Etiket arşivi: Korkut Akın

Sanat İyileştirir: Antakya Film Festivali Üzerine

Yaşamı kuran, güçlendiren, güzelleştiren ve daha da önemlisi sürdürülebilir mutluluk haline getiren sanattır. İlk(sel) insanın mağara duvarına çizdikleri, bugün bize geçmişten bugüne yaşananları gösteriyor.

Yaşanan deprem felâketi sonrasında yeni bir heyecan ve gelecek için yeni bir umut olan 11. Antakya Uluslararası Film Festivali, konteynır kentlerde yapılıyor. Taş üstünde taş kalmamış Antakya’da, kapalı alanda bir etkinlik yapmak mümkün olmadığını göz önünde bulundurursanız (asıl önemlisi, halkın konteynır kentlerde barındığını da unutmadan) en iyi yöntem olarak açık hava etkinlikleri çıkıyor karşımıza. Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu ve ekibi gerçekten canla başla mücadele ediyor; birçok aksamaya rağmen, istenen (değil aslında amaçlanan) hedefe ulaşamasa da önemli bir iş başarıyor.

Eksikler hep olacaktır

En kurumsal, en örgütlü projelerde de eksiklikler, aksaklıklar oluyor. Yıkılmış bir kentin, umutsuz insanların içinde böylesine yoğun bir çaba içerisinde olmak, insanların yüzünü bir nebze için bile olsa güldürebilmek (https://sadibey.com/2023/10/07/korkut-akin-yaziyor-11-uluslararasi-antakya-film-festivali-deprem-yaralarini-gulen-filmlerle-saracak/) için çaba harcamak sadece Antakya veya Hatay halkı için değil, ülkenin tümü için geçerli ve önemli.

Atakan Metin (Sağdaki fotoğrafta sağ başta) öncülüğünde buluşan basın çalışanları hem Antakya’yı hem de festivalin dağıttığı o umut heyecanını yaşadı. Antakyalı, gerçekten umutsuz, gerçekten umarsız, gerçekten yılgın. Ancak “Festival” adını duyduklarında yüzleri gülüyor, destek olmak için ellerinden geleni yapıyor. Gönüllü arkadaşlar (hepsinin adını anmak isterim, hak ediyorlar, ama adlarını yazamadığım gönüllülerin gönlünü kırmadan herkese, her emek verene teşekkür ediyorum), bizimle birlikte deprem mağdurlarının da yeniden ayağa kalkacaklarının farkında, dört döndüler…

Koşullar belirleyici…

Deprem olmasaydı, duyurular hedefine daha kolay ulaşacak, etkinliklere katılım daha çok olacaktı. Muhakkak ki, suçun tümünü koşullara atmak pek de doğru değil. Etkinlik yapılan konteynır kentlerde hoparlörlerle duyuru yapılabilir, kentin girişine (hepsinde güvenlik var, özellikle hırsızlıkları önlemek amacıyla) bir pankart asılabilirdi. Şehir merkezinde (zaten beton yığınıydı, bitişik nizam binalar nedeniyle) bırakın bir ağacı, bir direk, bir küçük yükselti bile kalmadığı için duyuru yapılabilmesi pek de mümkün değil. Bu gerçekten üzücü, şimdi yazarken bile içim acıyor.

Moda oldu…

Antalya Altın Portakal sonrası (haklı bir protestoydu) yönetmenler filmlerini çekince moda oldu; Ankara Film Festivali’nden sonra burada da bir yönetmen filmini çektiğini duyurdu. Oraya gelmişsiniz, koşulları biliyorsunuz, biraz esnek davranmak, biraz empati yapmak gerekmez mi?

Devlet nerede?

İkizdere’de, Akbelen’de, Kaz Dağlarında doğayı katledenlerin yanında olan devlet güçleri Antakya’da bu kez depremin yaralarını sarmak için yapılan film gösterimlerinde, panel ve söyleşilerde yoktu.

Vali, işi vardıysa yardımcılarından biri, Belediye Başkanı, yoğunsa bir elemanını, Milli Eğitim Müdürü, Kültür Dairesi Başkanı, Emniyet Müdürü, Sağlık… ve diğer tüm yetkililer neredeydiniz? Siz de sanatın yanında yer almazsanız, kim nasıl destekleyecek bu çileli insanların ayağa kalkmasını?

Biz, üç gazeteci, iki yönetmen, beş gönüllü izledik filmleri… Dışarıda sorduklarım ise “Festival mi var, hiç duymadık” dedi; devlet dairesinde, belediyede veya kurumsal işlerde çalışanlar da aynı sözlerle yanıtladı sorumu. Oysa onlara bildirilse, belki kendileri değil, ama eşleri, çocukları, komşuları gelirdi…

Peki, siz neredesiniz?

Aramızda gazeteci(!!!) olarak bulunan birileri vardı; daha yola çıkmadan ne olduklarını belli ettiler. Havaalanında, bir sonraki uçağa kalırsanız, hepinize şu kadar para, öğle yemeği veririz diyen çığırtkana(?) kanıp ekibi bozdular. Onların transferine harcanan zaman ve para da boşa gitti; çünkü bırakın yazmayı, sözünü bile etmeyeceklerdir bulundukları ortamlarda (biri hele, etkinliğe yetişmeye çalıştığımız aracımızı yoldan döndürdü, meğer akıllı saat alacakmış, çok ucuzmuş… Saat alacağına onun aklını alıp kendisine kullansın).

Biri daha vardı; kukla tiyatrosu etkinliğinde, çocukları kaldırıp yerine oturan… Niye kaldırdınız çocukları diye sorduğumda, ne olduğunu bilmediklerini söylediler (-ler, çünkü iki kişiydiler; hani şu hem sahneyi çekip hem de telefonu kendilerine çevirip kendi reklamını yapmaya çalışanlar). Kukla tiyatrosundan arp konserine giderken, kendisinin müteahhit, sürücü eğitmeni, sürücü, petrolcü ve youtuber (hemen bütün sosyal medya platformlarında olduğunu belki kırk kez tekrarladı) olduğunu söyleyen (ve yanındaki) yine ön sıralardaki çocukları kaldırıp yerlerine oturdu. Ayıp demekten başka ne gelir elden!

Bunun yanında…

Genç gazeteci arkadaşlar, sürekli haber hazırladılar. Gün boyu çektikleri fotoğraf ve hareketli görüntüleri hedef kitlelerine ulaştırmak için sabaha kadar çalıştılar. Onlara (yine adlarını, olası bir eksik bırakmamak için vermekten kaçınıyorum) çok teşekkür borçluyuz. Sadece etkinlikle sınırla kalmadı onlar, gittiğimiz, gezdiğimiz yerlerde ve tabii, konteynır kentlerde herkesle konuşmaya, onları duyurmaya çalıştılar.

Ne yapmalı?

11. Antakya Uluslararası Film Festivali’ni sanat festivali olarak yeniden organize edip diğer sanat dallarının yaygınlığından daha çok yararlanarak bu etkinliği halka indirmek gerekir. Bir fotoğraf sergisi, bir resim çalıştayı (insanların içinde birlikte çalışmak), bir folklor gösterisi eklemek, bu festivali daha da güçlendirecektir. Kısafilm maratonu bile düzenlenebilir. Farklı mahallelere giren sanatçılar halka ulaşmış onların derdini dinlemiş olur. Festivalin omurgası, ana teması yine sinema olur, diğer etkinlikler de sinemayı destekler; böylelikle hem yaygınlaşır hem de etkisi artar.

(17 Ekim 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Üzerinde Fırtınalar Koparıldı: Kanun Hükmü’nde Yasak

Kimsenin izlemediği, ama çuval dolusu (boş) laf ettiği “Kanun Hükmü” belgeselini izledim. Birkaç gazeteci için düzenlenen özel gösterime davet edilip de gelmeyenlerin, bir festival iptaline varan, siyasal ve mesleki sıkıntılar yaratan bu önemli çalışmanın hiç de söylendiği gibi olmadığını baştan bilmelerini isterim.

