Atilla Dorsay, Türk basınının ve sinema yazının marka ismi… Aralık 1966’da Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamış. Halen Sabah Gazetesi’nde yazıyor. Kitapları şu sıralar genelde Remzi Yayınevi tarafından basılıyor. Kendisiyle Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarken 1982’de (tam 29 yıl önce) bir söyleşi yapmıştım. İşte virgülüne dokunmadan 29 yıl önceki söyleşi…
Hakan Sonok: Sinema yazarlığına ve film eleştirmenliğine nasıl başladınız? Ondan önce neler yapıyordunuz?
Atilla Dorsay: İzmir’liyim. Ailem beni Galatasaray Lisesi’nde okutmak istiyordu. Onlar için bir tür idealdi. O yüzden birtakım fedakârlıkları göze alıp, İstanbul’a gelip yerleştiler. Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okudum. Birkaç yıl mimar olarak çalıştım. Ama sonra sinema yazarlığı ağır bastı. Sanıyorum mimarlık bana çok önemli bazı şeyler verdi: Düzenli bir biçimde düşünmek, muhakeme etmek, yargılamak ve belli bir estetik oluşumu. Bunun sinema yazarlığına katkısı elbette sözkonusu edilebilir. Kırkbir yaşındayım.
Hakan Sonok: Televizyonun ve şimdi de video salgınının sinemaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Dorsay: Aslında televizyon da, video da sinemanın bir uzantısı, yani teknik olarak sinemanın getirdiği teknolojinin ortaya koyduğu birtakım buluşlar. Çok yönlü bir karşılıklı etkileşim sözkonusu. Gelişen TV ve video teknikleri sinemayı etkiledi. Sinema da onları etkiledi. Bir kere gerek TV, gerek video geniş biçimde sinemanın birikimine dayandılar.
Çok geniş kitleleri, mümkün olduğu kadar kısa biçimde ve mümkün olduğu kadar olaylardan haberdar etmesi olayının dışında TV’nin sanatsal olarak pek önemli bir işlevi olduğu söylenemez. TV dizileri olsun, TV filmleri olsun genelde kendine özgü bir anlatım tekniği geliştirdiler. Çağımıza uygun kısa, hızlı ve vurucu bir anlatım tekniği. Ama TV filmlerinin, hiçbir zaman sinemada oluşturulan bazı yapıtlar kadar kalıcı olduğu, yarına kalacağı ve sanatsal bir içerik taşıdığı söylenemez sanıyorum.
Video başka bir olay tabii. Video aslında audiovisual olayını insanın içine getiren (TV gibi), fakat TV’den çok daha büyük bir seçme olanağı veren ve herkese beğendiği filmleri elinin altında bulundurma imkânını, dolayısıyla istediği zaman yeniden izleme imkânını veren bir olay. Yani aslında video kesinlikle çağımızın audiovisual’a dönüşmesinin artık son ve kesin aşaması. Bu iki olayın da sinemayı öldüreceği kanısında değilim. Çünkü sinema bunların anası olmayı sürdürüyor. Yani sinema ana üretici alandır. TV de, video da bunu kullanıyorlar. Ama bu tekniklerin çok daha gelişmesi insanların genel eğilimine uygun olarak daha kolay, daha ucuz, daha basit, daha gösterişli şeyleri seyretmek suretiyle gerçek sanat eserlerini ikinci plâna itmeleri sonucunu mu getirecek? Yoksa tam tersine, gerçek sanat eserleri, sözgelimi klâsikler herkesin elinin altında bulunmak suretiyle kitlelere, yığınlara daha kolay mı ulaşacak? Bunu şu an için söylemek çok zor. Yani video sinemayı öldürecek mi? Yoksa tam tersine ona yardımcı olacak mı? Bunu zaman gösterecek.
Hakan Sonok: Sinema sanatı üzerinde toplumumuz yeterince bilgilenemiyor. Sizce bunu neler engelliyor?
