dolayısıyla filmciler yalnız kötü filmleri getiriyorlardı. Eleştirmenlerin bu durumda sinemacılara ateş püskürmekten başka birşeyleri zaten yoktu.

Fakat şimdilerde başka bir olgu gözleniyor. Seyirci genelde yeniden sinemaya döndü. İyi filmler beklenmedik bir biçimde ve eleştirmenlerin desteği olursa iyi iş yapıyorlar. Sinemacılar da anladılar ki, eleştirmenin olumsuz yargısı kötü filmin işini etkilemiyor. Sözgelimi “Geceyarısının Ötesi” herkesten olumsuz eleştiriler aldığı halde çok büyük iş yaptı. Buna karşılık iyi filmin olumlu eleştiriler alması, o filmin şansını etkiliyor. Dolayısıyla bazı tür filmler için eleştirmenin yardımının olumlu, yararlı olduğu sonucuna vardılar sanıyorum. Bu yüzden yeniden bir balayı sözkonusu. Sanıyorum bu önümüzdeki yıllarda da sürecek. Bazı şirketler bize danışıyorlar, şunu mu getirsek, bunu mu getirsek diye. Tabii bu çok olumlu, bizi çok mutlu eden bir olay.

Hakan Sonok: Dünyadaki film eleştirisi ile ülkemizdeki durumu karşılaştırır mısınız?

Atilla Dorsay: Şüphesiz dünyada daha etkin. Dünyada sinema eleştirmesi en sağdan en sola gündelik basının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizde eleştirmenin etkisi ancak gündelik basında daha geniş bir yer bulduğu ölçüde artabilecektir. Bu yerin birtakım basın orgunlarında yavaş yavaş yerleştiği manzarası ortaya çıkıyor. Bu tabii yeterli değil. Çünkü kapsamlı bir yaklaşım sözkonusu olamıyor, ama bu başlangıçtır. Bu geliştiği ölçüde ancak Türkiye’deki eleştirmen dışarıdaki etkinliğine ulaşabilecektir.

Hakan Sonok: Ülkemizdeki sinema yayınları konusunda bir çeşitlilik yok. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?

Atilla Dorsay: Yok, yetersiz… Çok düşük, çok zavallı bir düzeydeyiz bu konuda. Tabii bunun biraz gelişmesi dilenir. Çünkü bilmeden sadece sevmek yoluyla yaklaşılan bir sanat dalında, yani sinemada gerçek bir seyirci düzeyine, seyirci potansiyeline ve dolayısıyla olumlu bir yapım düzeyine ulaşabileceğimiz kanısında değilim. Yani yayınla, araştırmakla, incelenmekle, bilgilenmekle ve bilgi vermeyle desteklenmeyen bir alanda çok kısır kalmaya mahkûmuz.

Hakan Sonok: Arı sinema mı, mesajlı sinema mı? Sizin kişisel tercihiniz nedir?

Atilla Dorsay: Yalnız bir tür sinemayı tutmaktan ve savunmaktan kaçındım. Bir olayın tek yönüne saplanmaktansa, bir olayın çok yönünü ele almayı, çok genel biçimde bakmayı seviyorum. Ben sinemaya da bu kapsam içinde bakıyorum. Sinemanın kendisini çok seviyorum. İyi bir Western bana çok keyif veriyor, ama angaje bir film, politik bir film, irdeleyen ve çözüm getiren bir film de elbette çok saygın bir olay.

