Etiket arşivi: Korkut Akın

İmece, Sinemanın da Yanında: Aynı Masanın Etrafında

Sanat, belki de sadece bizim ülkemizde üzerinde durulmayan, desteklenmeyen (lâf olsun torba dolsun niyetiyle devlet ve kurumlar tarafından ulûfe niyetine verilen üç kuruşlarla) bir alan. Oysa hepimiz biliyoruz ki, Almanya, İkinci Dünya Savaşından çıktığında önce tiyatro binalarını yaptırdı, hastane ve yollara sıra sonra geldi.

Diğer dallara bakarak sinema, endüstri oluşunun da etkisiyle çok daha meşakkatli, çok daha zor ve zaman alıcı bir sanat dalı. Öyküyü senaryolaştırmak, oyuncuları belirlemek, ortak zamanlarını saptayıp onları buluşturmak, mekân ve diğer (ışık, set ve sanat grubu) zorunlulukları bir araya getirmek… Yetmiyor, kamera, film (gerçi artık peliküle çekilmediği için daha kolay, en azından negatif ve pozitif film peşinde koşmak -bunların aynı seride olması da gerekirdi- gerekmiyor. Ancak bilgisayar destekli montaj aşaması, epey enerji gerektiriyor. Filmler sesli çekiliyor, belki dublaj sorunu çıktı aradan, ama bu kez de sessizliğin sağlanması gerekiyor. Yani, bir film çekmek nereden bakarsanız bakın öyle koltuğa yaslanıp da izlemek gibi kolay ve rahat bir iş değil.

Yılmak yok…

Peki, bunca zorluğa, sıkıntıya (tabii, sansür ve yasaklamalar da var) rağmen sinemacılar yılıyor mu? Asla. Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Erken öten horozun başını keserler / Bitmek tükenmek bilmez ki başın kesile kesile” diyor bir şiirinde. Onlar da biraz hayal gücü, biraz metafor, biraz da imeceyle anlatmak istediklerini döküyor filme, muhakkak.

Yapımcı Burak Kum ve yönetmen Zeynep Üstünipek çifti, birlikte yazdıkları senaryoyu imeceyle (oyuncusundan, ışığına, mekânından animasyonuna dek) kotardıkları “Aynı Masanın Etrafında” sinema filmini bitirmeyi başardılar pandemi, ekonomik zorluklar, deprem ve enflasyon canavarına rağmen.

Aynı Masanın Etrafında…

Asıl olan anlatmak istediklerinizse, stop-motion ve animasyon tekniklerin de yardımıyla çok keyifli, çok başarılı, çok beğenilen, hatta ödüller kazanan filmler yapabilirsiniz. Yeter ki çalışmayı, anlatmayı bir tarafa itelemeyin.

Film, farklı zamanlarda aynı masanın etrafında bir araya gelen hasta yakınlarının, hayatlarının en zor dönemlerinde karşılaştıkları sorunları çözebilmek için bir birlerinin iç dünyasına doğru duygusal bir yolculuğa çıkarak, birbirlerinin dertleriyle hem hâl olmalarını anlatıyor. Sinemalarda gösterime gir(e)mese bile birbiri ardına ulusal ve uluslararası ödül almış “Aynı Masanın Etrafında” filmi. İnsanların farklı olmasına rağmen bir masa etrafında olmak, sadece o masayı görmek sinemasal anlamda da epey bir hareketlilik doğuruyor. O hasta yakınının derdi başka, bununki bambaşka, diğerininki, “Allah kimsenin başına vermesin.”

Doğurgan bir öykü anlatılan, çünkü herkes farklı birbirinden ve anlatılan herkesin öyküsü; çeşitlendikçe, izleyici de sorunlar yumağından sıyrılıp çözüm bulmaya çalışıyor kendince… Kolay mı? Sorunları çözüme kavuşturmak kolay olsaydı, şimdiye her şey (her yer) güllük gülistan olurdu. Ama ne var! İzleyici kendince bir anlam yüklüyor beyazperdeye yansıyanlara ve ileriye daha güvenli, daha umutlu bakıyor.

Burak Kum ve Zeynep Üstünipek, yılmamışlar başarmışlar. İnanıyorum ki, genç sinema sevdalıları, öykülerine, projelerine güvendikleri zaman -tamam çok zor, tamam çok pahalı, tamam yıllar sürebilir- düşlerini gerçekleştirebilirler. Birbiri ardına ödül kazanan “Aynı Masanın Etrafında” filminin izleyiciye bir an önce ulaşması dileğiyle…

(10 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Okyanusu Akvaryuma Sığdıran Murat Göğebakan

Eskiden bir film için, aileler de izlesin diye “mendilinizi hazır tutun” derlerdi; Yeşilçam’ın en başarılı olduğu dram türüydü çünkü. Gözlerinizin dolması bir yana gerçekten ağlatacak denli yoğun bir dramatik yapısı olurdu filmlerin. Ama en çok da oyuncular üzerinden tutulurdu filmler. Murat Göğebakan, acıyı, hüznü, ünü, şöhreti, mutluluğu ama en çok da aldatma / aldanmayı o kısacık ömrüne sığdırmış, ilginç sesi ve yorumuyla da çok sevilmiş bir şarkıcı… “Kalbim Yaralı” parçasıyla tanındığı için de filmin adı da olmuş o şarkı.

Sıradan, tipik bir ailenin engelli çocuğudur Murat, doktorun önerisine rağmen annesinin kürtaja izin vermemesiyle gelmiştir dünyaya. Kendisi çocukken, sorumluluğunu üstlendiği kardeşini kamyon ezince, onun da ağırlığı omuzlarına biner ve hüzün iyiden iyiye çöreklenir omuzlarına…

Film icabı mı?

Yeşilçam’da benzer melodramlar öyle çok yapıldı ki, hemen hepsi için neredeyse, “film icabı, bu kadarı da olmaz” denirdi, ama şimdi görüyoruz ki, benzer sorunlu ve sıkıntılı yaşamlar varmış.

“Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı” filmi, gerek senaristlerin (Sezgin Irmak ve Lütfi Albayrak) gerekse yönetmenin (Ali Ayyıldız) dersine iyi çalıştığının göstergesi. Burada, Murat Göğebakan’dan daha çok Murat Göğebakan olmuş Burak Sevinç’in oyunculuğunu alkışlamak gerekir. Biraz abartılı gibi gelse de, engelli bir bireyin o sarsaklığı, o mimikleri, o hareketliliği ne zaman dinler ne de zemin; kabûl etmelisiniz.

Senaryoda ele alınan yoğun acı, aldatılma (kendisininki sayılmıyor nedense, çünkü erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz), ihanet, hasret ve hastalık sorunları o denli vurgulanıyor ve üzerine düşülüyor ki… Yaşamın her anında, her alanında yaşananlar bunlar, ama senaryoda köpürtülünce, yönetmen de üzerine düşeni gereğince yerine getirince seyircinin de gözyaşları sel olup akıyor. Nizam Eren, Murat Göğebakan’ı, “Hoca Efendisinin uğruna şarkı besteleyen ayrıca ‘uzun adam’ için seçim şarkısı yapan, 15 Temmuz ihanetini göremeden ölen ve parayı bulunca önce ailesini unutan biri…” olarak tanımlıyor.