Yönetmen Nejla Demirci, gerçekten titiz çalışmış ve temiz bir film yapmış. Beş yıla varan çekimlerle birlikte sadece ve sadece durumu sermiş gözlerimizin önüne. Alabildiğine objektif duruyor. İzleyici karar versin yaşananları görüp.

“İşimi istiyorum”

Demokrasilerde olmaz denilen, Cumhurbaşkanına, olağanüstü yetkiler veren ve kalemle kâğıt arasından (iki dudak arasından) çıkan sözlerle; itiraz edilemez olan “Kanun Hükmünde Kararname”lerle on binlerce insan işinden aşından oldu, yüzlercesi tutuklandı, yargılandı. Kimse nedenini bilemedi, sorsalar da yanıt alamadı… intihar edenler oldu.

Kanun Hükmü belgeseli, bu zor duruma düşürülen iki kişiyi almış ele… Biri doktor, bulunduğu ilçenin tek kardiyoloğu, diğeri öğrencilerini çok seven bir sınıf öğretmeni. Doktor, hastalarını evlerinde takip ediyor, onlar da kaymakamlıktan savcılığa, Cimer’den Bakanlıklara kadar her yere dilekçelerle hekimlerini savunuyor. Belgeselde yer alan hastaların konuşmalarını, gözlerindeki hüznü gördükçe, siz de “Neden?” diye soruyorsunuz kendinize.

Öğretmen ise inanılmaz bir yaratıcılıkla, “İşimi istiyorum.” diye haykırıyor. Suyla yere yazı yazıyor (polisler, sıcak havada kuruyan yazıyı okuyamasalar da) gözaltına alıyor. Öğretmen dediğin yılar mı? Kartonlara yazıyor, iple yine yere yazıyor, pankart hazırlayıp teknede gezdiriyor, Türkçe yazılanlara birçok dilde aynı talebini yazarak bir dizi pankart asıyor. Polisler, bir ara süre veriyor: “Beş dakika içinde kaldıracaksın.” Öğretmen kaldırıyor ama gözaltına alınmaktan kurtulamadığı için yazıları bırakıp polislerle gidiyor…

İnsanın içini acıtan…

İşten neden atıldığını bilmeyen, bilecek birilerini bulamayan, başvurduğu mahkemeden “Biz bir şey söyleyemeyiz.” yanıtı alan öğretmen, bir seferinde, kâğıt uçurtmalar yapıp öğrencilerine yolluyor teneffüste.

Acı olan ne biliyor musunuz? Hapishane gibi çepeçevre demir örgülerle çevrili okulun bahçesi. Bir, bilemediniz bir buçuk metre boyundaki çocukların hapsedildiği okulu üç metrelik demir örgülü çitler koruyor. İçim yandı. Öğretmene olduğu kadar o cendere altında güya koşup oynayan çocuklara…

Televizyon haberleri…

Cumhurbaşkanı, 15 Temmuz’dan sonra Olağanüstü Hal uygulaması başlattıklarını, böylelikle grevleri engellediklerini söyleyip, işverenlerin korunduğunu açıklıyor… Filmden aklımda kaldığınca mealen aktardığım bu görüntü için Yönetmen Demirci, “Gerçekten de televizyonu açtığımızda bu cümleleri duyduk ve olduğu gibi filme aktardık.” diyor.

Televizyonlardaki haberler üzerine bir vatandaş da haklı olarak işten atılmasını gitar çalarak protesto eden öğretmeni tehdit ediyor. Polisler yine öğretmeni gözaltına alırken tehdit edeni bırakıyor.

Sanatın yeri…

Yaşananlarla yüzleşmezsek gelişemeyiz. Bize kendi yorumumuzu da katarak gelişmeyi gösteren sanattır. Sanata karşı çıkmak, gelişmeye, gelişmiş uygarlıkla düzeyine çıkmaya karşı çıkmaktır.

Antalya Altın Portakal Film Festivali sorumlusu, jürinin yarışma değer gördüğü Kanun Hükmü belgeselini, seçkiden çıkararak büyük bir yanlış yaptı. Jüri hemen itiraz etti ve çekildi, ardından (ikisi dışında) bütün filmler çekildiklerini duyurdu. Sinemacılar başta olmak üzere sosyal medya üzerinden inanılmaz büyüklükte tepki gelince festival sorumlusu geri adım atarak filmi yeniden kabul ettiklerini duyurdu.

Olan ondan sonra oldu…

Sanatı ve kültürü savunması gereken Kültür Bakanlığı, Altın Portakal’dan desteğini çekti. Peşi sıra Spor Bakanlığı, mekânı geri aldı; sponsorlar durur mu, onlar da çekildi. Son ana kadar sessiz kalan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, festivali her şart altında, bu yıl sonuna kadar gerçekleştireceklerini ilan etti.

İş işten geçmeden…

Yönetmen Nejla Demirci, başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na başvurduğunu, filmi izlemek isterlerse hemen ileteceğini söylemesine karşın hiçbir kurum ses çıkarmadı. Bugün Kanun Hükmü üzerine ahkâm kesenlerin hepsi filmi sadece teaser üzerinden yargılıyor ve suçluyor. Yarın utanacaklardır, tabii yüzleri kalırsa.

(11 Ekim 2023)

Korkut Akın

[email protected]

11. Uluslararası Antakya Film Festivali: Deprem Yaralarını Gülen Filmlerle Saracak

Antakya yerle bir olduğu o büyük depremden çıkalı daha bir yıl bile olmadı. Birçok eksiği var. Birçok zorunlu, temel ihtiyaçlar karşılanamıyor bile. İnsanlar öyle çaresiz, öyle mahzun, öyle umutsuz ki… üzerlerine yapışan o kem talihin ve sosyoekonomik, sosyotültürel ve sosyopolitik tozlarını silkinip atmak için ufak bir işaret bekliyor.

İlkokul yıllarından anımsadığım bir metin var: “Almanya, İkinci Dünya Savaşının ardından önce tiyatro binaları inşa etti; hastane ve yol daha sonra yapıldı. Çünkü sanat, tüm yaraları saracak en iyi ilaçtır.” Kimin yazısı anımsayamasam da aklıma mıh gibi çakıldı bu söz.

Sinema şifadır…

11. Antakya Uluslararası Film Festivali, tam da bu koşullarda, sadece Antakyalılara değil, depremden etkilenen herkese bir şifa olmak için, “Antakya varsa ben de varım” sloganıyla 13 – 19 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Festival koordinatörü Atakan Metin, alışılagelen konforun bulunmadığı, bulunamayacağı bir festivali yapacaklarını, ancak sinemanın şifa veren o sihirli dünyasıyla umutları dirilteceklerini açıkladı. Çok akılcı bir kararla, festivali il, ilçe ve bütün büyük konteynır yaşam alanlarına yaydıklarını söyleyen Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu, festival destekçilerine teşekkür etti.

Gülümseyin sinema geliyor…

En önemli duyuruyu festivalin uzun metraj bölümünün başkanlığını yürüten Murat Şeker yaptı. Şeker, hemen tüm festivallerde asık yüzlü filmlerin seçkilere alındığını; Antakya’nın bu yılki durumu nedeniyle insanların gülmeye ihtiyacı olduğunu; buna bağlı olarak da bir pozitif ayrımcılıkla güler yüzlü filmleri seçtiklerini söyledi. Katılmamak elde mi Şeker’in bu düşüncesine…

Meral Orhonsay Sinema Onur Ödülü’ne, Vadullah Taş ise Sinema Emekçi Ödülü’ne değer görüldü. Ödüle değer görülen iki sanatçı da, Antakya’nın böylesi bir etkinliğe ihtiyaç duyduğunu, bunun rehabilitasyon yolunda bir ilk adım olacağını dile getirdi.