Bu yüzden “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları” filmini tamamen bir teknik cambazlık filmi olmasına, bir anlatım üslûp filmi olmasına, hiçbir ciddi şey söylememesine ve tamamen bir sabun köpüğü olmasına rağmen çok sevdim. Ama Costa Gavras örneği veya daha başka sinemacıların örneği, bir angaje filmi, bir mesaj ileten filmi de çok severim. Bir anlamda birisinin öbürüne karşı olduğu kanısında değilim. Tabii genelde Amerikan sinemasının son dönemde tamamen göz boyayıcı bir sinemaya kaydığı, serüven ve bilimkurgu yapıtlarının allanıp pullanıp en etkileyici şekilde seyirci karşısına çıkarıldığı olgusu var. Bu tehlikeli bir gidiş. İçerikli sinemayı tamamen yok etmeye veya ikinci plâna atmaya yönelik bir gidiş. Sorumlu bir eleştirmen olarak bunun farkına varmak ve bu olayı eleştirmek durumundayız. Ama yani ben bir korku filmi, bir bilimkurgu filmi görmeden bir mevsim geçirmeyi düşünmüyorum doğrusu…

Hakan Sonok: Şu anda dünya sinemasından çok kısıtlı örnekler izleyebiliyoruz. Bu da yurt dışında film izleme olanağı olmayan sinemaseverler, sinema tutkunları için çok zor bir durum. Ne dersiniz?

Atilla Dorsay: Amerikan sinemasının dışında kalan ve çok önemli filmleri izleyemiyoruz. Benim en çok yakındığım şey, Japon sinemasını izleyemiyoruz. Meselâa şu kanıda değilim: İlericilik gereği kapitalist bloktan film geldiği kadar sosyalist bloktan da film gelsin görüşünde değilim. Benim görüşüme göre sosyalist blok son yıllarda ilgi çekici filmler üretmiyor. Japonya’dan çok önemli filmler çıkıyor, bunları göremiyoruz. Hint sinemasını, orta Avrupa sosyalist blok sinemasını, İtalyan sinemasını, Alman sinemasını göremiyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de yaşanan sinema olayı çok sınırlı. Aslında her ne kadar köşeden bucaktan bazı örnekler sızıyorsa da, meselâ Polonya sineması gelmedi ama Wajda’nın “Mermer Adam”ı geçtiğimiz yıllarda o kadar gösterildi ki, sinemaya giden herkes aşağı yukarı görebildi. Keza Fassbinder’in “Lili Marleene”i araya sıkıştı. Kenarından bucağından da olsa bir ölçüde geliyor, eskisi gibi değil. Fakat genelde bu tür sinemaları tanıyamıyoruz, bu bir gerçek. Sinema üzerine edindiğimiz genel izlenim çok eksik, Türkiye’de…

Hakan Sonok: Her mevsim başında ithalâtçı firmalar tarafından sinemaseverlere sunulacağı duyurulan, vaad edilen pek çok filmin sonradan Türkiye sinemalarına gelememesinin nedenlerini anlatır mısınız?

Atilla Dorsay: Aslında temel etken bence Türkiye’de pazarın sınırlı olması. Yani Türkiye’de bazı filmlere sınırlı talep var. Bu talep Ankara ve İstanbul’da biraz daha artıyor. Ama meselâ birçok filmi getirip de yalnız bu büyük kentlerimizde göstermekle, parasını çıkaramayacaklarına göre şirketler bu filmleri meselâ Adana, İzmir, Karadeniz bölgelerine satamadıkları için fazla film getirmiyorlar.

O bölgelerde Türk filmlerinin, üstelik onların en kötülerinin yani arabesklerin filân hakim olduğu bir piyasa düzeni var. Yabancı sinemaya kalan yer zaten çok az. O yer içinde de yine birtakım filmler ön plâna geçiyor. Dolayısıyla kalabalık (30 – 40 filmlik) bir liste getirip de, filmleri yalnız büyük kentlerimizde oynatmak durumunda kalacağına, şirketler getirmiyor. Böylece çok az film geliyor Türkiye’ye. Oysa mevsim başında biraz daha geniş liste ilân ediyorlar. Anlaşma yaptıkları filmlerin yarısına yakını ertesi mevsime kalıyor. Bu kaçınılmaz bir olay.

