Etiket arşivi: Korkut Akın

Bana Bir Yalan Söyle Kendi Gerçeğin Olsun

“Halk Sağlığında Koruyucu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” adlı kitap ve DVD çalışması bulunan, klinik psikonöroloji eğitimini tamamlamış, homeopati hizmeti veren Fzt. Osteopat İbrahim Mayda’dan, bir bilimsel gerçekliği paylaşarak başlamak en doğrusu… Herkesin bilmesi ve kabul etmesi gerekirken bizim ülkemizde kulaktan dolma söylentilerle mahalle baskısı yaratılıyor ve yaşamlar söndürülüyor.

“Inferior Nucleus Anterior Hypothalamus (INAH): Cinsiyet, hamileliğin 9. haftasında testesteron düzeyine göre belirleniyor. INAH, erkekte testesterondan dolayı biraz büyük, kadında da östrojenin fazlalığına bağlı olarak biraz küçüktür. Erkekte testesteron yüksek östrojen düşük, kadında ise östrojen yüksek testesteron düşüktür. INAH normalin biraz altında ise fibromyalji sendromu, ondan biraz daha düşükse biseksüel eğilimler, daha da düşükse ilişkide pasiflikler yaşanır. INAH her iki cinste normalden yüksekse gerek erkekte gerekse kadında aktiflik önde olur.

INAH’ın normalin dışında olmasına ek olarak epigenetik yaşamdaki olumsuzluklar beslenme alışkanlıkları çocuk yaşta cinsel travmalar psikolojik travmalar vs. INAH’ın normalin dışında olmasındaki tabloyu destekler. Erkek erkeğe ya da kadın kadına olan cinsellik bir hastalık değil, kendi doğalarının gereği yaptıkları birlikteliklerdir. Herkesin saygı duymak gibi bir zorunluluğu vardır ve ötekileştirilmemelidirler.”

Otobiyografik öykü…

Bir kitaptan uyarlanan “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, dedikodularla yaratılan korku dolu tedirginliği giderecek bir film. İlk aşkın ve yaşattığı heyecanın bir ömür boyu sürecek hatıraların özel önemini aktarıyor biz izleyiciye… “Seni seviyorum, ama bundan sana ne” yaklaşımı, aslında aşkın tek taraflı olduğunun da göstergesidir; eğer arada büyüyen duygu karşılıklı iki kişiyi de yüceltiyorsa, zaten sürüyor. Siz, birini seversiniz, o bir başkasını seviyordur ve bir araya gelmeniz mümkün değildir… İşte o zaman aranızdaki duygular bıraktığınız yerde durmaz. Ya büyür gelişir, bir daha tutamazsınız ucundan bile ya da o denli genişler yayılır ki asla toparlanamaz. Peki, ne olur o zaman?

Herkes kendi yoluna…

İçinizde yaşatırsınız duygularınızı, görmeseniz de, işitmeseniz de… İki yüzüncü yılını kutlayan ünlü bir konyak markasının etkinliğinde yer alan romancı Stéphane Belcourt (Guillaume de Tonquedec), uzun yıllar sonra dönmüştür kentine. Her şey değişmiştir, insanlar da, ortam da, ilişkiler de… Geçmişini anımsar her adımda. Unuttuğu, unutturulması istenen geçmişini, aradan geçen yıllar sonrasında yeniden hatırlar. İlk gençlik yıllarında aşk yaşadığı Thomas yoktur, ama oğlu Lucas Andrieu (Victor Belmondo) ile tanışır. Doğal olarak da anılar birbirini kovalar.

Sıradan bir öykü gibi gelse de tutucu düşüncenizin zincirlediği duygularınızı sarıp sarmalayacak bir anlatım “Bırak Artık Şu Yalanlarını”. Gerçek duyguların alabildiğine yalın ve sapmadan anlatıldığı film, yönetmen Olivier Peyon’un başarısını da kanıtlıyor. Film, duygunuzu sınırlamadan ve sizi zorlamadan konuyu gerçekten çok iyi anlatıyor. Oyuncular da (özellikle Tonquedec ve oğul Belmando müthiş, Guilaine Londez’in canlandırdığı organizasyon sorumlusu Gaëlle Flamand) yönetmene katılınca filmin gücü de yükseliyor, heyecanı da, etkisi de… Müziğini de unutmamak gerekir muhakkak.

