Kategori arşivi: Yazılar

Dorsay Emek’tir, Emek Dorsay’dır

Aralık 1966’dan 1993’e kadar (27 yıl) Cumhuriyet Gazetesi’nde, sonra Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da, 1998’den bu yana da (15 yıldır) Sabah Gazetesi’nde yazan Atilla Dorsay yeldeğirmenlerine saldıran bir Don Kişot gibi davranarak Beyoğlu Emek Sineması’nın bulunduğu yerde olduğu gibi korunmamasına tepki göstererek gazeteciliği bıraktığını açıkladı.

8 Nisan 2013’te Sabah Gazetesi’nde “Veda Zamanı” başlıklı yazısı yayınlanan Dorsay bunun sinyalini 2011 sonunda vermişti. Bu yazıda bu konuda yazılanlardan bir bölümünü özetlemek, hatırlatmak istedim.

10 Aralık 2011: “Emek Yoksa Ben de Yokum”

Atilla Dorsay, Sabah’taki yazısında emeğin insanın yarattığı en değerli şey olduğuna dair temel inancını vurguladıktan sonra “Beyoğlu Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün ben gazeteciliği bırakıyorum,” diye yazmıştı. Dorsay bu yazısında Beyoğlu Emek Sineması’nı kurtarabilmek için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazdığını da açıklamıştı.

9 Nisan 2013: “Olmaz Atilla!..Olmaz!..”

Hıncal Uluç, Sabah’taki yazısında “Oysa (Atilla Dorsay’ın Sabah’ta) kalması, inançları uğruna savaşa devam etmesi lâzımdı… ’Veda’ yazısı yenilgiyi kabul etmek ve meydanı boş bırakmak anlamına geldiği için. Veda yazısı, böyle bir vedayı hiç hak etmeyen, onlarca yıllık Atilla Dorsay okurlarını fena halde üzmek olduğu için. (…) Sabah yönetimi içerden, Atilla Dorsay’ın sevgili okurları dışarıdan, sanal medyayı kullanarak onu geri dönmeye ikna etmeli…” dedi.

9 Nisan 2013: “Emek’te İzleyeceğimiz Filmi Buldum”

Ömür Gedik, Hürriyet’teki yazısında “Şu anda benim içimden geçense aynen şöyle: “Umarım bir gün tüm bu yaşananların filmi çekilir ve biz bu filmi Emek Sineması’nda oturur hep birlikte izleriz,” dedi.

9 Nisan 2013: “Emek Yok, Sen Kal Atilla Abi”

Ayşe Özyılmazel, Sabah’taki yazısında Emek’in yıkılmasına başlanması üzerine Sabah Gazetesi’ne “Veda” eden Atilla Dorsay’a “Sen bize lazımsın. Savaş Atilla Abi; diren ve kal” diye seslendi.

9 Nisan 2013: “Tarih, Sınıf, Gaz”

Umur Talu, Habertürk Gazetesi’nde “Dünya tarihinde, zengin binada doğup adını tam manasıyla “emek”ten almış bir sinema hiç var mıdır, olsa bile kaç tanedir, bilmiyorum. Ama nihayetinde her şey ‘yerli yerine’ oturuyor! Sermaye, ‘İstiklâl’de dolaşan hayalet’e bile katlanamıyor. Emek bir yana; rant koşusunda o tarihi de sırtında taşımak istemiyor,” diye yazdı.

9 Nisan 2013: “Türkiye’de Sinema Emek’tir”

Doğan Hızlan, Hürriyet’teki yazısında Atilla Dorsay’ın Emek inşaatını incelerken uğradığı saldırının barbarlık olduğunu belirtti.

9 Nisan 2013: “Demokrasi Kazığı”

Mehmet Türker, Sözcü Gazetesi’nde Emek’in yıkılmasını protesto edenlerin terörist muamelesi gördüğünü vurguladı.

9 Nisan 2013: “Tarih Dorsay’ı Yazacak”

Mevlüt Tezel, Sabah’taki yazısında “Dorsay’ın (Sabah’a) vedası, Emek Sineması yıkılmasın diye yazılan yüzlerce yazıdan daha çok ses getirdi ama sonuç alınacağına inanmıyorum,” dedi.

9 Nisan 2013: “Emek’in Oscar’lık Tarihi”

Şengül Balıksırtı, Sabah’taki yazısında “Çok üzüldüm onun (Atilla Dorsay’ın) gazeteden ayrılışına…” dedi ve ekledi: “Oscar’lık film olabilir Emek’in tarihi.”

10 Nisan 2013: “Emek Sineması”

Nazlı Ilıcak, Sabah’taki yazısında “İnşaat çalışmalarını yürüten firmanın sahibi Levent Eyüpoğlu, AVM inşa etmediklerini “Grand Pera” isimli bir pasajda gene Emek Sineması’na yer vereceklerini, bütün duvar süslerinin zarar görmeden nakledileceğini açıkladı ama sanatçılar ikna olmuyor; inanmıyorlar. Onlara verilecek cevap, polisin biber gazı olmamalıydı,” dedi.

10 Nisan 2013: “Ne Olurdu Yani?..”

Hasan Bülent, Kahraman Sabah’taki yazısında Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı çıkanların protesto yürüyüşüne polis güçlerinin biber gazıyla, tazyikli suyla, copla cevap vermesini eleştirdi.

10 Nisan 2013: “Emek”

Yılmaz Özdil, Hürriyet’te “Atilla Dorsay “nafile” deyip bırakıyorsa, memleketin geleceğine dair cidden endişelenmemiz gerekir,” dedi.

10 Nisan 2013: “Costa Gavras’ı Kullanmak”

Engin Ardıç, Sabah’taki yazısında Atilla Dorsay’a Sabah Gazetesi’ndeki yazılarına dön çağrısı yaptı.

10 Nisan 2013: “Dorsay Dönmeli”

Cengiz Semercioğlu’da Hürriyet’te Atilla Dorsay’ın Sabah Gazetesi’ndeki yazılarını bırakmaması gerektiğini yazdı ve ekledi: “Benim için Dorsay’ın şehir ve kültür hayatı yazıları, film eleştirisi yazılarından çok daha kıymetliydi. Onsuz çok eksik kalırız. Dorsay mutlaka dönmeli.”

10 Nisan 2013: “Suya Yazanlar Kulübü”

Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Atilla Dorsay’a kararını yeniden gözden geçirmesini önererek veda ederken, diğer yazarları düşündüm. Baktım ki Dorsay gibi düşünüyor olsaydık gazetelerde köşe yazarı kalmazdı,” dedi.

11 Nisan 2013: “Emek’in Harcında ‘Rüzgar Gibi Geçti’, ‘Bisiklet Hırsızı’ ve Lütfi Akad Var”

Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bu açıklamayı İşçi Filmleri Festivali, Kolektif Sinema ve Sinetopya adına Doğan Güneş Toksöz yaptı.

11 Nisan 2013: “Koruyalım Şunu Yahu, Ne Olur?”

Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman’ın kendisiyle yaptığı söyleşide Atilla Dorsay “Bu hükümet son derece önemli işler yapıyor, Kürt açılımı meselâ. Kim ne derse desin, önemli bir olay. Ben akil insan diye seçilenleri de beğendim. Bu alanda dev adımlar atılıyor ama Emek Sineması gibi, onlara göre çok daha küçük ve önemsiz görünen meselelerde kamuoyunu karşılarına alıyorlar. Sebebini anlayamıyorum,” dedi ve ekledi: “Koruyalım şunu yahu, ne olur?”

11 Nisan 2013: “Anılar 50 Milyon Dolara Taşınacak!”

Jale Özgentürk, Radikal Gazetesi’ndeki yazısında Emek’in de içinde bulunduğu kompleksin ilk kez (20 yıl önce) Tansu Çiller Hükümeti döneminde 1993’te Kamer İnşaat’a kiralandığını belirtti… Jale Özgentürk bugünkü Grand Pera projesinin 50 milyon dolarlık bir inşaat olduğunun altını çizerek, Emek’in yıkımının durdurulması için “Artık ne yazık ki çok geç! Çok…” diye yazdı.

12 Nisan 2013: “Emek Sineması Kurtuluş Savaşı” Nasıl Kaybedildi?

Cüneyt Özdemir, Radikal Gazetesi’ndeki yazısında Londra Notting Hill’deki Electric Sineması’nın (1911’de açılmış ve 2001’de işini bilen bir yatırımcı tarafından ayağa kaldırılmış) faaliyetini sürdürebilmesi, yaşayabilmesi için verilen kapsamlı mücadelelerin, uygulanan stratejilerin Beyoğlu Emek’ten esirgendiğini, Emek’i kurtarmak için geç kalındığını, “Atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçtiğini” ima etti.

(13 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Türkiye Sinemasını Bekleyen Tehlike: Sinema Salonlarında Tekelleşme

Bir kaç yıldan beri, kesilen bilet sayısı bakımından Türkiye Sineması diğer rakiplerini sollamış durum da… Sektörün ekonomik olarak büyümesi ve yeni sermaye gruplarının bu alana yönelmesi elbette olumlu bir gelişmedir. Sabancı Grubu’nun bir üyesi olan Esas Holding’de bu alana girdi. Ancak grup, film yapımı ve pazarlamasına değil, daha kazançlı gözüken sinema salonu işletmeciliğine girdi.

Önce AFM’ye ait sinema salonlarını satın aldılar. Bu satın alma işi Rekabet Kurulu’nun onayını almakta biraz zorlanmakla birlikte sonuçta gerçekleşti. Kendisini genç yaşında Akbank Beyoğlu Şubesi’nde çalışırken tanıdığım Ali Sabancı, havacılık sektöründe gerçekleştirdiği inanılmaz başarısını sinema salonu işletmeciliğinde de göstermiş olmalı ki bugün bu sektörün tek hakimidir.

Sinema seyircilerinin özellikle rağbet ettiği AVM’lerdeki salonların önemli bir kesimini işleten Cinemaximum Grubu, Ali Sabancı’nın AFM’si ile birleşince sinema salonları işletmeciliğinin tekelleşmesi gerçekleşmiş oldu. Kesilen biletlerin % 60’ı bu salonlara aittir. Ayrıca diğer salonlarda nispeten ucuz olan sinema biletleri AVM salonlarında % 20 daha pahalı olduğu için toplam sinema bileti hasılatının % 70’i bu salonların gişesine akmaktadır.

Elbette seyircinin çok nezih bir ortamda iyi bir ses ve görüntü sağlayan bir sinema salonunda sinema keyfi yaşaması çok önemli olmakla birlikte, tekel olmanın sektöre dayatmalarını ve nasıl kötülükler yapabildiğini de bilmemiz gerekiyor.

Sermayenin temel derdi kâr elde etmektir. Bunun için tekel olmuş bir işletme, gösterime girecek filmlerde “seçicilik” hakkını kullanmayı bir “hak” olarak görür. Bu durumda sadece gişe filmlerini gösterme isteği ağır basar. Fazla sayıda kopya ve büyük reklâm bütçeleri olmayan birçok değerli film kıyıda köşede kalmış salonlarda kendisine yer bulur. Kimseden bir ses çıkmayınca bu durum göstereceği “filmi seçme” hakkı giderek tekel’in “kural”ı haline gelir.

Türkiye’de henüz sinema sanatının korunması ve seyirciye ulaştırılması konusunda teşvikler ve salonların uyması gereken yasal bir düzenleme olmadığı için, uluslararası ödüller kazanmış ve ülkesinin yüz akı olmuş bir filmin seyirciye ulaşması, sinema salonu tekeli oluşturmuş işletmecinin iki dudağı arasına sıkışır.

Salon tekelinin, ticari sinemanın patronlarını ağırlarken yaratıcı sinemanın emekçilerine kapıyı gösterme hakkı vardır. Canının istediği filme şans tanır, canı istemezse tanımaz. Amacı para kazanmak olan bir işletmeyi koruyan yasalar da vardır.