Birtakım filmler var, aslında o tür filmlerin Samsun’da da, Eskişehir’de de, İzmir’de de seyircisi var. Bu filmler seyircisine ulaşamıyor. Daha küçük sinemalar, yeni dağıtım, gösterim olanakları yaratılırsa ve daha çeşitli bir film listesi sunma imkânı sağlanırsa, özellikle büyük kentlerin dışındaki (bölgelerdeki) gösterim zinciri içinde sinemacılar da bu kanalları zorlayarak, daha çok film getirecektir. Açıklanan listeler o yıl içinde gösterilecektir. Şimdi böyle olmuyor, tabii…

Hakan Sonok: Türk sineması yurt dışındaki festivallerde kendine yer ve ödül bulmaya başladı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Çok olumlu tabii… Benim de bir katkıda bulunduğum (16 yıldır yazan bir yazar olarak) kendi ölçülerim içinde desteklediğim bir olay, bir hareket. Genç Türk sineması diye nitelendirdiğimiz hareket (doğru veya yanlış) nihayet uluslararası plânda kendini gösterdi. Bundan çok mutluluk duyduğum aşikâr. Çünkü bir anlamda kendimi adadığım bir davanın yavaş yavaş sonucuna ulaşmakta olduğunu gösteriyor. Bundan Türk sanatı adına mutluluk duymayacak olan kişiler ancak kendileri bu düzeye ulaşamamış olan ve yıllardır film yapmalarına karşın ortaya dişe dokunur bir şey koyamamış olan bir eskimiş sinemacı kuşağı olabilir. Bir de bu filmlerin politik olduğuna inanan (ki bir kısmı öyledir, ama hepsine bu nitelik yakıştırılamaz) ve bu filmlerin içerdiği politik özü kendi gerici politik kanılarına, görüşlerine aykırı bulan bir gerici kesimin memnun olmaması sözkonusu edilebilir. Bunun dışında düşünen her çağdaş Türk vatandaşının bu sonuçtan ancak memnunluk duyması gerekir.

SİYAD ONURSAL BAŞKANI: Atilla Dorsay

1939 İzmir doğumlu. Galatasaray Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki M. S. Ü.) Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu (1964). 1966 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra ayrıldı, Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da yazdı. Şimdi Sabah’ta yazıyor. Atilla Dorsay çoğu sinema üzerine olmak üzere bugüne dek 35 kitap yayımladı. Bunların arasında “Mitos ve Kuşku”, “Sinema ve Çağımız – 2 cilt”, “Sinemayı Sanat Yapanlar”, “Yönetmenler, Filmler, Ülkeler – 2 cilt”, “O İsimler, O Yüzler”, “Yılmaz Güney Kitabı”, “Yüzyüze”, “Beyazperdede Kırmızı Filmler”, “Yüreğimin Orta Yeri Sinema” gibileri var. Türk sineması üzerine eleştirilerini “Sinemamızın Umut Yılları”, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” ve “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” adlı üç kitapta, yemek kültürü üzerine yazılarını “Ağız Tadıyla”da, şehircilik üzerine yazılarını “Benim Beyoğlum” ve “İstanbul’da Devr-i Sözen”de, kültür ve yaşam üzerine yazılarını “Ajda Pekkan’ın Yüzü” gibi kitaplarda topladı. Sinemanın 100. yılı dolayısıyla hazırladığı üç ciltlik çalışması “100 Yılın 100 Yönetmeni”, “100 Yılın 100 Filmi” ve “100 Yılın 150 Oyuncusu” yayınlandı. Son yıllarda film eleştirilerini “Hayatımızı Değiştiren Filmler- iki cilt”, “Sinema ve Çağımız”, “Sinema ve Kadın” kitaplarında topladı. Türkân Şoray üzerine yazdığı “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” ise en çok baskı yapan kitabı oldu. Çeşitli dergilerde sinema üzerine yazdığı deneme tadındaki yazılarını “Düşen Yapraklar, Geçen Yıllar” ve “İşte Büyü Zamanı”, gezi izlenimlerini “Yaşam ve Ölüm Kentleri”, hafif müzikle ilişkili anılarını ise “Ne Şurup – Şeker Şarkılardı Onlar” ve “Kişisel Bir 20. Yüzyıl Pop-müzik Tarihi” adlı kitaplarda topladı. En son söyleşilerini topladığı “Sinema… Ve Unutulmayanlar” kitabı çıktı. Dorsay, TRT 2. kanalında açıldığı 1985 yılından beri film programları yaptı. Özellikle “Sinema 100 Yaşında” kuşağında önemli klâsikler sundu. 1986 – 1994 arası TRT Radyo 3′de müzik programları yaptı. Sayısız yerli – yabancı dergide yazıları yayımlandı, birçok festivalde jüri üyeliği yaptı. Başlangıcından (1982’den) bugüne dek İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Uluslarası İstanbul Film Festivali’nin yürütme kurulunda bulunuyor. Ayrıca TÜRSAK’ın da danışman kadrosunda… SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin kurucusu olan Dorsay yıllarca dernek başkanlığını yürüttü, şimdi onursal başkan. Dorsay’ın Legion d’Honneur – Palmes Academiques, Türk Dil Kurumu Basın Ödülü, İstanbul, İzmir ve Antalya Festivalleri Emek Ödülü, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Onur Ödülü gibi birçok ödülü bulunuyor. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilen Atilla Dorsay, Leman Dorsay’la evli, Gökhan ve Ece adında iki çocuk babası…