Otobiyografik kitabın filmi de aynı çizgiyi sürdürüyor. Geri dönüşlerle hatırlananlar arasında güçlü bir bağ kuruluyor ve olayları şu anda veya geri dönüşlerde ortaya çıkarken izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen bir film yeni bir şey değil aslında, ilk aşkını anan birinin anlatılması da yeni değil, ama “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, hepsini bir potada birleştirerek sağlam bir yapı oluşturuyor.

Sadece görüntüye bakarak…

Sinemayı çok seven, dilini bilmese de filmi (Fransızcaydı, altyazı da Türkçe olunca) sıkılmadan, büyük bir özenle -ve tabii, keyifle- izleyen Koreli misafirimiz Yousu Kim, şöyle yazdı duygularını:

Film “Lie With Me”, benim için renkli bir aşk büyüsü gibiydi. Anladığım bir dil olmadığı için, sadece filmin kendisini gözlemliyordum. Aslında, filmin sesinin bir yan öğe olduğunu söyleyen ustanın sözünü doğrularcasına sadece görüntüyü izleme fırsatının benzersiz bir deneyim olduğunu sezdim. Anlatılanın ayrıntılarını bıraktığım anda, oyuncuların yüzlerindeki küçük duygu değişikliklerini görebilmeye başladım. Ani üzüntüden beklenmedik gerçeklerle yüzleşmenin hayal kırıklığına, pişmanlığın acısından karşılıksız sevginin yürek parçalayıcı hüznüne kadar geçişler belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bu, neredeyse sihirli bir bağ gibiydi…

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde.

(15 Ağustos 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Müzik Dans ve Hikâye: Carmen

Carmen, en çok filme uyarlanan öykülerdendir; klasik olanı da vardır, modern olanı da… Aykırı olanı da görürsünüz, uyumlu olanını da… Bu kez Yönetmen Benjamin Millepied, bize, Meksika sınırındaki kaçak göçmenlerin arasından bir müzik, dans ve öteki öyküsü sunuyor.

Evet, günümüzün en büyük sorunlarından, hatta en başta gelenlerinden biri olan göçmenlik çözüm bulunamayan ve hemen her ülkeyi ilgilendiren bir konu. Türkiye’ye Suriyeli, Afgan, Afrikalı geliyor; Türkler de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyor. Kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi sosyal (ve tabii küresel kuraklık da unutulmamalı) nedenlerle göçmen olurken; Carmen’de olduğu gibi hayatını kurtarmak için her şeyini geride bırakıp da gidenler de var…

Annesi öldürülen Carmen (Melissa Barrera), çareyi kaçmakta bulur. Carmen sınırdan geçerken, gönüllü sınır muhafızı Aidan (Paul Mescal), arkadaşlarını öldürür, birlikte kaçarlar. İki genç arasında, başta yoksa da film ilerledikçe bir duygusal çekim söz konusu olur. Ancak belirleyici olan aşk değil, hayata tutunabilmektir. İki arkadaş, hem kaçaklıklarını gizlemek hem yakalanmamak hem de içlerindeki duyguyu dizginlemek ihtiyacı hissederler.

Hikâyenin taşıdıkları…

Masallar artık “bir varmış, bir yokmuş” diye başlıyor mu bilemiyorum, ama Carmen filmini izlerken masallardaki kahramanlar, artık peri padişahının kızını alabilmek için Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak ya da dağı delip geçmek zorunda değil. Modern zamanlar denilen günümüzde, ıskalanmış yaşam sürdürenlerin, hayatta kalma mücadelesiyle sınırları aşmaları, sadece sinemanın değil tüm sanatların en sürükleyici efsanesi.

Yönetmen Millepied, belirgin bir mekânı vurgulamıyor. Tabii ki, orası Meksika olabileceği gibi gözünüzü bir an için, bir saniyeliğine kapayın, Suriye – Türkiye, Türkiye – Yunanistan, Kanada – ABD, Ukrayna – Avrupa ülkeleri de olabilir. Öyküler farklı olabilir belki, ama kesinlikle aynı duygu yükünü omuzlamıştır.