Ancak bu durum, yani “salon tekeli” sinemamızın enine doğru çarpık biçimde büyümesine hizmet eder. Son yıllarda dünya sinemasında yakaladığımız derinleşmeye hiçbir katkısı olamaz. Tam tersine, Rekabet Kurulu veya Kültür Bakanlığı tarafından bir önlem alınmazsa, uzun vadede zararlı olduğu anlaşılacaktır.

Türkiye’de toplam iki yüz yirmi bin sinema koltuğu vardır. Bu koltukların seksen bini belediyelerin ve çeşitli kamu kurumlarının ticari değer taşımayan koltuklarıdır. Kent merkezlerinde şahıslara ait sinema salonlarındaki otuz bin civarında koltuk neredeyse can çekişmektedir. Modern teknolojiye sahip olmadığı için, sermaye yapıları yenilenmeye uygun olmadığı için, her gün birisi kapısına kilit vurmaktadır.

Ticari değer taşıyan yüz on bin sinema koltuğu ise şu şekilde dağılmaktadır.

Cinemaximum Grubu: 55 Bina, 450 Perde, 70.000 Koltuk, % 63,6
Avşar Grubu: 23 Bina, 155 Perde, 21.000, Koltuk, % 19,9
Cinema Pink Grubu: 15 Bina, 100 Perde, 9.000 Koltuk, % 08,18
Prestige Grubu: 11 Bina, 100 Perde, 10.000 Koltuk, % 09,09

Sinema Salonları Dijital Sisteme Geçerken

Dünya artık 35 mm ile yapım ve gösterim sisteminden hızla vazgeçiyor. Ünlü Kodak firması tarihe karıştı. Dünya sinemaları salonlarını dijital teknoloji ile yeniliyor. Bu akım ülkemize de hızla ulaştı. Türkiye de film dağıtımı yapan UIP ve Warner Bros. işletmeleri artık 35 mm kopya ile gösterim yapmayacaklarını ilân ettiler.

Salonların bu teknolojiye geçmeleri için yaklaşık yüz bin USD yatırım yapmaları gerekiyor. Lising sistemi ile temin edilen bu cihazların bedelini film sahiplerine ödetecekler. Çünkü dijital kopya ucuza temin edildiği için, salon sahipleri “35 mm için yaptığın masrafı bana öde, ben de Lising taksitimi ödeyeyim” diyecekler. Avrupa sinema salonları da böyle yaptı. Ancak onlar Lising taksitleri bitince artık gösterim bedeli almıyorlar. Aralarında yaptıkları centilmenlik antlaşması böyle. Sonuç olarak yeni teknoloji, sinema salonuna bir dayanışma sonucu kazandırıldığı için film sahibinin salona “hisse” dışında başka bir bedel ödemesi gerekmiyor.

Film yapanlar ve film ithal edenler henüz bu konuda uyanmış değil. Sinema salonu tekeli bu konuda bir dayatma yapmadan bir uzlaşmaya varmaları için sektör örgütlerinin devreye girmesi, toplantılar düzenlemesi, kamuoyu oluşturması, Kültür Bakanlığı’nın gözetiminde bir centilmenlik anlaşması sağlaması gerekir.

(13 Nisan 2013)

Sabahattin Çetin

Prenses Filmlerinin Düellosu Cannes Film Festivali’ne Taşınıyor

İkisi de korkunç birer trafik kazasında hayatını kaybeden Monaco Prensesi Grace Kelly ve Galler (İngiltere) Prensesi Lady Diana’nın yaşam öykülerini konu alan filmler (“Grace of Monaco” ve “Diana”) bu yıl beyazperdede hasılat ve ödül için karşı karşıya gelecek, adeta kapışacak.

Şu sıralar bunun ilk raundunun dünyanın en büyük film panayırı, fuarı, arenası, vitrini, festivali olan Cannes’da gerçekleşeceğinin sinyalleri geliyor.

Bilindiği gibi 66. Cannes Film Festivali, 15 – 26 Mayıs 2013 tarihleri arasında düzenlenecek.

Çok yakın arkadaş, dost Nicole Kidman ile Naomi Watts “Grace of Monaco” ve “Diana”nın başrol oyuncuları.

“Grace of Monaco”nun Baş Oyuncusu: Nicole Kidman

Grace Kelly rolüyle yeni ödüller kazanması beklenen Nicole Kidman yedi buçuk milyon dolar ücret aldığı “The Hours-Saatler”le (2002) Oscar kazanmıştı; Kidman “Rabbit Hole-Mutluluğun Peşinde” (2010) ve yedi milyon dolar ücret aldığı “Moulin Rouge”la da (2001) Oscar ödülü adaylığı elde etti.

“Diana”nın Baş Oyuncusu: Naomi Watts

Diana rolüyle yeni ödüllere ulaşması hiç şaşırtıcı olmayacak Naomi Watts ise “King Kong”dan (2005) beş milyon dolar ücret almıştı… Naomi Watts, “21 Grams-21 Gram” (2003) ve “The Impossible-Kıyamet Günü”yle de (2012) Oscar ödülüne aday gösterildi.

“Grace of Monaco”nun Yönetmeni: Olivier Dahan

“Grace of Monaco”nun yönetmeni şarkıcı Edith Piaf’ın (1915-63) fırtınalı yaşamını konu alan “La vie en rose-Kaldırım Serçesi” adlı filmi makyaj ve en iyi kadın oyuncu (Marion Cotillard) Oscar’larını kazanan, kostüm dalında da Oscar ödülüne aday olan yönetmen Olivier Dahan.

“Diana”nın Yönetmeni: Oliver Hirschbiegel

Hirschbiegel, Parkinson hastalığından muzdarip, savaşı kazanmak için her türlü barbarlığı yapmış ordusu yenik düşmüş, Rusların eline geçmemek için her şeyi yapmaya hazır Adolf Hitler’in son günlerini yabancı film dalında Oscar ödülüne aday gösterilen ölümsüz bir filme (“Çöküş-Der Untergang”) dönüştürmüştü.

Filmlerin Türkiye Hakları Kimde?

13 Eylül 2013’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “Diana”nın Türkiye hakları Fida Film’e, gösterim tarihi belli olmayan “Grace of Monaco”nun Türkiye haklarıysa Chantier Films’e ait bulunuyor.

“Grace of Monaco”

Oscar ödülü kazandıktan sonra film yıldızlığını bırakarak Monaco Prensesi olan, sonradan sinemaya dönüş yapmak isteyip kocasının engeline takılıp dönemeyen ve korkunç bir trafik kazasında ölen Grace Kelly’i (1929-82) Nicole Kidman’ın canlandırdığı “Grace of Monaco” 30 milyon dolar bütçeli.

“Grace of Monaco”da 1961 ile 1962 yılları eksen alınıyor ve hem dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün (Fransız Ordusu’nun Monaco’yu işgâl edeceği) tehdidi, hem de Grace Kelly’nin evliliğinin yaşadığı sarsıntılar konu ediliyor.

“Grace of Monaco”nun Kuzey Amerika Dağıtımını Hollywood’un en etkili kişilerinden Harvey Weinstein’a (Efsaneleşmiş Miramax Film şirketini kuran kardeşlerden biri) ait The Weinstein Company (TWC) üstleniyor. The Weinstein Company en iyi tanıtım kampanyalarını düzenleyerek, en seçkin ödülleri temsil ettiği filmlere kazandırmasıyla ün kazanmış bulunuyor.

“Grace of Monaco”da canlandırılan karakterler arasında kumarhane ve otelleriyle ünlü Monaco Prensliğine para akıtan/yatıran İzmir doğumlu, büyük İzmir yangınından (1922) sonra yurt dışına giden Yunan milyarder Aristotle Onassis (1906-75) ile onun sevgilisi opera şarkıcısı Maria Callas da (1923-77) var…

“Grace of Monaco”nun bir diğer karakteri Grace Kelly’i “Rear Window-Arka Pencere” (1954) adlı filminde oynatan, “Marnie-Hırsız Kız” (1964) adlı filmiyle de sinemaya döndürmeye çalışan ve bu konuda büyük mücadele veren yönetmen Alfred Hitchcock (1899-1980).

“Grace of Monaco”nun oyuncuları arasında İngiltere’nin en seçkin oyuncularından Derek Jacobi’de bulunuyor. Jacobi’nin rol aldığı yapımlar arasında “I, Claudius-Ben,Claudius” (1976’nın efsaneleşmiş TV dizisi), “Inside the Third Reich” (1982; Jacobi bu TV filminde Adolf Hitler rolündeydi) ve ikisi de yılın en iyi filmi dalında Oscar ödülü kazanan “Gladiator” (2000) ile “The King’s Speech-Zoraki Kral” da (2010) var.

“Grace of Monaco”da Hangi Oyuncu Kimi Canlandırıyor:

* Grace Kelly’nin eşi Prens Rainer’ı Tim Roth canlandırıyor.

* İflâsın eşiğine gelen küçük/minyatür prensliğin imdadına yetişen Yunan milyarder Aristotle Onassis rolünde Robert Lindsay.

* Onassis’le evlenme hayalleri kuran, Opera şarkıcısı Maria Callas rolünde Paz Vega.

* Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle rolünde Andre Penvern.

* Grace Kelly’nin terzisi rolünde Pascaline Crevecoeur.

* Film Yönetmeni Alfred Hitchcock rolünde Roger Ashton-Griffits.

* 1961 ile 1969 arasında Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı görevini üstlenen Robert McNamara (1916-2009) rolünde Philip Delancy.

Oscar Ödüllü ve İki Altın Küreli Oyuncu Grace Kelly

Grace Kelly 18 Nisan 1956’da Prens Rainer ile evlenerek Monaco Prensesi ünvanını elde etti… Bu evlilikten üç çocuğu oldu: Caroline (1957 doğumlu), Albert (1958 doğumlu) ve Stephanie (1965 doğumlu)…

Grace Kelly’nin Oscar Ödülünü Kazandığı Film Türkiye’de “Taşra Kızı” Adıyla Gösterildi

Grace Kelly’nin Oscar ödülünü kazandığı film ise ülkemizde “Taşra Kızı” adıyla gösterilen “The Country Girl”dür (1954).

Grace Kelly’nin Oscar ödülündeki rakipleri Judy Garland (“A Star is Born”; Türkiye’de “Bir Yıldız Doğuyor” adıyla gösterildi), Audrey Hepburn (“Sabrina”; Türkiye sinemalarında özgün adıyla gösterildi), Jane Wyman (“Magnificent Obsession”; Türkiye’de “Mukaddes Azap” adıyla gösterildi) ve Dorothy Dandridge’di (“Carmen Jones”; Türkiye sinemalarındaki gösterim adı “Siyah Karmen”di).

Grace Kelly, “Taşra Kızı”yla Altın Küre’de kazanmıştı.

Grace Kelly, 1953’ün filmi “Mogambo”yla Oscar’a aday gösterilmiş ve ilk Altın Küre ödülünü elde etmiştir.

“Diana”

Dünya medyasında Prens Diana’yla ilgili yeni bir haberin çıkmadığı gün neredeyse bulunmuyor.

Diana, Evita Peron ve Marilyn Monroe Gibi Efsaneleşti

Diana’nın bindiği otomobil satılıyor; giydiği elbiseler servetler dökülerek el değiştiriyor; çok uzun süre her tür konuşmasının gizlice dinlendiği, kaydedildiği anlaşılıyor; 1980’lerin sonlarında erkek kılığına girerek Rock yıldızı Freddie Mercury’e (Dört Oscar’lı “The King’s Speech-Zoraki Kral” ile üç Oscar’lı “Les Miserables-Sefiller” müzikalinden tanıdığımız Tom Hooper’ın yöneteceği, Sacha Baron Cohen’in 1991’de ölen Freddie Mercury’i canlandıracağı film 2014’e yetiştirilmeye çalışılıyor) eşlik ederek eşcinsel barına gittiği, burada kimsenin (Diana’nın) gerçek kimliğini anlayamadığı ortaya çıkıyor.

