Kategori arşivi: Yazılar

55. Uluslararası Selanik Film Festivali Başlıyor

Dünya sinemasının en köklü festivallerinden Uluslararası Selanik Film Festivali bu yıl 31 Ekim – 09 Kasım tarihleri arasında düzenleniyor. 55. yaşını kutlayacak olan festival, Yunan sinemasının 100. yıl kutlamaları çerçevesinde yine zengin bir program içermekte. Yunan sinemasının uzun geçmişinden 20 filmlik seçkide Michael Cacoyannis’in 1955 yapımı Stella’sı, Theo Angelopoulos’un dört saatlik dev eseri ‘Kumpanya / Thiassos’ (1975), Yorgos Lanthimos imzalı bizde de çok sevilmiş yakın tarihli ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ öne çıkıyor.

Avusturyalı yönetmen Götz Spielmann’ın başkanlığını yaptığı jürinin değerlendireceği Altın ve Gümüş İskender ödüllü Uluslararası Yarışma filmleri ilk ve ikinci filmlerden oluşan programıyla yine heyecanlı bir keşif gezisine çıkartacak sinemaseverleri. Avrupa kökenli yapımların ağırlıklı olduğu bu seçkide, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde ‘Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nü kazanan ‘Kabile / Plemya’ özellikle dikkat çekiyor. Ukraynalı Myroslav Slaboshpytskiy imzalı yapım, 19 yaşındaki Sergey’in sağır ve dilsizlerin devam ettiği yatılı okuldaki hayat kalma mücadelesini diyalogsuz ve altyazısız olarak anlatmayı seçmiş.

‘Açık Ufuklar’ başlıklı bölüm dünya festivallerinden 40 filmi ağırlıyor. Bizde 14. Filmekimi’nde ilgiyle karşılanan ‘Turist / Force Majeure’ ve ‘Jessica Hausner’in 19. yüzyıl Alman romantiklerinden Heinrich von Kleist’ın gerçek hikâyesi üzerine ilgiye değer denemesi ‘Çılgın Aşk /L’Amour Fou’ bu ilginç toplamda yer almakta. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nin bizde yine Filmekimi’nde izlenen güzel filmleri Andrey Zvyagintsev imzalı ‘Leviathan’, Naomi Kawase’nin son başyapıtı ‘Sakin Sular / Futatsume No Mado’ ve Dardenne kardeşlerin ‘İki Gün, Bir Gece’si özel gösterimler arasında yer alıyor.

55. Selanik Film Festivali’nin açılış filmi, Cannes şenliğinin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün büyük ödülünü kazanan ‘Beyaz Tanrı / Fehér Isten’. Macar toplumunda yaygınlaşan ırkçı eğilimi ve aşırı sağcı Macar hükümetini köpek isyanı metaforuyla eleştiren bu etkileyici filmin tanınmış yönetmeni Kornel Mundruczo festivalin ‘Ustalara Saygı / Tribute’ seçkisinin konuklarından. Bu bölümün bir diğer konuğu Roy Andersson’ın beş filmi yer alıyor festivalde. İsveçli ustanın Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü son çalışması ‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ festivalin kapanış filmi olarak 08 Kasım Cumartesi akşamı gösterilecek.

İran asıllı Amerikalı yönetmen Ramin Bahrani ve Yugoslavya sinemasının ustalarından Zelimir Zilnik kapsamlı toplu gösterilerle ve ustalık dersleriyle (masterclass) festivalin öteki misafirleri.

Festivalin Balkan Sineması’na ayrılmış geniş bölümünde bu yıl ülkemizden üç önemli film yer alıyor. Nuri Bile Ceylan’ın Cannes galibi ‘Kış Uykusu’, Kaan Müjdeci’nin Venedik’ten Jüri Özel Ödüllü ‘Sivas’ı ve Kutluğ Ataman’ın Berlin’de ilgiyle karşılanan ‘Kuzu’su, onbiri uzun ve aralarında bizden Serhat Karaaslan’ın ‘Dondurma’sının da yer aldığı yedisi kısa toplamın beklenen filmleri arasında. Romanyalı usta Corneliu Porumboiu’nun son filmi ‘İkinci Oyun / Al Doilea Joc’ yine bu bölümün ilgiye değer yapımlarından.

Festival efsanevi bir oyuncuyu da misafir ediyor bu yıl. Hanna Schygulla’nın eşsiz kariyerini anlatan kısalarla birlikte sanatçının Rainer Werner Fassbinder ile çektiği üç önemli yapıt ‘Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’, ‘Maria Braun’un Evliliği’ ve ‘Lili Marleen’ programa dahil edilmiş. 07 Kasım’da festivalin ana salonu Olympion’da sinema sanatına katkıları nedeniyle kendisine özel bir ödül sunulacak olan ünlü oyuncu geceyi kısa bir dinleti ile taçlandırıyor.

(28 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alin Taşçıyan’la Altın Portakal, Sansür ve SİYAD Üzerine…

Alin Taşçıyan’la, 51. Altın Portakal Film Festivali’nin adının sansür ve protestolarla anıldığı ilk günlerde bu söyleşi için sözleşmiştik. O günlerde SİYAD’ın (Sinema Yazarları Derneği) Başkanı olmanın dışında, Festival Ekibi’nde de yer alan ve yaşanan gelişmeler sonucunda en çok eleştiriye uğrayan isimlerden olan Taşçıyan, şenliğin sona ermesinin hemen ardından sorularımızı yanıtladı.

Söze, “Burada sansür sürecinin işletilmediğini net olarak söylüyorum” şeklinde giren Alin Taşçıyan, konunun artık kolektif bir meseleye dönüştüğünü belirterek, festivalin kurumsal olarak sansürle anılmasına ilişkin sorulara yanıt veremeyeceğini de sözlerine ekledi:

“Önümüzdeki günlerde konuyu festival ekibiyle bir araya gelip değerlendirerek kamuoyunun karşısına çıkmayı plânlıyoruz. Bu sürecin ardından benimle ya da yönetimden herhangi bir arkadaşla olayların perde arkasında kalan ve kamuoyuna yansımayan kısımlarını ayrıntılarıyla konuşabilirsin.”

Bu zorunlu açıklamanın ve söyleşimizin “sınırlarını” vurgulamanın ardından, tamamına gelecek hafta yayınlanacak olan Modern Zamanlar’ın 34. sayısında yer vereceğimiz sohbetle sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Söyleşimize festival öncesinde Star’da yayınlanan “Arı Kovanına Çomak Sokmak” başlıklı köşe yazınla başlamak istiyorum. Burada kullandığın “gaza getirilebilirler” söylemi sinema yazarlarının bir bölümü tarafından -doğal olarak- tepkiyle karşılandı.

Öncelikle o ifadelerin sinema yazarlarına yönelik olmadığını belirteyim. O yazı, basına ve bir ölçüde de kimseyle iletişim kurmadan toplantı halinde olduklarını öğrendiğim belgesel sinemacılara yönelikti. Yazı Perşembe günü yayınlandı. Ertesi gün yola çıkacağım için Salı günü kaleme almıştım ve gelişmeler bu yönde değildi.

Gelinen noktada, Başkanı olduğun Sinema Yazarları Derneği / SİYAD’lı yazarların da sansür meselesiyle ilgili tepkileri oldu.

SİYAD bu ülkenin sinema adına çok önemli bir kurumu, bu kadar net söyleyeyim. Son derece iyi kalemlerimiz var. Hepsinin donanımlarına, yüreklerine güveniyorum; ama bazen birey olduğumuzu unuttuğumuzu düşünüyorum. Yani dayanışma / örgütlenme iyidir -çoğu arkadaş gazete kökenli olmadan sinema yazarı olduğu için bu gerçeği hatırlamayabilir- ama öncelikle belli bir çevrenin kalemşörü olmak yerine birey olarak hareket etmeyi öğrenmek gerekiyor. Bir de SİYAD’lı olmak kimliği hep spekülasyon malzemesi yapılıyor. Üye olmak isteyenler, olamayanlar, başvuru yapması bile mesele haline gelenler vs… Dernek, eninde sonunda insanların bir parçası olmak istediği bir çevre, bir kimlik haline geldi. Hatta yaptığı iş ve çalıştığı kurum vasıtasıyla elde edemediği itibarı SİYAD üyesi olarak sağlamaya çalışanlar da oldu. Bunlar bir kurum için önemli şeyler; ama buna sahip olup olmamak yine de bireyin elinde.

Bir diğer konu da birey olarak çıkışını çok daha net yapabilecek insanlar, tepkilerini ille de SİYAD başlığı altında göstermek istiyorlar. Bu da kurumsal kimliğe zarar verici bir şey.

Sansür konusu gündeme geldiğinde, dernek tarafından kaleme alınan bildiriden duyulan rahatsızlık, 75 üye tarafından imzalanan metinde kendisini göstermişti. Bu süreç, dernek başkanlığından istifa etmenle sonuçlandı, öyle değil mi?

Artık “Eski Başkan” sıfatıyla söyleyebilirim ki, SİYAD’lı olmak benim tercihim olmamıştı, Başkan olmak da öyle… Bu göreve gelirken vizyon getirmek, derneği geliştirmek gibi bir yaklaşımım da olmamıştı; zaten gerek Tunca (Arslan), gerek de Murat (Özer) bu konuda ne yapılması gerekiyorsa yapmışlardı. Benim için en önemlisi mesleğin saygınlığını korumaktı, görev sürem boyunca onu yapamadım.

Yönetiminde yer aldığın festivale ilişkin tercihlerini boykottan yana kullanan sinemacılar ve yazarlar için neler söylemek istersin?

Genelleme yapmıyorum. Arkadaşların bazıları ilkeler bazında hareket etmişlerdir muhakkak; bazılarıysa ait oldukları grubun kararı doğrultusunda. Herkesin birşey yaptığı bir süreçte eksik kalmamayı düşünenler de olmuştur. Bunların dışında kişisel durumlar da vardık mutlaka, yeni bir şey değil. Sonuçta homojen bir kitleden söz etmiyoruz, eminim herkesin nasıl hareket ettiğine dair bir fikri vardır.

İşin organizasyon kısmında yer almasan ve festivale bir sinema yazarı olarak katılsan senin tepkin ne olurdu?

Bir defa işin organizasyon kısmında olmasam gerçeği bu derece iyi bilmezdim. Bu koşullarda da konuyu çok iyi araştırırdım. Herhalde bugüne kadar, mevcut SİYAD üyeleri arasında -Ali Ulvi (Uyanık) ve Necati Sönmez gibi tavizsiz isimlerle birlikte- sansür konusunda en çok haber yapanlardan birisi benim. Yaklaşımım daima araştırmak ve işin doğrusunu öğrenmek olurdu: Kaynağım ne, diğer kaynaklar kimler? Bunu, benim kuşağımın çok iyi bildiğine inanıyorum. Örneğin “Büyük Adam Küçük Aşk” filmi hakkında tutulan polis tutanağına kadar bulup; Handan İpekçi, festival ve Sansür Kurulu’yla da konuşarak işin doğrusunu ortaya çıkarmıştık. Bir konunun bir sürü bileşeni vardır kısacası. Bu sürecin adını “Basına ve Kamuoyuna Duyuru Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği” koydum. Böyle manasız duyuru savaşları yaşandı çünkü.

Ayrıca, bazı sözler vardır ki, insanları haklı olarak yerinden sıçratır. Sansür de öyle… Ben sansürün anlamını, yöntemini ve burada ne olup bittiğini gayet iyi biliyorum. Ne olmadığını da gayet iyi biliyorum. Dolayısıyla bu sözcüğü ortaya atarak bir kıvılcım çakıp kitlesel bir hareket başlatmaya çalışmak bence bilinçli bir adımdı. Ama eninde sonunda insanlar geriye dönüyor, sorgulamaya başlıyor ve kavramla / olayla ilgili kuşkular giderek artıyor. Göreceksin, burada da öyle olacak. Ben septik bir insanım, birisi bana birşey söylediğinde hemen ayağa kalkmam. Sonuçta bir sürü yalan haberle hayatımız geçiyor işte.

Çok konuşulsa da seninle yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bir konu da sinema yazarlığı ile festival yöneticiliğini bir arada yürütmenle ilgili. Bu türden eleştiriler için neler söylemek istersin?

Bunların birbiriyle çatıştığına inanmıyorum. Birincisi bunları yıllardır yapıyorum; ama insanların esas tavrı, “şu gün / şu dönem / şu yönetim” meseleleriyle alakalıydı. Yani tamamen partizanca bir yaklaşım oldu. Bunları analiz etmek için aslında çok erken; ama şunları söyleyebilirim: Bu ekip Antalya’ya gelince ipler koptu bence. Adana ve Malatya’da da bulunmakla birlikte, bazı çevrelerin buraya yaklaşımlarının farklı olduğunu biliyorum. Mesela herkes İstanbul Film Festivali’ne karşı daha saygılı iken, Antalya’ya karşı ben de dahil, biraz hırçındır. Altın Portakal’ın yapısı böyle… Hiçbir İFF Kapanış Töreni’nde “ben sanatçıyım” diye haykırarak insanları yerinden kaldıran kimseleri göremezsiniz; ancak Antalya’da her yıl bu mesele çıkar. Yine İstanbul’da herkes kendisini evinde hisseder, gündelik akışını çok fazla değiştirmez; ancak burada daha bir tatil havası ya da gruplaşmalar söz konusu olur. Türkiye’de herkesin futbol ve siyasetten çok iyi anladığını iddia ettiği gibi, kimi insanlar da buraya gelince festivallerin nasıl yapılması gerektiği hakkında konuşur durur.

İletişim ekibimizle festival öncesi yaptığımız bir toplantıda, onlara “sadece olumsuz haberler çıkacak, sakın telâş yapmayın” demiştim ve daha bu olayların hiçbirisi olmamıştı.

Belli bir yayın grubunda çalışıyorsun, önemli festivallerde görevler üstleniyorsun. Bazı eleştirilerde, ülkede son dönemde yaşanan gelişmelere artık “taraf” olarak yaklaştığın da iddia ediliyor. Belli bir değişim içinde olduğun şeklindeki tespitler veya kaygılara bakışın nedir?

Olabilir, düşünmek lâzım. Ama benim için kimsenin kaygılanmasına gerek yok! Ben kendi işimi yapıyorum; festivallere filmler ve ekipler getiriyor, onlarla söyleşiler yapıyorum. Dünyanın her yerinde bu işleri sinema yazarları yapar. Ayrıca söylendiği gibi işin organizasyon kısmında olmuyor, program kısmında yer alıyorum. Kendi alanımın sınırları içinde buradayım yani… Kim hangi otelde kalmış, uçakla mı gelecekmiş, törene ne zaman çıkacakmış, parasal durumlar nelerdir, bunlarla ilgilenmiyorum. Ben filmlerin değerlendirme kısmını yapıyor, izleyiciyle buluşma noktasında moderasyonu üstleniyorum; Vecdi Sayar’dan Burçak Evren’e, Atilla Dorsay’dan Sevin Okyay’a birçok sinema yazarının çeşitli dönemlerde yaptıkları gibi. Bir sene de -Vecdi Sayar gelmeden önce- Deniz Ziya Temeltaş, Fırat Yücel’i Program Direktörü olarak belirlemişti örneğin. Bunlar hepimizin yaptığı şeyler ve sinema yazarlığının da hayli ciddi bir parçası.