11. Uluslararası Antakya Film Festivali, diğer tüm eksikliklere karşın deprem yaralarını sarmakta olmazsa olmazımız olmalıdır. Sürdürülebilir bir mutluluk için sinemadan vazgeçilemez.

Aklıma takılanlar…

Basına dağıtılan film listesinde bir sözcüğe takıldı kafam. Her filmin bir “müdür”ü var. İyi de neden yönetmeni yok! Aslında oradaki müdür, müdür değil yönetmen. Ancak Google translate, “director”ı müdür olarak çevirince filmleri yönetmen değil müdür çekmeye başlamış. Bu, aslını sorarsanız başka metinlerde de çıktı karşıma, ama bir film festivalinin metninde, doğrusu yadırgadım.

Bir de gündemden bir konu var… Festival sorumlularının, konum ve görevleri nedeniyle Antalya Altın Portakal’da yaşanan yasaklama, sansür ve festivalin iptal edilmesine değinmemesi belki normal karşılanabilir, ama sinemacıların yaşananlara bir tepki göstermemesi kabul edilebilir bir şey değil, bana göre. Susma sustukça sıra sana gelecek!

(05 Ekim 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Kasa Hep Kazanır: Emeklilik Planı

Filmin adını duyunca, gerek toplumun gerekse siyasetin gündeminde de emeklilere maaş artışı yer alıyor olunca, ister istemez filmi bizimle doğrudan doğruya bağdaştırdım. Galiba bir tek bizim emeklilerimizin maaş sorunu var; filmdeki emekli Caymen Adalarında keyif çatıyor. Film boyunca bizim sorunumuzla ilgili üç beş cümle edecek mi diye bekledim… tamam, tamam, itiraf ediyorum, çok abarttım. Ama insan yaşadıklarının beklentisi içinde oluyor ister istemez.

Amerika’da beş aydır süregelen senarist (daha sonra oyuncular ve kamera arkası çalışanlarının da katılımıyla büyüyen) grevi sürerken yönetmen Tim Brown’un grevi kırarak yazıp yönettiği Emeklilik Planı’nda Nicolas Cage, Ashley Greene, Ron Perlman, Jackie Earle Haley ve Ernie Hudson rol alıyor. Bu çerçevede, Emeklilik Planı bir grev kırıcı film, oyuncuların da katıldığı… Cage’in on yıldır görmediği, duymadığı kızı, kocasının kendisini kurtarmak amacıyla sakladığı bir taşıyıcıyı (film boyunca bellek ile hard disk deyip durdular, görünce anlıyorsunuz ki, bildiğiniz taşıyıcı) kızıyla (yani Cage’in bilmediği torunuyla) ona gönderir. Sonrası aksiyon. Tabancalar sürekli ateş kusuyor, tüfekler patlıyor, insanlar ölüyor…

Filmin bizim emekliliğimizle ilgisi olmasa da bizim yönetimimizle (aslında tüm yönetimlerle) doğrudan bağlantısı var. Bir suç örgütünün, uyuşturucudan insan kaçakçılığına, fuhuştan ihale dümenlerine kadar her şeyde parmağı var (Bizde de, biliyorsunuz, bir siyasi ayağı bulunamadı, herkesin bilmesine karşın.) Bu suç örgütünü hem suçüstü yapmak hem de çökertmek için devletin yaptığı bir planmış meğer yaşananlar. Böyle anlatınca merak katsayısı yükseldi bende de yazarken. Emniyetin, istihbarat örgütlerinin (burada CIA ve FBI anlamında) ve siyasetçilerin içinde bulunduğu bir labirentte yaşanıyor her şey. Emniyet müdürünün vali olma amacıyla onca ölüme yol açması, bilmem sizde ne gibi bir duygu uyandırır.

Oyuncuların gücü tutuyor aslında filmi ayakta bir bakıma… Bobo, (Ron Perlman) neden kötü adam olmuş? Nicolas Cage (iki kimlikli, eski bir istihbaratçı, onun için hangi adını kullanmalıyım bilemedim; Dede diyelim) niye erken emekli? Thalia Campbell (torun Sarah) sordukça herkes afallıyor.

Film sadece aksiyon olarak görülmemeli, hoş bir komedi yanı da var; her aksiyonun gizemli tarafı vardır, burada da dozunda… Yine de unutulmaması gerekenleri yukarıda okudunuz.

Amerika’daki senarist ve oyuncuların grevi, 27 Eylül’de anlaşmayla sona erdi.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(26 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Umut Etmekten Yorgun: Kuru Otlar Üstüne

Bir filmi izlerken, film seyrettiğinizi unutuyorsanız o sinemadır. Zaman da zemin de önemli değildir, sizi sarıp sarmalamıştır ve o duyguyu yaşıyorsunuzdur.

Nuri Bilge Ceylan’ın, Cannes’da büyük övgüyle karşılanan ve dakikalarca ayakta alkışlanan filmi “Kuru Otlar Üstüne”, bir köy okulunda öğretmenlik yapan Samet (Deniz Celiloğlu), Kenan (Musab Ekici) ve Nuray’ın (Merve Dizdar), sosyal anlamda sığ ve sıradan yaşamına odaklanıyor. Tabii, Sevim (Ece Bağcı) ile öğrenci ilişkileri de yer alıyor; biraz platonik, biraz zaman geçirmek biraz da çocuksu… Filmdeki tipler sıradan olmakla birlikte perdenin dışına taşan karakterleriyle etkisini uzun süre tutuyor izleyicinin üzerinde; sokakta her an yanınızdan geçip gidiveren sıradan insanlar her biri aslında. Filmde, geleneksel kötü adam/kötü kadın yok; herkesin iyi ve kötü yanları var.

Film, Akın Aksu, Ebru Ceylan ve N. Bilge Ceylan’ın ortaklaşa yazdığı senaryo demek gerekir, sadece yaz ve kışı olan bir coğrafyada geçiyor; baharı görmeyen otlar, yerdeki kar kalkarken kuruyor. Bu önemli bir ayraç: İnsanın içinde iyiyle kötü, güzelle çirkin birlikte bulunuyor; iki duygu bıçakla kesilir gibi net çizgilerle ayrışamayacağı için, yaz ile kış arasında baharın olmadığını vurguluyor.

Otların yeşermeden kurumaya dönmesi, insanın yılgınlığının anlatımından başka bir şey değil. Nuri Bilge Ceylan, daha önceki filmlerinde de yapmıştı bunu; kendisini dışarıda tutup tüm karakterlere eşit uzaklıkta durarak, onları izleyicinin yorumunda canlandırmayı seviyor.

Sıradan Hayatın İhtişamı

Samet ile Kenan aynı lojmanı paylaşan iki öğretmen, köyde zaman geçirebilecek pek bir yer yok, dolayısıyla insanların birbirleri hakkında söyledikleri öne çıkabiliyor. Öğrenciye karşı davranışları yukarıya şikayet edilince iki arkadaş arasında da nedeni apaçık bir gerilim doğuyor. Kimse durduğu yerde değildir ikinci bir görüşmede… Nuray’ı, evlenmeyi çok isteyen Kenan’la tanıştırmasına karşın, o gerilimin (ben öyle yorumladım belki de) sonucunda kendisine uygun gören Samet gerçekten de aynı insan mı diye soruyorsunuz. Veteriner ve sürekli dağlara(!) gitmek isteyen arkadaşı, okulun hizmetlisi, müdür ve yardımcısı ile diğer öğretmenler de hem iyiler hem kötü. Filmin başında, Samet için “iyi” diyenler, sonunda o “iyi”liğin ne kadarının doğru ve içtenlikli olduğunu tartmak zorunda kalıyor.