Beyazperdeye (veya ekrana) yansıyan filmin görüntüsü kadar içeriği ve verdiği mesaj belirleyicidir. İçeriğinden ayırdığınız filmin kalıcılığı da birkaç gün sürer. “Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı” filmini bu açıdan da ele almak gerekir.

Burak Sevinç, bu filmdeki Murat Göğebakan rolüyle izleyicinin en beğendiği, festivallerdeyse en iyi erkek oyuncu ödülünün açık ara adayı olacaktır. Tabii, filmin seyirciyi sar(s)ması da izlenme rekorlarının habercisi muhakkak ki…

Toplumsal olarak duygusallığımız, hayata bakışımızı da belirliyor. İyi filmler her zaman izlenir, gözyaşlarına boğsa da…

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İki Kültür Arasında Kalan Duygular: Başka Bir Hayatta

Kim neden ve niye (ister politik, ister ekonomik, ister savaş, isterse de iklimsel nedenlerle) göç ederse etsin göçmenlik yaşamı paramparça ediyor. Belki ilk anda hissetmiyorsunuz, çok da iyi bir şey yaptığınızı düşünüyorsunuz, ama o duygu bırakmıyor yakanızı (tabii, gittiğiniz yerde ötekileştirme, aşağılanma, dışlanma da söz konusu), bocalıyorsunuz. Bu arada egonuz o kadar yükseliyor ki, burnunuz düşse almayacak kadar şişiyor, ama içinizde yaşayanların önüne geçmeniz de pek mümkün değil…

Celine Song, gerçekten yaşamın içinden, hepimizin yaşadığı bir öykü (özyaşam öyküsü aslında) yazmış ve başarıyla çekmiş. İki çocukluk aşkı, aradan geçen 20 yılda çok şey yaşamış, çok şey farklılaşmış ve köprülerin altından çok sular akmış… Göç ederlerken, Koreli izlenimini de silmek amacıyla “Na Young” adını değiştiren Nora’yı arasa da bulamayan Hai Sung, içinde közlenen aşkının sönmesine izin vermemiş. Arada internet aracılığıyla buluşsalar da bir türlü bir araya gelemediklerinden, yeniden uykuya yatırırlar ilişkilerini…

Kader ağlarını örer (mi?)

In-Yun, Kore’de insanların inandığı bir efsanedir. Biriyle bir şekilde yolunuz kesiştiğinde, sadece yoldan geçerken giysileriniz sürtünse bile kader sizi yeniden buluşturur… Yani, Nora ile Hai arasındaki duygusal ilişki yeniden başlayabilir. Sahi, başlar mı? Filmi izleyin, muhakkak izleyin. Herkesin yanıtı kendince, bakalım sizin yanıtınız ne olacak.

… buluştuklarındaysa değişimden çok geçmişin anılarını canlandırıyorlar, sözle değil ama duyguyla. Yönetmen, ilk filmi olmasına karşın, gerçekten o duyguyu yansıtıyor beyazperdeye…

Nora (Greta Lee) ve Hae Sung (Teo Yoo) abartısız canlandırıyorlar karakterlerini, belki de filmdeki iki karakterin uyumluluğu, iki oyuncunun uyumundan kaynaklanıyor. Her iki oyuncuda da kendinizi buluyorsunuz; siz de aynı şeyi yapar, aynı duyguları yaşardınız aynı durumda.

Anadilinde rüya…

Nora, bir yazarla (Arthur) evlenmiş ve artık tümüyle New Yorklu olmuştur, öyle giyinir, öyle düşünür, öyle yaşar… Ama eşi, uykusunda Korece sayıkladığını fısıldar kulağına… Filmin belki de en önemli dönemeci odur. Rüyanızı, her ne olursa olsun anadilinizde görürsünüz. Kız için de, kırılma noktasıdır bu rüyalardaki Korece… Arthur (John Magaro) ile uyumlu bir yaşam sürdürüyor olsalar da… Kim bilir, belki Hae ile o uyumu hiç yakalayamayacak, belki çocukları olacak, belki boşanacaklar ve acılar yaşayacaklar… Peki, şimdi yaşananlar acı değil mi? O ikilemin içinde kalmak ve o duygudan sıyrılmak kolay mı?

Gerek Seul (İstanbul’a çok benziyor ve turistik yerlerini değil, yaşamın geçtiği dar sokakları, heykelli parklarıyla insanda gezip görme ihtiyacı hissettiriyor) gerekse New York görüntüleri çok güzel, filmin müziği de alabildiğine çarpıcı. Kısacası, kaçırılmaması gereken bir film.

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(07 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Benim Bedenim: Jeanne Du Barry

“Aşk nedir bilmiyorum, ama bunun bir aşk olmadığının farkındayım.” sözü filmin ana teması… Devrim öncesi Fransa Sarayında, Kralın metresi olan Jeanne Du Barry’nin yaşamına odaklanıyoruz.

Cannes Film Festivali’nin açılış filmi de olan Jeanne Du Barry, mizahi yanı, ihtişamlı saray görüntüleri ve anlatımına sakladığı günümüze yönelik ipuçlarıyla seyircinin ilgisini çekecektir. Jeanne, o denli çarpıcıdır ki, gören bir daha gözünü ondan alamaz, kuralları kendi bildiğince bozar ve kimse de ağzını açıp bir şey diyemez. Kralın karşısında bile bütün protokol kurallarını yıkabilecek bir özgüveni vardır; kral bile şaşırır, daha da önemlisi sıradan bir fahişeyken yanından hiç ayırmaz.

Küçük Jeanne, akıllı, çok okuyan bir kızdır, bulunduğu manastırda birçok kural gibi cinsellik de yasaktır. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini çevresine anlatmaya (ya da yaşatmaya) başlayınca kovulur. Bütün kapalı toplumlarda olduğu gibi tabu olan cinsellik, üzerinde durulmasa hiçbir sorun çıkarmayacaktır. Bu, bugün de süregelen bir sorundur, özellikle bizim ülkemiz için… Jeanne ya annesi gibi hizmetçi olacaktır ya da fahişe. Fahişe olunca hem itibar kazanır hem de istediklerini elde eder. Kralın gözdesi olmuştur, ama kralın kızları peşini bırakmayıp çeşitli entrikalarla onu dışlar.

Kâğıt üstünde evlilik…

Fransız sarayında, o yıllarda, kralın metresinin olması sorun değildir, ama metresin evli ve unvanı olması gerekir. Bu pek alışılmış bir durum değil bizim için. Zaten ihtilalden sonra, krallıkla birlikte bu durum da sona erer. Jeanne’in evlendiği kont, kraliyetle hem yakın olmak hem de işlerini daha kolay kotarmak için bu evliliği kabul eder. Kralın kızlarının sesi kesilmiştir, ancak kral çiçek hastalığına yakalanır. Fransız İhtilaliyle birlikte hepsinin giyotinle başları vurulur.

Jeanne karakterini de oynayan filmin yönetmeni Maïwenn, akıcı, anlaşılır ve izleyiciyi sarıp sarmalayan bir film çekmiş. İlgiyle izleniyor ve anlatılmak istenen hikâyenin aslında bizim de hikâyemiz olduğunu hissettiriyor.

Onca badire atlatan, eşiyle kavgalı boşanmaları herkesin diline dolanan Johnny Depp, kral olmakla birlikte yalın ve sakin bir aşığı canlandırıyor. Kralın aksanını tutturabildiğini söyleyen uzmanların sözüne katılıyorum.