Meselenin bir de konjonktürel boyutu var. Siyasal ve kültürel zeminde bir süreçten, altüst oluşlardan geçiyor Türkiye. Doğal olarak kaygılar var. Sansür tartışmalarının arka plânında bunların da yer aldığı görüşüne katılır mısın?

Öyle bir kaygı var; ama bu süreçte sinema daha mı iyiye gitti, yoksa daha mı kötüye? Ayıptır. Bazı şeyler kısıtlamak istiyorlarsa ne diye sektörün kendi bileşenlerini içine alıp destek dağıtsınlar bu kadar. “Yiğidi öldür, hakkını ver” demişler. Bütün sinemacılar yıllardır ciddi biçimde Kültür Bakanlığı’yla iletişim ve pazarlık halinde. Ben Türkiye Sinema Platformu’nda da Yönetim Kurulu görevinde de bulundum. Tamam, iç ve dış politikayı tartışalım, yanlışların üzerinde duralım; fakat tırnak içinde “demokrat” olması gerekenlerin daha bağnaz olabildiğini de unutmayalım.

Bir de başından beri söylüyorum partizan olma meselesini; ama bu arada hangi partizanlıktan söz ediyoruz, onu da anlamış değilim! Türkiye’de herkes birşeylere karşı, öte yandan kadına karşı bir bakış var, kimliklere bakış var… Bazı insanlar bütün kimlikleri üzerinde toplayınca hedef oluyor tabii. Ama bunu kaldıramayacak olsam hiç bulaşmazdım bu işlere.

Yeri gelmişken, kim haklıysa ondan yana olduğumu da söylemeliyim. Türkiye’de hakiki bir kamplaşmaya gidiyoruz. Bir noktada “karşıyım”, “muhalifim”, “nefret ediyorum” tavrı varsa, bütün bunlar normalleşiyor. Ortada bir hükümet ve icraatları varsa eleştiri olması da gayet doğal. Ben de herşeyi onaylamıyorum; ama doğru bir şey de yapılıyorsa yanında olabilirim. Bu arada ömrüm boyunca Yeşiller ve Feministler dışında siyasal olarak kendimi yanlarında konumlandıracağım hiçbir hareket olmadı, hatırlatmak isterim.

Geçmiş dönemde Altın Portakal’a ilişkin bazı eleştirilerin olduğunu biliyoruz. Sözgelimi festivali “panayır gibi” şeklinde nitelendirdiğin dönemlerden bu yana ne değişti?

Bu eleştirileri yaptığım dönemlerde de festival için çalışmıştım ve buradaydım. Onun dışında gelmediğim yıllar olsa da genel eleştirlerim oldu, bugün de var. Son olarak Vecdi Sayar döneminde Ermenice bir şarkı krizi olmuştu hatırlarsan. Sonradan nedeninin, bir siyasi parti liderinin festivale gelmesi olduğunu öğrenmiş ve ertesi yıl kendi içimde bir tavır geliştirmiştim. Herkesin hassasiyetleri farklı olabiliyor: Bazı kesimler bir dile konulan ambargoya tepki gösterir, bir diğeri de bir devlet başkanına küfür edilmesine!…

Önceki yılların festivallerinden söz etmişken; altyapıyı zayıf bulan, festival adına “çivi bile çakılmadığını” iddia eden yöneticiler de oldu bu sene; ama kimse kapatılması sonucu işsiz kalan festival emekçilerinden ve AKSAV’dan söz etmedi…

Ben bir dönemde de AKSAV’la çalışmıştım Altın Portakal’da. Ağır eleştirilerim de oldu, övgülerim de. Herşeye rağmen, olanaksızlıklar içinde festivaller yaptıklarını söyleyebilirim. Hülya (Özyol) da arkadaşım, biliyorsun. Kimse o insanların hakkını yiyemez.

Artık festivale dönelim. Nasıl değerlendiriyorsun 51. Altın Portakal’ı?

Çok şükür ki iyi değerlendiriyorum. Benim için en önemli şey film gösterimleriydi. Seçkimiz çok iyiydi, bundan hiç kuşku duymadım; ama bunları iyi koşullarda gösterebilecek miyiz diye düşünüyordum. Bunu başardık. Israrlarımız ve Menderes Türel’in de titizlikle üstünde durmasıyla AKM’yi elden geçirdik. Bundan daha iyi ses olması mümkün değil artık; çünkü o salonun limiti var. Tarihinde ilk kez flu olmayan gösterim yaptık orada, bizim için çok önemliydi. İkincisi, ulusal / uluslararası yarışma filmlerinin ekipleri buradaydı, onları seyirciyle buluşturabildik. Gösterimler sorunsuz geçti, Türkiye’de sinema için çok önemli bir atılım olan Film Forum’u hazırladık ve bütün bunların hazırlığını çok kısa bir sürede tamamladık. Gerisi teferruat bence…

Festivalin ilk günlerinde, sinema yazarlarının bir bölümünün veto edildiği iddia edilmişti yanlış hatırlamıyorsam.

Gazetecilikte bir ilke vardır: Gazeteci kendi parasını ödeyerek festivali izler! Her festivalin belli bir davetli kitlesi vardır; ama bu sayının da sınırları vardır. Bu gerçeğin dışında bu yıl Altın Portakal’da boykot edilen, veto yiyen hiç kimse olmadı. Sadece Sayım Çınar’a gönül koydum, onu inkar etmiyorum. SİYAD dışında basında yazıp çizen; gazete, TV, dergi ekiplerinden yüzlerce kişi vardı. Örneğin yabancı basına bile 5 gece şartı getirdik bu yıl. Hollywwod Reporter’dan Variety’e; İsrail’den İsveç’e, Rusya’dan ABD’ye kadar bir çok ülkenin gazetecisi festivali bu koşullarda takip ettiler ve bunu da hiç sorun etmediler.

Türkiye’de davet meselesinin de konuşulması gerekiyor artık ve bu bayağı ahlâki bir sorun haline geldi. “Benim herşeyimi ödeyin, ben de sizi haber yapayım” demek sence de tuhaf değil mi?

Anladım. Bir de TOMA hadisesi var çok konuşulan…

Filmin sunumunu yapacağım için ekiple birlikte tam AKM’ye girerken TOMA’nın geldiğini söylediler. Hemen telefona sarıldım; sonra baktım, geri çıkıyor. “Biz kalabalığız, Akrep’le başa çıkarız arkadaşlar” deyince herkes gülmeye başladı. İçeri girince Emniyet görevlileri karşıladı bizi; salonun güvenliği için geldiklerini söylediler çok net biçimde. Antalya’da kısa süre önce yaşanılan saldırılar nedeniyle tedbir almak istemişler. O sırada kol kola olduğumuz Şenay Aydın’la “kaderde bunu da görmek varmış” dedik birbirimize…

Bilet fiyatları ve kortejin kaldırılması da bir başka konu. Benim de bu etkenlerin yerel katılımı düşürdüğü yönünde gözlemlerim var.

Bilet fiyatlarını Antalya’ya gelince öğrendim ve ben de yüksek buldum. Kortej, o hafta yaşanan olaylarda 24 kişinin hayatını kaybetmesi nedeniyle iptâl edildi. Takdir edersin ki o koşullarda kalabalığın arasına karışıp, insanlara el sallanmazdı.

Gelelim senin de içinde yer aldığın Ön Jüri kararlarına…

Ne diyebilirim ki? Filmi her seçilemeyen eleştiriye başlıyor. Atalay Taşdiken’den, annem dediğim Sevin Okyay’a kadar birçok insanın içinde masaya yumruğumu vurdum ve dediğimi yaptırdım. Bütün suçlu benim! Aynen yazmanı rica ediyorum (gülüyor).

Ulusal Yarışma’da verilen kararlarla ilgili ne söylemek istersin?

Kararları hiçbir zaman yorumlamam. Her jüri farklı karar verebilir.

Son olarak bu ekip kalıcı mı diye sorsam…

Bilemem… Ama ben ekip ruhu için burada kalmak isterim. Bu kadar haksızlığa uğradığımız için “devam” derim, yoksa arkama bakmadan da gidebilirim. Bu ekibe her açıdan kefilim; Zeynep’le piyasada beraber büyüdük, Hülya Uçansu hocam, kılavuzum… Elif’le yollarımız zaman zaman kesişti; enerjik, gayretli bir insan. Menderes Bey’in ve Kültür Bakanlığı’nın tavrını da gayet açık ve destekleyici buluyorum.

Çok teşekkür ediyorum, olgulara kendi cephenden açıklıkla yanıt verdiğin için.

Ben teşekkür ediyorum, başarılar…

(27 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

51. Altın Portakal Üzerine Notlar

1. Söze genel bir tespitle başlayalım: Ön Jüri tarafından seçilen bir filmin, daha önce alışık olmadığımız gerekçelerle yarışmadan çıkarılması ve sonrasında oluşan tepkiler üzerine festivale yeniden davet edilmesi, yarım yüzyılı geride bırakmış bir şenliğe gölge düşürdü. Bütün bunların, ülke sinemasının 100. yılı kutlamaları esnasında gerçekleşmesi olayın vehametini daha da arttırıyor. Art arda yaşanan gelişmeler ve karşılıklı olarak süren “kriz yönetememe” hali, ne yazık ki 51. Altın Portakal’ın gelecekte hayırla anılmamasına yol açacak.

2. a) Filmin yarışmaya dahil edilmemesi kararının Festival Yönetimi değil, Ön Jüri tarafından açıklanması temel bir soruna işaret ediyor. Sonrasında yapılan “uzlaşma çabalarının sabote edilmesi” şeklindeki açıklama ise pek gerçekçi görünmüyor. Sonuçta filmi kabul etmiyor; ama gerekçenizi açıkça ortaya koyamıyorsunuz. Mazeretinizi T. C. K. maddelerine dayandırmanız ise bir başka garabete işaret etmenin de ötesinde, önceki “uzlaşma” söyleminize ters düşüyor. Bunlar, meselenin ilk kısmını oluşturuyor.
b) Konunun sinema sektörü tarafından ele alınışında da bazı sorunlarla karşılaşıyoruz. İlk günlerde, 75 SİYAD üyesinin iyi niyet çerçevesinde yazılmış ve “hatadan dönülmesi gerektiğine işaret eden” bildirisi dışında ses getiren hiçbir tepkiyle karşılaşmadık. Buna üç gün boyunca toplantı yaptığı söylenen Belgesel Sinemacılar da dahil… Yönetmenin bazı değişiklikleri yapıp, tercihini yarışmada yer almadan yana koymasının ardından hangi gelişmeler yaşandığını ve boykot kararının nasıl alındığını tam olarak bilmiyoruz. “Herşeye rağmen” Antalya’da olmayı tercih eden yönetmenlerin, “festivali sansürün tartışılacağı bir platforma dönüştürme” söyleminin neden hayata geçiril(e)mediği de bir başka muamma…
c) Olayların bu boyuta ulaşmasında Ön Jüri’nin de hataları olduğu gibi, ihtimal vermek istemediğim; hatta benzer görüşü dile getiren “sinema adamlarına” başından beri tepki gösterdiğim bir iddia Antalya’da bolca konuşuldu; ne var ki bu konuda da kusurun yönetimde olduğunu düşünüyorum. Başından itibaren “iletişim kazası” şeklinde açıklanan olgular, zincirleme biçimde devam etti ve bugünlere gelindi. Festival tarafından, bu ve benzer konularda detaylı bir değerlendirmenin yapılacağı ve kamuoyuna deklare edileceği de söyleniyordu; ama görüldüğü üzere “sessizlik” hükmünü sürmeye devam ediyor.

3. Festivali boykot etme kararı alan ve her birini çok önemsediğim sinema yazarlarının tavrına ortak ol(a)madım. Bunda, Antalyalı bir yazar olmamın, şenlik ateşinin söndürülmemesi gerektiğine dair kişisel ve bir ölçüde de duygusal yaklaşımımın payını inkâr etmiyorum; ama mesele bunlarla sınırlı değil. Az önce sözünü ettiğim gelişmeler, -bu bakış açısı çokça eleştirilse de hissiyatım böyle- festivalin yönetiminde yaşam ve sanat pratiklerini iyi bildiğim iki insanın (Alin Taşçıyan ve Hülya Uçansu) yer alması ve belgesel dışında yer alan sinemacıların takındıkları tutum, böyle bir karar almamda etkili oldu. Buna karşın festivalde yer almak, bu sürecin yanında olduğum, kişi ve kurumları akladığım ve konuyu “bir başka bahara” havale ettiğim anlamına gelmiyordu. Bir örneğine buradan ulaşabileceğiniz (https://sadibey.com/2014/10/09/modern-zamanlar-dergisinden-aciklama/) Modern Zamanlar bildirisinde ekipçe tavrımıza açıklık getirdiğimize inanıyorum.

4. a) 51. Altın Portakal gözlemlerine gelince; festivalin tarihini kaleme alan ve çocukluk yıllarından başlayarak bu uzun yolculuğun önemli bir bölümüne tanıklık eden bir yazar olarak, halkın katılımının bu kadar düşük olduğu bir başka şenliği hatırlamıyorum. Buna, sinemamızın çöküş içinde olduğu 90’lar da dahil… Kortejin güvenlik gerekçesiyle kaldırılmasında anlaşılır bir yan olabilir; ama bilet fiyatlarının önceki yıllara oranla bu kadar yüksek olmasını yanlış buluyorum. Sinema kültürünün geniş bir alana yayılmaması Antalya’nın bir sorunu; ama yıllar içinde tanıdığımız genç sinefillerin, hatta festival teyzelerinin ortalıkta görünmemesinin hatalar zincirinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Festival öncesinde yaşanan gerilimin, kent içinde etkili bir tanıtım kampanyası yapılmamasıyla birleşmesi ve sözünü ettiğim diğer sorunlar, böyle bir manzaranın oluşmasına neden oldu. Son yıllarda değiştiğine tanık olduğumuz “Antalya dışından gelen bir topluluğun yaptığı organizasyon” algısının geri dönmesi gerçekten de rahatsız edici.
b) Bu noktada altını çizmek istediğim iki konu daha var: Danışma merkezlerinden AKM ve Migros’ta görev yapan en küçük birimlere kadar -şehiriçi taşıma şirketi hariç!- neredeyse tüm ekibin İstanbul merkezli organizasyon tarafından Antalya’ya taşındığına tanık oldum. Kentle bağlarını sıkılaştırma hedefinde olan bir festival adına bir başka yanlışın da burada yattığını düşünüyorum. Bir diğeri de, şenlik öncesinde “enkaz edebiyatı” yapan ve kentte Altın Portakal adına hiçbir arşiv ve belgenin bulunmadığını iddia eden bazı yöneticilerle ilgili. Onlara AKM’nin hemen arkasında yer alan barakalara göz gezdirmelerini tavsiye ettim. Çürümeye terkedilen binlerce kitaba, belge ve birikime umarım oradan ulaşabilmişlerdir.