(12 Ocak 2011)

Hakan Sonok

[email protected]

Çocuklar İçin Cinecity Sinemaları’nda Sürprizler Devam Ediyor

İzleyicilerine ayrıcalıklarla dolu sinema keyfi sunan, güzel sürprizlerle üyelerini her zaman farklı hissettiren Cinecity Sinemaları, çocuklara özel 10:30 çocuk seansı için Cineclub kartı ile bilet alan herkese popcorn hediye ediyor. 01 Şubat 2011 tarihine kadar geçerli olacak “Popcorn Hediye Kampanyası” ile çocuklar bir yandan çocuklara özel ses sistemine sahip salonlarda sinema keyfi yapacaklar, bir yandan da hediye popcornlarını keyifle yiyecekler. Cineclub, üye olan izleyicilerine her 10 bilete 1 davetiye hediye ediyor.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Çocuklar İçin Cinecity Sinemaları’nda Sürprizler Devam Ediyor yazısına devam et
  • Öteki Dünya

    Clint Eastwood’un yönettiği ve Matt Damon, Cecile De France, Thierry Neuvic ile Lisa Griffiths’in oynadığı Öteki Dünya (Hereafter), önümüzdeki aylarda Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarılıyor.
    George, yaşam ötesiyle özel bir bağı olan Amerikalı bir işçidir. Fransız gazeteci Marie bir ölümden dönme deneyimi yaşamıştır. Londra’daki küçük öğrenci Marcus ise en yakın olduğu kişiyi kaybettiği için bazı cevaplara ihtiyaç duymaktadır. Her biri gerçeğin peşindeyken hayatları kesişir ve yaşamdan sonra ne olacağına dair inandıkları şey sonsuza dek değişecektir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984

    Çayan Demirel’in yönettiği belgesel film 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984, 07 Ocak 2011’de Surela Film Yapım dağıtımıyla Surela Film Yapım tarafından vizyona çıkarıldı.
    Belgesel, tutuklu ve hükümlülerin çoğunun Kürt olduğu Diyarbakır 5 No.lu Cezaevi’ndeki tüm tutuklulara, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, devlet tarafından ne tür akıl almaz sistematik işkencelerin yapıldığını ve nasıl Türkleştirme politikalarının uygulandığını gösteriyor. Film, 42. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Ödülleri, 21. Ankara Uluslararası Film Festivali ve 46. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film ödülüne lâyık görülmüştü.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984 yazısına devam et
  • Tarih, Sinema ve Kılıçları Çekmek

    “Tarih” bir bilimdir, “Sinema” da bir sanat… Bilimler sonuçlarını “dir/dır” diye ispatlamak, sanat/sanatçı ise, “bence, şöyle bir şey” yorumuyla yetinmek durumundadır.