Atilla Dorsay: Bizim toplumumuz aslında sinemaya giden bir toplum. Yani tüm Akdeniz ülkeleri gibi, biz sinemaya giden bir toplumuz. Nitekim TV olayı bizde de sinemaya bir sekte vurdu. Fakat bu darbe çabuk atlatıldı. Hatta birçok batı ülkesine kıyasla daha çabuk atlatıldı. İnsanımız sinemaya gitmeyi seviyor. Okumaya çok meraklı bir toplum değiliz. Fakat görsel, işitsel olayın etkisine dahi açığız. Birçok insan sinemaya gidip veya TV’nin başına oturup (aşağı yukarı aynı şey), görüntülerin etkisini duyumsamayı seviyor. Bundan hoşlanan bir toplumuz. Yalnız sinemayı seyrettiğimiz ölçüde sinema üstüne okumayı, bilgilenmeyi önemsemiyoruz. Bizce sinema üzerinde bilgi toplanılması gereken bir alan değil. Onu sadece seyretmeyi seviyoruz. Bu konuda bir bilgi, bir bilinç sahibi olmayı düşünmüyoruz bile. Bu açıdan sinemaya gitmemize karşın, sinema yayınları o ölçüde ilgi görmüyor. Toplumun genel yapısıyla ilgili bir olay tabii…
Hakan Sonok: Devletin sinema politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Dorsay: Valla çok şikâyetçiyim. Cumhuriyet döneminde Türk devletinin kültür alanında yapmış olduğu çok önemli bazı yatırımlar ve katkılara karşın, sözgelimi çok sesli müziği desteklemek, bir devlet operası, balesi, tiyatrosu kurmak, yayıncılıkta çeşitli dönemlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı klâsikler vs. aracılığıyla tüm diğer sanat alanlarında etkin olmasına karşın sinemada hiçbir zaman olumlu katkısı olmamış, tam tersine köstekleyici bir katkısı, sansür aracılığıyla müdahalesi olmuştur. Dolayısıyla Türk devletinin sinemanın önemini hiçbir zaman anlamadığı kanısındayım. Bugün de bu olay devam ediyor ve bunu büyük üzüntüyle karşılıyorum.
Hakan Sonok: Sinematek’in kapanmış olması için neler diyeceksiniz?
Atilla Dorsay: Sinematek, Türkiye’de tarihsel bir işlev gördü. O işlev aslında sona ermedi tabii. Çünkü Sinematek gibi bir kurumun her zaman var olması sözkonusudur. Ben aslında Türkiye’de bir devlet sinemateği olmasını, devlet sinema arşivi oluşmasını ve sinemateğin bununla bağlantılı olarak gösteri yapmasını yeğlerim. Çünkü özel Sinematek, bu işe yatırım yapacak çok büyük zenginlerimiz olmadığı için çok başarılı olamadı. Yani, hiçbir zaman kendi arşivini sağlıklı bir biçimde kuramadı. Düzenli gösteriler gerçekleştiremedi. Söz verdi, bu sözleri tutamadı.
Türkiye’de elbette çok geniş bir sinema sevgisinin ve bilgisinin olmaması sebebiyle, Sinematek elbette birçok filmi tanıttı; ama bir anlamda itici etki yarattı. Yani insanlar birtakım filmlerin, söz verildiği halde gösterilemediğini, kötü kopyaların gösterildiğini, altyazısız filmler gösterildiğini, zor filmlerin gerekli basın yayın araçlarıyla, yani broşürler, kitapçıklar aracılığıyla açıklanmadan gösterildiğini görüp, bir ölçüde ciddi ve klâsik sinemadan da soğudular. Onun için Sinematek olayı bence, geniş bir bütçeyle devlet desteğiyle gerçekleştirilmesi gereken bir olay. Tek başına birkaç kişinin girişimi, bu alanda yeterli başarı düzeyini bence getirmezdi.
Hakan Sonok: Film ithâl edenler bir zamanlar eleştirmenlerin beğenilerini kazanan filmlerden uzak durmaya çalışırlardı. Son birkaç yıldır bu anlayış yıkılmış görünüyor. Ne dersiniz?
Atilla Dorsay: Türkiye’de bu olay çeşitli birbirini izleyen döngüler biçiminde yaşandı. Bir dönemde eleştirme hiç yoktu. 50’lerde Tuncan Okan’ın Milliyet Gazetesi’ndeki eleştirmelerinin uyandırdığı etkinin başını çektiği bir karşılıklı etkileşme olayı meydana geldi. Bir tür sinema yazarı – sinemacı balayı doğdu. 60’ların başından itibaren, daha doğrusu ortalarına doğru bu balayı sona erdi. Karşılıklı takışma, çakışma, çekişme dönemi başladı. 70’lerde seyircinin TV, ekonomik ve politik bunalımlar dolayısıyla sinemadan uzaklaşması ve hemen hemen yalnızca kötü filmlerin, meselâ seks ve karate filmlerinin ortalığı kaplaması olayı bu ilişkiyi en olumsuz düzeyine getirdi. Çünkü seyirci sinemaya gitmiyordu. İyi filmin seyircisi yoktu. Aile sinemadan çekilmişti, klâsik deyimle. Dolayısıyla filmciler yalnız kötü filmleri getiriyorlardı. Eleştirmenlerin bu durumda sinemacılara ateş püskürmekten başka birşeyleri zaten yoktu.