5. a) Kanımca 51. Festival’in en güçlü yanı, Komite’de görev alan isimlerden beklendiği üzere film seçkileriydi. Gerek ulusal, gerek de uluslararası bölümlerde yer alan yapımların önemli bir bölümü gerçekten de nitelikliydi. Uluslararası Yarışma’da ödül verdiğimiz Hint yapımı “Mahkeme”nin yanı sıra, Ana Jüri tarafından Uluslararası Uzun Metraj En İyi Film Ödülü’ne değer görülen “Test”i ve Ruben Östlund’un “Turist” adlı filmini sinemaseverlere özellikle tavsiye ediyorum. Dikkatleri üzerine toplayan Ulusal Yarışma’da da, önceki yıllara kıyasla bir derleniş olduğu görülüyor.
b) AKM’nin yeniden düzenlenmesi ve özellikle de salonların teknik anlamda yüksek standartlara kavuşmasını gözardı etmemek gerek. Gösterim öncesinde salon düzeninin sağlanmasına yönelik ihtimam da alışık olmadığımız türdendi. Bir de tarihin en “görkemli” moderasyon faciası yaşanmasa!
c) Yazarları arasında olduğum “Sinemada Bir Asır” kitabının karmaşık bir yapısı var; ancak “100 İllüstrasyonla Türk Sineması’nın 100. Yılı” projesini çok başarılı buldum. Gökhan Akbaba (Kurbağalar), Aykut Aydoğdu (Masumiyet), Furkan “Nuka” Birgün (Sürü), Berkay Dağlar (Yol ve İklimler), Sedat Girgin (Umut) gibi genç sanatçılara buradan selam olsun!
d) Söz yayınlardan açılmışken, günlük gazete uygulamasına dönülmesini de 51. Portakal’ın başarı hanesine eklemek gerek. Projenin geliştirilerek sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum.

6. Pek çok açıdan ilklere sahne olan Portakal’ın 51. dilimine Yılmaz Erdoğan da damgasını vurdu ve en az alkış alan Jüri Başkanı olarak festival tarihine geçti. Ödül Gecesi sahneye çıkmaması bunun bir işareti midir bilmem; ama Yılmaz Erdoğan’ın yerinde olsam, durumu sosyolojik bir dışavurum olarak yorumlar ve nedenleri üzerine kafa yorardım.

7. a) Ödüllere gelirsek; Kurgu, Kadın ve Yardımcı Erkek Oyuncu kategorilerinde jüriyle aynı kanaati paylaşmadığımı belirtmek isterim. Ayrıca Ön Jüri tarafından elenen Aydın Sayman imzalı İçimdeki İnsan’ı genel seçki içinde başarılı buldum ve yerinin Ana Yarışma olması gerektiğini düşündüm.
b) Kutluğ Ataman’ın geçirdiği evrim ortada; ama Kuzu’nun yarışma seçkisi içinde öne çıkan filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu en çok zorlayacak yapımın, 6 ay kadar önce gösterime girmiş olması da (İtirazım Var) bu filmin işini kolaylaştırdı.
c) Jüri merkezli son tartışmalar ve haklı itirazlar Altın Portakal’ın makus talihini bir türlü yenemediğine işaret ediyor. Düşünün; geçtiğimiz yılın bu günlerinde, Adana’da Ön Jüri tarafından elenen bir yapımın nasıl olup da En İyi Film Ödülü’nü paylaştığı üzerine konuşuyorduk. Bütün bunlardan çıkması gereken temel sonuç, jüri seçiminin yalnızca organizasyonların değil, sinemamızın temel sorunlarından olduğudur.

8. 51. Altın Portakal sürecinde en çok eleştiriye uğrayan kesimin Festival Yönetimi olduğunu biliyoruz. Gelinen noktada yapılan hataların, sonraki şenlikler adına “emsal” oluşturma tehlikesi yarattığını da görüyoruz; ama mesele sadece bundan ibaret değil. Festival politikalarının kalıcı bir zemine oturtulmaması, konjonktürel gelişmelerin kültür ve sanatın önüne geçmesi ve oturmuş kadrolarla sürekli oynanmasının da bu sonucu doğurduğu ortada. Sanırım süreci tahlil ederken, tartışmaların merkezinde olan ekibin festivale 3 ay kadar önce dahil olduğu ve son beş yılın çalışanlarından büyük kısmının 51. Portakal’la ilişkilerinin kesildiğini anımsamak gerekiyor.

Son olarak, Emek sürecinden uyarlayarak, “Antalya bizim, Altın Portakal bizim!” diyorum. Yaşanan tartışmalar bir yana, konunun öznesi olduğu çoğu zaman gözden kaçırılan Antalya kamuoyunun da konuyu masaya yatırmasında fayda var. Kent, nasıl bir festival istediğini artık daha yüksek sesle ifade etmeli, konunun tüm taraflarıyla Altın Portakal’ı tartışmalı diye düşünüyorum.

(25 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Asi ve Özgür: Marlon Brando

Sinemanın önemli oyuncularından Marlon Brando’ya, 1950’lerde oynadığı “İhtiras Tramvayı”, “Kanlı Hücum” ve “Rıhtımlar Üstünde” filmleriyle selâm göndermek istedik.

“İhtiras Tramvayı…”

Elia Kazan’ın Pulitzer ödülü Tennessee Williams’ın oyunundan uyarladığı 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Named Desire – İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu da Oscar Saul ve Tennessee Williams ortak yazmışlar. Parçalı ışık düzenlemesiyle sinemaya ilham vermiş fotoğrafları yansıtan kameraman Harry Stradling de bu filmin yıldızlarından. Çoğunlukla Blanche’ın iç dünyasıyla buluşan ama atmosferin ruhunu da dışarı çıkartan müzikleri Alex North bestelemiş. Filmin diyaloglarının da çok güçlü olduğu da belirtilmeli. Vivien Leigh kadın oyuncu dalında Oscar aldı. Karl Malden ve Kim Hunter da yardımcı oyuncu dallarında Oscar’a uzanmışlardı. Marlon Brando (1924 – 2004), yüksek oyunculuk gösterisine rağmen bu ödüle uzanamadı. Akademi her zaman doğru karar veremiyor.

Artık orta yaşa doğru yol alan ama hâlâ güzel, ihtişamlı Blanche DuBois (Vivien Leigh), New Orleans’a gece vakti trenle geliyor. Gardan çıkan Blanche,işçi sınıfının yoğun olduğu Fransız mahallesine giden Arzu adındaki tramvaya biniyor ve sırlarıyla kız
kardeşi Stella’nın (Kim Hunter) yanına sığınıyor. Bu tramvay bir daha görünmüyor ve sadece sesi duyuluyor dışarıdan. Stella, Polonya asıllı, ama Amerikalı olduğu için gurur duyan serseri ruhlu ve asi fabrika işçisi Stanley Kowalski’yle (Marlon Brando) evli. Üstelik de hamile Stella. Bu mahallede işçi sınıfı, içip kederlere düşüp kadınlarını dövüyor. Kadınlar, gidecek yerleri olmadığından kocalarına bebekler doğuruyorlar. Ama sonda Stella kadının gücünü gösteriyor herkese.

Öğretmen olan Blanche, istifa etmiş ve Stella’ya sığınmış. Geride malikâne ve araziden de bir şey kalmamış. Stella, genç kızken asi ruhuyla ev terk etmiş ve geride kalan hikâyeyi hiç bilmiyor. Bovling, bira ve poker düşkünü, serseri ruhlu Stanley, Blanche’ın gelişinden önceler pek rahatsız olmuyor. Auroil’daki Belle Reve’deki araziden bir şey kalmadığını öğrendiğinde Blanche’la çatışmaya başlıyor Stanley. Tüm süslü eşyalarını koca valizlerle getiren Blanche, yaşlanmaktan korkan ve ruhunda acılar biriktirmiş, suçluluk yaşayan yapayalnız bir insan. Çocuk denecek yaşta şairane bir gençle evlenmiş Blanche, hiç mesleği olmayan genç kocasının intiharıyla şoka girmiş ve yıllarca içinde suçluluk duygusunu büyütmüş. Şimdi karşısına umut olarak çıkan Mitch’le (Karl Malden) mutlu bir hayatı bile hayal etmeye başlıyor. Mitch, hasta annesini çok seven yalnız bir insan. Stanley’nin çalıştığı fabrikada kalite kontrol işi yapan Mitch, Blanche kadar duygulu olmasa da Blanche’tan gelen aşka kalbini açıyor. Yılların yaşattığı yalnızlıktan o da kurtulmayı umut ediyor. Gerçek ve kader Blanche’ın peşini bırakmıyor. Dedikodular dramı çoğaltıyor ve akıl hastanesine doğru yolu uzanıyor Blanche’ın. Genç erkeklerde kocasını gören Blanche, okuldan atılmış ve işsiz kalmış. Auriol’un adı çıkmış oteline de takılmış. Yaptığı her şey unutmak için Blanche’ın.

Kazan filminde, hiçbir şeyi karakterlerinin gözünden yansıtmasa da kamera çoğunlukla Blanche’ın etrafında dolaşıyor. Blanche, yüzündeki çizgilerin görülmesinden korktuğu için, daha çok erkeklerin görmemesi için daima loş ışık altında dolaşıyor. Bu yüzden filmin estetiği de karanlık ve kasvetli. Dramatik parçalı ışıklandırmalar, dışavurumcu bir ruh halini alıyor filmde. Kazan, Blanche’ı önde gösterirken, Blanche’ın etrafında dolaşan karakterler de filme derinlik ve anlam katıyorlar. Kazan, filminin ilk bölümlerinde yoğunlukla vince takılı hareketli bir kamera kullanmış. Sanki bu Blanche’ın içindeki hüzünlü coşkuyla buluşuyor. Çok
geçmeden bu kamera, Blanche’ın içinin sakinleşmesiyle sakinleşiyor. Fonda duyulan müzikler de Blanche’ın iç dünyasıyla buluşmuş. Elbette caz tınıları da var. Filmde unutulmaz anlar öyle çok ki. Blanche’ın, loş ışık altında Mitch’e ruhundaki yangını, genç eşinin intiharını anlattığı sahne gerçekten etkileyici. Blanche’la Mitch’in öpüştüğü sahnede, Victor Fleming’in 1939 yapımı renkli “Gone with the Wind-Rüzgâr Gibi Geçti” filmindeki o ikonik sahneyi düşünüyorsunuz. “Evening Star” adındaki gazetenin abone tahsilâtını yapmak için eve gelen genç sanki trajedi yaşayan kocasını andırıyor Blanche’a. Bir an onu görür gibi oluyor. Geniş final bölümü sinemanın özel anlarındandı. Bu film, Aralık 1955’te “İhtiras Tramvayı” adıyla ülkemizde vizyona çıkmıştı.

”Kanlı Hücum…”

Laslo Benedek’in, özellikle 1960’ların ruhuyla buluşan 1953 yapımı siyah-beyaz “The Wild One-Kanlı Hücum”, McCarthy’nin “cadı avı”ndan geçen ve Amerika’dan otoriteryanlığı, yani potansiyel faşizmi yansıtan sarsıcı bir film. Amerika, ülkemizdeki gibi otoriteryan toplumun yaşadığı bir ülke. Columbia’nın sunduğu film, bir asfalt yol üstünde açılıyor. Johnny Srtabler’ın (Marlon Brando) iç sesiyle nasıl bir filmin içine düşeceğinizi fark ediyorsunuz. Johnny, “Benim için her şey bu yolda başladı. /…/ Bir daha böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum. /…/ O kızı unutamıyorum…” diyor
seyirciye. Filmin senaryosu Frank Rooney’nin kısa bir hikâyesinden yazılmış. Senaryoyu da Ben Madow yazmış. İnsana bazen huzur bazen tedirginlik veren müzikleri Leith Stevens bestelemiş. Küçük kasabadaki her türlü karanlığın içinden çarpıcı fotoğraflar sunan da kameraman Hal Mohr. Filmin orijinal adı “Vahşi Biri” anlamına geliyor. Ama İngilizcede metafor olarak göç eden vahşi hayvanları anlatmak için de söyleniyor. Kuşlar, filler, geyikler, zebralar vs vahşi hayvanlar hep göç ediyorlar. Yani göçmenler. Johnny de öyle. Hiçbir yere bağlı değil o. Bu yüzden kendine doğru gelen Kathie’nin aşkına sırtını dönüp gidiyor Johnny.

“Kara İsyancılar Motosiklet Kulübü”nün 1950 model Triumph Thunderbird GT motosikletli lideri Johnny, motosiklet çetesiyle Kaliforniya’daki küçük Carbonville’e geliyorlar öğleye doğru. Burada motosiklet yarışı yapılıyor ve çete ortalığa tedirginlik saçıyorlar. Çeteden bir genç (Gil Straton), yarışı kazanan motosikletliden ödülü alıp Johnny’ye veriyor. Hak edilmemiş ödülü memnuniyetle kabul eden “cool” Johnny, bu film gibi ikonik görüntüsüyle popüler kültürün ilhamı gibi görünüyor. Kasketi, uzun favorileri, tişörtü, deri montu, kalın kemeri, kot pantolonuyla kışkırtıcı. Polisleri ve nezaket kurallarını da sevmeyen vahşi biri o. Şerif onları oradan kovunca yine yollara düşüyorlar ve motosikletleri çeteyi yakındaki küçük bir kasaba Wrightville’e götürüyor. Wrightsville, tam anlamıyla sakin ve günlerin aynı geçip gittiği bir tutucu kasaba. Seçimlerde büyük ihtimalle oyların Cumhuriyetçilere gittiği muhafazakâr insanların yaşadığı bir kasabaydı burası. Birdenbire karşılarında serserileri gören kasaba sakinleri ne yapacaktı?