Carmen, bağımsız, kendi başına buyruk yaşayan, ama gelenekleriyle de bağını koparmamış bir kadın. Dansın duygusu içine işliyor insanın izlerken. O denli iyi kurgulanmış ki, Sadi Çilingir, haklı olarak, “Filme müzik yapılırdı, ama Carmen’de müziğe film yapılmış.” diyor. Tabii ki, müziğe yapılan film akla hemen video klipleri getiriyorsa da hem doz, hem hız, hem de uyum tam sağlanmış.

Carmen’in yolculuğu Meksika sınırını aşmakla başlıyor, yanındaki ile birlikte, kendi sınırlarını da zorladığı bir arayışı izliyoruz.

Film, olay örgüsünden çok bir ruh hali aktarımı; buna da bağlı olarak özgürlük ve aidiyet, tutku ve trajedi, müzik ve dans, yaşam ve ölüm iç içe… Film, olabildiğince gerçek bir öyküyü böylesine şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye… Anlatılan öykü ve anlatılış biçimi değişse de özündeki insan hiç değişmiyor. İnsanla birlikte ayrılmaz ikilininse aşk ve isyan olduğunu unutamamak gerekir.

Misafir görüşü

Filmi birlikte izlediğimiz, misafirimiz Koreli Yousu Kim, filmi şu cümlelerle yorumladı: “Türkçeyi sınırlı anladığım için filmin görsel unsurlarına odaklandım. Özellikle Carmen’in eli, üzerimde önemli bir etki bıraktı. Farklı sahnelerdeki yer alış biçimi güçlü ve unutulmazdı. Aidan’in illüzyonlarının, travmatize olmuş askerlerin zorluklarını yansıttığı şekilde sanatsal olarak sunulmuş olması da etkileyiciydi. Filmdeki müzik ve dans performansları çok iyiydi, benim için büyük bir zevk ve gözlerim için bir şölendi sanki.

Carmen’in bakışları, güçle doluydu ve dirençli bir kadın imajı çiziyordu, bu da aşkın ve veda etmenin hayatımızın belirleyici zorlukları olduğunu yansıttı. Onun cesaretini görmek ilham vericiydi ve bana hayatın sürekli bir hoş geldin ve hoşça kal döngüsü olduğunu hatırlattı.”

18 Ağustos’ta gösterimde…

(12 Ağustos 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dünya Daha da Karanlık Olur mu: Sürü

Öylesine zorlu koşullarda yaşıyoruz ya da yaşatılıyoruz ki, çözümsüzlüğü çözüm diye gösteriyorlar ve hep aldanıyoruz.

Sürü, Kolombiyalı iki gencin alkol içip uyuşturucu kullandıktan sonra işledikleri cinayet sonrası götürüldükleri cezaevinde yaşananları anlatıyor. Bir ormanın derinliklerinde, güya rehabilite edilecek “suçlu” ergenler, aslında birileri için keyifli bir yaşam merkezi hazırlıyorlar. Başlarındaki eli silahlı gardiyandan, idealist ve dini telkinlerle onları “doğru yol”a getireceğine inanan koruyucuya, hükümlü gençler de dahil kimse inanmıyor bu “cehennem”den başarıyla çıkılacağına.

Karanlık…

Bizim ülkemizde ormanlar kesiliyor, jandarma kesenleri değil korumaya çalışanları engelliyor. Diğer tarafta ormanlar yanıyor, söndürmek için koşturanlar engelleniyor. Her ikisini de devletin güçleri yapıyor, olan doğayı korumak için mücadele edenlere oluyor. Kolombiya’da ise orman birilerine peşkeş çekilmek üzere hükümlü gençlerin dur durak bilmeyen insanüstü çabalarıyla yaşanılabilir yere çevrilmeye çalışılıyor. Film, her iki bakışın da yanlışlığını sorgulamak için ipuçları veriyor izleyicilere.

Biz, film üzerinden gidelim ve Kolombiya’daki öyküye odaklanalım, sizler de ülkemize uyarlayın: “Sanat, görünenle görünmeyen arasında bir köprüdür.” diyen yönetmen Andres Ramirez Pulido, filmiyle, sorunlu gençlerin zorunlu tutuldukları hapishanedeki karanlık yaşamı izletiyor.