Fakat şimdilerde başka bir olgu gözleniyor. Seyirci genelde yeniden sinemaya döndü. İyi filmler beklenmedik bir biçimde ve eleştirmenlerin desteği olursa iyi iş yapıyorlar. Sinemacılar da anladılar ki, eleştirmenin olumsuz yargısı kötü filmin işini etkilemiyor. Sözgelimi “Geceyarısının Ötesi” herkesten olumsuz eleştiriler aldığı halde çok büyük iş yaptı. Buna karşılık iyi filmin olumlu eleştiriler alması, o filmin şansını etkiliyor. Dolayısıyla bazı tür filmler için eleştirmenin yardımının olumlu, yararlı olduğu sonucuna vardılar sanıyorum. Bu yüzden yeniden bir balayı sözkonusu. Sanıyorum bu önümüzdeki yıllarda da sürecek. Bazı şirketler bize danışıyorlar, şunu mu getirsek, bunu mu getirsek diye. Tabii bu çok olumlu, bizi çok mutlu eden bir olay.
Hakan Sonok: Dünyadaki film eleştirisi ile ülkemizdeki durumu karşılaştırır mısınız?
Atilla Dorsay: Şüphesiz dünyada daha etkin. Dünyada sinema eleştirmesi en sağdan en sola gündelik basının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizde eleştirmenin etkisi ancak gündelik basında daha geniş bir yer bulduğu ölçüde artabilecektir. Bu yerin birtakım basın orgunlarında yavaş yavaş yerleştiği manzarası ortaya çıkıyor. Bu tabii yeterli değil. Çünkü kapsamlı bir yaklaşım sözkonusu olamıyor, ama bu başlangıçtır. Bu geliştiği ölçüde ancak Türkiye’deki eleştirmen dışarıdaki etkinliğine ulaşabilecektir.
Hakan Sonok: Ülkemizdeki sinema yayınları konusunda bir çeşitlilik yok. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Atilla Dorsay: Yok, yetersiz… Çok düşük, çok zavallı bir düzeydeyiz bu konuda. Tabii bunun biraz gelişmesi dilenir. Çünkü bilmeden sadece sevmek yoluyla yaklaşılan bir sanat dalında, yani sinemada gerçek bir seyirci düzeyine, seyirci potansiyeline ve dolayısıyla olumlu bir yapım düzeyine ulaşabileceğimiz kanısında değilim. Yani yayınla, araştırmakla, incelenmekle, bilgilenmekle ve bilgi vermeyle desteklenmeyen bir alanda çok kısır kalmaya mahkûmuz.
Hakan Sonok: Arı sinema mı, mesajlı sinema mı? Sizin kişisel tercihiniz nedir?
Atilla Dorsay: Yalnız bir tür sinemayı tutmaktan ve savunmaktan kaçındım. Bir olayın tek yönüne saplanmaktansa, bir olayın çok yönünü ele almayı, çok genel biçimde bakmayı seviyorum. Ben sinemaya da bu kapsam içinde bakıyorum. Sinemanın kendisini çok seviyorum. İyi bir Western bana çok keyif veriyor, ama angaje bir film, politik bir film, irdeleyen ve çözüm getiren bir film de elbette çok saygın bir olay.
Bu yüzden “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları” filmini tamamen bir teknik cambazlık filmi olmasına, bir anlatım üslûp filmi olmasına, hiçbir ciddi şey söylememesine ve tamamen bir sabun köpüğü olmasına rağmen çok sevdim. Ama Costa Gavras örneği veya daha başka sinemacıların örneği, bir angaje filmi, bir mesaj ileten filmi de çok severim. Bir anlamda birisinin öbürüne karşı olduğu kanısında değilim. Tabii genelde Amerikan sinemasının son dönemde tamamen göz boyayıcı bir sinemaya kaydığı, serüven ve bilimkurgu yapıtlarının allanıp pullanıp en etkileyici şekilde seyirci karşısına çıkarıldığı olgusu var. Bu tehlikeli bir gidiş. İçerikli sinemayı tamamen yok etmeye veya ikinci plâna atmaya yönelik bir gidiş. Sorumlu bir eleştirmen olarak bunun farkına varmak ve bu olayı eleştirmek durumundayız. Ama yani ben bir korku filmi, bir bilimkurgu filmi görmeden bir mevsim geçirmeyi düşünmüyorum doğrusu…
Hakan Sonok: Şu anda dünya sinemasından çok kısıtlı örnekler izleyebiliyoruz. Bu da yurt dışında film izleme olanağı olmayan sinemaseverler, sinema tutkunları için çok zor bir durum. Ne dersiniz?