Huzurlu kasabada ilk hareket, arabasıyla oradan geçen yaşlı Art Kleiner’a (Will Wright) bulaşıyor çeteden bazıları. Birasına yarışırken, biri Art’ın arabasına çarpıyor. Kasabanın polis şefi Harry Bleeker (Robert Keith) ortaya çıkıyor ama onlara karşı koyması zor. Johnny, polis Harry’nin kardeşi Frank’ın (Ray Teal) olan kafe-bara giriyor ve orada kendine ilk defa heyecan veren güzel Kathie’yle (Mary Murphy) karşılaşıyor. Kafede çalışan Kathie’yle yakınlaşmayı deneyen Johnny, belki de ilk defa sert kayaya çarpıyor. Aslında Kathie, bu serseri görünüşlü Johnny’ye ilgisiz değil, ama aşk için savaşmak gerek. Barın biralarını midelerine gönderirken, barda insanın kulağına iyi gelen caz ve blues tınıları da plaklardan duyuluyor. Bazı gençler, bardaki yaşlı Jimmy’yle dalga geçerken, “rap”i hissettiren mırıltılar çıkartıyorlar ve altta birden hareketli blues müziği duyulmaya başlıyor. Yönetmen Benedek’in bu filmi gerçekten popüler kültür için bir ikon, bir idol. Filmin atmosferinin içinde dolaşırken bunlara dokunuyorsunuz.

Kasabaya rakip motosikletliler “Böcekler” (Beetles) geliyor. Liderleri Chino (Lee Marvin), Johnny’nin rakibi. Johnny’yi, hak etmediği ödülü aldığı için aşağılıyor ve ardından dövüşüyorlar. Hikâyeye, kasabanın zenginlerinden Charlie Thomas (Hugh Sanders) dâhil olunca her şey değişmeye ve çığırından çıkmaya başlıyor. Charle’yle kavga eden Chino’yu nezarete atıyor. Aslında polis Harry, uzlaşmacı ve pasifist biri gibi görünüyor. İstemeden bunu yapıyor. Sonunda, Charlie, kendisi gibi kasabada ağırlığı olan birkaç kişiyle serserilerle hesaplaşmak için ayaklandırıyor. Kathie, gecenin karanlığında eve giderken, Johnny’nin çetesi kızı sıkıştırıyor, hatta tecavüz etmeye niyetleniyorlar. Johnny, karanlığın içinden çıkıp gelerek Kathie’yi atının terkisine atar gibi oradan götürüyor. Geldikleri parkta gerçeklikle karşılaşıyor Johnny. Çünkü Kathie, beyaz atlı prensini bekleyen kızlardan çünkü. Johnny’nin en büyük hayal kırıklığı, Kathie’nin, polis Harry’nin kızı olması belki.

Kathie’den ayrılan Johnny kasabaya geldiğinde, Charlie ve yanındaki adamların öfkesiyle karşılaşıyor. Onu linç etmek istiyorlar çıbanbaşı diye. Bu sahneler gerçekten irkiltici ve insanın içindeki faşistin dışarı çıkmasını dehşetle izliyorsunuz. Johnny kaçmaya çabalarken, biri motosikletin önüne levye atınca Johnny düşüyor ve boşta kalan motosiklet yaşlı Jimmy’ye çarpıp onu öldürüyor. Kasabaya Şerif Slew Singer (Jay C. Flippen) geliyor ve tüm deliller Johnny’nin aleyhinde. Kazayı gören Frank ve yaşlı Art, gördüklerini itiraf edince gerçek ortaya çıkıyor, ama ölüme sebebiyet verenin kim olduğu Wrightsville’in karanlık sokaklarında kalıyor. Belki de bunun hiç önemi yok. Asıl katil linç kültürü. Film, bir günden az zamanda geçiyor ve bir ömre sığacak çok şey sunuyor. “Kanlı Hücum”, sinemanın özel filmlerindendi. Bu film ülkemizde Nisan 1956’da “Kanlı Hücum” adıyla gösterime çıkmıştı.

“Rıhtımlar Üstünde…”

Elia Kazan’ın 1954 yapımı siyah-beyaz “On the Waterfront-Rıhtımlar Üstünde”, sarı sendikacılığa karşı işçi sınıfının destansı hikâyesi. Columbia’nın sunduğu bu polisiye filmin senaryosunu Budd Schulberg yazmış. Schulberg, daha sonra bu senaryoyu roman olarak yayımlamış. Müzikleri Leonard Bernstein bestelemiş. Şiirsel gerçeklik ruhunu yansıtan büyüleyici fotoğraflarsa Boris Kaufman’dan. Yahudi asıllı bu Rus kameraman, sinemanın öncü yönetmenlerinden Dziga Vertov’un kardeşiydi. Kaufman, şiirsel gerçekçi sinemanın öncülerinden Fransız Jean Vigo’nun, sinema tarihine miras kalmış filmlerinin kameramanı da olmuştu. Kaufman’ın tüm deneyimlerine, Kazan’ın bu filminde dokunuyorsunuz. “Rıhtımlar Üstünde”, tam 12 dalda Oscar’a aday oldu ve sekizini aldı. Film, yönetmen, senaryo, görüntü (Kaufman), müzik (Bernstein) erkek oyuncu (Brando), yardımcı kadın oyuncu (Eva Marie Saint), yardımcı erkek oyuncu (Karl Malden ve Rod Steiger), kurgu (Gene Milford), sanat yönetmeni (Richard Day) dallarında Oscar kazandı. Bu filmin hikâyesi New Jersey eyaletindede geçiyor.

Şikeyle mağlup olup bokstan uzaklaşan çizgili montlu Terry Malloy (Marlon Brando), rıhtım sendikasının başındaki Johnny Friedly’nin (Lee J. Cobb) emriyle, kendisi gibi güvercin tutkunu dok işçisi Joey Doyle’a (Ben Wagner) güvercin götüren Terry neler olacağından habersiz. Aslında hiçbir şey bilmiyor. Johnny’nin çetesi Joey’i
damdan aşağı atıp öldürüyor. Joey’in büyük günahıysa, “Suç Komisyonu”na ifade vermesi ve Johnny ve çetesini ihbar etmesi. Terry ödül olarak limanda yorucu olmayan işte çalışmaya başlıyor. Elbette Terry’nin abisi Charley Malloy’un da (Rod Steiger) desteğiyle. Charley, Johnny’nin sağ kolu ve fedaisi. Ama çok geçmeden Terry’nin hayatına Joey’in güzel kız kardeşi Edie (Eva Marie Saint) giriyor. Sonra da cemaati dok işçileri olan Rahip Barry (Karl Malden) giriyor.

Joey’in ölümünden sonra Joey’in güvercinlerine çatılarda bakan Terry’nin peşinde “Suç Komisyonu”nun dedektifleri de düşüyor. Çünkü hakikati bildiğini biliyorlar Terry’nin. Kendine yaklaşan Edie ve rahip, Terry’ye yavaş yavaş vicdanın olduğunu da fark ettiriyorlar. Terry epey zaman sonra aşkın sıcaklığını da hissetmeye başlıyor. St. Ann’de okuyan Edie, okuldan sonra öğretmen olmayı düşlüyor. Edie’nin babası, kızının işçi sınıfından
biriyle evlenmesin pek istemiyor. Çünkü kızının da annesi gibi olmasını istemiyor. Ama aşkın önde durmak kolay mı? Baba, oğlu Joey’in montunu dok işçisi Timothy Dugan’a (Pat Henning) veriyor. O da komisyona Johnny’nin pisliklerini komisyona anlatınca başına “kaza” düşüyor. Rahip Barry ve Edie’nin manevi baskısıyla komisyona konuşmaya karar veren Terry için en önemli olay, Johnny’nin Charley’i ortadan kaldırması. Abisiyle arabada konuşan Terry, ardından Edie’nin yanına gidiyor, zorla kapıyı kırıyor ve onu öperek aşkı ondan alıyor. Sonra sokakta, koyun gibi kancayla duvara asılmış cesedini gören Terry, öfkeyle bara gidiyor. Johnny’yi abisinin tabancasıyla barda öldürmeyi isterken, rahibin kelimeleri onu adalete yönlendiriyor. Mahkemede Johnny’nin mafyavari cinayetlerini ve yolsuzluklarını anlatan Johnny, dok işçiler tarafından gammazcı diye itiliyor, bir an yalnızlığa sürükleniyor. Filmin final bölümü de çok güçlüydü. Bu anı yaşamak gerek. Gerçek sendika ve örgütlü olmak, birilerinin malı olmaktan, köle olmaktan, sömürüden çıkartıyor ve insan onurunu getiriyor. İş ve işçi güvenliğinin olmadığı yerde mafyavari sarı sendikalar ve taşeronlar olur, diyor Kazan sol ruhla.

Filmin estetiğine de dokunmak gerek. Kış atmosferinde geçen filmde sisler ve ıslak mekânlar estetik anlamda unutulmaz fotoğraflar sunuyor. Sokaklarda hava gazının yayılan buharları da ilham vericiydi. Sergio Leone usta, 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika” filminde de böyle estetik fotoğraflar sunmuştu. Büyük kameraman, kış atmosferindeki bu pastoral görüntüleriyle Rus şiirselliğini Hollywood’a taşımıştı. Kaufman, 1930’lar ve 40’lardaki fotoğraf sanatının çerçevelerinden de yardım bulmuş bu filmde kameranın yerleştiği açılarla. Kaufman, sadece kısa odak uzaklıklı objektif kullanmamış, uzun odak uzaklıklı objektifleri de denemiş. Hatta geniş açılı objektifleri de yer yer kullanmış. Özellikle çoğu iç mekânlarda. Uzun odak uzaklıklı objektifler, mesafe yanılsaması yaratıyor perdede. Kısa odak uzaklıklı objektifler perdede alan derinliği yaratıyor. Rıhtım sahneleri çok etkileyici. Bu filmdeki fotoğraflara dokunmadan kameraman olmak… İnsan hayal bile edemiyor gerçekten. Filmdeki diyalogların da çok etkileyici olduğunu belirtmeli. Terry’nin, kafede Edie’yle gerçeklik üstüne konuşmalarına da kulak vermeli. Dışarıdan gemi sireni duyuluyor bu anlarda. Terry’nin duyduğu gerçekliği hissediyor, romantizmden uzaklaşan seyirci. Terry’nin yüzündeki değişimleri izlemek de müthiş bir deneyim sunuyor bu sahnede. Terry’nin çatıda güvercinler hakkında Edie’ye anlattıkları da hayatın gerçekliğinden düşüyor. Güvercinler, büyük âşıklarmış ve birbirlerini kolay kolay aldatmazlarmış. İstanbul çatılarında güvercinlerle ilgili hatıram var. Erkek ve dişi güvercin karşı çatıya kondu. Gagalarıyla öpüştüler. Sonra dişinin yanına bir erkek güvercin kondu, dişi sonra onunla öpüştü. İlk erkek güvercin havalandı, başka çatıya kondu, dişi de peşinden gitti. Erkek yüz vermedi, havalandı, dişi de onu takip etti. Geride kalan erkek güvercinse, çevresine bakındı, boşta dişi aradı. Bu film ülkemizde Ekim 1956’da “Rıhtımlar Üstünde” adıyla gösterime çıkmışı. Ama, DVD’si “Rıhtımlar Üzerinde” diye yayımlandı.

(23 Ekim 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Otomatik Portakal

“Tarih tekerrürden ibarettir” diye boşuna dememişler. Antalya’da 35 yıl sonra sansürün acı tadını yeniden tattık. Tattık da anladık ki bu tat bize çok tanıdık. Söylenecek çok şey var. Diğer taraftan da hiçbir şey yok. Bu ülkede her dönem olduğu gibi bu dönemde de zor günler geçiriyoruz. Fevkalade bir baskı, sıkıştırılmışlık ve bunalmışlık duygusu herkesin üzerinde… Festivaller, sanat bir zamanlar nefes alma alanımızdı, artık o da kalmadı. Tek avuntum artık bir şeyler daha şeffaf… Bir şeylerin üzerini kapatmak daha zor… Tıpkı Altın Portakal’da -belki kimsenin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmediği- yarışma dışı bırakılan Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek adlı belgeselin yaşadığı durumda olduğu gibi. Küçücük bir olay büyüdü de büyüdü, dalga dalga yayıldı. Festival komitesi sustu. Susmak her zaman erdem değildir. Söyleyecek bir şeyiniz olmadığında da susarsınız. Ve bu suskunluk bozulmadı. Tek bir açıklama gelmedi. “Sansür mücadelemize festivalde devam edeceğiz” diyen sinemacılar kuzu kuzu sustu. Bir tek Onur Ünlü, kimsenin ne dediğini anlamadığı bir metin okudu. Tüm töreni içim parçalanarak izledim. Bugüne kadar saygı duyduğum, hayranlık beslediğim, inandığım, güvendiğim tüm değerler sarsıldı, yerle bir oldu. Kimin ne ödül alıp almadığıyla ilgilenmiyorum. Sanatın bu denli kontrol altında tutulduğu, ezildiği, çiğnendiği başka bir ana tanık olmamıştım. Kimse artık saygı görmekten söz etmesin. Vicdanıyla baş başa kalıp bir düşünsün. Değer mi hiç?

(23 Ekim 2014)

Gizem Ertürk

SİNEMADA BİR ASIR – mı? (SİNEMADA BİR ASIR ve 100 İLLÜSTRASYONLA TÜRK SİNEMASININ 100. YILI Kitapları Üzerine)

Başlığın sonunda ki (mı?) sorusu boşuna konmadı, soru ekini koymazsak 2014’de yayınlanan kitaba göre (kitabın adına göre) sinemamızın başlangıcı 1914 olmaktadır, genel geçer kullanım da böyledir. Fakat kitabın 23. sayfasında yer alan Alican Sekmeç’in “Türk Sineması’nda İlk Filmler” yazısı bile, bu 1914 tarihini daha öncelere (1912’lere) taşıyor, ayrıca, 1914’de çekildiği kabul edilen Ayestafanos’taki Rus Abidesinin Hadmi (doğru ve gerçek adı budur, bu-nu bu filmden söz ederek, sinemamızın başlangıçını bu filme bağlayan Sn. Nijat Özön -50 yıl sonra- söylemektedir.) aslında tanımlandığı gibi -ve film hakkında şimdiye kadar edindiğim bilgilere göre- bir belgeselden çok bir “haber film”dir, aynı zaman da bir belgedir de. Sn. Âlim Şerif Onaran ise -bu tarz (“haber film”)- filmlerin çekilişini 1911, hatta 1909’a kadar indirmektedir. Bunları görünce, 1914’ü başlangıç olarak kabul etmek biraz zor oluyor benim için.

Burçak Evren ve Alican Sekmeç de kitapta yer alan yazılarında 1914’den önceki filme çekilmiş görüntülerden söz etmektedirler. MOSD’ın (Merkez Ordu Sinema Dairesi) kuruluşu da yasa ile ve 1915’de yapıldığına göre, resmi kuruluşun bu tarih olması daha tutarlı geliyor. [Ben kişisel olarak ilk konulu filmimiz olarak kabul edilen -1912 ve 1914’de çekilen filmleri almak gerekli aslında ama, Pençe’yi (Sedat Simavi – 1917) başlangıç olarak alıyorum.]