Diana, 6 Şubat 1952’den bugüne (yaklaşık 61 yılı aşkın bir süredir) İngiltere Kraliçesi ünvanına sahip olan 2. Elizabeth’in 1981-1996 yılları arasında geliniydi. 1996’da Prens Charles’tan boşandı. Prens Charles’la evliliğinden (William; 1982) ve (Harry; 1984) iki oğlu dünyaya geldi.

Prens Harry’nin Babası Prens Charles Değil İddiaları

Diana’nın küçük oğlu Harry’nin babasının Prens Charles değil de Prensesin sevgililerinden James Hewitt olduğu iddiası da uzun yıllardır medyayı meşgul ediyor.

Diana’nın Sevgilileri

Helen Mirren’a Oscar kazandıran “The Queen-Kraliçe” (2006) Prenses Diana’nın ölümünden hemen sonra yaşananları konu alıyordu… “Diana” filmindeyse kocasınca her fırsatta aldatılan bir kadının kocasına verdiği karşılıklar ve yaşadığı aşk ilişkileri konu ediliyor.

Diana’nın sevgilileri arasında Pakistan asıllı kalp cerrahı Hasnat Khan’da vardı ve bu ilişki iki yıl kadar sürdü.

”Diana”da Hasnat Khan rolünde “Lost” dizisinin yıldızı Naveen Andrews, ilk başarılı kalp naklini gerçekleştiren kalp cerrahı Güney Afrikalı Christian Barnard rolündeyse Michael Byrne var.

Diana’nın yakınlarına söylediğine göre 1987’de motorsiklet kazasında ölen sevgilisi Barry Mannakee bir suikaste kurban gitmişti.

Prenses Diana’nın son sevgilisi ölümü beraber karşıladığı Dodi Al-Fayed oldu… Dodi, ünlü Harrods Mağazaları’nı 1985’te satın alan, 2010’da da Katarlılara satan, Mısırlı işadamı Muhammed Al-Fayed’in oğluydu. Muhammed Al-Fayed oğlunun ve Diana’nın öldüğü 1997’deki olayın kaza olmadığını, Kraliyet Ailesinin düzenlettiği bir suikast iddiası olduğunu dile getirdi, getirmeye devam ediyor… Muhammed Al-Fayed’in girişimleri sonucunda yaklaşık 16 yıldır Diana’nın Paris’te paparazzilerden kaçarken trafik kazasına mı, suikaste mi kurban gittiği hâlâ tartışılıyor ve komplo teorilerine (kanıtlanamayan çeşitli iddialara) göre Diana öldüğünde karnında Mısırlı işadamı Dodi Al-Fayed’in bebeğini taşıyordu ve yine aynı teorilere göre bu bebeğin cesedi İngiliz ajanlarınca (gerçek James Bond’lar tarafından) Diana’nın karnından hamilelikten hiçbir iz bırakmayacak şekilde çıkarılarak kaçırıldı.

“Diana” filminde Cas Anvar Dodi Al-Fayed rolünde.

Diana’nın kocasını aldattığı erkekler arasında James Hewitt, James Gilbey, Will Carling gibi isimler de var.

(11 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Erdem Tepegöz: Bugün Dolmabahçe’nin Yıkılması Nasıl ki Söz Konusu Olamazsa Emek Sineması’nın Yıkılması da O Derece Önem Taşımalıydı

İlk filmi ile Altın Portakal aldı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok festivalden ödüllerle ayrıldı. Şu sıralar Zerre’nin gişe heyecanı sarmış durumda O’nu. Çünkü film 12 Nisan Cuma günü vizyona giriyor. Ama sadece buna odaklı yaşamıyor, yeni projesi üzerine kafa yoruyor, sokak sokak gezip fotoğraf çekiyor, röportajdan röportaja koşuyor, bu yoğunlukta yemek bile yemeyi unuturken kimseyi de kırmıyor. Mesaj atıyorum, “Uygunsanız röportaj yapalım’’ diye. 10 dakika sonra cevap geliyor: “Yarın filmin Ankara galası var, bugün öğleden sonra olur.’’ Afallıyorum bir an. Nasıl yani, bu kadar çabuk mu? Hani sıfır ego diye bir şey varsa O da yönetmen Erdem Tepegöz’de var işte… “Benim Altın Portakalım var, bana zor ulaşırsınız.’’ diyenlerden değil O. Neyse uzatmayacağım. Cihangir’de buluşuyoruz, kahve içiyoruz, sohbet ediyoruz ve sizleri de bu keyifli röportajı okumaya davet ediyoruz.

Zerre’nin hikâyesi Tarlabaşı’nın arka sokaklarında doğmuş…

Birkaç yıl önce başka bir proje üzerine yoğunlaşma kararı almıştık. Proje için mekân arayışı içindeydik. Tarlabaşı’nda gezdiğimiz bir evin alt katında Zeynep’e benzer bir kadın yaşıyordu. İlk önce film yapmak gibi bir düşüncem yoktu ama biraz üzerine yoğunlaşınca bütün projelerim rafa kalktı ve Zerre yolcuğum başladı.

Peki kadın ve ailesinin hikâyesi nasıl çıktı ortaya?

O daireyi bize gösteren bir emlâkçı vardı yanımızda. Evin anahtarını almak için alt katta yaşayan bu ailenin kapısını çaldık. Kapı yarım açılmıştı, işte o 10 dakika açık duran yarım kapıdan gördüğüm görüntü beni bu filme doğru itti.

Hiç konuşmadınız yani onlarla? Sadece 10 dakikadan nasıl bu kadar “gerçek” bir iş çıktı ortaya?

Tabi ki filmdeki Zeynep’le gerçek Zeynep arasında çok büyük fark var. Ama temeller aynı. Zeynep’te öyle bir mahallede ve evde mücadele içinde yaşıyor. Beslendiği nokta aynı ama üzerine kurmaca bir dünya kuruldu.

Peki sizin nasıl bir dünyanız var? Zeynep ve Zeynep gibi nicelerinin hikâyesini bu kadar iyi algılamak, sadece onunla kalmayıp sade ve bir o kadar da etkili bir dille beyazperdeye aktarmak kolay değil.

Ben yerel olmayı seviyorum. Anadolu’nun öykülerini de anlatmak istiyorum. Sürekli seyahat halindeyim zaten. Birkaç hafta önce Suriye ve Van’da çekimler yaptık. Onlarca insanla sohbet ettim. Elimde fotoğraf makinem günlerce İstanbul’un dehlizlerinde dolaştığımı bilirim. Ne aradığımı ben de bilmiyorum ama bir şeyler arıyorum. Ve gördüğüm her görüntü, konuştuğum her insan belleğime bir şekilde yerleşiyor. Sonra da bazıları hikâyelerimin kahramanı oluveriyor işte.

Peki Jale Arıkan nasıl Zeynep oldu?

Zeynep karakterinin kim olacağı benim kafamı kurcalayan bir konuydu. Çünkü Zeynep’in hikâyesiydi bu. Sürekli onun yüzünü göreceğimiz bir iş olacaktı. Jale Hanımı bir arkadaşımızın önerisi ile bulmuş olduk. Ve onu gördüğümde “Zeynep’i buldum.” dedim. Jale Hanım kafamdaki Zeynep karakterine o kadar yakındı ki, başka kimseyi düşünmedik bile. Bir de ben filmin kendi oyuncularını oluşturduğunu düşünenlerdenim.

Ama bana göre filmin bir diğer kahramanı da Remzi’dir. O filmin rengiydi bence…

Remzi tiyatro yapıyor. İlk sinema filmi olduğu için heyecanlıydı. Ama birbirimize çok inandık ve sonuç da iyi oldu. Zaten sinema gönülden yapılacak bir iş. Her ne kadar ticari kaygılar yaşansa da hiç kimse bu işi yaparken bir çıkar beklentisi içinde olmuyor, sadece sanatını ortaya koymaya çalışıyor.

Çatalla kapı tamiri çok zekice bir icattı. Ve tüm o karanlık içinde bizi gülümseten bir an…

Zaten Remzi filmdeki umut ışığıydı. O dünyanın içinde ne kadar zorluklarla mücadele etseler de, çatalla bir kapı kilidi yapıp hayata devam edebilmek de çok önemli. Ne kadar karanlık, korkunç, umutsuz gözükseler bile bir şekilde ayakta kalmayı başarıyorlar.

Zerre için, “Fransız filmlerine benziyor.” denildi? Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Benim hoşuma giden bir şey bu aslında. Çünkü Fransız sinemasından ciddi şekilde besleniyorum. Ama özellikle o sinemadan bir akım alıp da onun üzerine inşa etmedim bu filmi. Bunu yapmış olsaydım da bana yanlış gelmezdi. Benzer metaforlar var tabii ki ama tamamen aynı diyemeyiz.

Bence Jale’ye bile bakınca tam bir Fransız Kadını görüyoruz. Çok karakteristik bir yüze sahip…

Aslında hiç bu açıdan bakmadım ama doğru. O hava var onda.

Gelelim sizin film için Malatya Film Festivali’nde koltuk kavgası yapan izleyicilere…

Biz kavga anında içeri girmiştik. Salondaki o insanların yer bulamayışı, oturmak istemeleri ve ayakta izlemeye bile razı olmaları aslında sevindirici bir durum. Çünkü tüm üreticiler, izleyiciler için film üretiyor. Bir film bir insanın hayatında çok şeyi değiştirebilir ben buna yürekten inanıyorum. Zerre girdiği her festivalde salonu dolu olan filmlerden ama gişede nasıl olacak bunu da merak etmiyor değilim.

Gişeden umutlu musunuz peki?

Sebepsiz bir umut var. Neden bilmiyorum ama böyle işte. 16 kopya ile çıkıyoruz zaten. Ne olacağını tahmin ediyoruz az çok. Büyük rakamlar yapamayacağız bu belli. Ama nedense bir umut var. Zaten Zerre’yi yaratmış bir ekip olarak umutsuz olamayız biz.

Peki gişe filmleri? Aynı sinemada aynı anda 2 hatta 3 salonda gösterilen filmler de gördük, görüyoruz.

Etkili film olması benim için çok daha önemli. “Geleceğe Dönüş” de bir gişe filmi baktığınızda ama birçoklarını sinemaya aşık etmiş bir film. Ya da “Vizontele” de bir gişe filmi ama etkili, aynı şekilde “Kelebeğin Rüyası” da…

Sinema sinema dedik. Emek Sineması’nı da konuşmadan bitirmeyelim bu sohbeti. Bir kaç gün önce yaşanılmaması gereken çok çirkin şeyler yaşandı. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Bunu yapanlar Emek Sineması’nın eski bir fotoğrafına baktılar mı hiç? Orası müze gibiydi. Bir müze nasıl yıkılabilir ki? Bugün Dolmabahçe’nin yıkılması nasıl ki söz konusu olamazsa Emek Sineması’nın yıkılması da o derece önem taşımalıydı. Beyoğlu’nda sinema kalmadı neredeyse. Beyoğlu Sineması zar zor geçiniyor. Bir sinemacı olarak gerçekten çok üzülüyorum. Türkiye’de sinema salonları neredeyse yok denecek kadar az. Pasaj sinemaları ve alışveriş merkezlerinin sinemaları var. Kapısı sokağa açılan bir sinema neresi var? Ben bilmiyorum. Ama Emek böyleydi. Kapısı sokağa açılırdı. Beyoğlu’na açılırdı. Bu cümleler bile ne kadar heyecan verici ama bunun yıkılması, yok edilmesi inanılır gibi değil. Oranın öyle bir ambiansı vardı ki sıradan bir çizgi film bile izleseniz başka bir dünyada gibi olurdunuz. Orası ne olacak şimdi, belki de markalaşmış bir tatlıcı olacak. Ya da başka bir şey. Çok üzücü, gerçekten çok üzücü.

Teşekkürler!

(09 Nisan 2013)

Yeliz Bozkurt
twitter.com/yelizbzkrt

Türkan Şoray’lı Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı Hangi Ülkede 25 Milyon Seyirci Topladı?