    Kimse bir tarih kitabını rastgele eline almamalı. Önce onu yazan hakkında bir şeyler bilmeli. Bu tarihçi kimdir, nesnel dünya, bilgi ve tarih bilgisi hakkında (epistemolojik) ne tür bir fikri vardır, diye sormalı. “Bir sarayda farklı bir köylünün kulübesinde farklı düşünülür” diye bir söz var. Bu tarihçiler için de sinemacılar için de geçerli…

    Louis Althusser, “Birey tarihi sürecin taşıyıcı öznesidir” diyor. Popüler tarih tartışmalarımız da zaten bu cümlenin iki ucu arasında bir sarkaç gibi gidip gelir. Bir uçta tarihi “birey”in yaptığını sananlar vardır, diğer uçta bireyi “süreç”in taşıyıcı öznesi olarak yerine koymaya çalışanlar. Babil Kulesi neden vardı ve kim yapmıştı? Kuleyi kral mı düşünüp yaptırdı? Yoksa kule bir toplumsallığın ihtiyacı olarak mı yapıldı? Hollywood’un ilk Vietnam filmlerinden “Platoon”a kadar aldığı yol nedir? Önce Vietnam’a kahramanca çıkartma yapan Hollywood, süreç içinde bilerek veya bilmeyerek neyi öğrenmiştir? İlle de öğrenmesi mi gerekir, yoksa ABD halkının artan “Vietnam Sendromu”nun yansıması o filme yetmez mi? Veya dünyanın bütün zamanlarında ve bütün coğrafyalarında cirit atmış Hollywood’un hâlâ kendi toprağında 1492’den bir yıl aşağı neden inemez?

    Sonra bir soyutlama düzeyi aşağı inip, tarihçinin genel dünya görüşünü, düşünce sistemini de bilmek gerekir. Dünyayı nasıl kavrıyor, nasıl değerlendiriyor acaba, diye… Bunu bilmesi gerek, çünkü ileri süreceği savlar onun dünya görüşünden etkilenecektir. Dindar veya ateist bir bilimcinin aynı cümleleri kurması o kadar kolay mı? Yoksa Galileo nasıl kopardı zamanın ideolojisinden ve nasıl kurardı o bilimsel cümlesini?

    Sonra bir dizey daha aşağı inmek gerek. Çünkü tarihe bakışın da birçok yöntemi var. Tarihçinin tarih biliminin nasıl yol aldığıyla ilgili fikirlerini ve kullandığı teorik yöntemini de bilmek gerek. Çünkü tarihi olguları açıklayacak birçok hipotezler ileri sürecektir. 1930’larda birçok insana doğru gelen bir “Güneş-Dil Teori”miz vardı. Ama çoktan tarihin çöplüğüne atıldı. Ya da hâlâ hakim bir “Gaza Teorisi” var, Altaylardan gelip çala-kılıç Viyana kapılarına dayanan… Zaman içinde herkes o kadar kendini bu sorunsala kaptırmıştır ki, Alpaslan Malazgirt’i kazandıktan sonra, üstelik tüm Anadolu bomboş iken, neden Selçuklu’nun ovadan bir adım ileri gitmediğini sormayı unutur. Ama o teori, kişilerin üstünden atlayıp sıçrayıp Viyana kapılarına dayanıverir. Okul kitaplarımızdaki tarih bu yüzden hâlâ Viyana kapılarında kalmaktan umutsuz!