Kitapta yer alan kendi yazımı henüz okumadım (belki okumaya zaman da bulamayabilirim). Fakat Geçiş Dönemi Yönetmeni olarak sözünü ettiğim yönetmenlerden Çetin Karamanbey’in 1949’da çektiği Yalan isimli filmin adı Yara olarak yazılmış (bunda benim hatam var) ve bu filmle ilgili olarak 1978’de Ülkü Erakalın’ın çektiği Yara filminin afişi konulmuş. Karamanbey’in filminin adını Yalan olarak düzeltiyorum. Yara filminin afişinin bulunduğu sayfada Aydın Arakon’un 1959’da çektiği Fosforlu Cevriye filminin afişi yerine, bu filmin re-make’i olarak 1969 yılında Nejat Saydam tarafından Fosforlu Cevriyem adı ile yapılan filmin afişi var. [Her iki filmin (Yara ve Fosforlu Cevriyem) afişi de yazıda adı anılan yönetmenin filmlerinin afişi değil. Birisi birazda benden kaynaklanıyor fakat iki afiş de belirtilen filmlere / yönetmenlere ait değil -“afişler” konusunda benzeri hatalara rastlarsam konuya tekrar döneceğim.] (Sinemamızın ilginç kitaplarından olan, “5555 AFİŞLE TÜRK SİNEMASI” kitabında Yalancı filminin afişi yok, Fosforlu Cevriye’nin ise afişi yerine küçük bir bandı var.)

Kitabın 69. sayfasında Agâh Özgüç’ün yazısı yer alıyor. Sinemamız hakkında bugüne kadar yüzlerce yazı, onlarca kitap yazan Özgüç için, “yönetmen” tanımlaması kullanılmış. Özgüç hiç yönetmenlik yapmamıştır, bu değerlendirme tamamen hatalıdır.

Coşkun Çokyiğit 85. sayfada yer alan yazısında sinemamızın uyarlamasını yaptığı filmlerden söz ederken (89. sayfa) Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını da sayıyor. Devlet Ana’nın sinema uyarlaması yapılmadı (TV uyarlaması da yapılmadı). Devlet Ana’nın sinema uyarlamasını Halit Refiğ yapmak istedi ise de sonradan projeden vaz geçti. Çokyiğit, Kemal Tahir’in hemen peşinde Suat Derviş’e yer vermiş ve Fosforlu Cevriye romanının 1959’da sinemaya uyarlandığını yazmış. Bu roman hiç bir zaman sinemaya uyarlanmadı. Roman 1940’larda bir gazetede tefrika edilir ve Derviş de romanın sinemaya uyarlanması girişiminde bulunur fakat sonuç vermez. Metin Erksan ve Abdullah Ziya Kozanoğlu “erkekleşmiş kadın” tipini ele alan bir senaryo projesi üzerinde anlaşırlar ve yazarlar. Düşünülen isimlerden biri de Fosforlu Cevriye’dir. Fakat çalıştıkları film şirketi ortakları ayrılınca filmin çekilmesi gerçekleşmez ve hazırlanan senaryo, ayrılış sonunda Acar Film’i kuran Murat Köseoğlu’nda kalır. Bir süre sonra senaryoyu ele alan -o sıralar- şirketin filmlerini çeken Aydın Arakon yeni baştan yazar ve Fosforlu Cevriye filmini çeker
(1959). Bu filmin senaryo aşamasından beri Derviş’in romanı ile ilişkisi yoktur. Roman ancak 1964’de kitap olarak basılıp yayınlanır. Daha sonra Ümit Elçi tarafından müzikal olarak TV için dizi olarak çekilir. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si sinema uyarlanmaz, Memduh Ün çekmek isterse de yapımcının, yazarın kimliği üzerindeki düşünceleri nedeni ile yazılan senaryo oldukça değiştirilir (aslında “tamamen değiştirilir” demek daha doğru) ve Cevriyem adı ile çekilir (1978). Arakon, -kendi yazdığı senaryodan çektiği- Fosforlu Cevriye filminin gördüğü ilgi üzerine içinde fosforlu sıfatı geçen iki film daha çeker ki, bunların da Derviş’in kitabı ile ilgisi yoktur. (Kıtıpiyoza Tuzak: Fosforlunun Oyunu -1959 / Fosforlu Oyuna Gelmez – 1962 ) Çokyiğit’in sözünü ettiği Bana Derler Fosforlu’ya gelince S. Derviş’in bu isimle bir kitabı dahi yoktur. Bu isim Ertem Göreç’in yönettiği bir filmin adıdır (1969).

Nurçay Türkoğlu 55. sayfada başlayan yazısında, sinemamızda oyunculardan söz ederken Adalet Pee ve Emine Adalet’ten ayrı ayrı kişiler olarak söz eder. Oysa isimleri anılan kişiler aynı kişidir. Emine Adalet filmlerde de oynayan esas işi dansözlük olan bir kişidir. ABD.li bir kişi ile yaptığı evlilik sonucu “Pee” soyadını almıştır. Türkoğlu, aynı şekilde aynı kişiyi, künyelerde yer alan farklı isimleri ile farklı kişilermiş gibi sayıyor: İrma Toto – Toto Karaca. İrma Toto, tiyatro ve sinema oyuncusu Mehmet Karaca ile evlenerek Karaca soyadını alır, Cem Karaca’nın annesidir. Türkoğlu’nun Muazzez Ülker Er olarak sözünü ettiği kişi ise Muazzez Ülkerer’dir. (Bazı film künyelerinde Muazzez Ülker olarak yer alır.) Türkoğlu’nun yazısı içinde geçen Refik Kemal Arduman’ın Köroğlu filmi için 56. sayfada yer alan afişin, adı geçen film ile ilgisi yoktur. Film 1945 yapımıdır, kitapta film ile ilgili olarak yer alan afişte, filmin renkli ve sinemaskop olduğu belirtiliyor. Bu özellikler sinemamızın 1945 yılı bir yapımı için söz konusu olamaz, ayrıca oyuncu olarak afişte adı yazan Enver Mehmet ve Leyla Bedir adlarında sinemamızda hiç bir zaman oyuncu olmamıştır. Bu afiş, sinemamızın çektiği hiçbir Köroğlu filmine de ait değildir. Aynı yazıda söz konusu edilen Muhsin Ertuğrul’un 1938 yapımı Aynaroz Kadısı filminin afişi 5555 Afişle Türk Sineması kitabının 22. sayfasında bulunmasına rağmen 58. sayfada filme kaynaklık eden oyunun Dram Tiyatrosu’nda Ercüment Tahsin rejisi ile sahneye konan oyunun afişine yer verilmiştir.

Festivalin açılış gecesi konuşmasını yapan Belediye Başkanı Menderes Türel’in açılış konuşmasında Fuat Uzunkınay diye adını andığı, sinemamızın başlangıç günlerinde yer alan [“Ayestafanos’taki Rus Abidesinin Hadmi (Yıkılışı)”] filmi ile adından söz ettiren, bu nedenle sinemamıza başlangıç yapan kişi olarak yer alan Fuat Uzkınay’dan yazısında söz eden (405. sayfa) Ömür Gedik, adı Fuat Özkınay haline getirmiştir.

İsimler ne hallere geliyor fakat benim, Karamanbey’in “Yalan” filmini nasıl “Yara” (Seyfi Havaeri) yaptığımı hâlâ çözmüş değilim. Diğer isim yanlışlıklarını da böyle açıklanamaz hatalara bağlıyorum. Nitekim, Çokyiğit Devlet Ana yazarken kastının Yorgun Savaşçı olduğunu, hatasını kendisine söylediğim zaman fark etti. Yalnız şunu eklemek istiyorum: Sinemamız Yorgun Savaşçı’yı da film yapmamıştır. Yorgun Savaşçı, Halit Refiğ tarafından TV filmi olarak çekilmiş, sonra da yaptıranlarca (öncelikle devlet yönetimince) yakılmıştır. Sonradan yakılmaktan kurtulmuş bir kopya TRT tarafından gösterilmiştir. Bu arada -yakılma dedikoduları yoğun bir şekilde tartışılırken- Tunca Yönder tarafından ikinci kez, yine TV dizisi olarak çekilmiştir. (İşin ilginç yönü her iki çekimde de Cehennem Yüzbaşı Cemil, Can Gürzap tarafından oynanmıştır.).

2. kitap / 100 İllüstrasyonla Türk Sinemasının 100. Yılı

Sinemamızın ürettiği 100 filmin çeşitli kişilerce yapılan 100 İllüstrasyon’u aynı kitapta toplanmış, bu illüstrasyon’lar da bir sergi oluşturmuştu. Bunlara yapılan açıklamalara bazı düzeltmeler gereğini duydum.

Yılmaz Güney’in 1970’de yaptığı Umut filmine yönetmen olarak Şerif Gören adı da yazılmış, bu filmde Şerif Gören’in herhangi bir katkısı yoktur. Başka konuda her hangi bir katkısı var mı, bunu da bilmiyorum. Hatta bu filmin çekildiği günlerde Güney ve Gören’in çalışmaları var mı, bu konuda da bilgi sahibi değilim. Bu illüstrasyonu yapan Sedat Girgin bu birlikteliği nereden edindi, merak konusu.

Gören / Güney ikilisi hakkında bir başka yanılgı da Yol filmi ile ilgili. Bu filmin ilk projesinin adı Bayram’dı ve yönetim işi Erden Kıral’a verilmişti. Filmin 10 kahramanı vardı. Güney, Kıral’ın çektiği bölümleri onaylamayarak kahraman sayısını 6’ya indirir, yönetmenliği Gören’e verir ve filmin adını da Yol olarak değiştirir. Senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılan film tamamen Gören tarafından çekilir (yönetilir), kurgu işlemini de Yılmaz Güney yapar. Film bizde ve yurt dışında Güney / Gören ikilisinin filmi olarak anılmaktadır fakat -sette- filmi yöneten Şerif Gören’dir. Filmin illüstrasyonunu yapan Berkay Dağlar da filmin ikili tarafından yönetildiğini kabul etmiş ki, -film yönetmenin ne olduğunu düşünürsek, gerçi Gören’in elinde sanırım ayrıntılı bir senaryo vardı,- bunu yine kabul etmek biraz zor.

Naz Tansel’in illüstrasyon yaptığı Endişe’de ise durum biraz farklı. Bu filmi senaryoyu da yazan Yılmaz Güney çekecek ve başrolü de kendisi oynayacaktı. Hatta çekimler başlamış idi. Filmin başında bulunan ve jeneriğin fonunu oluşturan bölümler -film hakkındaki bilgilerim yanlış değilse- Güney tarafından çekilmiştir. [Adana’ya giren yollarda, kamyon motor seslerinin fon müziği yaptığı sahnelerde, Adana girişlerinde / (hangi ve neredeki girişler -belki de-) hepsi… / bulunan Sabancı Holding’e ait iş yerlerinin / fabrikanın isimlerin sonunda bulunan “SA”lara zoom yapılır. Son zoom ise şehrin girişindeki ADANA levhasındaki son hecenin, tebeşirle (“SA”), yani ADASA yapılmış haline yapılır. Hazırlanışı ve bitirilişi bakımından çok sinemasal olan bu jenerik film hakkındaki bilgilerine göre Güney tarafından çekilir. (Sonra Adana’ya varmış kamyonlardan inen geçici işçiler arasında Yılmaz Güney görünür/görünmez. – farkına varamayan seyirci olabilir, ama Güney’in filmdeki tek görüntüsü budur.] Bu çalışma gecesi, Yumurtalık Hakimi cinayeti ile ilgili olarak Güney tutuklanınca, filmin yönetimini Şerif Gören’e bırakmak zorunda kalır. Rolünü ise o güne kadar sinemada hiç oynamamış, tiyatro oyuncusu Erkan Yücel oynar. Filmi tamamen Gören çeker Daha önce Güney’in çektiği bir kısım filmlerin yönetmenliğini de yapmıştır ama bu filmlerde senaryoları da yazan Güney, bazı sahneleri kendisi için ayırır (çeker) geri kalanları da Gören’e bırakır. Bu filmlerin hemen hepsinde Güney oynar ama oyunculuk başka şeydir, yönetmenlik başka şey. Son söz olarak Endişe filmi Gören tarafından çekilir. filmle hem bütünleşen hem de ayrı duran jenerik ise Güney tarafından çekilir (eğer bu bilgi yanlış ise hata sadece benim.)

Ufak ve görmezden gelinebilecek bu hataları düzeltmek istememin nedeni, her iki kitaptaki bilgileri olduğu gibi benimseyip doğru kabul edenlere, sinemamız konusunda daha dikkatli olmaları için. İlgilenmiyorlarsa kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. (Şunu da son söz olarak söyleyeyim, Sinemada Bir Asır’daki tüm yazıları okuyabilirsem, rastladığım yeni hataları, eğer yapılacaksa, ikinci basımda düzeltme gayreti içinde olacağım.)

(20 Ekim 2014)

Orhan Ünser

Babalar ve Oğullar

Vizyonun yepyeni Hollywood yapımlarından ‘Yargıç / The Judge’ ezeli ebedi baba oğul çatışması üzerine. Filmin adından tahmin edileceği üzere ana karakterlerimiz hukuk adamı. Indiana eyaletine bağlı Carlinville kasabasının 42 yıllık yargıcıdır baba Joseph Palmer. Hayatını geçirdiği bu küçük yerleşim bölgesinin adil kanun adamı olarak haklı bir şöhreti vardır. Hikâye ilerledikçe detaylarına ulaştığımız babayla çatışma ertesinde kasabayı terk etmiş ve o da hukuk okumuş oğul Henry Hank ise Chicago’nun gözde avukatlarından biri olmuştur. Dolandırıcı para babalarının davalarını beraatle sonuçlandırmakla ünlüdür. Kibirlidir, şımarıktır. ‘Beni tutmaya masumların parası yetmez’ küstahlığından geri durmaz. Annesinin cenazesi nedeniyle doğup büyüdüğü ama derin bir nefret duyduğu baba ocağına mecburi bir dönüş yapar yıllar sonra. Tek günlük kısa bir ziyarettir amaçladığı. Lakin yaşlı babanın ölümle sonuçlanan bir kaza nedeniyle sorgulanacak olması avukat oğulun kasabada kalmasına neden olur. Yargıç babanın savunmasını üstlenen Hank, geçmişin hayaletleriyle hesaplaşma durumundadır artık.