Karakterlerin tümü aslında toplumsal yapının da göstergesi. Dört yıldır köyde olan Samet, kendince alabildiğine felsefik, entelektüel ve doğru baksa da bakışı diğerleriyle hep çatışıyor. Nuray, barışçıl bir eylemde (10 Ekim 2015, Ankara Gar Katliamı) bacağını kaybetmiş ampüte bir öğretmendir, materyalist bir bakışa sahip olsa da engeli nedeniyle duygusal bir boşluğa düşmüş, ama düşüncesiyle oradan çıkamamanın sıkıntısını yaşıyor, kimseye göstermek istemese bile. Kenan, yakın bir köydendir ve ailesinin (mahalle) baskısı altında evlenmek için hemen her fırsatı değerlendirmeyi düşünmektedir. Her üçü de kendince haklıdır, her üçü de toplumun yansımasıdır, her üçü de siz değilseniz bile en yakınınızdakilerdir.

“Kuru Otlar Üstüne”yi başından sonuna başarıyla taşıyan Deniz Celiloğlu, ama Cannes’da ödülü kapan -ona oranla az rolüne karşın- Merve Dizdar oldu. Bir nedeni vardır muhakkak. Benim aklıma gelen, Merve Dizdar’ın düzeyine çıkan bir başka kadın oyuncunun olmadığı; Deniz Celiloğlu’nun ise rakipleri arasından sıyrılamadığı… Her iki oyuncu da gerçekten çok başarılı. Öğrenci duygusallığını çok iyi taşıyan ve yansıtan Ece Bağcı da unutulmamalı, alabildiğine yalın ama gözlerinde bambaşka ateşler yanan bir karakteri canlandırmış.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(25 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Kaçınılmaz Bir Çatışma: Yaratıcı

AI adıyla yaygınlaşsa da YZ daha doğru, çünkü Yapay Zekâ artık yaşamımıza tüm haşmetiyle girdi ve söylerken de yazarken de nasıl oturtursak öyle gider.

Evet, yapay zekâ, üzerinde en çok durulan, tartışılan ve önemine de bağlı olarak benimsenen bir gelişme. Yaşamsal her şeyde, her gereksinimimizde muhakkak bulunuyor. Kurtulmak değil, yaşam kalitesini arttırmak için daha sıkı fıkı olmalıyız.

Sinema hepimizin önünden gidiyor. Zaten sanat yaşama yol gösteren bir alan; biliyorsunuz, Newton da, bir şiirde okuduğu konuya eğilerek yerçekimi yasasını saptamıştı, yani şiir yol göstermişti ona.

Yaratıcı (The Creator), yapay zekâ ile yaşamın yakın bir gelecekte neler yapabileceğini, bizi nasıl etkileyeceğini anlatıyor. Biraz abartılı, biraz (hatta birazdan da çok) olacak şey değil dedirten yaklaşımıyla uyarıyor. Yönetmen Gareth Edwards, senaryosunu Chris Weis ile birlikte yazdığı bu filmde duygusal bir yaklaşımı da göz ardı etmiyor, benzeri bilimkurgu filmlerinden farklı olarak.

İnsansı robotların, doğrudan robotların ve alabildiğine yoksul ve yaşam kalitesinden yoksun insanların arasında yaşanan bir savaş anlatılan. Tabii ki, ne kadar bilimkurgu olursa olsun, ne kadar hayale dayanırsa dayansın bu tür öykülerde anlatılan her şeyiyle biziz. O zaman da daha bir dikkat edip daha bir özen gösterip daha bir öğrenmeliyiz YZ ile yaşamayı.

Karamsar bir dünyada, işin mizahını bulup, duygusallığını öne çıkarmak ve bunu izleyiciye yansıtabilmek çok önemli; filmin belki de gişe başarısını büyütmesinin altında bu yatıyor. …ama unutulmaması gereken bir şey var: Kapitalizmin kendine zarar verecek hiçbir duygu ve önermeye asla fırsat vermemesi. Asya ile Amerika arasında yaşandığı varsayılan bu savaş, Pazar paylaşımının hiç bitmediği, bitmeyeceği anlamına da geliyor. Büyük olasılıkla filmin çekilecek olan ikincisi, üçüncüsünde bu gerçekliği göreceğiz. Eee, ne de olsa çatışmalarla dolu bir dünyada barış bundan kaçınılamaz; onlar egemenliklerini sürdürmek, insanlar (insansı robotlarla birlikte) haklarını almak isteyecek. Bekleyelim bakalım.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(28 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Venedik’te Cinayet: Görsel Şölen, Gerilim ve Merak…

Daha önce Doğu Ekspresinde Cinayet (2017) ve Nil’de Ölüm (2022) filmlerinde Hercule Poirot’yu canlandıran Kenneth Branagh, “Venedik’te Cinayet” (A Haunting in Venice) ile üçüncü kez Hercule Poirot olarak karşımızda… aklıma hep Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar’ı getiriyor ucu çifte kıvrık bıyıkları… İlginç, ilginç olduğu kadar da unutulmaz.

Doğaüstü ve gerilim olarak belirtilse de suç, korku ve dramı da içeren filmin en büyük kozu tarihi… Agatha Christie, hepimizin bildiği gibi 1. Dünya Savaşı sonrasını ele alır. Ancak bu kez, 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılındayız… Bu kadar zaman geçince üzerinden, haklı olarak emeklidir. Venedik’te yaşayan Poirot’yu yazar arkadaşı Cadılar Bayramı akşamında bir köşkteki davete çağırır. O gece biri ölünce, Poirot araştırmaya başlar.

Korku kadar dram, dram kadar, doğaüstü güçler, doğaüstü güçler kadar gerilim ve doğal olarak merak içeren film, gerçekten izleyiciyi sıkmadan, bakışını bir an için bile perdeden kaçırmadan pürdikkat odaklanmasını sağlıyor. Kenneth Branagh, kamera arkasını anlatırken hiçbir oyuncusuna korku efektleri ve olacaklar konusunda bilgi vermediğini söylüyor. Yani seyirci kadar oyuncular da o efektlerden etkilenmiş. Avizenin düştüğü sahnede oyuncuların yakın çekimi (kuşkusuz filmin anlatımını olumsuz etkilerdi ama) izleyiciyi daha bir etkilerdi.

Üç kez…

Evet, film izleyiciyi üç kez ters köşe yaptı. Buna da bağlı olarak katil (veya katiller) kim bilinemedi. Agatha Christie okurları bilir, romanların (ve uyarlanan filmlerin) en önemli gücü katilin bilinmemesidir, Hercule Poirot titizlikle araştırır, en çok da karakterlerin duruşunu takip eder. Buna karşın Arthur Conan Doyle, kahramanıyla sonucu bilinen bir durumun çözümünü araştırır. Ayrıntı her iki yazarda (kahramanda) da önemlidir, ama birinde olayın bilinmezliği de söz konusudur.

“Venedik’te Cinayet”te Poirot, yine insanlarla konuşarak, onların psikolojilerinden yola çıkarak çözer gizemli cinayet(ler)i. Perili şatoda bulunan herkes zanlıdır, ama içlerinden biri asıl suçlu, değerleri yataklıktan (yardımcı) suçlu… Ancak eğer spoiler olmayacaksa, galiba, “ilk taşı suçsuz olan atsın” demek gerekir.

Doğaüstü (paranormal) güçler, filmin gizem ve gerilimini alabildiğine arttırıyor.

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(14 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Zorluklardan Kaçmak İçin: Güvenli Bir Yer

Sosyal devlet, gelin biz buna çağdaş devlet diyelim, vatandaşlarının barınma, beslenme, eğitim, sağlık haklarını gözetir ve hizmetlerini karşılıksız verir. Peki, bu her zaman, her ülkede karşımıza çıkıyor mu? Tabii ki hayır. Parası olanın düdüğü çaldığı gibi bu temel hak ve özgürlükleri kullanabiliyor.

Jurac Lerotic, başrolünde de oynadığı, özyaşam öyküsünden önemli kesitler içeren filminde aslında bu temel soruna parmak basıyor. Bruno (Jurac Lerotic), kardeşi Damir’in (Goran Markovic) intihar eğilimli olduğunu bilir, gelen telefonla da girişimini engellemek için kapısını kırarak eve girer. Polis, her yerde olduğu gibi sadece kendi bakışıyla doludur ve suçlu peşindedir, ilk bulduğu(!) kişi doğal olarak da Damir’i kurtaran Bruno’dur.

Burada bir küçük ayrıntıyı atlamak istemem: Ambulansa binmek isteyen kardeşi, görevliler engeller; o da sesini çıkartmadan kabul eder. Bizde, biri ambulansla hastaneye gönderilirken hangi görevli, ‘Binemezsiniz.’ diyebilir? Olay çıkar valla.

Zorlu, karamsar…

İntihar eğilimli birinin öyküsünü anlatmak başlı başına güç; buna seyirciyi katmak için ister istemez dar, sıkıştırılmış etkisi veren bir ölçek tercih edilmeli ve alabildiğine ışığı az kullanmalı. Bu açıdan film başarılı. Gerçekten de film boyunca merakla birlikte, sıkılıyorsunuz. Merakla birlikte, çünkü ne olacağını bilemiyor, her sekansın, her planın arkasından bir ‘sürpriz’ bekliyorsunuz.

Filmde kafa karışıklığı, bilinmeyenin gizemi, korku ve çaresizlikle birlikte sevilen birini (burada kardeş ve oğul, çünkü anne de geliyor) kazanma duygusunu bir arada yaşıyoruz.

İyi niyet yeterli mi?

Bruno’nun kardeşi Damir’i yaşamda tutmaya çabalaması iyi niyetli ve bir o kadar da kıymetli. Yönetmenin bakışı ise sadece Bruno ve Damir’le sınırlı değil… Mekân yok, zaman yok, kişiler pek tanıtılmıyor (Bruno’nun sinema sektöründen olduğunu öğreniyoruz sadece, zaten özyaşam etkisini o sayede öğreniyoruz). Orada anlatılan kişi ve olaylar herkesin başına gelebilir. Bir insanı kurtarma çabasını herkes her zaman verebilir.

Burada bir ara daha vermeli… Sağlık görevlilerinin soğukkanlılıktan öte duyarsızlığı (belki sürekli karşılaştıkları için fazlaca deneyimli oldukları söylenebilirse de) izleyicide kaygıyı alabildiğine arttırıyor.

Psikolojinin karamsarlığını seven izleyicilere…

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(13 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Yüzleşme… Sonsuz Sır

İnsan düş(ünce)leriyle yaşar. Dereden tepeden, oradan buradan, geçmişten gelecekten biriktirdiklerini buluşturup en iyisini, en doğrusunu, en güzelini bulmaya çalışır. Ancak yine de anıları bırakmaz peşini. Her ne kadar geçmişi değiştiremezseniz de anılarınızı, en azından düş(ünce)lerinizde değiştirebilirsiniz. Yönetmen Joanna Hogg, kendi yazdığı (daha önceki iki filminin belki devamı sayılabilecek) “Sonsuz Sır”da (The Eternal Daughter) anne ve kızın anılarını -alabildiğine ilginç, alabildiğine merak dolu ve alabildiğine heyecanlı bir akışla- ele alıyor.

Orta çağdan kalma bir köşk, artık otele çevrilmiştir, anne ve kız rezervasyon yaptırarak gelir yerleşirler. İzleyicide bir merak, bir korku, bir beklenti doğar yavaştan… Bir müddet sonra anne – kızın eskiden bu köşkte yaşadıkları anlaşılır. Bir şey olacaktır, ama ne! Evet, bir şeyler olur, ama hiç beklenmeyen, hiç umulmayan… ters köşeye yatar herkes (kimseye söyleyemese de kendileri bilir, yanıldığını).

Tilda Swinton hem anneyi hem kızını canlandırıyor; öyle ki aynı karede bile görseniz, asla hissetmiyorsunuz aynı kişinin iki rolü de oynadığını. Swinton’u, oyunculuğunun gücünü takdir etmek için illa ödül kazanmasını beklemek gerekmiyor.

İki ayrı karakter, iki ayrı rol

Sinemacı olan kız, annesini konuşturmaya gayret eder, çünkü onun anılarıyla dolu bir film çekme niyetindedir. Anne belki farkına varmamıştır, ama üzerinde de durmaz. Filmde fazla kişi yoktur, bomboş (oysa resepsiyonist dolu olduğunu söylemiştir) otelde, çeşitli sesler duyarlar, rüzgârın da eşliğinde. Bir köpekleri vardır, o anne kızın arasındaki en büyük bağdır bir bakıma. Bahçıvanla karşılaşır kız, konuşurlar bir gece sabaha kadar. Burada da bir şey olmamışsa bir daha olmaz diye düşünmeyin, çünkü o bir dönüm noktası filmin.

Anne kendi içine kapanık, pek öne çıkmıyor; kızı ise onu konuşturmak için çırpınıyor sürekli. Aradan yüzleşme doğuyor. İşte filmin temel mesajı… Çok yavaş akan, buna da bağlı olarak izleyicinin sıkılacağı, ama sonradan ‘neydi, ne oldu’ deyip geriye dönmek isteyeceği (ama dizi değil ki bu, özet adı altında tekrarı olsun), kafasında tartışacağı ve kendince bir sonuca ulaşacağı bir film. Filmin yavaşlığına aldanmamak gerekir, önemli olan hızı değil, içeriği.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğitim mi, Toplum mu?: Tavuri

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye sürekli sorulan, yanıtı kolay verilemeyen soruyu, gelin insanın iyiliği için soralım. İnsan iyi midir ya da insanın yaşamını belirleyen nelerdir? İnsanın karakterinin genlerle oluştuğunu biliyoruz. Yani, aile geçmişi insanın yaşamını belirleyen en önemli etkenlerden biri…

Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyopsikolojik ve tabii sosyoekolojik ilişkiler yaşamın belirleyicileri. Siz çok sessiz sakin biri olabilirsiniz, ama çevreniz (mahalle baskısı) sesini yükseltiyorsa, artık sessiz değilsinizdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü tam da bu nedenle kişileri tanımakta önemli bir nirengi sayılır.

Aynı mahallede, top peşinde koşturduğu, Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Çetin Serttaş’a (Tavuri) kamerasını çeviren Derviş Zaim, bir toplumsal sorunu vurguluyor. Çocukluğundan beri (anne baba ayrılığının temel neden olduğunu göz ardı etmemek gerekir) hırsızlık yapan, yaşamının yüzde 70’ini hapishanede geçiren Tavuri, anlayışlı olarak tanımlayabileceğimiz bir şeffaflıkla anlatıyor yaşamını.

Sülün Osman ya da Selçuk Parsadan gibi, sizin de muhakkak bir tanıdığınız “tavuri” vardır. Aslına bakarsanız, kendilerince dürüst insanlardır; haksız da sayılmazlar. Kendilerini kandırmaya çalışanları dolandırırlar onlar. Gönülleri kadar elleri de açıktır.

Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Tavuri’yi belgeselini yapmaya ikna etmesi bile başlı başına önemli bir başarı Zaim’in hanesine yazılacak. Hapishanede çekim izni alması, oradaki hükümlülerin hayata bakışını da filme yansıtabilmesi bir diğer başarısı yönetmenin. Belki biraz gözlemci, belki biraz duygusal, belki de biraz insanca bir dili var filmin; arada kamera ile kendisini de gördüğümüz için birazdan biraz az interaktif. Kendisinin dile getirdiği gibi pek bir merhamet görülmese de, yardımseverliğin insan duyarlılığını yansıttığını söyleyebiliriz.

Yaşamın her alanında…

Elimin altında tuttuğum ve herkesin mutlaka okumasını önerdiğim “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Yayınları), insanların yaşamının koşullara bağlı olarak dönüşebildiğini anlatıyor. Bilmem Derviş Zaim “Çoğu İnsan İyidir”i okudu mu, ama Tavuri’nin yaşamının aynı çerçevede belirlendiğini izliyoruz.

Beş yıllık bir süreci, aynı ekiple tamamlayabilmek de önemli… Bunu başardığı için de kutluyoruz Derviş Zaim’i.

(04 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

Yaşam Savaşında İki Zıt Güç: Kar ve Ayı

Küresel ısıtma nedeniyle ne kışlar kış gibi ne yazlar… İnanılmaz sıcaklar yaşıyoruz, seller ve kuraklıklarla birlikte. Bir çelişki gibi gözükse de gerçek bu. Kendi çıkarlarımız doğrultusunda, başka hiçbir canlıya yaşam izni vermezsek doğayı ve doğanın o güzelliğini (yaşama katkısını da) yok ederiz.

Selcen Ergun’un, birçok festivalden ödülle dönen ilk filmi Kar ve Ayı, en sonunda izleyicinin karşısına çıkıyor. Hemen baştan belirtmemiz gerekir ki, gerek yönetmen Ergun’u gerekse filme emeği geçen herkesi kutlamak, alkışlamak gerekir. Selcen Ergun, gerçekten bir sinema dili tutturmuş filminde; senaryo hatalarına rağmen merak ve heyecanla izleniyor.

Karlarla kaplı bir kasabaya hemşire olarak tayin edilen Aslı (Merve Dizdar) kapalı bir toplumda dışarıdan gelen birinin yalnızlığını hisseder. Sağlıkçıdır, ama geleneksel köylü bakışı içerisinde benimsenmesi pek mümkün değildir.

Hasan (Erkan Bektaş) hamile olmasına karşın eşini çalıştıran, doktora götürmeyen, her zaman sarhoş ve -kasabalının bildiği gibi- sevgilisi olan biridir. Eh, kasabaya genç bir hemşire gelmişse, onu taciz etme hakkını kendinde bulacak denli de hadsizdir.

Samet (Saygın Soysal) ise Hasan’la düşman, aslına bakarsanız yalnız, dağdaki vahşi hayvanları düşündüğünü iddia eden ama onları suçlayabilecek denli de tutarsız biridir. Tabii, genç hemşireye de gönlü düşer hemen.

Görüntünün gücü…

Müthiş bir atmosfer ve olağanüstü oyunculuklarla dolu film, bir gizemi de birlikte taşıyor: Ayı. Kasabalının en korktuğu hayvandır ve hemen her gece kasabadan uzak tutmak için ateş yakıp ses çıkararak ayıları kaçırmaya çalışırlar.

Doğa karla bir şeyleri gizliyorsa da bir şeyler uç veriyor yine de. Samet ile Hasan’ı barıştırmak isteyen muhtar, o gece Hasan’ın kaybolmasına da -bir anlamda- sebep olur. Genç hemşire, kendisine sarkıntılık eden Hasan’ı iter. Burada bir pozitif ayrımcılıktan söz edebiliriz. Samet, tabii ki, Aslı’yı ikna etmek için ve daha yakın olabilmek için Hasan’ın cesedini taşımıştır. Ayı tam da burada devreye giriyor.

Aslı ile Samet, yürürlerken bir ayı ile karşılaşırlar. Acaba o ayı Aslı’nın hayalinde mi karşılarına çıkmıştır yoksa gerçek midir? Yaban hayatını savunduğunu, hayvanları koruduğunu söyleyen Samet, kasabalının ayıyı vurması karşısında ne tepki verecektir? Kasabalıyı tanımadığımız gibi erkek egemen bakışın neresindeler bilmiyoruz. Kahve falı geleceği görmek için yeterli midir acaba?

Senaryosundaki eksiklikler olmasa film çok daha güçlü olabilirdi; buna da bağlı olarak oyuncuların muhteşem performansı ile taçlanabilirdi. Yönetmen Selcen Ergun, yeni çalışmalarında bu eksikliklerini giderecektir. Yönetmeni daha başarılı filmlerde selamlamak için hazırız.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Savaşta Önce Kendini Öldürürsün: Kelebek Görüşü

Hastalık insanın fiziki, ruhsal hasar görmesidir; buna ek olarak artık sosyal ilişkileri de eklemek gerekir. Bizim “mahalle baskısı” dediğimiz çevre ilişkileri de insanın sağlığını belirler. Dışarıdan görünen fiziki hasarlar için herkes hemfikirdir de içte olan, kimselere anlatılamayan -hatta kimselerin anlayamayacağı- sorunlar insanı yer bitirir. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yaparsanız yapın, kendinizi ikna etseniz bile yanınızdakini ikna edemediğiniz sürece hastalığınızı yenemezsiniz.

Ukrayna – Rusya Savaşından bir kesit izletiyor bize yönetmen Maksym Nakonechnyi, senaryosuna da katkıda bulunduğu Kelebek Görüşü’nde (Butterfly Vision). Ukraynalı hava keşif uzmanı Lilya (Rita Burkovska), esir düşmüş, takasla kurtulmuştur. Ancak tutsakken yaşadıklarını unutamadığı gibi kimseye anlatamaz da. Eşi, ayrılıkçı milis gücüne katılmış Tokha (Lybomyr Valivots), kabullenemez bu durumu; odayı birbirine katar duyduğunda. Oysa beklediği bir haberdir bu, çünkü onların da yaptığı bundan çok farklı değildir; yani kendileri birini esir alsalar onların da yapacağı şey tecavüz etmektir.

Bosna çocukları…

Savaşların artık uzaktan yapıldığı, insanların televizyon ekranlarından canlı olarak da takip ettiği günümüzde bu tür tutsaklıklar pek bulunmaz diye düşünse de insan. 20. yüzyılın sonlarında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan Bosna Hersek Savaşında, kadın tutsaklar doğurdular, yaşama tutunabilmişlerse. Bosna Çocukları adı verilen o çocukların hepsi tecavüz çocuğuydu ve büyük bir travmaydı herkes için. (Bugün bizde, tecavüzcüsüyle evlendirilen kızların durumu da pak farklı değil, savaş olmamasına rağmen.)

Benim bedenim, benim kararım…

Muhakkak ki kadınlar çok daha iyi bilir ve hisseder o kürtaj koltuğuna oturmanın zorluğunu… Her ne kadar istenmeyen bir hamilelik de olsa içinde yaşayan bir canlıdır ve karar kendisinin olmalıdır, her şeyden ve herkesten önce. Ancak öyle olmuyor yaşamın içinde… Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi kültürel, kimi dinsel, kimi geleneksel, kimi gelecekle bağlantılı, kimi ahlâk adı verdikleri tutuculukları, kimi de “ya benimsin ya kara toprağın” mantığıyla alabildiğine tepki gösteriyor, hatta öldürüyor bile…

Lilya, o ikilemin içerisinde, ne yapacağını bilemez haldeyken (evdekiler, asker arkadaşları, sokaktakiler, hatta otobüsten indirenler) herkes tepki gösterir. Tutsaklıktan kurtuluşunda “kahraman” ilan edilmiştir, ama artık bir “kirli”dir o herkesin gözünde. Asıl kahramanlık o çocuğu doğurmaktır. Asıl cesaret o kadarı alabilmektir. Asıl mücadele o doğum sonrasında başlayacaktır.

Savaşlar olmasın…

Her ne kadar Ukrayna – Rusya Savaşından önce çekilmiş olduğu için artık bir belgesel gibi izlense de, Kelebek Görüşü’nü savaş karşıtı bir film olarak herkes muhakkak izlemeli… Savaş sonrası yaşanan sendrom (girişte değinmeye çalıştım) yıllar süren ve asla çözüme kavuşamayan bir travma olacaktır. (Bizdeki “düşük yoğunluklu çatışma” denilen adı konulmamış savaştan gelenlerin yaşadıklarını da belgelemek, filme çekmek, öyküsünü yazmak, resmini çizmek, hey19kelini yontmak, müziğini bestelemek gerekir.)

25 Ağustos’ta gösterimde…

Korkut Akın

[email protected]

Geçmişiniz Sizinle… Blue Beetle

Sinemanın 37 harfi var, a-be-ce gibi düşünürsek. O harfleri birleştirerek yeni sözcükler oluşturup cümleler kuruyoruz. Müzikteki nota sayısı da az ama sonsuz tını oluşturulabiliyor. …ama yine de birçok benzerlik söz konusu olabiliyor. Buna ek olarak bazı beğenilmişliklerle bağlantılı olarak birbirinin benzeri cümleler ardı arkasına kuruluyor. Yani, benzer öykülerle benzer filmler çekiliyor. Buna rağmen, Blue Beetle, bu tekdüze gidişi kırmaya kararlı.

Yine bir olağanüstü güç

Jaime Reyes (Xolo Maridueña) mezun olmanın mutluluğuyla ailesinin yanına döndüğünde, hayatın gerçek yüzüyle karşılaşır. Bir büyük firma (tröst demek daha doğru aslında) evlerine el koymuş ve çıkartmaya zorluyor; gelirleri kısıtlı olan aile bir çözümsüzlüğün içindedir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi çalışanlara az para verilmekte, insanlar işsizlikten yakınmakta ve bu zor durumu aşmak için çabalamaktadır.

Jenny Kord (Bruna Marquezine), babasının haklarını da vermeyip dünyayı ele geçirmeye çalışan halasından (Susan Sarandon) çaldığı olağanüstü güç kaynağını Genç Jaime’ye verir. O olağanüstü güç, kendisini sevince, bünyesine girer ve genç Jaime yeni bir Süperman, Batman, Kaptan Amerika vb. olur, istemese de…

Buraya kadarı hemen her bilimkurgu filminden bildiğimiz bir giriş. Ancak bundan sonrası farklı; çünkü Reyes ailesi birbirine bağlı, birbirini seven ve savunan bir ailedir. Ailenin geçmişinde (büyükanne ve amca) antiemperyalist düşünceleri nedeniyle militandırlar gençliklerinde (Filmin girişinde, amcanın güvenlik kameralarından sakınmasının gerekçesi çıkıyor ortaya).

İyilerle kötüler…

Bir aksiyon filmi olmasına rağmen komediyi, gerilimi ve (ağlatan değilse de gözü yaşartan) dramayı içeren Blue Beetle’da bir anti kahramandan söz etmek de mümkün. Şiddetten alabildiğine kaçınan Jaime, hiçbir zaman kahraman olmak istemiyor. Jaime’nin olağanüstü güç sahibi olmasıyla birlikte denge değişince film, bir iyilerle kötüler arasındaki savaşa dönüşüyor. Aile sevgisi belirgin bir biçimde sergileniyor.

Benim kurtarıcım…

Okurlar farkındadır, birkaç gündür Koreli Yousu Kim, değerlendirmeleriyle katkı sunuyor yazılarıma… Bu kez, gerçekten de daha iyi yazdığı için benim Blue Beetle’ım oldu.

“Blue Beetle, birçok diğer film gibi, hem keyif hem de duygu içeren ve değerli dersler sunan bir filmdi. Bu film, ne kadar zengin olunursa olunsun, aile sıcaklığı ve sağlıklı insan ilişkileri olmadan yaşamın çok yalnız hissedilebileceğini gösterdi. Aynı zamanda bu sevginin birçok hayat zorluğunu aşmada yardımcı olabileceğini de gösterdi. Başkalarıyla bağlantı kurma hissi ve ailenin değerliliği birbirine ifade edilmeli, çünkü bu anlar sonsuz değil; böylece pişmanlık yaşanmaz.

Şaşırtıcı bir şekilde, ailenin en büyüğü ve sözü dinlenen tek kişisi büyükanne bende kalıcı bir hatıra bıraktı. O, herkesten daha güçlü bir karaktere sahipti. Diğer aile üyeleri sevdiklerinin ölümlerine yas tutarken bile sakin ve güçlü kalmıştı; bu düşünce bile yüreğimi acıttı. Böylesine dayanıklı bir birey olmak için kaç deneyimden geçtiğini hayal etmek bile içimde bir yerde bir duygu hissettiriyor.

İnsanın büyümesi nereye kadar devam eder?

Blue Beetle’ı izlerken aynı zamanda yanılgılı inançların insanın düşüşüne nasıl yol açabileceğini fark ettim. Acı yaşayan insanlar genellikle öfke ifade etmek ve ona dayanmak için bir şey veya birine karşı derin bir kin geliştirirler. Bu süreçte acı tekrar tekrar yüzeye çıkabilir ve böyle düşünceler ortaya çıkar: Eğer o kişinin hayatında sıcak bir varlık olsaydı.

Düşünülemez suçların yaşandığı Güney Kore’deki mevcut duruma bakarken, suçluların gençliklerinde en azından bir olumlu etkiye sahip olsalardı bazı şeyler farklı olabilirdi diye düşünmemek elde değil. Aşk ve ilginin gücüne inanan biri olarak, içten içe derin bir üzüntü hissetmemek mümkün değildi.”

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bana Bir Yalan Söyle Kendi Gerçeğin Olsun

“Halk Sağlığında Koruyucu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” adlı kitap ve DVD çalışması bulunan, klinik psikonöroloji eğitimini tamamlamış, homeopati hizmeti veren Fzt. Osteopat İbrahim Mayda’dan, bir bilimsel gerçekliği paylaşarak başlamak en doğrusu… Herkesin bilmesi ve kabul etmesi gerekirken bizim ülkemizde kulaktan dolma söylentilerle mahalle baskısı yaratılıyor ve yaşamlar söndürülüyor.

“Inferior Nucleus Anterior Hypothalamus (INAH): Cinsiyet, hamileliğin 9. haftasında testesteron düzeyine göre belirleniyor. INAH, erkekte testesterondan dolayı biraz büyük, kadında da östrojenin fazlalığına bağlı olarak biraz küçüktür. Erkekte testesteron yüksek östrojen düşük, kadında ise östrojen yüksek testesteron düşüktür. INAH normalin biraz altında ise fibromyalji sendromu, ondan biraz daha düşükse biseksüel eğilimler, daha da düşükse ilişkide pasiflikler yaşanır. INAH her iki cinste normalden yüksekse gerek erkekte gerekse kadında aktiflik önde olur.

INAH’ın normalin dışında olmasına ek olarak epigenetik yaşamdaki olumsuzluklar beslenme alışkanlıkları çocuk yaşta cinsel travmalar psikolojik travmalar vs. INAH’ın normalin dışında olmasındaki tabloyu destekler. Erkek erkeğe ya da kadın kadına olan cinsellik bir hastalık değil, kendi doğalarının gereği yaptıkları birlikteliklerdir. Herkesin saygı duymak gibi bir zorunluluğu vardır ve ötekileştirilmemelidirler.”

Otobiyografik öykü…

Bir kitaptan uyarlanan “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, dedikodularla yaratılan korku dolu tedirginliği giderecek bir film. İlk aşkın ve yaşattığı heyecanın bir ömür boyu sürecek hatıraların özel önemini aktarıyor biz izleyiciye… “Seni seviyorum, ama bundan sana ne” yaklaşımı, aslında aşkın tek taraflı olduğunun da göstergesidir; eğer arada büyüyen duygu karşılıklı iki kişiyi de yüceltiyorsa, zaten sürüyor. Siz, birini seversiniz, o bir başkasını seviyordur ve bir araya gelmeniz mümkün değildir… İşte o zaman aranızdaki duygular bıraktığınız yerde durmaz. Ya büyür gelişir, bir daha tutamazsınız ucundan bile ya da o denli genişler yayılır ki asla toparlanamaz. Peki, ne olur o zaman?