    Sanat için, buraya kadarı Tarih bilimin işidir. Biz üçüncü dünyalılar (!) bilim ile sanatın yöntemini / söylemini birbirine karıştırmayı pek severiz. O yüzden filmlerden tarihi gerçekleri ortaya çıkarmasını bekler, filmlerimize bol bol tarih ve sosyolojinin görevlerini veririz. Oysa hiç gerek yoktur pahalı bir filmle bunu yapmaya… O sorun aslında tarihçinin bir kitap veya makalesi ile kolayca çözülebilir. Ama inatla öyle yazmak, hem öyle okumak veya
    seyretmek isteriz. İsteriz ki hem film olsun, hem de karakterler bize güzel güzel tarih nutukları atsınlar…

    Sanatın amacı, daha aşağıdaki bir düzeyi, bir toplumsal formasyonu yani yaşantıyı anlatmaktır. O zamanlar orada nasıl bir yaşantı vardı? Fakat bu soru belgesel ile ilgilidir. Dramatik bir film ise daha ileri gider. Dramatik filmler yaşantıyı (maalesef ve maalesef!) bir öykü içinde anlatmak zorundadır. Yani o zaman o sırada insanlar nasıl yaşarlardı?

    Dolayısıyla, dramatik bir tarih film yapmak için, hem iyi tarih bilmek ama tarih bilimini de unutup bir öykü anlatmak gerekir. Nasıl konuşurken dilbilgisini düşünmeden konuşuruz, bu da öyle… Senarist ve onun tarih danışmanının birlikte çözmesi gereken şey tam burada başlar. Senarist tarihçinin görevini asla üstüne almamalı, danışman da anlatılacak yaşantı / öyküye tarihçinin söylemini karıştırmamalıdır.

    Yaşantının belli bir soyutlama ile kavranması da gerekir. Kapitalist veya feodal çağda da sömürü vardı diye feodal beyi / ağayı kabaca fabrikatörün yerine koyamayız. Üstelik yüzyılı aynı olsa da, bunun Avrupa’da veya Osmanlı’da farklı bir şey olduğunu da bilmek gerekiyor. Belki o zaman feodal çağı yaşamamış ABD’ye Oscar için “Eşkıya”yı göndermenin (o tür bir anlatı yapısıyla) abesle iştigâl olduğunu kavrarız. Çünkü seyircinin bir filmi anlaması için o toplumsallığı anlayacak kadar bir ortak paydası, bilgisi olması gerekir.

    Sonra sıra yaşantının olgu düzeylerine inmeye gelir. Soru şudur; Acaba bu öyküde anlatılan bir olay veya olgu o gün orada nasıl olmuştur? Bu aşamada arkeoloji, antropoloji, etnografya, seyahatnameler, resimler, fotoğraflar, mekânlar, vb. her tür bilimsel, kültürel ve toplumsal ürünlerin bir fikir edinmek için mutlaka araştırılması gerekir.

    İç içe geçmiş yaşantı ve olgu düzeylerinin için bir örnek vermekte yarar var. Birkaç yıl önce gösterilen ve sinema seyircisinin büyük çoğunluktaki çok sevdiği “Cesur Yürek” diye bir film vardı. O filmin giriş bölümünde bir sahne vardır. Babasının arkadaşları, William Wallace’a gelip İngiliz kralına karşı ayaklanma teklif ederler. O günlerde güzel nişanlısı ile bir aile kurma derdindeki Wallace ise onlara katılmaz. Fakat daha sonra İngiliz kralının adamları gelip kadını öldürünce, Wallace da kılıcını çekip bir ayaklanma başlatır. Wallace tarihi bir “özne” ise mesele yoktur ve devam edilebilir.

    Fakat ortaçağ Avrupa’sında tarihi “süreç” böyle mi işliyordu acaba? Yani, Ortaçağ Avrupa’sında karısı kralın adamları tarafından öldürülen bir adam, sevilen bir kabile reisinin oğlu bile olsa, bir ayaklanma başlatabilir miydi? Hele hele, tarih bize Ortaçağ Avrupa’sında “İlk gece hakkı”nın bile feodal beyin olduğunu söylerken! Herkes şüphesiz bugünkü kadın haklarından baktığı için, filmi izledi ve Wallace’ın ayaklanmasını akla yatkın buldu. Ama yanlış!