Annelerin de görüşü vardır

Annem 93 yaşında. Birkaç kez birlikte basın gösterimine gelmişti. Bu kez filmi çok beğendiğini söyleyip düşüncelerini aktardı:

“Jeanne Du Barry

Kadın isterse kendini yoktan var eder, her yerde her durumda kendini kollar korur.

Kadının yapıcı gücü kendisini var etmekle gözler önüne serilir, yapar yakıştırır yüreklere oturur yürekleri yakar.

Dilindeki ninni gibi uyutur, coşturur sevindirir.

Hele bi de okumuş, dünyayı tanımışsa paraya şöhrete tapmaz, onurlu duruşu, yapıcı gücüyle beşiği de sallar, krallara da diz çöktürür.

Neboş, 09 Kasım 2023”

08 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

Korkut Akın

(22 Kasım 2023)

korkutakin@gmail.com

İnsan Ruhunun Kasvetli Tasviri: Açlık Oyunları Kuşların ve Yılanların Şarkısı

Vahşi kapitalizmi gözler önüne seren, kimsenin iyi olmadığı, kimsenin umudunun kalmadığı bir film “Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı”.

Filmin tanıtım bülteninde, “Yakışıklı ve çekici bir genç olan Coriolanus Snow, Capitol’de gözden düşen, solmakta olan bir soyun son umududur. Onun hayatı, 10. Açlık Oyunları için mentor olarak seçildiğinde değişir. Snow, yoksul 12. Bölge’nin haraç kızı Lucy Gray Baird’e akıl hocalığı yapmakla görevlendirildiğinde büyük bir paniğe kapılır.” deniyor. Dizinin beşinci filmi, izleyiciyi en başa, Snow’un “iyi” olduğu döneme götürüyor, ama kader ağlarını öyle örüyor ki, sadece o değil iyi kimse kalmıyor. Aslına bakarsanız distopik bir film, ama gerek kitaplarının gerekse önceki filmleri sevenlerinin beğeneceği denli çekici. Hızlı, güçlü ve hareketli. Her an her şey olabilir, her an her şey değişebilir. Zaten Lucy’nin sesini duyunca şarkısının etkisine giriyorsunuz hemen. Belki biraz ağır olacak, ama bencileyin yaşı gelmiş insanların sırf şarkıları dinlemek için bile izleyeceği bir film. Lucy’nin güçlü sesi, güzel yorumu filmi taşımaya yetiyor.

Korkulacak ne var?

Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir ülkede herkesin bildiği açlık yaşanıyor. Bu, öylesine büyük, öylesine zorlu bir açlık ki, insanlar bacaklarını kesiyor, sırf karnını doyurmak için. Açlık, günümüzün de en büyük sorunu; her ne kadar bizim ülkemizde egemen erk açlık ve yoksulluk yaşanmadığını iddia etse de, kendileri de çok iyi biliyor ki, inanılmaz büyük bir açlık ve yoksulluk yaşanıyor. Tabii, kara para aklayanlar, bahis oyunlarıyla insanları kandıranlar dışında…

İyi bir dekor tasarımı, müthiş pahalı prodüksiyonuyla “Açlık Oyunları, Kuşların ve Yılanların Şarkısı” muhakkak ki ilginç ve güçlü. Yoksullaşmayı hâlâ kabul edememiş Snow, ailesini bu durumdan kurtarmak için, yani sonunda verilen para ödülünü kazanmak için katıldığı bu yarışmada Lucy’e gönlünü düşürür, Lucy de ona… Çok çabuk olur bu, bir görüşte aşk gibi… Peki, kuşların ve yılanların işi ne? Onu da filmi izleyince göreceksiniz.

17 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(17 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayatın Gerçeği… Kurban

Sinema diğerlerinin arasında en zorlu sanattır, çünkü işin içine endüstri girer ve birçok ucu aynı potada eritmeniz gerekir. Bu, sadece bizim ülkemizde değil, dünyada da böyle. En tam da o nedenle sinema hem zorluğu hem de izleyiciye ulaşmanın kendine has coşkusuyla seyircisini etkiler.

Belki de bu gücü nedeniyle en korkulan sanattır sinema. Yasaklar ve sansür en çok da filmlerin tepesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanır durur. Hep daha iyisini isteyen sinemacı (senarist, yapımcı, yönetmen) tüm baskılardan kurtulmanın yolunu da bulur/bulmaya çalışır.

Festivaller ve filmler…

Bizim ülkemizde sosyoekonomik, sosyopolitik ve sosyokültürel sorunlar nedeniyle sanatın yapılması engelleniyor; yapılacaksa da sadece egemenin görüşüyle doğru orantılı olanların üretilmesi destekleniyor. Zorlu koşullar altında film yapan, mesajını izleyiciye iletmeyi amaçlayan sinemacı doğal olarak her fırsatı değerlendirmek istiyor. Bunun tek yolu da festivaller. En tam o nedenle de Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza gibi köklü ve gelenekselleşmiş festivallere yolluyor. Yarışmacı olmasa da festivalde filminin izleyiciye ulaşmasını istiyor.

Egemen erk ise yasaları hiçe sayıp -ki, artık Anayasa da uygulan(a)mıyor- yasaklarla, sansürle filmlere yaşama hakkı tanımıyor. En son örneğini “Kanun Hükmü” belgeselinin engellenmesinde gördük, yaşadık. Altın Portakal Festivali’nden jüri başta olmak üzere yarışmacı filmler de çekildi, sonunda festival yapılamaz hale geldi. Festivallerin küçük (ve aslında bir anlamda bağımsız) yapımcıların kendisini gösterebilme (salon bulamıyor birçok film ve izleyiciye ulaşamıyor) imkânı yarattığını ileri süren İsmail Güneş, filmini çekmedi sadece. Bana göre de doğru yapmadı, ama haksız da sayılmaz. Onun farklı düşüncesi vardı, başka yollar bulmak gerektiğini ileri sürdü. Sonuçta sinemamızın gelenekselleşmiş bir festivali bitti.

Suç ve Ceza Filmleri Festivali

İsmail Güneş’in, Altın Portakal’dan çekmediği Kurban filmi, 17 – 23 Kasım tarihleri arasında yapılacak 13. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde yarışacak. Güneş, sosyal medyadan, belki de izleyiciye başka ulaşma şansı bulamayacak bu filmi için izleme çağrısı yapıyor.

Bu, acı bir şey… Sadece Güneş’in Kurban filmi için değil, sinemamız ve film yapmak için olağanüstü çaba harcayan insanlar için de çok acı. İçeriği, konusu ne olursa olsun bir filmin ne meşakkatli bir süreç sonucunda tamamlandığını bilenler o filmin izleyiciye ulaşmasının ne denli önemli olduğunu kabul ederler. Muhakkak ki başarılı ya da başarısız bulunabilir, ama bu, her ne olursa olsun o meşakkatin çekilmediği anlamına gelmez. Her filmin izleyiciye ulaşma hakkı vardır ve olmalıdır.

Kurban…

İsmail Güneş’in filmografisine baktığınızda, Kurban, belki de en başarılı filmi. Daha önce sansüre uğrayan, sansürle sürekli boğuşan Güneş, belki de Altın Portakal’dan çekilmeme kararının tartışılmasını bu filmi izleyiciye ulaştırarak sonlandırabilecek.