Rus sineması inanılmaz devlet desteğiyle ve dünya çapında büyük yeteneklere sahip olmasıyla her dönemde mucize sayılabilecek filmlere imza atmıştır.

Bu filmlerin ülkenin en güçlü şekilde propagandasını ve tanıtımını yaptığı da tartışılmaz bir gerçektir.

Nazi Almanyasının Rusyaya Saldıracağını Öngören Film: Alexander Nevsky

Sovyet yönetmenler Sergei Eisentein ile Dmitri Vasilyev’in “Alexander Nevsky” adlı filminin ilk gösterimi 25 Kasım 1938’de Moskova’da gerçekleştirildi. Film Rusya’ya 700 yıl önceki (13. yüzyıldaki) Alman saldırısını anlatıyordu; bununla da kalmıyor adeta ikibuçuk yıl sonra Haziran 1941’de üç milyon Alman askerinin Sovyetler Birliği’ni istilâya kalkışmasını haber veriyordu!

Eisentein “Korkunç İvan 2. Bölüm”ün Gösterim Yasağının Kalktığını Göremedi

Yönetmen Sergei Eisentein’ın “Korkunç İvan 2. Bölüm” adlı filmiyse 1946’da çekilmesine rağmen sakıncalı bulunarak 1958’e kadar Sovyet halkına sunulmayacaktı. Yönetmeni 1948’de öldüğünden filminin yasağının kalktığını da göremeyecekti.

Gözü Dönmüş İstilâcılar Rus Halkına Büyük Acılar Yaşattı

Napoleon ve Hitler’i, “Rusya’nın Derinliği”, “Amansız Kışı” (Rusya’nın dondurucu, öldürücü soğuğu Napoleon’a eksi 35 derece, Nazilere eksi 32 derece olarak korkunç yüzünü gösterdi) ve “Dişiyle Tırnağıyla Bile Mücadele Eden Rus Halkı” durdurmuş, bozguna uğratmıştır. Bu iki diktatör dünyaya egemen olabilmenin yolunun Rusya’ya diz çöktürmekten geçtiğini kavramışlardı. İlki başkent Moskova’ya girdi, Ruslar tarafından yakılan şehri elde tutamadı, diğeri Moskova önlerine kadar geldi, Moskova’ya 24 kilometre kadar yaklaştı…

Kuduruk Hitler, Napoleon’un istilâ silsilesini aşmaya (Rusya’yı ele geçirmeye ve halkını esir etmeye) kalkışmış ve bu korkunç çatışma 27 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin adeta akıttığı/yağdırdığı yardım malzemeleri, araç gereç, silâh, cephane Rus halkının ve ordusunun ayakta kalmasına, Almanları yenmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.

“Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001; yönetmen Jean-Jacques Annaud; yapım bütçesi: 68 milyon dolar) filminde anlatıldığı gibi Ruslar en azından İkinci Dünya Savaşı’nın başında Almanların önüne sürdükleri askerlerin bir bölümüne silâh sağlayamamış, bu da korkunç sayıda Sovyet askerinin ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına yol açmış, silâhsız olanlar çatışmada hayatta kalabilmişlerse ancak ölen askerlerin silâhını kapabilirlerse savaşa dahil olabilmişlerdir.

Rus Halkının Sinema Aşkı Dillere Destandır!

Bugün yapılsa 700 milyon doların bile yetmeyeceği Sergei Bondarchuk’un ölümsüz yazar Tolstoy’dan satır satır uyarladığı “War and Peace-Savaş ve Barış” (1967) ölümsüz Rus filmlerinden biridir. O dönemde bu filme 100 milyon dolar harcanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yabancı film Oscar’ını kazanan “Savaş ve Barış”ı Sovyetler Birliği’nde 135 milyon 300 bin kişi seyretmiştir.

Bondarchuk yaşadığı dönemde 3 milyon 500 bin kişinin ölümüne yol açan Napoleon’un 1812’deki Rusya istilâsını ve bozgununu anlattığı “Savaş ve Barış”tan sonra Napoleon’un 18 Haziran 1815’teki son savaşını da “Waterloo”da (1970) anlattı. Rus versiyonu 4 saati bulan bu filmin bütçesi de 25 ilâ 35 milyon dolar arasındadır. Bu film 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla ve kısa versiyonuyla Türkiye sinemalarına geldi.

Sergei Bondarchuk’un bir başka filmi “They Fought for Their Country-Vatanları İçin Öldüler”dir (1975’in filmi Türkiye’de 1978’de gösterilmiştir). Alman istilâcılara karşı Sovyet halkının kahramanca direnişini konu alan bu filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 40 milyon 600 bine ulaşmıştır.

İkinci Dünya Savaşı acıları, vahşeti, sıkıntıları ve zaferi Sovyetlerde 66 milyon kişiyi sinema salonlarına çeken “The Dawns Here Are Quiet-Sakindi Oranın Şafakları” (Yönetmen: Stanislav Rostolsky; 1972’nin filmi Türkiye’de 1977’de gösterildi) ve 56 milyon 100 bin kişiye ulaşan “The Great Battle-Tankların Savaşı”nın da (1969’un filmi Türkiye’ye 1974’te geldi) konusudur.

İç Savaşın Acıları

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleriyle sonuçlanan İç Savaş’ın toplam ölü sayısı da en az on milyon kişi olarak hesaplanmıştır. Kızılların yendiği ve öldürdüğü (1920’de) Beyaz Ordu’nun komutanının (Alexander Kolchak) hikâyesi de 22 milyon dolar harcanan ve dünya hasılatı 78 milyon doları bulan “Admiral-Amiral” (2008; yönetmen: Andrey Kravchuk; başrolde Konstantin Habenski) adlı muhteşem filme kaynak olmuştur.

Sergei Bondarchuk’da “Ten Days That Shook the World-Dünyayı Sarsan On Gün”de (1983) Çarlık yönetiminin yıkılmasını konu almıştır.

Bolşeviklerce katledilen Çarlık Ailesini konu alan Rusların 18 milyon dolarlık büyük prodüksiyonu “The Romanovs: An Imperial Family” (2000; yönetmen: Gleb Panfilov) ise Amerikalıların aynı konudaki “Nicholas and Alexandra”sından (1971) hiç de aşağı kalmaz.

Rus-Japon Ortak Yapımı: Dersu Uzala

Rusya’ya yabancı film Oscar’ını kazandıran “Dersu Uzala” (1975; Rus-Japon ortak yapımı) ise Japonya’nın çıkardığı en müthiş, en büyük yaratıcı yönetmen olan Akira Kurosawa’nın imzasını taşır. 4 milyon dolara malolan filmi sadece Sovyetler Birliği’nde 20 milyon 400 bin kişi seyretmiştir. Bu film Türkiye’ye ancak 1978’de gelebilmiştir.

Larisa Shepitko’nun Erken Ölümü Sinema Dünyası İçin Büyük Bir Kayıptı

Yukarıda Sovyet Rus sinemasının temel konusunun Nazilerle dişe diş mücadele olduğunu belirtmiştik. Bunlardan biri de Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’ya (1964’te Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi de aynı ödülü kazanmıştı) layık bulunan “The Ascent”dir (1977). Filmin kadın yönetmeni Larisa Shepitko (6 Ocak 1938 doğumlu) ne yazık ki 2 Haziran 1979’da trafik kazasında öldüğünde 41 yaşını tamamlamamıştı. Geride 8 yaşındaki oğlu Anton’u (1971 doğumlu) ve kendi gibi yönetmen olan eşi Elem Klimov’u (1933-2003) bıraktı.

Shepitko’nun Kocası Elem Klimov’un Filmleri de Uzun Yıllar Yasaklıydı

Ülkesindeki Yeniden Yapılanma (Perestroika) döneminden yararlanarak, Mayıs 1986’da Sovyet Film Yönetmenleri Sendikası’nın Genel Sekreteri seçilen Elem Klimov, Sovyet Komünist Partisi’nin katı, bağnaz sansürcülerinden çok çeken, pek çok filmi uzun yıllar yasaklı kalan yönetmenlerden biriydi.

Elem Klimov, Larisa Shepitko’yu konu alan 25 dakika uzunluğundaki “Larisa” (1980) adlı belgesel yanı sıra Son Rus İmparatoriçesini (Çariçesini) etkisi altına alan gizemli adam Rasputin üzerine “Agoniya”ya da (Agony: The Life and Death of Rasputin; 1981) imza atmıştır.

“Elveda Matyora-Farewell to Matyora/Proschanie” (1983) Shepitko’nun başlayıp kazada ölünce bitiremediği, kocası Elem Klimov’un devraldığı, tamamladığı ve Shepitko’nun senaryo yazarlarından biri olduğu filmdir. Sovyetler Birliği’nde 1 milyon 300 bin kişi tarafından seyredilmiştir. Film baraj suları altında kalan bir yerleşim yerinin ve oradan istemeye istemeye, göç etmek zorunda kalan insanların göz yaşartıcı hikâyesini konu alır.

Oscar Ödülüne Aday Olsun Diye Yollanan “Gel ve Gör”ün Aday Olamaması Skandaldı!

Elem Klimov’un bir sonraki filmi “Come and See-Gel ve Gör”ün Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 28 milyon 900 bini bulur. “Gel ve Gör” Hitler felâketini en çarpıcı ve sarsıcı şekilde anlatan filmlerden biridir. “Gel ve Gör”, yabancı film Oscarına aday olabilmesi için ülkesi tarafından Los Angeles’a gönderilmiş ve skandal sayılabilecek bir seçimle Oscar adaylığı kazanamamıştır. Bu film Türkiye sinemalarına 1997’de gelebilmiştir.

Rusya’nın Süperstarı: Innokenti Smoktunovsky

Sovyetlerin en ünlü erkek yıldızı Innokenti Smoktunovsky’dir (1925-1994). Onun Hamlet’i canlandırdığı “Gamlet” (1964) Sovyetler Birliği sinemalarında 21 milyon 100 bin kişiye ulaşırken, besteci Çaykovski’yi canlandırdığı “Çaykovski” (1970) 23 milyon 700 bin kişiyi bulmuştur.

Çaykovski Biseksüel miydi, Heteroseksüel miydi?

Rus filmi “Çaykovski” İngiliz yönetmen Ken Russell’ın “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”ine (1970) Rusya’nın yanıtıdır. “Women in Love-Aşık Kadınlar”la yönetmen dalında Oscar adayı olan ve Glenda Jackson’a ilk Oscar ödülünü kazandıran Ken Russell, Richard Chamberlain’ın Çaykovski’yi, Glenda Jackson’ın Çaykovski’nin karısını canlandırdığı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”de Çaykovski’nin eşcinsel olduğunu, karısının cinsel isteklerini karşılayamadığını ve bu nedenle kadının akıl hastanesine düştüğünü iddia edince Ruslar çok kızmış, çok alınmıştır. Rus Devleti’nin resmi görüşüne ve onu dile getiren sözcülerine göre “Çaykovski eşcinsel, biseksüel değildir; sapına kadar heteroseksüeldir.”

Oscar Ödüllü “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”

Yabancı film Oscar’ıyla ödüllendirilen “Moscow Does Not Believe in Tears” (1980’in filmi Türkiye’de 1987’de “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla gösterildi) 84 milyon 400 bin kişiyi Sovyetler Birliği’nde sinemalara çekmeyi başarmıştır.

“Andrei Rublev” Beş Yıllığına Rafa Kaldırıldı!

Dünyanın en iyi, en değerli yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin “Andrey Rublev”i Komünist Partisi bürokratlarını rahatsız ettiğinden Sovyetler Birliği’nde yaygın dağıtıma ilk gösteriminden (1966) beş yıl sonra 1971’de girebilmiştir. Bu büyüleyici filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 2 milyon 980 bin olarak açıklanmıştır.

Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı” 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmişti

Yapımcı Sabah Duru ile eşi Yılmaz Duru’nun elinden çıkan, Sovyetler Birliği’ne yerleşmek zorunda kalan Nazım Hikmet’in tiyatro için yazdığı eserden uyarlanan Türk-Rus ortak yapımı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı”da (1978) Sovyetlerde 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmeyi başarmıştır. Çekimleri öncesinde Moskova’daki Mos Film Stüdyoları’nda Topkapı Sarayı’nın dekoru oluşturulan bu filmde başrollerde Türkan Şoray, Faruk Peker, Yılmaz Duru, Alla Sigolava, Armen Cigarhanyan, Anatoli Papanof, Vsevolod Sanayev, Adil İskenderov’da vardır. Bu halk masalı daha önce Fuzuli ve Nizami tarafından da yorumlanmıştı. Filmin yönetmeni de Azeri Ejder İbrahimof’tur.

Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” kitabında bu filmin çekimlerinde ne yazık ki atların öldüğünü söyler ve öğrendiği Rusça kelimeleri sıralar: “Sıpa siba” (Teşekkür ederim), “Siyonka” (Çekim), “Haroşo” (Çok Güzel).

Bazı Önemli Rus filmleri:

* Dostoyevski uyarlaması “The Brothers Karamazov-Karamazov Kardeşler” (1969) Sovyetler Birliği’nde 28 milyon 300 bin kişiyi sinema salonlarına çekti.

* “Vor/The Thief-Hırsız” (1997; Türkiye’de 1999’da gösterildi) Yabancı Film Oscar’ına aday Gösterildi. Maliyeti iki milyon dolardı.

* “The Turkish Gambit-Türk Hamlesi” (2005). Boris Akunin’in Türkiye’de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılan romanının uyarlaması. Maliyeti üçbuçuk ilâ dört milyon dolar arasındadır. Sadece Rusya sinemalarında 18 milyon dolar hasılat toplamıştır.

Rusları, Rusyayı, Rus tarihini Konu Alan Diğer Ülke Filmlerinden Bazıları:

* “Doktor Jivago” (1965) David Lean
* “Testimony” (1988) Tony Palmer
* Tolstoy’dan uyarlama ”Anna Karenina” (1935) Clarence Brown
* “Peter the Great-Büyük Petro” (1986) Marvin J. Chomsky ile Lawrence Schiller
* “Stalin” (1992) Ivan Passer
* “Nicholas and Alexandra” (1971) Franklin J. Schaffner
* The Last Station-Aşkın Son Mevsimi” (2009) Michael Hoffman
* “Reds” (1981) Warren Beatty
* “The Assassination of Trotsky-Meksika’da Cinayet” (1972) Joseph Losey
* “The Fixer-Kiev’deki Adam” (1968) John Frankenheimer
* Nikolai Gogol’den uyarlanan “Taras Bulba” (1962) J. Lee Thompson
* “Rasputin: Dark Servant of Destiny” (1996) Uli Edel
* “Fiddler on the Roof-Damdaki Kemancı” (1971) Norman Jewison
* Tolstoy uyarlaması “War and Peace-Savaş ve Barış” (1956) King Vidor
* “The Russians Are Coming” (1966) Norman Jewison
* “Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001) Jean-Jacques Annaud
* “The Hunt For Red October-Kızıl Ekim” (1990) John McTiernan
* “Nijinsky” (1980) Herbert Ross
* “Anastasia” (1956) Anatole Litvak
* “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” (1970) Ken Russell

(09 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Danis Tanovic’in Filmi Festivale Bomba Gibi Düştü

32. İstanbul Film Festivali’nin ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ hızlı başladı. Aday filmlerden biri olan, son Berlin Film Şenliği’nden iki ödüllü (En İyi Erkek Oyuncu ve Jüri Büyük Ödülü) ‘Bir Hurdacının Hayatı / Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza’, Bosna Hersekli tanınmış sinemacı Danis Tanovic’in neredeyse bütçesiz çekilmiş son filmi. Berlin’den sıcağı sıcağına festivalimize gelen bu mucizevi küçük film tümüyle gerçek kişilerle çekilmiş, gerçekten yaşanmış olayları anlatıyor. Şehir merkezinden uzak bir çingene köyünde ailesiyle birlikte yaşayan Nazif, tıpkı komşuları Kasım ve Rıfkı gibi hayatını hurda demir toplayıp satmak suretiyle güç belâ sürdürmektedir. Hiçbir güvencesi yoktur ancak kazandığı üç beş kuruşla karınları doyar, ocakları tüter. Lâkin gün gelip karısı düşük yaptığında yolları şehrin soğuk hastane kapısına düşmek zorunda kalır. Hamile kadının ölü bebeğinin bir operasyonla alınması gerekmektedir, ancak sağlık karnesi olmadığı ve ameliyat parasını da ödeyemedikleri için doktorlar Nazif’in karısına müdahale etmeyi reddeder.

Filminin Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki ilk gösterimine katılan Tanovic, bu iç acıtan gerçek hikâyeyi bir gazete haberinden öğrenmiş. Çok öfkelenmiş önce. Daha sonra haberin gerçek olup olmadığını araştırmış. Ve nihayet aileyi ziyaret ederek onları bu filmi çekmeye ikna etmiş. Proje aşamasında zor bir süreç yaşamışlar. Filmin finansmanı uzun vakitlerini almış. Sonunda 17.000 avro gibi çok düşük bir mali kaynakla, bütçesiz denebilecek bu projeyi hayata geçirmişler. Şöför dahil 9 kişilik bir ekip, üç kamera ve 10 günlük bir çekimle çıkmış ortaya bu mucizevi yapım. Motor dendiğinde orta metrajlı bir belgesel yapma düşüncesindeymiş Tanovic. Çekim ilerledikçe sinemanın kendine özgü mucizeleri bir bir gerçekleşmiş. Hiçbir deneyimi olmayan Nazif ve ailesi tüm doğallıklarıyla değme oyuncuları aratmamış. Çekimin son günü yağan kar, o güzelim finale beklenmedik bir armağan olmuş.

‘Bir Hurdacının Hayatı’ festivaldeki diğer filmlere hiç benzemeyen, bizlere 60 küsur yıl öncesinden İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin unutulmaz örneklerini hatırlatan çok etkileyici bir film. Festivalde iki kez daha gösterilecek, kaçırmamaya çalışın. (Kadıköy Reks / 10 Nisan Çarşamba, 19.00; Beyoğlu Atlas / 11 Nisan Perşembe, 11.00)

(09 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festivalin Onur Konuğu Costa Gavras Çağdaş Diktatörlere Karşı

32. İstanbul Film Festivali’nin önemli konuklarından biri de Yunan asıllı büyük usta Costa Gavras idi. Festival programında yer alan son filmi ‘Kapital / Le Capital’in Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki gösterimi öncesinde ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ ile onurlandırılan efsanevi sinemacıya ödülü, festival yönetmeni Azize Tan’ın kısa ve özlü konuşması sonrasında takdim edildi. Gavras’ın teşekkür konuşmasında, 1982 yılı Cannes Film Şenliği’nde büyük ödülü paylaştığı yakın dostu Yılmaz Güney’i anması gecenin en duygusal anlarından biriydi.

Filmografisi boyunca her türlü baskı rejimine ve diktatörlüğe karşı duran filmler çekmiş olan usta, bir roman uyarlaması olan ve kendisini gayet formunda bulduğumuz yeni filminde bu kez günümüzde demokrasiye en büyük baskıyı uygulayan uluslararası finans sistemini sorguluyor. Yazar Stephane Osmont’un bankacılık ve finans sektörü özelinde çokuluslu şirketlerin çağımız dünya ekonomisini ve siyasetini yönlendirmeye yönelik kapalı kapılar ardında oynanan oyunları üzerine bu son derece ilginç metni, 2008 dünya ekonomik krizi öncesinde kaleme alınmış. Amerika ve Avrupa’da eşzamanlı patlayan kriz üzerine Gavras filmini çekmeye karar vermiş.

‘Kapital’ Fransızların önde gelen finans kuruluşlarından Phenix Bank’in yeni CEO’su Marc Tourneuil’ün önlenemez yükselişinin, Şekspiryen güç ve iktidar savaşımında ayakta kalma mücadelesinin hikâyesi. Lâkin bu kez -benzer örneklerinde görüldüğü gibi- silâhlar konuşmuyor, kan dökülmüyor, bitmek tükenmek bilmeyen araba takipleri de yok. Aksine, Fransız patronların sermayeyi Amerikalılara kaptırmamak için verdiği mücadele müthiş bir kara mizah içeriyor. Ancak, Tourneuil’ün eski tüfek amcasına, hayalini kurmuş olduğu enternasyonalizmin günümüzde çokuluslu şirketlerin egemenliği olarak gerçekleştiğini söylediği sahnede doruğa çıkan acı bir mizah bu. Peki kaybedenin her zaman olduğu gibi tüm dünyanın yoksulları olduğu bu kurt dövüşü nasıl sonuçlanacak. ‘Sistem kendi kendini havaya uçurup yok edene kadar’ diyor Costa Gavras, Tourneuil’ün ağzından. Ve devam ediyor, ‘O zamana kadar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılmaya devam edeceğiz, bizler bankacıyız çünkü’. Kapital’in festival kapsamındaki gösterimleri sona ermiş bulunuyor. Ancak üzülmeyin, ustanın bu yaman filmi yakında sinemalarda gösterime girecek.

(09 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Altın Ayı Ödüllü Romanya Filmi Festivalde

Geçtiğimiz Şubat ayında Berlin Film Şenliği’nden büyük ödülle dönen ‘Çocuk Pozu / Pozitia Copilului’nin 32. İstanbul Film Festivali kapsamındaki ilk gösterimi filmin yönetmeni Calin Peter Netzer’in katılımıyla gerçekleşti. Netzer’in -yine festivalde izlenmiş olan- 2010 yapımı ikinci uzun metrajlı filmi ‘Şeref Madalyası / Medalia Di Onoare’, ülkesinin komünizm sonrası 90’lı yıllarını etkileyici bir dille anlatır. Netzer yeni filmini, otobiyografik özellikler taşıyan bir hikâye üzerine kurmuş. Yönetmenden aldığımız bilgi doğrultusunda, 60’lı yaşlardaki Cornelia ile biricik oğlu arasındaki nevrotik ödipal ilişki, büyük ölçüde Netzer ve ortak senaryo yazarı Razvan Radulescu’nun kişisel deneyimlerinden şekillenmiş. 34 yaşına gelmiş koca oğlan varlıklı ailesinin tek evlâdı, Cornelia’nın hayatının projesidir. Annesinin onaylamadığı bir beraberliği sürdüren genç Barbu bu patolojik duruma çoktan kazan kaldırmıştır gerçi, lâkin beklenmedik trajik bir trafik kazası ana ile oğulu fırtınalı bir hesaplaşmaya sürükleyecektir.

Kendi toplumumuzda da çok benzer örneklerine rastladığımız bu ezeli ebedi evrensel hikâye, Netzer ve ekibinin elinde çağdaş Romanya sinemasının temel özelliklerini taşıyan çarpıcı bir drama haline gelmiş. Film çok kısıtlı bir bütçeyle, yalnızca iki el kamerasıyla ve toplam 30 gün içinde çekilmiş. Gerçekçi olabilmek ve izleyiciyi olayların içine alabilmek amacıyla kamera operatörleri çekimlerde büyük ölçüde özgür bırakılmış. Bu bilinçli seçim doğrultusunda, benzer bir deneyimden geçmiş olan Netzer olan bitene dışarıdan bakabilme fırsatı bulabilmiş. Açık uçlu bir finalle noktalanan ‘Çocuk Pozu’, bu anlamda yönetmenin kişisel terapi çalışması görünümünde. Birçok Romanya filminde irili ufaklı rollerde izlemiş olduğumuz usta oyuncu Luminita Gheorghiu’nun anne kompozisyonu da ayrıca övgüye değer. Film festivalde iki kez daha gösteriliyor (Kadıköy Reks / 9 Nisan Salı, 19.00; Nişantaşı Citylife / 10 Nisan Çarşamba, 13.30)

(09 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kış Uykusu, Altın Palmiye Adaylığını Elde Edebilir

Kenan İmirzalıoğlu’ndan İlker Aksum’a kadar pek çok oyuncu Nuri Bilge Ceylan’ın kendilerine de bir rol yazmasını ve yönetmenin filmlerinde yer almayı sabırsızlıkla bekliyor.

