Kategori arşivi: Yazılar

Mucizenin Adı: Köy Enstitüleri

Yer: Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy. Vefatından kısa bir süre önce, bir anma programında bir araya geldiğimiz Fakir Baykurt, tamamı eğitimcilerden oluşan topluluğa yaklaşıp, “buraya öğretmen evinden geldiniz, öyle değil mi?” diye soruyor. Şaşkın gözlerle birbirimize bakıyor ve üstadın bunu nasıl anladığını sorguluyoruz.

“Zamanında”, diye söze başlıyor Baykurt, “bizlere öğretmen hastaneleri kurma projesinden bahseden devlet yetkililerine, ‘bizi halkımızdan koparamazsınız’ diye itiraz etmiştik.”

Başımızı öne eğiyor, susuyoruz…

Bir grup arkadaşla birlikte “Karanlıktan Aydınlığa Bir Yol Türküsü: Köy Enstitüleri” diasını hazırlamak üzere birlikteyiz. İşimiz enstitü mezunlarından halen hayatta olanlarla tanışıp, anılarını dinlemek.

“Bizim zamanımızda” diyor Cevat Amca, “Cuma günleri okul meclisi toplanırdı. Bütün okul; hizmetlisinden öğrencisine, öğretmeninden müdürüne bir araya gelir, okul sorunlarından söz ederdi. Bir gün bir arkadaşım Okul Müdürü’nü, kendisine sebepsizce azarladığı için tüm personelin gözü önünde eleştirmiş, Müdürümüz de kendisine hak vererek özür dilemişti.”

Hasanoğlan mezunlarından Murat Öğretmen, okulda sergiledikleri “Antigone”yi dün gibi hatırlıyor, o uzun tiradını ilk günkü heyecanla sergilemeyi sürdürüyordu. Ruhi Su’dan ders alan bir diğeri ise, büyük ozanın duruşundan nasıl etkilediklerini, “Burçak Tarlası”nı yıllar sonra yeniden söylerken ne de güzel kanıtlıyordu.

“Okullarda Sanat Eğitimi’nin Önemi” konulu bir panele konuşmacı olarak davet edildiğimde, söze yine Köy Enstitüleri’nden başlayarak girmiştim. O kadar şaşırtıcı istatistikler vardı ki; günümüzde 40 dakikalık ders saatlerine sıkıştırılan Resim ve Müzik derslerinde öğrencilerinin ufkunu açmaya çalışan eğitimcileri düşünüp acı acı gülümsemiştim.

Büyük altüst oluşlar çağında kimi liberal kalemlerin eleştiri süzgecinden geçirilen kurumlardan biri de Köy Enstitüleri oldu, biliyorsunuz… Böylesine bir sistemin bilimsel yanı olmadığını savunan da oldu, mevcut düzeni pekiştirme yolunda atılan “çağdışı” adımlardan biri olduğunu da…

Nedense hiçbiri, yolu, suyu, elektriği olmayan köylerde, sıtmayla boğuşan, açlık ve cehaletin iz düşürdüğü bedenler için “eğitim”in ne kadar uzak bir kelime olduğundan söz etmediler. Sosyal medya olmasa, oğlunu “devlet torpili” olarak nitelendirileceği gerekçesiyle yurtdışına, eğitime göndermeyen bakandan da haberimiz olmayacaktı, İlköğretim Genel Müdürü’yken bir gecede liseye öğretmen yapıldığını öğrendiğinde “öğrencinin olduğu her yer bir eğitim alanıdır” diyen eğitimciden de…

Bir kuşağa adını veren, büyük çoğunluğu köylerde yaşayan halk kitlelerini kent merkezlerindeki aydın kesimlerle buluşturan gerçekçilerden ya da okulların bu kadar kısa sürede okuma-yazma oranında gösterilen büyük atılımla akademik araştırmalara konu oluşundan bahsetmiyorum bile…

Ahmet Soner’den Tarık Akan’a bir dizi sinemacının belgeseline konu olduktan sonra, uzun metrajlı kurmaca yapımlara da esin kaynağı olan Köy Enstitüleri, Ali Adnan Özgür’ün “Toprağın Çocukları”nın ardından yeni bir projeyle karşımıza çıkıyor. İlk filmde, olguyu azınlıklara saygı boyutunu da gözler önüne sererek ve günümüz Türkiyesi ile de ilişkilendirerek gündeme getiren sinemacılar, Biket İlhan’ın filminde, çok da doğru bir kavrayışla ağalık düzeni ve gerikalmışlık ekseninde ele alıyorlar. Özellikle kadınlar cephesinde verilen aydınlanma uğraşının gerçeklere dayanarak ele alınmasının saygı duyulabilecek bir çaba olduğunun altını çizmek ve filmin
anlatısına hakim olduğu öne sürülen “didaktik yapının” eleştirisine soyunanlara bir çift söz söylemek gerekiyor: Son yıllarda “yakın tarihle hesaplaşma” adıyla kültürel zeminde yeni tartışmalar boy gösterdi. Ne var ki, konu Köy Enstitüleri, Halkevleri ve erken dönem aydınlanmacı yaklaşımın diğer kurumlarına geldiğinde bu sorgulamacı anlayışın yerini “sessizliğe” bıraktığına tanık olduk. 90’lardan bu yana ülkeyi taşra-kent karşılaştırmalarına, yarı aydının yozlaşma serüvenlerine, uhrevi sevdalara ve bireyci okumalara hapseden “sanat sinemasının” krize tutulduğu bir noktada, “Yarım Kalan Mucize” gibi kavrayışların önemli olduğunun altını çizmek gerekir.

Sonuç itibarıyla Nihan Belgin ve Biket İlhan’ı saygıdeğer bir çabanın ürünü olan filmden dolayı kutlarken, “Umut Beşkırma’ya dikkat!” diyorum…

(29 Aralık 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Hollywood Usulü 47 Ronin

Üç boyutlu pahalı Hollywood yapımlarının sonuncusu ‘47 Ronin’. Amerikan sinema endüstrisinin yaş ortalaması gittikçe küçülen izleyicisine yönelik bu gösterişli yeni oyuncağı, defalarca perdeye aktarılmış Marvel çizgi kahramanlarına alternatif olarak bu kez pek ünlü bir uzak doğu söylencesini konu ediniyor. 47 Ronin’in hikâyesi, 18. yüzyıl başlarında feodal Japonya’da yaşanmış gerçek olaylar üzerine kuruludur esas olarak. Sadakat, fedakârlık ve bir onur sembolü olarak Japon kültürüne damgasını vurmuş bu dramatik efsane, beylerini kaybetmiş bir grup samurayın intikamı üzerinedir. Filme geçmeden önce roninlerin gerçek öyküsü üzerine biraz bilgi verelim dilerseniz.

Ako kalesinin feodal beyi Asano Naganori, ordular komutanı Şogun Tsunayoshi’nin makamı Edo kalesinde kendisini taciz eden imparator subayı Kira’yı kılıcıyla yaralar. Ölüm cezasına neden teşkil edecek bir suçtur bu. Lord Asano’nun ‘seppuku’ (başka bir deyişle ‘harakiri’) yapmak suretiyle onurlu bir şekilde intiharını uygun görür Tokugawa Şogun’u. Kira’nın hakaretlerinin görmezden gelinmesi ve beylerinin hak etmediği halde cezalandırılması yetmezmiş gibi, kanun gereği ölümünden sonra Ako beyinin tüm mülküne el konur, ailesi mirastan mahrum edilir. Efendilerinin ölümüyle açıkta kalan adamları da, yersiz yurtsuz samuraylar anlamına gelen ‘roninler’e dönüşür. Asano’nun sadık adamlarından Oishi liderliğinde toplanan eski samuray takımı, haksızlığın rövanşı için sabırla iki yıla yakın bir süre bekler. İntikam duygusuyla yaşanan bu süre zarfında ülkenin çeşitli bölgelerine dağılır, yoksul ve ayyaş roninler görüntüsü vermek suretiyle Kira ve adamlarının takibinden kurtulurlar. 14 Aralık 1702’nin soğuk ve karlı kış gecesi beklenen hesaplaşma için harekete geçme zamanıdır.

47 Ronin’in hikâyesi tarih boyunca sayısız esere konu olmuş Japonya’da. ‘Sadık Takım’ olarak dilimize çevirebileceğimiz ‘Chushingura’ adıyla edebi metin haline getirilmiş. 18. yüzyılda geleneksel Bunraku ve Kabuki oyunları olarak sahnelenmiş. 19. yüzyılın ikinci yarısının reformist Meiji döneminde milli kimliğin temel eserlerinden biri olarak kabul edilmiş. Sessiz dönemden başlayarak sinemaya en az 6 defa uyarlandığını biliyoruz. Bunların en bilineni, II. Dünya Savaşı’nın kanlı çatışmalarının sürdüğü 1941’de saldırgan Japon askeri yönetiminin siparişi üzerine büyük usta Kenji Mizoguchi’nin iki bölüm halinde çektiği, uzunluğu dört saate yaklaşan ünlü uyarlamasıdır. Uzun soluklu birçok televizyon dizisine kaynaklık etmiş olan ‘Chushingura’ 1997’de opera olarak da sahneye konmuştur.

47 Ronin’in Hollywood macerasının Japon kültürüne tutkun olanlar için tatmin edici olmanın hayli uzağında olduğunu baştan söyleyelim. Beklendiği üzere, büyük stüdyolardan Universal’in elinde tipik bir Hollywood aksiyonuna dönüşmüş efsanevi roninlerin hikâyesi. Lady Macbeth edalı büyücü kadınların, egzotik dev canavarların, ötekileştirilmiş başka ırkların hüküm sürdüğü bir tür uzak doğu ‘Orta Dünya’sında, Asano ve Kira düşman feodal beyler olarak tasvir edilmiş. İngilizce konuşan Japon oyunculara eşlik eden Keanu Reeves’in filmde canlandırdığı (baba İngiliz anne Japon) Kai tiplemesi gibi ‘melez’ bir film ortaya çıkmış. Proje ilk uzun metrajını çeken genç bir sinemacıya, Carl Erik Rinsch’e emanet edilmiş. Bunda yetenekli yönetmenin, Ridley Scott’ın ortağı olduğu Paralel Lines yapımı (internetten servis edilen) beş dakikalık ilginç kısa filmi ‘The Gift’in büyük rol oynadığı muhakkak. Lâkin maliyeti beklenen rakamı aşarak 225 milyon doları bulan projenin sorumlularının gişe endisesiyle Keanu Reeves’in ağırlıklı olduğu ilâve sahneler istediği ve filmin son kurgusuna müdahale ettikleri söyleniyor. Bütün bunların Japon onur kodları sosu katılmış bu eğlencelik serüvene gişe açısından ne ölçüde katkısı olur bilemem, ancak Reeves’in o bildik ifadesiz maskıyla bu projede sırıttığını, Oshi kompozisyonu ile asıl öne çıkanın, daha önce Yoji Yamada’nın 2002 yapımı ‘Alacakaranlık Samurayı’ndaki performansı ile beğenimizi kazanmış tanınmış Japon oyuncu Hiroyuki Sanada olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

(29 Aralık 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 4: Biz İnsan Değil miyiz? / Evet mi Hayır mı? / Aşkın Kanunu Yoktur

Bu defa, yukarıdaki başlığa rağmen bir yanlışlık (?) yapılmamış filmlerden söz edeceğim. Yanlış-lık yok ama yine de bir karışıklık var.

Sırrı Gültekin, 1961 yılında Sadık Şendil’in senaryosundan bir film yapar: Biz İnsan Değil miyiz? Özgüç, filme kısacık bir özet koyar: “Af kanunundan yararlanıp hapisten çıkan üç kardeşin öyküsü” (Türk Filmleri Sözlüğü c.1 s.168) Bu üç kardeşin babaları da, tabir yerinde ise, “osmanlı tokatı” ile ün salmış eski kulağı kesiklerdendir.

Üç kardeş çeşitli uğraşlara girer, en büyükleri (evlidir) eve döner, kapıyı karısı açar, -ama yukardan çocuk sesi gelir (ağlama!)- adam parmakları ile cezaevinde yattığı süreyi hesaplar, bir çocuğun olması normaldir, karısını bağrına basar. Ortanca kardeş, kadınların, kızların peşinde koşar ama bu kez bulduğu kız ile işi ciddiye götürecektir. En küçük kardeş “bıçak” meraklısıdır, çıkar çıkmaz bıçakçılara damlar. Babasının bir sözü vardır, “Ben elindeki bıçağı ‘at’ dedim, sen gittin adamın böğrüne soktun”, yine de çocuklarını doğru yola getirme uğraşındadır.

Ben, bu filmin yine Sırrı Gültekin tarafından Sadık Şendil’in senaryosundan 1974 yılında Evet mi Hayır mı? adı ile ikinci kez çekildiğini biliyorum. Fakat bazı kaynaklar, Evet mi Hayır mı? filminin Sırrı Gültekin’in (sen.: Sadık Şendil) 1966’da çektiği Aşkın Kanunu Yoktur filminin ikinci çevirimi olduğunu belirtiyorlar.

Evet mi Hayır mı? için Özgüç “iki düşman ailenin çocuklarının aşk öyküsü” (Sözlük c.2 s.18) derken Aşkın Kanunun Yoktur için “sevdiği kızın belâlı ağabeyi ile aşık bir gencin öyküsü” (Sözlük c.1 s.286) özetini veriyor.

Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nde verdiği film (konu) özetleri, bazen yetersiz, bazen hatalı olabiliyor, bazen de buradaki üç film özetinde görüleceği gibi, alâkasızmış gibi duruyorlar. Zaten Aşkın Kanunu Yoktur filminin -bana göre- öbür filmlerle ilgisi yok. Gültekin’in (birçok yönetmenin yaptığı gibi) daha önce çektiği filmleri çekmek gibi bir uygulaması var. Diğer iki film için ise bu da onlardan biri diyebiliriz. (Yalnız bu uygulama -biraz önce de yazdığımız gibi- birçok yönetmence yapılıyor, bir filmin farklı bir yönetmen tarafından yinelenmesi ise bunun dışında kalan bir durum.)

Ben yine de Evet mi Hayır mı?’nın, Biz İnsan Değil miyiz ?’in yeni versiyonu olduğu görüşümü yineliyorum. Biz İnsan Değil miyiz?’de, “eski kulağı kesiklerden” babayı Salih Tozan oynarken, Evet mi Hayır mı?’da Kadir Savun oynuyordu diyorum.

Başlangıçta da dediğim gibi bu bir yanlışlık değil bir karışıklık -yanılıyor olabilirim- ama ben filmler hakkında verilecek bilgilerin yanlışsız olmasından yanayım sadece.

(29 Aralık 2013)

Orhan Ünser

Kader ve Hüzün: Kieslowski

Polonya sinemasının büyük ustası Krzysztof Kieslowski, sinemaya bambaşka ve unutulmaz filmler bıraktı. Ustanın, ilk dönemlerindeki ilham verici “Yara” ve “Amatör” filmlerini paylaşmak istedik.

Polonya sinemasının büyüklerinden Krzysztof Kieslowski, 27 Haziran 1941’de Varşova’da doğdu, 13 Mart 1996’da yine Varşova’da öldü. 1993-94 yıllarında, Fransız sinemasının içinde Fransa bayrağından yola çıkarak “Trois Couleurs: Bleu-Blanc-Rouge / Üç Renk: Mavi-Beyaz-Kırmızı” üçlemesini yaptı ölmeden önce. Ölümüne yakın kendisi üzerine belgesel “Kieslowski: I’m So-So-Keyfim Şöyle Böyle” çok özel. Sinemaseverlerin arşivlerinde bulunmalı. 1988’de, “Musa’nın On Emri”nden yola çıkan ve günümüze uyarlanan “Dekologlar”ı televizyon için çekti. 1991’deki “La Double Vie de Véronique-Véronique’in İkili Yaşamı” filmiyle Fransız sinemasına uzandı. Onun, 1985 yapımı “Bez Konca-Sonsuz” filmi gerçekten etkileyici bir politik filmiydi. Bu film de fark edilmeli. Ustanın yaptığı belgeseller de önemli. Ama onlara ulaşmak bir mucize olabilir.

“Yara…”

Büyük usta Kieslowski’nin 1976 yapımı “Blizna-Yara” filminde, kader ve suçluluk duygusu fark ediliyor. Olecko kasabasında geçmiş Stefan Bednarz’ın (Franciszek Pieczka) peşine takılıyor çünkü. Bu suçluluk, karısının bilerek veya bilmeyerek yaptığı bir hatadan geliyor. Stefan’ın, bundan yirmi yıl önce 1956’da, karısı (Helina Winiarska) Parti’nin gençlik kollarındayken, Lech’i (Jerzy Nowak) suçlamış ve Lech’in kaderiyle oynamış ve neredeyse hayatını karartmış. Hepsi bu kasabada, Olecko’da yaşanmış zamanında. Lech kasabada yine onun karşısına çıkıyor. Stefan’ın karısı orada bulunmak istemiyor. Kader, Stefan’la Lech’i yan yana getiriyor kimyasal fabrikasının inşaatı başlarken. Bir de ona asistan (Jerzy Stuhr) veriyorlar. Film, Romuald Karas’ın romanından uyarlanmış. Senaryoyu da yönetmenle beraber yazar ortak yazmışlar. Müzikleri Stanislaw Radwan yapmış. Görüntülerse Slawomir Idziak’ın.

Ailesiyle şimdilerde Katowice şehrinde ailesiyle beraber yaşayan Stefan’ın, kızı Ewa’yla (Joanna Orzeszkowska) sorunları var. Kızının kürtaj yaptırdığını geç öğrenen Stefan, Ewa’nın yine kürtaj yaptıracağını yine geç öğreniyor. Fotoğraf da çeken mühendis Stefan, tüm bu sorunlarla bakanlığın emriyle Olecko’daki fabrika inşaatının başına getiriliyor. İnşaatta her şeyle ilgilenen Stefan fabrikanın müdürlüğünü de üstleniyor. Oradaki yardımcısı da Lech. Kendisine sürekli “İhtiyar” diyen Lech, Stefan’a suçluluk duygusunu hiç unutturmuyor. Stefan, Lech’in
yardımcılığına getirilmesine karşı çıksa da emir büyük yerden olduğu için fazla bir şey elinden gelmiyor. Ailesinden yalnız kasabaya yerleşen Stefan, kasabada doğanın katline de tanıklık ediyor. Ama elinden bir şey gelmiyor. Kimyasal fabrikası, doğa gözetilmeden ve gerçek anlamda araştırılma yapılmadan izin verilmiş. Belediye başkanı Bolek (Mariusz Dmochowski), kasabayı canlandırmak ve gençlere iş imkânı yaratabilmek için çok çaba göstermiş fabrika için. Kieslowski usta, kasabanın cennet doğasının katledilişini belgesel gibi yansıtmış. Belki de yüz yıllık ağaçlar dozerler tarafından öldürülürken, ormanın sakinleri hayvanlar kasabaya inmeye başlıyor.
Kasabada, daha inşaat sürerken doğanın bozulması insanın içini burkuyor. Unutulmaz bir anda, kamera fabrikanın devasa bacalarından birini aşağıdan yukarıya doğru çekerken, yukarı doğru tırmanan çerçeve sonsuza kadar yukarı çıkacakmış hissine kapılıyorsunuz. Bacadan da korkunç dumanlar gökyüzüne dağılıyor ve kasabanın tertemiz havası kirlenmeye başlıyor. Aş mı, yoksa doğa mı? İnsanı ikilemde bırakıyor. Olanlar Stefan’ın da içini burkuyor. Hatta vicdan azabı çektiriyor. Ama yine de yapacak bir şeyi yok.

Böyle bir film ülkemizde çekilebilir miydi? Kieslowski usta bu filmini, sosyalist Polonya’da yaptı 1976 yılında. Onu kimse kötülemedi. Önü açıldı. Büyük yönetmenler arasına girdi. Kieslowski ustanın birçok filminde ülkemizi de seyrediyormuş hissine de kapılabilirsiniz. Yıllar öncesindeki Polonya, şimdiki ülkemiz sanki. Polonya, bizden yıllarca yıl önde. Yönetmenleriyle, yazarlarıyla, bestecileriyle ve de tüm sanatlarıyla. Bu toplum saygıyı hak ediyor. Polonya Bisiklet Turu (Tour de Pologne) ve filmleriyle bu yeşil ülkenin tutkunuyuz ayrıca. Fransa’dan sonra.

“Yara” filmini seyrederken, güçlü metaforlara da dokunuyorsunuz. Kasabada yıkımlar ve inşaat sürerken, Stefan’ın da hayatı sarsılıyor. Karısı uzakta. Kızı Ewa da, asi ve başına buyruk. Fabrika yükseldikçe, Stefan’ın da hayatı biraz olsun toparlanmaya başlıyor. Fabrikanın açılışına, kendisine az da olsa uzak kızı da geliyor. Hem de yeni sevgilisiyle. Damat adayı da Stefan gibi fotoğrafçılığa meraklı. Az da olsa ona kanı kaynıyor Stefan’ın. Bu anlarda unutulmaz bir an da var baba-kız arasında. Konuşmaları, aralarındaki buzları da eritiyor sanki. Kadınların haklı olduğunu kabul edin, daima. Her şey biraz olsun iyiye gitse de, Stefan’ın üzerinde mutsuzluk sisinin kuşatmasını fark ediyorsunuz. Çünkü geçmiş sürekli peşinde dolaşıyor. Lech hep yakınlarında. Fabrika üretime geçerken, Olecko’daki ve etraftaki kasabalardaki insanlar işe girebilmek için her şeyi yapıyorlar. Kıran kırana bir mücadele var aş için. Stefan, fabrika müdürlüğünü bırak istediği sıralarda grev de başlıyor. Sonra her şey tersine dönüyor ve Lech, yıllar sonra onun olan şeyi kendince alıyor, yeni müdür oluyor. Lech, Stefan’ın kaderi sanki. Aynen yıllar sonra döndüğü bu kasaba gibi.

Bu filmde, kurgusal olanın yanında belgesel olanı da yan yana takip ediyorsunuz sürekli. Her şey iç içe geçiyor neredeyse. Ağaçların katledilişiyle beraber temelden fabrikanın yükselişine de tanıklık ediyorsunuz bu filminde. Gerçekten her şey gerçekçiydi. Kieslowski usta, bir kasabanın kaderini de gösteriyor bu belgeselci ruhla. Kış atmosferinde geçen filmin estetiği de çarpıcı. Yönetmen, zaman zaman sert “şok zum”lu çekimler de denemiş. Bu, kaotik bir ruh veriyor o anlara. Bu filmdeki kadınların hepsinin yüzüne keder çökmüş bir de. Kieslowski filmlerinde bu kedere daima dokunabilirsiniz. Stefan’ın karısı ve kızı, hüzünlü yüzleriyle yalnızlığı hissettiriyorlar adeta. Yalnızlık, suçluluk duygusunu çoğaltabilir miydi? “Yara” filmini seyrederken bunları da düşüneceksiniz belki. “Yara”, çok özel bir film. Finaldeki son anla da özel bir film bu. Çünkü bebek, gelecek ve umut. Filmdeki gibi.

“Amatör…”

1979 yapımı “Amator-Amatör” filmi, coşkulu sinema yolunda kedere düşen fabrika işçisi Filip Mosz’un hikâyesini anlatıyor. Filmin senaryosunu Kieslowski yazmış. Müzikleri Krzysztof Knittel bestelemiş. Etkileyici fotoğraflarsa Jacek Petrycki’ye ait.

Wielice kasabası. Film, şahinin bir tavuğu avlayışı ve tüylerini yoluşuyla açılıyor. Bu, Filip Mosz (Jerzy Stuhr) hamile karısı Irka’nın (Malgorzata Zabkowska) rüyasıydı. Heyecanlanınca her zaman hıçkırığı tutan Filip, doğum sancısı tutan Irka’yı telaşla hastaneye yetiştirmeye çabalasa da etrafta araba bulamıyor, ama yetiştiriyor. Hastanede karısı doğururken, kendisi de dışarıda doğuruyor sanki. Fabrikadan arkadaşlarına içki sunarken, kız babası olduktan sonra fabrika’nın kültür sorumlusu Stanislaw Osuch (Jerzy Nowak), Filip’e Rus malı 8mm Kwarz bir kamera armağan ediyor. Bu kamera onun hayatına anlam katarken, karısı Irka’yla arasına duvarları örüyor, hatta uçurumları çoğaltıyor. Bu kamera, Filip’in kaderi sanki. Filip’in çektiği belgeseller ve Irka’nın yüzüne oturan tarif edilemez hüznü bu filmin derinleri. Rüyayı düşünüyorsunuz. Bu trajik rüya, kadınların ebedi korkusu mu, diye. Filip’in, hayatta istediği iki şey gerçekleşmiş. Irka’yla evlenmek ve fabrikada çalışmak. Irka’ya keder veren, birisinin rüyasını gerçekleştiren olmak mıydı? Kamera, birbirlerinden uzaklaşmalarının son yeri miydi? Filip, hayatın kendisine sunduklarını coşkuyla yaşarken, aslında etrafında giderek çoğalan uçurumları fark edememiş. Çünkü Irka’nın içinde biriken keder, doğum sonrasında kameranın da varlığıyla dışarı çıkıyor. Yeryüzünde hiçbir erkek, Irka’nın hüznünü anlamlandıramaz maalesef. Irka, kadının “Nirvana”sı mıydı? Oraya ulaşmak mümkün müydü? Gizemlerle çevrili ve oraya girilmesi imkânsız mıydı? Ya aşk? Onlar izin verdiği için mi vardı? Irka’yı ancak kadınlar anlamlandırabilir. Biz erkekler hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece sunduklarıyla yetiniyoruz. Irka, kadınların toplandığı bir yer ve o ülkeye ulaşamayacak. Ebediyete kadar. İşte Kieslowski usta bunu diyor.

Filip, kendisine armağan edilen kamerasıyla her şeyi çekmeye başlıyor. İlk önce de bebeğini. Ardından, evinin penceresinden, kaldırım düzenlemesi yapan işçilerin görüntülerini çekiyor Filip. Belediye, canı sıkıldıkça kaldırımları yeniden düzenleyip duruyor kasabada. Filip, kendine verilen kamerayla her şeyi kaydetmeye bayılıyor. Üniversite okumuş, birkaç dil bilen fabrika müdürü ondan, fabrikanın açılışının 25. yıldönümünü çekmesi için ilk görevi veriyor. Fabrika müdürü (Stefan Czyzewski), sessiz çektiği bu belgeseli sesli hale getirmesini de istiyor. İşte bu belgesel, onun hayatına zenginlik ve keder getiriyor. “Amatör Belgeselciler Festivali”nden Anna (Ewa Pokas), Filip’i festivale davet ediyor. Festivalde, jürinin belgeselleri değerlendirişi gerçekten
keşfettiriciydi. Üçüncülük ödülünü kazanan Filip, orada televizyoncu Andrzej Jurga’yla (kendisini oynuyor) tanışıyor. Cesaretlenen Filip, Wielice’ye döndüğünde fabrikada 25 yıldır çalışan işçi cüce üzerine belgesel yapmaya karar veriyor ve cüceyi ikna edip işe hemen koyuluyor. Montaj ve ses üzerine deneyim kazanan Filip, tüm aşağılamalara sadakatle işine kendini vermiş cücenin hayatından kesitler, fabrika müdürünü rahatsız etse de, Filip, Jurga’nın davetiyle Varşova’ya, televizyona gidiyor. Cücenin belgeseli beğenilirken, Filip, Irka’nın yatağı çoğu zaman kapatmasından olmalı Anna’ya yakınlık göstermeye başlıyor. Ama, kolayca olacağı sandığı şeyi yaşayamıyor Filip. Sonra üniversitede konferans veren Polonya sinemasının önemli yönetmenlerinden Krzysztof Zanussi’yle de tanışıyor. Hatta Zanussi’yi Wielice’ye davet ediyor Filip. 1939’da Varşova’da doğmuş Zanussi, önemli bir yönetmen olsa da ülkemizde çoğu kimse tarafından tanınmıyor. Kieslowski’nin filminde Zanussi, kendi felsef ve ahlâki görüşlerini belirtiyor. Belgesel tadında ve öğreticiydi. Ama Filip’in karısı gün gün tüm hüznüyle ondan uzaklaşıyor. Irka, neden kocasının başarılarından mutlu olmuyor? Filip buna bir anlam veremiyor. Irka, son noktada bebeğiyle beraber evi terk ediyor ve Filip’i yapayalnız bırakıyor geride. Fabrikada da bir şeyler oluyor ve Osuch’un işine son veriliyor. Bakanlık, cücenin belgeselinin televizyonda yayımlanmasından dolayı rahatsızlık duymuş nedense. Ayrımcılık yapıyorlar. Irkçılığın başka bir yüzüydü bu.

Kieslowski usta, son bölümde Filip’in boşluğunu unutulmaz bir anlatımla yansıtmış. Bomboş ve soğuk evde, eline aldığı yeni 16 mm kamerayla pencereden uzakları çekiyor Filip boşluğunu belgelemek için. Yeni bir başlangıç olabilir miydi bu? Ama, çalan her kapı zilinden de umutlanıyor Filip. Ama, Irka artık yok. Film, Filip’in, doldurulamaz boşluktaki mutsuzluğuyla sonlanıyor. Binlerce yıldır hiçbir filozof, hiçbir bilim insanı kadınları
çözümleyemedi. Her deneme “Kolomb sendromu”na dönüştü. Gizemli kalması daha iyidir belki de. Daha çok mutluluk sunuyorlar işte. Kieslowski usta, erkekler kadınları anlamlandırmakta ve çözümlemekte de amatördür diyor sanki bu filmiyle. Irka, sinemada etkisinde bırakan özel karakterlerden biri oldu.

Filmin estetiği de gerçekten çarpıcı. Kurgu heyecan veriyor. Kieslowski, birçok şeyi ve anı, Filip’in gözleriyle yansıtıyor. Hatta objektifinden. Kieslowski, belgeselleri de az da olsa seyircilere göstermiş. Filip’le Irka’nın evleri, sıra sıra dizilmiş apartmanların birinde. Kapitalist ve komünist ülkelerde, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra banliyölerde, çirkin ve özensiz binalar dikilmişti. Savaş sonrasında insanların acilen barınmaya ihtiyacı vardı. Kieslowski usta, 1980’lerin sonunda bu binalarda yaşayan şehirli insanları, “Musa’nın On Emri”nden yola çıkarak çektiği “Dekologlar” seri televizyon filminde anlatmıştı. “Amatör” filmindeki oyunculuklar da muhteşem. Filmin kış atmosferinde geçtiğini de belirtelim. Filmin müzikleri de kulağa iyi geliyor.

(29 Aralık 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

2014 Berlin ve Cannes Festivallerinin Programlarında Neler Var?

Türkiye’de Tiglon tarafından temsil edilen 20th Century Fox Stüdyosu iki büyük filmiyle (“The Grand Budapest Hotel – Büyük Budapeşte Oteli” ve “The Monuments Men – Hazine Avcıları”) 2014 Berlin Film Festivali’ne ağırlığını koydu.

“The Grand Budapest Hotel – Büyük Budapeşte Oteli”

Hayranları arasında efsanevi Martin Scorsese’nin de bulunduğu, Amerikan Bağımsız Sinemasının üç kez Oscar adaylığı elde eden harika çocuğu Wes Anderson yeni filmi “The Grand Budapest Hotel”de sinema tarihinin belki de en büyük ve en iddialı oyuncu kadrosunu bir araya getirdi. “The Grand Budapest Hotel” ilk kez 6 Şubat 2014’te 64. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olarak seyirci önüne çıkacak.

“The Grand Budapest Hotel”de Kimler Oynuyor?

* “American History X” ve “Primal Fear”la Oscar adayı olan Edward Norton.
* “Atonement – Kefaret”le Oscar adayı Saoirse Ronan.
* “The Royal Tenenbaums” senaryosuyla Oscar adayı Owen Wilson.
* “Amadeus”taki Mozart’ın rakibi Salieri rolüyle Oscar kazanan F. Murray Abraham.
* “Soğuk Dağ” ve “Yetenekli Bay Ripley”le Oscar adayı Jude Law.
* “İngiliz Hasta” ve “Schindler’in Listesi”yle Oscar adayı Ralph Fiennes.
* “Shadow of the Vampire” ve “Platoon – Müfreze”yle Oscar adayı Willem Dafoe.
* “Piyanist”le Oscar kazanan Adrien Brody.
* “Michael Clayton” ile Oscar kazanan Tilda Swinton.
* 1972, 1974 ve 1976 yıllarında yılın en iyi filmi Oscar’larını kazanan “Baba”, “Baba 2” ve “Rocky” filmlerinin oyuncusu Talia Shire’ün oğlu Jason Schwartzman.
* 2013 Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan “Mavi En Sıcak Renktir”deki rolüyle festivalde kadın oyuncu ödülünü kazanan Lea Seydoux.
* “Lost in Translation – Bir Konuşabilse” ile Oscar adayı Bill Murray.
* Kısa film dalında Oscar adayı “Küçük Sürprizler”le Oscar adayı Jeff Goldblum.
* “Bugsy”le Oscar adayı Harvey Keitel.
* “Michael Clayton” ve “In the Bedroom”la Oscar adayı Tom Wilkinson.
* Spielberg’ün “Münih”inin ve Cannes Film Festivali’nde yönetmen (Julian Schnabel) ödülünü kazanan “Kelebek ve Dalgıç”ın oyuncusu olan ve kendisi de “Tournee” adlı filmiyle Cannes’da yönetmen ödülünü kazanan Mathieu Amalric.
* Robert Altman’ın “Gosford Park”ının yapımcısı olarak Oscar adaylığı kazanan Bob Balaban.

Wes Anderson Filmleri:

* Bottle Rocket / Maliyet: 7 milyon dolar / Dünya hasılatı: Bilinmiyor.
* Rushmore / Maliyet: 20 milyon dolar / Kuzey Amerika hasılatı: 17 milyon dolar.
* The Royal Tenenbaums / Maliyet: 21 milyon dolar / Dünya hasılatı: 71 milyon dolar.
* The Life Aquatic with Steve Zissou / Maliyet: 50 milyon dolar / Dünya hasılatı: 34 milyon dolar.
* The Darjeeling Limited / Maliyet: 17 milyon 500 bin dolar / Dünya hasılatı: 35 milyon dolar.
* Fantastic Mr. Fox / Maliyet: 40 milyon dolar / Dünya hasılatı: 46 milyon dolar.
* Moonrise Kingdom / Maliyet: 16 milyon dolar / Dünya hasılatı: 68 milyon dolar.

“The Monuments Men – Hazine Avcıları”

İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan gerçek bir öyküye dayanan, göz kamaştırıcı yıldızlar kadrosuna sahip “The Monuments Men – Hazine Avcıları”nın hem görsel efektleri tamamlanamadığından, hem de 2013’ün son çeyreğindeki film rekabetinden zarar görebileceği endişesiyle dünya sinemalarındaki gösterim tarihleri birkaç ay ertelenmişti.

21 Mart 2014’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “The Monuments Men – Hazine Avcıları” şimdi de 2014 Berlin Festivali programına alındı. “Argo”nun yapımcısı ve “Syriana”nın oyuncusu olarak iki kez Oscar kazanan George Clooney “The Monuments Men – Hazine Avcıları”nda yapımcı, yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak karşımıza çıkıyor…

Öte yandan, Clooney’nin başrollerinden birini üstlendiği 100 milyon dolar yapım bütçeli “Gravity – Yerçekimi” 2013’ün en gözde filmlerinden biri olmayı başardı; hasılatı 600 milyon doları geride bıraktı.

“The Monuments Men – Hazine Avcıları”nın Oyuncuları:

Dördü de Oscar ödüllü Matt Damon, George Clooney, Cate Blanchett ve Jean Dujardin’e, ikisi de Oscar ödülü adayı Bill Murray ile Bob Balaban eşlik ediyor.

Bilindiği gibi bu yıl Berlin Festivali Wes Anderson’ın “The Grand Budapest Hotel”iyle açılacak. ”The Monuments Men – Hazine Avcıları” ile “The Grand Hotel”in iki ortak oyuncusu var: Bill Murray ile Bob Balaban.

“The Monuments Men – Hazine Avcıları”nın Konusu:

Başta Adolf Hitler, Herman Göring ve Albert Speer olmak üzere Nazi liderlerin neredeyse tamamı hırsızlıkla, zorbalıkla, el koyarak sanat koleksiyoncusu haline gelmişti. Savaşın sonuna gelindiğinde özellikle Yahudilerden yağmalanan ve bilinmeyen yerlere saklanan Avrupa ve Asya’nın binlerce yıllık kültür sanat hazinelerinin geri alınması için ABD Başkanı Franklin Delano Roosvelt bir görevlendirmede bulunur; yedi müze müdürü, küratör ve sanat tarihçisini bir müfrezede bir araya getirir.

“The Monuments Men – Hazine Avcıları” oyuncu kadrosundan George Clooney ile Cate Blanchett İkinci Dünya Savaşı sonunda harabeye dönmüş Berlin’i dekor alan Steven Soderbergh yönetimindeki “The Good German – İyi Alman”da da bir araya gelmişti. 32 milyon dolar yapım bütçeli bu filmin dünya hasılatıysa 5 milyon dolarda kalmıştı.

Berlin Film Festivali büyük ödülü Altın Ayı için yarışan Türk filmleri ya da Türk asıllı yönetmenlerin filmleri (Tam Liste):

* 1961 – “Kırık Çanaklar” / Memduh Ün
* 1964 – “Susuz Yaz” / Metin Erksan / Büyük Ödülü kazandı
* 1980 – “Düşman” / Zeki Ökten
* 1983 – “Hakkari’de Bir Mevsim” / Erden Kıral
* 1985 – “Pehlivan” / Zeki Ökten
* 1988 – “Av Zamanı” / Erden Kıral
* 1999 – “Güneşe Yolculuk” / Yeşim Ustaoğlu
* 2000 – “Mayıs Sıkıntısı” / Nuri Bilge Ceylan
* 2001 – “Cahil Periler” / Ferzan Özpetek
* 2004 – “Duvara Karşı” / Fatih Akın / Büyük Ödülü kazandı
* 2010 – “Bal” / Semih Kaplanoğlu / Büyük Ödülü kazandı
* 2011 – “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” / Seyfi Teoman

“On the Milky Road”

“Underground – Yeraltı” ve “When Father Was Away on Business – Babam İş Gezisinde”yle iki kez Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanan, 2004 Moskova Film Festivali’nde tüm çalışmalarıyla Yaşam Boyu Başarı Ödülünü elde eden Emir Kusturica “On the Milky Road” adlı yeni filminin ilk gösterimini 2014 Cannes Festivali’nde yapmaya hazırlanıyor.

2014 Cannes Festivali programında yer almasına kesin gözüyle bakılan filmler arasında, Nicole Kidman’ın Grace Kelly’i canlandırdığı “Grace of Monaco”, Nuri Bilge Ceylan’ın senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Kış Uykusu – Winter Sleep” ve Edoardo Ponti’nin yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını üstlendiği, Erri De Luca’nın diğer senaryo yazarı olduğu, Jean Cocteau’nun (1889 – 1963) 1930’dan bu yana gündemde olan “ölümsüz” tiyatro oyunundan uyarlanan “La voce umana – La Voix humaine – The Human Voice – İnsan Sesi”de bulunuyor.

“Kış Uykusu”nda Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen, “İnsan Sesi”ndeyse Oscar ödüllü Sophia Loren baş rolde…

Senaryosunu Emir Kusturica ve 27 yaşındaki kızı Dunja’nın beraber yazdığı “On the Milky Road”da baş rolde Monica Bellucci var. Filmin oyuncuları arasında Emir Kusturica da bulunuyor.

Bellucci bu sıralarda “The Apartment – L’appartement” (1996) adlı filmin setinde tanıştığı ve 1990 ile 1994 arasında evli kaldığı Claudio Carlos Basso’dan sonra 3 Ağustos 1999’da evlendiği Fransız oyuncu Vincent Cassel’den boşanıyor. Bellucci – Cassel çiftinin 8 yaşında Deva ve 3 yaşında Leonie adlı iki çocukları var.

Monica Belluci’nin En Çok Tanınan Filmleri:

* “Bram Stoker’s Dracula” (1992) Yönetmen: Francis Ford Coppola. Dünya sinema hasılatı: 215 milyon dolar.
* “The Passion of the Christ” (2004) Yönetmen: Mel Gibson. Dünya sinema hasılatı: 611 milyon dolar.
* “The Matrix Reloaded” (2003) Dünya sinema hasılatı: 742 milyon dolar.
* “The Matrix Revolutions” (2003) Dünya sinema hasılatı: 427 milyon dolar.

Başlıca Kusturica Filmleri:
* “Do You Remember Dolly Bell? – Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?” Venedik Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülüne ve Film Eleştirmenleri Ödülüne layık bulundu.
* “Arizona Dream – Amerika Rüyası” Berlin Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı adaylığı elde etti.
* “Black Cat, White Cat – Kara Kedi Ak Kedi” Venedik Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan adaylığı elde etti.
* Kusturica “Time of the Gypsies – Çingeneler Zamanı”yla Cannes Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye adaylığı elde etti ve En İyi Yönetmen Ödülünü elde etti.
* “Promise Me This – Bana Söz Ver”le Cannes Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye adaylığı elde etti.
* “Life Is a Miracle – Bir Mucizedir Yaşamak”la Cannes Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye adaylığı elde etti.

Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye için yarışan Türk filmleri ya da Türk asıllı yönetmenlerin filmleri (Tam Liste):

* 1982 – “Yol” / Şerif Gören / Büyük Ödülü kazandı
* 1983 – “Duvar” / Yılmaz Güney
* 2003 – “Uzak” / Nuri Bilge Ceylan
* 2006 – “İklimler” / Nuri Bilge Ceylan
* 2007 – “Yaşamın Kıyısında” / Fatih Akın
* 2008 – “Üç Maymun” / Nuri Bilge Ceylan
* 2011 – “Bir Zamanlar Anadolu’da” / Nuri Bilge Ceylan

(29 Aralık 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Gencecik Bir Gündüz Güzeli

Fransız sinemasının verimli yönetmenlerinden François Ozon’un kısa filmleri ve ilk dönem uzun metrajları ergenlik dönemi üzerine parlak gözlemlerle doludur. Bu yıl içinde bizde de vizyona giren son dönem yapıtlarından ‘Evde / Dans La Maison’da (2012) iki genç erkek oyuncu ile çalışan Ozon, ilk kez 66. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı seçkisinde yer almış ve bu haftadan itibaren ‘Başka Sinema’ programında izleyici karşısına çıkan son filmi ‘Genç ve Güzel / Jeune & Jolie’de bu kez 17 yaşındaki Isabelle üzerinden günümüz gençliğine ve kırılgan büyüme dönemine bakmak istemiş.

Hali vakti yerinde hoşgörülü Parisli burjuva ailenin kızı Isabelle’in kendi özgür kararıyla fahişeliğe başlaması öncelikle Luis Bunuel’in ünlü klâsiği ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’unu (1967) çağrıştırıyor. Varlıklı ve evli bir kadının öğleden sonraları lüks bir genelevde fahişelik yapmasını öyküleyen ‘Gündüz Güzeli’ İspanyol asıllı ustanın burjuva ahlâkını acımasızca eleştiren eserinin nadide parçalarındandır. Benzer bir hikâyede Ozon’un niyeti daha farklı. Birçok filmde idealize edilen ergenlik döneminin, duygusal olmaktan çok hormonların atağı karşısında buhranlı bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyor ve bu başkaldırış dönemini ele alırken, Isabelle’in fahişeliği seçişini bu doğrultuda bir kimlik ve cinsellik arayışı olarak değerlendiriyor Ozon. Her şeyin mümkün görüldüğü huzursuz ve kırılgan ergenlik dönemi irdelerken, fahişeliği bir sapkınlık olarak değil, hayata ve dünyaya açılım, ahlâki kısıtlamaları göz ardı eden bir macera olarak kabul eden bakışıyla benzerlerinden çok farklı bir filme imza atıyor.

Aile içi sorunlar, anne kız çekişmesi gibi filmin mesajını zedeleyebilecek klişelerden özellikle kaçınan Ozon’un sineması her zamanki incelikleriyle öne çıkıyor. Sözgelimi, Isabelle’in gizemli serüveni bir ders yılı içinde dört mevsim boyunca dört farklı karakterin bakış açısıyla görüntülenmiş. Bekâretinden kurtulduğu yaz aylarını kendisini dürbünle gözetleyen erkek kardeşinin, sonbahar dönemini paralı müşterisinin, kış aylarını annesinin ve nihayet bahar başlangıcını üvey babasının bakışlarından izliyoruz. Ve her bir mevsime Françoise Hardy’nin gençlik aşkının romantizmini ve hayal kırıklıklarını dile getiren klâsik şansonları eşlik ediyor. Ozon okul sahnelerinde oyunculuk deneyimi olmayan gerçek liselileri kullanmış. Isabelle’in gizemli serüvenini tetikleyen Arthur Rimbaud’nun (Erdoğan Alkan’ın yaratıcı çevirisiyle) ‘On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek / On n’est pas sérieux quand on a 17 ans’ dizesiyle başlayan ‘Roman’ şiirinin tartışıldığı edebiyat dersi bir belgesel havasında doğaçlama çekilmiş.

İlk büyük rolünde genç oyuncu Marine Vacth son derece başarılı. Finalde güzel bir sürprizi daha var Ozon’un. Detayları fazla açık etmeden, gerçek mi düş mü olduğu izleyiciye bırakılmış bu final sekansında genç Vacth’a ‘Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte’nin gizemli usta oyuncusu, Ozon’un gözdelerinden Charlotte Rampling’in eşlik ettiğini duyurmakla yetinelim.

‘Genç ve Güzel’ fırtınalı ergenlik dönemine, genç bedenlerin değişim sancılarına onları yargılamadan şefkatle bakan, benzerlerinden farklı bir çalışma olarak önem kazanıyor.

(François Ozon’un filmi, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Ankara Kızılay Büyülüfener; Bursa Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

28 Aralık 2013

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Havada Devrim Kokusu Var

Tanınmış Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Venedik Film Festivali en iyi senaryo ödüllü son çalışması ‘Après Mai’, yakın tarihli ‘Gezi Direnişi’nden esinle bizde ‘Direniş Günlerinde Aşk’ adıyla vizyona giriyor. 32. İstanbul Film Festivali’nde gösterildiğinde ithalâtçı firmanın yakıştırmış olduğu ‘Aşk Kokusu’ndan çok daha iyi bir tercih bu kuşkusuz.

Assayas’ın özgün adı dilimizde ‘Mayıs’tan Sonra’ anlamına gelen bu otobiyografik çalışması, 1968 Mayıs’ında muhafazakâr De Gaulle iktidarına karşı Sorbonne Üniversitesi’nde başlayan, işçi sınıfının da desteğiyle giderek büyüyen, ayaklanmaları, fabrika işgâllerini, genel grevleri tetikleyen 1968 Mayıs/Haziran deneyiminin getirdikleri üzerine.

’68 kuşağının bu soylu direnişi, siyasi sonuçlarının ötesinde toplumsal ve kültürel alanlarda tüm dünyayı derinden etkilemiş; otorite ve geleneksel toplum kurallarının sorgulanmasında; özerklik, cinsel özgürlük, feminizmin yaygınlaşmasında büyük katkıları olmuştur.

Assayas, 1994 tarihli ‘L’Eau Froide’ın bir uzantısı niteliğindeki bu son çalışmasıyla, ’68 olaylarının üç yıl sonrasına gidiyor ve kişisel yaşanmışlıklar üzerinden kabına sığmayan tedirgin genç kuşağın kapsamlı bir portresini çizmeye sıvanıyor.

‘1971 yılı Paris yakınları’ ibaresiyle başlayan hikâyede, yönetmenin alter ego’su görünümündeki Gilles’e odaklanıyoruz önce. Genç lise öğrencisi, arkadaşlarının çoğu gibi dönemin radikal siyasi akımlarının etkisi altındadır. Edebiyat dersinde Blaise Pascal’in ‘Düşünceler’i (Les Pensées) tartışılır. Gençlik örgütlerinin gazeteleri, teksir makinasında çoğaltılmış bildiriler dağıtılır okul çıkışlarında. Clichy meydanındaki gösterilerde polisin copuna, sopasına, sis bombasına direnirler. Geceleri afişler yapıştırılır, okul duvarlarına ‘Gençlik Gelecek İçin Çok Endişelidir’, ‘Özel Polis Kuvvetleri Tasfiye Edilmelidir’ benzeri sloganlar yazılır. Gençlerle otoritenin çatışması giderek büyür, okulda çıkan kargaşada bekçilerden biri ağır yaralanır. Aralarında Gilles’in de bulunduğu bir grup genç güvende olmak için bir süreliğine Fransa’dan uzaklaşır. Önce İtalya’ya daha sonra Londra’ya sürüklenen gençler, dönemin radikal düşünceleri, devrim tartışmaları ile ilk gençlik tutkuları arasında gidip gelmektedir. Blaise Pascal’den ‘Gökyüzüyle cehennem veya boşlukla aramızda, dünyanın en hassas ve kırılgan şeyi olan yaşamdan başka bir şey yoktur’ satırlarından hareketle, gençliği kaçırmanın endişesini de taşımaktadır Gilles.

‘Direniş Günlerinde Aşk’, ‘68 kuşağının Mayıs sonrası tereddütleri üzerine bireysel ve son derece özgün bir film. Dönemin ruhunu, havadaki devrim kokusunu, gevşek hikâye örgüsüyle etkileyici bir belgesel havasında yansıtan izlemeye değer bir çalışma. Clichy meydanındaki gösteriyi engellemeye çalışan Fransız polisinin sert tutumu, sis bombaları, acımasızca dövülen, apartman boşluklarına sığınan öğrencilerin görüntüleri ‘Gezi Direnişi’nin zorlu günlerini anımsattı bizlere. Taksim meydanında gaz bombalarına, tazyikli suya hedef olmasına rağmen yasaklara, yolsuzluklara karşı şiddet göstermeden kararlı bir şekilde direnen gençlerimize bir kez daha minnet ve saygı duyduk.

(‘Direniş Günlerinde Aşk’, 27.12.2013 tarihinden başlayarak İstanbul’da Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda gösterilmektedir.)

(26 Aralık 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2013’ün En İyileri

Sona ermekte olan 2013 yılı sinema açısından hayli verimli geçti. Siz sevgili okurlar için geleneksel en iyi film listelerimi hazırladım bir kez daha. Yılın en iyi 10 yabancı, 5 yerli yapımını içeren listelerde yer alan filmler, yıl içinde sinema salonlarında gösterime çıkmış olanlar arasından seçilmiştir. Çeşitli festivallerde izlediğim ve bir bölümünü bu sütunlarda sizlerle paylaştığım çalışmalar değerlendirme dışı bırakılmıştır. Listelerde yer alan ve yayınlanma tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilen filmlere ilişkin yazılarımın tümüne arşivimizden ulaşabilirsiniz.

Yılın En İyi 10 Yabancı Filmi

1 – Mavi En Sıcak Renktir / La Vie D’adele – Chaptire 1 & 2

Abdellatif Kechiche’in Altın Palmiye ödüllü son çalışması, sadece bu yılın değil son dönemin en önemli filmlerinden biri. Sınıfsal kodlar, sanat ve iktidar ilişkileri üzerine çok katmanlı okumaya açık sarsıcı bir başyapıt.

(07.11.2013 / ‘Gençliğe ve Cinsel Özgürlüğe Adanmış Bir Başyapıt’)

2 – Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri

Ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanyasında, Cristian Mungiu sinemasıyla süregelen otopsinin bu son örneği, boğazınıza bir yumruk gibi oturan filmlerden.

(10.02.2013 / ‘Aşk, İnanç, Dogmalar ve Seçimlerimiz Üzerine’)

3 – Kutsal Motorlar / Holy Motors

Fransızların asi çocuğu Leos Carax’ın 13 yıl aradan sonra çektiği uzun metrajlı son filmi, sinema dilinin öykü sinemasıyla gölgede bırakılmış potansiyelini yeşerten özgün bir deneysel başyapıt.

(03.08.2013 / ‘Aktörler ve Randevular’)

4 – Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet
Julia Loktev’in filmi, mütevazi görünümünün altında çok önemli şeyler söyleyen, sinemanın bir görüntü sanatı olduğunu iki saat boyunca bizlere duyumsatan katıksız bir bağımsız çaba.

(16.03.2013 / ‘İlişkilerin Dinamiği Üzerine Çağdaş Bir Sinema Dersi’)

5 – Acı / Pieta

Uzun bir inzivanın ardından Kim Ki-duk’un parlak dönüşü. Ana ile oğlun şiddetten şefkate dönüşen ödipal ilişkisi çerçevesinde bir kez daha kötülük ve iyilik, günah ile kefaret, intikam ile acıma duygusunun çatışması irdeleniyor.

(16.02.2013 / ‘Uzak Doğulu Masal Anlatıcısıyla Kaldığımız Yerden’)

6 – Bir Hurdacının Hayatı / Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden iki ödülle dönen Danis Tanovic’in bu neredeyse bütçesiz bağımsız filmi, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının unutulmaz başyapıtlarını anımsatan benzersiz bir çalışma.

(20.12.2013 / ‘Küçük bir Sinema Mucizesi’)

7 – Onur Savaşı / Jagten

Dogma akımının öncülerinden Thomas Vinterberg’in dönüş filmi, çağımızın gizli yarası pedofili üzerine tartışma açarken, önyargı ya da yargısız infazın ölümcül sonuçları üzerine izleyicisini sarsıyor.

(18.10.2013 / ‘İbretlik bir Onur Mücadelesi’)

8 – Bir Şarkının Peşinde / Searching For Sugar Man

İsveç doğumlu Malik Bedjelloul’un Oscar’lı çalışması, protest rock müziğin gölgede kalmış ismi Sixto Rodriguez’in gizemli yaşamını araştıran iki müzik aşığının değme polisiyelere taş çıkartan serüveni üzerine.

(28.05.2013 / ‘Soluk Soluğa İzlenen Oscarlı Bir Belgesel’)

9 – Frances Ha

Noah Baumbach’ın bağımsız siyah-beyaz çalışması, acımasız metropol ortamında varolma mücadelesi veren çağdaş gençliğin hikâyesini aktarırken Yeni Dalga’nın benzersiz örneklerine saygı duruşunda bulunuyor.

(30.10.2013 / ‘Frances’in Tek Kişilik Dansı’)

10 – Lanetli Kan: Masumiyetin Sonu / Stoker

Güney Koreli usta Park Chan-Wook’un ilk Hollywood denemesi. Batı Edebiyatının mitosları ve Hitchcock’un evrensel kötülük kuramının izinde kendi dünyasını kurmayı başarmış parlak bir çalışma.

(26.04.2013 / ‘Hollywood’a Hoşgeldin Park Chan-Wook’)

Yılın En İyi 5 Yerli Yapımı

1 – Sen Aydınlatırsın Geceyi

Onur Ünlü’nün İstanbul ve Adana Festivallerinin en iyisi seçilen son çalışması, insanoğlunun varoluş sorunsalı üzerine absürd bir taşlama. Mükemmel siyah-beyaz estetiği ile dikkat çekiyor.

(04.11.2013 / ‘İnsan Endişeden Yaratılmıştır’)

2 – Yozgat Blues

Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci uzun metrajı, yaşlılığa geçerken son küçük maceranın hikâyesi. Ülkemiz sinemasında alışılagelmiş taşra öykülerini ters yüz edişiyle farklı bir çalışma.

(04.12.2013 / ‘Hüzünlü Bir Sonbahar Sonatı’)

3 – Küf

Ali Aydın’ın Venedik Şenliği ‘Geleceğin Aslanı’ ödüllü ilk filmi, gözaltında kaybolmuş evladı bekleyişin, çürümüş bürokrasi ve adalet düzeninin kayıtsızlığına yönelmiş sessiz çığlığın öyküsü.

(24.11.2013 / ‘Küflenmiş Toplum Düzeni’)

4 – Zerre

Erdem Tepegöz’ün Moskova Film Festivali büyük ödüllü ilk filmi, Tarlabaşı’nın izbe sokaklarında yaşam mücadelesi üzerine. Melodrama yüz vermeyen mesafeli anlatım özellikle dikkat çekici.

(29.04.2013 / ‘Yaşamın Yükünü Sırtlayan İşçi Kadınlar’)

5 – Jîn

Usta yönetmenlerimizden Reha Erdem’in ülkemizin doğusunda yaşanan trajik savaş gerçeğini masal formunda anlatmayı denediği çarpıcı son çalışması.

(16.03.2013 / ‘Kırmızı Başlıklı Kız ve Kurtlar’)

(24 Aralık 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 3: Güzeller Resmi Geçiti

Bu film bir Seden Film yapımıdır, hemen tüm kaynak kitaplarda yönetmen olarak O. Nuri Ergün gösterilmektedir. Yönetmen olarak Osman F. Seden’i gösteren kaynaklar da vardır fakat filmin yönetmeni Mehmet Dinler’dir. [Bu o kadar önemli mi? (Film, Mehmet Dinler’in ilk filmidir. Yönetmen olarak sinemaya başlama filmi olması bakımından önemlidir.) Bu sitede yer alan “Mehmet Dinler” başlıklı yazımda, farklı bir durum görenler şaşırmasınlar, sinemamızda -bunca yılın geçmesine rağmen- her gün yeni bir bilgiye erişmek hâlâ mümkün, onun için film hakkında daha gerçek bilgilere bu yazıda yer vermek zorunluluğunu duyuyorum.]

Evet, Güzeller Resmi Geçiti (aslında “resmigeçit” birleşik yazılması gereken bir kelimedir) filminin yönetmeni Mehmet Dinler’dir. Fakat filmin başına konulan jenerikte filmin “Seden Film ekibi tarafından gerçekleştirildiği” belirtilmektedir.

Jenerikte yer alan bilgilere göre Necati İlktaç (yıllarca İlktaç olarak bildiğimiz bu soyadı sonradan bazı jenerik -ve afişlerde- İltaç olarak yer aldı) filmin oyuncuları arasındadır. Ve çok ilginç bir nokta, İlktaç’ın yurtdışında bir güzellik kraliçeliği seçimi (kraliçe adaylarının geçişlerini) sırasında -kendi kamerası ile- çektiği bir film (haber? / belge?), bu filmin (Güzeller Resmi Geçiti) çekimine neden olur. İlktaç
bu filmle Kemal Film’e gelir (Kemal Film, Osman F. Seden’in babasının ve amcasının kurduğu film şirketidir, Osman F. Seden sonradan Seden Film diye ayrı bir şirket kuracaktır.) Seden tarafından filmin değerlendirilmesi için, bu filminde içinde yer aldığı bir filmin yapılması düşünülür ve Güzeller Resmi Geçiti bu düşünceden doğar.

Mehmet Dinler, Kemal Film’de çalışmakta ve Seden’e asistanlık yapmaktadır, düşünülen bu filmin yönetmenliği ona verilir. Dinler, filmini kullandığı İlktaç’ı da filmde de oynatır. Filmi yıllar önce gördüm. İlktaç’ın filmde hangi rolde oynadığını (veya nasıl göründüğünü) hatırlamam mümkün değil.

Filmi yine Kemal Film’de yıllarca çalışmış olan Kenan Kurt çeker fakat kullanılan güzellik kraliçeleri adaylarının geçtiği -yurt dışında çekilen- bölümü Necati İlktaç çekmiştir. Bu sadece kamera kullanılarak yapılan bir çekimdir, her hangi bir şekilde -bir yönetmenin yapması gereken- bir rol tarifi, ayarlaması yoktur. Bu nedenle İlktaç’ı, çektiği bu bölüm için Kenan Kurt ile birlikte bu filmin görüntü yönetmeni olarak saymamız gerekir mi?

Aynı şekilde yine İlktaç’ı Dinler ile filmin -ikinci bir- yönetmeni olarak kabul etmek mümkün mü? İlktaç’ın filminin bilebildiğimiz özellikleri ile bu iki şıkka da olumlu (yani İlktaç’ın katıldığı şekilde) cevap vermek mümkün değildir. Bütün bu açıklamalar sonunda filmin “tek” yönetmeni Mehmet Dinler, görüntü yönetmeni ise Kenan Kurt oluyor.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki Necati İlktaç, sinemaya ışıkçı olarak başlar ve Kemal Film’de Kriton İlyadis’e asistanlık yapar. 1959’da Fedakâr Kaptan isimi filmde -tek filminde- yönetmenlik yaptıktan sonra (1960 yılından itibaren) Kemal Film’de görüntü yönetmeni (kameraman / genellikle Osman F. Seden filmlerinde) olarak çalışmaya başlar.

(23 Aralık 2013)

Orhan Ünser

Dağ Fare Doğurdu: Oldboy

Ülkesi Güney Kore’de 2003 yılı sonunda gösterime girdiğinden bugüne dünya çapında milyonlarca hayran edinen ve pek çok sinefilin gözdesi haline gelen “İhtiyar Delikanlı”nın on yıl sonra gösterime giren Amerikan çevrimi son derece yavan bulundu ve 2013’ün en büyük hayal kırıklıklarından biri ilân edildi. Geçmişte bir Hong Kong filminin (“Mou gaan dou-Internal Affairs-Kirli İşler”; 2002) Amerikan çevrimi olan “The Departed-Köstebek”i (2006) yılın en iyi filmi Oscarıyla onurlandıran Hollywood bu yeni çevrimi Razzie (En Kötü Film Oscar’ıyla) Ödülü’ne layık bulacak kadar sevimsiz buldu.

Güney Koreli yönetmen Park Chan Wook’un Türkiye’de “İhtiyar Delikanlı” adıyla gösterilen üç milyon dolar yapım bütçeli filmi “Oldeuboi” Garon Tsuchiya ve Nobuaki Minegishi’nin çizgi romanına (Japon mangasına) dayanmaktaydı… Bu film, seçici kurul başkanlığını Quentin Tarantino’nun yaptığı 2004 Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi Michael Moore’un “Fahrenheit 9/11”ine kaptırsa da, seçici kurul büyük ödülüne layık bulunmuştu. Kısa sürede kült filmler arasında anılmaya başlayan Güney Kore filmi “İhtiyar Delikanlı”nın dünya sinema hasılatı 15 milyon doları bulurken DVD satışları da büyük bir başarıya dönüşmüştü.

Türkiye sinemalarında 2004’te gösterilen, ABD sinema gösterimini 2005 yılında yapabilen “İhtiyar Delikanlı”nın Amerikan çevriminde 2008 yılında yönetmen Steven Spielberg ve oyuncu Will Smith bir araya getirilmeye çalışıldı; ancak bu rüya kadro çeşitli nedenlerle bir araya getirilemedi.

“Oldboy” özgün adıyla (Türkçe ad konulmadan) 03 Ocak’ta Türkiye sinemalarında gösterilecek filmi “Do the Right Thing-Doğruyu Seç” ve “4 Little Girls-Dört Küçük Kız”la iki kez Oscar adaylığı kazanan Spike Lee yönetti. Yapım bütçesisiyse ilk filmin on katına (30 milyon dolara) ulaştı. Baş rollerdeyse “Milk”le Oscar adaylığı elde eden Josh Brolin ile “Pulp Fiction-Ucuz Roman”la Oscar adayı olan Samuel L. Jackson bulunuyor.

Yeni “Oldboy”un senaryosunda “Thor” (2011), “I Am Legend-Ben Efsaneyim” (2007), “Poseidon-Poseidon’dan Kaçış” (2006), “The Cell-Hücre” (2000) gibi filmlere de senaryo yazan Mark Protesevich’in imzası var. Protesevich “Hücre”yle Bram Stoker Ödülüne aday gösterilmişti.

Spike Lee’nin “Oldboy”u; bir gece içkiliyken apansız kaçırılan ve tuhaf, otel benzeri bir ortamda, –onu esir alan kişinin kimliği ve gerekçesiyle ilgili en ufak bir bilgi sahibi olmadan,- eziyetle dolu bezdirici, yalnız ve 20 yıl sürecek bir tutsaklığa terk edilen, bu olay öncesindeyse düşüşte bir reklâm müdürü ve ailesinden uzak bir baba olan Joe Doucett’in (Josh Brolin) akıl sır ermez deneyimiyle açılıyor.

Açıklanamayan şekilde bu kâbustan serbest bırakılan Joe, gün ışığına bir saplantıyla çıkar: Kendisini cezalandıran kişiyi açığa çıkarmak ve daha da önemlisi bunun nedenini anlamak. Her ne kadar artık fiziksel olarak özgür de olsa hâlâ manipüle edilmekte, hâlâ bir komplo ağı içerisinde kaybolmakta ve onu girdaba çeken bu korkunun bedelini ödemektedir. Yanıt arayışı onu genç bir sosyal hizmet görevlisine (Elizabeth Olsen) ve nihayetinde onun özgürlüğünün anahtarını elinde tutan adama (Sharlto Copley) ulaştırır.

(22 Aralık 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Küçük Bir Sinema Mucizesi

Ülkemizde ilk kez ‘32. İstanbul Film Festivali / Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ kapsamında izleyici karşısına çıkmış olan ve ‘FACE Avrupa Konseyi Film Ödülü Özel Mansiyonu’nu kazanan ‘Bir Hurdacının Hayatı / Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker’nın, İKSV aracılığıyla Başka Sinema projesi dahilinde ticari gösterime çıkması, bitmekte olan yılın son güzel sürprizlerinden biri. Geçtiğimiz Berlin Film Şenliği’nden iki ödülle dönen (En İyi Erkek Oyuncu ve Jüri Büyük Ödülü) bu küçük bütçeli bağımsız yapım, 2001 yılında ‘No Man’s Land / Tarafsız Bölge’ filmiyle en iyi yabancı film dalında Oscar ödülünü ülkesine götürmüş olan tanınmış sinemacı Danis Tanovic’in neredeyse bütçesiz çekilmiş son çalışması.

Berlin’den sıcağı sıcağına İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde Tanovic’in de katılımıyla büyük ilgi görmüş olan ‘Bir Hurdacının Hayatı’, tümüyle gerçek kişilerle çekilmiş, gerçekten yaşanmış olayları anlatıyor. Şehir merkezinden uzak bir çingene köyünde ailesiyle birlikte yaşayan Nazif, tıpkı komşuları Kasım ve Rıfkı gibi hayatını hurda demir toplayıp satmak suretiyle güç belâ sürdürmektedir. Hiçbir güvencesi yoktur, kazandığı üç beş kuruşla karınları doyar, ocakları tüter. Lakin gün gelip karısı düşük yaptığında yolları şehrin soğuk hastane kapısına düşmek zorunda kalır. Hamile kadının ölü bebeğinin bir operasyonla alınması gerekmektedir, ancak sağlık karnesi olmadığı ve ameliyat parasını da ödeyemedikleri için doktorlar Nazif’in karısına müdahale etmeyi reddeder.

Filminin Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki festival gösterimine katılan Tanovic, bu iç acıtan gerçek hikâyeyi bir gazete haberinden öğrendiğini belirtmişti. Çok öfkelenmiş önce. Daha sonra haberin gerçek olup olmadığını araştırmış. Yardımlaşmayı unutmuş yurttaşları adına üzüntü ve utanç duygusuyla filmi çekmeye karar vermiş. Oyuncuları bulmak için kara kara düşünürken aklına çılgınca bir fikir gelmiş, aileyi ziyaret ederek onları bu filmde rol almaya ikna etmiş. Proje aşamasında zor bir süreç yaşamışlar. Filmin finansmanı uzun vakitlerini almış. Sonunda 17.000 avro gibi çok düşük bir mali kaynakla, bütçesiz denebilecek bu projeyi hayata geçirmişler. Şöför dahil 9 kişilik bir ekip, üç kamera ve 9 günlük bir çalışmayla ortaya çıkmış bu mucizevi yapım. Filmin tamamı doğaçlama çekilmiş. Profesyonel oyuncu kullanılmamış. Her sahne bir ya da iki çekimle halledilmiş. Yönetmen bu kısa çekimler sayesinde doğal performanslar yakaladığını, oyuncularının rol kesmesine izin vermediğini söylüyor. Motor dendiğinde orta metrajlı bir belgesel yapma düşüncesindeymiş Tanovic. Çekim ilerledikçe sinemanın kendine özgü mucizeleri bir bir gerçekleşmiş. Hiçbir deneyimi olmayan Nazif ve ailesi tüm doğallıklarıyla değme oyuncuları aratmamış. Çekimin son günü yağan kar, o güzelim finale beklenmedik bir armağan olmuş.

Sonuç izleyenlerin tanık olacağı gibi son derece parlak. Sinemanın bir şeyleri değiştirebileceğine yürekten inanan Tanovic, Nazif ve ailesinin hayatını değiştirdiği için çok mutlu olduğunu ifade ediyor. Berlin’den gelen en iyi erkek oyuncu ödülünün ardından Nazif Mujic’in bir işe (yüzme havuzu bekçiliği), ailesinin daha iyi yaşam standartlarına kavuştuğunun müjdesini veriyor.

‘Bir Hurdacının Hayatı’ vizyondaki diğer filmlere hiç benzemeyen, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının unutulmaz başyapıtlarını anımsatan çok etkileyici bir çalışma. En iyi yabancı film kategorisinde Bosna Hersek’in 2014 Oscar aday adayı ayrıca. Kaçırmamaya çalışın.

[‘Bir Hurdacının Hayatı / Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul Beyoğlu Beyoğlu, Kadıköy Rexx, Altunizade Capitol Spectrum, Levent Metro City Cinema Pink, Haramidere Cinetech Torium, Ankara Kızılay Büyülüfener, (27.12 2013 tarihinden itibaren) Eskişehir Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir]

(20 Aralık 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cennet, Cehennem, Araf…

Sinema tarihinde Dante’nin “İlahi Komedyası”ndaki gibi Cennetlere, Cehennemlere ve Araflara dokunuyorsunuz hep. Birkaç filmi hatırlatmak istedik.

“Müziğimiz…”

Sinemanın en önemli ustalarından Jean-Luc Godard’ın 2004 yapımı “Notre Musique-Müziğimiz” filmiyle Dante’nin üç bölümlü “İlahi Komedya”sına günümüzün gözüyle bakıyor ve yorumluyor. Belgesel yönü de öne çıkan bu filmini “üç krallık”tan oluşturmuş senaryoyu da yazan Godard. İnsanlığın yarattığı tüm cehennemleri, Arafları ve cennetleri seyrederken, Godard sinemasının tarihi içinde de dolaşıyorsunuz. O filmleri düşünüyorsunuz ve o filmlerin imgelerinin içine giriyorsunuz. Bunlarla beraber tüm bir sinema tarihinin oluşturduğu estetik değerler de zihninizden düşüyor. Sadece imgeler, plan-çekimler, sekanslar değil, tüm bir teorik birikimleri de film boyunca dışarı çıkartıyorsunuz. Filmin kameramanı da Julien Hirsch.

1. Krallık: Cehennem… Godard’ın filmi, dünyanın tüm savaşlarını belgesel gibi gösteriyor bu bölümde. Altta piyano tınıları duyuluyor. Bir de bir genç kadının sesi. O kadın sesi araya girerek anlatıyor kelimelerle. Amerikalı beyazların Kızılderili ve Vietnamlı, Fransızların Cezayirli, Almanların Yahudi, İsraillilerin Filistinli, Sırpların Boşnak soykırımları yansıyor perdeden belgesel görüntülerle. Bu dehşet anları üzerinde duyulan kadın sesi Tanrı’ya yakarıyordu: “Tanrım bizi affet. Bir kulunu diğerinden ayırmadan…”

2. Krallık: Araf… Bu bölümde, savaş cehenneminden, iç savaştan çıkmış Saraybosna yansıyor. Şehrin geceleri, sokakları, caddeleri, havaalanı ve bu toprakların Mostar Köprüsü yansıyor. Godard, “Avrupalı Edebiyatçılar Konferansı”na davetli bu şehirde. Havaalanında Yahudi kameraman bir gençle Rus Yahudisi gazeteci bir genç kız da var. Olga Lerner (Nade Dieu), Filistinli şair Mahmut Derviş’le söyleşi yapıyor. Filistin-İsrail barış görüşmeleri tıkanmış ve her şey çözümsüz. Tek gerçek, İsrail’in insanlık suçu şiddeti ve yıkımıydı. Şair Derviş, gazeteci kıza şöyle diyordu: “Bireyin düşü iki olmaktır (kadın+erkek=aşk); devletin düşü tek olmaktır…”

Filmde, kelimelerin imgeleri ve metaforları, belki de görüntülerden daha güçlü. Bu filmin içine şairler, yazarlar ve sinemayı hayatının bir parçası olarak görenler daha çok girecekler. Godard, ilk yapıtı 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle-Serseri Âşıklar” filminde, Amerikalı yazar William Faulkner’ın “uzlaşma” sunan metinlerini reddetmişti. Filozof Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğuna yaslanmıştı. Godard, “Müziğimiz” filminde sanki uzlaşmanın kötü bir olgu olmadığını fısıldıyor kısık bir sesle. Evet, Mostar Köprüsü… Godard filminde bu köprünün restorasyonunu da gösteriyor ve geçmişle gelecek arasında köprü kuruyor. Geçmişi bilmeyen geleceği göremez, diyor. Köprünün altında geçen birçok an gerçeküstücü bir tat sunuyor. Unutulmaz bir an bu sekans. Kitapları yığınların içine atan insanlar, kitapları yığınların içinden alıp masada oturan yazara imzalatan başka insanlar. Kızılderililer de var. Beyaz yazardan tüm bir tarihin hesabını soruyorlar sonra. Godard, Filistin üzerinde duruyor Bosna’yla metafor kurarak. Şöyle diyor bir an sonra: “1948’de Yahudiler, vadedilmiş topraklara ulaşmak için suya girdiler. Filistinlilerse boğulmak için suda yürüdüler…” Godard, komünizme de küçük ama keskin bir eleştiri gönderiyor. Godard’a göre gerçek komünizmin Londra’daki Wembley Stadı’nda doksan dakika yaşandığını söylüyor. Macarların İngilizleri yendiği futbol maçında, Macarlar kolektif, İngilizler bireysel oynamışlar o maçta. Metafor olarak, komünizm kapitalizmi mağlup etmiş oluyor. “Araf”, filmdeki en uzun bölümdü. Bir süre sonra Olga, Godard’ın 1965 yapımı renkli ve sinemaskop “Pierrot le Fou-Çılgın Pierrot” filmindeki Pierrot gibi kendi kendini imha ediyor.

3. Krallık: Cennet… Yahudi genç kız, ormanının içinde akan çayın kıyısında yürürken, sadece kemanların, çelloların tınılarıyla su şırıltıları duyuluyor. Cennet gibi. Ama, sonra Amerikalı askerler görünüyor. Ormandalar. Kız, ormanın içinde yürüyor. Neşeli gençlerin yanından geçiyor, elmayı iştahla yiyen gencin yanına geliyor, oturuyor ve gencin kendine sunduğu elmayı ısırıyor. Beraberce elmayı yiyorlar sonra. Sanki Adem ile Havva’ya, aşka, sevgiye coşkulu bir sunuş bu bölüm. Kadın ve erkek, birçok şeyi paylaşınca her şey ne kadar da cennet oluyor. Filmin ilk bölümüyle son bölüm birbirinin çok uzağında ve aşkın, kadınla erkeğin beraberliği her şeyi çoğalttığı söyleniyor coşkunlukla. Hemen belirtmeli, Godard’ın Bosnalı öğrencilere, metin ve görüntü üzerine verdiği konferansa iyi kulak verilmeli. Sinema, yaratıcılık, Homeros, şairler, yazarlar, sinemacılar ve birçok şey belleğinize yerleşecek. İnsanlık durumu üzerine bu film kesinlikle belleklere alınmalı. Yarattığı tüm eserleri, hümanizması, felsefesi ve birçok şeyine karşın insanlık neden birbirini yok ediyor? Godard’ın imgeleri çok güçlü “Müziğimiz” filminde.

“Babil…”

Meksikalı ünlü senarist Guillermo Arriaga, yurttaşı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu’yla üçüncü işbirliği olan 2006 yapımı “Babel-Babil” filmi, yansıyan dört hikâyesiyle insana dair trajedileri anlatıyor. Yalnızca trajediler değil, insanlık durumları ve varoluşları üzerine de bu film. Birbirlerinden farklı bambaşka kültürlerin ve insanların yansıyışı var “Babil” filminde. Hikâye ve trajediler, sadece bir tüfeğin varlığıyla ortaya çıkıyor. Çarpıcı ve ironik belki de. Yönetmen Inarritu, “Babil”de kültürleri doğal biçimde seyirciye hissettirebilmiş. Her kültürün kendine özgü durumları var belki, ama Japonya’daki bölümlerde Japon gençliğinin bozulmasını da fark ettiriyor yönetmen. Geleneksel bir toplum olan Japonlar da, küreselleşmeden dolayı, Batı’dan gelen her şeye karşı koyamıyorlar. Sağır-dilsiz Japon kız Chieko’nun (Rinko Kikuchi) çevresindeki gençlerin Batılı gençlerden bir farkı yok. Orta kuşak Japonlar, az çok iş disiplinini ve kültürel nezaketini yaşatabiliyorlar. Inarritu bu filminde, üç ülkenin polisini de gözlemci kamerasıyla gösteriyor. Amerikan, Fas ve Japon polislerini seyrederken hangisinden korkmuyordunuz?

Hikâye, Fas’ın çöllerinde başlıyor. Filmin girişinde Hasan, tüfeğini bir çobana satıyor. O tüfeğin kurşunu sonra dört kültüre de değiyor. Keçileri olan çoban, iki oğluna, Yusuf (Boubker Ait El Caid) ve Ahmet’e (Said Tarchani) sürüyü çakallardan korumaları için tüfeği emanet ediyor. Çocuklar tüfeği denerken, Yusuf tüfeği çölde yol alan turist otobüsüne nişan alıp ateş ediyor. Yusuf, Ahmet’e göre farklı ve girişken bir çocuk. Üstelik kız kardeşi Zohra’yı dikizleyip duruyor. Sonra hikâye, ABD’nin San Diego bölgesine taşınıyor. Meksikalı Amelia (Adriana Barraza), Amerikalı iki çocuk, Mike ve Debbie’ye dadılık yapıyor. Hemen Meksika’ya, oğlunun düğününe gitmesi gerekiyor Amelia’nın. Yeğeni Santiago (Gael Garcia Bernal) gelmeden önce çocukları bırakabileceği yerler arıyor. Sonra, bir hata yapıyor ve çocukları alıp Meksika’ya götürüyor. Mike ve Debbie’nin anne-babaları, Susan (Cate Blanchett) ve Richard (Brad Pitt), Fas’ta tatile çıkmışlar. Yeni ölen bebeklerinin acısını ve sarsıntısını unutabilmek için Fas’ın çöllerinde dolaşıyor Amerikalı çift. İşte o tüfekten çıkan kurşun, otobüste başını cama dayamış hüzünle çöle bakan Susan’ın omzuna saplanıyor. Dördüncü hikâyeyse Japonya’da. Tokyo’da yaşayan baba-kız Yasujiro (Koji Yakusho) ve Chieko’nun kederli hayatları yansıyor perdeye. Chieko’nun annesi yakın zamanlarda intihar etmiş. Sağır-dilsiz Chieko, belki de yaşadığı travmadan dolayı, erkeklerle olup bakireliğinden kurtulmak istiyor. Yönetmen bazı anları sessiz olarak yansıtarak seyirciye Chieko’nun dış dünyayı nasıl yaşadığını hissettiriyor.

Inarritu, “Babil”de dört dil İngilizce, İspanyolca, Arapça ve Japonca konuşuluyor. Filmin adı da buradan geliyor. Babil, İncil’de yer alan bir bölüm. İnsanların farklı dillerde konuşup insani açıdan iletişimi yeterince kuramamasını simgeliyor Babil… İşte bu noktadan filme baktığınızda, insani iletişim elbette zor. Ama, aslolan kendi dilinde iletişimin zorluğu. Hem geleneksel hem de modern kültürlerdeki iletişimsizlik ve yabancılaşma yaşanıyor. Japon baba-kızın, annenin intiharından dolayı yaşanan travmaları, bu iletişimsizliğin ve mutsuzluğun yaşanmasına neden oluyor. Chieko, yaşı küçük olmasına rağmen hemen cinselliğini yaşamak istiyor. Hem sağır-dilsizliği hem de annesinin ölümü derin izler bırakmış onun ruhunda. Fas bölümleri, hem Araplar hem de Richard-Susan çifti için daha trajik. Polisin yaptığı soruşturmalar ve katile ulaşma yöntemi gerçekten insanı ürkütüyor. Polis, çok sert ve infaz edici davranıyor. Bu polis teşkilatı, Fas köylülerini insan yerine bile koymuyor. Vurulan Susan da bir ara kaderine bırakılmış gibi. Richard, karısını cankurtaranla hastaneye götürebilmek için her şeyi yapıyor. Amerikan yönetimi, bir Amerikan yurttaşına yapılan şiddeti “terörist saldırı” olarak değerlendiriyor. Bu yüzden Fas’la ABD arasında diplomatik kriz başlıyor. Dünyadan bir 11 Eylül geçti. Artık beyazlar, kendilerine benzemeyenleri “öteki” ve “terörist” olarak değerlendiriyor elbette. Yönetmen, medya anlayışına da sert eleştiri getiriyor. Susan üzerine yoğunlaşan basın, polisin öldürdüğü Yusuf’la ilgilenmiyor bile. Medyadan ürküyorsunuz. Evet, Amelia’nın dramı da yansıyor hikâyeye. Düğünden dönüşte ABD sınırında polislerin çıkardığı sorunlar, göçmenlere suçlu gibi davranışları her şeyi yolundan çıkartıyor. ABD’de on beş yıldan fazla göçmen olarak çalışan bir kadın Amelia. Sınırda sıradan bir polis denetimi birdenbire dramatik bir hale dönüşüyor ve Başkan Bush yönetiminin yeni göçmenlik yasaları işleyiveriyor.

Inarritu, senarist Arriaga’yla “Babil”de de, 2000 yapımı “Amores Perros-Paramparça Aşklar Köpekler” ve 2003 yapımı “21 Grams-21 Gram”daki gibi zamanda kurguyla sıçramalar yapıyorlar. Gelecek zaman, şimdiki zaman ve geçmiş zaman iç içe anlatılıyor. Inarritu, sinemanın kurucu ustalarından Amerikalı David Wark Griffith’in 1916 yılında çektiği sessiz “Intolerance-Hoşgörüsüzlük” filmindeki anlatım biçimini denemiş “Babil”de. Inarritu, zamanlarda sıçramalar yapsa da, Griffith ustanın bulduğu “çapraz kurgu”yla hikâyesini anlatıyor. “Çapraz kurgu”da, ikiden fazla hikâye iç içe anlatılıyor. “Hoşgörüsüzlük” filminde, dört hikâye vardı, tıpkı Inarritu’nun filmindeki gibi. Eğer iki hikâye iç içe anlatılıyorsa buna “koşut kurgu” deniliyor. Fonda duyulan Gustavo Santaolalla’nın gitar tınıları insanın ruhuna hüzün indiriyor; özellikle çöllerde. Rodrigo Prieto’nun çöl görüntüleri de sinemaya bir armağan gibi. Filmin seyrederken tüfeğin nereden geldiğini öğrenince “küreselleşme”yle beraber “küresel kader” üzerine de düşünüyorsunuz. Inarritu’nun, 1963’te New Mexico’da doğdunu da belirtelim.

“Goya’nın Hayaletleri…”

Milos Forman, Çek sinemasından Hollywood’a gitmiş önemli yönetmenlerden. Forman, uyarlamalara ve sanatçı hayatlarına yakın bir yönetmen. Onun 1984’te çektiği ve sekiz dalda Oscar kazanan filmi “Amadeus”u görenler, ustanın 2006 yapımı “Goya’s Ghosts – Goya’nın Hayaletleri” filminde de, sanatın ve sanatçı ruhunun içine girebiliyorlar. Sinemanın muhteşem senaristlerinden Jean-Claude Carriere’le Forman’ın senaryosunu ortak yazdıkları “Goya’nın Hayaletleri”, hem içsel hem de dışsal anlamda çok trajik bir film. Gerçek anlamda cehennemi yansıtıyor bu film. Forman, filminin atmosferini Goya’nın tablolarından oluşturmuş sanki. Filmin ön ve son jeneriğinde Goya’nın resimleri bolca yansıyor. Tablolardan esinlenme, sadece estetik anlamda değil. Goya’nın birçok tablosundaki gibi şiddet yüklü ve trajik. Zenginlerin ve sarayın ressamı olan Goya, sokaklarda da resimler yaptı. Aynen şöyle: Sokaklarda şiddet olayları sürerken, bir foto muhabiri gibi olayları belgeliyordu Goya. Carriere’le Forman, senaryoyu öyle yaratıcı işlemişler ki, seyirci her şeye hem Goya’nın tabloları gibi bakıyor hem de Goya’nın gözleriyle. Filmi perdede seyredince bu daha iyi anlaşılıyordu. Filmin görüntüleri Javier Aguirresarobe’ye ait. Müzikleri de Varhan Orchestrovich Bauer bestelemiş.

Yıl 1792… Fransız Devrimi’nden üç yıl sonrası. Kral Carlos IV’le Kraliçe Luisa Maria’nın İspanyası’nda Engizisyon rahipleri egemen. Ortaçağ’da kalmış vahşi şiddetlerine yeniden dönüyorlar. Engizisyon Mahkemesi’nde rahipler Goya’nın (Stellan Skarsgard) resimlerini yorumlarken, Rahip Lorenzo (Javier Bardem), eski zamanlardaki baskıcı yöntemlere dönmek için papazları ikna ediyor. Madrid’de cadı kazanı kaynatılıyor sonra. Yahudi avına çıkan Engizisyon’un kurbanlarından biri masum bir genç kız. Goya’nın dostlarından tüccar Tomas Bilbatua’nın kızı Ines (Natalie Portman), tavernada domuz eti yemediği için tutuklanıyor ve korkunç işkencelerden geçiriliyor. Sonra da yıllarca hücrede kalıyor. Rahip Lorenzo, birçok insanın trajedisinden sorumlu. Sonunda kendi trajedisinden de kaçamıyor. Rahip Lorenzo, Ines’i zaman zaman hücresinde ziyaret ediyor. Bu ziyaretlerinde günah olan iki suç işliyor. Katolik din insanlarının cinsel yaşamı yok. Rahip Lorenzo, Ines’e her ziyaretinde tecavüz ediyor. Sonuçta da kız hamile kalıyor. Her şey on beş yıl sonra belli oluyor. 1807’de Napolyon Fransa’da iktidarı ele geçirdikten sonra İspanya’yı işgâl ediyor ve ardından Engizisyon’u dağıtıyor. Engizisyon’un hapishaneleri de boşaltılınca Ines de özgürlüğüne kavuşuyor. Evine gittiğinde ailesinin cesetleriyle karşılaşıyor Ines. Madrid’te tek tanıdığı, şimdilerde kulağı işitmeyen ressam Goya. Akli dengesi doğal olarak bozulan Ines’e yardım eden Goya, Ines’in kızı Alicia’yı buluyor, ama onları bir türlü bir araya getiremiyor. Melodramik biçimde her olayın altından rahip Lorenzo çıkıyor. Goya’nın hayatından on beş yılı yansıtanfilmde, dengeler her an değişiyor iktidar anlamında. İngilizler İspanya’yı işgal edince Napolyon’un askerleri de kaçmak zorunda kalıyor. Filmin finali gerçekten iç burucu. 1932’de eski Çekoslovakya’da doğan yönetmen Forman, filminin estetiğini ve trajedisini, Goya’nın tablolarından oluşturmuş. Filmdeki bazı anlar, Goya’nın tablolarındaki gibi sarsıyor. 30 Mart 1746’da doğan Francisco Goya, 16 Nisan 1828’de öldü. Büyük ressam, modern resmin de öncüsüydü. Çek sinemasının önemli yönetmenlerinden Forman, 1970’lerin başından bu yana Hollywood’da çalışıyor. İlk filmi “Cerny Petr-Maça Ası”nı 1963 yılında çekti. 1966’da “Lasky Jedne Plavovlasky-Bir Sarışının Aşkları”nı ve adını Batı’da duyuran “Horí, Ma Panenko-Koşun İtfaiyeciler”i 1968 yılında çekti. Hollywood’a 1975’te “One Flew Over the Cuckoo’s Nest-Guguk Kuşu” filmiyle geçti. “Guguk Kuşu”ndan itibaren 1979’daki “Hair-Bırak Güneş İçeri Girsin”, 1984’teki “Amadeus”, 1996’daki “The People vs Larry Flynt-Skandalın Adı Larry Flynt”, 1999’daki “Man on the Moon-Aydaki Adam” gibi filmlerine sinema perdesinde dokunmuştuk.

“Kuzgun…”

Sinemaseverler, 1967 doğumlu Avustralyalı yönetmen James McTeigue adını, Wachowski kardeşlerin “Matrix” bilimkurgu serisinde yardımcı yönetmen olarak duymuşlardı. McTeigue, Wachowskilerin desteğiyle 2005 yılında, otorite ve kapitalim karşıtı “V for Vendetta-V” filmiyle ilk uzun filmini çekmişti. Biliyorsunuz, kapitalizmin en vahşi yaşandığı ülkeler Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye. Bu dört ülkede insanların ve doğanın hiçbir değeri yok. İnsanlar düşük ücretlerle köle gibi çalıştırılırken, doğa da korkunç tahribata uğratılıyor. Maskeli V, bunlara da karşıydı. İşte bu McTeigue, dâhi ve büyük yazar-şair Edgar Allan Poe’nun hikâyelerinin içinde dolaşarak polisiye geleneğinin ruhunun içine giriyor. Cehenneme girer gibi. 2012 yapımı “The Raven-Kuzgun” filmi, tam anlamıyla şiddetin pornografisi gibi. Şiddet anları ayrıntılı yansırken, kanlar da bir oluktan fışkırır gibi kırmızıya boyuyor her yeri. Filmin girişi bile insanı sallıyor şiddet gösterisiyle. Filmde bir katil var. Finale kadar da kim olduğu tahmin edilemiyor. Ama bu katil, Poe’nun gazetede tefrika edilen hikâyelerinden ilham alıyor vahşi cinayetlerini işlerken. Filmin senaryosunu Ben Livingston ve Hannah Shakespeare ortak yazmışlar. Müzikleri Lucas Vidal bestelemiş. Görüntülerse Danny Ruhlmann’a ait.

19. yüzyıl, Baltimore… Kuzgunlar bir şeyi parçalarken, oradan geçen Poe (John Cusack), buna sarhoş gözlerle baktıktan sonra yolu meyhaneye düşüyor. Meyhanede “Kuzgun” adındaki şiirini okuyor bir kadeh bir şey ısmarlayan olur diye. Bir anne-kız vahşice öldürülmüş ve Baltimore’da genç polis müfettişi Emmett Fields (Luke Evans) olaya el koyuyor. Fields, bu cinayette bir şey seziyor: Cinayet, Poe’nun hikâyelerinden ilham almış. İlk şüpheli elbette Poe oluyor. Ama çok geçmeden zeki Fields, daha zeki Poe’dan destek alıyor ve bu gizemli seri katilin peşine düşüyorlar. Katilin bir sonraki hedefi bir edebiyat eleştirmeni oluyor. Fields, Poe’dan kuşkulansa da bu araştırmada Poe’dan yararlanıyor. Katil bu defa Poe’nun “Kuyu ve Sarkaç” hikâyesinden ilham almış eleştirmeni öldürürken. Bu vahşi ve kanlı sahneye bakmak insanı gerçekten zorluyor. Poe, Albay Hamilton’ın (Brendan Gleeson) güzel kızı Emily’ye (Alice Eve) âşık. Emily de Poe’nun “Annabel Lee” şiirine tutkulu. Zengin albay, Poe’dan öldüresiye nefret ediyor. Katil bu aşkı biliyor ve Poe’nun “Gammaz Yürek” hikâyesine gönderme yapıp Emily’yi diri diri döşemenin altına gömüyor. Poe, katile ulaşmak için gazetede yeni hikâyeler yazıyor ve sonunda katile ulaşıyor. Aradıklarıysa, çok uzakta olmayan, ama tahmin edilemeyen biriydi. Bu Poe’nun trajedisini de hazırlıyor. Poe’nun ölüm nedeni şimdiye kadar muammaydı. Ama yönetmenin final bölümünde fikri var tabii ki.

Edgar Allan Poe, 1809’da Boston’da doğdu, 1849’da Baltimore’da öldü. Gerilim-polisiye romanın yaratıcısı olan Poe, şairliğiyle de öne çıkıyor. Filmin adı, Poe’nun “öyküleyici şiir” adı verilen 1845’te yayımlanan “Kuzgun” şiirinden geliyor. Poe’nun ülkemizde en bilinen şiiri, ölümüne doğru yazdığı “Annabel Lee”dir. En bilinen romanı da polisiyenin el kitabı “Morgue Sokağı Cinayeti”dir. “Kuzgun” filminde mekânlar muhteşem fotoğraflarla yansıyor. Yönetmen, dönemin ruhuna uygun hızdan çok günümüze yakın bir hızda yansıtmış her şeyi. Çünkü hikâye, çarpıcı kurgunun yardımıyla nefes nefese akıyor. Ama filmdeki renk tonları, dönem filmlerine benzer kahverengi tonlarda. İç mekânlar gerçekten insana kapalı mekân korkusu (klostrofobi) yaşatıyor. Filmin Budapeşte’de çekildiğini de belirtelim. Gotik mekânlar hâlâ ayakta olduğu için. Filmin son jeneriği de görsel açıdan seyredilmeye değer. Fonda duyulan müzikler de yer yer ürpertici. Aynen böylesi filmlere günümüz sinemasında kolay rastlanmıyor. Zaman geçtikçe de değeri ortaya çıkan filmlerden bu.

(20 Aralık 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sanat ve Devlet İlişkilerine Tarihsel Bir Katkı

Sanatın devletin himayesine alınması fikri, M. Ö. 50’lerde Gaius Maecenas’a (Mesen) dayanır. Eski Yunan’da Aiskhylos’un Tanrılara yönelttiği eleştiriyi ya da Sophokles’in özgür bireye yaptığı vurguyu boşa çıkarırcasına, on binleri devasa tiyatrolarda bir araya getiren Eski Roma yönetimlerinin amaçları sanatsal bir yaklaşım sergilemek değildir oysa ki. Sonradan birçok epik dramada da tanık olduğumuz gibi, savaşçıların birbirleriyle veya yırtıcı hayvanlarla mücadelesinden medet uman siyasal erk, geniş kitlelere “afyon” hizmeti sunacak eğlenceler peşindedir.

Gerçek sanatın sokağa yaslanması ve doğasından kaynaklanan eleştirel tutumudur belki tehlikeli olan; ya da Mesen gibiler hakikaten hayallerinin peşinden gitmişlerdir. Her neyse; Panem et Circenes’ten (Ekmek ve Oyunlar) geriye kalan hiç de iç açıcı bir manzara olmamıştır: Hiçlik!… Sisteme yedeklenen gösteri sanatları, Plautus’un militarizm eleştirisi barındıran kimi oyunları dışında tarihe pek birşey bırakmaz.

Benzer bir durum Ortaçağ’da da karşımıza çıkar. Dizginleri ele alan Katolik Kilisesi, tiyatroyu politik amaçları doğrultusunda yönlendirerek teosantrik / tanrı merkezli bir sanat anlayışı ortaya koyar. Sonuç yine hüsrandır. Kamusal alandan dışlanan gezici oyuncuların yeni mekânı karnavallar olur. Gücünü bağımsız oluşundan alan ve sokaklara taşınan farsın etkileri Rönesans’ta daha iyi anlaşılacaktır. Yalnızca tiyatro mu? İkonanın sislerinden doğan Giotto ve ardılları da “başka türlü bir şey”in var olduğunu kanıtlamışlardır.

Yüzlerce yıl sonra ülkemizde sinemayı merkez kılarak yapılan devlet desteği tartışmaları ise olgunun bir başka yönüne işaret etmekte ve sanatın diğer alanlarında yaşanan gelişmelerin gölgesinde gerçekleşmektedir. Taşradan başlamak üzere, devlet sanat galerilerinin ortadan kaldırılması; tiyatro, opera ve bale cephesinde yaşanan gelişmeler, ne söylediği anlaşılamayan “muhafazakâr sanat” kuramı (!) ve “tek sesli” iklimi hakim kılma çabaları, yedinci sanattan bağımsız değildir. Bir başka deyişle sinemanın, sanat ile devlet arasındaki ilişkinin dizayn edilme sürecinden nasibini almayacağı beklentisi içinde olmak gülünçtür.

Konunun, devlet desteğiyle proje geliştirip, ortaya çıkan sonucu “bağımsız” olarak nitelendirme garabeti de vardır; ama bu doğal olarak başka bir başlığın ilgi alanıdır. Yine de, yukarıda sözü edilen dizayn çalışmalarının, erk cephesinde (10 küsur yıl boyunca) arzulanan bir sanat anlayışına evrilmemesinin şaşırtıcı bir sonuç olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Sözün kısası; tam da büyük altüst oluşlar çağında, taşra-kent çelişkisini sinemanın en temel sorunsalı haline dönüştürmek, Doğu-Batı çelişkisini birey üzerinden okumanın en ideal ve “sanatsal” form olduğu iddiasını taşımak ve onca övgü arasında, tabloyu “bağımsız sinemanın gücü” olarak lanse etmek üzerine söylenecek daha çok sözümüz var…

(15 Aralık 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Bir Oyunculuk Gösterisi: Sona Doğru

New York Film Eleştirmenleri Birliği “Sona Doğru”yla Robert Redford’u Yılın En İyi Erkek Oyuncusu seçti. Redford bu rolüyle erkek oyuncu Altın Küre’sine ve Oscar’ına aday olacak gibi görünüyor.

Robert Redford tek karakteri/oyuncusu olduğu, ilk karesinden son karesine kadar tek başına sürüklediği diyalogsuz film “All Is Lost-Sona Doğru”yla kariyerinin en büyük sınavını veriyor ve bu işten de yüzünün akıyla çıkmasını biliyor. Cannes Festivali’nde ilk gösterimi yapılan film, ileri yaşta bir adamın açık denizde tek başına verdiği yaşam mücadelesinin öyküsü.

Film eleştirmenleri dokuz milyon dolar yapım bütçeli “Sona Doğru”yla Redford’un Kızılderililer ve vahşi hayvanlar arasında hayatta kalma mücadelesi veren bir karakteri canlandırdığı “Jeremiah Johnson” (1972) arasında paralellikler bulunduğunu belirtiyor.

Yönetmen J. C. Chandor ile Redford, Redford’un kurucusu olduğu Sundance Festivali’ndeki bir brunchta tanıştı. Chandor’un yönettiği, Kevin Spacey, Jeremy Irons, Demi Moore’un da rol aldığı üçbuçuk milyon dolar bütçeli “Margin Call-Oyunun Sonu” Sundance’ta gösterilmişti.

Redford, karakterle ilgili neredeyse sıfır bilgi sunan 31 sayfalık kısa senaryoyu (Sona Doğru) okuduktan sonra yönetmen Chandor ile sadece ikisinin katıldığı bir toplantı yaptıklarını söylüyor. Bu Hollywood’un avukat ve menecer ordularının eşlik ettiği alışılageldik toplantılarından biri olmamış. Sette de Redford yönetmenine tam bir güven ve tam bir teslimiyet sunmuş.

Bir Sinema Efsanesi: Robert Redford

Ressamlıktan vazgeçerek önce film oyuncusu, sonra yönetmen olan Robert Redford’un ataları İrlandalı, İskoçyalı ve İngiliz. Dört çocuğu var.

“Ordinary People”la yönetmen dalında Oscar kazandı, “The Sting-Belalılar”daki oyunculuğuyla, “Quiz Show”daki yönetmenliğiyle ve yapımcılığıyla Oscar adaylığı elde etti.

“Inside Daisy Clover-Papatya Yoncası”ndaki oyunuyla ve “Ordinary People”daki yönetimiyle Altın Küre ödülüne ulaştı.

En büyük başarılarından biri Sundance Film Festivali oldu. Onun sayesinde bağımsız filmlerde çalışanlar faturalarını ödeyebilir, aile kurabilir, güzel bir ev sahibi olabilir ve çocuk büyütebilir duruma geldi.

Redford oyunculuğuyla kazandığı başarı, sevgi, şöhret ve parayı, bütün bunları kendisine verenlere Sundance Festivali aracılığıyla geri vermek istedi; genç yeteneklere şans tanımak, imkânlar sağlamak, destek vermek için Sundance Festivali’ni ve Televizyon Kanalı’nı kurdu.

Redford ile 5 yıl önce vefat eden yönetmen Sydney Pollack “Jeremiah Johnson” dahil yedi filmde birlikte çalıştı. Bu işbirliği efsanevi bir dostluğa dönüştü.

Redford, Sundance Film Festivali’nin bulunduğu Utah eyaletinde kovboy hayatı yaşıyor; ata biniyor.

Redford, şair William Butler Yeats hayranı.

Robert Redford’un Film Film Kazançları:

* War Hunt / 500 dolar
* The Sting / 500 bin dolar
* A Bridge Too Far-Uzaktaki Köprü / 2 milyon dolar
* The Electric Horseman / Üçbuçuk milyon dolar
* Indecent Proposal-Ahlaksız Teklif / 4 milyon dolar
* The Last Castle-Son Kale / 11 milyon dolar

(15 Aralık 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 2: Bir Millet Uyanıyor

Yalnız, sinemamız kaynaklarında değil, filmin (özellikle ikinci filmin) afişlerinde dahi verilen bilgi yanlıştır. Film: Bir Millet Uyanıyor. Bu ismi taşıyan iki film var. Birincisi 1932’de Muhsin Ertuğrul’un, ikincisi ise 1966’da Ertem Eğilmez’in çektiği filmler. Muhsin Ertuğrul’un çektiği film için hemen tüm kaynaklar Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu’nun eserinden kaynaklandığını belirtmektedir. Tepedelenlioğlu’nun edebiyatın herhangi bir türünde yazılmış böyle bir eseri yoktur. Yazdığı metin doğrudan sinema için yazılmıştır. Ertuğrul’un çektiği filmin Tepedelenlioğlu tarafından yazılan metni kitap olarak da yayınlanmıştır. Kitabın kapağında “libretto” (kitapçık) yazar. İçinde filmde anlatılan, ulusal ve dramatik sahnelerin yanında Mustafa Kemal’in “Nutuk”undan alıntılarda bulunmaktadır. Sinemamız kaynaklarında film hakkında, “Senaryo: Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu (kendi eserinden)” bilgisi yer almaktadır.

Ertem Eğilmez’in filmi (1966) ise senaryo Sadık Şendil [“Nizamettin Nazif Tepedelenlioğu’nun ‘bir!’ eserinden” denilmektedir ve “eser” notu (Tepedelenlioğlu)] adı ile afişlerde yer almaktadır. Ayrıca kaynaklarda ikinci film için, “İkinci çevrim: ilk çevrim için bkn. 1932” denilmektedir. 1932’de bu isimle çevrilen Ertuğrul’un filminden başka film yoktur (bu isimle çevrilen bu iki filmden başka film de yoktur.) Fakat Eğilmez’in filmi için tüm bu bilgilere rağmen, Ertuğrul’un filminin “ikinci çevrimi” demeye imkân yoktur, tamamen başka olayların anlatıldığı bir filmdir. İkinci film için (Eğilmez) G. Scognamillo, daha çok John Sturges’in The Magnificent Seven’ından izler taşıdığına değinmektedir, ki aynı görüşe katılmaktayız. [Konular için bkn.: O. Ünser / Kelimelerden Görüntüye – sayfa 43/44 – 274 ve 315 (dip not: 113)]

Ertuğrul’un filmi öncelikle bir uyarlama değildir. Sinemamıza (nerede ise tek başına) 17 yıl hakim olmuş ve bu dönemde 32 film yönetmiş olan Ertuğrul’un filmleri arasında sadece Aysel: Bataklı Damın Kızı ve Bir Millet Uyanıyor dikkat çekici özellikler taşımaktadır. Kurtuluş Savaşı konusunda yapılmış Bir Millet Uyanıyor, bütünlükten yoksun, kopuk kopuk olayların anlatıldığı bir film olmasına rağmen, doğurduğu duygu / heyecan ile sanatçının diğer filmlerinden ayrılabilmektedir.

Aynı ismi taşıyan bu filmler, birbirlerine benzemeseler de her iki filmin kahramanlarından olan Yahya Kaptan karakteri ile bir ortak noktada buluşmaktadırlar. İlginçtir ki 34 yıl ara ile çekilen filmlerde Yahya Kaptan rolünü her iki filmde de Atıf Kaptan oynamaktadır. İlk filmde 24 yaşında olan Kaptan, ikinci filmde 58 yaşındadır. Unutulmaması gereken bir konuda Atıf Kaptan ilk filmde oynadığı zaman Terzioğlu soyadını taşımakta iken, -seyirciden bu rol nedeni ile aldığı tepki ile (ve diğer nedenlerle?)- soyadını “Kaptan” olarak değiştirmiştir.

Yine de diyoruz ki, Ertuğrul’un Bir Millet Uyanıyor filmi Tepedelenlioğlu’nun bağımsız bir eserinden alınma değil ancak sinema için yazılmış (!?) bir metninden alınmış olup 34 yıl sonra yapılan Ertem Eğilmez’in filmi, bu filmin re-make’ki değil, tamamen farklı bir filmdir.

(14 Aralık 2013)

Orhan Ünser