Kategori arşivi: Yazılar

Klostrofobik Evlilik Gerilimi

İtalyan yönetmen Saverio Costanzo’nun ülkesi dışında İngilizce çektiği ‘Aç Kalpler / Hungry Hearts’ türden türe atlayarak sansasyonel olma çabasında bir yapım. Marco Franzoso’nun ‘Il Bambino Indaco / Seçilmiş Bebek’ adlı romanından uyarlanan ancak mekân olarak New York’a kaydırılan hikâye pek de romantik olmayan bir güldürü tadında başlıyor. Amerikalı mühendis Jude ile İtalyan elçiliğinde çalışan Mina’nın Çin lokantası tuvaletinde kilitli kaldıkları tam yedi dakika süren giriş sekansı kesintisiz tek plan ve dayanılmaz eğlenceli. Bu parlak başlangıcın ardından birlikte yaşamaya başlayan çiftimiz hesapta olmayan bir hamilelik sonrasında evlilik kararı alır. Flashdance’in popüler şarkısı ‘What a feeling’ eşliğinde dansedilir. Jude’un bozuk İtalyancasıyla Mina’ya ithaf ettiği (Domenico Modugno’dan özgün yorumu final jeneriğinde yer alan) 60’lı yılların ünlü aşk şarkısı ‘Tu si ‘na cosa grande’ ile romantizm doruğa tırmanır.

Sorunlar hamilelik sürecinde başlar. Bu dönemde birbirlerini ne kadar az tanıdıklarını keşfeder genç evliler. Hayvansal gıda ile beslenmeye karşıdır Mina. Bu tercihi bebeğin anne karnında yeterince gelişememesine neden olur. Hamileliği sırasında ziyaret ettiği medyumun sözleri doğrultusunda bebeğinin doğaüstü yeteneklere sahip olduğuna inanmış olan genç kadının çağdaş tıbba olan güvensizliği doğum sonrasında şiddeti giderek artan bir paranoyaya dönüşür. Bu durum karşısında Jude yeni doğan bebeğin sağlığı ve hayatta kalması için karısıyla kıyasıya bir mücadeleye girişecektir.

Costanzo’nun komik ilk bölümden başlayarak ustaca oluşturduğu klostrofobik yapı eşler arasındaki anlaşmazlığa paralel olarak derinlik kazanıyor film boyunca. Çiftin arkadaş çevrelerinden uzaklaşarak yalnızlaşmaları ve yaşadıkları çatı katında neredeyse mahsur kalmalarını etkileyici bir dille veriyor İtalyan sinemacı. ‘Repulsion / Tiksinti’nin apartman dairesine sıkışmışlık hali ya da ‘Rosemary’nin Bebeği’nin seçilmişliğini hemen akla getiren bir Polanski dünyasını yeniden oluştururken 16 mm kamera kullanan Fabio Cianchetti’nin yoğun yakın planları, balık gözü objektifle bozulmuş görüntüler, Nicola Piovani imzalı tedirgin müzik çalışması ve de her ikisi de Venedik Film Festivali’nden ödüllü genç oyuncular Adam Driver ve Alba Rohrwacher’in üstün performanslarından büyük ülçüde destek alıyor.

Bütün bunlar hayli ümit verici bir biçimde başlayan filmin tatmin edici olmaktan uzak bir finalle noktalanmasını engelleyemiyor ne yazık ki. Burada sorun büyük ölçüde Costanzo’nun bizzat kaleme aldığı senaryodan kaynaklanıyor. Karakterlerin geçmişi hakkında izleyicisini aydınlatmayan hikâye finale doğru muhafazakâr bir yapıya bürünüyor. Erken yaşta anne kaybının izini taşıyan genç kadının kuşkularını sıradan bir gerilim motifi olarak kullanmayı yeğlerken onun geleneksele başkaldırışının nedenleri üzerinde durmuyor, işi vegan ve kadın düşmanlığına kadar vardırıyor.

(11 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Soluk Soluğa Bir Berlin Gecesi

Bu hafta gösterime giren ‘Victoria’nın deli cesareti bir proje olduğunun altını çizerek söze başlayalım. Oyunculuktan gelme Sebastian Schipper imzalı film tek plandan ibaret. Hem de bu yılın Oscar kazananı ‘Birdman’ gibi bilgisayar veya kurgu hüneriyle tek plan izlenimi verilmemiş. Herhangi bir kurgucunun görev almadığı bu çalışma gerçek zamanlı iki saati aşkın süresiyle sinema dünyasına meydan okuyor.

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından En İyi Film, Yönetmen, Görüntü, Müzik, Kadın ve Erkek Oyuncu gibi 6 ana dalda Alman Film Ödülleri’ne layık görülen bu sıra dışı çalışma nefes nefese izlenen bir gençlik hikâyesi. Geçici olarak Berlin’e taşınmış İspanyol asıllı Victoria ile parlak ışıklar altında dans ettiği gece kulübünde tanışıyoruz. Kulüp çıkışında tanıştığı bir grup erkekle başlayan arkadaşlığını ekipten Sonne ile romantik flörtü izliyor. Gecenin koyu karanlığında Victoria’nın garson olarak çalıştığı ve birkaç saat içinde açmaya hazırlandığı küçük kafede yakınlaşıyor genç çift. Ancak bu duygulu anlar çok uzun sürmüyor. Erkekler hapisten yeni çıkmış arkadaşlarının başını dertten kurtarmak üzere zoraki bir soygun hadisesine karıştığında Victoria da gönüllü olarak peşlerinden sürükleniyor.

Alman yönetmen ‘Victoria’ya soyunurken muazzam bir ön organizasyona girişmiş. Bir Berlin gecesinde yol alan hikâye tam 22 ayrı mekân içeriyor. 12 sayfalık ana başlıklardan ibaret olan ön senaryo tamamen diyalogsuz olarak hazırlanmış. Tüm diyaloglar çekim sırasında doğaçlama ortaya çıkmış. Deneysel bir çalışma olmayan ve basbayağı geleneksel bir anlatı yapısına sahip olan film tam üç kez çekilmiş ve üçüncü çekim nihai olarak kabul görmüş. 1968 Hannover doğumlu Schipper sürecin çetin geçtiğini ancak son derece heyecan verici olduğunu ifade ediyor. Filmin başarısında genç oyuncularının sorumlu çabası ve bitmez tükenmez enerjilerinin büyük payı olduğunu ekliyor.

Uygun ekonomik şartlarıyla genç insanlara barınak olma özelliğini taşıyan Berlin fonunda izliyoruz Victoria ve arkadaşlarını. Özgür ruhlu kentte gençlik arzuları ve heyecanlarının peşinden gidişlerine, parlak bir piyanistlik geçmişini sonlandırmak zorunda kalmış genç kızın kendini ispat etmek için mücadele edeceği yeni bir alana kaymasına tanık oluyoruz. Geçen haftalarda izlediğimiz ‘Kabile / The Tribe’ filminde gözlemlediğimiz gibi bu şekilde bir gruba, bir çeteye dahil olmanın dayanılmaz çekiciliğini, gençliğe özgü aidiyet hissi tatminini yaşıyor genç kız. Ve böylece masumane flört ettiği Sonne’ye piyanoda çaldığı Mephisto Valsi’nin tınılarının haberlediği karanlık yönünü keşfediyor Victoria. Ondaki değişimi nüanslı yorumuyla aktaran genç oyuncu Laia Costa ve başta Sonne’yi yorumlayan Frederick Lau olmak üzere genç oyuncu ekibin çok iyi bir iş çıkardığını söylemeliyiz. Berlinale’den ödüllü sihirbaz görüntü yönetmeni Sturla Brandth Grovlen ve Nils Frahm’ın içinden piyano ve viyolonsel tınılarının geçtiği elektronik çalışması da her türlü övgüye değer nitelikte.

34. İstanbul Film Festivali’nin bir gece seansında ilk kez izlediğimde çok etkilendiğim son dönemin en iyi Alman yapımlarından ‘Victoria’ cesareti, enerjisi ve meydan okumasıyla hayranlık uyandırıyor.

(04 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

The Last Five Years

Kendimi bir sinefil (özgür ansiklopedi Vikipedi’ye göre; sinemaya ve filmlere düşkün veya bağımlı insanları betimleyen terim) olarak nitelendirmeme rağmen müzikal izlemek gibi bir alışkanlığım yoktur. Tim Burton’ın en karanlık ve aynı zamanda en keyifli yapıtlarından Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007), kült klasik Mary Poppins (1964) ve müzikalden ziyade animasyon kategorisinde anılan En İyi Animasyon Filmi Oscar ödüllü Frozen (2013) gibi filmleri izlemişliğim var; fakat Les Misérables (2012), The Phantom of the Opera (2004), The Sound of Music (1965) ve Mamma Mia! (2008) gibi ünlü müzikallerin belki de fragmanlarına bile göz atmamışımdır. Müzikal izleme alışkanlığım olmadığı için bu türü sevip sevmediğimi hiçbir zaman düşünmemiştim. Bu bakımdan Son 5 Yıl, sinema filmlerinden ziyade, daha çok tiyatro sahnesinde izlemeye alışık olduğumuz müzikal türünü daha yakından tanımama ve irdelememe imkan sağladı diyebilirim; fakat filmin beni gafil avladığını da inkâr etmeyeceğim. Çok yakın bir arkadaşımla 30 Temmuz Perşembe saat 21 sularında sinemaya gitmeye karar verince –hafta içi gece seansları olmadığından– gidebileceğimiz film sayısı ve çeşidinin kısıtlı olduğunu görüp sadece ve sadece afişinden anladığımız kadarıyla romantik komedi-dram tadında bir filmle karşılaşacağımız umudu ve beklentisiyle Son 5 Yıl’a bilet aldık. Ortalama her Türk sinema seyircisinin yaşayabileceği gibi, jenerik ve ardından gelen ilk sahneyle beynimizden vurulmuşa döndük.

Bu söylediklerim sizi yanıltmasın. Bazen, bu filmde de olağanüstü doğallıkta bir örneğini gördüğümüz gibi, özellikle inişli-çıkışlı, dalgalı bir aşk ilişkisi sade bir senaryo ve kurguyla anlatılamayabiliyor. Böyle durumda yaratılışı, insanın varoluş tarihiyle kesişen müzik ve içgüdüsel bir yönelim olan şarkı söyleme güdüsünden yararlanılması çok doğal karşılanmalı. Dolayısıyla filmin bir müzikal olarak kabullenilmesinden sonra diğer tüm türlerdeki sinema filmleri gibi akıcı bir şekilde ilerlediğini ve aslında gayet keyifli ve lezzetli olduğunu da görmezden gelemeyiz.

En güçlü örneklerinden birini, bir Christopher Nolan başyapıtı olan Memento’da (2000) gördüğümüz “zaman algısıyla oynama” yöntemiyle ilerleyen film, bununla birlikte seyircide olay akışı takibini zorlaştıracak herhangi bir etkide bulunmuyor. Asıl hikâyenin şarkıların ara satırlarında gizli olduğunu kavradığınız zaman siz de bu aşk öyküsünden kendi hayatınızla ilgili çok önemli keşiflerde ve saptamalarda bulunarak ayrılabilirsiniz sinema salonundan. Herkesin kendi yaşantısına göre farklı çıkarımlarda bulunabileceği bu hikayede en göze çarpan düşüncelerden biri de “Eğer bir arkadaş, bir sevgili, bir dost, bir tanıdık, herhangi bir insan sana artık zarar veriyorsa ve ne kadar çaba sarf ettiysen de durum değişmiyorsa; o arkadaştan, sevgiliden, dosttan, tanıdıktan ayrılmayı ve uzaklaşmayı bilecek kadar güçlü ve duyarlı olmalısın.” olabilir.

Yoğun altyapısıyla psikolojik çözümlemeler açısından da yeterli olan filmde; 2012 yılında Tony ödülü adayı olduğunu öğrendiğim ve sinema dünyasında pek tanınmayan Jeremy Jordan; Oscar ve Tony ödülleri adayı, son beş yılda yıldızı parlayan Anna Kendrick’ten daha başarılı duruyor. Bunda Jamie karakterinin hikaye süresince, her oyuncu adayı gibi benim de dikkatimi çeken, geniş bir duygulanım yelpazesi tecrübe etmesinin de payı olsa gerek. Bunun yanı sıra, tamamen amatör yorumlamamla, müzikalde en önemli olan şeyin şarkıların ezgilerinin akılda kalıcı ve etkileyici olması gerektiğini düşünmüşümdür; fakat Son 5 Yıl’da ezgilerden daha çok güftelere önem verildiğini ve dolayısıyla şarkıların bir süre sonra tekrarlayan ve bayağı bir şekilde yavan kaldığı su götürmez bir gerçek. Yine de oyunculuk açısından başarılı bir ekiple çalışan yönetmen, çarpıcı şarkı sözleriyle birlikte seyircide uyandırılması gereken duyguları uyandırmakta başarısız değil. Diğer tarafta teknik açıdan, anladığım kadarıyla, ses montajının başarılı olduğunu söyleyebilirim.

Filmle ilgili şahsi fikrimce en büyük problemlerden biri de sonuydu. Karakterlerin kendi çözümlemelerine göre aynı anda iki ağızdan farklı şarkılar icra etmesi orijinal bir fikir olabilir fakat tüyleri diken diken etmediği için yetersiz.

Puanı: 7/10

(31 Temmuz 2015)

Kemal Doğukan Sağbaş

Bedenlere Hapsolmuş Tedirgin Ruhlara Dair

Haftanın en ilgiye değer filmi olarak gösterimini sürdüren ‘Beden / Body’ (ya da özgün Lehçe dilindeki karşılığı ile ‘Cialo’) Polonyalı sinemacı Malgorzata Szumowska’nın ruh ve beden üzerine araştırmalarının şimdilik son halkası.

Kayıplarla başa çıkmanın yolları üzerine kafa yoran yönetmen bizde gösterilmeyen ‘Yaşamdan 33 Sahne / 33 Sceny z Zycia’da ölüm gerçeği ve yaşama arzusu arasında savaş veren sanatçının çok parçalı öyküsünden yola çıkar. ‘Yabancı / Ono’ hamile kaldıktan sonra bedenini keşfe çıkan gencecik anne adayının hikâyesidir.

Başta Andrzej Wajda olmak üzere Polonya sinemasının büyük ustalarını yetiştirmiş Lodz Sinema Okulu mezunu yönetmen Juliette Binoche ile Fransa’da çektiği ve bizde ‘Kadınlar’ adıyla gösterime giren ‘Elles’de öğrenci fahişeliğini mercek altına alır. Babaları yaşlarında adamlarla ilişkiye giren alt sınıfa mensup genç kızların bedenleri üzerinden özgürlük arayışlarını sergilerken orta yaşlardaki araştırmacı gazetecinin para, aile, cinsellik hakkındaki dört köşeli inançlarını sorgulamasına şahit oluruz.

1973 doğumlu kadın sinemacının sondan bir önceki çalışması ‘…Adına / W Imie’ erkek karakterler üzerine kurulmuştur. Polonya kırsalında bir rahibin genç bir delikanlıyla kurduğu yakınlık ve eşcinselliğinin sorgulanması çerçevesinde bedenlere hapsolmuş tedirgin ruhlar gündemde olmaya devam eder.

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen ‘Beden’ sanatçının gözde temalarının zengin bir çeşitlemesi. Öykünün üç ana karakteri kayıplarla başa çıkmanın farklı yollarında savaş vermekteler. Annenin kaybının ardından sağlıklı bir iletişim kuramayan baba ve kızıyla tanışırız önce. Kendini işine vermiş olan savcı baba her gün karşılaştığı (kimisi kan dondurucu) cinayet ve ölümler karşısında hissizleşmiştir. Öyle ki filmin o çok hınzır giriş sekansındaki intihar vak’ası teşhisinde kurbanın gerçekten ölüp ölmediği ile ilgilenmez bile. Tren istasyonunun tuvaletinde şahit olduğu dehşet manzarası iştahını kaçırmaz. Yanındaki çömezine ‘Çorban ne kadar baharatlıysa önündekini hazmetmen o kadar kolaydır’ diye nasihat vermesi boşuna değildir. Obez babanın yeme güdüsünün aksine evde ilgi bekleyen anoreksik kızı yediklerini kusarak ve giderek yemeyi reddederek çıkış yolu bulmaya çalışır. Genç kızın giderek kötüleşmesi ve bir kliniğe yatırılmasını takiben devreye girecek olan psikolojik danışman sorunlara alışılmadık yöntemlerle çare bulmaya çalışacaktır. Rasyonel babanın tersine sekiz yıl önce kaybettiği bebeğinin kaybına metafizik yollardan çare bulma peşindeki medyum Anna klinikte farklı yöntemler dener. Çağımızın yaygın tedavi yöntemlerinden aile dizimini uygular. Öteki alem ile kurduğu iletişimle kayıplarının ardından çaresiz kalmış birçok danışanını huzura kavuşturur.

Szumowska son çalışmasında inanç ile rasyonellik arasında gidip gelirken umutsuzluğun umuda, nefretin sevgiye evrilmesi için çıpınan ruhların çabasını irdeliyor. Bunu yaparken Tibet’teki ruhani lider 16. Karmapa’dan Brezilya’daki iki milyarı aşkın spiritüalist ve bunların takipçileri üzerine bilgiler veriyor. Ölüler ve yaşayanların dünyası arasındaki geçişkenlik üzerine konferanstan bölümler izletmeyi ihmal etmiyor. Filmine ad olarak uygun görmüş olduğu üzere tezini ‘beden’ üzerinden tartışıyor. Genç, yaşlı, obez, anoreksik, erotik, anneyi canlandıran Ewa Dalkowska’nın ‘Death in Bikini’ şarkısıyla çıplak dansettiği unutulmaz sahnede olduğu gibi yasak ve baskıdan azad olmuş bedenler sergiliyor film boyunca. Cinselliğe kapalı medyum Anna’nın spiritüel beden peşindeliğini vurguluyor. Beden’i Ruh’un hapishanesi olarak betimliyor ve bir tutsaklık motifini sürekli gündeme getiriyor. Anna kafes parmaklıkla korunmuş dairesinde yaşıyor. Savcı baba dijital şifreyi bilmediği için hastaneden dışarı çıkamıyor ya da başka bir sahnede, içerden kilitlenmiş daire kapısını çilingir vasıtasıyla açtırıyor vs.

İnanç ve Akıl ikilemi üzerine kafa yorarken ustası Kieslowski’den farklı olarak mistisizme ironi ile yaklaşıyor yönetmen. Ciddiyet ile mizahı, mistik drama ile kimi zaman groteski harmanlamayı tercih ediyor. Bu yaklaşım kimi seyirciye itici gelebilir belki ama yönetmenin tercihi bu yönde. Kısmen absürd, kısmen gerçeküstü olarak nitelediği Polonya’da halkın pek sevdiği hayalet hikâyelerine itibar ediyor. Gecenin ortasında ışıklar yanıp sönüyor, müzik seti çalışmaya, musluktan sular akmaya başlıyor. Merhume annenin odasının kapısı kendiliğinden açılıyor vs.

Son tahlilde Brezilyalı medyum Divaldo Franco’nun ‘sevgi tüm hastalıkları iyileştirir’ mottosunu benimseyen Szumowska’nın filmi düşünsel açıdan belki biraz hafif ama tartışma alanı açtığı için izlenmeye değer.

(26 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Kutupta Macera

Suruç’ta katliam yaşandı.
Onlarca genç insan öldürüldü.
Bu bir savaş…
Ve savaşı sanat yenecek.

Kuşkusuz
“Zamanı mı” diyeceksiniz,
-ben diyorum.
Savaşı sanat yenecek, tekrar ediyorum.

Hepimiz için aynı şey geçerli. Hepimiz merak ederiz, burnumuzu sokarız muhakkak en olmadık şeylere. Başımıza gelenlerse acı tatlı sonuçlarıyla hepimize ders çıkarılacak deneyimler kazandırır. Risk almak deniyor şimdilerde, büyüdükçe daha usturuplu risk-ler alıyoruz, üstlendiğimiz sorumluluklar gereği daha bir temkinli oluyoruz. Ama çocukken öyle değil, çocukken o riskler keyifli birer macera, sonu keyifsiz bitse de…

Sosyal dayanışma

Günümüz çocukları, başlarını bilgisayardan kaldırmıyor, bağlı olarak da derdini sadece büyüklere değil yaşıtlarına bile anlatamıyor. Okula gitmemek, tam da bu nedenle söz konusu. Teneffüste kavga çıkmasının altında da bu neden yatıyor. İletişim neredeyse sıfır. Hepsinin beklentisi var ve o olmadığı zaman kapatıyor kendini.

Grethe Bøe-Waal, Leif Hamre’nin romanından beyazperdeye uyarladığı filmine, bu gerçekleri vurgulayarak başlıyor. Ama asıl vurgulanması gereken nokta daha sonra çıkıyor ortaya: Küresel ısınma ve Dünyanın geleceği! Film, çetin yaşam koşulları sunan Kuzey Kutbunda, üç kardeşin yaşadıklarını masalsı bir anlatım ve olağanüstü güzel görüntülerle seriyor önümüze. Kardeşler arasındaki çatışma, gerilim, söz dinlememe bir süre sonra sona eriyor; yerini gerçekleri dile getirmeye, uyumlu olmaya ve duyarlılığa bırakıyor.

Az şey değil çocukların yaşadığı… Evlerinden onca uzakta, yapayalnızlar ve birbirlerinden başka dayanışacakları kimse yok. Çocuk bu, tabii ki oynayacak, tabii ki şımaracak… En çok da kendisinin “büyük” olduğunu iddia eden oyun peşinde. İzleyici olarak hem oyun oynamasını istiyorsunuz hem de aman ha, bir şey gelmesin başlarına diye tedirginlik yaşıyorsunuz.

Dünyanın tepesi…

Filmin belli göndermeleri de var. Hiç göze sokmadan, hiç zorlamadan işliyor içinize. Spitsbergen Adası’nda, buzullar arasında yüz yıl önce oluşturulmuş bir kulübede geçen bunca zaman içerisinde bulunanların tuttuğu günlükler, değişimin de göstergesi oluyor bir bakıma. Tabii, duvarlardaki gazetelerde -soğuğu kesmekle doğrudan ilgisi olduğunu, eski gazete satıcılarının göğüslerine sardıklarından biliyoruz- önemli haberler yer alıyor. Amerikan Başkanlarının demeçleri, yaşanan gelişmeler, insanlıkla ve insanlığın geleceğiyle ilgili başlıklar dikkat çekici.

Spitsbergen Adası, sıradan bir ada değil, bilinçli seçilmiş… Hem zaten o adadaki görevlilerin yiyeceklerini sakladıkları mağaramsı depo, aynı adada ileride yaşanması olası kıtlık ve/veya savaş sonrası kullanılması için tohumların saklandığı o büyük depoları çağrıştırıyor.

Kuzey ışıkları…

Güneşin yazın hemen hiç batmadığı bir yer burası… Dolayısıyla çocuklar orada kaç gün geçirdiklerini karıştırmaya başlıyor belli bir süre sonra. Güneş ışıkları inanılmaz bir atmosfer yaratıyor, hem zaten kuzey ışıklarını da izliyoruz büyük bir keyifle. Filmi izlerken anne babayı da görmek istedim, ne durumdalar diye… Çocukları arayan ekipleri merak ettim. Ama görmemek (veya az görmek) hiç rahatsız etmedi.

Seyirlik bir görsel şölen olan Kutupta Macera ailecek izlenebilir ve hemen ardından üzerine konuşulabilir. Çocukların merak duygularını engellemek amaçlı değil de gerçekleştirmelerine imkân sağlayıcı bir tartışma muhakkak yararlı olacaktır.

Kutupta Macera, yönetmen Grethe Bøe-Waal, oyuncular Ida Leonora Valestrand Eike, Kaisa Gurine Antonsen, Leonard Valestrand Eike, 87 dakika, 2015.

(25 Temmuz 2015)

Korkut Akın

Zamanın Yavaşladığı Çölün Kasabasında

Fırtınanın Ortasında (Strangerland)
Yönetmen: Kim Farrant
Senaryo: Michael Kinirons-Fiona Seres
Müzik: Keefus Ciancia
Görüntü: P.J. Dillon
Oyuncular: Nicole Kidman (Catherine), Hugo Weaving (David), Joseph Fiennes (Matthew),
Sean Keenan (Steve), Maddison Brown (Lily), Nicholas Hamilton (Tom), Meyne Wyatt (Burtie),
Martin Dingle Wall (Neil), Benedict Hardie (Nick), Megan Alston (Sally), Taylor Ferguson (Cayli),
Lisa Flanagan (Coreen)
Yapım: Avustralya-İrlanda (2014)

Belgesel sinemacı Avustralyalı Kim Farrant, “Fırtınanın Ortasında” ilk uzun filmiyle çölün ortasına konmuş küçük kasabada bir ailenin tragedyasını dingin bir sinema diliyle yansıtıyor.

Çölün ortasındaki sakin Nathgari kasabasında bir ailenin tragedyasının üstünden gelişmiş bir ülkedeki yalnızlıkların melodramına dokunuluyor. Boşluklar, kaçışlar, arayışlar, trajediler var bu uzayıp giden çoraklaşmış topraklarda. 2014 yapımı sinemaskop “Strangerland-Fırtınanın Ortasında”, bu sert çölde kadın duyarlılığını da yansıtıyor. Avustralyalı yönetmen Kim Farrant, kısa filmler ve belgeseller çekti. Bu yapıt, onun ilk uzun filmi. Yönetmenin bu filminde müziklere de kulak vermeli. Zaman zaman otantik tınılar modernize edilerek kulaklara geliyor.

Parker ailesi. Başka bir kasabadan sırlarıyla bu küçük kasabaya göç etmişler. Evin babası Matthew, eczacı. Evin annesi Catherine hep evde. 15 yaşındaki güzel genç kızları Lilly ve küçük oğulları Tom’la dışarıdan bakınca mutlu bir aile gibi görünüyor. Kamera evin içine girdikten hemen sonra bu sakinliğin içinde fırtınaların estiği fark ediliyor. İletişim kopmuş. Kimin ne yaptığından haberi olmayan tuhaf bir yabancılaşmanın içine düşmüş gibi her şey. Tom, kovboy filmlerinden düşmüş gibi görünen bu küçük çöl kasabasında çok mutsuz. Geldikleri yere dönmek istiyor. Lily, güzelliğinin ve cinselliğinin farkında olmanın ötesinde. Sarışın, beyaz tenli ve büyü saçıyor etrafındaki erkeklere. Eczacı Matthew, bu kasabada yeni hayatları için bir şeyler yapmaya çalışıyor. O da mutsuz. Her şeye yeniden başlamak ve her şeyin en başına dönmek kolay değil. Catherine, bir toparlayıcı mıydı, yoksa her şeyi oluruna bırakmış bir kaderci miydi? Oluruna bırakınca kırılmış şeyler toplanabilir miydi? İşte bütün her şeyin altında bir şeyler kök salmış ve dallarıyla kuşatmış ailenin hayatını. Bilinmeyenler ve sırlar yavaş yavaş ortaya çıkarak yabancılaşmayı anlamlaştırıyor biraz olsun.

Tom, bazen uyurgezer gibi geceleri dışarıda dolaşıp duran bir çocukmuş. Çoğu zaman evin yakınlarından uzaklaşmasa da bazen uzaklara da gidiyormuş. Kamera onu, bu dolaşmalarının birinde buluyor. Kasap kancalarına asılmış etlerin arasında geçip evine gidiyor. Sabah. Kahvaltı masasında. Tom’un canı yine sıktın. Matthew, kasabanın az dışındaki evinin badanasını Aborjin genç Burtie’ye yaptırıyor. Sabah işe gelen Burtie, Lily’yi iç çamaşırlarıyla görünce büyünün içine düşüyor sanki. Matthew, kızının yarı çıplak olmasına öfkelense de Lily’yle başa çıkmak kolay mıydı? Lily, kendine aşırı özgüveni olan özgür ruhlu bir kızdı. Eczanede babasından dondurma için para alan Tom, parayı kaykaycı geçlerin yarı çıplak vücutlarını izleyen ablasına götürüyor. Lily, Steve’in kalçalarını ve dövmeli kollarını kışkırtıcı bakışlar atarken Steve, “kutu” denilen konteynere götürüyor sevişmek için Lily’yi. Bir de polis dedektifi David Rae vardı. Burtie’nin ablası Coreen’le ilişki yaşıyor. Coreen’in ilkokula giden bir oğlu da var. David, Coreen’le sevişirken, çocuk yatak odasının kapısını açıveriyor birden. “Domuz” deyiveriyor ona. Annesi beyazlara domuz dermiş hep.

Bir gece Matthew uykusundan uyandığında pencereden kızının ve oğlunun gittiğini görüyor. Hiçbir şey yapmıyor. Sadece seyrediyor. Neden peşlerinden gitmemişti? Sabah olduğunda Catherine çocukların evde olmadığını anlıyor. Her annede olan telaş başlıyor onda da. Matthew sakin. İşe gidiyor. Gitmeden kapıları ve pencereleri örtmesini söylüyor karısına. Kum fırtınası yaklaşıyormuş. Bir zaman sonra Matthew eve dönüyor. Sonra beraber arabayla çıkıyorlar. Kum fırtınası her yeri kuşatıyor mistik bir atmosferle. Polise başvuruyorlar. David onlardan bilgi alıyor. Hemen aramalar başlıyor. Yönetmen, belgeselcilikten gelme birikimleriyle Avustralya doğasını bu duyguyla yansıtabilmiş. Sıcaklık giderek yükseliyor. Sarı çorak çöl ölüme çağırır gibi uzanıp gidiyor sinemaskop fotoğraflarla. Catherine, evde kızının odasında sanki onu yeniden keşfediyormuş gibi keşifler yapıyor. Elbiselerine bakıyor. Sonra bulduğu defter kızının saklı dünyası dışarı çıkıyor. Lily, Burtie’yle sevişmelerinin fotoğraflarını çekip yapıştırmış. Catherine bu defteri David’e veriyor bir ipucu bulabilir umuduyla. David’in de iki kız varmış. Çocuklar anneleriyleymiş. David, hep yalnız. David çekinerek Catherin’e, Matthew’ün Lily’ye taciz yapmış olabileceğini fısıldıyor. Ta derinlerde, çocukluğunda olan şeyler. Kuşku kuşatıyor hemen.

David, defterdeki isimlere ulaşıyor hemen. Önce Steve’le, sonra da Bartie’yle konuşuyor, ama bir yere varamıyor. Catherine, kaykaycı geçlerin olduğu yere gidiyor, kızının yerini söylerler umuduyla. Lily’yi en son Steve’le “kutu”ya giderken görmüşler. Konteynere giden Catherine, bir mezbeleye benzeyen konteynerde yatağa bakıyor. Kızı bu yatakta mı sevişmişti? Eve döndüğünde karşı konulmaz bir sevişme arzusu duyuyor Catherine. Sandalyede oturan kocasıyla içindeki ateşi söndürmek istiyor. Sinemanın özel anlarındandı bu sevişme. Lily’yi merak eden Bartie eve gelince onunla da sevişmek istiyor sanki Catherine. Hatta David’le bile sevişmek istiyor.

Arama – kurtarma çabaları umutsuzca sürüp gidiyor. Matthew de taşındıkları kasabaya gidiyor. Lily’yle ilişkiye girmiş öğretmenin evine öfkeyle giden Matthew bir şey öğrenemiyor. Ailenin sırlarından biri miydi bu? Matthew, çölde dolaşırken yerde uzanmış oğlunu görüyor. Onu hastaneye götürüyor. Açlık ve susuzluktan ölmek üzereyken buluyor onu Matthew. Kendine gelen Tom konuşmuyor. Matthew onu eve götürüyor. Matthew, baba şefkatiyle kucaklıyor oğlunu. Tom, bir arabadan söz ediyor babasına. Lily o arabaya binmiş. Matthew, Catherine’e çocukların gittiklerini gördüğünü söylüyor. Neden müdahale etmemişti onlara Matthew? Filmde sorular etrafa savrulup dururken, final de seyircileri boşlukta bırakıp bitiyor. Zihinlerde, Catherine’e telefon eden gizemli kadının “Kızın o…” diyen sesi kalıyor. Lily, kadın satıcılarının elinde miydi şimdi? Bilinmiyor.

Filmin görselliği, öncelikle sarı çöllerde insanı etkiliyor, hatta büyülüyor. Ölümü çağırsa bile. Filmdeki kamera da çoğu anda sakindi filmde. Duyulan müziklere de kulak vermek gerek. Zaman zaman yerli müziklerin tınılarının da tadını veriyor. Filmde her şey dingin akıp gidiyor. Bazı anlarda zamanın yavaşladığını da hissediyorsunuz. Oyunculuklar da bu yavaşlıkta anlamlaşıyor. Lily’nin yaşama sevinci ve özgürlüğü de çağlayandan fışkırıyor gibiydi filmde. Trajediyi simgelese bile. Bizim film ithalatçı şirketlerin akrabalık ilişkilerinde sorunlar var hep. Amcayla dayıyı, halayla teyzeyi hep birbirlerine karıştırıyorlar. Bu filmde olduğu gibi işte.

(23 Temmuz 2015)

Ali Erden

[email protected]

Sinemanın Entelektüel Yönetmeni: Milcho Manchevski

Makedon sinemasının dünyaya sunduğu önemli entelektüel yönetmenlerden Milcho Manchevski’nin “Yağmurdan Önce” ve “Gölgeler” filmiyle hatırlatmak istedik.

Eski Yugoslavya’nın bölgelerinden olan Makedonya’da 18 Ekim 1959’da doğan Milcho Manchevski, çok az film çeken yönetmenlerden. Az sayıda çektiği filmler, önemli festivallerden değerli ödüller kazandı ve tartışmalar yarattı. Bu entelektüel tartışmalar, insanda zihinsel sıçramalar yaptırabilirdi. Manchevski, fotoğraf sanatıyla uğraşıyor ve sergiler açıyor. Ayrıca video kliplerle de uğraşıyor. Filmleri üniversitelerde tartışılıyor. Bu çok önemli ve değerli bir şeydi. Üniversiteler, her yönetmeni masaya yatırıp tartışmaz. Kitaplar da yazıyor yönetmen. Günümüzde çok az olan entelektüel yönetmenlerden biri Manchevski.

“Yağmurdan Önce…”

Makedon yönetmen Milcho Manchevski’nin, kurgusuyla üniversitelerde hâlâ tartışılan çok büyük filmi, sinemanın başyapıtı 1994 yapımı “Pred Dozdot/Before the Rain-Yağmurdan Önce”, parçalanan Yugoslavya’da ateşin Makedonya’ya doğru yöneldiğini söyleyen bir filmdi. Ateş en son Makedonya’ya ulaşmıştı. PolyGram’ın dağıttığı, Aim-Noe-Vardar’ın ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. O unutulmaz müziklerse Anastasia’dan geliyor. O tınıların bazıları uzak gelmiyor insana. Bu müzikler arşivlik. Zamanların ortasında yapayalnız bırakıp zihinsel kaosa sürükleyen kurguyu Nicolas Gaster yapmış. Filmin başını, ortasını ve sonunu kaybedenleri, kısırdöngüyle başladığı yere bırakıveriyor yönetmen. Fotoğraf sanatının estetiğinden de destek bulan görüntüleri kameraman Manuel Teran yansıtmış. Filmin başrolündeki İngiliz kadın oyuncu Katrin Cartlidge, 2002’de 41 yaşındayken vefat etmişti. Bu film, Venedik Film Festivali’nden de beş ödül kazanmıştı. Filmdeki üç bölümün adı da, derinlikte anlamlaşıyor. Ayrıca bu film, ülkemizde Mayıs 1995’te vizyona girmişti.

Filmin girişinde Mesa Selimoviç’in, “Kuşlar çığlık atarak siyah gökyüzünde uçuyorlar. İnsanlar sessiz, beklemek kanıma acı veriyor” sözleri yansıyor önce. Ardından ön jenerik yazıları sürerken, dağ başında keşişlerin kaldığı manastıra gidiyor kamera. Fonda hüzünlü tınılar duyuluyorken.

“Kelimeler: 1…” Dağdaki manastırda Ortodoks keşişler yaşıyor. Gökyüzü bulut topluyor. Genç rahip Kiril (Gregoire Colin), manastırın domateslerini gururla toplarken, yaşlı peder yanına geliyor. Peder, “Yağmur yağacak. Şimşekler ısırıyor. Hadi gidelim” diyor genç rahibe. “Bu konuşma çok fazla tek taraflı Kiril” diyor peder. Kiril, konuşmama yemini etmiş. Kiril, heybesine domatesleri doldurup, yola çıkıyorlar beraber. Yolda kaplumbağayla oynayan çocukları gören peder, “Zaman asla ölmez. Çember asla yuvarlak
değildir” diyor. Kilisede ayin sürerken, çocuklar ateş çemberinin içine aldıkları ve ters çevirdikleri kaplumbağayla eğleniyorlar. Kilisedeki ikona resimler de yansıyor. Çocuklar ateşin içine kurşun atıyorlar. Daha da eğleniyorlar. Bu an bize, Sam Peckinpah’ın 1969 yapımı sinemaskop “The Wild Bunch-Vahşi Belde” western filmini hatırlattı. Bu filmde de çocuklar akreplerle oynuyorlardı ve akrepleri ateş çemberine alıyorlardı. Çocukların içinde acı çektirmekten haz alan bir şeyler mi vardı hep? Bu şiddet yoksa hiçbir şey miydi? Balkanlar’da parçalanan Yugoslavya’da tarif edilemez şiddetler ve soykırımlar yaşanıyordu. En sonda da Makedonya kalmıştı.

Gece… Keşişler manastıra dönüyorlar. Kiril odasına çıkıyor. Özenle siyah rahip elbiselerini çıkartıp asıyor. Yatağına uzandığında yatağında bir genç kız olduğunu fark ediyor. Mavi tişörtlü ve kısa saçlı Müslüman Arnavut kızı Zamira (Labina Mitevska), kaçmış ve korku içinde. Mavi, sinema psikolojisinde karmaşa anlamına geliyordu simgesel olarak. Kız Arnavutça konuşuyor. Konuşmama yemini etmiş Makedon Kiril, kızın konuşmalarını anlayamıyor. Kiril dışarı çıkıyor, pedere haber vermek için. Peder de odasından çıkıyor. Ama söyleyemiyor Kiril. Sonra bahçeden domates getiriyor Zamira’ya. Yatağa uzanıyor. Karnı aç Zamira domatesleri iştahla yiyor. Kiril de gururlanıyor. Gündüz… Köyden cenaze töreni yansıyor. Rahip (Mile Jovanovski) dua ederken, foto muhabiri Aleksandar Kirkov (Rade Serbedzija) tabut içinde fark ediliyor. Diğer tabutta da, Aleksandar’ın kuzeni Bojan (İlko Stefanovski) yatıyor. İki mezar yan yana kazılmış. Manchevski, bu anlarda kamerayı hareketli kullanmış. Hem kaydırarak hem de çevrinme (pan) yaparak. Kamera, sağa doğru uzun çevrinme yaparak siyahlar içindeki Anne’i (Katrin Cartlidge) gözyaşları içinde gösteriyor. Tabutların üstüne şarap dökülüyor. Eski Yugoslav halklarında bir gelenek bu.

Uzaktan Kiril görünüyor. Telaşla kiliseye giriyor. Ayine geç kalmış. Kilisenin içindeki simgesel ikona resimleri yansıyor peş peşe. Ayin sürerken, kilisenin kapısında Mitre (Ljupco Bresliski) elinde makineli tüfekle beliriveriyor. Zamira’yı arıyorlar. Manastırın altını üstüne getiriyorlar. Bunlar aile mafyası. Karanlık işler çeviriyorlar. İçlerinden bir tek Aleksandar farklı olmuş. İçlerinden biri pencereden çatıdaki kediye makineli tüfeğiyle ateş ediyor. Kedinin vahşice öldürülmesini seyredebilmek gerçekten çok güçtü. Manchevski, vahşeti somutlaştırarak, Balkanlar’daki dehşetin ne anlama geldiğini gösteriyor. Belki de psikopat düzeydeydi bu şiddetler. Çetenin manastırda Zamira’yı ararken, Manchevski kamerayı çarpıcı açılara yerleştirerek fotoğraf sanatına saygı sunuyor. Elbette sinemaya da saygı vardı. Plonje ve kaydırmalı çekimler etkileyiciydi.

İki peder, kızı buluyorlar. Hatta Kiril’in kıza tutkusunu da fark ediyorlar. Onları gizlice manastırdan yolluyorlar. Kiril, rahip elbiselerini çıkartmış, tişört giyinmiş. Dağlarda yürüyorlar gece boyunca. Yürüdükçe ikisinin birbirine karşı sevgisi daha da çoğalıyor bu şiddet dünyasında. Sabah oluyor. Kiril, Makedonca konuşuyor. Onunla, önce Üsküp’e, sonra da Londra’ya gitmeyi düşünüyormuş Kiril. Onun ne dediğini anlamıyor Zamira. Sarılıyorlar. O anda Zamira’nın büyükbabası Zekir (Abdurrahman Salja) ortaya çıkıyor. Zamira’nın iki erkek kardeşi de. Büyükbaba, Zamira’ya ilk defa tokat vuruyor. Zamira bir hata yapmış. Bu hata Arnavutlarla Makedonlar arasında tehlikeli kıvılcımı başlatabilir. Zamir’a, Kiril’in de kendini sevdiğini söylüyor. Ama Zamira’nın kardeşi Alija (Vladimir Jacev), makineli tüfekle ateş ederek Zamira’yı vuruyor. Zamira yere yığılıyor. Kiril, bulduğu hayatının aşkını trajediyle kaybediyor. Görüntü kararıyor.

“Yüzler: 2…” Londra. Anne, çırılçıplak duşun altında kederler içinde yansıyor. Duşta su, banyonun deliğinden akıyor. Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz “Psycho-Sapık” filmindeki sahne akla geliveriyor. Anne, bir ajansta fotoğraf editörlüğü yapıyor. Ajansta, haber okuyan spikerin sesi duyuluyor. Gemide beş mülteci yakalanmış. Amerika’ya sığınmak istiyorlarmış. Bizdeki basın dili, bu soylu insanlara “kaçak göçmen” diyerek aşağılıyor hep. Birer haşerelermiş gibi. Anne, Bosna’dan savaş trajedilerinin siyah-beyaz fotoğraflarını inceliyor. Haber spikerinin, Oxford Caddesi’nde patlayan bombayı söyleyen sesi duyuluyor. Anne’in baktığı Bosna trajedisi fotoğrafları, tıpkı Yahudi toplama kamplarındaki fotoğraflar gibiydi. Anne, dışarı çıkarken foto muhabiri Aleksandar da geliyor. Birbirlerini görmüyorlar. Anne, dışarıda trafik ortasında annesiyle (Phyllida Law) buluşuyor. Annesi, onu Nick’le (Jav Villiers) barıştırmak istiyor. Kocası Nick’le ayrı yaşıyor Anne. Kilisenin yanından geçiyorlar. Anne bir ara duruyor ve içeride ilahi okuyan kırmızılar içindeki çocuklara bakıyor. Pencere camlarına çizilmiş dini motifli resim de görünüyor. O sırada Aleksandar çıkıveriyor ortaya. Sonra Anne ve Aleksandar taksiye biniyorlar. Aleksandar, işi bıraktığını ve Makedonya’ya döneceğini söylüyor. Aleksandar, Pulitzer ödülü kazanmış. Taksinin içinde sevişir gibi öpüşüyorlar. Sonra mezarlığa geliyorlar. Anne’in de kendisiyle gelmesini istiyor Aleksandar. Bu kadar kariyeri bırakıp gitmek kolay mıydı? Aleksandar, “Öldürdüm” diyor. Suçluluk duygusu ve vicdan azabı bütün zihnini kuşatmış. Anne, Aleksandar’ın neden söz ettiğini anlayamıyor. Ayrılırlarken Aleksandar, “Yazmayı unutma. Ve taraf tut” diyor Anne’e.

Anne, ajansta telefonla konuşurken, Kiril’in ve ölü Zamira’nın siyah-beyaz fotoğraflarına bakıyor. Bu an, kurgusal anlamda zihinlerde kaos yaratıyor. Bu an nereye konacaktı zihinsel anlamda? Ardından gelen sahnede, Anne’e gelen telefon daha da karıştırıyor zihinleri. Çünkü mekânlar aynı. Telefondaki ses, Aleksandar’ı arıyormuş Makedonya’dan. Hatta Anne’in duş sahnesi de zihinleri epey karıştırıyor. Yönetmen bir entelektüel ve zihinlerde sancılar yaşatıyor. Filmin ilk ve son sahnelerini zihinde o sancıları yaşayarak araştırmak, meraka düşmek iyidir. “Yüzler” bölümü, gerçek anlamda zihinler bulanıklaştırıyor. Çember asla yuvarlak değildi çünkü.

Gündüz. Duvara grafiti bir yazı yansıyor birden. Duvarda, “Zaman asla ölmez. Çember yuvarlak değildir” yazıyor. Aleksandar caddede taksi bekliyor. Aleksandar taksiye bindiğinde, Mirror gazetesinin binası görünüyor birden. Anne, kasvet hissi veren sokakta. Binalar arasında köprüler fark ediliyor. Anne başını yukarı kaldırıyor ve gri gökyüzünde uçağı görüyor. Gök gürüldüyor. Ay, bulutların arasına giriyor. Restoranda. Akvaryumdaki su kaplumbağası yansıyor görüntüye. Anne, masada oturmuş, Nick’i bekliyor. Nick geliyor. Başka bir masada ailesiyle yemek yiyen küçük bir kız Nick’e gülümsüyor. Barda da sakallı gangster tipli bir adam, tedirginlik veriyor. Garsonu tanıyormuş gibi davranıyor. Anne de boşanmak istiyor Nick’ten. Ama hamile. Çocuk da Nick’ten üstelik. Sakallı adamı restorandan atıyor garsonlar. Her şey normale girmiş gibi. Sakallı adam, çok geçmeden geliyor ve elindeki tabancayla hedef gözetmeksizin ateş ederek katliam yapıyor. Ölen ve yaralanan insanlar bu kaotik görüntüyle yansırken, Anne için de trajedi oluyor bu an. Nick yüzünden vurulmuş ve hareket etmiyor. Bu anda, telaşı ve korkuyu seyircilere de ulaştırabiliyor yönetmen.

“Fotoğraflar: 3…” Yukarıdan Makedonya toprakları yansıyor. Üsküp şehri de. Altta da yanık bir balat duyuluyor. Üsküp’te BM askeri araçları da fark ediliyor. Günlük yaşam kendi doğallığında akıp gidiyormuş gibi sanki. Bu anlar belgesel tadı veriyor insana. Sanki “asenkronizasyon” gibi. Aleksandar, külüstür bir otobüsle köyüne doğru yola çıkıyor. Aleksandar, 16 yıl sonra dönüyor köyüne. Sigarayı da bırakmış. Otobüsten iniyor, köyüne doğru yürüyor. İlk karşısına çıkan makineli tüfekli genç Stojan (İgor Madzirov) oluyor Aleksandar’ın. Küçük boğuşmadan sonra tüfeği ondan alıyor köye doğru yürüyor. Mitre, Stojan’ın amcasıydı. Köy insana yabancılık vermiyor. Taştan yapılmış ve harabe gibi görünen evler, yoksulluğu her taraftan hissettiriyor. Eşekler de çok köyde. Elinde makineli tüfekle evine giderken, Arnavut komşulara selâm veriyor, ama kimse ona cevap vermiyor. Evin dış kapısına geliyor. Kamera öne doğru kayıyor ve ardından Aleksandar, kameranın önüne geçiyor, evin kapısını açıyor, “Lanet olası cehennem” diyor. Ev enkaza dönüşmüş. Fonda da ilahiye benzer hüzünlü bir müzik duyuluyor. Aleksandar, yorgunlukla yatağa uzanıp dinleniyor. Sabah. Aleksandar uyanmış ve bisikletle tur atıyor ıslık çalarak. Çaldığı ıslık da, George Roy Hill’in 1969 yapımı sinemaskop “Butch Cassidy and the Sundance Kid- Sonsuz Ölüm” western filminin “Raindrops Keep Fallin’ on My Head” Oscarlı şarkısının tınıları. Birden küçük bir oğlanı makineli tüfekle görüyor. Zor da olsa tüfeği çocuktan alıyor. O sıra da kuzeni Bojan görünüyor. Başta Aleksandar’ı tanıyamıyor. Yaşlanmış, saçları beyazlamış, üstelik sakal da bırakmış. Mitre de geliyor ve Alaksandar’dan tüfeği alıyor. Ardından ailecek dışarıda yemek yiyorlar. Aleksandar da orada.

Gece… Aleksandar’ın evine Kate (Katerina Kocevska) geliyor. Kate öğretmenmiş. Aleksandar’la sevişmek istiyor. Ama Aleksandar yorgun, belki de suçluluğuna bir halka daha eklemek istemiyor. Kate gidiyor. Gündüz. Köyde, BM askeri aracı fark ediliyor derinlerde. Camiden ezan sesi de duyuluyor o sırada. Aleksandar, elinde paketlerle köyün Arnavut tarafına gidiyor. Makineli tüfekli gençlere, Hana’yı (Silvija Stojanovska) görmek istediğini söylüyor. Sonra da Zekir’in evinin önüne geliyor. Zekir, fazla sıcak olmasa da iyi karşılıyor onu. Hediyeleri veriyor. Öfkeli Alija bir Makedonun hediyesini istemiyor. Sonra Hana kahve tepsisiyle geliyor. Eski Yugoslavya’da bir gelenek bu kahve. Önce lokum yeniyor. Su içiliyor. Sonra da Türk kahvesinden bir yudum alınıyor. Hana, Aleksandar’ı gördüğü için çok mutlu oluyor. Başka bir andaysa Mitre, anne-babasının mezarının başında davul çaldırıyor, sonra da mezarlarına şarap döküyor. Başka bir anda postacı, bisikletiyle postaneye geliyor. Anne, Londra’dan bu postaneyi arıyor Aleksandar’la konuşabilmek için. İletişim kurulamıyor.

Köyde hem doktorluk hem de veterinerlik yapan Seso (Meto Javonovski), ağılda koyunlara doğum yaptırıyor. Bojan ve Aleksandar da orada. Muhteşem anlar. Kuzular gerçekten doğuyor. O kuzuların ayağa kalkma çabaları büyülüyor. Yeni hayat onlar. Ağılın dışında Seso, Aleksandar’a savaşın yanlışlığını söylüyor. Alaeksandar iyimser. Seso, “Bosna’da da her şey iyiydi başta. Sonra dünya oturup sirki izlemeye başladı” diyor. Aleksandar evde yatağında dizüstü bilgisayarından Anne’e mesaj gönderiyor Bosna’daki infaz fotoğraflarıyla. Her şeye yakın olmak için Bosna’da bir milisle arkadaş olmuş. Heyecan istemiş. Milis, ellerinde tuttukları bir esirin başına tek kurşun sıkarak infaz etmiş. Aleksandar da çarpıcı siyah-beyaz fotoğraflar çekmiş bu anı. Ona suçluluk duygusu veren bu olay. Aleksandar, Anne’e yazdığı mesajda, “Fotoğraf makinem bir insanı öldürdü” yazıyor.

Gündüz. Kadınlar ağlıyor. Bojan öldürülmüş. Onu, Zamira’nın vurduğu söyleniyor. Aleksandar, yatakta ölü yatan Bojan’a bakarken, elinde fotoğraf makinesi varmış gibi açı oluşturuyor refleksle. Mitre de, makineli tüfekli adamları toplayıp Zamira’nın peşine düşüyor. Mitre, Aleksandar’a da makineli tüfek uzatıyor 500 yıllık kanın intikamını Zamira’dan almak için. Düğün alayı yansıyor. Gelin de atın üstünde. Düğün ve cenaze. Sonra kök gürüldüyor ve yağmur yağıyor. Geceyarısı. Aleksandar yatakta uyurken, eve Hana geliyor. Gözünü açıyor, Hana yok. Uyumaya çalışıyor. Bu defa Hana geliyor. Böyle bir anı Kiril de yaşamıştı Zamira’yla beraber manastırda. Hana, ondan kızı Zamira’yı kurtarmasını istiyor. Kız, Aleksandar’ın kuzeni Zdreva’nın (Petar Mincevski) elindeymiş. Gündüz. Aleksandar, ağılda hapsedilmiş Zamira’yı buluyor. Kızı, Zdreva’nın elinden alıyor, uzaklaşıyorlar. Zdreva, ateş ediyor. Aleksandar vuruluyor. Aleksandar, kıza koşmasını söylüyor, sonra da yere yığılıyor. Zamira koşuyor. Yerde uzanmış Aleksandar, “Gökyüzüne bak. Yağmur yağacak” diye mırıldanıyor ve ölüyor. Zamira, manastıra ulaşıyor. Filmin girişindeki an yansıyor. Kiril domatesleri toplarken görünüyor. Karabulutlar toplanmaya başlıyor. Çember kurgu. Kısırdöngü. Çember asla yuvarlak değildi ama.

“Gölgeler…”

Milcho Manchevski’nin 2007 yapımı “Senki-Gölgeler”, hayaletler üstünden Balkanlar’ın acılarına bakıyor. Manchevski’nin “Gölgeler” filmi, estetik ve anlatım olarak “Yağmurdan Önce” filminden çok farklı. Savaş yok. Bağımsızlığını kazanmış Makedonya’da artık özgürlük bir oksijen gibi içe çekiliyor. Burjuvalar çoğalmış. İnsanlar, yarattıkları zamanlarda ve boş buldukları yerlerde ipinden boşalmışçasına sevişiyorlar. Bu film, Manchevski’nin en erotik filmi de olabilir. Herkesin “Şanslı” dediği Doktor Lazar Perkov (Borce Nacev), bir çocukları olmasına rağmen karısı Gordana’yla (Filareta Atanasova) çok mutsuz. Bu iki genç insan sürekli tartışıyorlar ve birbirlerinden uzaklaşmak için bahaneler yaratıyorlar. Gordana, kendine bir sevgili bile buluyor tatildeyken. İşte, bir hüzünlü gecede arabasıyla giderken ölümcül bir kaza geçiriyor Lazar. Ölmüyor. Kazadan bir yıl sonra Lazar’ın hayatına, başkalarının görmediği insanlar giriyor. Yani hayaletler. Önce yaşlı bir nineyle başlıyor her şey. Sonra da aşkı tattığı Menka (Vesna Stanojevska) etrafında dolanıyor. Kaldığı apartmanda sürekli karşılaştığı Gerasim’le (Salaetin Bilal) bir de bebek var. Bu insanlar, Lazar’dan kemiklerini mezara gömmesini istiyorlar. Çünkü her gün tekrar tekrar ölmek derin bir acı onlar için. Bu ölü insanların kemikleri de Lazar’ın annesi Vera’da (Sabina Arjula). Soykırımların yaşandığı eski Yugoslavya topraklarında ölülere saygı gösterin, diyor sanki yönetmen.

Manchevski, üçüncü filmi “Gölgeler”de, ilk filmi “Before the Rain-Yağmurdan Önce”den çok farklı bir kurgu dili kullanmış. “Gölgeler” filminin kurgu dilini klasik anlatımla buluşturmuş yönetmen. Her şey düz bir anlatımla yansıyor perdeye. İnsana unutulmaz anlar ve hikâyeler sunuyor ama. Bu filmi çift anlamlı okumak mümkündü. Bir toplumun bilinçaltından gelenlerle Lazar’ın zihninin derinliğinden dışarı çıkanlar anlamında. Lazar’ın bilinçaltından yansıyanlar olarak yorumlandığında her şey daha karmaşık ve bölük pörçük geliyor. Hayatına birdenbire giren hayalet Menka, Lazar’ın zihninin derinliğine oturmuş hep özlem duyulan bir güzel kadın mıydı? Ya bebek? Ya yaşlı kadın? Gerasim, geçmişteki soykırımı mı simgeliyor?

Manchevski, 2001’de çektiği “Prashina/Dust-Toz” filminden yedi yıl sonra suskunluğuna son vermişti “Gölgeler” filmini çekerek. Manchevski “Toz” filminde, ırkçılık ve Türk düşmanlığı yaptığı için 2001 Venedik Film Festivali’nde seyirciler tarafından da yuhalanmıştı. Başrolde Lazar karakterini canlandıran Borce Nacev, Hırvat yönetmen Rajko Grlic’in bizde de bilinen 2006 yapımı “Karaula-Sınır Karakolu” filminde görünmüştü ilkin. “Gölgeler”, Nacev’in oynadığı ikinci filmdi. Gerasim rolündeki Salaetin Bilal de, Özer Kızıltan’ın 2006 yapımı “Takva” filminde Şükrü karakterini canlandırmıştı. Bu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici müziklerse Ryan Shore’dan geliyor. Etkileyici ve çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Fabio Cianchetti yansıtmış. Filmin bu İtalyan kameramanı Cianchetti, Roberto Benigni’nin 2005 yapımı “La Tigre e la Neve-Kar ve Kaplan” filmindeki fotoğraflarıyla hatırlanıyor.

Bu filmdeki bazı anlar ve mekânlar unutulmayacak belki. Gordana’nın yatakta çırılçıplak uzanmış dişi vücuduyla Lazar’ı baştan çıkarttığı an. Lazar ve Gordana, birbirleriyle sevişirlerken, zihinlerinde başkalarıyla sevişiyorlardı sanki. Gordana, ata binmiş süvari gibi zevkin bulutları ortasında uçarken, Lazar da Menka’ya ulaşmaya çabalıyordu. Menka, Fellini filmlerinden düşmüş iri memeleriyle bu sevişme anına ortak oluyordu. Lazar’ın içgüdüsünün sesini dinleyerek tren yolundan geldiği eski ev önemliydi. Bu evin geçmişle, hatıralarla, sevinçlerle, acılarla anlamı vardı. Bu evde Menka’yla yeni yüzyıla adanmış sevişmesini yaşıyordu Lazar. Bir hayaletle kolay ulaşılmaz hazdı bu Lazar için. Bu filmdeki tüm sevişme anları, özgürlük patlaması savuruyordu etrafa. Mahrum bırakılmış, ama serbest kalınca ipinden boşalmışçasına tadı çıkartılan. Sevişmek özgürlüktü. Filmin muhteşem görüntülerinin içinde dolaşırken, fonda duyulan müziklere de kulak vermek gerekiyor. Manchevski sinemanın yaratıcı, özgün ve entelektüel yönetmenlerinden. “Gölgeler”, önce 2008’deki 27. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Sonra da, Ekim 2008’de vizyona çıkmıştı.

(18 Temmuz 2015)

Ali Erden

[email protected]

Kapitalizme Ayak Uydurma Hikâyesi

Türkçe ad konulmadan vizyona giren ‘A Most Violent Year’ New York kentinde suç oranının doruğa çıktığı 1981 yılını işaret ediyor. 2100 civarı cinayet olayının kayıtlara geçtiği bu dönemde işini yürütmeye çalışan kararlı bir girişimcinin kapitalizme ayak uydurma hikâyesi anlatılan. Latin Amerika göçmeni Abel Morales’in büyük kentteki serüveni ısınma amaçlı yakıt ticaretiyle uğraşan şirketin kamyon sürücüsü olarak başlamış. Patron kızıyla evliliği ve kayınpederin ölümünün ardından idareyi ele alan genç adam, şiddet ve yolsuzluğun serbest piyasayı çember içine aldığı bir süreçte firmayı büyütme gayreti içindedir. Şehrin iki yakası arasında taşımacılığı kolaylaştıracak yakıt istasyonunu konuşlandıracağı kıyı araziyi satın almayı kafasına koyması bu yüzdendir. Yüklü kaporasını ödemiş olduğu arazinin sahipleri Yahudi tüccarlar borcunu ödemesi için kendisine bir ay süre verir. Bir yandan rakip firmaların körüklediği hırsızlık olayları, şirket elemanları ve kendi özel yaşamını hedef alan şiddet, öte yandan bölge savcı savcısının endüstriyi denetlemeye yönelik sıkı soruşturması ile cebelleşen genç girişimciyi zor günler beklemektedir.

Çağdaş Amerikan sinemasının öne çıkan yeni isimlerinden J. C. Chandor’un (açılımı Jeffrey McDonald Chandor) iş alemine ilgisi yeni değil. Baba mesleği finans dünyasına dalışı 2011 yapımı ilk uzun metrajı ‘Oyunun Sonu / Margin Call’ ile başlar. 2008 Eylül ayında uluslararası yatırım bankası Lehmann Brothers’ın batmasıyla açığa çıkan büyük ekonomik krize atıf yapan çalışmasında, dev finans şirketi yöneticilerinin ipotekli taşınmaz mal piyasalarındaki krizi tetikleyecek kararları aldıkları uzun gece boyunca kapitalist düzenin üzerinde yükseldiği kağıttan kulelerin çözülüş sürecini etkileyici bir dille anlatır yönetmen. Entrika yoktur, cinayet yoktur Chandor’un hikâyesinde. Gerilimi yaratan unsur yalın gerçeğin dolambaçsız resmedilmesidir. Genç sinemacının geçtiğimiz yıl bizde de gösterilen ikinci uzun metrajı ‘Sona Doğru / All Is Lost’da tehdit doğa kaynaklıdır bu kez. Bu neredeyse diyalogsuz tek oyunculu (muhteşem Robert Redford) yapım, okyanus ortasında mahsur kalmış denizcinin hayatta kalma mücadelesi üzerinedir.

Chandor son filmiyle iş dünyası gözlemlerine ve ayakta kalma mücadelesine kaldığı yerden devam ediyor. Karlar altındaki New York kışında geçen ‘A Most Violent Year’de seksenli yıllarda çekilmiş klasik suç filmlerini ve özellikle Sidney Lumet’in işlerini anımsamamak elde değil. Bunda ‘Selma / Özgürlük Yürüyüşü’nde de alkışladığımız görüntü yönetmeni Bradford Young’ın gri sarı tonların ağırlıklı olduğu renk paleti, kusursuz sanat yönetimi ve Kasia Walicka imzalı kostüm tasarımının da büyük payı var. Ne var ki Chandor ustası Lumet’nin gerilim ve aksiyona ağırlık veren işlerinden farklı bir kulvarı tercih ediyor. Filmin adında şiddet olmasına rağmen –ticari kaygıları bir kez daha bir kenara bırakarak- gerçekçi bir New York serbest piyasa çevresi çizmekte ısrarını sürdürüyor. Morales’in kamyonunu soyan hırsızı önce araba, sonra yayan izlediği, daha sonra metroya taşınan uzun ve heyecanlı bir takip sahnesi mevcut ancak genelinde uzun planlardan ve asgari kurgu müdahalesinden ödün vermiyor Chandor. Suç oranının tavan yaptığı bir dönemde, üstelik mafyanın her sektörde kollarının olduğu bir endüstri kentinde silahları konuşturmuyor. Baş aktörü Morales -soyadında somutlaştığı biçimde- iş ahlakına bağlı kalmakta kararlı. Rekabetçi piyasada oyunu etik kurallara bağlı oynamaktan yana. Karısı Anna’nın mafya kökenli babasının yöntemlerini ‘ne yani gangster mi olacağız’ diyerek reddedişi bu yüzden. Uzaktan uzağa Don Vito Carleone’nin başlarda olayların dışında kalmış küçük oğlu Michael’ı (Al Pacino) andıran genç girişimcinin bir Latin gangsteri olarak anılmak değil hedeflediği. Abel başkalarının hayatını mahvetmek istemez. Kamyon şöförü çalışanı Latin genci Julian’ı bir ağabey gibi korur önceleri. Ancak başkasının hatası yüzünden işini tehlikeye atma gibi bir niyeti de yoktur. Kişisel duygular ile profesyonel tercihlerin terazisinde bir avuç petrol insan hayatından daha ağır basacak, vicdanını Amerikan Rüyası’na kurban edecektir.

Kağıt üzerinde para, ihtiras ve güç üzerine bir suç draması izlenimi veren ‘A Most Violent Year’ sistem ve birey analizi üzerine mesafeli ve gerçekçi tavrıyla benzerlerinden kolaylıkla sıyrılan yılın en parlak Amerikan yapımlarından biri. Çağımızın en iyi aktörlerinden Oscar Isaac’in Abel’deki büyüleyici performansı ve daha geri planda kalmasına rağmen Jessica Chastain’in uzaktan uzağa Lady Macbeth’i hatırlatan Anna yorumu her türlü övgüyü hak ediyor.

(11 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Amerika’ya Veda: Kubrick

Büyük usta Stanley Kubrick’in son siyah-beyaz “Lolita” ve “Garip Doktor” filmleriyle sinema sanatına zengin anlatımlar sundu. Dâhi ustanın felaketleri anlatan bu iki filmine saygı sunmak istedik.

“Lolita…”

Stanley Kubrick’in Rus yazar Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “Lolita”, insanı kendi ikiyüzlülüğüyle baş başa bırakan, hem ahlaki hem de adli suç filmine dönüşen sarsıcı bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu da kendi romanından yazmış Nabokov. Filmin çarpıcı kurgusunu da Anthony Harvey yapmış. Filmin müziklerini de Nelson Riddle bestelemiş. Fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan görüntülerse Oswald Morris’e ait. Kubrick’in bu filmi, Amerika’da ahlakçılık oyunu oynayan muhafazakâr basın tarafından saldırıya uğradı. Usta, Amerika’yı terk etti, İngiltere’ye yerleşti ve ölene kadar orada kaldı. Bu film, Şubat 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Film, ön jenerikte Lolita’nın ayak parmaklarına bir elin oje sürmesiyle açılıyor. Ön jenerik yazıları zincirleme geçişleriyle yansıyor. Her şey birbirinin içine geçmiş gibi. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Bunların anlamı filmin derinliğinde anlamlaşıyor. Ön jenerik sonrası, sisler içinde steyşın bir beyaz araba şehir dışındaki bir çiftliğe doğru yol alıyor. Profesör Humbert Humbert (James Mason), malikâneye giriyor. Orada televizyonda oyun yazan ve çok para kazanan Clare Quilty’yi (Peter Sellers) arıyor. Malikâneye giren Humbert’i kayarak takip eden kamera, akşamdan kalma Quilty’yi buluyor. Humbert ona Dolores Haze’i soruyor. Yani Lolita’yı. Lolita, Dolores’in kısaltması. Buradaki konuşmalarda Kubrick, 1960 yapımı renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmine de gönderme yapmış. Bir şeylerin ters gittiğini anlayan Quilty, piyano çalarak ortamı yumuşatmaya çabalasa da tabancayla üstüne doğru gelen Humbert’in kurşunlarından kaçamıyor. Yağlı boya kadın portresinin arkasında trajedisini yaşıyor. Aynı zamanda tablo da etkileniyor bu trajediden. Filmi, Humbert’in iç sesiyle takip ediyor seyirci, baştan sona kadar. Sadece sondaki ses başkaydı. Çünkü trajedi uzaklarda değil.

Film, buraya nasıl gelindiğini anlatmak için dört yıl öncesine dönüyor. Humbert, Amerika’ya Fransız edebiyatından İngilizceye çeviriler üstüne dersler vermek için gelmiş orta yaşlı ve de yeni boşanmış İngiliz bir profesör. Uçak New Hampshire’a iniyor. Ramsdale kasabasına yerleşiyor. Sakin bir yaz geçirmeye karar vermiş Humbert. Sonbaharda Ohio’daki Beardsley Üniversitesi’nde dersler verecekmiş. Dostlarının önerisiyle Ramsdale’e gelmiş kiralık ev için. Önce, kocası Harold ölmüş Charlotte Haze’in (Shelly Winters) evine yerleşiyor. Charlotte, dindar ama onca yıl erkeksiz kalmanın verdiği bunalımla Humbert’e dişiliğini hissettiriyor hemen. Beyaz steyşın da Charlotte’un. Bu araba filmin önemli
karakterlerinden biri oluyor derinliklerde. Evi dolaşırken, dışarıda güneşlenen 14 yaşındaki sarışın Lolita’nın (Sue Lyon) ışık saçan güzelliğiyle sallanan Humbert, onun çocuksu davranışlarından anlamlar çıkartarak hayaller kurmaya başlıyor. Ona tutkusunu gönderen kelimelerle günlük bile tutuyor. Ailenin içine iyice yerleşen Humbert, onlarla arabadan izlenen film bile izliyor. Perdede “Frankeştayn” filmi yansıyor. Terence Fisher’in yönettiği 1957 yapımı renkli Filmin adı “The Curse of Frankenstein…” Bu bir metafor muydu? Zaman geçiyor. Kenny’yle çıkan Lolita, baloda sevgilisiyle coşkulu dans yaparken, onun enerjisi Humbert’i büyülüyor dansı dikizlerken. Avukat komşuları John ve karısı Jean’le de tanışıyor Humbert. Kızları, Jean ve John’un Mona’nın partisine giderken, Charlotte bu fırsatı değerlendirmek istese de kolay olmuyor. Elbette büyük balo da elbette Quilty de var.

Oyunlar oynayan Loita odasına, taze ışığıyla geliveriyor. En sevdiği şairden, Edgar Allan Poe’dan dizler okuyor ona Humbert. Yüce Poe dediği şairin şiirinden, “Yalnız ekimde bir akşamdı / Yılların en unutulmazıydı / Donuk Auber Gölü’nde zaman durdu / Orta Weir topraklarına sis kondu” diyor. Humbert, “donuk” ve “kondu” arasında Poe’nun oyun yaptığını söylüyor Lolita’ya. “Donuk” kelimesini diğer mısrada tersten yazmış Poe. Küçük Lolita anlamasa da dinliyor onu bir şeyler atıştırırken. Öğrencisiymiş gibi Lolita’ya açıklamalar da yapıyor Humbert, başka mısraları da okurken ona: “Yatıştırdım Psişe’yi ve dudaklarımız kavuştu / Ve yendim çekingenliğini, sildim sıkıntılarını / Vardık o yolun sonuna / Ama çıktı bir mezar karşımıza / Sordum o tatlı kıza orada ne yazıyordu / Cevap verdi bana ‘Ulalum, ulalum… Lolita, “O tatlı kız” lafını beğenmiyor pek. “Lolita, cicim” der gibiymiş ona göre. Yazar-şair Poe, polisiye romanın da öncüsüydü.

Lolita, yaz kampı için gittikten sonra, Charlotte bir notla Humbert’e evlenme teklif ediyor. Evleniyorlar. Cinsel yönden rahatlaması gereken Humbert, Lolta’ya özlemini günlüğüne dökmeyi sürdürüyor. Yatak odasında, Charlotte, Lolita’yla telefonda konuştuktan sonra Lolita’yı yatılı okula vereceğini söyleyiveriyor Humbert’e. Elbette Humbert’in emellerinden daha haberi yok Charlotte’un. Yalnızlıktan çok korkan Charlotte, Humbert’e Tanrı’ya inanıp inanmadığını söylüyor. Humbert, “Tanrı bana inanıyor mu bilmiyorum” diyor. Komidinin çekmecesinden kocasının tabancasını çıkartıyor ve Humbert’e, “Annenin babası Türk bile olsa umurumda değil. Tanrı’ya inanmadığını öğrenirsem, sanırım intihar ederim” diyor Charlotte. Ama çok geçmeden Humbert’in günlüğün bulup karıştıran Charlotte, yağmurlu havada arabanın altında kalıp ölüyor. Humbert, tabancayla öldürmeyi hayal ettiği Charlotte’un böyle zahmetsizce ortadan çekilmesinden gayet mutlu oluyor. Lolita ona kalacağı için belki de. Steyşın araba gibi, tabanca da önemliydi filmde. Kubrick, Brechtyen estetikten yardım buluyor tabancayla. Brechtyen bakışta, bir silah görünüyorsa mutlaka bir yerde işlevi olması gerekiyor. Hemen küvete girip keyif yaparken komşuları Jean ve John da geliyor eve. Sonra da Charlotte’a çarpan Frederick de özür için geliyor. Humbert’in umurunda değil ki tüm bunlar.

Yaz kampına gidip Lolita’yı alan Humbert, kıza annesinin hasta olduğunu söyleyip onu otele götürüyor. Otelde eyalet polisinin toplantısı var. Elbette Quilty de orada. Yatak sorunu çözülürken Humbert’le iletişimi deniyor Quilty. Aklı da Lolita’da. Odaya gelen Humbert, yatakta bir melek gibi uyuyan Lolita’ya sarılıp uyumayı hayal ederken, melek uyanıveriyor. Öncesinde, pencerenin panjurunun demirparmaklıkları hatırlatan çizgili gölgesi odanın içine yansıyor. Bu gerçeküstü görüntünün anlamı daha sonra anlamlaşıyor zihinlerde. Oyun yine başlıyor ve yeniden yollara düşüyorlar. Humbert, Lolita’ya annesinin öldüğünü söyleyerek biraz olsun rahatlıyor. Zaman geçiyor. Kış çöküyor. Başka bir kasabada yeni hayatları sürüyor. Lolita’yı başka erkeklerden, okuldan, etkinliklerden kıskanan Humbert, kızın hayatını küçük bir cehenneme de çeviriveriyor. Okuldaki piyese katılmasına bile karşı çıkıyor yatak odasında Lolita’nın ayak parmaklarına oje sürerken. Kubrick bu sahnede seyirciyi de epeyce zorluyor zihinsel anlamda. Yatakta sere serpe uzanmış Lolita’nın pürüzsüz beyaz teni kışkırtıcı, akıl alıcı yansıyor estetik fotoğraflarla. Seyircileri de dilemmalarda, ikilemlerde bırakan Kubrick, ahlakçı ikiyüzlülükle baş başa bırakıveriyor herkesi. Kubrick, Humbert’le Lolita’nın seviştikleri hakkında açık bir şey göstermiyor. Ama zihinlerde hep bir kuşku oluşuyor.

Lolita’nın piyese katılmasına izin vermeyen Humbert’i Dr. Zempf ziyarete geliyor. Onun kim olduğunu çıkartıyorsunuz çok geçmeden. Piyeste sahne alan Lolita’yı korkunç bir kıskançlıkla kıskanan Humbert, yeniden yolculuğa çıkartıyor Lolita’yı. Kasabada dedikodular da duyulmaya başlıyor. Kasabalı, Lolita’yla Humbert’in aralarında bir şeyler olduğunu hissediyor. Baba-kız ilişkisinin ötesinde. Steyşın araba otobanda yol alırken, bir araba da peşlerine takılıyor. Arabanın lastiği patlıyor. Lolita hastalanıyor. Bu, Humbert için kırılma anı oluyor. Çok geçmeden Lolita ortadan kayboluyor. Yedi ay geçtikten sonra Lolita’dan yardım için mektup alıyor Humbert. Hemen yola çıkıyor Lolita’ya çabucak ulaşabilmek için. Düş kırıklığını da yaşıyor orada. Lolita evli ve üstelik de hamile. Lolita gelmiyor. Ona para bırakıp, bu sorunları açan Quilty’yle hesaplaşmaya doğru yol alıyor Humbert. Filmin girişindeki an yeniden yaşanıyor. Quilty’ye ve kadın portresine kurşun yağdıran Humbert’in âkibetini de “sonsöz” (epilog) açıklıyor sonda.

Bir suç ve yol filmine de dönüşen bu yapıtında Kubrick, ahlakçıları eleştiriyor, önyargının korkunç bir düşünce olduğunu hissettiriyor. Humbert’e saldırgan ve aşağılayıcı yaklaşmıyor yönetmen. Yeni boşanmış ve hiç çocuğu olmamış bu yalnız adamın kıyılarında dolaşarak toplumun ikiyüzlü ahlakının maskesini düşürüyor yönetmen. Charlotte’un evinde yoğunlukla parlak ışık düzenlemeleri kullanan Kubrick, Charlotte öldükten sonra gölgeleri daha bir öne çıkartan dramatik ışık düzenlemeleri yapmış kara filmlerdeki gibi. Kasvet duygusunu da çoğaltıyor bu şık düzenlemesi. Kubrick, kararmalarla zamanın geçişini de hızlandırmış bu filminde. Aralarda duyulan piyano tınılarındaki “Lolita” tema müziği de filmin ruhunda hüznü çoğaltıyor bir de. James Mason (1909-1984), Shelley Winters (1920-2006) ve Sue Lyon’ın (1946) performansları muhteşemdi.

“Lolita” filmi, 1997 yılında Adrian Lyne tarafından bir defa daha uyarlanmıştı. Kubrick’in filmi daha değerliydi tabii ki.

“Garip Doktor…”

Stanley Kubrick’in yazar Peter George’un “Red Alert” (Kırmızı Alarm) romanından uyarladığı 1964 yapımı siyah-beyaz “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb – Garip Doktor”, nükleer felaket üstüne politik hiciv ve ironi yüklü gerçekçi bir film. Ayrıca bu Soğuk Savaş parodisi de. Columbia’nın sunduğu filmin senaryosunu romanın yazarıyla beraber Kubrick ve Terry Southern ortak yazmışlar. Filmin uzun orijinal adının anlamı “Dr. Garipaşk veya Nasıl Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim” demek. Çarpıcı fotoğraflar kameraman Gilbert Taylor’a, müziklerse Laurie Johnson’a ait. Filmde Peter Sellers üç rolde gözüküyor.

Film, Kuzey Kutbu üstüne bir dış sesle açılıyor. Ses, “Batılı liderlerin arasında dolaşan rivayete göre Sovyetler Birliği ‘nihai’ bir silah geliştiriyor. Mahşer Günü silahıymış bu. / … / Zarkov Adası’nda, Arktik tepelerin hemen altında olduğunu belirlediler. / … /” Sonra kamera, ön jenerikte havada uçan Amerika’nın savaş uçaklarını takip ediyor. Filmin ön jenerik yazıları da özgün ve çarpıcı.

Burdelson Hava Üssü’nü yöneten Amerikalı General Jack D. Ripper (Sterling Hayden), bir ayağı takma olan İngiliz yaveri Yüzbaşı Lionel Mandrake’ye (Peter Sellers) tüm radyoları toplaması emrini veriyor. Radyolar telsiz olarak da kullanılabiliyor. Ripper, havadaki nükleer bomba yüklü bombardıman uçaklarına Sovyetler’i bombalamaları için emir gönderiyor. Bundan kimsenin haberi yok. Amerikan Başkanı Merkin Muffley’nin (Peter Sellers) bile. Üçüncü Dünya savaşı yakın mıydı? Nükleer bombalarla yüklü bombardıman uçakları teftiş uçuşlarını yaparken, uçaktaki askerler de can sıkıntısından patlıyor. Ama bu uzun sürmüyor ve General Ripper’dan mesaj ulaşıyor onlara. Mesaj, nükleer bombaları Rusların üstüne boşaltmalarını istiyor. Popüler lafla yol haritalarını da broşürle açıklıyor askerlere. Uçaktakiler şaşkın. “Kanat Uçuş Planı R” devreye girmiş, ama Başkan’ın haberi yok olanlardan. “Mahşer Günü” başlıyor. Üçüncü Dünya Savaşı uzakta değil.

Kendine “Bayan Dışişleri” diyen sekreteri ve metresi Bayan Scott’la (Tracy Reed) eğlenen General Buck Turgidson (George C. Scott), Başkan’ın emriyle gizli toplantıya çağrılıyor. Turgidson, gururla Ripper’a Başkan’a anlatırken, ortaya tuhaf düşünceli, hatta meczup biri ortaya çıkıyor. Ripper, kızıl komünistleri yeryüzünden Tanrı’nın emriyle silmek istiyormuş. Evli ve bir metresi olan Turgidson da bir anti-komünist. Alttan alta da Ripper’ı destekliyor. Üste de işler karışıyor. Başkan Muffley, üsse girilmesini istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Kırmızı alarmın olduğu üste giden askerlerin üsteki askerlerle savaşmaları gerekiyor. Başkan Muffley, Sovyetler Birliği’nin Washington Büyükelçisini Aleksi de Sadeski de (Peter Bull) gizli toplantıya çağırıyor. Büyükelçi, Başkan’ın sunduğu Jamaika purolarını içmeyi reddediyor. Çünkü, emperyalistlerle işbirliği yapan bir ülkenin purosu içilmez. Devrime de aykırı. Turgidson’ın gözü Büyükelçi’nin üstünde hep. Başkan, Sovyetler’in başkanı Dimitri Kissoff’a da sürekli bilgiler veriyor. Hatta uçakları vurmasını bile söylüyor.

“Peace is Our Profession”, yani “Barış Bizim İşimiz” yazan üssün paranoyak, anti-komünist “ahlakçı” ve dinci muhafazakâr komutan Ripper, her şeyi Tanrı adına yaparken, dışarıdan yağan kurşunlar altında kızıl komünist ateistleri yok etme fikrinin seviştiği sırada aklına gelmiş. Madreke’ye böyle diyor. Ripper, dünyanın ve insanların onda yedisinin su olduğunu diyor Madreke’ye. Ruslar, sulara “florit” (fluorit) karıştırıyor diyor. Bunu da seviştikten sonraki yorgunluğuna bağlamış. Ripper, gücü almak isteyen kadınlara da gücünü vermekten korkuyor bir de. Madreke de Japonlara esir düşmüş ve köprü yapmış Japonlara. Tıpkı Kwai Köprüsü gibi. Ölümden sonra hayata da inanan Ripper ölse de verdiği emir sürüyor. Nükleer başlıklı bir bombanın arkasında da “Dear John”, yani “Değerli Yahya” yazdığını da belirtelim.

Başkan’ın yaptığı toplantıya, tekerlekli sandalyedeki bilim insanı ve de tuhaf isimli Dr. Strangelove da katılıyor. Strangelove (Peter Sellers), “Silah Araştırma ve Geliştirme Dairesi”nin başkanı o. Bu bombaları da o geliştirmiş. Alman doktorun asıl adı Merkwürdiglibe… Yani Strangelove… Yani Garipaşk… Bombalar, düştükleri yerlerde 93 yıl etkisini sürdürüyormuş. Dışarıdaki askerler üsse giriyorlar. Madreke’yi esir alan Albay Guano (Keenan Wynn), Madreke’nin telkinlerine dirense de sonunda Madreke Başkan’a ulaşabiliyor. Telefonların kesik olduğu üste bir tek jetonlu telefon çalışıyor. Bozukluğu biten Madreke, Guano’dan kola makinesine ateş etmesini istiyor bozukluklar için. Özel mülkiyet ve hr teşebbüse gasp yapılabilir miydi? Madreke, Başkan’a ulaşıyor, ama her şey için çok geç. Dr. Strangelove, Başkan’a bombalar düştükten sonra olabilecekleri doğal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sağlıklı Rus erkekleriyle sağlıklı Rus kadınları sevişip toparlar diyor. Gençler bilgisayar başında eğlenirler ve sevişirler. Canları da sıkılmaz. Aslında bu film fütüristik. Gerçekten gençler bilgisayarla eğleniyorlar, arta kalan zamanlarda da sevişiyorlar. Tıpkı bu filmin öngörüsü gibiydi şimdi her şey. Ruslar, Amerikan bombardıman uçaklarını düşürüyorlar, ama isabet alan bir uçak dışında. O uçak da Rusların üstüne nükleer bombaları bırakıyor. Soykırım uaşanıyor. Bir eli de sakat olan Nazi Dr. Strangelove, tekerlekli sandalyeden ayağa fırlıyor ve “Mein Führer (Lider Benim), yürüyorum” diye çığlık atıyor. Bombalarsa Rusya’yı karanlığa gömüyor. Kubrick’in bu filmi altın kadar değerli ve insana da her daim gerekli.

(06 Temmuz 2015)

Ali Erden

[email protected]

Danimarkalı Yönetmenden Western’e Saygı

Günümüzde eski popülaritesini yitirmiş olsa da sinema tarihinin en köklü türlerinden biri olan Western, Amerika Birleşik Devletleri’nin sancılı kuruluş yıllarını öyküler. Öte yandan eski kıtadaki yoksulluk ve kargaşa ortamından daha özgür bir yaşam hayaliyle vaadler ülkesine akın etmiş Avrupalıların hikâyesidir anlatılan. Vahşi Batı’nın sınır bölgesinde hayatta kalma savaşı verenler o veya bu nedenle yollara düşmüş Avrupalı göçmenlerdir. Kristian Levring’in bu hafta ‘İntikam’ adıyla gösterime giren filminin (özgün adı ‘The Salvation’ ‘Kurtuluş’ anlamına geliyor) ana karakteri Jon da bunlardan biri. 1864 yılında Almanlara karşı verilen savaşta bozguna uğradıktan sonra şansını Yeni Dünya’nın verimli topraklarında denemek isteyen Danimarkalı eski asker erkek kardeşiyle birlikte Amerika’ya ayak basışından yedi yıl sonra karısı ve küçük oğlunu yanına aldırır. Lakin hasret dolu buluşma kısa sürer, aynı yolcu arabasını paylaştıkları iki haydudun saldırısıyla yeni kavuştuğu ailesini ebediyen yitirir. Adamları bulup intikamını alır ne var ki canını aldıklarından biri bölgenin gözü dönmüş belalısı Delarue’nün kardeşi çıktığından hesaplaşma sürecektir.

Lars Von Trier, Thomas Vinterberg, Soren Kragh-Jacobsen ile birlikte Dogme 95 manifestosunun dört imzacısından biri olan Levring, gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalgası’ndan etkilenmiş akımın öne çıkan filmlerinden 2000 yapımı ‘The King Is Alive / Kral Yaşıyor’ ile bilinir en çok. Otobüsleri bozulunca Güney Afrika sahili boyunca uzanan Namib çölünde mahsur kalmış bir grup yolcunun yardım gelene kadar oyalanmak için Kral Lear’i sahneleme girişimlerini öyküleyen bu özgün çalışmanın ardından fazla film çekmedi Levring. Dördüncü uzun metrajı olan ‘İntikam’ sinemacının çocukluğundan beri tutkunu olduğu Western’e, hayranlıkla takip ettiği John Ford, Howard Hawks, Sergio Leone gibi ustaların işlerine bir saygı duruşu adeta.

Dogme 95 kurallarını çoktan rafa kaldırmış olan sinemacının bir kez daha Anders Thomas Jensen ile birlikte kaleme almış olduğu bu son çalışmasının ‘Kral Yaşıyor’ ile tek ortak noktası yaşanan serüvenin kızgın güneş altında cereyan etmesi herhalde. Danimarkalı yönetmen türü yenilemiyor belki ancak dersini iyi çalıştığı ve intikam temalı klasik ve spagetti westernlerin ana izleği doğrultusunda temiz bir iş çıkardığı inkâr edilemez. Bunda değişmez görüntü yönetmeni Jens Schlosser’in dijital teknoloji destekli gece çekimleri ve geniş perdede etkisi güçlenen kusursuz sinematografisinin büyük payı olduğunun altını çizmekte yarar var. Kasper Winding’in yaylılar ve vurmalı çalgılarla tedirgin atmosferi destekleyen etkileyici müzik çalışması ise uzaktan uzağa Ennio Morricone’nin işlerini anımsatıyor. Çekimlerin ekonomik avantajlar nedeniyle Güney Afrika’da gerçekleştiğini, 1930’lardan beri western ikonografisinin ayrılmaz parçası haline gelmiş Monument Valley mekânlarının bilgisayar müdahalesiyle stüdyoda kotarıldığını da not olarak ekleyelim.

Teknik başarısının yanında oyuncu seçimiyle de göz dolduran bir yapım bu. Thomas Vinterberg imzalı ‘Onur Savaşı / Jagten’deki pasif direnişçiden Arnaud des Pallières’in ‘Adalet İçin / Michael Kohlhaas’ının intikam savaşçısına uzanan TV’nin ünlü Hannibal’i Mads Mikkelsen karakteristik fiziği ve güçlü oyunculuğuyla Jon karakterinde göz doldururken, yerlilerin kaçırıp dilini kestikleri sessiz Madelaine’e öfkeli kırılgan bakışlarıyla hayat veren Eva Green bu erkekler filminin kadın oyuncusu olarak öne çıkıyor.

Başlangıçta Avrupalı göçmenlerin hayatta kalma mücadelesine odaklanacak gibi görünen ana hikâyenin ilerleyen bölümlerde (bizde ‘Kahraman Şerif’ adıyla gösterilmiş) ‘High Noon’ benzeri kötülere karşı tek başına bırakılmış yalnız kovboyun öyküsüne dönüştüğünü gözlemlediğimiz çalışmada diyalog minimal düzeyde. Karakterlerin psikolojik derinliği yetersiz belki ancak öykünün kapitalizmin doğuş yıllarına ilişkin kısa gözlemleri etkileyici. Çorak toprağın altında yatan petrol sularına karıştığı için ‘Black Creek’ adını almış küçük yerleşim bölgesi sakinlerinin onurunun peşindeki göçmeni yalnız bırakmaları sinmişlikten, başlarındaki ceberrut muktedirin estirdiği terör korkusundan. Kendi iptidai bankasını da kurmuş olan Delarue, kasaba başkanının bölge sakinlerinden ucuza kapattığı tapuları tetikçiliğini yaptığı şirket sahiplerine aktarmakta, bu şekilde Black Creek’in üzerine kurulmuş olduğu paha biçilmez arazinin birkaç ay içinde tümüyle büyük sermayenin eline geçmesi planlanmaktadır. Film özgün adının tersine kurtuluşu değil teslimiyeti ifade eden ve yükselen kapitalizmin ayak seslerini simgeleyen petrol kuyularının görüntüleriyle noktalanırken Paul Thomas Anderson başyapıtı ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’e gönderme yapar gibidir.

(03 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Dünyanın Bütün Acıları: Andrzej Wajda

Polonya sinemasının dünyaya sunduğu büyük ustalarından Andrzej Wajda’nın iki farklı dönemde geçen “Danton” ve “Katin” filmlerindeki insan trajedilerine dokunmak istedik. Bu iki filmde de politik hırsların korkunç yüzü yansıyor beyazperdeye.

Sinemanın büyük ustalarından Polonyalı Andrzej Wajda (Andrjey Vayda), 6 Mart 1926 yılında Suwalki’de doğdu. II. Dünya Savaşı’nda direnişçilerle beraber Nazilere karşı savaştı. Savaş sonrasında güzeller güzeli Krakow şehrinde resim dersleri aldı. 1950’de dünyaca ünlü Lodz Yüksek Sinema Okulu’na girdi. 1957’de çektiği siyah-beyaz “Kanal” filmi, II. Dünya Savaşı’nda bir avuç insanın kanalizasyonda Nazilerden kaçışını anlattı. Filmin sonu iç burkucuydu. 1958 yapımı “Popiól i Diament – Küller ve Elmaslar” filminde çok etkileyici bir anı yaşattı. Seyirciler, toplantıdaki konuşmayı dinlerken, kamera salondan çıkıp WC önünde müşteri bekleyen kadını gösteriyordu. Aslında pek bir özelliği yokmuş gibi görünüyor. Ama önyargılı olmamalı. Sinemada buna “asenkronizasyon” (eşleşme olmayan) deniyor. Bunu öncü Rus yönetmenler Ayzenştayn ve Pudovkin denemişlerdi ilk. Bununla sanatı gözetmek istiyorlardı. Sesli sinemaya karşı çıkan Charlie Chaplin de “asenkronizasyon”u denemişti. 1931 yapımı siyah-beyaz “City Lights – Şehir Işıkları” filminde ekonomik gelişmeyi yansıtan anıtın açılışını yapan sesi hızlandırarak konuşmayı anlaşılmaz duruma sokmuştu Chaplin. 1936 yapımı siyah-beyaz “Modern Times – Asri Zamanlar” filmindeyse yapay bir dil yaratmıştı. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İbranice tuhaf biçimde iç içe geçerek anlaşılmaz bir hal alıyordu. Wajda usta, 1969 yapımı “Wszystko na Sprzedaz – Her Şey Satılık” filminde de gerçeklik algısıyla oynamayı denedi. Seyirci neyin olacağını tahmin edemiyordu. O an perdeye yansıyan bir an, belgesel gerçekliği miydi, yoksa her şey önceden tasarlanmış bir mizansen miydi?

Ustanın, 1977 yapımı “Czlowiek z Marmuru – Mermer Adam”, 1979 yapımı “Panny z Wilka – Wilko’lu Kızlar”, 1980 yapımı “Dyrygent – Orkestra Şefi”, 1981 yapımı “Czlowiek z Zelaza – Demir Adam”, 1983 yapımı “Eine Liebe in Deutschland – Almanya’da Bir Aşk”, 1985 yapımı “Kronika Wypadków Milosnych – Aşk Olayları Günlüğü” gibi önemli filmlerini de hatırlamalı.

“Danton…”

Andrzej Wajda’nın 1983 yapımı “Danton” filmi, Fransız Devrimi’nden sonra yaşanan Robespierre diktatörlüğünün terörünü anlatıyor. Gaumont – TF1’in ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Jean – Claude Carrière, Agnieszka Holland, Boleslaw Michalek ve Jacek Gasiorowski ortak yazmışlar. Bu filmin senaryosu ve diyalogları da çok güçlüydü. Dublajda Türkçenin de gücünü hissediyorsunuz. Film, Stanislawa Przybyszewska’nın “Sprawa Dantona / L’Affaire Danton” (Danton Meselesi) eserinden uyarlanmış. Filmin etkileyici müziklerini Jean Prodromidès bestelemiş. Çarpıcı görüntülerse kameraman Igor Luther’den. Mekânlara düşen ışıklar görüntülere etkileyici atmosferler sunmuş. Wajda, dönem filmlerinin kahverengimsi görüntülerinden çok, renkleri öne çıkaran görüntü çalışması yansıtmış. Oluk oluk akan kıpkırmızı kanlar daha da ürküntü yaratsın diye. Filmde zaman zaman Carravaggio, zaman zaman da Goya resim tablolarının içindeymiş gibi hissediyorsunuz.

Sabah olurken yolda bir atlı araba kameraya doğru geliyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da gerilimli müzik duyuluyor. Sonra jandarma yolu kesiyor Paris’e gidecekleri denetlemek için. Arabada Danton da var. Georges Jacques Danton (Gérard Depardieu), devrimin önemli isimlerinden. Paris 1794, bahar… 1. Cumhuriyet kurulalı iki yıl olmuş. Devrimden beş yıl sonra. Fransız bayrağı Devrim’de doğdu. Mavi özgürlüğü (liberté), beyaz eşitliği (égalité), kırmızı kardeşliği (fraternité) simgeliyor. Şimdi bu üç kavramın içleri mi boşaltılmıştı? Fransa, Maxime Robespierre’in (Wojciech Pszoniak) despotizminin altında nefes alamıyor. Robespierre’in “Terör Dönemi”nde giyotin sürekli kelle kesmeyi sürdürüyor. Robespierre’in baskıcı yönetim anlayışına ters düşen Danton, Paris’i terk etmiş ve şimdi geri dönüyor bu faşizmi bitirebilmek için. Bu o kadar kolay mıydı? Robespierre’in evinde baş hizmetçi Bayan Duplay (Malgorzata Zajaczkowska) Eléonore Duplay’in kardeşi küçük çocuğa (Angel Sedgwick) küvette banyo yaptırırken ezberlettiği kelimelerin yaşanılanlar karşısında sadece bir slogan olduğu anlaşılıyor. Kadın sert. Çocuk ezberlediği kadar, “İyi bir devrimci dayanıklı olmalı. (…) Tüm insanlar özgür ve eşit doğar; özgür ve eşit ölür. Sosyal farklılıklar, sadece ortak çıkarlar temelinde yaratılabilir. Tüm siyasi kanunların hedefi ulusun iyiliği olmalıdır. Özgürlük her şeyi yapabilmektir. Başkalarına zarar vermediği sürece…” Sonra Bayan Duplay, beş haftadır hasta olduğundan yataktan çıkamayan Robespierre’e kahvaltı getiriyor. Robespierre’in yüzünde bıkkınlık ve yorgunluk fark ediliyor. Kamera sokağa çıkıyor ve halkın yoksulluğunu gösteriyor. Halk, yağmur altında ekmek kuyruğuna girmiş. Her şey devrim öncesinden beter sürüp gidiyor. Son kral olan 16. Louis’nin eşi Kraliçe Marie Antoinette’in, halkla alay eder gibi, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği rivayet edilir. Bu ekmek kıtlığı, yönetimin savaşa hazırlığı için miydi? Kuyruktakilerden bazıları tartışıyorlar. Bir genç halkı ayaklanmasını umuyor. Halk ayaklandığında kral bile duramamıştı. Tartışmalar sürerken, jandarmalar, yakaladıkları bir göçmenle oradan geçiyorlar varlıklarını da hissettirerek. Sonra kamera Danton’un Paris’e görkemli dönüşünü gösteriyor. Halkı büyük bir heyecan ve umut sarıyor Danton kendini gösterince.

Robespierre’in malikânesine Antoine Saint – Just (Boguslaw Linda) geliyor. Robespierre’e Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin bildirisini okuyor. Komite’nin bildirisinde, “Halkın Kurtuluşu Komitesi, despotizmin geçerli bir yol olduğunu görmüştür. (…) Despotizme karşı korunacak son şeyse basın özgürlüğüdür. Moskova’da basın özgürlüğü olsaydı, yarın orada da Cumhuriyet kurulurdu…” yazıyor. Sonra berber, Robespierre’i tıraş etmek için geliyor. Robespierre’e, “Kardeşlik adına merhaba” diyor berber. Robespierre tıraş olurken, bildiriyi basan matbaada basılıyor. Makineler kırılıyor. Bildirilere el konuyor. Evde Robespierre hazırlanırken, Antoine, “Danton’u giyotine gönder” diyor. Matbaacı Camille Desmoulins’i (Patrice Chereau) hükümetin üstüne salanın Danton olduğunu söylüyor. Antoine, Robespierre’i Dantona’a karşı kışkırtıyor sürekli. “Her şey devrimin zaferi için” diyor Antoine. “Ama ne pahasına olursa olsun değil” diye karşılık veriyor buna Robespierre. Sonra ikisi de malikâneden ayrılıyorlar. Robespierre, pudralı beyaz peruğunu da takıyor. Sonunda Komite, yani Bakanlar Kurulu Robespierre’in başkanlığında toplanıyor haftalar sonra. Toplantıda Billaud – Varenne (Jerzy Trela), Danton’un giyotine hemen gönderilmesi için bastırıyor. Robespierre idama karşı çıkıyor toplantıda. Sonra, “Adalet ilahi bir erdemdir. İnsan eli ulaşamaz. Devrim Mahkemesi’yle olmaz” diyor masadaki öfkelilere. Robespierre, “Danton’u idam etmek, burjuvaziyi karşı devrime çekmek olur” diyor. Bir de Kongre var, yani Meclis. Robespierre, “Halkın devrime olan inancını yok ederiz. Terörle yönetmek zorunda kalırız” diyerek bakanlarını uyarıyor. Terörün umutsuzluktan başka bir şey olmadığını da hatırlatıyor Robespierre. Ama Billaud, ne olursa olsun Danton’u yok etmek istiyor. Ama, Robespierre uzlaşmadan yana. Ülkenin iyiliği için, “istisnai genel af” yapmayı düşünüyor Robespierre. Ayrıca Robespierre, Danton’un “Vieux Cordelier” adındaki gazetesini de kapatmış. Desmoulins de buna karşılık “Jeune Jacobin” adında başka bir gazete yayımlayacakmış. Jakoben (Jacobin), Devrim’de siyasi bir partiydi ve Devrim’de dökülen kandan daha fazlasını dökmüştü.

Kamera başka bir mekâna gidiyor. Binada. Dekolte rahibe resimleri kuruması için asılmış. Kamera, Robespierre despotizminden bir an önce kurtulmak için halk ayaklanmasını isteyen maviler içindeki General Westermann’ın (Jacques Villeret) kılıcını gösteriyor. Danton da bu mekâna geliyor. Westermann, Danton’a ayaklanma için, “Önce mahkûmları salalım” diyor. Danton, “Paris halkı benim yanımda” diyor ve ayaklanmaya karşı çıkıyor. Desmoulins de geliyor ve gazetenin kapatıldığını söylüyor Danton’a. Robespierre’in matbaa baskını provokasyonuna karşı ne yapılacaktı şimdi? Danton, “Sakin olmalıyız” diyor. Oraya gelen muhaliflerden Pierre Philippeaux’ya da (Serge Merlin), “İktidar istemiyorum. 35 yaşındayım, ama 60 yaşında gibiyim” diyor Danton. Eğer teröre bulaşmazlarsa onlara katılabileceğini söylüyor Pilippeaux. Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin silahsızlandırılmasını da istiyor. Robespierre’in polisi ve gizli polisi var. Polis devleti kurmuş. Bu polislerle korku salıyormuş muhaliflere ve halka. Danton, Kongre’de gizli polis olan François Heron’a (Alain Macé) saldırı olmasını istiyor. Burdon (Andrzej Seweryn), hemen Kongre’ye gidiyor ve kürsüden Heron’u suçluyor. Burdon, Heron’u göstererek, “İşte bu polis, bireysel özgürlüğü tehlikeye atan asıl düşmandır” diyor milletvekillerine. Polis, kendini kanunun üstünde görürse ne olurdu? Heron için oylama yapılıyor. Danton’un Robespierre’e karşı bir zaferi miydi?. Bu yeni dönemin başlangıcı olabilir miydi?

Tarihin ilk diktatörü, Roma İmparatoru Jül Sezar’dı. İktidarı ele geçirdiğinde ilk yaptığı iş, emellerinin önünde olabilecek herkesi yok etmekti. Ama birini atlamıştı. O da Brütüs’tü. Modern diktatörlerin iki atası, Sezar ve Robespierre her daim ilham oldu onlara. Robespierre’in uygulamaları, önce Sezar gibi yakınındakileri yok etse de yöntemler geliştirerek ekibiyle propagandalar ve yalanlar üstüne iktidarını oturtmuştu. Devrim Mahkemeleri’nde iftira dolu iddianamelerle muhaliflerini savunmaya yer bırakmadan yargılatmıştı. Sonra da, Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan giyotinle o muhaliflerin kellelerini kopartarak “Terör Dönemi” yaşatmıştı. İktidarında Fransa’yı kırmızıya boyamıştı. Robespierre, Bakanlar Kurulu’nun etkisinde de kalmış ve Devrim ideallerinden uzaklaştırmıştı iktidarını. Diktatör yönetimler, siz onlara hakaret ettiğiniz için değil, daha çok fikirlerine katılmadığınız için öfkeleniyorlarmış.

İşte bu Robespierre, Danton’la buluşmak istiyor. Danton, eski dostunu iyi ağırlayabilmek için mükellef bir sofra hazırlatıyor. Ama Robespierre’i yemek masasından başka şeyler ilgilendiriyor. Robespierre, Danton’dan Komite’ye katılmasını ilan etmesini istiyor. Danton da içkisini götürüyor bol bol bu buluşmada. Danton, terör hükümranlığını bitirmesini istiyor ondan. Robespiere, devrimin açıklarını kullanan zenginlere karşı yapıyormuş idamları. Danton, “Sen herkesi roman kahramanı gibi görüyorsun. Bizler etten ve kemikteniz” diyor. “Bizim seviyemize in” diye de ekliyor Danton. “İktidarı mı istiyorsun” diye soruyor Robespierre. Gerçek iktidarın sokaklar, halk olduğunu hatırlatıyor Danton. Sonra da elini boynuna götürüyor, “Onu kesecek sen olacaksın” diyor. Bir şey bulamayacağını anlayan Robespierre oradan gidiyor. Danton, Robespierre gittikten sonra Bourdon’a “Avucumda” diyerek önemli hatasını yapıyor. Peruğu başında dışarı çıkıyor Danton toplantı için. Westermann, ayaklanma için ısrar ediyor. Danton ayaklanmaya karşı çıkıyor ve toplantıya katılmıyor. Kadınlara takılıyor. Desmoulins, toplantısı sonunda karısı Lucile’le evde. Bir bebekleri var. Lucile endişe içinde. Robespierre, çok geçmeden Desmoulins’in evine gidiyor. Lucile, Robespierre’e, “Neden onu terk ettin” diyor. Robespierre de “Tam tersi” diye cevaplıyor. “Desmoulins’i uyarmak için gelmiş Robespierre buraya.”

İki buluşmada da umduğunu yine bulamayan Robespierre bakanların toplantısına katılıyor. Robespierrre, Danton’un tutuklanması için polis gönderdiğini söylüyor. Komitedekiler, halkı ve Kongre’yi hazırlamadan tutuklamaya karşı çıkıyorlar. Çünkü bu, Kongre’ye karşı politik intihar olurmuş. Danton, bankerleri de yanına çekebilirmiş. Her şeyin kanunlara uygun olması için Genel Güvenlik Konseyi’nin onayı gerekiyormuş. Desmoulins’in de tutuklanmasını istiyor Komite. Robespierre, “Desmoulins benim dostum” diyerek karşı koysa da kabul görmüyor. Genel Güvenlik Konseyi Başkanı ve gizli polisin başındaki Vardier (Czeslaw Wollejko), “Kanuna uygun değil” dese de Komite kararlı. Komite düzmece karar çıkartıyor. Bu kararla Danton, Desmoulins, Philippeaux ve Lacroix (Roland Blanche) tutuklanası için Komite’deki bakanlar imzalıyor. Tutuklananlar Lüksemburg Hapishanesi’nde toplanacaklarmış. Kararı Lindet (Marian Kociniak) imzalamıyor. Lindet, “Komite beni devrimleri korumak için seçti” diyor. Danton evine geliyor. Desmoulins de orada. Tartışıyorlar. Danton, “Onlara hakaret etmek önemsiz. Onları onaylamamak kızdırdı. Çünkü o elde çok kan var” diyor Desmoulins’e. Devrim Mahkemesi için 12 üye olması gerekiyor, ama ancak yedi üye ayarlayabiliyor Komite. Gizli polis de baskınlar düzenlemeye başlıyor. Yoksullar, evsizlikten topluca aynı yerde yaşıyorlar. Danton evinde bekliyor. Yoldaşı, Lindet’den haber getiriyor Danton’a kaçması için. Danton gitmek istemiyor. Filmin girişinde Danton’un arabasında olan genç kız Eléanor Duplay (Anne Alvaro), Danton’un evinde. Danton, kızın yanına geldiğinde kız ürküyor. Eléonore’un, Danton’la ilişkisi açık değil. Tarihte de öyle. Danton ona, kasadaki paraları almasını söylüyor. “Meşhur Cumhuriyetimiz el koymadan” diye uyarıyor. Sonra eve genç bir polis geliyor ve ürkek kelimelerle Danton’a tutuklandığını söylüyor.

Dostları da Kongre’de Danton’un tutuklandığı haberini alıyorlar. Bourdon korktuğu için kürsüde Legendre (Bernard Maître) konuşma yapıyor. Rebospierre ve bakanları da Kongre’de. Legendre, bu tutuklamanın kışkırtma mı, kıskanma mı, yoksa kişisel düşmanlık mı olduğunun Kongre’de tartışılmasını talep ediyor. Sonra kürsüye Robespierre çıkıyor. İddialarını haklı çıkarma çabası gösterirken, Bourdon da, Danton tarafından aldatıldığını söylüyor. Kellesini kurtarabilmek için. Bir yerde toplanıyor tutuklananlar. Desmoulins, Philippeaux’ya korkusunu anlatıyor. En son Danton getiriliyor. Danton’un özgüveni hâlâ sağlam. İçki bile istiyor tutuklayanlardan. Robespierre, Desmoulins’le görüşmek için geliyor ama, Desmoulins dostlarını terk etmek istemiyor yaşamaya tutkun olsa da. Devrim Mahkemesi kuruluyor. Yargıçlığı da Fouquier (Roger Planchon) yapıyor. Yargı, Robespierre’in denetiminde. Danton ve Fouquier arasındaki söz düellosu ibretlik. Mahkeme basına sansür uyguluyor ve mahkemeyi takip etmelerine izin vermiyor. Ayrıca savunma hakkı da vermiyor. Danton bir avukat ve politikacı. Ama halk mahkemede ve Danton’a sahip çıkıyorlar. Mahkeme Danton’u yolsuzluk ve rüşvetle suçluyor. İddianame bunun üstüne oturtulmuş. Mahkeme, Danton’un halka hitap etmesine de yasak getiriyor. Ama Danton onlara konuşuyor hep. Çünkü Devrim sırasında kendisinin kurduğu bu mahkemenin uyduruk olduğunu biliyor. Danton, iki Komite’nin de mahkemeye gelmesini istiyor. Reddediliyor.

Ressam David’in (Franciszek Starowieyvski) atölyesinde. Robespierre orada kendi tablosunu yaptırıyor. Atölyeye yargıç Fouquier de geliyor, mektupları almak için. Fouquier, Danton’un halkı büyülediğini söylüyor. Robespierre, “Ne olursa olsun yargılayın ve ölüme mahkûm edin” diyor emrederek. Danton mahkemede, “Devrim, Satürn gibidir; sürekli olarak evlatlarını yiyor. Neden hiç bilmediğimiz kadere itilmek zorundayız? Kurtarılmak yerine ölüyoruz. Bu kan seli nereden gelmektedir; nerede duracak” diyor. Fouquier, Danton’u hükümete darbe yapmakla suçluyor son olarak. Ardından Kongre’den de ölüm kararına onay gelince giyotin hazırlanıyor. Hücrede gömleklerin yakaları kesiliyor önce, sonra da enseden bir tutam saç. Elleri de arkadan bağlanıyor. Şimdilerde ters kelepçe deniyor buna. Kendi adıyla anılan bu ölüm makinesinin mucidi Guillotine, “Bıçak boyna düştüğünde hiçbir şey hissedilmediğini, hatta hoş bir serinlik dışında” demiş. Mahkûmlar dışarı çıktığında çana benzer ses duyuluyor. Kamera da içeride yana doğru kayarak pencereden mahkûmları keder yüklü yansıtıyor. Mahkûmları arabaya bindiriliyor, infaz yerine taşınıyor. Fonda da gerçek anlamda insanı ürküntüye, korkuya, soğukluğa düşüren bir müzik de duyulmaya başlıyor. Ressam David de bir yere oturmuş bu katliamı resmediyor geleceğe kalması için. İnfaz yerinde halk da toplanmış ve hiçbir tepki de vermeden infazları görsel şölen gibi izliyorlar. Sanki arenada dövüşen gladyatörleri izler gibi. Bıçak yukarıdan düştüğünde aşağıda kan oluktan çıkar gibi fışkırıyor. En son Danton infaz ediliyor. Cellât, Danton’un kesilen başını herkese gösteriyor haz duyar gibi. Antoine St. Just zaferi kutlamak için Robespierre’in evine geliyor. Robespierre, yatakta ve terler içinde. Acaba suçluluk duygusu mu yaşıyordu? Cehennem bu muydu? Hizmetçi Bayan Dublay, oğlan çocuğunu Robespierre’in yanına getiriyor. Çocuk banyoda ezberlediği Devrim’in slogan ilkelerini söyledikçe Robespierre biraz daha çöküyor. Elini çocuğun yüzüne uzatan Ropespierre’in eli yavaşça aşağıya düşüyor, ardından da son jenerik yazıları yansımaya başlıyor. Robespierre de 1794’te giyotinle idam edilmişti çok geçmeden. Wajda, politik anlamda en trajik dönemi anlattığı bu filminden modern zamanlara metafor gönderiyor sanki.

Robespierre’i canlandıran Polonyalı oyuncu Wojciech Pszoniak’a ayrı bir övgü gönderilmeli. Onun oyunculuğu gözlemlenmeli ve bu performansından da ilham alınmalı. Filmin diğer maestrosu Gérard Depardieu de mükemmel. Aslında bu filmdeki tüm karakterlere övgü sunmalı. Filme çok şey katmışlar. Bu film, 1986 yılında TRT 2’de “Ustalar ve Filmleri” kuşağında gösterilmişti.

“Katin…”

Andrzej Wajda’nın 2007 yapımı sinemaskop “Katyn – Katin”, II. Dünya Savaşı’nda Sovyet lideri Stalin’in Polonya ordusundaki subayları katledişini anlatıyor. Bu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Przemyslaw Nowakowski ve Wladyslaw Pasikowski ortak yazmışlar. Film, Andrzeja Malurczyka’nın “Post Mortem” romanından uyarlanmış. Müzikleri Krzysztof Penderecki bestelemiş. Görüntüleriyse kameraman Pawel Edelman yansıtmış. Filmde Wajda, zaman zaman hafif el kamerası da kullanmış. Bu filmde Lehçe, Rusça ve Almanca duyuluyor. Filmin kurgusu bir yerden sonra zihin karıştırıyor zaman anlamında. Ama yine biraz zaman geçtikten sonra zihinsel olarak toparlanılıyor her şey.

Polonya, II. Dünya Savaşı’nda en büyük acıları yaşayan ülkelerden biriydi. Katin Ormanı Katliamı, ülkenin yaşadığı trajedilerin unutulmaz yaralarından. Wajda bu filmiyle, bu katliamda, Sovyet Kızıl Ordusu tarafından Katin’de katledilen Polonyalı subayların ve onların ailelerinin aziz hatıralarına saygı gönderiyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da hüzünlü bir müzik duyuluyor. 1939 yılı… Ülke Almanlar ve Sovyetler tarafından kuşatılmış. Dumanlar üzerine açılıyor film. Kalabalıklar köprüden karşıya geçmeye çalışıyorlar. Yaşlı, kadın, çoluk çocuk yollara düşmüşler. Onlar arasında bisikletiyle Anna (Maja Ostaszewska) ve küçük kızı Weronika “Nika” da var. Yüzbaşı kocası Andrzej’i (Artur Zmijewski) aramak için Krakow’dan buralara kadar gelmiş. Arabadaki kadın Anna’yı tanıyor. Şafakta Sovyetler saldırmış. Kadın, Anna’ya “Güvendeler” diyor Polonyalı subaylar için. “Kendini ve çocuğunu niçin tehlikeye atıyorsun? Makul ol” diye Anna’yı teskin etmeye çabalıyor. Anna kadınla konuşurken kızı da ortadan kayboluveriyor. Yalnız ve korkmuş küçük bir köpeğe küçük kalbiyle sevgisini gösteriyor Nika az ileride. Sevgiye ve şefkate en içtenlikli an buydu filmde. Sonlara doğru da sıcak bir an yansıyordu Krakow’dan. Wajda, onca vahşetin ortasında insani olan anların yansıması için çaba göstermiş. Ama yine de bu filmin derinliğinde yansıyan insanın insana yaptığı tarif edilemez insanlık suçu vahşetlerine dayanabilmek gerçekten güç. Anna, kızıyla sahra hastanesine gidiyor. Savaşın korkunç tarafıyla bu anlarda karşılaşılıyor filmde. Yaralılar, ölüler her tarafta. Radyodan Polonya’nın başkanının konuşmasını dinliyorlar. Sonra birden Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov’un konuşması duyuluyor. İki büyük güç Polonya’yı istila etmiş, ama Polonyalı subaylar neredeydi? Andrzej, diğer subaylarla istasyonda. Andrzej, her şeyi defterine mektup gibi not ediyor. Andrzej’in iç sesi bir şeyler anlatıyor defterinden: “17 Eylül 1939, Bolşevikler girdi. Sovyet tanklarıyla kuşatıldık, silahlarımız teslim ediyoruz. Onlarla savaşımız olmamasına rağmen bizi POW için götürüyorlar. Subayları ayırdılar. (…) Ara sıra durumu size bildirmek için mektup yazmaya çalışacağım. Bana bir şey olursa ya da ölürsem belki bu defteri size gönderirler…” Anna, kocasını bu istasyonda buluyor. Sonra tren geliyor. Sovyet ordusu, Polonyalı subayları vagonlara dolduruyorlar ve esaret kampına doğru yola çıkıyorlar. Almanlarla Sovyetler ittifaka geçip Polonya ordusunu paylaşıyorlar. Almanlar erleri, Sovyetler subayları esir ediyor. İki Sovyet askeri garda, Polonya bayrağını parçalıyor. Biri kırmızı tarafı göndere çekiyor, diğeriyse beyaz tarafıyla botunu siliyor. Bu an simgesel.

6 Kasım 1939… Krakow’da Andrzej’in profesör babası Jan (Wladyslaw Kowalski) ve profesör annesi Maria (Maja Komorowska) evde vedalaşıyorlar. Jan, Alman SS subayı Dr. Müller’in (Joachim Paul Assböck) konferansına gidiyor. Bir daha yolları kesişmiyor bu iki yaşlı insanın. Konferansta Almanlar tarafından tutuklanan profesörler esir kampına götürülüyorlar çünkü. Krakow şehri Almanların elinde. Yine aynı zamanlar. Sovyet kontrolündeki Kozielsku’daki kampta esir Polonyalı subaylar yansıyor. Şehirde de Stalin posterleri asılı. Megafonlardan propaganda ve marşlar yayınlanıyor hep. Anna da, Krakow’a gitmek için Sovyet subaylarından izin istiyor. Ama reddediliyor. 24 Aralık 1939, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askeri köprüde nöbet tutarken, şehir görünüyor derinlikte. Ardından günlük yaşam geliyor perdeye. Krakow’da generalin (Jan Englert) karısı Roza (Danuta Stenka) yemek masasını hazırlıyor sanki kocası gelecekmiş gibi. Bu ritüel çok etkileyici. Roza, kocasını hayal ediyor hüzünle. Fonda da çığlığı çağrıştıran bir müzik duyuluyordu.

Sovyet esir kampı. Gece kar yağıyor. Uçak mühendisi Teğmen Pitor (Pawel Malaszynski), korku ve endişe içinde. Silah bile kullanmasını bilmiyor. Sivil hayatta rahip olduğu hissedilen bir subay Pitor’a teskin olması için haçlı bir tespih veriyor. Polonya Katolik. Sosyalist dönemde de din hiçbir zaman dinden uzaklaşmadı Polonyalılar. Roza’nın kocası general Polonyalı subaylara moral vermeye çabalıyor konuşmasıyla. General, “Aynı kaderi paylaşıyoruz. Burada çoğunluğumuz bilim insanları, öğretmenleri, avukatları görüyorum. Bir ressamı bile görüyorum. Dayanmalısınız” diyor. Sonra hep beraber ilahi bir şarkı söylüyorlar. Şarkı söylenirken, “dolly”ye takılı kamera da yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Subaylar ,“Tanrım, dünyada doğar, titrer iktidarlar / Yoksun kalır cennete ihtişamından lordlar / Parlak âlemler solar / Alev duyguları saklar / Bitmez tükenmez bir mucize / (…) / Efendim İsa olsa bile ölümlüdür / Böylece dünya tek vücut oldu / Aramızda sonu olmadan yaşayarak” diyor ilahi şarkıda. Kamera, kar altında gecenin karanlığında kampın gözlem kulelerini yansıtıyor.

1940 yılı, gece… Anna, kızıyla beraber kız kardeşi Elzbieta’yla (Anna Radwan) beraber aynı dairede kalıyor. Bir Sovyet subayı geliyor daireye. Yüzbaşı Popov (Sergey Garmash), semaver ve ilaç getiriyor. Sonra Anna’yla konuşmak istiyor. Yan odada Anna’ya kendisiyle evlenmesini istiyor. Çünkü Sovyet ordusu, Polonyalı subayları katletmeden önce ailesini ortadan kaldırıyormuş öldürerek. Popov, bir zamanlar kendi ailesini kurtaramamış. Suçluluk duyuyor, vicdan azabı çekiyor. Anna evlenmek istemiyor. Kocasının yaşayacağına umudu var hep. Dışarıda askeri araç apartmanlardaki belli adreslere baskın düzenliyor. Sovyet askerleri Elzbieta’yı buluyorlar ve çocuğuyla beraber götürüyorlar. Popov, Anna ve kızını saklıyor.

Krakow 1940, ilkbahar… Alman ordusu megafonlardan şehir sakinlerine sürekli bilgiler veriyor, durum değişmedi diye. Anna, kayınvalidesi Maria’nın evine geliyor Nika’yla. 1940, kış… Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylara Noel kutlaması için izin veriyorlar. Teğmen Jerzy (Andrzej Chyra), Andrzej’e el örgülü ve kendi ismi yazılı kazağı hediye ediyor. Başka bir andaysa, Maria’nın evine posta geliyor. Bir kutuyla bir zarfın anlamı derindi. Profesör kampta kalp rahatsızlığından öldü diye yazıyor mektupta. Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylar bekliyorlar. Pravda okuyanlar da var. Tifüs hastalığı da yayılmaya başlamış. Acaba tifüsten dolayı Sovyetler Birliği’ne mi götüreceklerdi onları? Burada subayları ikiye ayırıyorlar. Jerzy’yle Andrzej’in yolları bir daha buluşmuyor. Yüzbaşı Andrzej ve general aynı bir yere götürülüyorlar. Teğmen Pitor da onlarla.

Krakow, 1943… Megafondan isimler okunuyor sürekli. Anna, gazete bayisinden bir gazete alıyor. Andrzej’in ismi gazetede görmediği için umutlanıyor. Kayınvalidesi Maria’nın yanına gidiyor sevinçle. Ama Maria’nın kelimeleri Anna’yı yaralıyor. Generalin karısı ROSE, evinde “Katin Listesi”ne bakıyor kederle. Kızı Ewa da (Agnieszka Kawiorska) yanında. Almanlar onu davet ediyor. Kuşkuyla oraya gidiyor Roza. Alman subay, Katin Ormanı’nda olanları anlatıyor. İfadeyi imzalamalarını istiyorlar. Roza imzalamıyor. Alman subay ona, “Auschwitz’den mektup göndermek istemezsiniz” diyor öfkelenerek. Roza’yı bir odaya götürüyorlar. Siyah-beyaz belgesel görüntülerle Katin katliamı yansıyor. “Smolensk Katin Ormanı” yazıyor belgeselin başında. Polonya POW’undan subaylar katledilmişler. Ses, “Alman uzmanlar, Polonya adli tıp uzmanı Doktor Pradowski’yle beraber, beynin arkasından kurşunlandıklarının, bunun tipik bir Bolşevik usulü olduğunu keşfettiler. Ölüm yarası, kurbanın kafatasının üst kısmındadır” diyor. Belgeselde ölüler toplu mezarlardan çıkartılıyor ve sıra sıra diziliyorlar. Görüntüler gerçek anlamda çok sarsıcı ve insan bakarken ürküyor. Kamera geriye doğru çekiliyor ve belgesel görüntülerin perdeden yansıdığını gösteriyor. Bu “asenkronizasyon” yaratıyordu. Ses, “Bütün Polonya subayları 1940 ilkbaharında katledildiler. Kurbanlar arasında birçok general var. Bu Bolşeviklerin ölüm saçan felaketinden bütün Avrupa halklarını aynı kaderin beklediğini doğruluyor. Kahraman davranışlarıyla Alman ordusu askerleri kıtamızı koruyor” diye devam ediyor. Cani Naziler, cani Stalin’in katliamını ortaya çıkartmışlar ve kamerayla da kaydetmişler. İroni gibi. İlk bakışta Nazi propagandası gibi algılanıyor. Bu filmdeki tüm siyah-beyaz görüntüler gerçek.

18 Ocak 1945, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askerleri şehirde dolaşıyorlar. Halk, Alman olan her şeyi parçalıyor ve yok ediyor. Göndere Polonya bayrağı çekiliyor. Alman bayrağını yırtıyorlar. Alman bayrağıyla botlar siliniyor. Sokaklardan ölü askerler de yansıyor. Roza’nın evine eski kadın hizmetçisi Stas (Stanislaw Celinska) geliyor. Savaş boyunca başka şehirdeymiş. Stras, Roza’ya bir kılıç veriyor. Kamera, başka bir mekâna gidiyor. Bir askeri cip geliyor. Anna, kızı kızıyla evde. Kapı çalıyor. Nika, babası geldi sanarak mutlulukla kapıyı açıyor. Gelen Jerzy. Listede öldüğü belirtilen Jerzy hayatta. Andrzej’in nerede olduğunu bilmiyor. Sonra Anna, Maria’ya Andrzej’in öldüğünü söylüyor. Gizli adli tıp araştırmaları yapan bir merkeze Jerzy, Sovyet binbaşı üniformasıyla gidiyor. Bu merkez, NKVD Kampı’nda yapılan Polonyalı subayların katliamlarının kanıtlarını topluyor. NKVD, “Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği” anlamına geliyor. Jerzy, adli tıp profesörüyle (Krzysztof Globisz) görüşüyor. Katin listesinde Andrzej’in olup olmadığını öğrenmek istiyor. Jerzy, Andrzej’e kazağını vermişti. Jerzy, Anna’nın adresini yazarken profesöre, “Biri için ‘kanıt’ olan, diğeri için ‘kalıntı’ olabilir” diyor. Profesör, adresi Greta’ya (Krystyna Zachwatowicz) veriyor isteksizce.

Dışarıda halk toplanmış, Katin katliamının belgeselini izliyorlar. Sovyet askerleri ve Jerzy de orada. Aynı katliam, bu defa Sovyetler gözüyle aktarılıyor. “Olağandışı Eyalet Komitesi’nin kararına dayanarak” diye konuşan Rusça ses, “Polonya’da işlenen suç olaylarını öğrenmek için özel bir komisyon atandı. POW subayları Katin Ormanı’nda. (…) Kafatasının arkasında bir kurşun deliği, Gestapo katillerinin en sevdikleri öldürme şekli. (…) Polonya POW’unun 1940 sonbaharından daha önce öldürülmediğini tespit edebilirsiniz. Almanlar, kurşun yaralarının da desteklediği tam sinizmle yaptılar. (…) SSCB’deki Polonya 1. Kolordu temsilcileri cenaze törenine geldiler” devam ediyor. Kamera, bu defa belgeseli yansıtan perdeyi gösteriyor, ardından görüntü tüm perdeyi kaplıyor. Wajda, bu anda da “asenkronize” anlatım deniyor. Siyah-beyaz katliam görüntüleri gerçek anlamda sarsıcıydı. Aynı katliam üzerine bu defa Sovyet propagandası yansıyor. Ama katliam gerçekti. Roza, dayanamıyor, askeri kamyonda oturan Sovyet subayına, “Bu bir yalan” diyor. Jerzy, Roza’yı oradan uzaklaştırıyor, sakin bir yere gidiyorlar sisler içinde. Bankta oturuyorlar. Jerzy, onun generalin karısı olduğunu biliyor. Katin’de olduğunu anlatıyor Jerzy. Mezarlara da gitmiş. Jerzy, “Stalin’in, soruşturmaların tarafsızlığı hakkında ifade vermemiz için bize, 1. Kolordu subaylarına ihtiyacı vardı” diyor. Jerzy, katliamı Sovyet askerlerinin yapmadığına inanıyor gibi görünüyor. “Görgü tanıkları vardı” diyor. Roza hayal kırıklığına uğruyor Jerzy’nin anlattıklarından. Sessizce oradan uzaklaşıp gidiyor sisler içinde. Jerzy, gece karargâhta gazinonun barında içiyor vicdan azabı çekerek. Polonyalı subay ateğmen arkadaşı Kama (Jacek Braciak) onu teskin etmeye çabalasa da, katliamı Sovyetler’in yaptığını söylüyor. Jerzy dışarı çıkıyor. Tabancasını çıkartıyor ve başına sıkıyor.

Gündüz… Agnieszka (Magdalena Cielecka), rahibin yanına geliyor. Rahip ona Pitor’un haçlı tespihini veriyor. Rahip, tespihi görev kâğıtlarından tanımış. Agnieszka, kederle oradan ayrılıyor. Anna’nın çalıştığı fotoğraf stüdyosuna gidiyor. Büyüteçle siyah-beyaz fotoğrafta kardeşi Pitor’un somurtkan olduğunu fark ediyor. Anna’dan Pitor’un gülmesini istiyor. Anna pencereden dışarı baktığında tanıdığı birini görüyor. Dışarı çıkıyor. Gelen, kız kardeşi Elzbieta’nın oğlu Tadeusz “Tadzio.” Yıllar sonra mutlu oluyor Anna. Yeğeni, vesikalık fotoğraf çektirip liseye kaydolmak istiyor. Resme merak salmış. Anna, Tadzio’nun çantasında bir tabanca görüyor, ama ses çıkartmıyor. Tadzio, direnişe katılmış savaşta. Tadzio okula gidiyor kayıt olmak için. Müdüre İrena (Agnieszka Glinska), karamsar bir insan. İrena, Agnieszka ve Teğmen Pitor’un kız kardeşi. İrena, tartıştığı bu genci okula alacağını söylüyor. Sonra, “Asla özgür Polonya olamayacak” diyor yanındaki öğretmene İrena. Okuldan ayrılan Tadzio, dışarıda Sovyet propaganda afişlerini yırtarken, Sovyet askerleri görüyor onu. Okuldan çıkan Ewa, ona doğru yürüyor ve onu oradan kaçırıyor. Tadzio’yla Ewa, terk edilmiş bir binanın çatısına çıkıyorlar. Sisler içindeki Krakow’u seyrediyorlar. Bir süre sonra oradan ayrılıyorlar. Tadzio, güzelliğinden büyülendiği Ewa’yı öpüyor. Belki bu ikisi için de ilk öpücüktü. Ewa’yla buluşmak üzere ayrıldıktan sonra, Sovyet askerleri Tadzio’yu görüyorlar. Tadzio, çantasındaki tabancayı çıkartıyor, ama trajedi onu sokakta yakalıyor. Gelecek, hayaller ve aşk da bitiyor böylece.

Agnieszka tiyatroya gidiyor saçını satmak için. Orada oyuncu bir kadın (Alicja Dabrowska), başındaki örtüyü çıkartıyor. Saçları yok. Tiyatrodaki Almanlar, işgal sırasında peruklara da el koymuşlar. Kadın oyuncu, Auschwitz’de de kalmış. Kadın, “Kamptan sonra uzamayacak” diyor saçları için. Tiyatroda “Antigone” oyunu sahnelenecek. Agnieszka tiyatrodan ayrılırken oyunun afişi de yansıyor. Agnieszka parasını alıyor. Pitor’un mezar taşlarını kiliseye götürüyor. Rahibin yardımcısını buluyor. Alamayacaklarını söyleyince levhaları el arabasıyla taşıtıyor şehitliğe. Kız kardeşi müdüre İrena da yanında. Sonra İrena gidiyor. İşçiler mezar taşını mezara yerleştirirlerken bir araba geliyor, Agnieszka’yı Sovyet karakoluna götürüyorlar. Ona, Katin katliamını Almanların yaptığını onaylayan bir belge imzalatmak istiyorlar. İmzalamıyor Agnieszka. Kamera, şehitlikte Pitor’un mezar taşlarının kırıldığını gösteriyor sonra.

Ardından Kamera, Anna’nın evine gidiyor. Anna’nın evinde kapı çalıyor, Nika umutla kapıya koşuyor yine. Gelen yaşlı bir kadın, Jerzy’nin intiharını söylüyor ve ardından bir zarf uzatıyor. İçinden Andrzej’in günlük tuttuğu defter çıkıyor. Anna, Andrzej’in notlarını okumaya başlıyor. Andrzej’in kelimeleriyle o katliam günü yansıyor perdeye. 10 Nisan 1940… Katliamın günü. Polonyalı subaylar tren istasyonuna getiriliyorlar. Trene binen subaylar trajedilerine taşınıyorlar. Andrzej defterine notlar alıyor hep. Geldikleri yerde Sovyet Kızıl Ordusu, Polonyalı subayları siyah cezaevi araçlarıyla Katin Ormanı’na taşıyorlar. Ya sonrası? Bu filmi görmek ve dayanmak gerekecek.

Film biterken görüntü kararıyor. Bu karanlık boşlukta bir ilahi duyuluyor en son: “Tanrım sen cennetteki yaratıcımız / Senin cennette olduğu gibi dünyada da / Bize bugünü geçim kaynağımız olarak ver / Günahlarımız için bizi affet / Bize karşı günah işleyenleri affettiğin gibi…”

(28 Haziran 2015)

Ali Erden

[email protected]

Cafer Panahi’nin Sinemaya Aşk Mektubu

Bu hafta bizde de gösterime giren ‘Taksi Tahran / Taxi Teheran’ büyük ödüle layık görüldüğü geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin kapanış töreninde jüri başkanı Darren Aronofsky’nin başlığa taşıdığımız sözleriyle alkışlanmıştı. İran yetkilileriyle uzun yıllar süren çatışmasının ardından 2010 yılından başlayarak yirmi yıl süreyle film çekmek ve yurt dışına çıkmaktan men edildiği için yönetmen Cafer Panahi yoktu gecede. Ancak görüldüğü üzere İran Yeni Dalgasının bu önemli isminin sinema yapma inadı bir kez daha engel tanımamış, çağımız video devriminin olanakları sanatçının cesaretiyle birleştiğinde yasakların üstesinden gelmek zor olmamıştı.

2011 yapımı ‘Bu Bir Film Değildir’ ve iki yıl öncesinin ‘Perde’sini kapalı kapılar ardında çekmiş olan sinemacı yurtdışı festivallere gizlice gönderdiği bu üçüncü çalışmasında yıllardan sonra ilk kez sokaklara, Tahran’ın trafiği işlek caddelerine çıkıyor. Sarı renkli ticari taksiyi bizzat kendisi kullanıyor, ustası Abbas Kiarostami’nin kadınların sorunlarına eğildiği unutulmaz filmi ‘On’dan ilhamla arabanın iç mekânını bir kez daha film stüdyosu olarak değerlendiriyor. Arabaya binen farklı kesimlerden vatandaşlarla söyleşirken ‘Perde’de olduğu gibi karamsar bir hava esmiyor bu kez. Panahi yüzünden eksik etmediği tebessümüyle konuşmalara müdahil oluyor, soruları yanıtlıyor, kendisini de olayların içine katarak katmanları arasında gezindiği İran toplumunun mikro analizine girişiyor.

Taksi, Tahran caddelerini turlarken bir kadın öğretmen ile muhafazakâr erkek yolcunun hırsızlık olaylarının cezalandırılması tartışmasına, adamın kulağımıza pek aşina gelen ‘birkaçını sallandıracaksın’ çözümü karşısında öğretmenin itirazına tanık oluyoruz. Taksiyi paylaşan motor kazası geçirmiş çiftten kanlar içerisindeki kocanın, ölmesi halinde erkek kardeşleri karşısında karısının haklarını koruyacak bir video vasiyet için çabalamasını buruk bir kahkahayla izliyoruz. Telaşla taksiye binen iki yaşlı teyzenin yanlarındaki cam kavanozda taşıdıkları tatlı su balıklarını öğle vakti gelmeden kutsal Ali Ekber çeşmesinin havuzuna bırakmak konusundaki hayat memat çabaları bizdeki türbe / yatır hikâyelerini anımsatıyor.

Korsan DVD satıcısı Ümid’in taksiyi şenlendirmesi duygu gelgitlerine neden oluyor. Bir süre önce Panahi’ye bizim Nuri Bilge’nin ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sını da temin etmiş olan işbilir satıcı yönetmene saygıda kusur etmezken, sinemacının yasaklı olduğundan dem vurmak suretiyle kendisine kârlı bir iş teklifinde bulunmaya cesaret ediyor. Panahi’nin sanatçı personasından kazanç sağlama amacı güden bu cüretkâr işbirliği önerisini kâh gülerek kâh hüzünlenerek takip ederken, yönetmenin tavsiye peşindeki genç sinema öğrencisine ‘evde oturarak çözüm bulamazsın, anlatacağın hikâyeyi ve biçimi kendin arayıp bulmak durumundasın’ öğüdüne kulak kabartıyoruz.

Daha sonra Panahi’nin (Berlin’de Altın Ayı’yı yönetmen adına almış olan) yeğeni Hana Saeidi konuk oluyor taksiye. Sinema yapmak isteyen ilköğretim öğrencisi yaman kız kısa film ödevi için tasarladıklarını anlatırken yasaların bu alandaki engellemalerini öğretmeninden öğrendiği kadarıyla aktarıyor izleyiciye. Böylece İran filmlerinde iyi karakterlerin kravat kullanmaması, Farsça dini isimler taşıması gereğinden, politik ve ekonomik konulardan kaçınma, eğer bir sorun varsa otosansüre başvurma zorunluluğundan haberdar oluyoruz. Dayısının yolundan gitmeye kararlı Hana’nın çekmeyi planladığı kısa filmde suç ve suçluyu göstermesi yasaktır. Sokak çocuğunun çaldığı parayı sahibine iade etmesi için aşırı çabası bu yüzdendir. Öğretmeninin ‘gerçekleri gösterin ama çok gerçekse göstermeyin’ şeklindeki absürd uyarısı karşısındaki trajikomik şaşkınlığını paylaşıyoruz küçük kızın. Ardından, Panahi’nin 2006 yapımı çalışması ‘Ofsayt’takine benzer bir biçimde stadyum kapısında tutuklanan genç kızların savunmakta olan kadın avukatın itirazına kulak veriyor, İran sinemacılar birliğinin Panahi’ye destek vermediğini öğreniyoruz ondan.

İran Kültür Bakanlığı’nın dayatmış olduklarını bir kez daha dikkate almıyor Panahi. Oto sansürün devlet sansüründen daha korkunç ve onur kırıcı olduğunu ifade eden sinemacının son çalışması 2000 yapımı ‘Daire’de olduğu gibi eliptik bir biçim izliyor, araba parçası çalanları cezalandırma tartışması ile başlayan anlatı bir hırsızlık olayıyla noktalanıyor. Yasak olmasına rağmen izliyoruz bu sahneyi. Panahi’nin finaldeki açıklaması ‘İslam kurallarına göre bu filmde kabul edilebilir insanların rol almaları gerekirdi’ şeklinde başlıyor. Lakin çağdaş teknoloji ürünü video kameraların marifetiyle artık hiçbir şeyin gizlenemediğini yetkililerin gözüne sokarcasına yönetmenin notu şöyle devam ediyor: ‘Benim isteğim dışında bu filmde rol almış bu türden kişiler olduysa onların ismini yazamıyorum. Katkıda bulunan herkese teşekkürler.’

‘Taksi Tahran’ tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış mizah yüklü bir yapım. Çağımız İran toplumu üzerine neredeyse gerçek zamanlı bir belge olmasının yanı sıra, sanatçı özgürlüğüne, sinemaya güçlü bir saygı duruşunda bulunan, arabanın kontrol paneli üzerine bırakılmış tek kırmızı gülün simgelediği yaşamın, ifade özgürlüğünün, umudun filmi, mucizevi bir başyapıt.

(25 Haziran 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Şiddet ve Cinsellik Altyazısız

Aşk ve nefretin tasviri için sözcüklere ihtiyaç var mıdır. Bu hafta sinemalarda gösterilmeye başlayan ‘Kabile / Plemya’ işte bu soruya güzel bir yanıt niteliğinde. Yönetmen Miroslav Slaboshpitsky’nin geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinden üç ödülle dönen ilk uzun metrajı karanlık işlerin döndüğü bir sağır ve dilsizler okulunda geçiyor. Duymayan ve işaret diliyle anlaşan engelli oyuncuların tümü amatör. Filmde herhangi bir altyazı ve dış sesin yer almayacağını ön jenerikten öğrendiğimizde farklı bir deneyimle karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz. Aktörlerin kullandığı işaret dilini çözemiyorsak tüm dikkatimizi perdeye vermek durumunda olduğumuzu anlıyoruz.

Yönetmen genel planları tercih etmek suretiyle işimizi kolaylaştırmıyor da. Bu seçimin bir nedeni var kuşkusuz. Yakın plandan kaçınarak bedenlerin kimlikleri tanımlamasını arzu ediyor Ukraynalı sinemacı. Ancak ustalıklı bir senaryo ve ekspresyonist yorumları hatırlatan aktörlerin vücut dili kısa sürede öykünün içine dalmamızı sağlıyor. Müzik de kullanılmıyor ancak tümüyle sessiz bir film değil bu. Sert adımlardan arabaların motor gürültüsüne, savrulan yumruk darbelerinin vücutlardaki yankılarından giysilerin kumaş hışırtılarına kadar çevredeki tüm doğal sesler öne çıkıyor özenle hazırlanmış ses bandında.

Daha önce çekmiş olduğu kısa metrajı ‘Sağırlık / Glukhota’ ile duyma ve konuşma engellilerin sessiz evrenine olan ilgisini belli etmiş olan yönetmenin ana aktörü Sergey (ki adını diğer oyuncularda olduğu gibi perdeden akan son jenerikte öğreniyoruz) okulun yeni öğrencisidir. Burada kendini soygun ve fahişelikle iştigal eden karanlık bir şebekenin içinde bulur. Okul yöneticilerinin de dahil olduğu bu suç ortamının kendine özgü bir düzeni vardır. Sergey hiyerarşi içinde giderek yükselirken hem daha çok suça bulaşır, hem de bu karanlık evrenin kurallarına bağlı olarak duruşu ve tavırları farklılaşır. Çete reisinin gözdesi Anna’ya tutularak çizmeyi aştığında ise çevresindekileri karşısında bulacaktır.

Sanıldığı gibi işitme ve konuşma engeli üzerine bir çalışma değil ‘Kabile’. Geçtiğimiz Selanik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen olarak ödüllendirilen Slaboshpitsky’nin hedeflediği insanoğlunun zaman zaman sözcüklerin ardına gizlenmiş, örtbas edilmiş temel içgüdülerini tüm çıplaklığıyla sergilemek. Saf cinsellik ve sert şiddet bölümlerinde beliren bu natüralist tavır anestezi olmadan gerçekleştirilen kürtaj sekansında doruğa çıkıyor. Görüntü ve kurgunun başındaki Valentyn Vasyanovich’in steadicam çalışması ve mükemmel uzun planları eşliğinde nefes nefese izlenen filmin başlarında sınıf öğretmeninin Avrupa Birliği haritası önünde Ukrayna hakkında konuştuğunu sezdiğimiz sahneyi hatırladığımızda farklı bir alt metin üzerine kafa yormaya başlıyoruz. Birliğin dışında bırakılmış Ukrayna’nın tüm kapalı toplumlar gibi suç ve yolsuzluk batağında boğuştuğu ve filmin diktatörlük üzerine bir metafor olup olmadığı geliyor hemen aklımıza.

(20 Haziran 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Anadolu Anadolu: Elia Kazan

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Elia Kazan’a, Anadolu’yu hep içinde ve etrafında hissettiği “Amerika Amerika” ve “Kader Değişmez” filmlerini hatırlatmak istedik.

“Amerika Amerika…”

Büyük usta Kayserili Rum yönetmen Elia Kazan’ın içindeki kederleri ve umutları anlattığı 1963 yapımı siyah-beyaz “America America-Amerika Amerika”, değerli bir film. Bu film vakti zamanında ülkemizde yasaklanmıştı. Warner Bros’un sunduğu bu filmin senaryosunu Kazan yazmış. Zaman zaman belgesel tadı veren çarpıcı fotoğrafları kameraman Haskell Wexler çekmiş. Kazan, Kayseri ve İstanbul’da gizli çekim yapmış gibi hissediyorsunuz. Acele çekimlerden görüntüler yer yer titriyor. Filmin büyük bölümüyse doğal olarak Yunanistan’da çekilmiş. Yönetmen bu filminde sıkça zincirlemeli geçişler de yapıyor, zamanın ve mekânın değişmelerinde. Müzikleriyse Manos Hadjidakis bestelemiş. Filmde türkü de duyuluyor. Bu film, sanat yönetimi dalında Gene Callahan’a Oscar kazandırdı.

Kayseri topraklarından görüntüler yansırken, dış ses olarak da ustanın, Kazan’ın sesi duyuluyor. Yoksullukların sürdüğü ülkede, Rumlar ve Ermeniler, izin verildiği kadar yaşamlarını sürdürmeye gayret gösteriyorlar. Dış ses, “Adım Elia Kazan” diyor. Sonra, “Yunan (Rum) kanından Türk olarak doğmuşum. Amcamın bir gezisi nedeniyle de Amerikalıyım” diye ekliyor. Kazan, “Bu hikâye, ailemdeki yaşlı kimseler tarafından yıllar boyu bana anlatıldı. Anadolu’yu hatırlıyorlar. Erciyes Dağı’nı da hatırlıyorlar. /…/ Anadolu, Rumların ve Ermenilerin çok eski tarihlerdeki yurtlarıydı. 500 küsur yıl önce bölge Türkler tarafından istila edildi. Rumlar ve Ermeniler burada yaşadılar ama azınlık olarak. Rum teba. Ermeni teba. Türkler gibi fes ve çarık giydiler, aynı yiyeceği yediler, birlikte sıkıntı çektiler, yük işinde, ulaşımda eşekleri kullandılar. Aynı dağa, Erciyes’e baktılar ama farklı duygularla. Aslında onlar yenmiş ve yenilmiş olanlardı. Türklerin ordusu vardı. Halk soyulmaya başladığı zaman, Anadolu’nun her yerinde baskılar kendini gösterdi. Şiddet patlaması olmuştu, birdenbire ve pervasızca. Halk kaygılanmaya başladı. Kimileri de başka yurt aradı.” diyor. Bu konuşma devam ederken, görüntülerle de yoksulluklar da yansıyor. Yaşlı kasap kız çocuklarının ellerindeki tabaklara et koyuyor, eşekle yükler taşınıyor, askerlerin elleri korkuyla öpülüyor. Sonra köyün üstüne ezan sesi düşüyor.

Hikâye 1896’da başlıyor ve birkaç yılı anlatıyor. Rum Stavros Topuzoğlu (Stathis Giallelis) ve Ermeni Vartan Damadyan (Frank Wolff), Erciyes’in karlı eteklerinde buz kırıyorlar satmak için. Vartan, Stavros’a Amerika’daki dağları anlatıyor. Oradaki dağlar Erciyes’in kederlerine benzemiyormuş. Kısa ön jenerik yazısının ardından Kayseri Valisi, mülkü amirlere başkentten, İstanbul’dan gelen telgrafı okuyor. Ermeni komitacılar, Merkez Bankası’na bombalı saldırı yapmışlar. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Sultan Abdülhamit Hanımızın dileği odur ki, Ermeni tebasına bu tedhiş olayının hoş görülmeyeceği…” diye uzayıp gidiyor telgraf. Stavros ve Vartan, at arabalarına buzları yükleyip yola koyuluyorlar. Çok geçmeden askerler yollarını kesiyorlar. Vartan, Ermeni olduğu için potansiyel suçlu. Rumların sesi çıkmıyor. Orada askerlerin komutanı, Vartan’ı tanıyor ve buzları yeniden arabaya yükletiyor. Asker, Vartan’ı ya tanımasaydı ne olurdu? Ermeniler üzerinde baskılar çoğalıyor, kiliseleri yakılıyor, mezalim yaşatılıyor. Kilise yakılırken içeride kadınlar ve çocuklar vardı. Olayda Vartan öldürülüyor. Stavros tutuklanıyor. Stavros’un babası, oğlunu kurtarmak için valinin elini öpüyor. İdare, Rumları seviyor dişleri olmadığı için. Ya Ermenilerin? Stavros’un babaannesi (Estelle Hemsley), bu dişleri anlatıyor Stavros’a ve Rumlara öfkeleniyor. Kendi topraklarında azınlık bu iki halkın acıları derin keder veriyor insana. Ermenilerin isyanı, milliyetçiliğin o devirlerde bu topraklara da gelmesinden olmalı. Şiddet elbette kötüydü. Mezalim de kötüydü. 1915’e daha vardı. Sonra Rumları mübadele ettik. Ardından da Yahudileri küstürdük. Ermeni adını duyan Türklerin gözünde birdenbire öfke ve derin nefret ateşi savruluyor. Ezelden beri gelen bu nefreti anlamaya çabalamak beyhude kalıyor. Naziler de Yahudilerden nefret etmiyorlar mıydı?

Stravros’un hayali, para bulabilirse Amerika’ya gitmek. Köylerinden geçen yoksul bir Ermeniyle karşılaşıyor Stravros. Adı Hohannes Gardaşyan (Gregory Rozakis) olan genç, yürümekten ayakkabıları paramparça olmuş. Onun Amerika’ya gitme hayali olduğunu öğrenen Stavros, O’na ayakkabılarını veriyor. Stavros’un babası İsak (Harry Davis), O’na ellerindeki tüm serveti veriyor. İstanbul’da halıcılık yapan yeğeni Odiseus’un (Salem Ludwig) yanında ortak iş yaparak ailesini yavaş yavaş İstanbul’a taşımasını umuyor Stavros’tan. Annesi Vasso (Elena Karam) karşı çıksa da eşeğiyle yola koyuluyor Stravros. Nehirden salla geçerken, Türk salcı O’nu soymaya çalışıyor. Kıyıda namaz kılan Türk Abdul (Lou Antonio), O’nu bu zor durumdan kurtarırken peşinden de ayrılmıyor. Abdul’u ilk gördüğünüz anda üçkâğıtçı olduğunu fark ediyorsunuz. Bir kasabaya geliyorlar beraber. Biri genç iki Çingene kadın, “Oğlan oğlan kalk gidelim/ İdareyi feneri yak gidelim/ Ne güzel oğlan/ Boynuma dolan” türküsünü çığırıyorlar. Bu türkü Balkanlar’dan, Anadolu’da çok seviliyor. Hatta Yunanistan’da bile. Handa gecelik geçirmek için yerleştiklerinde Abdul, hediyelik eşyalarını dağıtıyor hancıya ve Çingene kadınlara. Abdul’u başından atmaya çabaladıkça Abdul’dan gelen öfke de çoğalıyor. Abdul, eşeğindeki yükün ve paraların peşinde. Trenle ondan önce yola çıkan Abdul, Stavros eşeğiyle oraya geldiğinde Abdul O’nu zabitlere şikayet ediyor, kendini soyduğunu söylüyor. Zabitler her şeyi Abdul’a veriyorlar. Abdul, Stavros’a “Türklerin ya sevgisini ya öfkesini kazanırsın” diyor alay ederek. Bu söze inanmak gerek. Abdul O’nun peşini yine de bırakmıyor, kalan parayı almak için. Kavga ediyorlar. Abdul’u bıçakla yaralıyor. Abdul ölmüş müydü? Eşek de kaçınca Abdul’un cebinden birkaç lirayı alıyor ve trenle İstanbul’a doğru yola çıkıyor Stavros. Filmde insani hasletleri olan Türk hiç yok. Bir şey tümden iyi veya kötü olabilir miydi? Film ırkçılığa karşı dururken, ırkçılığın içine düşüveriyor, maalesef. Abdul’un kıldığı tuhaf namaz gösterisi bir ironi miydi, yoksa namazın nasıl kılınacağını bilmediklerinden dolayı mı böyle yansıyordu?

İstanbul’a ulaşan Stravros, ezan sesiyle Boğaz’da vapurlara ve gemilere özlemle bakıyor. Onlardan biri O’nu “özgürlükler ülkesi”ne mi götürecekti? Üçüncü sınıf gemi yolculuğunun 110 lira olduğunu öğrenen Stavros, kuzeni Odiseus’un halıcı dükkânına gidiyor. İşleri kesat giden kuzen, Stravros’un, paraları ve her şeyi kaybettiğini öğrenince yıkılıyor. Tüm umudu paralar olmayınca kuzeninin yanında keder yaşayan Stravros yol parası biriktirebilmek için oradan ayrılıyor. Hamallık yapmaya başlayan Stravros, burada orta yaşlı Ermeni hamal Garabet’le (John Marley) dostluğu ilerliyor. Garabet O’nu düşlerinden vazgeçirmek için uğraşıyor. Yol parasını biriktirebilmek için neredeyse kuru ekmek yiyen Stravros’un başını döndürerek geneleve sürüklüyor Garabet. Hiç karşı cinsle beraber olmamış Stravros. Bir yıldır da ancak yedi lira biriktirebilmiş. Parayı çaldırıyor. Garabet O’nu yeraltında çalışan komitacıların yerine götürüyor. Zabitler orayı basıyor komitacıları katlediyor. Cesetleri at arabasına yükleyip denize döküyorlar. Yaralı Stravros kurtuluyor ve kuzeninin evine gidiyor. Hayatı değişmeye başlıyor Zengin Rum halıcı tüccarı Aleko Sinikoğlu’nun (Paul Mann) “çirkin” kızı Tomna’yla (Linda Marsh) evlenip kuzenini de sıkıntıdan kurtaracaktı. Ya düşler? Ailede saygıyla karşılanıyor bıyık bırakmış Stravros. Tomna da O’na âşık oluyor. Neredeyse Stravros O’nun için son umut gibi. Eş anlamında. Müstakbel kayınpederi Aleko, onlara evlendikleri zaman hediye edeceği eve götürdüğünde, Stravros’la Tomna’nın duyguları da dışarıya çıkıyor bu konuşmalarda.

Hohannes’le de karşılaşıyor Starvros. Mutlu oluyor ve aç Hohannes’i lokantaya götürüyor. Hohannes’in Amerika düşlerinden vazgeçmemesi O’nu daha da mutlu ediyor. Çok geçmeden dükkâna gelen Ermeni aile, Aratun (Robert H. Harris) ve Sofya Kebabyan (Katharina Balfour) çifti O’na heyecan veriyor. Daha çok da Sofya veriyor bu heyecanı. Yaşlı ve zengin bu adamla çok genç yaşta evlenmiş Sofya, Amerikan vatandaşı da. Yakınlaşıyorlar ve Sofya O’na yol parasını veriyor ve Stravros düşlerine doğru yol alıyor. Gemide Hohannes de var ve Hohannes hasta. Amerika’ya hasta olanları alıyorlar mıydı? Yoksul insanlar geminin altındaki koğuşlarda ve güvertede yolculuk ederlerken, paraları çok olanlarsa lüks kamaralarda yolculuk yapıyor. Stravros, yolculuğun büyük bölümü Sofya’nın kamarasında geçiyor. Artun bundan rahatsız olmaya başlıyor ve Long Island’da O’nun yakalanması için çaba gösteriyor. Hohannes, ada göründüğünde suya, trajedisin atlıyor. New York’a ulaşabilseydi ayakkabı boyacılığı yapacaktı Hohannes. Boyacıların arasına katılan Stravros, Hohannes’in adından türetilen Joe Arness oluyor. New York’ta şevkle çalışıyor. Kazan’ın dış sesi yine duyuluyor. Daha sonraları tek tek ailesini Amerika’ya taşımış Stravros. Mutlu ve umutlu bir son, gerçeklikte de olabiliyordu. Film, üstüne ısrarla gidersen düşlere yaklaşırsın, diyor.

Bu film, 1997’deki 16. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Beyoğlu Emek Sineması’nın perdesinde görme şansına ulaşmıştık bu filmi.

“Kader Değişmez…”

Elia Kazan’ın 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “The Arrangement-Kader Değişmez”, yıllar sonra Topuzoğlu ailesinin şimdiki durumuna bakıyor. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu Kazan kendi romanından yazmış. Müzikleri David Amram yapmış. Ama filmin fonunda sıkça sanat müziği tınıları duyuluyordu. Görüntülerse Robert Surtees’ten. Kazan’ın bu filmindeki kurgu dili de çarpıcıydı. Bu kurguyla kendinizi bir Antonioni filminin içindeymiş gibi hissediyordunuz zihinsel kaos yaşarken. Zaman geçerken ve başka bir mekâna giderken “sert kesme”ler yapan Kazan, seyircilerin zihnini sürekli karıştırıyor. Hatta geriye dönüşlerde bile. Şimdiki zaman ve geçmiş iç içe geçerek kaos yaratıyor. Bu yüzden film iki defa görülmeyi hak ediyor. Kazan, bolca “şok zum”lu çekimler de kullanmış. Bu filmde teknik yönler de çarpıcı. Gwen’ın, fotoğraf karelerinin içinde hareketli görüntüsü gerçekten 1960’ların teknolojisine saygı duymanızı sağlıyor. Bir de, iki Eddie’nin aynı karede görünmesi de çarpıcı bir görsellikti. Filmde bazı konuşmaların belden aşağı olduğunu da belirtmeli. Filmin orijinal adı “Uzlaşma” anlamına geliyor. Bu, final bölümünde anlamlaşabilecek zihinlerde belki. Bu film, ülkemizde Mart 1972’de “Kader Değişmez” adıyla vizyona girmişti.

Los Angeles’ta reklam şirketinde yaratıcı işler ortaya koyan 44 yaşındaki bıyıklı Eddie Anderson (Kirk Douglas), güzel Amerikalı kadın Florence’la (Deborah Kerr) evli ve Ellen (Dianne Hull) adında da bir kızları var. Radyodan haber-reklam karışık dış ses duyuluyor banliyödeki havuzlu lüks malikâne yansırken. Evde hizmetçiler de var. Eddie ve Florence, önceki sabahlar gibi uyanıyorlar, birbirlerine “günaydın” diyorlar. Sonra Eddie, üstü açık spor arabasıyla işe doğru yola koyuluyor. Bu sabah, önceki sabahlara benzemiyor benzer tarafları olsa da. Otobanda arabasını hızla süren Eddie, iki kamyonun arasında beklenmedik bir şey yapıyor ve büyük kamyonun altına arabasını sürüveriyor. Gözünü hastanede açıyor. Bankadaki hesabı şişkin olan Eddie’nin küçük bir uçağı bile var. Şimdi bıyığını kesmiş Eddie’yi bunalıma iten şey neydi? Zihinden kısa kısa kolaj anlar düşüyor sürekli. Zephyr sigaralarının reklamında çalışırken hayatına güzel Gwen (Faye Dunaway) girmiş. Gwen, kendisini terk ediyor. Sonra da Eddie, geçmişini ve köklerini hatırlıyor, kimlik bunalımına düşüyor. Asıl adı Avengelos Topuzoğlu. O bir Rum. Stavros Topuzoğlu’nun oğlu. Adı bir WASP adıyla değişip Eddie Anderson olmuş. WASP (White Anglo-Saxon Protestant), yani “Beyaz Anglo-Sakson Protestan” o… WASP bir kadınla evlenmiş ve işinde yükselmiş. Ama geçmiş bırakır mıydı? Eddie, bir şizofreninin içinde gibi sanki.

Karısının kaygısı, bu lüks hayattan kopma kaygısı yaşıyor. İlk, Eddie’nin kardeşi Michael’ı (Michael Higgins) arıyor Florence. Sargıları açılan Eddie, nekahat dönemini evde geçirirken, zihni de ona oyunlar oynamaya başlıyor. Zihninden hep Gwen’ın görüntüleri düşüyor. Başlarda ondan hiç hoşlanmamış. Patronu Finnegan’ın (Charles Drake) casusu olarak görmüş onu Eddie. Ama çok geçmeden fırtınalı ilişki başlıyor ve onunla özgürce sevişebiliyor Eddie. Zihninde en unutulmaz anlarsa sahildeki görüntüler. Karısıyla bunları yaşaması da uzaklarda bir ihtimal onun için. Gwen, Eddie’nin metresi olmaktan sıkıldığında onu terk ediyor ve Eddie de boşluğa düşüyor. Anadolu, geçmiş ve birçok şey zihnini kurcalıyor. Zihninde sadece anlar bir an gelip gitmiyor, Anadolu’nun müzikleri de zihninde çalıyor sürekli. Kazan, sanat müziği formunda oyun havaları kullanmış çoğunlukla. Bu müzikler kulağa aşina geliyor. Florence’ın aileye yakın psikiyatrı Dr. Leibman da (Harold Gould) Eddie’ye pek bir şey veremiyor. Florence, gecenin derinliğinde yatak odasında Eddie’ye itirafta buluyor. Florence, Eddie’nin aldatmalarına karşılık vermek için tanımadığı bir adamla sevişmeyi denemiş, ama kadınsal bir sorundan bunu başaramamış. Eddie’yi sevdiğini söyleyip duruyor Florence. Gerçekten öyle miydi?

Elbette babası. Amerika’ya Joe Arness adıyla girmiş Stavros Topuzoğlu, sonradan adını Sam olarak değiştirmiş. Baba Sam (Richard Boone) hastalanmış. Stavros Sam, Amerika’ya gelmek için geride bıraktığı Tomna’yla da evlenmiş. New York’ta toplanıyor aile. Tomna (Anne Hegira), sert, girişken ve coşkulu adamı, Stravros’u hiç yalnız bırakmamış, O’na hep destek olmuş. Belki de ona minnettarlığından. Stravros, Amerika’ya göç ettiğinde O’nu hiç aramayabilirdi. NewYork’ta Gwen’in dairesini bulan Eddie, pencereden bir adamla O’nu görüyor. Zihninden adamı vurmak istiyor. Görüntüde çizgi romanlardaki patlangaçlar patlayıveriyor. Bir zaman sonra daireye giden Eddie, Gwen’la eskisi gibi olmasını bekliyor. Gwen, bir genç adamla beraber ve bir bebek de var ortada. Gwen, Eddie’nin varlığına tahammül edemiyor. Genç adamın arabasıyla uzaklaşan Eddie, sonra daireye dönüyor. Bebeğin kendisinden olduğundan kuşkulanıyor. Bu kuşku sonuna kadar sürüyor. Sonra yeniden ilişki başlıyor. Bir de kardeşi Charles’ın (John Randolph Jones) karısı Gloria da (Carol Rossen) var. Koca Sam’e bakmaktan bıkmış. Eddie, babasını hastaneden alıp, Long Island’daki çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği kıyıdaki malikâneye götürüyor. Burada babayla oğlun arasındaki ezelden beri gelen çatışmalar da su yüzüne çıkıyor. Hatta Freudyen bu çatışmalar. Geçmiş bu anlarda da zihninden düşüyor Eddie’nin. Babası, Eddie’den çalışabilmek için bir şans daha istiyor. Arada bir “aman aman” diyen baba, “Benim gibi tüccar kanı taşıyorsun” diyor Eddie’ye. Bu sözlere öfkeleniyor ve kırılıyor Eddie. Babası gibi olmamak için kendisiyle hep savaşmış Eddie. Sonra yaşlı kurt Sam, Anadolu’yu hatırlatan rakısını içiyor kederle. Gloria, bu ihtiyardan kurtulmak için bakımevi cankurtaranıyla (ambulansıyla) malikâneden kaçırıyor Sam’i.

Sonra yine kendiyle hesaplaşmasını sürdürüyor Eddie. Piyano çaldığı bir anda çok yakın zamandaki reklamcı geçmişi geliyor, hesaplaşıyorlar beraberce. Gerçeküstücü bir sahneydi bu. Ama hatıralar silinip atılabilir miydi? Gwen da gidiyor yanındaki genç adamla beraber. Sonra Eddie’nin zihin karışıklığı gibi kurgusal kaosla Eddie kendini yaralı olarak hastanede buluyor. Kendi kendini mi vurmuş, yoksa Gwen’ın yanındaki genç adam kıskançlıkla mı O’na ateş etmiştir. Aile avukatları şeytansı Arthur’un (Hume Cronyn) planıyla serveti karısının üstüne geçerken, kendini akıl hastanesinde buluyor Eddie. O’nu hastaneden çıkaran da Gwen oluyor. Yeniden başlayabilmek için. Hastaneye, ölmek üzere olan babasını görmeye gittiğinde, babasının gözlerindeki “bir şans daha” arzusunu görüyor Eddie ve O “bir şans daha” arzusunun peşinde Gwen’la yeni hayata başlıyor Eddie.

Bu filmi seyrettiğinizde, hangi kadınla yola çıkmayı umut ederdiniz? Florence’la mı, yoksa Gwen’la mı? Mutluluk oyununu oynayanı mı, yoksa gerçekliğin varlığını hissettireni mi tercih ederdiniz? Cevapları bulmak kolay değil. Kazan, bu filminde “Amerika Amerika” filmindeki genç Stravros’un gemi güvertesindeki anlarını da sepya olarak yansıtıyordu.

(07 Haziran 2015)

Ali Erden

[email protected]

Tutkuları ve Korkularıyla Yves Saint Laurent

Bu hafta vizyona giren Bertrand Bonello imzalı ‘Saint Laurent’ ünlü Fransız moda ikonunun hikâyesine geçtiğimiz yıl gösterilmiş Jalil Lespert çalışması ‘Yves Saint Laurent’dan çok daha farklı bir biçimde yaklaşıyor. Lespert’in söz konusu filmi efsanevi modacının Cezayir’de geçen çocukluk yıllarından başlayarak Paris’te Christian Dior için çalıştığı dönemden muhteşem yükselişine tanıklık eden, hem hayat arkadaşı hem de iş ortağı Pierre Bergé’den kabul görmüş klasik bir biyografiydi.

Bonello’nun Bergé’den veto yemiş filmiyse bir döneme damgasını vurmuş üstadın zirve yılları olan 1967 – 1976 arasına eğiliyor ve bu muhteşem imparatorluğun cilasını kazımak suretiyle yaratıcı dehanın sırlarının, korkularının, güvensizliklerinin peşine düşüyor. Cezayir’in bağımsızlık direnişi ve Vietnam savaşının tetiklediği 68 hareketiyle dünyanın ve Fransız toplumunun fokur fokur kaynadığı dönemden belge görüntüler ile marka ismi adım adım tepeye taşıyan kreasyonlar koşut kurguyla beyazperdeye yansırken perde ardındaki yaratıcının özel hayatı, tutkuları, ilham perileri serbest vezinde birbiri ardına konuk oluyor Bonello’nun anlatısına.

Yves Saint Laurent’ın laboratuvar titizliğiyle çalışan atölyesi ile Paris’in çılgın gece hayatı arasında bölünmüş yaşantısına tanık oluyoruz. Geçmişinin şeytanlarıyla hesaplaşmasını izliyoruz. Rothko’nun soyut resimlerine olan ilgisini ve yaşamına daima yön verecek olan Proust tutkusunu öğreniyoruz. Bu öylesine bir tutkudur ki filmin ilk sahnesinde intiharın eşiğinde bir otele kayıt yaptırırken kendisini Proust’un ölümsüz karakteri Swann olarak tanıtacak, yazarın tıpkısını yaptırdığı karyolasında huzur bulacaktır. Proust’un geçmişe duyulan özlemle yüklü dizeleri, Cezayir’in parlak güneşi ve benzersiz renkleri çizgilerine sinecektir.

Bonello moda ilahının uyuşturucu ve alkolle beslenen hedonist yaşantısını kısa ve vurucu sekanslarla vurguluyor. Jaspert’in filminin omurgasını teşkil eden Bergé ile aşkını değil Karl Lagerfeld modeli Jacques de Bascher ile tutkulu birlikteliğini öne çıkarıyor. Buna karşılık uzun bir sekansı Bergé’nin Amerikalılarla iş toplantısına ayırmaktan kaçınmıyor. Yine modacının Mondrian hayranlığından yola çıkarak perdeyi karelere bölüyor, 1976 yılının ünlü defilesini beyazperdeye taşıyarak kendisini geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş bir sanatçı olarak yorumluyor.

Bonello’nun sürprizlerle dolu filminin konuklarından biri de tasarımcının dostlarından tanınmış İtalyan yönetmen Luchino Visconti. Filmde Yves Saint Laurent’ın yaşlılığını canlandıran Helmut Berger, ‘Lanetliler’in küçük ekrandaki görüntüsüyle mucizevi bir biçimde çekici gençlik günlerine dönüyor. Üstadın bir diğer ilham perisi Maria Callas’ın sesinden ‘Un Bel di Vedremo’ ya da ‘Vissi d’Arte’ gibi ölümsüz Puccini aryalarının başköşede olduğu ses bandına Creedence Clearwater Revival ve Bonello’nun Moroder’i anımsatan kendi elektronik ezgileri katılıyor. Moda ikonuna hayli benzetilmiş Gaspard Ulliel, Pierre Bergé’de Jérémy Renier, Jacques de Bascher’de Louis Garrel’in çok yerinde seçimlerine kısa anne kompoziyonunda 70’li yılların unutulmaz oyuncusu Dominique Sanda ekleniyor. Kurguda Fabrice Rouaud, görüntülerde Josée Deshaies’in çizgi dışı işleri, Andy Warhol’un mektubuyla hayranlığını ilettiği ezber bozan sanatçının dehasına odaklanmış, biyografik türün konvansiyonlarına yüz vermeyen bu çalışmaya çok şeyler katıyor.

(04 Haziran 2015)

Ferhan Baran

[email protected]