Atilla Dorsay: Amerikan sinemasının dışında kalan ve çok önemli filmleri izleyemiyoruz. Benim en çok yakındığım şey, Japon sinemasını izleyemiyoruz. Meselâa şu kanıda değilim: İlericilik gereği kapitalist bloktan film geldiği kadar sosyalist bloktan da film gelsin görüşünde değilim. Benim görüşüme göre sosyalist blok son yıllarda ilgi çekici filmler üretmiyor. Japonya’dan çok önemli filmler çıkıyor, bunları göremiyoruz. Hint sinemasını, orta Avrupa sosyalist blok sinemasını, İtalyan sinemasını, Alman sinemasını göremiyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de yaşanan sinema olayı çok sınırlı. Aslında her ne kadar köşeden bucaktan bazı örnekler sızıyorsa da, meselâ Polonya sineması gelmedi ama Wajda’nın “Mermer Adam”ı geçtiğimiz yıllarda o kadar gösterildi ki, sinemaya giden herkes aşağı yukarı görebildi. Keza Fassbinder’in “Lili Marleene”i araya sıkıştı. Kenarından bucağından da olsa bir ölçüde geliyor, eskisi gibi değil. Fakat genelde bu tür sinemaları tanıyamıyoruz, bu bir gerçek. Sinema üzerine edindiğimiz genel izlenim çok eksik, Türkiye’de…
Hakan Sonok: Her mevsim başında ithalâtçı firmalar tarafından sinemaseverlere sunulacağı duyurulan, vaad edilen pek çok filmin sonradan Türkiye sinemalarına gelememesinin nedenlerini anlatır mısınız?
Atilla Dorsay: Aslında temel etken bence Türkiye’de pazarın sınırlı olması. Yani Türkiye’de bazı filmlere sınırlı talep var. Bu talep Ankara ve İstanbul’da biraz daha artıyor. Ama meselâ birçok filmi getirip de yalnız bu büyük kentlerimizde göstermekle, parasını çıkaramayacaklarına göre şirketler bu filmleri meselâ Adana, İzmir, Karadeniz bölgelerine satamadıkları için fazla film getirmiyorlar.
O bölgelerde Türk filmlerinin, üstelik onların en kötülerinin yani arabesklerin filân hakim olduğu bir piyasa düzeni var. Yabancı sinemaya kalan yer zaten çok az. O yer içinde de yine birtakım filmler ön plâna geçiyor. Dolayısıyla kalabalık (30 – 40 filmlik) bir liste getirip de, filmleri yalnız büyük kentlerimizde oynatmak durumunda kalacağına, şirketler getirmiyor. Böylece çok az film geliyor Türkiye’ye. Oysa mevsim başında biraz daha geniş liste ilân ediyorlar. Anlaşma yaptıkları filmlerin yarısına yakını ertesi mevsime kalıyor. Bu kaçınılmaz bir olay.
Birtakım filmler var, aslında o tür filmlerin Samsun’da da, Eskişehir’de de, İzmir’de de seyircisi var. Bu filmler seyircisine ulaşamıyor. Daha küçük sinemalar, yeni dağıtım, gösterim olanakları yaratılırsa ve daha çeşitli bir film listesi sunma imkânı sağlanırsa, özellikle büyük kentlerin dışındaki (bölgelerdeki) gösterim zinciri içinde sinemacılar da bu kanalları zorlayarak, daha çok film getirecektir. Açıklanan listeler o yıl içinde gösterilecektir. Şimdi böyle olmuyor, tabii…
Hakan Sonok: Türk sineması yurt dışındaki festivallerde kendine yer ve ödül bulmaya başladı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Dorsay: Çok olumlu tabii… Benim de bir katkıda bulunduğum (16 yıldır yazan bir yazar olarak) kendi ölçülerim içinde desteklediğim bir olay, bir hareket. Genç Türk sineması diye nitelendirdiğimiz hareket (doğru veya yanlış) nihayet uluslararası plânda kendini gösterdi. Bundan çok mutluluk duyduğum aşikâr. Çünkü bir anlamda kendimi adadığım bir davanın yavaş yavaş sonucuna ulaşmakta olduğunu gösteriyor. Bundan Türk sanatı adına mutluluk duymayacak olan kişiler ancak kendileri bu düzeye ulaşamamış olan ve yıllardır film yapmalarına karşın ortaya dişe dokunur bir şey koyamamış olan bir eskimiş sinemacı kuşağı olabilir. Bir de bu filmlerin politik olduğuna inanan (ki bir kısmı öyledir, ama hepsine bu nitelik yakıştırılamaz) ve bu filmlerin içerdiği politik özü kendi gerici politik kanılarına, görüşlerine aykırı bulan bir gerici kesimin memnun olmaması sözkonusu edilebilir. Bunun dışında düşünen her çağdaş Türk vatandaşının bu sonuçtan ancak memnunluk duyması gerekir.
SİYAD ONURSAL BAŞKANI: Atilla Dorsay
1939 İzmir doğumlu. Galatasaray Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki M. S. Ü.) Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu (1964). 1966 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra ayrıldı, Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da yazdı. Şimdi Sabah’ta yazıyor. Atilla Dorsay çoğu sinema üzerine olmak üzere bugüne dek 35 kitap yayımladı. Bunların arasında “Mitos ve Kuşku”, “Sinema ve Çağımız – 2 cilt”, “Sinemayı Sanat Yapanlar”, “Yönetmenler, Filmler, Ülkeler – 2 cilt”, “O İsimler, O Yüzler”, “Yılmaz Güney Kitabı”, “Yüzyüze”, “Beyazperdede Kırmızı Filmler”, “Yüreğimin Orta Yeri Sinema” gibileri var. Türk sineması üzerine eleştirilerini “Sinemamızın Umut Yılları”, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” ve “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” adlı üç kitapta, yemek kültürü üzerine yazılarını “Ağız Tadıyla”da, şehircilik üzerine yazılarını “Benim Beyoğlum” ve “İstanbul’da Devr-i Sözen”de, kültür ve yaşam üzerine yazılarını “Ajda Pekkan’ın Yüzü” gibi kitaplarda topladı. Sinemanın 100. yılı dolayısıyla hazırladığı üç ciltlik çalışması “100 Yılın 100 Yönetmeni”, “100 Yılın 100 Filmi” ve “100 Yılın 150 Oyuncusu” yayınlandı. Son yıllarda film eleştirilerini “Hayatımızı Değiştiren Filmler- iki cilt”, “Sinema ve Çağımız”, “Sinema ve Kadın” kitaplarında topladı. Türkân Şoray üzerine yazdığı “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” ise en çok baskı yapan kitabı oldu. Çeşitli dergilerde sinema üzerine yazdığı deneme tadındaki yazılarını “Düşen Yapraklar, Geçen Yıllar” ve “İşte Büyü Zamanı”, gezi izlenimlerini “Yaşam ve Ölüm Kentleri”, hafif müzikle ilişkili anılarını ise “Ne Şurup – Şeker Şarkılardı Onlar” ve “Kişisel Bir 20. Yüzyıl Pop-müzik Tarihi” adlı kitaplarda topladı. En son söyleşilerini topladığı “Sinema… Ve Unutulmayanlar” kitabı çıktı. Dorsay, TRT 2. kanalında açıldığı 1985 yılından beri film programları yaptı. Özellikle “Sinema 100 Yaşında” kuşağında önemli klâsikler sundu. 1986 – 1994 arası TRT Radyo 3′de müzik programları yaptı. Sayısız yerli – yabancı dergide yazıları yayımlandı, birçok festivalde jüri üyeliği yaptı. Başlangıcından (1982’den) bugüne dek İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Uluslarası İstanbul Film Festivali’nin yürütme kurulunda bulunuyor. Ayrıca TÜRSAK’ın da danışman kadrosunda… SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin kurucusu olan Dorsay yıllarca dernek başkanlığını yürüttü, şimdi onursal başkan. Dorsay’ın Legion d’Honneur – Palmes Academiques, Türk Dil Kurumu Basın Ödülü, İstanbul, İzmir ve Antalya Festivalleri Emek Ödülü, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Onur Ödülü gibi birçok ödülü bulunuyor. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilen Atilla Dorsay, Leman Dorsay’la evli, Gökhan ve Ece adında iki çocuk babası…
(12 Ocak 2011)
Hakan Sonok
[email protected]