Yoksul bir orman köylüsü, oğlunun tezkere bırakarak, hiç değilse kendisiyle birlikte ailesini de kurtarabileceği inancındadır. Güneydoğu sınırındaki oğulun ölümle burun buruna olması bile babayı bu kararından caydıramaz. Gelir olarak sadece hasta ve bir ayağı çukurda babasının emekli maaşı vardır ailenin. Hem babanın maaşını çekmek hem de hastaneye götürmek için indikleri kasabada kalp krizi geçiren birinin para dolu cüzdanı kendi çantalarına düşer… Doluya koyup aldıramayan boşa koyup dolduramayan babanın -ve ailenin tabii ki- çelişkisiyle komşularının bakışı filmin temel izleğini oluşturuyor.

Kurban, Atlas 1948 Sineması’nda, 18 Kasım günü 16:30’da;
Kadıköy Sineması’nda, 19 Kasım günü 16:30’da izleyiciyle buluşacak.

(11 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Süper Kahramanlar da Karışır: Marvels

Süper kahraman filmleri her kesimden izleyicinin beğenisini alsa da ben sevemiyordum. Bu kez, üç kahramanın buluştuğu (Charlie’nin Melekleri’ni anımsattı) Marvels, hem ilgimi çekti hem de keyifle izledim, sıkılmadan.

Süper kahramanlar, her yerde her zaman kazananlardır; ama bu türün özellikle fütürist (gelecekçi) olanlarında ağırlıkla olarak insanlar değil düşsel yaratıklar öne çıkıyor. O düşsel yaratıklar da hiç beğenilecek tipte olmuyorlar bana göre. Ayrıca bilmem kaç bin yıl sonrasını anlattıkları halde birçok şey günümüz teknolojisini yansıtıyor; biraz düş(ünce) gücü, biraz özen istiyor insan. Tamam, belki gerçekleşmeyebilir, ama o hayal bizi sarıp sarmalar hiç değilse…

Bu kez Marvels, bu sıkıntıyı aşmış göründü… Birbirinin yerine geçebilen, ama güçlerini birleştirdiklerinde her güçlüğün üstesinden gelebilecek üç genç kadın Kaptan Marvel, yani Carol Danvers (Brie Larson), Kamala Khan, diğer adıyla Bayan Marvel (Iman Vellani) ve Carol’ın görüşmediği yeğeni, şimdi SABER astronotu Kaptan Monica Rambeau (Teyonah Parris) şekilden şekle girebiliyorlar, zamanı dilediklerince değiştirebiliyorlar, komik durumlara düşüyorlar… Kısacası izleyiciyi beyazperdeye odaklamayı başarıyorlar.

Fütürist süper kahraman filmlerinin olmazsa olmazı niteliğindeki canavarlar ve/veya kötü yaratıklar bu filmde yok. Yerine geleceğin kedisi var: Goose (uzay kedisi). Çirkin görünse de işe yaradığı için sevimli sayılabilecek bir yardımcı güç Marvels için…

Film alabildiğine hareketli, aksiyon sahneleri birbiri ardına eklendikçe zaten “ne oldu, niye, nasıl ve ama” gibi soruları siliyorsunuz zihninizden. Güncelliği de var filmin, egemenliği ele geçirmek isteyen kötülerle onlara engel olmak için çabalayan (bilim insanları da var, unutulmamalı) süper kahramanlar Ukrayna – Rusya ve İsrail – Filistin savaşlarını anımsattı. Haksız ve emperyalist savaşlar neden binlerce yıl sonra da olsun ki? Bu üç genç ve güzel süper kahraman kadın barışı getirebilir, bizler de onlar gibi korkusuz ve kararlı olursak.

10 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(08 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Oyuncakların Ruhu Olur (mu): Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece

“Niye?” sorusu kocaman bir kasap çengeli örneği takıldı kafama. Sahi, niye, neden, nasıl gibi soruların yanıtı olmadan “bodoslama” girdiğinizde film, daha mı çok sarsıyor insanı?

Çocukluğunda yaşadığı bir travmadan kurtulamayan, hep o anı yaşayan, dahası çözmek isteyen biri, bulduğu gece bekçiliği işinde beş gece dayanırsa… Ne olacak beş gece dayanırsa? Peki, dayan(a)mazsa ne olacak? Niye beş gece? Daha uzun veya daha kısa süre olsaydı bir şey değişir miydi?

“Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece”, korku filmlerinin fenomeni Jason Blum, Scott Cawthon’un yapımcılığıyla, belki de sadece o fenomenlik ününden yararlanmak amacıyla yapılmış bir film. Emma Tammi, kendisinin de aralarında olduğu bir yazarlar grubuyla yazmış senaryoyu ve yönetmenliğini üstlenmiş. Ancak, yukarıda sorduğumuz soruların yanıtı olmayınca filmin etkisi de başarısı da kalmıyor. O güvenlik görevlisi olan Mike (Josh Hutcherson) niye ve neye göre seçilmiş? Niye o da, bir başkası değil… Bir özelliği mi var, bilmediğimiz… Küçük kardeşi Abby (Elizabeth Lail) ile aralarındaki yaş farkı sanki aynı anne babadan değilmiş gibi… Niye o kadar yaş farkı var?

Geçmişi yanınızda taşısanız da…

İnsanlar geçmişlerinden kurtulamazlar. Zaten filmin temeli de bu saptamaya dayanıyor. Mike, “unutsanız bile belleğinizin bir tarafında kalır o yaşananlar” diyor. Bu, hemen her psikoloji(k) kitapta yer alan ama kanıtlan(a)mayan bir sav. Çocukken kaçırılan kardeşinizin niye ve kim(ler) tarafından kaçırıldığını aradan geçen onca yıldan sonra öğrenseniz kime ne yararı olacak? Bir sav üzerine, ama dersine çalışmamışlar tarafından yapılan film istenilen etkiyi yaratamıyor doğal olarak.

Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece” korkutuyor mu? Hayır! Merak uyandırıyor mu? Evet! Temposunu ya da merak duygusunu film boyunca taşıyor mu… İzleyin, siz karar verin.

03 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(01 Kasım 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Adaletin Terazisi Gündemi Belirler: Suç ve Ceza Film Festivali

Anayasanın bile uygulanmadığı ülkemizde hukukun üstünlüğünden, kuvvetler ayrılığından söz etmek kolay değil. “Dünyanın gözü üzerimizde.” demek de pek doğru değil, “’Doktor ne yerse yesin.’ dedi” durumundayız, umursanmıyoruz…

Peki, bu durumu kabullenip oturmak mı gerekiyor? Bir şeyler yapmak gerekiyor. Bir şeyler yapılmalı muhakkak. Geç olsun ama güç olmasın diyerek işin ucundan tutanlara, elini taşın altına sokanlara destek olmak hepimizin sadece kendimiz için değil, geleceğimiz için de boynumuzun borcu…

Hukuk ve adalet…

“Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali”nin 13.sü, 17 – 23 Kasım 2023 tarihlerinde, Atlas 1948 Sineması, Kadıköy Sineması ve İBB Beyoğlu Sineması’nda gerçekleştirilecek. Bu festivalin önemli, önemli olduğu kadar gerekli, gerekli olduğu kadar da geleceğimizi belirleyecek ayağı da “İfadeye Özgürlük” temasıyla yapılacak olan akademik programı var. Panel, açıkoturum, konferanslarla sürdürülecek akademik program hem herkese açık hem de ücretsiz. Bu da herkesin bir kez daha düşünmesine fırsat verecek önemli bir çaba. Film analizleri forumu, ufuk açacak hem filmin okunması hem de katmanlarının anlaşılması için.

Siz yoksanız bir eksik…

Muhakkak ki herkesin kendince işi gücü, programı, yapması gerekenler var. Ancak kendinizi geliştirmezseniz ne işinizi gerçekten başarıyla yapabilirsiniz ne de programlarınız sonuca ulaşır. “Bir çiçek açsın bin fikir yarışsın” savsözünün işaret ettiği gibi her görüş yeni bir bakış açısı kazandıracak ve yeni ufuklar açacaktır.

İzleyeceğiniz bir film (mesela, İsmail Güneş’in, Kurban’ı ilk kez Antalya’da Altın Portakal adayı olmuştu, ama festival, bilindiği gibi, elbirliğiyle yok edilince yarışma olanağı kalmadığı gibi izlenmesi için tarih beklemek zorundaydı. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali bu fırsatı sunuyor) sadece konusu ve teması ile değil duygusu ve mesajıyla da günün gündemine uyacak, size kazandıracaktır. Sadece konulu uzun metraj filmler değil, bana sorarsanız tecimen olmadığı için duyguyu olanca gücüyle yansıtan kısafilmler de yepyeni tatlar katacaktır yaşamımıza. Uzun – kısa belgeseller, uzun metraj filmler, kısafilmler hukuk olmazsa adalet, adalet olmazsa demokrasi, demokrasi olmazsa gelişme olmaz diyecek izleyicilere…

(30 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Vahşi Kapitalizmin Yükselişi: Dolunay Katilleri

Martin Scorsese, sinemanın o kendine özgü izlenirliğini, anlatıcılığını ve yorumlayışını muhteşem bir şekilde yansıtıyor beyazperdeye. Deneyimli sinemacı, daha ilk kareden hem izleyiciyi hem de izleyicinin ruhunu kavramayı başarıyor (bana göre hep olduğu gibi).

Bu kez bir uyarlama… Tarihin içinden, sadece Amerikalıları değil, (isimleri değiştirin, istediğiniz ülkeye uyarlayabilirsiniz; maden için İngiltere, çevre korumacılığı için Türkiye, hatta son İsrail saldırılarına bile…) herkesi ilgilendiren bir öykü ve geleceğe yönelik dersler içeren.

Muhteşem bir açılış

Bir aşk öyküsü çerçevesinde, aslında bir soykırımın anlatıldığı filmde; William Hale (Robert De Niro), topraklarını çalmak ve petrol haklarını almak için Yerli Amerikalıları öldürüyor. Yeğeni Ernest Burkhart’ı (Leonardo DiCaprio), petrol haklarını devralma planının bir parçası olarak bir Osage kadını olan Mollie Burkhart (Lily Gladstone) ile evlenmeye ikna eder. Ernest, Mollie’ye aşık olur ve bu da planın bozulması anlamına gelir. Yeni kurulmakta olan (aslında hep var da, kurumsallaşmaya başlayan) FBI’ın bir ajanı (Jesse Plemons) cinayetleri araştırmak için şehre gelir.

Petrolün bulunmasıyla tarihin akışının da değiştiğini anlatarak başlıyor büyük usta filmine. Petrol, dünün yoksul ve hor görülen Osaka halkını, zengin ve Avrupa’ya gidip gelen, her birinin altında birer otomobille yaşayan insanlara dönüştürüyor. Birilerinin ağzı sulanmaz mı, böylesi bir durumda. Irkçılık kendini gösteriyor ve kukuletalı (Ku Klux Klan) katiller gecenin karanlığında değerlerin el değiştirmesini sağlıyor.

Evrensel bir öykü…

Yukarıda da değindiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası, gelişme ve medeniyet adı altında bir katliam yaşanıyor. Bunu ister açgözlü para babaları, ister devletler, isterse devlete sırtını dayamış illegal örgütler yapsın; biliyoruz ki bugünlerin temelinde yatan gerçek bu.

Bu arada, kişisel kin, nefret ve intikam da giriyor devreye… Burkhart, Mollie’nin kişisel servetine göz koymuş ve mirasın paylaşılarak azalmaması için sanki ailenin yanındaymışçasına duruşu, genel anlamda insanın yaşananlar karşısında aldığı tutumu yansıtıyor.

Scorsese, gerçekten uzun olan filmde izleyiciyi sıkmadan, yormadan yılların birikimi ve deneyimiyle anlatıyor anlatacaklarını. Oyuncuları ünlü olsa da filmi taşıyan sinema dili ve çerçevenin görüntülediği estetik tat.

20 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(19 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sanat İyileştirir: Antakya Film Festivali Üzerine

Yaşamı kuran, güçlendiren, güzelleştiren ve daha da önemlisi sürdürülebilir mutluluk haline getiren sanattır. İlk(sel) insanın mağara duvarına çizdikleri, bugün bize geçmişten bugüne yaşananları gösteriyor.

Yaşanan deprem felâketi sonrasında yeni bir heyecan ve gelecek için yeni bir umut olan 11. Antakya Uluslararası Film Festivali, konteynır kentlerde yapılıyor. Taş üstünde taş kalmamış Antakya’da, kapalı alanda bir etkinlik yapmak mümkün olmadığını göz önünde bulundurursanız (asıl önemlisi, halkın konteynır kentlerde barındığını da unutmadan) en iyi yöntem olarak açık hava etkinlikleri çıkıyor karşımıza. Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu ve ekibi gerçekten canla başla mücadele ediyor; birçok aksamaya rağmen, istenen (değil aslında amaçlanan) hedefe ulaşamasa da önemli bir iş başarıyor.

Eksikler hep olacaktır

En kurumsal, en örgütlü projelerde de eksiklikler, aksaklıklar oluyor. Yıkılmış bir kentin, umutsuz insanların içinde böylesine yoğun bir çaba içerisinde olmak, insanların yüzünü bir nebze için bile olsa güldürebilmek (https://sadibey.com/2023/10/07/korkut-akin-yaziyor-11-uluslararasi-antakya-film-festivali-deprem-yaralarini-gulen-filmlerle-saracak/) için çaba harcamak sadece Antakya veya Hatay halkı için değil, ülkenin tümü için geçerli ve önemli.

Atakan Metin (Sağdaki fotoğrafta sağ başta) öncülüğünde buluşan basın çalışanları hem Antakya’yı hem de festivalin dağıttığı o umut heyecanını yaşadı. Antakyalı, gerçekten umutsuz, gerçekten umarsız, gerçekten yılgın. Ancak “Festival” adını duyduklarında yüzleri gülüyor, destek olmak için ellerinden geleni yapıyor. Gönüllü arkadaşlar (hepsinin adını anmak isterim, hak ediyorlar, ama adlarını yazamadığım gönüllülerin gönlünü kırmadan herkese, her emek verene teşekkür ediyorum), bizimle birlikte deprem mağdurlarının da yeniden ayağa kalkacaklarının farkında, dört döndüler…

Koşullar belirleyici…

Deprem olmasaydı, duyurular hedefine daha kolay ulaşacak, etkinliklere katılım daha çok olacaktı. Muhakkak ki, suçun tümünü koşullara atmak pek de doğru değil. Etkinlik yapılan konteynır kentlerde hoparlörlerle duyuru yapılabilir, kentin girişine (hepsinde güvenlik var, özellikle hırsızlıkları önlemek amacıyla) bir pankart asılabilirdi. Şehir merkezinde (zaten beton yığınıydı, bitişik nizam binalar nedeniyle) bırakın bir ağacı, bir direk, bir küçük yükselti bile kalmadığı için duyuru yapılabilmesi pek de mümkün değil. Bu gerçekten üzücü, şimdi yazarken bile içim acıyor.

Moda oldu…

Antalya Altın Portakal sonrası (haklı bir protestoydu) yönetmenler filmlerini çekince moda oldu; Ankara Film Festivali’nden sonra burada da bir yönetmen filmini çektiğini duyurdu. Oraya gelmişsiniz, koşulları biliyorsunuz, biraz esnek davranmak, biraz empati yapmak gerekmez mi?

Devlet nerede?

İkizdere’de, Akbelen’de, Kaz Dağlarında doğayı katledenlerin yanında olan devlet güçleri Antakya’da bu kez depremin yaralarını sarmak için yapılan film gösterimlerinde, panel ve söyleşilerde yoktu.

Vali, işi vardıysa yardımcılarından biri, Belediye Başkanı, yoğunsa bir elemanını, Milli Eğitim Müdürü, Kültür Dairesi Başkanı, Emniyet Müdürü, Sağlık… ve diğer tüm yetkililer neredeydiniz? Siz de sanatın yanında yer almazsanız, kim nasıl destekleyecek bu çileli insanların ayağa kalkmasını?

Biz, üç gazeteci, iki yönetmen, beş gönüllü izledik filmleri… Dışarıda sorduklarım ise “Festival mi var, hiç duymadık” dedi; devlet dairesinde, belediyede veya kurumsal işlerde çalışanlar da aynı sözlerle yanıtladı sorumu. Oysa onlara bildirilse, belki kendileri değil, ama eşleri, çocukları, komşuları gelirdi…

Peki, siz neredesiniz?

Aramızda gazeteci(!!!) olarak bulunan birileri vardı; daha yola çıkmadan ne olduklarını belli ettiler. Havaalanında, bir sonraki uçağa kalırsanız, hepinize şu kadar para, öğle yemeği veririz diyen çığırtkana(?) kanıp ekibi bozdular. Onların transferine harcanan zaman ve para da boşa gitti; çünkü bırakın yazmayı, sözünü bile etmeyeceklerdir bulundukları ortamlarda (biri hele, etkinliğe yetişmeye çalıştığımız aracımızı yoldan döndürdü, meğer akıllı saat alacakmış, çok ucuzmuş… Saat alacağına onun aklını alıp kendisine kullansın).

Biri daha vardı; kukla tiyatrosu etkinliğinde, çocukları kaldırıp yerine oturan… Niye kaldırdınız çocukları diye sorduğumda, ne olduğunu bilmediklerini söylediler (-ler, çünkü iki kişiydiler; hani şu hem sahneyi çekip hem de telefonu kendilerine çevirip kendi reklamını yapmaya çalışanlar). Kukla tiyatrosundan arp konserine giderken, kendisinin müteahhit, sürücü eğitmeni, sürücü, petrolcü ve youtuber (hemen bütün sosyal medya platformlarında olduğunu belki kırk kez tekrarladı) olduğunu söyleyen (ve yanındaki) yine ön sıralardaki çocukları kaldırıp yerlerine oturdu. Ayıp demekten başka ne gelir elden!

Bunun yanında…

Genç gazeteci arkadaşlar, sürekli haber hazırladılar. Gün boyu çektikleri fotoğraf ve hareketli görüntüleri hedef kitlelerine ulaştırmak için sabaha kadar çalıştılar. Onlara (yine adlarını, olası bir eksik bırakmamak için vermekten kaçınıyorum) çok teşekkür borçluyuz. Sadece etkinlikle sınırla kalmadı onlar, gittiğimiz, gezdiğimiz yerlerde ve tabii, konteynır kentlerde herkesle konuşmaya, onları duyurmaya çalıştılar.

Ne yapmalı?

11. Antakya Uluslararası Film Festivali’ni sanat festivali olarak yeniden organize edip diğer sanat dallarının yaygınlığından daha çok yararlanarak bu etkinliği halka indirmek gerekir. Bir fotoğraf sergisi, bir resim çalıştayı (insanların içinde birlikte çalışmak), bir folklor gösterisi eklemek, bu festivali daha da güçlendirecektir. Kısafilm maratonu bile düzenlenebilir. Farklı mahallelere giren sanatçılar halka ulaşmış onların derdini dinlemiş olur. Festivalin omurgası, ana teması yine sinema olur, diğer etkinlikler de sinemayı destekler; böylelikle hem yaygınlaşır hem de etkisi artar.

(17 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Üzerinde Fırtınalar Koparıldı: Kanun Hükmü’nde Yasak

Kimsenin izlemediği, ama çuval dolusu (boş) laf ettiği “Kanun Hükmü” belgeselini izledim. Birkaç gazeteci için düzenlenen özel gösterime davet edilip de gelmeyenlerin, bir festival iptaline varan, siyasal ve mesleki sıkıntılar yaratan bu önemli çalışmanın hiç de söylendiği gibi olmadığını baştan bilmelerini isterim.

Yönetmen Nejla Demirci, gerçekten titiz çalışmış ve temiz bir film yapmış. Beş yıla varan çekimlerle birlikte sadece ve sadece durumu sermiş gözlerimizin önüne. Alabildiğine objektif duruyor. İzleyici karar versin yaşananları görüp.

“İşimi istiyorum”

Demokrasilerde olmaz denilen, Cumhurbaşkanına, olağanüstü yetkiler veren ve kalemle kâğıt arasından (iki dudak arasından) çıkan sözlerle; itiraz edilemez olan “Kanun Hükmünde Kararname”lerle on binlerce insan işinden aşından oldu, yüzlercesi tutuklandı, yargılandı. Kimse nedenini bilemedi, sorsalar da yanıt alamadı… intihar edenler oldu.

Kanun Hükmü belgeseli, bu zor duruma düşürülen iki kişiyi almış ele… Biri doktor, bulunduğu ilçenin tek kardiyoloğu, diğeri öğrencilerini çok seven bir sınıf öğretmeni. Doktor, hastalarını evlerinde takip ediyor, onlar da kaymakamlıktan savcılığa, Cimer’den Bakanlıklara kadar her yere dilekçelerle hekimlerini savunuyor. Belgeselde yer alan hastaların konuşmalarını, gözlerindeki hüznü gördükçe, siz de “Neden?” diye soruyorsunuz kendinize.

Öğretmen ise inanılmaz bir yaratıcılıkla, “İşimi istiyorum.” diye haykırıyor. Suyla yere yazı yazıyor (polisler, sıcak havada kuruyan yazıyı okuyamasalar da) gözaltına alıyor. Öğretmen dediğin yılar mı? Kartonlara yazıyor, iple yine yere yazıyor, pankart hazırlayıp teknede gezdiriyor, Türkçe yazılanlara birçok dilde aynı talebini yazarak bir dizi pankart asıyor. Polisler, bir ara süre veriyor: “Beş dakika içinde kaldıracaksın.” Öğretmen kaldırıyor ama gözaltına alınmaktan kurtulamadığı için yazıları bırakıp polislerle gidiyor…

İnsanın içini acıtan…

İşten neden atıldığını bilmeyen, bilecek birilerini bulamayan, başvurduğu mahkemeden “Biz bir şey söyleyemeyiz.” yanıtı alan öğretmen, bir seferinde, kâğıt uçurtmalar yapıp öğrencilerine yolluyor teneffüste.