Herkes kendi yoluna…

İçinizde yaşatırsınız duygularınızı, görmeseniz de, işitmeseniz de… İki yüzüncü yılını kutlayan ünlü bir konyak markasının etkinliğinde yer alan romancı Stéphane Belcourt (Guillaume de Tonquedec), uzun yıllar sonra dönmüştür kentine. Her şey değişmiştir, insanlar da, ortam da, ilişkiler de… Geçmişini anımsar her adımda. Unuttuğu, unutturulması istenen geçmişini, aradan geçen yıllar sonrasında yeniden hatırlar. İlk gençlik yıllarında aşk yaşadığı Thomas yoktur, ama oğlu Lucas Andrieu (Victor Belmondo) ile tanışır. Doğal olarak da anılar birbirini kovalar.

Sıradan bir öykü gibi gelse de tutucu düşüncenizin zincirlediği duygularınızı sarıp sarmalayacak bir anlatım “Bırak Artık Şu Yalanlarını”. Gerçek duyguların alabildiğine yalın ve sapmadan anlatıldığı film, yönetmen Olivier Peyon’un başarısını da kanıtlıyor. Film, duygunuzu sınırlamadan ve sizi zorlamadan konuyu gerçekten çok iyi anlatıyor. Oyuncular da (özellikle Tonquedec ve oğul Belmando müthiş, Guilaine Londez’in canlandırdığı organizasyon sorumlusu Gaëlle Flamand) yönetmene katılınca filmin gücü de yükseliyor, heyecanı da, etkisi de… Müziğini de unutmamak gerekir muhakkak.

Otobiyografik kitabın filmi de aynı çizgiyi sürdürüyor. Geri dönüşlerle hatırlananlar arasında güçlü bir bağ kuruluyor ve olayları şu anda veya geri dönüşlerde ortaya çıkarken izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen bir film yeni bir şey değil aslında, ilk aşkını anan birinin anlatılması da yeni değil, ama “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, hepsini bir potada birleştirerek sağlam bir yapı oluşturuyor.

Sadece görüntüye bakarak…

Sinemayı çok seven, dilini bilmese de filmi (Fransızcaydı, altyazı da Türkçe olunca) sıkılmadan, büyük bir özenle -ve tabii, keyifle- izleyen Koreli misafirimiz Yousu Kim, şöyle yazdı duygularını:

Film “Lie With Me”, benim için renkli bir aşk büyüsü gibiydi. Anladığım bir dil olmadığı için, sadece filmin kendisini gözlemliyordum. Aslında, filmin sesinin bir yan öğe olduğunu söyleyen ustanın sözünü doğrularcasına sadece görüntüyü izleme fırsatının benzersiz bir deneyim olduğunu sezdim. Anlatılanın ayrıntılarını bıraktığım anda, oyuncuların yüzlerindeki küçük duygu değişikliklerini görebilmeye başladım. Ani üzüntüden beklenmedik gerçeklerle yüzleşmenin hayal kırıklığına, pişmanlığın acısından karşılıksız sevginin yürek parçalayıcı hüznüne kadar geçişler belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bu, neredeyse sihirli bir bağ gibiydi…

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde.

(15 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Müzik Dans ve Hikâye: Carmen

Carmen, en çok filme uyarlanan öykülerdendir; klasik olanı da vardır, modern olanı da… Aykırı olanı da görürsünüz, uyumlu olanını da… Bu kez Yönetmen Benjamin Millepied, bize, Meksika sınırındaki kaçak göçmenlerin arasından bir müzik, dans ve öteki öyküsü sunuyor.

Evet, günümüzün en büyük sorunlarından, hatta en başta gelenlerinden biri olan göçmenlik çözüm bulunamayan ve hemen her ülkeyi ilgilendiren bir konu. Türkiye’ye Suriyeli, Afgan, Afrikalı geliyor; Türkler de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyor. Kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi sosyal (ve tabii küresel kuraklık da unutulmamalı) nedenlerle göçmen olurken; Carmen’de olduğu gibi hayatını kurtarmak için her şeyini geride bırakıp da gidenler de var…

Annesi öldürülen Carmen (Melissa Barrera), çareyi kaçmakta bulur. Carmen sınırdan geçerken, gönüllü sınır muhafızı Aidan (Paul Mescal), arkadaşlarını öldürür, birlikte kaçarlar. İki genç arasında, başta yoksa da film ilerledikçe bir duygusal çekim söz konusu olur. Ancak belirleyici olan aşk değil, hayata tutunabilmektir. İki arkadaş, hem kaçaklıklarını gizlemek hem yakalanmamak hem de içlerindeki duyguyu dizginlemek ihtiyacı hissederler.

Hikâyenin taşıdıkları…

Masallar artık “bir varmış, bir yokmuş” diye başlıyor mu bilemiyorum, ama Carmen filmini izlerken masallardaki kahramanlar, artık peri padişahının kızını alabilmek için Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak ya da dağı delip geçmek zorunda değil. Modern zamanlar denilen günümüzde, ıskalanmış yaşam sürdürenlerin, hayatta kalma mücadelesiyle sınırları aşmaları, sadece sinemanın değil tüm sanatların en sürükleyici efsanesi.

Yönetmen Millepied, belirgin bir mekânı vurgulamıyor. Tabii ki, orası Meksika olabileceği gibi gözünüzü bir an için, bir saniyeliğine kapayın, Suriye – Türkiye, Türkiye – Yunanistan, Kanada – ABD, Ukrayna – Avrupa ülkeleri de olabilir. Öyküler farklı olabilir belki, ama kesinlikle aynı duygu yükünü omuzlamıştır.

Carmen, bağımsız, kendi başına buyruk yaşayan, ama gelenekleriyle de bağını koparmamış bir kadın. Dansın duygusu içine işliyor insanın izlerken. O denli iyi kurgulanmış ki, Sadi Çilingir, haklı olarak, “Filme müzik yapılırdı, ama Carmen’de müziğe film yapılmış.” diyor. Tabii ki, müziğe yapılan film akla hemen video klipleri getiriyorsa da hem doz, hem hız, hem de uyum tam sağlanmış.

Carmen’in yolculuğu Meksika sınırını aşmakla başlıyor, yanındaki ile birlikte, kendi sınırlarını da zorladığı bir arayışı izliyoruz.

Film, olay örgüsünden çok bir ruh hali aktarımı; buna da bağlı olarak özgürlük ve aidiyet, tutku ve trajedi, müzik ve dans, yaşam ve ölüm iç içe… Film, olabildiğince gerçek bir öyküyü böylesine şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye… Anlatılan öykü ve anlatılış biçimi değişse de özündeki insan hiç değişmiyor. İnsanla birlikte ayrılmaz ikilininse aşk ve isyan olduğunu unutamamak gerekir.

Misafir görüşü

Filmi birlikte izlediğimiz, misafirimiz Koreli Yousu Kim, filmi şu cümlelerle yorumladı: “Türkçeyi sınırlı anladığım için filmin görsel unsurlarına odaklandım. Özellikle Carmen’in eli, üzerimde önemli bir etki bıraktı. Farklı sahnelerdeki yer alış biçimi güçlü ve unutulmazdı. Aidan’in illüzyonlarının, travmatize olmuş askerlerin zorluklarını yansıttığı şekilde sanatsal olarak sunulmuş olması da etkileyiciydi. Filmdeki müzik ve dans performansları çok iyiydi, benim için büyük bir zevk ve gözlerim için bir şölendi sanki.

Carmen’in bakışları, güçle doluydu ve dirençli bir kadın imajı çiziyordu, bu da aşkın ve veda etmenin hayatımızın belirleyici zorlukları olduğunu yansıttı. Onun cesaretini görmek ilham vericiydi ve bana hayatın sürekli bir hoş geldin ve hoşça kal döngüsü olduğunu hatırlattı.”

18 Ağustos’ta gösterimde…

(12 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]