Babasını öldürmeyi düşleyen, ama yanlışlıkla bir başkasını vuran (bu arada cesedi de bulunamıyor) Eliu’nun ve cürmü birlikte işlediği El Mono’nun (suç ortağı) tedirgin ama bir o kadar da boyun eğmeyen duruşları, dar alanda da olsa bir başkaldırı. Diğer taraftan öldürdükleri adamın yakınlarının intikam alma girişimleriyle, Eliu’nun kardeşinin oluşturduğu çete ile babasını öldürme kararlılığı arasında izleyici sözsüz bir şiddeti yaşıyor. Gerçek mi yoksa yanılsama mı tüm bunlar?

Ormanın derinliklerindeki gençlerin bilinmezliği ve karanlık görüntüler izleyicinin içine işliyor. Sıkıcı bir film sanılsa da sorgulayan ve sorgulatan bir film Sürü.

Suçlu da olsa insan, sosyal bir varlıktır ve muhakkak ki, hakları vardır.

Küçük bir not…

Film adları belirleyici olur izleyicinin zihninde… Filmin orijinal adı La Jauria, Türkçeye Sürü olarak çevrilmiş. Sözcük anlamı üzerinden bakarsak La Jauria Fransızcada Jüri anlamına gelirken Kolombiya’da kullanılan İspanyolcada “Paket” demek… Ancak ses benzetmesinden yararlanılarak filmin adının “Sürü” olması uygun görülmüş. Her üç sözcük de filmin içeriği hakkında bilgi vermiyor (tabii, çağrışımlar üzerinden her üç adı da anlamlandırabilir, aralarındaki diyalektik bağı kurabilirsiniz). Belki merak uyandıran bir ad verilebilirdi ve izleyici için daha da çağıran bir isim olabilirdi…

28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(27 Temmuz 2023)

korkutakin@gmail.com

Savaş Kötüdür, Savaş Çıkaranlar Daha da Kötü…: Oppenheimer

Tarihi kronolojik sırayla anlattığınızda birçok insan sıkılır, hem geçmişten bir şeyler anlatıyorsunuzdur hem de doğrudan değil, dolaylı mesaj veriyorsunuzdur. Oysa (sözlü tarihte olduğu gibi) ilginç gelen konuları birleştirirseniz hem izleyicinin merakı artar hem bulmacayı çözmek için çaba harcar hem de araları bağlamak için düşünmeye başlar.

Önce teknik!

Sinemanın keyfini çıkaran yönetmenlerden biri Christopher Nolan; kendini yenilemesi yetmiyormuş gibi teknikte de yenilikler istiyor. Oppenheimer için, (biliyorsunuz, film kamera ve projeksiyon makinesinden dikey geçer) IMAX’a 35 mm’lik pelikül yerine 70 mm’lik bir kamera yaptırmış. Bu kameranın bir diğer özelliği de filmin yatay geçmesi, yani düzeneği tümüyle değiştirtmiş. Bu değişimle kamera hem çok ağır olmuş hem de ışığa daha çok gereksinim duymuş. Bunu düşünmek (fotoğraf filmleri de yataydır ve görüntü netliği sinema filmine oranla çok daha fazladır) ve yaptırabilmek Nolan’ın en büyük gücü… Bunun yanında (Pazarlamacı Burhan gibi oldu, hoş görün), Kodak’a yine 70 mm’lik siyah / beyaz film ürettirmiş. Akan zamanı boşa harcamayıp kur(dur)duğu platoların eksiğini tamamlamış sürekli denetimlerle…

Her ne kadar biz, sadece IMAX izlesek de, dünyada çok az şehirde ve salonda gerçek haliyle izlemek mümkün Oppenheimer filmini… bir de düşünün iki boyutlu ve sıradan salonların projeksiyonunu. Nolan’ın belki bu girişimi sinemaya yeni bir ivme kazandırır. Umudu üzmüyoruz.

Peki, orada bitiyor mu?

Hızı, kurgusu, müziği, oyuncularıyla (başroldeki Cillian Murphy, daha şimdiden Oscar adayı olarak gösteriliyor) Oppenheimer, Christopher Nolan’ın en iyi filmi… Senaryosunu da yazdığı filminde tarihin üç bölümü arasında bizi dolaştırıyor. Hem İkinci Dünya Savaşı gibi bütün ülkeleri ve insanları ilgilendiren bir dönem hem de savaş sonrasında siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişimi anlatıyor hem de bilim ile savaş arasında (tabii, bilim insanlarıyla siyasetçiler arasında da) bağlantı kuruyor. Yönetmen bizi, ülkesini sevmekle insanlığa karşı yaptıkları arasındaki etik mücadeleye götürüyor.

“Şimdi ben ölüm oldum…”

Fizikçi Oppenheimer, atom bombasının çalışmalarını sürdürürken, devletin kendisinden beklediğini verecek olmanın hazzı içerisindedir, ama bomba yüzbinlerce insanı yok edip toplumsal yaşamı bitirince içindekini dışa vurur: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”

Filmin görselliğiyle anlattığı hikâyenin gücü ve etkisinin yanı sıra –bizim ülkemizle de bağlantılı olarak- devletin bakışı, siyasetçilerin tavrı ve söylenenlerle yapılanlar arasındaki farkı takip etmek gerek. Unutmadan kadın erkek ilişkisinin belirleyiciliğini vurgulamalıyım. Evliyken başka bir kadınla daha önceden kurduğu ilişkiyi sürdürüp intihar etmesine yol açması; eşiyle ilişkisinde aslında bir yanıyla eril tavrı, bir yanıyla da duyarlılığı (bomba denemelerinde kurutulan çamaşırların asılı durması veya kaldırılması) Oppenheimer’in sıradan bir insan olduğunu ifade ediyor. Yani bomba yapıyor olması, önemli bir iş başarması insani zaaflarının önüne geçemiyor.

Bizim ülkemizde siyasetçilerin büyük çoğunluğu “dün, dündür” anlayışıyla ayaküstü kırk yalan birden söylerken, İkinci Dünya Savaşının o zorlu günlerinde ve savaş sonrası mahkemelerde karşılarına çıkacağını bildikleri için daha usturuplu söylüyorlar söyleyeceklerini. Zaten filmin belirleyici anlarından birinde “esneklik” üzerine bir konuşma geçiyor; aman dikkat, dilinize mukayyet olun!

Einstein bile karşı…

Devlet (ya da devletin yönetiminde bulunanlar, hiç fark etmez) kendi çıkarı için her şeyi yapabilir, kaldı ki yalanlar masum bile kalabilir onların arasında. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzeredir; Hitler intihar etmiş, Almanya teslim olmuştur, ama ABD yönetimi, dünyanın lideri olmak için atom bombası yap(tır)mayı kararlaştırmıştır. Komünist olarak suçlananlar, -gerçek olmasa bile- (tıpkı bizdeki gibi) işten atılırken Einstein, tepki gösterdiği ve işaret ettiği için bombayı geliştirmek amacıyla ihtiyaç duyulan Oppenheimer her türlü soruşturmadan sıyrılır kolayca. Demek ki hedefe giden her yol mubahtır devletler için. Gizli veya açıktan suçlanır Oppenheimer, bombayı üreten merkezin başında olduğundan; oysa en çok da o karşıdır bombanın insanlar üzerinde (Hiroşima ve Nagazaki’de) denenmesinden…

Filmde önemli yer tutan Trinity Test Sahası, -ki, atom bombasının denemelerinin yapıldığı, heyecanın doruğa çıktığı, sıfır değil ala sıfıra çok yakın olasılıkla da olsa dünyayı yok edebilecek bir patlama deneniyor- bir anlamda, birkaç hafta önce gösterime giren “Asteroit Şehir” filmiyle tanıdığımız bir mekân. İki filmi de izlemişseniz aradaki bağı kurmamanız için hiçbir sebep yok. Bu da sinema(cı)nın birbirine selamı olsa gerek.

Filmin en güçlü yanlarından biri kurgusu, daha da önemlisi müziği idi. Bombanın patlamasıyla sessizliğe bürünen ortalık tam da şok durumu yarattı. Yönetmen Nolan, “salondan çıkanlar konuşamayacak denli halsizdi” demiş, filmin arasında -unutmamaya çalışarak- izleyicileri de takip ettim, soluklarını tutmuş, merak içinde kıpırdamadan odaklanmışlardı beyazperdeye.

21 Temmuz’da gösterimde…

(20 Temmuz 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Askerlikte Ne Kural Vardır Ne İnsanlık: Teftiş

…ama bu film, asıl anne oğul arasındaki kabul görme öyküsüdür.

Ellis’in (Jeremy Pope), eşcinsel olduğu için dini inancına göre günahkâr saydığı oğlunu reddeden zalim annesine kendisini kabûl ettirmek için yaşadıklarını izliyoruz. Biyografik film zordur, sizin için iyi olan bir başkası için kötü olabilir; otobiyografik film daha da zordur, kişisel zaafları anlatmak insanın işine pek gelmez. O zaman her erkek askerdir aslında!

Asker doğanlar…

Bizim ülkemizdeki “Her Türk asker doğar” sloganı her ülke için geçerlidir. Alabildiğine milliyetçi, alabildiğine ırkçı, alabildiğine eril ve bir o kadar da şiddet yüklü bu sloganın yanlışlığını anlatıyor. Ama asıl olarak senarist / yönetmen tarafından annesine adanmışlığını da göz önüne alınca, filmin anne oğul ilişkisiyle asker ocağındaki ilişkilerin değişmesini anlattığını anlıyoruz.

Ellis’in (asker arkadaşları soyadıyla, “Fransız” diye sesleniyor, bir aşağılama sözcüğü olarak) yaşamını sürdürecek bir çıkar yol olarak askere katılma kararıyla başlıyor film. Öyle bir ikilem ki bu, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık kadar seçimi zor bir süreç. Kendisini reddetse de (öylesine iğrenir ki oğlundan, oturacağı yerin üzerine gazete serecek kadar, yemek vermekten imtina edecek kadar) anne duygusu, anneye kendini kanıtlama hevesi hiç bitmez.

Askerlik…

Eğitmek değil, ezmek amacıyla sürdürülen bir hizmettir. Eğitim çavuşu daha ilk cümlesiyle onları “ölmekten beter” edeceğini söyler. Ellis’in kendisini (tabii ki asıl annesine) kanıtlama çabasıyla öne çıkmasıyla eşcinselliğinin öğrenilmesi yepyeni baskıların ilk adımı olur. “Barışta ter dökmeyen savaşta kan döker” denirse de barışta da kan dökülür, hem de mahalle baskısıyla. Sadece eşcinsellere değil, farklı inancı olanlara da reva görülür bu baskı. Doğal olarak da ezilenlerin birlikteliği doğar. Peki, kolay mıdır bu birlikteliğin doğuşu? Asla. Tedirginlik ve korku dağları bekliyordur ve insanlar bir anda cayabilir, canavarına teslim olabilir.

Kötüden iyiye geçiyor insanlar. Kimi daha baştan gösteriyor iyiliğini, kimse anlamasa da (izleyici unutsa da), kimi ise görev gereği zorunlu olarak kötüyü oynuyor. Bir an geliyor ki, ister istemez içlerindeki iyiliği gösteriyorlar. Jeremy Pope başarılı bir performans gösteriyor.

21 Temmuz’da gösterimde…

(19 Temmuz 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir Öteki’nin Bir Diğer Öteki’ye Bakışı: Ren Altını

Dünyanın en büyük sorunu, kim ne derse desin, göçmenlik, mülteciler, sığınmacılar… Hangi nedenle olursa olsun -ki, ister ekonomik, ister siyasal, ister ekolojik nedenlerle, isterse umut yüklü- insanlar zorunlu olmadıkça göçmenliği seçmezler. ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza (CBP) verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri’ne geçen düzensiz Türk göçmenlerin sayısı 2021’de 6 bin 945’e çıktı. Resmi rakamlara göre 2022’nin tamamında ise bu sayı 21 bin 698 oldu. Yani göçmenlik sadece bizim ülkemizin değil tüm dünyanın en temel sorunlarından biri… Küresel ısıtma sürdüğü, petrol gibi fosil yakıtlar kullanıldığı sürece kuraklık ve susuzluk artacak, buna da bağlı olarak göçmenlik artacak.

Gerçekliği böyle belirledikten sonra, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi gelişmiş sayılan Avrupa ülkelerinde de göçmenler hep “öteki” olarak görülecek. Hatta öyle ki, bir “öteki” ile diğer “öteki” çatışacak, alan ve itibar kazanmak için. İşke Ren Altını (Rheingold) bu “ötekiler savaşı”nın öyküsü…

Fatih Akın, bir otobiyografiye uzaktan dayanarak, Xatar olarak da bilinen (en kolay adlandırma olarak) girişimci Giwar Hajabi’nin hikâyesini anlatıyor Rheingold’da.

Fatih Akın da bir “öteki”, öyküsünü ele aldığı ünlü gangster, müzisyen, rapçi Xatar da… Kendi yaşadıklarının, aslına bakılırsa diğerlerinin yaşadıklarından pek bir farkı olmasa gerek. Aynı dışlanmışlık, aynı küçümseme, aynı sömürü ve aynı aşağılama… Geriye kala kala ayakta kalabilmek için tek bir seçenek kalıyor.

Rap müziği…

Öteki olmaya, itilmişliğe, aşağılanmaya karşı ya asimile olacaksınız ya da direneceksiniz. Bunun ilk örneklerini müzikte görüyoruz: Rap, belki de ilk başkaldırı hali. Bir anlamda günümüz cazı.

Fatih Akın, bu örneklerin ilklerinden, belki de en başarılılarından birinin öyküsünü anlatıyor.

Filmde birçok açık uç var. Ne oldu, nasıl oldu, niye öyle oldu gibi. Giwar Hajabi’nin babası, ünlü orkestra şefi nasıl oldu da (veya niye) eşini, evini, çocuklarını terk etti? Burada, Buñuel’e kulak vermek gerekir: “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, anlamı farklıdır” diyor usta. Filmin başında, orkestra içinden bir virtüöz saygın müzikçi Eghbal Hajabi’ye gülümser. Aynı gülümsemeyi bir kez daha görürüz, ama bu kez Bonn’da ve Humeyni İran’ından kaçıp, hapislerden geçtikten sonra yeniden müzikle ilgilenmeye başlayan Eghbal evini terk eder.

Ya hep ya hiç!

Filmin çıkışını oluşturan anı/yaşam öyküsünün adı da “Ya Hep Ya Hiç”tir. Hiçbir çıkış yolu bulamamışsanız ya da kaybedecek bir şeyiniz yoksa gözünüzü karartır en olmadık işlere bile girersiniz. Zaten film boyunca Xatar’ın bu seçimlerinin izini sürüyoruz.

Giwar da öyle yapıyor. Porno kasetçilikten yakalanınca uyuşturucu ticareti yapıyor, kendisini soyanlara karşı dövüş dersleri alıp, bulunduğu yerin “reis”i oluyor. Bir arkadaşı kendisini “Amca” (Uğur Yücel) ile tanıştırır. Akın, Yücel ile birlikte Yılmaz Güney’e bir göndermeyle selam verir burada. “Amca” Xatar’ın okumasını ister… Güney’in ünlü “Umutsuzlar” filminde, çözüm olarak söylediği “Orospu olacaksa, okumuş orospu olsun.” sözünü anımsatıyor. Ancak “Amca” Güney’i bir adım ileri taşır, gözünü kırpmadan kendisine karşı gelen adamı öldürür, hem de herkesin önünde.

Uzun ve karmaşık…

Ren Altını, evet, uzun… hiçbir yönetmen onca emek verip çektiği sahneyi, hatta planları atamaz, emeğine acır. Belki onun için iyi bir kurgucunun filmi son haline getirmesi daha doğrudur. Ancak, film sarkıyor mu, hayır, sıkıyor mu, yine hayır, ama uzun mu, evet uzun.

Baba Eghbal Hajabi evini terk etmese böyle olur muydu sorusu takılıyor ister istemez insanın aklına. Erkek egemen dünyada (müzisyenliğinin verdiği özgüveni de eklerseniz) babanın eşine ve çocuklarına uzak durması, onlarla (eskiden olduğu gibi) ilgilenmemesi de aslında bir “öteki”leştirme öyküsü. Baba, müzisyen olmanın getirdiği saygınlıkla toplumda (veya bulunduğu yerde) kabûl görüyor olsa da gidişatı belirleyen oluyor. Hapishanede görüştüğü Xatar ile diyaloğu belirleyici bu anlamda.

Fatih Akın’ın ne anlattığı veya anlatamadığı üzerine bir tartışma yaşanıyor. Filmde birçok belirsizlik var. Akın, eğer bir biyografi anlatıyor olsaydı, bu değerlendirmeler haklıydı… Ancak Akın, ötekilerin dışlanmışlıklarını, hayattan koparılmalarını anlatıyor. Ötekiler, hiçbir şeyi tam olarak yaşa(ya)madıkları için hayatlarının da tam olmadığını vurguluyor. Hem öyle olmasa Fatih Akın filmi olur muydu Ren Altını?

07 Temmuz’da gösterimde…

(04 Temmuz 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com