Acı olan ne biliyor musunuz? Hapishane gibi çepeçevre demir örgülerle çevrili okulun bahçesi. Bir, bilemediniz bir buçuk metre boyundaki çocukların hapsedildiği okulu üç metrelik demir örgülü çitler koruyor. İçim yandı. Öğretmene olduğu kadar o cendere altında güya koşup oynayan çocuklara…

Televizyon haberleri…

Cumhurbaşkanı, 15 Temmuz’dan sonra Olağanüstü Hal uygulaması başlattıklarını, böylelikle grevleri engellediklerini söyleyip, işverenlerin korunduğunu açıklıyor… Filmden aklımda kaldığınca mealen aktardığım bu görüntü için Yönetmen Demirci, “Gerçekten de televizyonu açtığımızda bu cümleleri duyduk ve olduğu gibi filme aktardık.” diyor.

Televizyonlardaki haberler üzerine bir vatandaş da haklı olarak işten atılmasını gitar çalarak protesto eden öğretmeni tehdit ediyor. Polisler yine öğretmeni gözaltına alırken tehdit edeni bırakıyor.

Sanatın yeri…

Yaşananlarla yüzleşmezsek gelişemeyiz. Bize kendi yorumumuzu da katarak gelişmeyi gösteren sanattır. Sanata karşı çıkmak, gelişmeye, gelişmiş uygarlıkla düzeyine çıkmaya karşı çıkmaktır.

Antalya Altın Portakal Film Festivali sorumlusu, jürinin yarışma değer gördüğü Kanun Hükmü belgeselini, seçkiden çıkararak büyük bir yanlış yaptı. Jüri hemen itiraz etti ve çekildi, ardından (ikisi dışında) bütün filmler çekildiklerini duyurdu. Sinemacılar başta olmak üzere sosyal medya üzerinden inanılmaz büyüklükte tepki gelince festival sorumlusu geri adım atarak filmi yeniden kabul ettiklerini duyurdu.

Olan ondan sonra oldu…

Sanatı ve kültürü savunması gereken Kültür Bakanlığı, Altın Portakal’dan desteğini çekti. Peşi sıra Spor Bakanlığı, mekânı geri aldı; sponsorlar durur mu, onlar da çekildi. Son ana kadar sessiz kalan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, festivali her şart altında, bu yıl sonuna kadar gerçekleştireceklerini ilan etti.

İş işten geçmeden…

Yönetmen Nejla Demirci, başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na başvurduğunu, filmi izlemek isterlerse hemen ileteceğini söylemesine karşın hiçbir kurum ses çıkarmadı. Bugün Kanun Hükmü üzerine ahkâm kesenlerin hepsi filmi sadece teaser üzerinden yargılıyor ve suçluyor. Yarın utanacaklardır, tabii yüzleri kalırsa.

(11 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

11. Uluslararası Antakya Film Festivali: Deprem Yaralarını Gülen Filmlerle Saracak

Antakya yerle bir olduğu o büyük depremden çıkalı daha bir yıl bile olmadı. Birçok eksiği var. Birçok zorunlu, temel ihtiyaçlar karşılanamıyor bile. İnsanlar öyle çaresiz, öyle mahzun, öyle umutsuz ki… üzerlerine yapışan o kem talihin ve sosyoekonomik, sosyotültürel ve sosyopolitik tozlarını silkinip atmak için ufak bir işaret bekliyor.

İlkokul yıllarından anımsadığım bir metin var: “Almanya, İkinci Dünya Savaşının ardından önce tiyatro binaları inşa etti; hastane ve yol daha sonra yapıldı. Çünkü sanat, tüm yaraları saracak en iyi ilaçtır.” Kimin yazısı anımsayamasam da aklıma mıh gibi çakıldı bu söz.

Sinema şifadır…

11. Antakya Uluslararası Film Festivali, tam da bu koşullarda, sadece Antakyalılara değil, depremden etkilenen herkese bir şifa olmak için, “Antakya varsa ben de varım” sloganıyla 13 – 19 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Festival koordinatörü Atakan Metin, alışılagelen konforun bulunmadığı, bulunamayacağı bir festivali yapacaklarını, ancak sinemanın şifa veren o sihirli dünyasıyla umutları dirilteceklerini açıkladı. Çok akılcı bir kararla, festivali il, ilçe ve bütün büyük konteynır yaşam alanlarına yaydıklarını söyleyen Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu, festival destekçilerine teşekkür etti.

Gülümseyin sinema geliyor…

En önemli duyuruyu festivalin uzun metraj bölümünün başkanlığını yürüten Murat Şeker yaptı. Şeker, hemen tüm festivallerde asık yüzlü filmlerin seçkilere alındığını; Antakya’nın bu yılki durumu nedeniyle insanların gülmeye ihtiyacı olduğunu; buna bağlı olarak da bir pozitif ayrımcılıkla güler yüzlü filmleri seçtiklerini söyledi. Katılmamak elde mi Şeker’in bu düşüncesine…

Meral Orhonsay Sinema Onur Ödülü’ne, Vadullah Taş ise Sinema Emekçi Ödülü’ne değer görüldü. Ödüle değer görülen iki sanatçı da, Antakya’nın böylesi bir etkinliğe ihtiyaç duyduğunu, bunun rehabilitasyon yolunda bir ilk adım olacağını dile getirdi.

11. Uluslararası Antakya Film Festivali, diğer tüm eksikliklere karşın deprem yaralarını sarmakta olmazsa olmazımız olmalıdır. Sürdürülebilir bir mutluluk için sinemadan vazgeçilemez.

Aklıma takılanlar…

Basına dağıtılan film listesinde bir sözcüğe takıldı kafam. Her filmin bir “müdür”ü var. İyi de neden yönetmeni yok! Aslında oradaki müdür, müdür değil yönetmen. Ancak Google translate, “director”ı müdür olarak çevirince filmleri yönetmen değil müdür çekmeye başlamış. Bu, aslını sorarsanız başka metinlerde de çıktı karşıma, ama bir film festivalinin metninde, doğrusu yadırgadım.

Bir de gündemden bir konu var… Festival sorumlularının, konum ve görevleri nedeniyle Antalya Altın Portakal’da yaşanan yasaklama, sansür ve festivalin iptal edilmesine değinmemesi belki normal karşılanabilir, ama sinemacıların yaşananlara bir tepki göstermemesi kabul edilebilir bir şey değil, bana göre. Susma sustukça sıra sana gelecek!

(05 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kasa Hep Kazanır: Emeklilik Planı

Filmin adını duyunca, gerek toplumun gerekse siyasetin gündeminde de emeklilere maaş artışı yer alıyor olunca, ister istemez filmi bizimle doğrudan doğruya bağdaştırdım. Galiba bir tek bizim emeklilerimizin maaş sorunu var; filmdeki emekli Caymen Adalarında keyif çatıyor. Film boyunca bizim sorunumuzla ilgili üç beş cümle edecek mi diye bekledim… tamam, tamam, itiraf ediyorum, çok abarttım. Ama insan yaşadıklarının beklentisi içinde oluyor ister istemez.

Amerika’da beş aydır süregelen senarist (daha sonra oyuncular ve kamera arkası çalışanlarının da katılımıyla büyüyen) grevi sürerken yönetmen Tim Brown’un grevi kırarak yazıp yönettiği Emeklilik Planı’nda Nicolas Cage, Ashley Greene, Ron Perlman, Jackie Earle Haley ve Ernie Hudson rol alıyor. Bu çerçevede, Emeklilik Planı bir grev kırıcı film, oyuncuların da katıldığı… Cage’in on yıldır görmediği, duymadığı kızı, kocasının kendisini kurtarmak amacıyla sakladığı bir taşıyıcıyı (film boyunca bellek ile hard disk deyip durdular, görünce anlıyorsunuz ki, bildiğiniz taşıyıcı) kızıyla (yani Cage’in bilmediği torunuyla) ona gönderir. Sonrası aksiyon. Tabancalar sürekli ateş kusuyor, tüfekler patlıyor, insanlar ölüyor…

Filmin bizim emekliliğimizle ilgisi olmasa da bizim yönetimimizle (aslında tüm yönetimlerle) doğrudan bağlantısı var. Bir suç örgütünün, uyuşturucudan insan kaçakçılığına, fuhuştan ihale dümenlerine kadar her şeyde parmağı var (Bizde de, biliyorsunuz, bir siyasi ayağı bulunamadı, herkesin bilmesine karşın.) Bu suç örgütünü hem suçüstü yapmak hem de çökertmek için devletin yaptığı bir planmış meğer yaşananlar. Böyle anlatınca merak katsayısı yükseldi bende de yazarken. Emniyetin, istihbarat örgütlerinin (burada CIA ve FBI anlamında) ve siyasetçilerin içinde bulunduğu bir labirentte yaşanıyor her şey. Emniyet müdürünün vali olma amacıyla onca ölüme yol açması, bilmem sizde ne gibi bir duygu uyandırır.

Oyuncuların gücü tutuyor aslında filmi ayakta bir bakıma… Bobo, (Ron Perlman) neden kötü adam olmuş? Nicolas Cage (iki kimlikli, eski bir istihbaratçı, onun için hangi adını kullanmalıyım bilemedim; Dede diyelim) niye erken emekli? Thalia Campbell (torun Sarah) sordukça herkes afallıyor.

Film sadece aksiyon olarak görülmemeli, hoş bir komedi yanı da var; her aksiyonun gizemli tarafı vardır, burada da dozunda… Yine de unutulmaması gerekenleri yukarıda okudunuz.

Amerika’daki senarist ve oyuncuların grevi, 27 Eylül’de anlaşmayla sona erdi.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(26 Eylül 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Umut Etmekten Yorgun: Kuru Otlar Üstüne

Bir filmi izlerken, film seyrettiğinizi unutuyorsanız o sinemadır. Zaman da zemin de önemli değildir, sizi sarıp sarmalamıştır ve o duyguyu yaşıyorsunuzdur.

Nuri Bilge Ceylan’ın, Cannes’da büyük övgüyle karşılanan ve dakikalarca ayakta alkışlanan filmi “Kuru Otlar Üstüne”, bir köy okulunda öğretmenlik yapan Samet (Deniz Celiloğlu), Kenan (Musab Ekici) ve Nuray’ın (Merve Dizdar), sosyal anlamda sığ ve sıradan yaşamına odaklanıyor. Tabii, Sevim (Ece Bağcı) ile öğrenci ilişkileri de yer alıyor; biraz platonik, biraz zaman geçirmek biraz da çocuksu… Filmdeki tipler sıradan olmakla birlikte perdenin dışına taşan karakterleriyle etkisini uzun süre tutuyor izleyicinin üzerinde; sokakta her an yanınızdan geçip gidiveren sıradan insanlar her biri aslında. Filmde, geleneksel kötü adam/kötü kadın yok; herkesin iyi ve kötü yanları var.

Film, Akın Aksu, Ebru Ceylan ve N. Bilge Ceylan’ın ortaklaşa yazdığı senaryo demek gerekir, sadece yaz ve kışı olan bir coğrafyada geçiyor; baharı görmeyen otlar, yerdeki kar kalkarken kuruyor. Bu önemli bir ayraç: İnsanın içinde iyiyle kötü, güzelle çirkin birlikte bulunuyor; iki duygu bıçakla kesilir gibi net çizgilerle ayrışamayacağı için, yaz ile kış arasında baharın olmadığını vurguluyor.

Otların yeşermeden kurumaya dönmesi, insanın yılgınlığının anlatımından başka bir şey değil. Nuri Bilge Ceylan, daha önceki filmlerinde de yapmıştı bunu; kendisini dışarıda tutup tüm karakterlere eşit uzaklıkta durarak, onları izleyicinin yorumunda canlandırmayı seviyor.

Sıradan Hayatın İhtişamı

Samet ile Kenan aynı lojmanı paylaşan iki öğretmen, köyde zaman geçirebilecek pek bir yer yok, dolayısıyla insanların birbirleri hakkında söyledikleri öne çıkabiliyor. Öğrenciye karşı davranışları yukarıya şikayet edilince iki arkadaş arasında da nedeni apaçık bir gerilim doğuyor. Kimse durduğu yerde değildir ikinci bir görüşmede… Nuray’ı, evlenmeyi çok isteyen Kenan’la tanıştırmasına karşın, o gerilimin (ben öyle yorumladım belki de) sonucunda kendisine uygun gören Samet gerçekten de aynı insan mı diye soruyorsunuz. Veteriner ve sürekli dağlara(!) gitmek isteyen arkadaşı, okulun hizmetlisi, müdür ve yardımcısı ile diğer öğretmenler de hem iyiler hem kötü. Filmin başında, Samet için “iyi” diyenler, sonunda o “iyi”liğin ne kadarının doğru ve içtenlikli olduğunu tartmak zorunda kalıyor.

Karakterlerin tümü aslında toplumsal yapının da göstergesi. Dört yıldır köyde olan Samet, kendince alabildiğine felsefik, entelektüel ve doğru baksa da bakışı diğerleriyle hep çatışıyor. Nuray, barışçıl bir eylemde (10 Ekim 2015, Ankara Gar Katliamı) bacağını kaybetmiş ampüte bir öğretmendir, materyalist bir bakışa sahip olsa da engeli nedeniyle duygusal bir boşluğa düşmüş, ama düşüncesiyle oradan çıkamamanın sıkıntısını yaşıyor, kimseye göstermek istemese bile. Kenan, yakın bir köydendir ve ailesinin (mahalle) baskısı altında evlenmek için hemen her fırsatı değerlendirmeyi düşünmektedir. Her üçü de kendince haklıdır, her üçü de toplumun yansımasıdır, her üçü de siz değilseniz bile en yakınınızdakilerdir.

“Kuru Otlar Üstüne”yi başından sonuna başarıyla taşıyan Deniz Celiloğlu, ama Cannes’da ödülü kapan -ona oranla az rolüne karşın- Merve Dizdar oldu. Bir nedeni vardır muhakkak. Benim aklıma gelen, Merve Dizdar’ın düzeyine çıkan bir başka kadın oyuncunun olmadığı; Deniz Celiloğlu’nun ise rakipleri arasından sıyrılamadığı… Her iki oyuncu da gerçekten çok başarılı. Öğrenci duygusallığını çok iyi taşıyan ve yansıtan Ece Bağcı da unutulmamalı, alabildiğine yalın ama gözlerinde bambaşka ateşler yanan bir karakteri canlandırmış.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(25 Eylül 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com