Daha önce önemsiz güldürülere imza atmış yönetmen David Robkin’in bu ilk drama denemesi bizlere Çağan Irmak’ın sevilen filmi ‘Babam ve Oğlum’u (2005) hatırlattı. Kaçarcasına terk edilen baba ocağına yıllar sonra dönüş, babayla oğlun muhalefeti, kasabada kalmış biri yarım akıllı iki kardeş, eski sevgili gibi figürleriyle. Ancak benzerlik buraya kadar. Bizim insanımızın yaşadığı travmalar ve darbe dönemi acılarıyla Irmak’ın filmi gözyaşlarını sel gibi akıtan koyu bir melodramdır. Bu Amerikan hikâyede trajediye pek yer yok. Hükümran babanın sevgisizliği, büyük ağabeyin elim bir kaza sonucu spor kariyerinin sona ermesi ya da ölümcül hastalık gibi unsurlar burada da mevcut ancak Robkin’in filmi çok daha sakin bir tonda ilerliyor. Hank’in alaycı deyişiyle ‘bir Picasso tablosu gibi’ dağınık ve düzensiz bir aile tablosu resmedilen.

Sinema ve televizyonda onlarca benzerini izlediğimiz aile dramları ve Amerikan sinemasının pek sevdiği diğer mahkeme filmlerinden üstün bir yanı yok bu çalışmanın lakin oyuncu kadrosu muhteşem. Son dönemde üzerine yapışmış süper kahraman rollerinden bu film için izin almış görünen çağımızın en başarılı aktörlerinden Robert Downey Jr. ile kariyerinin son döneminde (kendisine yeni bir Oscar adaylığı getirmesi muhtemel) çok etkileyici baba karakterinde yılların oyuncusu Robert Duvall karşılıklı döktürüyor. Ağabeyde hayli kilo almış Vincent D’Onofrio, gençlik aşkında yetenekli Vera Farmiga, savcıda delici ‘Fargo’ bakışlarıyla Billy Bob Thornton filmin öne çıkan diğer oyuncuları.

(20 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kesik Almanya’da Vizyona Girdi, Seyirci Akın Etti, İndirgemeci Üslubun Geniş Vahameti Üzerine Düşünmek Bize Kaldı

Çalışmalarını Almanya’da sürdüren Türkiye kökenli yönetmen Fatih Akın’ın son filmi The Cut, gösterime girdi. Yönetmenin kendi söylemiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’e uygulanan ‘soykırımı’ konu eden The Cut, (Kesik) aşkla başlayan, ölümle devam eden ve şeytanla biten üçlemenin ‘iblis’ yanını oluşturuyor. Fatih Akın’ın ‘Duvara Karşı’ filmi aşkı, ‘Yaşamın Kıyısında ölümü tarif ederken ‘The Cut’ şeytan meselesine girmiş bulunuyor.

Çetrefillik içeren bazı filmlerde konuyu daha iyi kavramak için içeriğe geçmeden önce ‘çerçeve’ hakkında bilgi vermek gerektiğinden ‘Neden böyle bir film yaptın’ sorusuyla sık sık muhatap olan Fatih Akın, meramını anlatabilmek için demeç üstüne demeç veriyor. Filmi açıklama gayretinde bulunurken “Ben konuyu değil, konu beni buldu” diye söze başlayan çok ödüllü yönetmen, “Tabuları yıkmak, insanları duyarlı hale getirmek, korkuları yenmek, şiddet pornosu çekmek istemedim” gibi tamlamalarla devam ediyor. Yalnız, ‘çerçeve’ kısmında yönetmenin içeriden tam göremediği bir detay gözden kaçmışa benziyor: Fatih Akın Almanya’da aşırı indirgemeci üslupla tam teşekkülü filmler çeken başarılı bir yönetmen olarak tanınıyor. Şimdiye kadar yaptığı filmlerde kendine özgü bir kulvar bulduğu ve öznel bir dil yarattığı vurgulanıyor. Üçleme dediği filmlerin ilk iki halkası aşk ve ölümde yaşanan sosyal varlanım gerçeklileri ‘göç’ olgusuna indirgenmiş olarak yeniden anlam buluyor. Son halka şeytanda ise, indirgemecilik üslubuna çok ters yanıtlar verebilecek bir meseleye giriliyor. Ustası olduğu indirgemeci tekniğin ısrarıyla girişilen şeytan meselesinde aşk ve ölümde yakalanan anlam bütünlüğüne erişilemeyeceği peşinen aşikar gözüküyor.

The Cut filmindeki ağır konuyu işleyebilmek için indirgemecilikten uzak çok yönlü bir sinema estetiği, ‘çoğaltıcı’ bir üslup denemesi zorunlu gözüküyor. Sosyal ve mental koordinatları oldukça geniş olan kompleks bir konunun işlendiği The Cut filminin başarılı olabilmesi için redundant (aynı bilgilerin farklı biçimlerde konu içinde tekrarı) klâsiğinden kaçınmak gerekiyor. Oysa bu her sinemacının altından kalkacağı kolay bir iş olmadığı düşünülüyor.

Sanat sinemasında indirgemeci üslup kullanılarak geniş anlamlar ortaya çıkaran örnekleri, karmaşık kompleks varlanımları şiddet unsuru etrafında yorumlayan Tarantino, insan bileşenlerini tutku boyutundaki cinsellik paylaşımına dönüştüren Lars von Trier ve yaşam kavşaklamalarını vicdan kategorilerinde değerlendiren Derviş Zaim filmlerinden sıralanabilir.

Redundantlığın karşıtı olabilecek batini konularda totoloji (kendini tekrar) tuzağına düşmeden anlam çoğaltabilen yapıtların ise başta Tarkovski, Aki Kourismaki ve Nuri Bilge Ceylan gibi ustalardan çıkmış olduğunu vurgulamak gerekiyor. Fatih Akın’ın aşk ve ölüm sarmalından şeytan bağlamına geçerken aşırı indirgemeci üsluptan ne kadar vazgeçeceği son filminde yakalanabilecek başarıya bir nevi ölçek teşkil edebileceğine değinmek gerekiyor.

İlk gösterildiği Venedik Film Festivali’nden bu yana yapılan tüm değerlendirmeler ise Akın’ın terk etmede zorlandığı tek sesliliğinden, mesaj verme ön niyetiyle yapılan uğraşısının pek başarılı olamadığı yönünde birleşiyor. Diğer yandan The Cut benzeri filmlerin Alman seyirci önündeki işlevinin tamamen farklı olduğuna dikkat çekmek zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Almanya kendi öznel tarihinden dolayı soykırım meselesine aşırı duyarlılık göstermekle ön sıralarda yer alıyor. Hemen hergün televizyon kanallarında konuyla ilgili belgeseller, filmler, biyografiler yayımlanıyor. Ulusal sineması da şu an gösterimde olan Christian Petzold’un çektiği baş rolde Nina Hoss’un oynadığı Phoenix filminde olduğu gibi soykırım konusunu işlemeye büyük özen gösteriyor. Ayrıca yoğun vicdani baskı altında olduğunu düşünen ve suçluluk duygusunu taşıyan bir kesimin dünya tarihi içinde soykırım meselesiyle yalnız kalmak istemediğinden dolayı kendine ortak/alibi aradığı sık sık dile getiriliyor. Bu bağlamda düşünsel gıdasını Almanya’dan alan göçmen kökenli yönetmenin bir nevi ‘mahalle baskısı’ altında olduğunu düşünmek mümkün.

Demeçlerinde “Ermeni soykırımında Almanya’nın rolü de irdelenmeli” diye hatırlatmalarda bulunan Akın, üzerindeki manevi baskıdan biraz olsun sıyrılmak adına çaba sarf ederken, Türkiye’nin Ermeni soykırımı hakkında epey olumlu yol katettiğini, buna katkı sağlayacağını düşündüğü filminin yakında Türkiye’de de vizyona gireceğine dikkat çekiyor.

(17 Ekim 2014)

Ali Mercimek

Herkesin Sihire İhtiyacı Var

Sihirle, illüzyonla arası her zaman iyi olmuştur Woody Allen’ın. 2006 yapımı ‘Scoop’, görmüş geçirmiş bir sahne sihirbazı ile (Allen’ın bizzat canlandırdığı illüzyonist Splendini) yeni yetme gazeteci genç kızın Bergmanvari Azrail’i atlatarak fani dünyaya haber taşıyan müteveffa gazetecinin yardımıyla esrarengiz cinayetlerin sırrını çözme hikâyesidir. İlerlemiş yaşına rağmen (önümüzdeki sene seksenini deviriyor) her yıl bir film yapma geleneğini sürdüren usta sinemacı bizde ‘Sihirli Ay Işığı’ adıyla gösterilen (özgün adı ‘Magic in the Moonlight’) son çalışmasında, çok sevdiği sihirbazlık gösterilerinin mekaniği ile ilk döneminden beri gündeme getirdiği metafizik tartışmaları Hollywood’un altın çağının gözde türlerinden ‘screwball’ güldürüyle harmanlamış.

1926 yılının Berlin’inde başlıyor hikâye. Caz çağının ünlü illüzyonisti Stanley Crawford, Çinli Wei Ling Soo kimliğine bürünmek suretiyle Uzak Doğu’nun egzotik şovunu sunmaktadır Avrupalı izleyicisine. Burnundan kıl aldırmayan yılların üstadı için Dünya mantıklı ve öngörülebilirdir. Hayatın boş ve trajik bir gerçeklikten ibaret olduğunu düşünür. Maneviyata inanmaz. Nietzsche’nin ünlü ‘Tanrı Öldü’ deyişinden dem vurur. Ruh çağırma seansından Vatikan’a kadar her şey sahtedir onun için. Münih, Barselona eski kıtayı adım adım turlayan kibirli Stanley meslekten arkadaşının teklifi üzerine sahtekâr olduğundan şüphe edilen bir medyumun foyasını ortaya çıkarmak üzere bu defa Fransız Riviera’sına yollanır. Öyle ya bu hokus pokus numaralarını ondan iyi bilen yoktur. Zihin okuma iddiasındaki Sophie Baker’ın mental titreşimleriyle ince ince dalgasını geçer önce, Amerikan taşrasından yetişme genç kızı soylu İngiliz kibriyle küçük görür. Ancak ruh çağırma seansındaki beklenmedik olaylar ve genç kızın göz kamaştıran güzelliği Stanley’nin aklını karıştıracaktır.

Bu şirin romantik güldürü Cate Blanchett’in görkemli performansıyla devleşen bir önceki ‘Blue Jasmine’ ağırlığında değil belki, ancak üstadın daha önce çokça örneğini verdiği nükte yüklü hafif güldürülerinin sadık izleyicileri için biçilmiş kaftan. Tipik Woody anekdotlarını aktarmak bu kez karizmatik Colin Firth’e düşmüş. Deneyimli oyuncu ile Sophie’yi canlandıran gencecik Emma Stone zıt ikilinin çatışmasında hoş ve sevimli. Darius Khondji’nin iki savaş arasındaki kaygısız dönemin atmosferini kusursuzca yansıtan görüntü çalışması mükemmel. Jenerikte Cole Porter’dan ‘You Do Something To Me’ ile başlayan soundtrack ayrı bir harika. Yaşamak için hepimizin kandırmacalara, ayışığı altında küçük sihirlere ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlatan bu güzel filmi kaçırmamanızı tavsiye ederiz.

(17 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Savaş Sanatı Olarak Evlilik

Gillian Flynn’in çok satan gerilim romanından sinemaya aktarılan ‘Kayıp Kız / Gone Girl’ aynen kitapta olduğu gibi başlıyor. Karısının güzel başını, parlak renkli saçlarını okşamakta olan Nick bazen bir çocuğun hayal gücüyle Amy’nin kafatasını açtığını, beynini dışarı çıkardığını ve güzel kadının düşüncelerini yakalamaya çalıştığını gözünde canlandırdığını ifade eder kitabın ilk satırlarında. Kimdir Amy? Neler hissetmektedir? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız? benzeri sorular kara bulut misali evliliklerinin tepesinde dolaşmaktadır.

Oysa her şey ne kadar farklı başlamıştır. Hudson’dan ötesi beni bağlamaz havasında kibirli Manhattanlı kız ile Orta Batı taşrasından Missouri’li yakışıklı adamı zıt karakterleri çekmiştir birbirlerine. Evlilik bu, önce aşık olmuşlar, daha sonra karşılıklı olarak biri diğerini değiştirmeye çalışmış, nihayetinde nefret yüklü suç ortaklarına dönüşmüşler. Bu hafta dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren ‘Kayıp Kız’ işte böylesine çetin bir karı koca çarpışması üzerine. 600 sayfa olmasına rağmen merakla kısa sürede okunan bir evlilik geriliminden yola çıkan filmin yine Flynn imzalı senaryosu, romanın sinematik yapısının izinde geri dönüşlerle yol alıyor ve yazarın kimin kurban kimin cellat olduğu an be an değişen, sürprizlerle dolu hikâyesinin temposu hiç düşmüyor. Evli bir kadının esrarengiz bir biçimde yok oluşu ve bunu takibeden polis soruşturmasının medyanın huzurunda bir reality show’a dönüşmesinin dayanılmaz komik hikâyesi de ‘Kayıp Kız’. Bir reklâm filmi yapaylığında başlayan aşk hikâyesi, Yukarı Manhattan’ın Woody Allen filmlerine özgü sahte ilişkilerinden manzaralar, ‘İnanılmaz Amy’ çocuk kitabı serisinin yazarları anne babanın kendi kızlarının abartılı başarı hikâyelerini pazarlayıp satmaları ve nihayetinde Amy’nin kayboluşu ve Nick’in cinayetle suçlanmasının sosyal medyada, televizyon kanallarında kamuoyuna servis edilmesi filmde romandan daha güçlü bir biçimde verilmiş. Seyir keyfini bozmamak için burada açıklayamadığımız, romanın bitimine eklenmiş final sahnesinde bu traji komik medya eleştirisi doruğa çıkıyor.

Çok okunmuş sürprizlerle dolu bu karanlık hikâyenin yönetmen David Fincher’in ellerine teslim edilmesi yerinde olmuş. ‘Se7en’ın plânlı programlı seri katili ya da ‘Zodiac’ın uzun yıllar soruşturmanın peşini bırakmayan dedektifi benzeri disiplinli tutkulu karakterlerle dolu Fincher filmografisinde bir yeni halka Amy karakteri. Romana harfiyen sadık kalmış becerikli bir senaryoyla rahatça yol alıyor ve iki buçuk saat uzunluktaki filmini merakla izlettiriyor deneyimli sinemacı. Son üç filminde birlikte çalıştığı Trent Reznor ve Atticus Ross’un oyunculardan rol çalan etkileyici elektronik soundtrack’i ve uzun yıllar birlikte çalıştığı Jeff Cronenwerth’in görüntü çalışması filmin önemli artılarından.

Oyunculara gelince. Yönetmenliğini yaptığı ‘Argo’ ile iki yıl önce büyük başarı elde eden Ben Affleck, romandaki karakterle karşılaştırıldığında biraz daha yaşlı ve ‘Batman’e hazırlandığı için fazla irileşmiş olmasına rağmen çocuksu bakışları ve gülüşüyle tatmin edici bir Nick Dunne olabilmiş. Hatta filmin ‘kadınlar tarafından çekiştirilmekten bıktım usandım’ diye yakınan erkek karaktere iltimas geçtiği söylenebilir. ‘Kayıp Kız’ bu açıdan feministleri kızdıracak belki ama Rosamund Pike için ne gam. Genç oyuncu Hollywood’da yakaladığı bu ilk büyük rolünde müthiş formunda. Yaklaşan ödül mevsiminde Pike’ın adını bol bol duyarız gibi geliyor.