Yönetmen ve senaryo yazarı Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde yeni filmi “Kış Uykusu”yla büyük ödül Altın Palmiye için yarışması da sürpriz olmayacak… Türk, Fransız, Alman ortak yapımı olan ve Kapadokya’da çekilen “Winter Sleep-Kış Uykusu”nun “şanslı oyuncuları”ysa Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen… Bu film Avrupa Sineması’nı destekleyen Eurimages Fonu’ndan 450 bin Euro almaya da hak kazanmış bulunuyor…

Cannes 1939’dan bu yana dünyanın bir numaralı festivali, daha önemlisi yok! Bu festivalin ana vitrininde bugüne kadar Türk sineması Yılmaz Güney, Şerif Gören ve Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri haricinde ne yazık ki yer alamadı. Fatih Akın ise Cannes’da Almanya’yı temsil etti.

“Yol”dan Başka Altın Palmiye’yi Kazanan Filmimiz Bulunmuyor!

1939 yılından bugüne Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanan ilk ve tek filmimiz Şerif Gören’in yönettiği “Yol” olmuştu. 1982 Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Yol”un senaryosunu Yılmaz Güney yazmış, başrolünü Tarık Akan üstlenmişti. “Yol” Kuzey Amerika’da Altın Küre Ödülü’ne de Yabancı Film Dalında aday gösterilme başarısını kazanan ilk ve tek filmimizdir.

Yine 1939’dan bu yana Altın Palmiye adaylığı elde edebilen diğer filmlerimiz de şunlar: Yılmaz Güney’in “Duvar”ı (1983), Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” (2003), “İklimler” (2006), “Üç Maymun”u (2008), “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı (2011) ve Türk asılllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında”sı (2007)…

Üstelik Nuri Bilge Ceylan “Mayıs Sıkıntısı” adlı filmiyle de Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı adaylığı elde ettiğinden Türk sinemasındaki tüm meslektaşlarından birkaç adım ötede bir kariyere sahip bulunuyor.

Nuri Bilge Ceylan’la Cannes Arasında Eşsiz Bir Aşk İlişkisi Var!

Aşağıda Cannes’da ödüllendirilen sanatçılarımızın listesini bulabilirsiniz.

* “Yol” Cannes’dan Altın Palmiye ödülü yanı sıra FIPRESCI (film eleştirmenleri) Ödülü ve Ekümenik (Kilise temsilcilerinden oluşan) Seçici Kurul tarafından verilen Özel Mansiyon ile döndü.

* “Uzak” Cannes’da büyük jüri özel ödülüne ve erkek oyuncu ödülüne (Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin Toprak) layık bulundu.

* “İklimler” Cannes’da FIPRESCI (film eleştirmenleri) Ödülü’nü elde etti.

* “Üç Maymun” Cannes’da Yönetmen Ödülü’nü kazandı.

* “Bir Zamanlar Anadolu’da” Cannes’dan Büyük Jüri Ödülü’yle döndü.

* “Yaşamın Kıyısında” Cannes’da Fatih Akın’a Senaryo Ödülü’nü kazandırdı.

(08 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Hülya Koçyiğit’in Anneannesinin Hayatı Müthiş Bir Melodram Olabilir

Türkan Şoray’ın oynamayı kabul etmediği “Susuz Yaz”la (yönetmen: Metin Erksan) 1964’te bir anda dünya çapında tanınan Hülya Koçyiğit’in anneannesinin hayatı gerçekten müthiş bir melodram filmi olabilecek ayrıntılarla dolu.

Hülya Koçyiğit’in anneannesi Müjgan Hanımın gerçekten çok sarsıcı bir yaşam öyküsü var…

Hülya Koçyiğit anneannesini Dünya Gazetesi’nden Feyzan Ersinan Top’un “Hülya Koçyiğit: Film Gibi Yaşadım” kitabında özetle şöyle anlatmıştı:

Hülya Koçyiğit: “Anneannem filozof bir kadındı ve çok büyük acılardan geçmiş biriydi. İnşallah bir gün anneannemin yaşadığı bu çileyi film yapacağım. En büyük dileğim bu.”

Soru: “Nasıl acılar bunlar?”

Hülya Koçyiğit: “Anneannem küçük (bebek) yaşta ailesince terk ediliyor. Daha bir buçuk yaşındayken… (O dönemde) Ablası da üç yaşında. Her ikisi de daha bebek olduklarından anneleri nerede anlamıyorlar.(…) Günler geçiyor iki küçük çocuk köydeki evde aç susuz yaşıyor. O sırada anneannemin ablası belki hastalanıyor belki aç kalıyor ve ölüyor. Tabii anneannem bir buçuk yaşında olduğundan ablasının öldüğünü anlamıyor. Onu bebek gibi yedirmeye çalışıyor, çekiştiriyor, oyun oynuyor onunla. Nihayet köylüler bir gün kapıyı kırıp anneannemi ve ölmüş ablasını buluyorlar. Ablasını toprağa veriyor, anneannemi de evlâtlık veriyorlar. Bir süre sonra anneannem onu evlât edinen memur aileyle birlikte yaşadığı köyden İstanbul’a geliyor (…)

Anneannem 17 yaşına geldiğinde İstanbul’da bir köşkten “Kızınıza talibiz” diye onu istiyorlar. Görücü usulüyle anneanneme talip oluyorlar; ama talip olan adam zaten evli. Köşke anneannemi kuma olarak istiyorlar. Anneannemi evlât edinip büyüten aile anneannemi kuma olsun diye köşke yolluyor. Köşkün zengin sahibi anneannemi hamile bırakıyor ve bir çocukları dünyaya geliyor. Meğer evin hanımının çocuğu olmuyormuş. Anneannemi de evin beyine çocuk doğursun diye kuma olarak köşke almışlar. Çocuk dünyaya geldikten sonra çocuğa el koyup anneannemi sokağa atıyor ve “Çocuk senin değil, bizim. Artık seni de tanımıyoruz!” diyorlar. Anneannem günlerce köşkün önünde yatıp kalkıyor. Köşkte yaşayan aile Jandarmaya haber verip anneannemi evinden önünden attırıyor. Akıl sağlığı bozuktur iddiasıyla da bir süre de hastahaneye yatırıyorlar. Anneannem on beş yaşında sokakta kalıyor ve bir eve çalışmaya giriyor. Bu evin temizlik işini yaptığı bir gün, yeni çalıştığı konağın çok kadınlı bir ailede büyüyen çok çapkın beyi de anneanneme sahip oluyor. Anneannem bu adama (sonradan dedem olacak adama) “Benimle evlenmek zorundasın” diyor. Önceden başına gelen olayları da bu adama anlatıyor ve bu kez adam hem bekâr, hem insaflı çıkıyor ve anneannemle evlenmeyi kabul ediyor…

Dedemin hayatında kadınlar, kızlar, alemler hep olmuş. Gözü daima dışarıdaki kadınlardaymış. Anneannem resmi nikâhlı eşiydi dedemin ama dediğim gibi anneannemin kocası yoktu. Çünkü deyim yerindeyse dedem evin yolunu bilmezdi. Dedem anneme gelip, birlikte olduğu, anneannemi aldattığı kadınların fotoğraflarını küçük kızına göstererek “Nasılsın Melek? Bak bu fotoğraftaki ablayı beğendin mi? Annen olsun mu bu abla?” dermiş…

Dedem gerçek adı Zerbap olan anneanneme adını değiştirerek Müjgan adını da vermiş.

Annem bilmediği bir yerlerde yaşayan bir kardeşi olduğunu biliyordu; ancak onu hiçbir zaman bulamadı / bulamadık, hiçbir zaman bir araya gelemedik teyzemle.”

Hülya Koçyiğit’in En Çok Beğendiği Türk Filmleri (*)

– Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı
– Şerif Gören’in “Yol”u
– Lütfi Akad’ın “Kızılırmak Karakoyun”u
– Lütfi Akad’ın “Gelin”i
– Şerif Gören’in “Derman”ı
– Atıf Yılmaz’ın “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı
– Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim”i
– Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”
– Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”
– Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ı

(*) Bu listeyi Empire Dergisi için hazırlamıştı.

(06 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Uluslararası Yarışmanın Altın Lale Adayları Görücüye Çıkıyor

32. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma filmlerinin basın gösterimleri başladı. İlk izlenenler arasında kişisel notlarıma göre öne çıkan yapım, Eva Neymann’ın ‘Kuleli Ev / Dom S Bashenkoy’u oldu. Ukraynalı yönetmenin filmi, Solaris’in senaryosunda imzası bulunan yazar Friedrich Gorenstein’ın bir öyküsünden yola çıkmış. Mekân, İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü zorlu yılında savaştan bitap düşmüş karla kaplı Sovyetler Birliği toprakları. Sekiz yaşlarındaki küçük bir oğlan çocuğunun gözlerinden savaş ve yoksulluğun ezip geçtiği, başkalarının acılarına karşı duyarsızlaşmış bir toplumun panoramasını başarıyla çizmiş genç sinemacı. Bu başarıda usta görüntü yönetmeni Rimvydas Leipus’un Sovyet sineması geleneği doğrultusunda muhteşem siyah beyaz görüntüleri ve ışık gölge kompoziyonlarının büyük payı var kuşkusuz. Popüler Rus romanslarından Solovey (Bülbül)’ün yanı sıra Erik Satie’den üç numaralı Gnossienne’in ezgilerinin de eşlik ettiği bu küçük şiirsel filmde, Tarkovski’nin ‘İvan’ın Çocukluğu’ndan izler bulacaksınız. Festival sinemalarındaki üç gösteriminden birini yakalamaya çalışın. (Beyoğlu Atlas / 11 Nisan Perşembe, 16.00; Ortaköy Feriye / 12 Nisan Cuma, 19.00; Kadıköy Reks / 14 Nisan Pazar, 19.00)

Uluslararası Yarışmanın bir diğer Altın Lale adayı, belgeselleriyle tanınan Avustralyalı yönetmen Tony Krawitz’in ilk uzun metrajlı çalışması ‘Ölü Avrupa / Dead Europe’. Yunan asıllı yazar Christos Tsiolkas’ın kişisel anılarından izler taşıyan, bizde de yayınlanmış ‘Versus’ adlı romanından uyarlanmış. Sidney’in banliyösünde intihara benzer bir araba kazası sonucu ölen babasının küllerini Yunanistan’daki köyüne götürmek üzere yola çıkan fotoğrafçı Isaac’in hikâyesi bu. Genç adamın geçmişin hayaletlerinin peşinde baba ocağından başlayarak Paris ve Budapeşte’ye savrulan öyküsünde babanın lânetlenmiş suçları, eski kıtanın günahlarının bir metaforu görünümünde. Krawitz, geçmişiyle hesaplaşmayan Avrupa’nın benzer günahları günümüzde de işlemeye devam ettiğinin altını çizerek hayli karamsar bir tablo çizmiş. ‘Ölü Avrupa’ festivalde üç kez gösteriliyor. (Beyoğlu Atlas / 9 Nisan Salı, 16.00; Ortaköy Feriye / 10 Nisan Çarşamba, 19.00; Nişantaşı Citylife / 11 Nisan Perşembe, 21.30)

İzleme fırsatını bulduğumuz yarışma filmlerinden bir diğeri olan ‘Ne Yaptın Richard? / What Richard Did’ yine bir ilk film. İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson’ın bu edebiyat uyarlaması (Bad Day In Blackrock / Kevin Power), Dublin’li varlıklı ailenin okulunda ve uğraştığı spor dalında başarılı, yakışıklı yeniyetme oğulları Richard’ın rüya gibi yaşamının, meşum bir yaz gecesi sebep olduğu olay nedeniyle altüst oluşunun hikâyesi. Richard’ın babası rolünde -2007 Danimarka yapımı ünlü televizyon dizisi ‘Forbrydelsen (The Killing)’in oyuncularından- Lars Mikkelsen’i izlediğimiz film festivalde üç kez gösteriliyor. (Beyoğlu Atlas / 8 Nisan Pazartesi, 19.00; Ortaköy Feriye / 9 Nisan Salı, 16.00; Kadıköy Reks / 10 Nisan Çarşamba, 13.30)

(06 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Viktor Apalaçi: Üç Maymun, Dünya Sinemasının Ölümsüz Filmlerinden Biri

Şalom Gazetesi sinema yazarı ve film eleştirmeni Viktor Apalaçi, Atilla Dorsay’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde sinema hakkında yazmaya başladığı 1966’dan bu yana Şalom’da yazıyor… Tam 47 yıldır bu konuda okurunu bilgilendiriyor ve yönlendiriyor.

Apalaçi’ye göre Türk sinema yazarları ve film eleştirmenleri arasında Türkçeyi en iyi kullanan şu an Cumhuriyet Gazetesi’nde yazan Sungu Çapan… Apalaçi “Sungu Çapan inanılmaz uzunluktaki cümleleri yazılarında başarıyla kuruyor ve kullanıyor.”

Bugün 72 yaşında olan Apalaçi’ye göre en beğendiği filmler şöyle sıralanıyor:

* Bisiklet Hırsızları / Vittorio de Sica
* Milano Mucizesi / Vittorio de Sica
* Hiroşima Sevgilim / Alain Resnais
* 400 Darbe / Francois Truffaut
* Paris Teksas / Wim Wenders
* Ölümsüz – Z / Casta Gavras
* Taksi Şoförü / Martin Scorsese
* Sahne Işıkları – Limelight / Charlie Chaplin
* Leopar / Luchino Visconti
* Siyah Orfe / Marcel Camus
* Rashomon / Akira Kurosawa
* Bir Kadın ve Bir Erkek / Claude Lelouch
* Blow-Up / Michelangelo Antonioni
* Underground / Emir Kusturica
* Pianist / Roman Polanski
* Rüzgar Gibi Geçti / Victor Fleming
* İnsanlar Yaşadıkça / Fred Zinnemann
* The Wages of Fear / Henri George Clouzot
* Asi Gençlik / Nicholas Ray
* Doktor Jivago / David Lean
* Unforgiven / Clint Eastwood
* Manhattan / Woody Allen
* Vertigo / Alfred Hitchcock
* Amcam – Mon Oncle / Jacques Tati
* 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün / Cristian Mungiu
* Oğul Odası / Nanni Moretti
* Karanlıkta Dans / Lars Von Trier
* Kelebek ve Dalgıç / Julian Schnabel
* Dalgaları Kırmak / Lars Von Trier
* Çingeneler Zamanı / Emir Kusturica
* Barton Fink / Coen Kardeşler
* Apocalypse Now / Francis Ford Coppola
* Teneke Trampet / Volker Schlöndorff
* İşçi Sınıfı Cennete Gider / Francesco Rosi
* Arabulucu / Joseph Losey
* Eğer – If / Lindsay Anderson
* Gece / Michelangelo Antonioni
* L’Eclipse / Michelangelo Antonioni
* Baylar ve Bayanlar / Pietro Germi
* Şerburg Şemsiyeleri / Jacues Demy
* Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği / Luis Bunuel
* Tatlı Hayat / Federico Fellini
* Sessiz Dünya / J. Y. Cousteau ve Louis Malle
* Ölüm Asansörü / Louis Malle
* Marty / Delbert Mann
* Fargo / Coen Kardeşler
* Paramparça Aşklar Köpekler / İnnaritu
* Bazıları Sıcak Sever / Billy Wilder
* Giant / George Stevens
* Kwai Köprüsü / David Lean
* Guguk Kuşu / Milos Forman
* Casablanca / Michael Curtiz
* Citizen Kane / Orson Welles
* Fahrenheit 9 / 11 – Michael Moore
* Ulis / Theo Angelopulos
* Piano Dersi / Jane Campion
* Üç Maymun / Nuri Bilge Ceylan

Viktor Apalaçi’ye Göre “Üç Maymun”:

Hepimiz “Üç Maymun”u oynarız

İnsan ruhunun derinliklerinde dolaşmayı seven bir sinemacı olarak Nuri Bilge Ceylan, “Üç Maymun”da bilinen sakin ve durgun uslubunu yinelerken, sinemasını geliştirdiğini, farklı bir yolda cesur bir adım attığını gösteriyor.

İnsanın doğasını ve varoluşunu sorgulamayı sürdürdüğü “Üç Maymun” da Ceylan, aşk, nefret, pişmanlıklar, yalanlar, sorumluluk, güç duygusu ve affetme gibi temaları işliyor. Kurduğu görsel dünya ve özgün uslubuyla Türk sinemasında özel bir yeri olan Nuri Bilge Ceylan, “Üç Maymun” da mekân kullanımındaki ustalığı, özenli ışık çalışması ve başarılı ses tasarımı ile dikkati çekiyor.

Film, 3 kişiden oluşan orta sınıf bir ailenin, parçalanmaması adına, gerçeklerin görmezden gelinmesiyle ortaya çıkan açmazları anlatıyor. Hayatta hepimizin “Üç Maymun”u oynamak zorunda kaldığımız gerçeğinden hareketle, Ceylan, bir yerde davranışlarımıza ayna tutuyor.

Sorumluluk yükünün ağırlığı altında ezilmemek için, filmin üç kahramanı, gerçeği görmekten, konuşmaktan kaçınarak, onu inkâr etmekle yetinir. Ancak “Üç Maymun”u oynamak, acı gerçeklerin üstünü örtmeye yeterli midir?

Nuri Bilge Ceylan eşi Ebru Ceylan ile birlikte yazmaya başladıkları senaryo kadrosuna, özel hayatında politikaya atılan bir doktor olan Ercan Kesal’ı almış. Bu filmde kendini yenilemeyi seven bir sinemacı kimliğiyle karşımıza çıkan Ceylan, kariyerinde ilk kez siyasi ortama göndermeler yapıyor. Ercan Kesal’ın telkiniyle, filmin baş kahramanlarından biri, çiçeği burnunda bir politikacı.

Sakin, Durgun Sinema Dili

Duygusal gelgitler ve psikolojik tahliller yüklü bir senaryoyu, Ceylan bilinen sakin ve (uzun plânlara dayanan) durgun üslûbuyla sinemaya aktarıyor. Gri tonların hakim olduğu bir atmosferde geçen, Yedikule’de oturan, üç kişilik orta direk bir ailenin öyküsünü anlatan film bir trafik kazasıyla başlıyor.

Şoför baba (Yavuz Bingöl), politikacı patronunun (Ercan Kesal) yaptığı bir trafik kazasını üstlenerek kısa bir müddet hapis yatar. Evde, 20’li yaşlarını sürdüren işsiz oğluyla (Ahmet Rıfat Şungar) tek başına kalan karısına (Hatice Aslan) patron göz koyar.

Kocası hapisteyken, genç kadın, zaafına yenilip patronun metresi olur. Okulda başarısız olan, boş gezenin boş kalfası oğul, gerçekleri bilmesine rağmen susmayı yeğler. 6 yaşındayken denizde boğulan kardeşinin gölgesi, ailenin tüm ilişkilerinin üstüne düşer.

“Tutkuyla Sevdiğim Yalnız, Güzel Ülkem”

Aile içi koyu suskunluk ortamına rağmen, hapisten çıkan baba, durumu kavrar. Ancak “Üç Maymun”u oynamak, acı gerçeklerin üstünü örtmeye yeterli midir? Filmde bir ailenin, altından kalkamayacağı acılara ve sorumluluklara maruz kalmamak adına gerçeği örtbas ederek bir arada kalmaya çalıştıklarını izliyoruz.

Nuri Bilge Ceylan’ın insan ilişkilerini inceleme yöntemini Bergman, Bresson ve Tarkovski gibi ustaların sinemasına yakın bulan eleştirmenler var. Son Cannes Film Festivali’nin başlangıcında gösterilen “Üç Maymun”, festival boyunca uluslararası eleştirmenlerin değerlendirilmesiyle, hep Altın Palmiye ödülüne layık gösterildi.

Nuri Bilge Ceylan (yarışmanın Clint Eastwood, Steven Sodergbergh, Atom Egoyan, Dardenne Kardeşler, Wim Wenders gibi prestijli yönetmenlerini sollayarak) En İyi Yönetmen seçildi. Ceylan’ın bu başarısı kimseyi şaşırtmadı. Yönetmen bu festivalde, 2003’te “Uzak” ile Jüri Büyük Ödülü’nü, 2005’da “İklimler” ile sinema yazarlarının verdiği Fibresci ödülünü kazanmıştı.

Üslûp olarak sakin ve durgun bir sinema dili kullanan Ceylan görsel diliyle izleyicinin bir kez daha hayranlığını kazanıyor. Amatör oyuncuları dahi iyi yönetmedeki becerisini gösterdiği filmle Ceylan, önceki filmlerine kıyasla daha içine girilebilir bir yapıt sunuyor.

Cannes’da Kapanış Galası’nda ödülünü “tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesine adamakla” gururumuzu okşuyor, gönüllerde taht kuruyor.

(04 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Festivalin Formda Ustaları ve Parlak Bir Keşif

32. İstanbul Film Festivali’nin ilk günlerinde iki efsanevi ustanın çok genç filmleri izleyicileri büyüledi. Fransız Yeni Dalga ekolünün kurucularından 1922 doğumlu Alain Resnais ‘Henüz Hiçbir Şey Görmediniz / Vous N’Avez Encore Rien Vu’ diyor son filminde. Hayli ilerlemiş yaşına rağmen her zaman özgün ve yaratıcı kalabilmiş mizansen ustasının yeni yapıtı, Antoine D’Anthac’ın ani ölümünden sonra iletilen bir mesaj üzerine, yazarın ‘Eurydice’ adlı oyununda yıllar boyu rol almış tüm oyuncuların üstadın şatosunda biraraya toplanmasıyla başlıyor. Müteveffa yazarın hepsi yakın dostu olmuş bu seçkin oyuncular topluluğundan istediği, söz konusu oyunu yeniden sahneleyen ‘La Compagnie de La Colombe’ isimli genç oyuncu kumpanyasının modern yorumunu değerlendirmeleri. Deneyimli oyuncular genç yetenekleri ekranda izlerken yavaş yavaş repliklerini hatırlamaya ve oyunun sahnelenmesine iştirak etmeye başlar. Bundan sonrası yaşam ile tiyatronun, gerçek ile kurmacanın iç içe geçtiği büyüleyici bir mizansen deneyimi, yaşam, aşk, mutluluk, ölüm, ölümden sonra aşkın tartışıldığı enfes bir yaratım sürecidir. Yönetmen, -Mathieu Amalric’in başarıyla yorumladığı- Mösyö Henri (ya da Azrail) karakteri aracılığıyla yaşamın bir yük olarak dayanılmaz ağırlığını, buna karşılık ölümün ebedi huzurunu dile getiriyor. Bizler de ‘Sen çok yaşa Resnais usta, daha göreceğimiz çok şey var’ demekten kendimizi alamıyoruz. Son jeneriğe eşlik eden Frank Sinatra yorumuyla unutulmaz ‘It Was A Very Good Year’ bu nefis filmin bonuslarından bir diğeri. Henüz izlememiş olanlar için filmin iki gösterimi daha olduğunu hatırlatalım. (Ortaköy Feriye / 4 Nisan Perşembe, 19.00; Nişantaşı Citylife / 5 Nisan Cuma, 11.00)