    Doğrusu ne? Ortaçağda Avrupa’daki toplumsal formasyonun en temel çelişkisi ne? Marx bunu; “Feodal çağda artı-değer ekonomi dışında bir zorla alınır” diye cevaplamıştı. Madem öyle, yapılması gereken neydi?

    Pekâlâ da, kralın adamları o yıl harman yerine bir kat daha fazla vergi almak için gelebilirdi. Tarih danışmanı bunu söylemek, senarist de sahneyi harman yerine koymak durumundaydı. Böyle olsaydı kötü mü olurdu? Tam tersine, hem doğru hem de daha güçlü bir sahne olurdu. Wallace başı belâya girmesin diye geride durmak isteyip, kız da pekâlâ vergiye itiraz edebilir ve ölebilirdi. Wallace da hem toplumsal gerçeğin ihlâline hem de sevdiği kızın ölümüne kılıcını çekebilirdi.

    Pek yakıştıramasak da dramatik bir TV dizisi de sinemanın bütün araçlarını kullanan sinematografik bir dramatik anlatıdır. Son günlerde bir TV kanalında “Muhteşem Yüzyıl” adıyla bir TV dizisi oynamaya başladı. Biraz tarih bilen herkes bilir ki, bu ülkede hatta dünyada “Muhteşem” sıfatı ile anılan tek kişi, 10. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dır. Dizi de zaten onu anlatıyor. Üstünde bu kadar gürültü kopmamış olsa da, son günlerde benzer bir tartışma da “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” üstüne yapılan bir sinema filmi üstüne yürütülüyor. Ama o tartışma da benzer şekilde ve akla-kara mantığı içinde sürüyor. Bu arada, 2010 İstanbul Kültür Başkenti bağlamında yapılan ve gözden kaçan “Mahpeyker: Kösem Sultan” filmi, vb. de var. Mustafa Kemal Atatürk veya benzer tarihi kişilerle ilgili filmler bağlamında bu tür tartışmalar çok yapılır ülkemizde. Bu yüzden de sinemacılarımız tarihi öykülere sakınarak yaklaşır. Hatta bu yüzden tarihi filmlerimizi yabancılara bile ısmarlamaya kalkarız!

    “Muhteşem Yüzyıl” yayına başlayınca, her zaman olduğu gibi, herkes tarih konusunda döktürmeye başladı. Tarihimize karşı muhafazakâr (!) olanlar, dizideki olguları sayıp dökerek, tarihi gerçekleri saptırdığı için (!) dizinin yasaklanması gerektiğini, onlara karşı duranlar ise bunun “sansür” olacağını, sanatçının istediği yorumu yapabileceği iddiasındalar. Daha temkinli olanlar, “Durun bakalım, dizi biraz daha ilerlesin” diye cevaplarını şimdilik erteliyorlar. Sade vatandaş ise RTÜK’e yasaklama başvurusu yağdırmak konusunda reyting rekorları kırıyor. Medya ilkokul çocuğuna dahi kamerayı doğrultup fikrini soruyor. O da anası ve babası gibi, ilkokuldan beri kendisine öğretilen klişeleri “İstiklâl Marşı” okur edasıyla tekrarlıyor.

    Oysa bu bir fırsattır. Tarihçiler bir ülkede tarih biliminin eğitiminden, sanatçılar da sanatın tarihe bakışını halka anlatmaktan sorumludurlar. Siyasetçiler ve kurumlar ise şu çarpık gürültü karşısında kitlelerin baskısına boyun eğmesin yeter. Medya ne güne duruyor?

    (Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

    (11 Ocak 2011)

    Hüseyin Kuzu
    Senarist / Öğr. Gör.
    Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.