(10 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Akif Beki’nin Sinema Hakkında Bildikleri Üzerine

Hürriyet Gazetesi’nin dünkü sayısında Akif, Altın Portakal Film Festivali’nde yaşanan krizi “çok otoriter bir yöntem”le çözmüş. Ben yazısını okurken, bir filmde postallarıyla kümesteki yumurtaları çiğneyen cahil ve acemi çiftçi yamağını hatırladım.

Festival komitesinin ve sektörün sorumlu insanlarının ve hatta Sayın TÜREL’in günlerdir kılı kırk yaran bir titizlikle çözmeye çalıştıkları ve olumlu bir noktaya getirdikleri krize Akif, ayağındaki postal ve elindeki balyozla saldırıyor. İncelikten ve zerafetten yoksun bu görüşler umarım yeni bir krize yol açmaz.

Akif, “ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ”nin öz ve temel kimliğinin “ulusal yarışma” olduğunun farkında değil. Bu nedenle “ulusal yarışma”yı kaldırın diye buyuruyor. Bu ultra cehaletini kanıtlamak için CANNES’in uluslararası olduğunu ileri sürüyor. Yani CANNES hakkında da hiçbir şey bilmediği anlaşılıyor.

CANNES yeryüzü sinemasının bir yıl içinde yapılmış on binlerce filminin yarışmak için başvurduğu en büyük ve ünik bir organizasyondur. Dünya sinemasının kalbidir. Her yıl beş bin gazetecinin ve yirmi bin sinema adamının film alıp sattığı dünyanın en büyük sinema arenasıdır.

OSCAR ise esas itibari ile “ulusal” bir yarışmadır. Sadece Amerikan Sineması’nın ürünleri yarışır. İngilizce olarak çekilmemiş “yabancı film” dalı OSCAR için önemsiz bir yan bölümdür.

Akif, jüri’ler hakkında da yanlış bilgilere sahip. Jüriler tavsiye niteliğinde karar almazlar. Altına imza attıkları jüri kararları hiçbir merci tarafından değişikliğe uğratılamazlar. Bu kararlar kamuoyuna açıklandıktan sonra herkes istediğini söylemekte ve yazmakta, beğenmekte veya yermekte özgürdür.

Bu yıl yaşanan “kriz”, bu temel kuralın “günümüzün yaşanan Türkiye Gerçeği”ne uydurulması gibi garabet bir çaba olarak ortaya çıkmıştır. Ancak; başta Festival Komitesi ile mesleğimizin sorumlu insanları ve Sayın TÜREL, yapılan kural yanlışını erkenden fark ederek “krizi” çözme yoluna gittiler. Kimse “baskıyı alttan almadı” Akif. Herkes “çözüm” için duyarlılık gösterdi. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ meslektaşlarımızın emeği ve alın teri ile bu günlere kadar yaşatılmış ve yaşatılmaya devam edecek ilk ve en değerli bir organizasyondur. Mesleğimizin yüzüncü yılını kutladığımız bu yılda, çok olumsuz ve cehalet dolu yaklaşımlarla FESTİVALİMİZ’in hırpalanmasını kimse arzu etmiyor.

Jüri’leri “kapı dışarı” atmayı öneren Akif, elli yıl içinde yapılan festivalde “ALTIN PORTAKAL” kazanan yüzlerce filmimizi “boş teneke kutusu” olarak niteliyor. “Sanatı siyasallaştıran istismarcılara da kapıyı kapatılması”nı öneriyor. Hangi yanlışını düzeltelim? Hangi hakaretine cevap verelim? En masum filmin bile içinde “bir siyasi öge” bulunduğunu mu söyleyelim, yoksa Akif’in kulaklarının 50 yıldır teneke kutusu sesi ile beslendiğini mi? En iyisi bütün jürileri Akif belirlesin ve hatta bütün yarışma filmlerini O seçsin.

Türkiye Sineması’nı bu kadar küçümsemek hakkını sana kim verdi Akif kardeş. Sen merak etme biz sorunumuzu kendi aramızda çözeriz. Hiç kimse postal giyip eline balyoz almasın, Akif’de… (*)

*Akif BEKİ, bana “abi” dediği için ön adını kullandım.

(08 Ekim 2014)

Sabahattin Çetin
Yapımcı – Yazar

Kış Uykusu’ndaki Burjuva Israrına Yoksulun Parayla Olan Şizofren İlişkisinden Cevap Hakkı

Üzerinden Anton Çehov, William Shakespeare, Fyodor Dostoyevski, ya da Sabahattin Ali geçen her türlü yazılım, ağır gnomist söylem içermeleri nedeniyle modern zamanlarda anlam düşüklüğü yaşatılan ‘aydın’ paradigmasının çok ötesinde varsıl düzlemler alanında değerlenmelidir. Asırlar boyu genel bilgeci yaşam felsefeleri, taşralının değil, metropol gerçekliğindeki yüksek burjuvanın meselesi olmuştur.

Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ndaki kötüye, kötülük yapma imkânı tanıma söylencesi, antropolojik çerçevede ancak kendinin mutlak koruma altına alındığı sanısına sahip olanların işidir. Film okuma serbestliğiyle sahi veya yapay böylesi bir duygu, sonsuz muktedirliğe aşkın vaziyetler alan varsıllık belirtisine denk düşer.

Entelektüel bir çıkarımın sonucu ‘aydın’ olma tek başına Shakespeare’ane veya Çehov’vari ifadeler tarafından kurgulanan yaşam bütünlüğünü içselleştirmeye kafi gelmez, ayrıca ‘zengin’ olmak gerekir. Modern zamanların sorunlu kavramı ‘aydın’, Kış Uykusu’ndaki baş kahramanının çağrı simgesi olmasına rağmen, homojen bir yapının değil, interobjektif alanların öznesidir. Bu nedenle sıkça dile getirilen ana mesele, ‘aydın’ eleştirisi değil, yerleşik düzene geçememe yanılgısındaki burjuvanın zorunlu çevreye bakışının onay bulmasıdır. Kış Uykusu’nda ilk bakışta ‘aydın’ eleştirisi sanılan şey, aslında yüksek burjuvanın kendine verdiği mutlak değerin temellendirilmesine yönelik bir çalışmadır. Anlaşılması güçtür, çünkü yüz yıllık Türk sinemasında Boğaz yerleşkesinin asil üyeleri üzerine, ‘Leopar’ bir yana, ‘İtalyan Usulü Evlilik’ derecesinde otantik çalışma örneği yoktur.

Kış Uykusu’ndaki ateş ve para bağlamında biraraya getirilen iki güç dengesinin yarattığı ilişkide, zayıfın kendini imha derecesinde izleyiciye ‘eyvah yakacak manyak’ diye çığlık attıran şizofren davranışına vurgu yapılmakta, burjuvanın para yakan fakire bakışı ‘zavallı’ ölçeğindeyken, ateşe atanın mağrur duruşu haklı olarak arabesk çözümlemelerin sınıfsal kaygısına maruz kalacaktır.

Şizofrenik vaziyetler, Nuri Bilge Ceylan tarafından zamanlar üstü temel meseleler işlenilirken her daim ifade bulmuştur: Üç Maymun’daki anneye tokat sahnesinde fonda aniden yükselen ezan sesi, babasını aldattığını öğrendiği anneye kalkan ele onay mı verecek, yoksa itiraz mı edecektir. Film okuma serbestliğinin vermiş olduğu rahatlıkla.

Çehov – Shakespeare bilgeciliğinin yaşayan gerçekliğini sadece varsıl boyutlarda hissedilme alanına çekme özgürlüğü bulunurken, film bütünlüğünde eleştirilen değil, tasdik gören bilgesel burjuva tutumunun, sınıfsal çözümlemeye gerek duyulmayacak kadar taşralının gündeminden uzak tutulduğu varsayımından, duygu sinemasının yarattığı efektlerle at hırsızı havasındaki yılkı avcısıyla kasaba imamının ifşa ve eylemlerine mülk sahipliğinin tanımış olduğu kimlik kontenjanından anlam transferi yapılmış olduğununa kadar yol tutulacaktır.

Özetle ‘uzun ama hiç sıkılmadım’ diyenler huzurunda kamera yönetiminin anlam bütünlüğünü bozmadan yarattığı dengeli mekân devingenliğinin iç hesabına girmeden, Adana Altın Koza Film Festivali’nde seyredilen Kış Uykusu’nun yarışma filmlerine etkisi uzun olmuştur.

Ali Mercimek

Oscar… Oscar…

Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan) Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü aldı, film ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, bu büyük bir başarıdır, hele bizim sinemamız için. Daha önce 1982’de Şerif Gören’in Yol filmi de aynı başarıyı göstermiş, aynı festivalde -ortaklaşa da olsa- altın palmiyeyi almıştı. Şimdi Kış Uykusu Oscar adayı, Yalnız, Cannes uluslararası bir festivaldir, Oscar ise Amerikan Sinema Akademisi’nin ağırlıklı olarak Amerikan filmleri arasında yaptığı bir değerlendirme sonucu verilen bir ödüldür, ödüller dizisidir, bu dizinin içinde “En İyi Yabancı Film” ödülü de vardır, bizim Kış Uykusu bu “En İyi Yabancı Film”ler içinde şimdilik aday adayıdır. Son değerlendirme beş film üzerinde yapılacakken, bizim filmimiz şu anda -içlerinden dördünün eleneceği- dokuz film arasındadır, elenecek dört film arasına girmez ise, son beş film içinde akademi üyeleri tarafından değerlendirilecektir, isterse beş film arasına girip son değerlendirmeden de galip çıksa, benim için Cannes’da alınan ödül daha önemlidir.

Tüm bunları niçin yazdım? Bizim bir kısım oyuncularımız, daha çevrilmeyi bırakın, senaryosu dahi yazılmamış, çekileceği söylenen filmlerdeki rolleri ile Oscar almaktan dem vururlar da, onun için… Öyle bir şey olamaz Çünkü böyle bir filmimiz ancak “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar adayı olabilir, Kış Uykusu’nun olduğu gibi. Böyle bir filmden de, “En İyi Oyuncu” adayının çıktığını ben bilmiyorum. Olmaz demiyorum, -Oscar’ın fazla meraklısı değilim- benim bildiğim yok diyorum, hele de yabancı bir dil konuşan (İngilizce dışında bir dil) bir oyuncunun aday olması?

Aslında ödülün adı “Amerikan Sinema Akademisi Ödülü”dür. Verilmeye başlanıldıktan bir süre sonra, Oscar heykelciğini gören bir çocuk (?) “Ne kadar Oscar Amcama benziyor” deyince, ödülün adı Oscar’a dönüşmüş! Bizim Antalya’da verilen Altın Portakal ödülleri için böyle bir benzetme yapılmamıştır ama -sanırım medyanın başlattığı bir deyişle- Altın Portakal’a “Bizim Oscar’ımız” denir. [O zaman bende derim ki her yıl Amerikan Sinema Akademisi’nin verdiği ödül de Amerika’nın Altın Portakal’ıdır. (Fazla mı abartılı oldu?)]

Sinemada çokça film izlediğim yıllarda, makinistlerin (ark’ı kapatmayıp) izin verdiği ölçüde final jeneriklerini görebildiğim zaman, hep bir Türk ismi arardım, ben bulamadım. Her milletten demeyeyim ama (aslı) Japon, Rus, Lâtin Amerikalı isimlerine benzeyen (bir yerden sonra Amerikalı olan) çok isme rastladım. Yalnız TV.de izlediğim (sadece jeneriğini) bir filmin (?) müziğini yapanın isminin “İbrahim” (soyadı da Türk adı idi) olduğunu hatırlıyorum. Üzerinden yıllar geçti, o zaman ismini tam olarak, sinema çevresinden tanıdığım kişilere sormuştum, duyduklarını söylemişlerdi fakat şundan eminim, o kişinin Türk Sinemasında çalışmışlığı yok idi. Yani şu veya bu nedenle Amerika’ya gitmiş, (belki de orada doğmuş?) -başka bir filmde çalışmış mı?- bir filmin müziğini yaparak adını jeneriğe yazdırmış idi! (Kimdi?)

Bu arada Reise Der Hoffnung’dan (Umuda Yolculuk) söz etmek gerekir. 1991’de “En İyi Yabancı Film” Oscar’ı alan film. Senaryo yazarı Feride Çiçekoğlu, oyuncuları Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Emin Sivas, Yaman Okay… Fakat yönetmen Xavier Köller. Film İsviçre-İtalya ortak yapımı. Feride Çiçekoğlu’nun sanırım ilk senaryosu. (Başlangıçta öykü olarak yazdığını sanıyorum.) Çiçekoğlu’nun sonradan yazdığı bir takım senaryoları sinemamızda filme çekildi ama adı bu filmle duyuldu (en azından ben öyle duydum.) Sürer, Çobanoğlu, Okay sinemamızın bilinen isimleri idi, peki ya Emin Sivas’ı daha önce bilen var mıydı? Reise Der Hoffnung, Özgüç’te 1990 yılı yapımı olarak görülüyor, Emin Sivas’ın oynadığı Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran) filmi de 1990 yapımı. Acaba, Başaran, Sivas’ı Köller’den önce oynatmış olabilir mi filminde? Her neyse, Umuda Yolculuk’un -“Oscar” alması nedeni ile- bizde hayli heyecana neden olduğunu hatırlıyorum ama film bir İsviçre-İtalya ortak yapımı idi. Kahramanlarının Türk olması ve oyuncularının da (senaryo yazarının da) Türk olması bir rastlantı değildi şüphesiz ama bir Türk Filmi “Oscar” almamıştı.

Bu yıl Oscar’ı alan Gravity (Alfonso Cuaron) filmi aldı. Filmin Oscar’larından biri de görsel efekt dalında verilen ödül. Bu efektleri hazırlayan firma ise Fromstore. Bu firmanın -bu filmde çalışan- ekip lideri ise Selçuk Ergen. Yeditepe Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü mezunu, G.O.R.A. (Ömer Faruk Sorak / 2003) filminde staj yapmış. Daha önce A.B.D.de çalıştığı filmler: Iron Man 3″, “Jupiter Ascending”, “Sherlock Holmes”, “Wanted”, “47 Ronin”, “Warth of the Titans”… Sonrası ise “Gravity” ile gelen Oscar, adı Selçuk Ergen, film A.B.D. filmi, bundan, Fromstone firması ile çalışmış olmasına rağmen, kendimize (ülkemize) pay çıkarabiliriz. Artık bizimde bir Oscar’ımız, Oscar’lı bir sinemacımız var diyebiliriz.