Sinemanın en kışkırtıcı ve özgün yaratıcılarından bir diğeri ressam Peter Greenaway de festival programında yer alan yepyeni filmiyle geçmiş yapıtlarını aratmayan isimlerden. ‘Goltzius ve Pelikan Kumpanyası / Goltzius and The Pelican Company’ ile bir kez daha sanat ve cinselliğin ana katmanlarını oluşturduğu görsel bir şölen armağan ediyor sadık festival izleyicisine. Zina, ensest, aldatma, pedofili, fahişelik ve ölüsevicilik gibi altı cinsel tabuyu Eski Ahit metinlerinden çekip çıkarmak suretiyle üstelik. Greenaway dinsel kurumların, toplumsal ahlâkın savunucusu yönetici sınıfların tüm riyakarlığını -yoksa bir Pasolini filmi mi izliyoruz dedirten- cüretkâr bir cinsellikle görselleştirmiş. Bu arada ilk göz ağrısı resim sanatına göndermeleri de ihmâl etmemiş. Belki herkese göre değil ama üstadın hayranlarını uçuracak cinsten bir deneme bu. Ana rollerden birinde (Quadfrey), geçtiğimiz yıl 18. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sergilenen Schaubühne Berlin’in ‘Hamlet’ yorumunda hayran kaldığımız Lars Eidinger’e dikkat… (Son gösterim: Kadıköy Reks / 6 Nisan Cumartesi, 21.30)

Festivalde tanıdık ustaların son işlerini izlerken, bir yandan da genç sinemacıları keşfe çıkıyoruz. ‘Kuş Yemi Yiyen Oğlan / To Agori Troei To Fagito Tou Pouliou’, Yunanistan’dan gelen çok ilginç bir ilk film. Yönetmen Ektoras Lygizos’ın, Knut Hamsun’ın ‘Açlık’ adlı romanından esinlendiğini ifade ettiği film, komşu ülkenin halen yaşamakta olduğu derin ekonomik bunalımın metaforu görünümünde. Tek kuruşu kalmayan, üstelik yaşadığı evden de atılan genç adamın hikâyesini, oyuncusunun (muazzam Yannis Papadopoulos) neredeyse bedenine nüfuz edercesine yakın plânlar ve hareket halindeki omuz kamerasıyla soluk soluğa anlatıyor genç sinemacı. Lygizos’un gelecek işlerini merakla beklediğimiz isimler arasına aldık şimdiden. Filmin iki kez daha gösterileceğini hatırlatalım. (Ortaköy Feriye / 8 Nisan Pazartesi, 13.30; Nişantaşı Citylife / 10 Nisan Çarşamba, 21.30)

(01 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsan Hayatının Ülkemizde Hiçbir Değeri Yok

Seyfi Teoman çok değerli bir yönetmenimizdi. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” adlı filmi Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı için yarışmaya layık bulunmuştu.

Seyfi Teoman 16 Nisan 2012’de bir motorsiklet kazası geçirdi ve 08 Mayıs 2012’de ne yazık ki öldü… Seyfi Teoman’ın ölümüne yol açan şoför mahkeme tarafından yüzde yüz suçlu bulundu ve sadece 3 yıl 4 aylık bir hapis cezasına çarptırıldı. Kararın kesinleşmesi için temyiz sürecinin sonuçlanması gerekiyor.

Kazaya neden olan şoför madem yüzde yüz hatalı, kendisine verilen ceza çok çok az değil mi?

Seyfi Teoman İlk Film Ödülü 30 Bin Türk Lirası

Bu arada 30 Mart – 14 Nisan 2013 tarihleri arasında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman anısına bir ödül verilecek… Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’nü kazanan filmin yönetmeni aynı zamanda Cem Yılmaz, CMYLMZ FikirSanat’tan 30 bin lira kazanmış olacak.

Seyfi Teoman’ın En Çok Beğendiği Türk Filmleri:

(Seyfi Teoman’ın Empire Türkiye Dergisi’ne verdiği liste; dergide yayınlanmamıştı)

* Nuri Bilge Ceylan’dan “Uzak”
* Lütfi Akad’dan “Vesikalı Yarim”
* Yılmaz Güney’den “Duvar”
* Zeki Demirkubuz’dan “Masumiyet”
* Ömer Kavur’dan “Anayurt Oteli”
* Şerif Gören’den “Yol”
* Metin Erksan’dan “Kuyu”
* Metin Erksan’dan “Sevmek Zamanı”
* Nuri Bilge Ceylan’dan “Mayıs Sıkıntısı”
* Zeki Ökten’den “Sürü”

Berlin Film Festivali büyük ödülü Altın Ayı için yarışan Türk filmleri ya da Türk asıllı yönetmenlerin filmleri (Tam Liste):

1961 – “Kırık Çanaklar” / Memduh Ün
1964 – “Susuz Yaz” / Metin Erksan /Büyük Ödülü kazandı
1980 – “Düşman” / Zeki Ökten
1983 – “Hakkari’de Bir Mevsim” / Erden Kıral
1985 – “Pehlivan” / Zeki Ökten
1988 – “Av Zamanı” / Erden Kıral
1999 – “Güneşe Yolculuk” / Yeşim Ustaoğlu
2000 – “Mayıs Sıkıntısı” / Nuri Bilge Ceylan
2001 – “Cahil Periler” / Ferzan Özpetek
2004 – “Duvara Karşı” /Fatih Akın / Büyük Ödülü kazandı
2010 – “Bal” / Semih Kaplanoğlu / Büyük Ödülü kazandı
2011 – “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” / Seyfi Teoman

(02 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Martin Scorsese Bile Metin Erksan Hayranıdır

Rus yazar Dostoyevski’ye maledilen ünlü söz şöyledir: “Hepimiz (Rus Edebiyatı) yazar Gogol’ün paltosundan çıktık.”

Bence tüm Türk sineması Metin Erksan’ın paltosundan çıkmıştır…

En son, “Kelebeğin Rüyası”nın oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ, Elle Dergisi’ndeki söyleşisinde, Doha Tribeca Film Festivali’nde karşılaştığı Oscar ödüllü yönetmen Martin Scorsese’nin Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmine duyduğu hayranlığı dile getirdiğini söyledi…

Bilindiği gibi, “Susuz Yaz” Martin Scorsese tarafından kurulan World Cinema Foundation (Dünya Sinema Vakfı) tarafından onarılan filmlerden biri… Vakıf filmin onarılmış kopyasını 2008 Cannes Festivali’nin (61. Cannes Film Festivali) “Klasik Filmler” bölümünde Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın sunumuyla göstermişti.

Metin Erksan “Acı Hayat”ta Bir Araya Getirdiği Kadroyu “Susuz Yaz”da Oynamaya İkna Edememişti!

26 Haziran – 07 Temmuz 1964 tarihleri arasında düzenlenen Berlin Film Festivali’nde Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı büyük ödül Altın Ayı’yı kazanmıştı. “Susuz Yaz”ın başrollerini Türkan Şoray ile Ayhan Işık’a teklif eden Metin Erksan bu iki oyuncuyu da ölümsüz filminde oynatmayı başaramamıştı…

Türkan Şoray, Metin Erksan’ı ve “Acı Hayat”ı Anlatıyor:

Metin Erksan’ın yönetiminde baş erkek rolünü Ayhan Işık’ın üstlendiği “Acı Hayat” filmini çeviren Türkan Şoray, Metin Erksan’ın 2012’deki ölümünden sonra “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “Acı Hayat” filmini şöyle anlatacaktı:

“O zaman ne kadar önemli bir yönetmen olduğunun farkında değildim… Böyle bir filmin başrol oyuncusu olmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu, oynadığım rolün bir oyuncu için ne kadar önemli olduğunu ve çevirmekte olduğum filmin değerini yıllar geçince çok daha iyi anladım. O yıllarda birçok oyuncunun çalışma hayali kurduğu bir yönetmenle çalıştığımı algılayabilecek, değerlendirebilecek birikimde değildim. Sadece oynadığım rol beni etkilemişti. Manikürcü Nermin’in yaşadığı dramla, başına gelenlerle duygusal bir bağ kurmuştum kendi içimde. O genç kızın çektiği acıları sanki ben yaşamıştım; filmde adeta kendi mutsuzluğumu yaşıyordum. Anne baba ayrılığının hüznünü, mutsuzluğunu yaşamış, o yıllardan sonra yoksulluğu tanımıştım. Bu duygulara, bu acılara yabancı değildim. Babam ayrıldığı yıl annem beş parasız kalmıştı. Ben 13-14 yaşlarındaydım. Annem çok istese de bana yeni bir şeyler alamıyordu. Okulda ders bitip zil çaldığında ben yerimden kalkmaz, sınıftan en son çıkardım. Arkadaşlarımın kalın, güzel paltoları vardı; benimse lacivert incecik bir ceketim… Onların paltolarını giyip çıkmalarını beklerdim. O incecik ceketle görüp beni küçümseyeceklerini düşünürdüm… Yaşadıklarım bende derin izler bırakmış olmalı ki, yönetmenin (Metin Erksan’ın) anlattıklarını çok iyi anlıyordum, hissediyordum. Böylece kamera önüne geçtiğimde içimde bir yerlerde birikmiş bu yoğun duyguları sezgilerimle ifade edebilme imkânı veriyordu bu filmdeki rolüm. Bu karakter acı çekiyordu ve o acıda ben kendimi buluyordum, o acıyı tanıyordum sanki önceden yaşamış gibi… O mutsuzluk, umutsuzluk herhalde yüzüme yerleşti ki, başarılı oldum. Bir filmde duyarak, o karakteri hissetmenin rolü gerçekçi kılmada ne kadar önemli olduğunu belki o zamanlar farkına varmadan oyunculuğuma taşıdım ve hep böyle devam ettim… Sinema eğitimi olmayan, oyunculuğun ne olduğunu bilmeyen ben, tamamen duygularımla yaşattığım bu karakterle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın oyuncu ödülünü kazandım. Ödülden sonra sinemada adım daha çok oyuncu olarak anılmaya başladı. Böyle önemli bir festivalde, sinemada daha bu kadar yeniyken bu ödülü almanın çok önemli olduğunu söylüyorlardı. Beni kutluyorlardı, bana oyuncu olarak farklı davranmaya başlamışlardı. Sinemada oyuncu olmak diye bir kavram vardı ve oyuncu olmak önemliydi, bunu anlamaya başladım. Oyunculuğu kendi kendime keşfediyordum; tamamen içgüdüsel, el yordamıyla. (…) ‘Acı Hayat’tan sonra Yeşilçam’ın büyük şirketlerinden Kemal Film’den teklif aldım…”

Türkan Şoray Metin Erksan ile ilgili sözlerini şöyle bitiriyor:

“Yeri doldurulamayacak, Türk sinemasına adını altın harflerle yazdıran, sinemamızda sonsuza kadar anılacak olan Metin Erksan ‘Sinemacılar Dönemi’ni başlatan ve geliştiren ilk yönetmenlerden biridir, birçok yönetmen onun sinemasını örnek almıştır.”

Türk Sineması’nı Kabuğundan Çıkaran Film: “Susuz Yaz”

Türk sineması Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filminin Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı almasıyla ilk kez yurt dışına açıldı ve bu film Türkiye sınırları içinde kapalı kalan Türk sinemasını yurt dışına taşıdı; bugün 40 küsur ülkeye “Made in Turkey” dizi film satabiliyorsak bu yolu da ilk defa Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı açtı.

Hülya Uçansu’nun kitabı “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları”ndaki Metin Erksan ile ilgili bölüm:

Benim sözünü etmek istediğim ise, Hülya Uçansu’nun anı kitabı “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları”ndaki Metin Erksan’la ilgili çok çarpıcı bir anekdot…

Bu anekdota göre, Profesör Doktor Sami Şekeroğlu’nun kaleme aldığı, Metin Erksan filmlerini yücelten, Metin Erksan’ın yaratıcılığına hayranlıkla, övgüyle dopdolu yazı, sinema yazarı Mehmet Basutçu tarafından adeta yeniden yazılarak, Metin Erksan sineması ve filmleri aleyhinde yepyeni bir metne dönüştürülerek yayınlanmış ve yazının orijinalini yazan Sami Şekeroğlu küplere binmiş.

(01 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com