Her ne kadar düşlerinde Oscar’ı hayal eden (düş’de bile hayal) oyuncularımızdan biri almamış olsa da, alınmış (kazanılmış / hak edilmiş) bir Oscar’ın çok fazla meraklısı değilim. Oscar ödülleri ile ilgili -şimdilik, bildiğim- iki kitap yayınlanmış ise de benim için çok daha önemli Cannes, Venedik, hatta Berlin Festivalleri ile yayınlanmış bir kitap yoktur (yoksa var mı?).

Tartışılması gerekli bir konu da, bence, görsel efekt dalında -aday olmak için- uzaya çıkıp çıkmamak. Bir oda içinde geçen Hitchcock’un Rope (İp) filmi özel efektin neresinde durur. Film tek mekânda geçtiği gibi, -o günün teknik olanakları ölçüsünde- tek çekim olarak düşünülmüş ve -öyle olmasa bile- o duyguyu uyandıracak şekilde çekilmiştir. (Yıl: 1948.) Filmde, albeni uyandıracak hiç bir görsel efekt yoktur ama kameranın (alıcının) hiç kesme (cut) yapmaması -yapma/mış şekilde seyirciye ulaştırılması- o günün koşullarında, en azından düşünüş ve uygulayış bakımından bir görsellik başarısı (dikkat edilirse “harikası” demedim) değil midir?

Oscar-lı bir filmimiz, bir (-den çok talipli var, sanıyorum) oyuncumuz yok ama ne derseniz deyin, -adını “görsel efekt sihirbazı” diye ananlar var- bir Selçuk Ergen’imiz var.

(05 Ekim 2014)

Orhan Ünser

Drakula Efsanesine Alternatif Başlangıç

İrlandalı yazar Bram Stoker’ın klâsikleşmiş gotik romanına ilham kaynağı olan vampir miti sinemanın ve popüler kültürün gündeminden düşmüyor. 1897 yılında ilk kez yayımlanan ‘Drakula’nın baskısı hiç tükenmemiş ve gerek edebiyatta gerekse sinemada bir altkültür yaratmıştır. Drakula’nın beyazperdeyle ilk flörtü Wilhelm Murnau’nun 1922 tarihli ‘Vampir Nosferatu’ filmiyle başlar. Etkileyiciliğini hiç kaybetmemiş bu sessiz klâsik, Alman dışavurumcu sinemanın paha biçilmez hazinelerindendir. Bu parlak başlangıcın ardından önce Hollywood’a daha sonra farklı diyarlara uğrayan karanlıklar prensi, rahmetli Atıf Kaptan’ın personasında 1953 yapımı Mehmet Muhtar filmi ‘Drakula İstanbul’da’ ile ülkemiz sinemasını da ziyaret etmiştir. Ellili yılların sonlarından başlayarak korku filmleriyle marka olmuş İngiliz kökenli Hammer Films’in kotardığı Kont Drakula filmleri birkaç kuşağın korkulu düşlerini işgal edecek, vampirlerin şahını canlandıran Christopher Lee’yi yıldız mertebesine yükseltecektir.

Bram Stoker’ın İngiliz gezgin Emily Gerard’ın Transilvanya folkloruna ilişkin çalışmalarından esinlenerek kurguladığı rivayet edilen romanı, yazıldığı Viktoryen döneminin bastırılmış kadın cinselliğinin hapsedildiği yerden kurtularak baskıcı toplumu cezalandırmasının metaforu olarak okunagelmiştir. Nitekim bu noktadan hareketle yola çıkan Paul Morrissey’in ünlü camp’i ‘Blood for Dracula’ (1973), Werner Herzog’un 1979 yapımı çağdaş Nosferatu uyarlaması ve nihayet Francis Ford Coppola’nın barok fantezisi ‘Bram Stoker’s Dracula’ (1992) eserin kadın cinselliğini özgürleştiren özgün temasını ön plâna çıkarmıştır.

Coppola’nın filmi jenerik öncesi giriş bölümünde gölge oyunu marifetiyle efsanevi kontun tarihsel bağlarını seyirciye aktarmayı dener. Karanlıklar prensinin yeni gösterime giren taze hikâyesi ‘Drakula: Başlangıç / Dracula: Untold’ Coppola’nın bu prologundan yola çıkarak oluşturmuş hikâyesini. Vampirlerin dünyası, efsaneye ilham veren batıl inançlar ya da bastırılmış cinsellik gibi temaların ötesinde Stoker’ın tarihi esin kaynağı Eflak prensi Vlad Tepeş ya da bizde bilinen adıyla Kazıklı Voyvoda’nın kurgusal serüvenini anlatan bir film bu. Asırlar boyu Avrupa ve Asya imparatorluklarının saldırıları arasında sıkışıp kalmış (günümüz Romanya’sının sınırları içinde yer alan) huzursuz Eflak ülkesinin bir kahramanı olarak ele almış efsanevi kişiliği. Osmanlı’nın Eflak beyliği ile ilişkisini tarihsel açıdan yeniden kurgulamış, tarihi adeta yeni baştan yazma fantezisine girişmiş. Osmanlının elinde devşirme olarak savaş meydanlarında çocukluğunu ve ilk gençliğini tüketmiş olan prens Vlad yıllar sonra ata yurduna dönerek huzur ve barışı sağlamıştır. Lakin Osmanlı tehdidi devam etmektedir. Çocukluk arkadaşı Fatih Sultan Mehmet’in aralarında kendi oğlunun da olduğu 12 yaşından büyük erkek çocukları savaşçı olarak yetiştirilmek üzere yeniçeri ocağına teslim etmesi talebi onu çılgına çevirir. Tepelerde bir mağarada izini bulduğu şeytanın elçisiyle Faustvari bir pazarlığa oturur. Ruhunu karanlık güçlere teslim edecek ancak karşılığında ulusunu ve ailesini kurtaracak üstün güçlere kavuşacaktır.

Süper kahramanların üç boyutlu alemde döne döne savaştığı son dönem Hollywood aksiyonlarının, vampir hikâyelerinin büyük ilgi gördüğü bir gündemde Drakula’nın kapısını çalması bekleniyordu. Universal stüdyolarının Alex Proyas ile işbirliği içinde ta 2007’den beri Drakula: Sıfır Yılı adlı bir projeye hazırlandığını biliyorduk. Kısmet taze yönetmen Gary Shore’unmuş. İrlandalı genç sinemacı 1950’li yılların bilim kurgu hikâyelerine öykünen siyah beyaz kısa filmi ‘The Draft’ ile dikkatleri çekmiş ve Hollywood’da ilk işini almış bu sayede.

Kuzey İrlanda’da çekilmiş olan ‘Drakula: Başlangıç’ Gary Shore adına başarılı bir ilk deneme. Aksiyon sinemasının bildik klişelerini yerli yerinde kullanmış, bir avuç vampirin Osmanlı ordusunu bozguna uğrattığı ya da prens Vlad ile Fatih’in gümüş paraların gözalıcı ışığında düello sahneleri gibi etkileyici bölümlerden yüzünün akıyla çıkmış. Kazıklı Voyvoda rivayet edildiğinden farklı olarak daha insaflı, günümüz Romanya’sında ifade edildiği üzere halkını kurtarmak için şeytanla işbirliği yaparak kendini feda eden bir halk kahramanı olarak sunulmuş. Son dönemin karizmatik oyuncularından Galli Luke Evans ‘Titan’ların Savaşı’nın Apollo’su, ‘Üç Silahşörler’in Artemis’i ve son Hobbit serisinin Bard’ının ardından prens Vlad rolüyle parlıyor. Evans’ın Stephen Frears filmi ‘Tamara Drewe’da (2010) rakip aşıkları oynadıkları Dominic Cooper’ın Fatih’i, emektar İngiliz oyuncu Charles Dance’in görmüş geçirmiş usta vampiri canlandırdığı filmin sürpriz finali, hınzır bir devam filmini müjdeliyor gibi.

(05 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Reis Çelik: Sinemamızın 100. Yılında Bunlar Yaşanmamalıydı

Altın Portakal’da Reyhan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselinin merkezinde bulunduğu “sansür” tartışmalarının tam ortasında, sosyal medyada paylaşılan ve Reis Çelik’e ait olduğu öne sürülen bir yazı gündeme gelmişti. “50 Yıllık Altın Portakal Film Festivali, Portakal Kadar Aklı Olanlara Harcatılmamalı” başlıklı yazıda, filme yapılan müdahale eleştirilmekle birlikte, “Kriz iyi yönetilememiş ve bunun üzerinden ucuz popülasyon meraklılarının ağzına ‘FESTİVALDE SANSÜR VAR’ sakızı verilmiş” olduğu ileri sürülüyordu.

Uzun bir sürece yayılan dostluğumuzdan aldığımız cesaretle ve bu biçimde gelişen olaylara tutumunun “net” olduğu varsayımından hareketle, durumu yönetmenle konuşma olanağı bulduk. Yazının kendisi tarafından kaleme alındığını belirten Çelik, kısaca şu görüşlere yer verdi:

Yazınız, sinema çevrelerinin hiç değilse bir bölümünde küçük çaplı bir fırtına kopardı ve bir ölçüde de, sansüre karşı ortak hareket eden çevrelerde hayalkırıklığına yol açtı. Ne dersiniz?

Yazım, olaylara doğru bir yönden bakılması gerektiğine işaret ediyordu. Ucuz ve hesapsızca yapılan, popülist ve sorundan ziyade festivali hedef aldığını düşündüğüm yaklaşımlara itiraz manasına geliyordu.

Konuya en başından yaklaşalım. Ortada bir sansür olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette, bunun tartışması bile olmaz. Ortada hepimizin itiraz etmesi gereken bir müdahale var; ancak sürecin yönetilme biçimini yanlış bulduğumu da söylemeliyim.

Dilerseniz bunu açalım biraz…

Öncelikle sansürün devletin işine gelen bir mekanizma olduğunun altını çizelim, dahası çok da beklemediğimiz bir süreç yaşamadığımızı hatırlatalım. Ama son noktada da görüldüğü gibi bu durum aşılabilirdi. Çözümü hiç de karmaşık değilken, konu birden ‘festivalin yapılıp yapılamayacağı’ tartışmalarına dayandı. Gelinen noktada devlet mekanizmasının ne yapacağını zannediyorsunuz, nasıl bir geri adım bekliyorsunuz? İtirazlarımızı ortaya koyarken bazı gerçeklerden habersiz davranamayız. Festivallerin ne kadar zor koşullarda organize edildiğini, bir yığın bürokratik dayatmanın ortasında sinemamızı halkla buluşturabilme adına hangi fedakârlıklara göğüs gerildiğini unutamayız. Yazıda da en çok altını çizdiğim konu buydu.

Doğal olarak, böylesi bir durumda ‘ne yapılabilirdi’ sorusu gündeme geliyor.

Kuşkusuz Festival Yönetimi ve Yürütme Kurulu, -ki, her birisinin ne kadar değerli insanlar olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz- konuya daha dikkatli yaklaşabilirdi, filmin yaratıcısıyla daha titiz bir süreç yönetilebilir ve olayların bu noktaya gelmesinin önüne geçilebilirdi. Niyetleri yasakları hortlatmak olmasa da, ortada krizi yönetememe hali olduğu belli oluyor.

Konuya popülist yaklaştığını iddia ettiğiniz çevrelerin nasıl bir hata yaptıklarını düşünüyorsunuz?

Öncelikle somut olarak kimseyi hedef almadığımı, tepkilerini birer metinle ortaya koyan kurumları kastetmediğimi belirteyim. Az önce de söylediğim gibi konunun Festival cephesinde ele alınışındaki hatalı yaklaşımın kimi çevreleri etkinliğin yapılmaması noktasına getirmesine itiraz ettim. Ulaşılacak sonuç bu olmamalıydı. Ayrıca Türkiye’deki sinema çevrelerinin ortaya koyabileceği pek çok tepki yöntemi olduğu da unutulmamalı. Örneğin etkinlik, bir belgeseli göstermek istemiyorsa, Antalya’ya gelir, boş bir duvara beyaz perdeyi çeker ve yapımın süresi kadar oraya bakarız. Ama bütün bunları tam da sinemamızın 100. ve ülkenin en önemli sinema etkinliklerinden birinin 51. yılında konuşmaktan üzüntü duyuyorum. İçimden bu yıl yapılacak Altın Portakal’a gitmek de gelmiyor.

Bütün bunları neye bağlıyorsunuz?

Festivaller bürokrasinin elinden kurtulamadığı, yerel yönetimlerin belirleyici unsura dönüştüğü noktada, “Antalya nasıl özgürleşir?” sorusuna yanıt vermek hiç de kolay değil. Yalnızca İstanbul Film Festivali örneğinin düşünülmesi gerektiğine ve organizasyonların bağımsız olması durumunda neleri başarabileceklerine dikkat çekmek isterim.

Yönetmenin ve Festival Yönetimi’nin son açıklamalarına bakıldığında belli bir noktaya ulaşmış olduğu görülüyor. Siz ne dersiniz?

Tartışmanın merkezinde küfür olayı olduğu söyleniyordu. Eserin bir belgesel olduğu hatırlanırsa, yapılan uyarının anlamı olmadığı görülecektir. Arkadaşımız Gezi olaylarını masaya yatırmış ve gerçeklere müdahale etmeden yaşanan ana tanıklık etmiş. Gezi’deki küfürler ayrı bir tartışma konusudur, bunun belgeselde yer alması ayrı… Yine de gelinen noktanın yönetmenin özgür iradesiyle aldığı bir kararın sonucunda ortaya çıktığını düşünerek, -başta olması gerekene sonunda ulaşabilsek de-, bundan sinemamız adına mutluluk duyuyorum.

İsminiz Festival’in danışmanları arasında yer alıyor bu arada…

Evet, öyle yazıyor; ama bir toplantı dışında danışmanlık hizmeti verdiğimi söyleyemem. Yalnızca, “filmlerin başka festivallere katılmama şartı” gündeme geldiğinde, böyle bir karar alınacaksa, bunun bir defaya mahsus olması gerektiği düşüncemi belirtmiştim. Yeni bir ekip kuruldu, başarılı olmalarını diliyorum.

Yazınızı ilk okuduğumda, bir filminize atıfta bulunarak “Yarını bilemem; ama Reis Çelik için Hoşçakal Bugün!” ifadelerini kullanmıştım.

Festivaller sinemamızın kalbinin attığı, üretimlerin halkla buluştuğu yerlerdir. Bu platformların elimizden çıkması sinemaya hiçbir yarar getirmez. Organizasyonları eleştirirken yapıcı olmak tüm sektör için faydalıdır. Sona erdirilen Yeşilçam Ödülleri’ni veya TÜRSAK’ın Altın Portakal organizasyonlarını düşünün.

Söyleşi için teşekkür ederim, karar kamuoyunun olsun.

(05 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü