Kategori arşivi: Yazılar

Çok Kişilikli Bir Kevin

Doğaüstü olayları öne çıkartan Hintli yönetmen M. Night Shyamalan, gerçeklikte olan şizofreninin en derinine yerleşmiş çok kişilikli bir insanın kişiliklerinin mücadelesini gerilimli bir dille yansıtıyor.

Pensilvanya’nın Philadelphia şehrinde. Kevin Wendell Crumb, “Denis” karakteriyle Claire’in babasının yerini aldıktan sonra üç genç kızı bayıltarak Claire, Casey ve Marcia’yı bilinmeyen bir mahzene götürüyor. Her şeyi önceden ayarlamış. Claire ve Marcia bu cehennemden hemen kurtulmak isterken, Casey bu tuhaf adamın ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Belki de onun ruhundaki yangını hissediyordur. Geriye dönüşlerle çocukluk anları zihninden düşen Casey’nin de ruhunda ateşler yanıyor.

1970’te Hindistan’da doğan Hintli yönetmen M. Night Shyamalan, 1999’da Hollywood’da “The Sixth Sense-Altıncı His” gizem yüklü gerilimini çekti. Bruce Willis’le de yolları kesişti. 2000’de “Unbreakable-Ölümsüz”, 2002’de “Signs-İşaretler”, 2004’te “The Village-Köy”, 2006’da “Lady in the Water-Sudaki Kız”, 2008’de “The Happening-Mistik Olay”, 2010’da “The Last Airbender-Son Hava Bükücü”, 2013’te “After Earth/Dünya-Yeni Bir Başlangıç” ve 2015’te “The Visit-Ziyaret” filmleri buralara da uğramıştı. Shyamalan’ın 2017 yapımı sinemaskop “Split-Parçalanmış”, dissosiyatif kişiliği şaşırtıcı ve yaratıcı bir görsellikle beyazperdeye yansıtabiliyor.

Parçalanmış çoklu kişilikler gerçekten şaşırtıcı ve gerçek anlamda zihin karıştırıcı. Şizofreninin derinliğinde yer alıyorlar. Sinema tarihinde bu psikolojik bozuklukla ilgili filmler var. İçlerinden heyecan ve şaşırtan bir filmi fark ettik. Richard Fleicher’ın 1968 yapımı renkli sinemaskop “The Boston Strangler-Boston Canavarı” filmi hemen öne çıkıyor çoklu kişiliklerde. Bu yeni kara film tarzındaki yapıt, Gerold Frank’ın eserinden uyarlanmış. Filmde Tony Curtis (DeSalvio), Henry Fonda (Bottomly) ve George Kennedy (Dedektif DiNatale) gibi büyükler oynuyordu. 1960’ların başında 13 kadını öldüren Albert DeSalvio üzerine korkutucu bir filmdi bu. “İpek Çorap Cinayetleri” adı verilmiş bu cinayetlere. Polis, önceden farklı kişilerin cinayetleri işlediği sanmış. Sonradan dissosiyatif biri olduğu anlaşılan DeSalvio’nun işlediği anlaşılmış. İşte Shyamalan’ın Kevin karakteri de DeSalvio gibi birbirinden çok farklı kişilikleri bir bünyede toplamış.

Tedavisi sürerken…

Psikolog Dr. Karen Fletcher, Kevin’i tedavi ediyor. Kevin’in “Barry” karakterinden e-posta aldıktan sonra Kevin elinde dosyayla Karen’i ziyaret ediyor. Moda çizimleri yapan Kevin’in zihnindeki kişilikler de mücadele veriyor. En tehlikelisi olan “Denis”, “Patricia”yla diğer kişilikleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Karen, hemen olmasa da “Denis”in baskın hale geldiğini fark ediyor. Kevin’in tam 23 kişiliği var. Adı anılanlar “Orwell”, “Hedwig”, “Jade” ve “Yaratık…” İçlerinde en uysal olan kişilik “Hedwig”di sanki Kevin’in. Ama en yok edici olanıysa “Yaratık”tı.

Beklenmedik ve şaşırtıcı…

Öncelikle filmin ikinci yarısıyla beraber merak duygusu ve gerilim yükseliyor. Aslında şizofren Kevin’in kişilikleri dışında çok az anda fark ediyorsunuz. Belki de fark edilemiyor. Zihinden “flaş” gibi dökülen anlarla Kevin’in korkusunu ve bu korkuyla sığındığı kişiliklere anlam verilebilir belki. İnsan psikolojisi derin, karmaşık ve şaşırtıcıydı. Kimi bilim insanları şizofreni, otizm, asosyallik ve çekirdek aile yakın kuzenlerimiz Neandertal insandan bize, yani “homo sapiens”e geçtiği söyleniyor. Neandertaller, yaklaşık 30 bin yıl önce soyları tükendi. Onlara “Avrupalılar” deniyor. Onlar da alet yapıp avlanıyorlardı. Mağara duvarlarına resimler çizdiler. Eti ateşte pişirdiler. Ama bizden farklılıkları sosyal olmamalarıydı. Çok az grup bir arada yaşıyorlardı. Avrupa’da buz çağı yaşandığı zamanlarda av hayvanları azalmıştı. Küçük hayvanları avlamıyorlardı. Açlık ve soğuk onların soyunu tüketti. Buz çağı öncesi bir dönem, onlarla karşılaştık, gen aktarımı oldu. Bizden onlara geçenler yararlı olamamış ki, yok olup gittiler. Ama onların geni bize aktarılmış. Psikolojik olanları günümüzde hayatın tam içindeydi. Ama bazı bilim insanları da asla neandertallerle karşılaşılmadı diyor. Neandertal insanın yaptığı ayakkabı gibi ayakkabı yapamadık, hâlâ. Onları küçümsememeli, saygı duyulmalı.

Shyamalan’ın bu filmindeki görsellik gerçekten heyecan verici. Özellikle Kevin’in sığınağı mahzen. İnsan gotik bir eserin içindeymiş gibi hissediyor bu anlarda. Mekânların soğukluğu da perdeden çıkıp geliyormuş gibi. Fonda duyulan yavaş tınıları Kevin’in öteki kişiliklerden bir anlık dinlendiği an gibi sanki. Filmdeki üç genç oyuncuya övgü gönderirken, elbette birçok kişiliğe bürünen James McAvoy’u da unutmamalı. Filmin bitiş anında küçük de bir sürprizi olduğunu hatırlatmalı. Son jeneriğin de yaratıcı olduğunu belirtmeli.

Parçalanmış (Split)
Yönetmen-Senaryo: M. Night Shyamalan
Müzik: West Dylan Thordson
Kurgu: Luke Franco Ciarrocchi
Görüntü: Mike Gioulakis
Oyuncular: James McAvoy (Kevin), Anya Taylor-Joy (Casey), Haley Lu Richardson (Clair), Betty Buckley (Dr. Karen), Jessica Sula (Marcia), Izzie Coffey (Çocuk Casey), Sebastian Arcelus (Casey’nin Babası), Brad William Henke (John Amca), Neal Huff (Claire’in Babası), Rosemary Howard (Kevin’in Annesi), M. Night Shyamalan (Jai), Bruce Willis (David)
Yapım: Universal (2017)

(16 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 1

Giriş Yerine

1927 ve 1928 yılları, sessiz sinemanın son başyapıtlarının ardı ardına gösterime girdiği bir dönem olarak hatırlanıyordu. Sözgelimi Fransa’da Rene Clair’in İtalyan Hasır Şapkası (Un Chapeau de Patille d’Italie), bir dizi kaçıp kovalamacının ardında taşıdığı aristokrasi eleştirisiyle modern güldürünün eleştirel niteliğini gözler önüne seriyordu. Sovyet Devrimi’nin 10. yılı anısına çekilen Ekim (Oktiabre), Eisenstein’ın Potemkin’le ulaştığı biçimsel ustalığı bir adım daha ileriye taşıyordu. Abel Gance’ın Napoleon’u, sessiz sinemanın ulaştığı doruk noktalarından birini betimlemekteydi, tıpkı avangard cephede yer alan Bunuel’in Salvador Dali ile işbirliğinden doğan Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) ve Dreyer’in unutulmaz Jeanne d’Arc’ı gibi… Halkaya eklenen Pabst imzalı Pandora’nın Kutusu (Die Büchse der Pandora) ve Devrim Sineması’nın bir başka büyük ustası Dovzhenko’nun Arsenal’i, dönemin canlılığını kanıtlar nitelikteydi. Olasılıkla benzerine yalnızca 60’lardaki Yeni Dalga ve Antonioni’lerin çıkışı ile tanık olabileceğimiz ölçüde, sinema ilk kez Hollywood’un etrafında dönmüyordu!

Elbette bu girizgâh, Edison’un Kinetoscope için çektiği, William Heise’nin The Kiss’inden itibaren sinemada bir dizi önemli devrimi gerçekleştiren Amerikan sinemasının küçümsenmesi gibi bir anlam taşımıyordu. Portföyünde Büyük Tren Soygunu gibi yedinci sanatı geniş kitlelerle buluşturan önemli filmler bulunduran bir sinemaydı bu. Griffith’in erken dönem klasikleri; Cecil B. De Mille’in Aldatış’ı; bütün bir komedi tarihinin üç büyükleri Chaplin, Keaton ve Lloyd’un gövde gösterileri, Hollywood’a Yaşlı Kıta’dan gelen yönetmenlerin belki de en tartışmalı olanı Stroheim’ın kalp atışları vs.

İşte bütün bu karmaşık, ama bir o kadar da renkli atmosferin ortasında bir yerlerde, Oscar’ın öyküsü de başlamış oldu.

Tartışmalı Bir Başlangıç

İlk Oscar’ın En İyi Film kategorisindeki öne çıkan adaylar arasında, Murnau’dan Şafak (Sunrise, 1927), Frank Borzage imzalı Yedinci Cennet (Seventh Heaven, 1927), Josef Von Sternberg’in Son Emir (The Last Command, 1928), William A. Wellman’ın Kanatlar (Wings, 1927) ve King Vidor’un Kalabalık (The Crowd, 1928) filmleri yer almaktaydı. Chaplin’in erken dönem klasiği Sirk (The Circus, 1928) ise adaylığa değer bulunmamıştı; buna karşın Akademi, yıllar sonra özür niyetine verilecek Onur Ödülü sayılmazsa, muhteşem ‘serseri’nin tek ödülü sayılabilecek özel bir Oscar’la durumu telafi edecekti.

H. Sudermann’ın bir öyküsünden uyarlanan Şafak (Sunrise, 1927) sinema tarihinin en büyük ustalarından birinin, adını geniş kitlelerin Nosferatu (1922) ve Faust (1926) gibi ekspresyonist / romantik dönem Alman klasiklerinden işittiği Friedrich Wilhelm Murnau’nun imzasını taşımaktaydı. Kırsalda yaşayan bir Amerikan ailesinin öyküsünün anlatıldığı film, kameranın bir ‘göz’ gibi kullanılması tekniğini Amerika’da ilk kez uygulaması ve çevreyi oyuncunun gözünden incelemesi açısından da büyük önem taşımaktaydı. Şafak, gösterimde kaldığı günlerde, dönemin sinemasal eğilimlerine sarsıcı ve ani bir darbe indirdiğinden olsa gerek, önemi tam olarak anlaşılmamış bir başyapıt olarak akılda kaldı.

Diğer adaylardan olan Yedinci Cennet, dönemin popüler melodramlarının başında yer alıyordu. Austin Strong’un oyunundan uyarlanan ve Paris’te geçen film, iki gencin tutkulu aşklarını konu almaktaydı. Umut ve hayal kırıklıkları arasında gidip gelen insanların aşk serüvenlerini perdeye taşıyan ve hemen her seferinde anti-militarist bakış açısını filmlerine yedirmeyi başaran Borzage, özellikle sevginin gerçeği yenebileceğini ima eden -ve pek çok melodrama ilham kaynağı olan- finaliyle izleyicisini etkilenmişti.

Zafer Şafağı adıyla da tanınan Son Emir, Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’dan kaçıp Amerika’ya gelen ve bir süre Hollywood’da ufak tefek rollerde oynamak zorunda kalan devrik General Lodijensky’nin anılarından uyarlanmıştı. Toplumun bir kıyısında yoksulluğa terk edilmiş insanları ya da yeraltı dünyasının acımasız karakterlerini konu aldığı eserleriyle dikkat çeken Sternberg’in en kitlesel çalışmalarından sayılan film, dünyanın sinema merkezinde yaşanan ekmek ve var olma mücadelesine eğilen ilk yapımlardandı.

Şafak gibi sıradan insanın öyküsüne odaklanan Kalabalık, Amerikan Rüyası’na yapılan esaslı bir eleştiri sayılabilirdi. Film, New York’un yoksul kalabalıkları arasında yalnızlığı yaşayan alt/orta sınıf insanına çarpıcı ve (finali dışında) karamsar bir bakış atmıştı.

İlk Oscar’larda öne çıkan son film ise Kanatlar’dı. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da geçen yapım, çocukluktan bu yana arkadaş olan Jack Powell ve David Armstrong ’un savaş ve aşk serüvenlerine odaklanmaktaydı. Savaşta kendisi de pilotluk yapan yönetmen Wellman, 2 milyon dolar gibi dönemine göre oldukça yüksek bir bütçeyle çektiği filminde görüntü efektlerden aldığı güçle beğeni toplamıştı.

Bu listeye yakından bakıldığında, sisteme muhalifliği konusunda kimsenin tereddüdü olmadığı Charlie Chaplin gibi bir isim dışarı çıkarıldığında dahi eleştirel bir bakışa sahip filmlerin ilk Oscar’a damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir. Gerçekten de, çoğunlukla ezilen ya da tutunamayan kesimlerin öykülerini perdeye taşıyan yönetmenler, kimi zaman uzlaşmacı bir kimliğe bürünerek de olsa, büyük bir gerçeklik duygusuyla dönemin tasvirine soyunmuşlardı.

Bütün bunlara karşın Akademi’nin ilk üyeleri, ‘suya sabuna en az dokunan’ filmlerden olan Kanatlar’ı ödüllendirmeyi uygun buldular. Yani: Pilotların göklerdeki heyecanlı serüvenlerine zorlamayla yedirilen bir aşk üçgeni ve bolca da vatanseverlik sosu! Yine de hakkını yemeyelim. Sonradan icat edilmiş yeni bir ödül, ilk kez işiteni şaşkınlığa sürüklemesine rağmen Sunrise’ın oluyordu: En Başarılı Sanatsal Film! Aslında bu ayrım, özellikle günümüz sinema eleştirisinde de varlığını sürdüren “kitle filmi”, “üstün yapım”, “sanat filmi” vb. kavramların somut olarak ortaya çıkışını belgelemesi açısından büyük önem taşıyordu; ama Akademi’nin aldığı kararın, neredeyse yüzyıla yayılacak sanatsal bir tartışmanın fitilini ateşlemek gibi bir kaygısı yoktu. Bu, olsa olsa aldığı karardan tatmin olamayan ve olası bir yanlışı önlemek adına yeni bir ödül keşfeden bir topluluğun çözümü anlamına geliyordu. Süreç içinde “sanatsal ya da muhalif olanı göz ardı edemeyen” bu eğilim, yerini kitle beğenisine uygun düşen ya da tanıtım kampanyalarını başarıyla yürütmüş filmleri yeğleme anlayışına bırakacaktı.

Bunun ilk örneklerine rastlamak için çok değil, sadece bir yıl geçmesi gerekiyordu.

Herkes Dans Ederken!

Sesli sinemanın ortaya çıkmasının ardından en çok dikkat çeken tür haline gelen müzikallerin ilk örneklerinden olan The Broadway Melody, “Herkes konuşuyor, dans ediyor ve şarkı söylüyor!” sloganıyla 1928-29 Oscar’larının galibi olmuştu. Taşradan kente birlikte gelen ve Broadway sahnelerinde var olmaya çalışan Quennie ve Hank adlı iki arkadaşın öykülerinin anlatıldığı film, en çok “You are meant for me, Give me regards to Broadway, The wedding of the pointed doll” şarkısıyla hatırlanmaktaydı.

Büyük kentlerin eğlenceli gece dünyası ile bu hayata gıptayla bakan yoksul kesimler arasında (sistemi koruma ve kollama görevi adına!) bir bağ kurmak mümkündü elbette; ancak The Wind / Rüzgâr gibi bir klasiğin dışarıda bırakılması, ‘sakat doğan çocuğun’ katledilmesi gibi bir şeydi. Victor Sjöström’ün 1924 yılında başlayan Hollywood serüveni içinde en kayda değer çalışması olan Rüzgâr, Doroty Scarborough’un romanından uyarlanmıştı, Güneyli güzel Letty Mason’ın öyküsünü konu alan film, Teksas bozkırlarında uğultuyla esen rüzgârları ve merhametsiz kum fırtınalarını kusursuzlukla yansıtmıştı.

Oscar’ın efsanevi tarihindeki parlak başlangıcı irdelediğimiz bu bölümde (!), özetle Akademi’nin -hiç değilse ilk yıllarda- “uzlaşmacı” bir eğilim sergilediğinden, “sanatsal” olanla “kitleseli” bir potada eritme çabalarından söz ettik. Öncelikle sözü edilen zorunlu yönelimin zaman içinde Amerikan Rüyası’nı meşrulaştırma ve stüdyo sisteminin çıkarlarını savunma aracına dönüşmesi kaçınılmazdı ve bu kaçınılmaz sondan nasibini alan ilk yönetmenlerden biri de Victor Sjöström’dü.

Klasik dönem İsveç sinemasının en önemli temsilcilerinden olan ve ülkesinde sinemayı sanata dönüştüren Sjöström’ün başyapıtı Hayalet Araba (Körkarlen – 1921), sessiz sinemanın en önemli filmleri arasında yer alıyordu. Selma Lagerlöf’ün tanınmış eserinden uyarlanan filmde, bir din görevlisi ve yaptıklarının bedeli olarak Tanrı tarafından lanetlenip bir hayaletin sürdüğü arabayla ölülerin ruhunu toplamakla görevlendirildiğine inanan Holm adlı bir adamın öyküsü anlatılmaktaydı. Uluslararası sinema çevrelerinde büyük yankılar yaratan film, en çok Holm’un geçmişine dönülen sahnelerdeki teknik ustalığıyla dikkat çekmişti. Ele aldığı fantastik konuyu büyük bir ustalıkla işleyen yönetmenin yolu, filmin ardından -dönemin Avrupalı pek çok sinema adamı gibi- Amerika’ya düşmüştü.

Sjöström’ün (ya da ABD’deki adıyla Seaström) Yeni Dünya macerasında ilk önemli çalışma olan Tokat Yiyen (He Who Gets Slapped – 1924), Hollywood’un fantastik evreniyle, Kuzey’in psikolojik unsurlara önem veren sinema anlayışının kusursuz bir bileşkesiydi. Film, hayatı boyunca sürekli ‘tokat yiyen’ bir mucidin öyküsünü konu almaktaydı. Karısı tarafından aldatılan kahramanımızın hayatı, imza attığı önemli bir buluşun karısının aşığı tarafından çalınmasıyla tamamen değişecek ve bir sirkte noktalanacaktı. Leonid Andreyev’in romanından uyarlanan yapım, mekân seçimi ve ışığın kullanımıyla dikkat çekecek ve en çok ‘binbir surat’ Lon Chaney’nin yorumuyla hatırlanacaktı.

Yönetmenin 1924 yılında başlayan Hollywood serüveni içinde öne çıkan diğer çalışması olan Rüzgâr’ın ardından Hollywood’da yalnızca bir film daha çekebilen Sjöström, Amerika’da mutsuz olan yönetmenler kervanına katılarak İsveç’in yolunu tutacaktı. Onu; Hallelujah – 1929, Şehir Işıkları, Modern Zamanlar, Yurttaş Kane, Kahraman Şerif, Zafer Yolları gibi filmlere ya da Chaplin’den Welles’e, Arthur Penn’den Kubrick’e uzanan bir çizgide yarışın dışına itilen pek çok yönetmene bağlamak olasıydı.

(14 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Toni Erdmann’dan Yaşam Dersleri

2016 yılının en büyük sürprizlerinden biriydi ‘Toni Erdmann’. İlk kez gösterildiği ’69. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerin gözdesi oldu. Aralık ayı içinde açıklanan Avrupa Film Ödülleri’ne beş ana dalda damgasını vurdu. Şimdilerde En İyi Yabancı Film dalında Oscar’ın favorisi.

Alışılmadık bir baba kız ilişkisini konu alan filmin bu denli sevilmesinin nedeni, paha biçilmez yaşam dersleri içermesinden kaynaklanıyor. Sakin Alman kasabasında yaşamını sürdüren emekli müzik öğretmeni ile çokuluslu petrol şirketinin Romanya bürosunda danışman olarak çalışan kızı, çok farklı iki kuşağın temsilcileri. Eve gelen kuryeye bile şaka yapmaktan kendini alamayan muzip Winfried, korkunç bir peruk ve takma dişlerle büründüğü Toni Erdmann karakteriyle kızının hummalı çalışma hayatına kendi bildiği şekilde müdahaleye başlıyor. Kâh serbest çalışan bir yaşam koçu, kâh Alman Büyükelçi olarak tanıtıyor kendini ve herkesin sürekli rol kestiği ortamlarda kolaylıkla kabûl görüyor. Maskeli yüzüyle kapitalist dünyanın yapaylığını göstermeye çalışıyor Ines’e. ‘Gerçekten insan mısın sen’ diye sorarken, hayatın güzelliklerini hatırlatmaya çalışıyor ona.

Yönetmen Maren Ade’nin üçüncü uzun metrajı bu. Alman sinemacıyı yıllar önce ‘If Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğimiz Berlinale Büyük Jüri Ödüllü bir önceki filmi 2009 yapımı Herkes Gibi (Alle Anderen)
ile tanımıştık. Çağdaş kadın erkek ilişkileri üzerine benzersiz gözlemler içeriyordu bu güzel yapım. ‘Toni Erdmann’ ile kapitalist dünyada ıssızlaşan insan ilişkilerinin çıkmazını baba/kız ilişkisi çerçevesinde işliyor bu kez. Unutulmaz komik anlar, absürd sahneler barındırıyor film. Bunu yaparken ana karakterin sebep olduğu tuhaflıkların sulu zırtlak bir güldürüye dönüşmesine izin vermiyor. Komik anların ardındaki gizli hüznü seyirciye geçirmeyi başarıyor.

Yüzü belirsiz sarışın bir kadının (sonradan Kukeri olarak adlandırılan bir Bulgar miti olduğunu öğrendiğimiz) tüylü dev yaratığı kucakladığı alışılmadık afiş fotoğrafından başlayarak sürekli şaşırtıyor bizleri. Ines’in meydan okuması olarak okunabilecek ünlü ‘pötifur’ ya da ‘çıplak doğumgünü partisi’ sahnelerinin içerdiği kırılgan mizahla seyircisini sarsan sinemacı, Ines’den Whithey Houston klasiği ‘Greatest Love of All’ performansı ya da dev yaratık maskeli babayla kucaklaşma sahnesinde duygusal anlar yaşatıyor. Enfes bir finalle filmini noktalarken mizah/drama dengesini korumaya hep dikkat ediyor. Üç saate yaklaşan süresi içinde karakterlerini detaylı olarak tanıtıyor, zorlu aşamalardan sonra kabullendiriyor onları. Bunda, Avrupa ödüllerinde en iyi erkek ve kadın oyuncu seçilen Peter Simonischek ile Sandra Hüller’in mükemmel performanslarının önemli payı olduğunun da altını çizmek isterim.

Aylar önce festival koşturmacası içinde ilgiyle izlemiştim ‘Toni Erdmann’ı. Daha sakin bir ortamda ikinci izleyişte filmin kat kat açılan yapısının büyüsünü daha derinden hissettiğimi ifade etmeliyim. Bu eşi benzerine kolay rastlanılmayacak deneyimi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum.

(12 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmişten Gelen

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Zaman zaman sinemacı ve filmcilere ve çalışanlarına sosyal medya ortamından olsun, sosyal medya ortamından olmasın sitem ederiz. Bu sitemlerin bazıları, teknolojinin hızının sağladığı gerekçeler öğrenildiğinde haksız oluyor. Varlığından yeni haberdar olduğum bir filme, geçenlerde bir Çarşamba günü basın gösterimi düzenlendi. Filmin alt yazılarını çeviren arkadaşa rastlayınca “Nereden çıktı bu film birden?” diye sordum. “Sorma abi, o kadar hızlı oldu ki, film Cuma günü geldi, haftasonu alt yazıları çevirdim, bugünkü basın gösterimine ucu ucuna yetiştirebildik.” dedi. Yani bizim yakadan şöyle görünen olay karşı yakadan böyle görünebiliyor. Gönül koyalım mı? Hayııır, gönül koymayalım, herkes haklı olabiliyor. (07 Şubat 2017)

“Karanlığın Ellibir Tonu” 2018 Şubatında sinemalarda. (-Müneccim miyim neyim ben? -Yok canım, ne âlâkası var; sadece “Karanlığın Elli Tonu”nun sondaki jeneriğini The End’e kadar izledim, hepsi bu.) (08 Şubat 2017)

Aşk ve seks ağırlıklı “Karanlığın Elli Tonu” filminin verdiği ilhamla: Aciz insanoğu hangi makamda, hangi yerde ve hangi zamanda olursa olsun yapacaklarının mutlaka bir sınırı vardır. Bu dünyada yaşamak bir sınırdır, bu şehirde yaşamak bir sınırdır, bu yediklerimiz bir sınırdır, bu içtiklerimiz bir sınırdır, bu gördüklerimiz bir sınırdır. Bu yazdıklarımın hiçbiri aklınıza yatmadıysa söyleyeyim: Ömür bir sınırdır. O nedenle ihtirasa kapılmayın, adaletsiz olmayın, yanlış yapmayın; sevecen olun, adil olun, doğru olun.
Yukarıda yazdıklarım da gösteriyor ki hiçbir filmi küçümsememeli, her filmden mutlaka alacağımız bir şeyler vardır. Filmin sonlarına doğru anne mealen şöyle diyor: “Çocuklarımız büyüdüğünde bizden uzaklaşır; mutlu bir hayat yaşıyorlarsa bunu sorun etmemeliyiz.” (08 Şubat 2017)

TRT Müzik 08 Şubat 2017, 20:38: “Kadifeden kesesi, havadan gelir sesi…”. (Daha önce bahçeden geliyordu, şimdi havadan geliyor yapmışlar.) (08 Şubat 2017)

Sinemacı tabiriyle söylersek, başka bir kamera açısından baktığımızda hayır demek mevcut duruma evet demek oluyor. Veya hayır dersem belki demek, belki dersem evet anla; evet dersem belki demek, belki dersem hayır anla. (09 Şubat 2017)

Atalarımız boşuna “İnsandır beşer, kuldur şaşar” dememiş. Geçen gün Franco Nero’dan bahsederken O’nu 1970’lerdeki Sartana adlı kovboy filmleri serisinden hatırladığımızı, ayrıca yanılabileceğimi bu filmlerde Anthony Steffen adlı başka bir oyuncunun oynamış olabileceğini yazmıştım. Bir kez yanılmakla kalmamış, iki kez yanılmışım. Az önce sinemaseverlerin kutsal kitabı IMDb’ye baktım, Sartana filmlerinde Gianni Garko ve William Berger oynuyor. Bu wesileyle William Berger’den kısaca bahsedeyim. Bu oyuncu, ünlü Alman oyuncu Klaus Kinski ve bizim Erol Taş’ımız gibi genelde kötü rollerde oynasa dahi sinemaseverler tarafından çok sevilirdi. Sartana’lara dönersek IMDb.de Türkçe adlı Sartana Affetmez (1968), Sartana’nın Oyunu (1969), Sartana Ölüm Vadisi (1970), Sartana Ölümle Öder Amigo (1970) adlı filmler var. Benim sinemalarda gösterildiğinde Türkçe afişlerinden aldığım notlarımda Sartana Ölümle Öder (IMDb.de “Amigo” eki konmuş) ve Sartana Ölüm Vadisinde (IMDb.de “nde” eki yok) adlı filmlerin 1972 Mayıs ayında, Sartana’nın Acı İntikamı adlı filmin ise 1972 Ağustos ayında ülkemiz sinemalarında gösterildiği yazıyor. IMDb.ye Türkiye’den bilgi giren arkadaşlar zaman zaman değişiyor, şu anda hangi arkadaşın ilgilendiğini bilmiyorum, o nedenle buradan yazayım: Sartana’nın Oyunu ve Sartana Ölümle Öder Amigo filmlerinde aynı orijinal afiş (yukarıda görülen) kullanılmış, sanırım birisinin kaldırılması gerek. (09 Şubat 2017)

TRT Müzik 09 Şubat 2017, 14:42: “Onbeş yaşında da Nazife de Hanıma doyum olur mu?”. (Restorasyona meraklıysan, bunu “Ellibeş yaşında da Nazife de Hanıma…” yapsana.) (09 Şubat 2017)

Asansör bozuldu. (Merdivenlerin ahı tuttu herhalde.) (09 Şubat 2017)

(11 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Renklerin Tonunda Erotik Yolculuk

Amerikalı yönetmen James Foley’nin “Karanlığın Eli Tonu”, ilk filmi görmeyenlerin zihninde boşluklar bırakan erotizm dolu bir film.

İngiliz kadın yazar E. L. James’in üçlemesinin ikinci romanından uyarlanan 2017 yapımı sinemaskop “Fifty Shades Darker-Karanlığın Elli Tonu”, Sam Taylor-Johnson’ın 2015 yapımı sinemaskop “Fifty Shades of Grey-Grinin Elli Tonu”nun devamı. Üçüncüsü de yolda. İlkinin senaryosunu Kelly Marcel yazmıştı. Devam filminin de senaryosunu Kuzey İrlandalı Niall Leonard yazdı. İkinci filmdeki birçok karakter aynıydı. İkincisinde birkaç yeni karakter hikâyeye dâhil olmuş.

Seatttle şehrinde. Pasifik kıyıları. Anastasia “Ana” Steele, ilk filmde Washington Eyalet Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okuyor. Ana, geçmişi gizemli milyarder genç Christian Grey’le okul gazetesi için röportaj yaparken tanışıyor. Aralarında tuhaf bir ilişki başlıyor. Tuhaflık Christian’ın “itaatkârlık” isteği. Bu bir tür esaretlikti. Sado-mazoşist ilişki de var tabii.

Aşk yeniden alevlenince…

Birkaç yıl sonra. Seattle şehrinde. Ana bir yayınevinde editör yardımcılığı yapıyor. Editör Jack Hyde ona ilgi duyuyor. Ama gizemli Christian birden ortaya çıkıyor ve Ana için hayat heyecan yüklü oluyor. Ama “itaatkâr” olacak mıydı? Christian belki de hayatında ilk defa âşık oluyordu. Ana, Christian’ı değiştirebilecek miydi? Bir de Leila Williams çıkıyor ortaya. Leila, Christian’ın eski “itaatkâr”larından biriymiş. Filmde gerilimi o yükseltiyordu. Hikâyeye güzellik uzmanı Elena Lincoln da katılıyor. Elena,
Christian’a itaat ettirerek sevişmeyi öğretmiş. Ana ve Christian arasında tuhaf ilişki sado-mazoşist sevişmelere kadar gidiyor bu filmde de. Bu tuhaf oyunda kazanan aşk mı, yoksa ayrılık mı alacaktı?

Filmde, estetik anlamda çarpıcılık pek öne çıkmasa da karanlık iç mekânlarda kasvet kendini hissettiriyor. Ama ürkütücülük anlamında değil. Ama film böyle yaparak beklentiye düşürüyor seyirciyi. Belki de yoğun gerilim üçüncü macerada olacak. Sadece meraklıları için.

Amerikalı yönetmen James Foley, 1953’te New York‘ta doğdu. 1996’da “The Chamber-Dava”, 2007’de “Perfect Stranger-Kusursuz Yabancı” gibi filmleri ülkemize uğramıştı. Yönetmen fazla film çekmiyor. En verimli dönemleri 1990’lardı.

Karanlığın Elli Tonu (Fifty Shades Darker)
Yönetmen: James Foley
Eser: Niall Leonard
Senaryo: E.L. James
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: John Schwartzman
Oyuncular: Dakota Johnson (Anastasia), Jamie Dornan (Christian), Kim Basinger (Elena), Eric Johnson (Jack), Eloise Mumford (Kate), Bella Heathcote (Leila), Rita Ora (Mia), Luke Grimes (Elliot), Victor Rasuk (Jose), Max Martini (Taylor), Bruce Altman (Jerry), Marcia Gay Harden (Grace)
Yapım: Universal (2017)

(11 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bazen Boş Sayfa Birçok İhtimal Verir

Amerikan bağımsız sinemasının büyüklerinden Jim Jarmusch’un şiire ve şehre adadığı “Paterson” filmi, sinemaya ve fotoğraf sanatına da dizeler gönderiyor.

Paterson, New Jersey’nin Paterson şehrinde belediye otobüsü şoförü. Doğduğu ve yaşadığı bu şehre tutkuyla bağlıydı Paterson. Bu şehrin şairi “Pulitzer Şiir Ödülü”nü 1963’te kazanmış William Carlos Williams’a da tutkuluydu. Kendisi de şair. Pediyatrist de olan New Jerseyli Williams (1883-1963), imgelemci bir şairdi. Williams’ın “Kırmızı El Arabası” şiiri şöyleydi: “yağmur suyuyla / parlamış / kırmızı / el arabasının / ne çok şey yığılmış / üstüne / beyaz tavukların / yanında…” Paterson şehri üzerine de 1946’dan 1958 kadar beş ciltlik epik şiirler yazmıştı. Şiirde, imgecilikten nesnelciliğe giden şair Williams’ın etkilediği otobüs şoförü Paterson, çok sevdiği Passaic Nehri’ndeki “Büyük Şelaleler”de defterine dizeler düşürüyor. Paterson, İran asıllı Laura’yla evli. Evi, hiç sevemediği bulldog Marvin’le de paylaşıyor Paterson. Aslında sevgisizlik karşılıklıydı. Marvin de ne yapacağını biliyor.

Eşi Laura’nın beğendiği şiirlerinden biri şöyleydi Paterson’ın: “Çocukken / öğrenirsin / üç boyut var / yükseklik, genişlik ve derinlik. / Bir ayakkabı kutusu gibi / Sonra sen duydun / dördüncü bir boyut var / zaman. / Hımmm / Sonra bazıları şöyle der: / beş, altı, yedi olabilir… / İşi kesiyorum / bir bira iç / barda. / Bardağa bakıyorum / ve mutlu hissediyorum…” Paterson defterine şiir yazarken, dizeler gerçeküstücü perdeye yansıyordu. Günler de yazıyla yansıyordu. Paterson’ın şiirleri, Oklahoma’nın Tulsa şehrinde 1942’de doğmuş şair-yazar Ron Padgett’ten ödünç alınmış.

Jim Jarmusch sinemanın büyük yönetmenlerinden. 1953’te Ohio’nun Akron şehrinde doğan Amerikalı bağımsız sinemacı Jarmusch, bir tarafıyla New Yorklu, bir tarafıyla da Şikagolu. Nasıl mı? Muhteşem Akron şehri, bu iki büyük şehrin arasına sıkışmış gibi sanki. Yönetmen Jarmusch’un sinemasıyla ilk olarak 1996’daki 15. İstanbul Film Festivali’yle karşılaştık. 1984 yapımı siyah-beyaz “Stranger Than Paradise-Cenetten de Garip” filmi ustayla karşılaşma olmuştu. Ardından 1986 yapımı “Down by Law-İçerdekiler” geldi. 1986’da çektiği siyah-beyaz kısa film “Coffee And Cigarettes-Kahve ve Sigara” da vardı. Ustanın, renkli olarak çektiği filmler de epeyce. 1989’daki “Mystery Train-Gizem Treni”, 1991’deki “Night on Earth-Dünyada Bir Gece”, 2005’teki “Broken Flowers-Kırık Çiçekler”, 2013’teki “Only Lovers Left Alive-Sadece Âşıklar Hayatta Kalır” var. Buralara uğramayanlara dokunmadık. 1995’te çektiği ve Johnny Depp’i oynattığı “Dead Man-Ölü Adam” siyah-beyazdı. Jarmusch, “Lee Marvin’in Oğulları” adında gizli bir grup bile kurmuş. Jarmusch müzikle de ilgileniyor ve klavye çalıyor.

Günler akıp giderken…

Paterson için bir günün diğerinden farkı yok. Belki de tek fark, defterine düşen kelimeler. Pazartesi yine aynı saatte sabah altıyı biraz geçe uyanıyor. Laura’yı öpüyor. Laura rüyasında ikiz bebek doğurduğunu görmüş. İşine gidiyor. Garajda hareket amiri Hint asıllı Donny gelene kadar defterine dizler yazıyor. Donny çok dertli. Paterson gibi bu dertleri dinleyince öğreniliyor. Her zamanki gibi yolcuların da anlatacak bir şeyleri var birbirlerine. Akşam olunca eve geliyor. Her zamanki gibiydi her şey. Laura, evdeki eşyaları, perdeleri boyuyor. Laura’nın hayali de kek yapıp çok para kazanmak. Başka hayalleri de var. Gitar alıp folk şarkıcısı olmaktı düşü. Yemekten sonra köpek Marvin’i geziye çıkartıyor. Her zamanki bara geliyor. Doktor’un barıydı burası. Birasını içiyor. Barda sürekli tartışan Marie ve ona sırılsıklam âşık Everett var. Marie kendisine sahip olunmasını istemiyor. Everett, Marie’nin her şeyini istiyor. Aşk olmazsa bu dünyada anlam olur muydu? Salı sabahı. Dünden farkı yoktu. Tek farksa defterine yazdığı kelimeler. Çarşamba sabahı da yatağında uyanıp Laura’yı öpüyor, kahvaltı yapıyor ve işe gidiyor. Değişen bir şey yok. Akşam yine Marvin’i dışarı çıkartıyor. Barda bira içiyor.

Perşembe biraz farklıydı sanki. İşten sonra bir kız çocuğu hayatına renk katıyor bir an. O da şair. Şelaleler üzerine şiir yazmış. Cumaysa anarşist kızın anlattıklarına kulak veriyor otobüste. İtalyan anarşist üzerine konuşuyor kız. Biraz heyecan veriyor. Sonra hafta sonu geliyor. Laura keklerini satmak için pazara giderken, o da Marvin’le baş başa kalıyor. Paterson, kekleri pazarda satan karısıyla dışarıda yemek yerken, eski korku filmleri gösteren bir sinemaya gidiyorlar. Sinemada Erle C. Kenton’ın 1932 yapımı siyah-beyaz “Island of Lost Souls-Kayıp Ruhlar Adası” korku filmini izliyorlar. Ama eve döndüklerinde Marvin’in intikamıyla karşılaşıyor Paterson. Pazar günü kederle şelaleye gittiğinde orada yanına Japon şair yaklaşıyor. Şair William Carlos Williams’ın tutkunu Japon şair, onun doğduğu şehir Paterson’ı merak etmiş. Japon şair, sonra Pateson’a yeni defter veriyor, boş sayfalar birçok ihtimal verir diye. Paterson, yine ilhamını bulup dizeler düşecek bu yeni deftere.

Şairlere ilham…

Filmi izlerken görselliğin çarpıcılığına da dokunmak gerekiyor. Filmde yoğunluklu olarak Amerikalı yönetmen Griffith’le Rus yönetmen Pudovkin’in ruhuna dokunuyor insan. Kameranın betimleyici yansıtmaları, kesmeli kurgu, çarpıcı açılar betimlemeli anlatıma dokundurtuyor. Jarmusch bu filminde görselliği gerçekten uç noktaya taşıyor. Ama gerçeküstücü ruhu da bırakmıyor filminde. Zincirlemeli bindirme tekniğini de sıkça kullanmış gerçeküstü estetiğin sokaklarında dolaşarak. Sürekli tekrarlanan, “leit-motife” dönüşen anlar da var. Perdede fark ediyorsunuz. Jarmusch, fotoğraf sanatından armağan yansımaları da görsel zenginlik olarak filmine katmış. Camlardan yansımalar gibi. Elbette altta duyulan dingin tınılar da tüm bunlara katkı sunmuş filmde. Umalım şairler, Jarmusch’un bu değerli filminin farkında olurlar. Bu film, 2016’da 69. Cannes Film Festivali’nde “Palmiye Köpek Ödülü”nü bulldog Nellie’yle kazanmıştı. Yönetmen bu filmini Nellie’nin aziz hatırasına adamış. Çünkü Nellie artık yok.

Paterson
Yönetmen-Senaryo: Jim Jarmusch
Müzik: Carter Logan-Sqürl-Jim Jarmusch
Kurgu: Affonso Gonçalves
Görüntü: Frederick Elmes
Oyuncular: Adam Driver (Paterson), Golshifteh Farahani (Laura), Chasten Harmon (Marie), William Jackson Harper (Everett), Barry Shabaka Henley (Doktor), Rizwan Manji (Donny), Trevor Parham (Sam), Troy T. Parham (Dave), Brian McCarthy (Jimmy), Frank Harts (Luis), Sterling Jerins (Çocuk Şair), Masatoshi Nagase (Japon Şair), Kara Hayward (Anarşist Öğrenci), Nellie (Köpek Marvin)
Yapım: Amazon Studios (2016)

(21 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Geçmişin İzleri

Beyoğlu Lale Sineması Anılarının Çağrıştırdıkları:

Kapanma öncesinde son işletmecisinin Avşar Film olduğu Beyoğlu Lale Sineması’nı Cemil Filmer, Fitaş Sineması’na rakip olarak açmış, daha sonra Lâle Film sahibi Rahmi Akçaoğlu’na devretmiştir. Marlon Brando’nun Baba’(Goodfather), tam 12 hafta kuyruk yapmış seyirciye gösterildi. Caddeden gelip geçenlerin kuyrukta bekleyen sinemaseverlere ne kuyruğu olduğu konusunda sorular sorduklarını; devasa bir bez afişin, pasaj girişinin üzerinde filmin gösterildiği 12 hafta süresince asılı durduğunu hatırlarım.

Lâle Sineması’nın 1970’lerdeki diğer bir özelliğini de genç kuşaklara hatırlatayım; Beyoğlu Saray ve Beşiktaş Yumurcak Sineması’nda da aynı özellik vardı. Bu müşterek özelliğin sebebi bahsi geçen sinemaların Türk Sinemasının en büyük yapım şirketlerinin filmlerini göstermeleridir. Bu şirketler Erler Film, Erman Film, Akün Film gibi şirketlerdi. Hollywood’un Warner Bros, 20th Century Fox, Metro-Goldwyn-Mayer şirketlerinin Türkiye’deki eş değerleri diyebiliriz. O yılların diğer yerli yapım şirketleri ise Saner Film, Acar Film, Melek Film, Cem Film, Dadaş Film, Osmanlı Film, Gaye Film olarak sıralanabilir.

Lâle, Yumurcak ve Saray Sineması’nın yukarıda bahsettiğimiz ortak özelliğine gelirsek, bu sinemaların fuayelerinde sinemamızın sevgili starlarının büyütülmüş çerçeveli vesikalık fotoğrafları dururdu. Yumurcak Sineması’nın salon giriş kapısının üzerinde Yumurcak – İlker İnanoğlu’nun ortadan ayrılmış ve kulağını örten uzun saçları ve 32 dişini gösteren gülüşü ile karşılaşırdınız. Yabancı film gösteren bazı sinemalarda da bu uygulamayı hatırlıyorum. Akla ilk geleni Beyoğlu Emek, Harbiye Konak Sineması’nda da yabancı sevgili starlarımızın fotoğrafları fuayeleri süslerdi.

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

İtiraf ediyorum: Bu dikey yapılaşmaların hepsi benim dönemimde oldu. Çünkü 1970’den beri İstanbul’dayım. (Kırklareli amcam. Özüm Edirne.) (01 Şubat 2017)

Keanu Reeves’in Cüneyt Arkın’ın adam öldürme rekorunu kırdığı John Wick Chapter 2′nin en güzel sürprizi bir zamanların 2 no.lu kovboyu Franco Nero oldu. O zamanların 1 no.su Clint Eastwood’du. Google’dan kontrol etmeden bir-iki filmini yazayım: Sartana, Sartana’nın İntikamı. Yoksa bu filmlerde oynayan Anthony Steffen mıydı? Geçmişten gelen hatıraların bir hoş tarafı da yanlış hatırlayabilmek ama yanlış da olsa tadı bir başka. Sinemanın tadının başka olduğu gibi. Sanki Franco, Bertolucci’nin 1900′ünde de oynamıştı. Nereden nereye; John Wick’i 1900′e bağladım ya helâl olsun bana.* (06 Şubat 2017)
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
Y.Y.: Haram olmasında nasıl olursa olsun!
Sadi Çilingir: Hayııır olmaz; film bunlar, yiyecek değil. Ama senin dediğini tahmin olarak da kabul edebiliriz. Yakında Helâl Film kavramını da duyabiliriz. Son destekleme kararlarına bakarsak gidiş o gidiş.
E. Ş.: Helâl film. Çok güldüm.
Sadi Çilingir: Telif hakkının bana ait olduğuna şahitsin o zaman.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını açıklayabilirim.

Müzikle ilgili 2 soru:
1- Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin / Kül, malzemenin yandıktan sonra geriye kalan artığıdır. Yeniden nasıl yanabiliyor?
2- Sen yağmur ol ben bulut Maçka’da buluşalım / Kırk yıllık karadeniz türküsünün bu güzelim dizesini “Sen yağmur ol ben bulut aşkta buluşalım” diye neden değiştiriyorsunuz?
(Hep bana mı takılıyor bilmiyorum ama TRT Müzik’te bazı şarkı ve türküler -nasıl diyeyim- sanki restore ediliyor. Hayırdır? Nedendir? (07 Şubat 2017)

Pera Müzesi’nin, 10 – 28 Şubat 2017 tarihleri arasında gerçekleştireceği film gösterim programının adı Kuyruklu Hikâyeler: Sinemanın Köpekleri olarak duyuruldu. Program adının sadibey.com’daki Sadi Bey’in Köpekleri köşesiyle benzerlik taşıması hoşuma gitti. (07 Şubat 2017)

(09 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Legolu Batman Neşe Saçıyor

Lego Batman Filmi (The Lego Batman Movie)
Yönetmen: Chris McKay
Eser: Bob Kane-Bill Finger
Senaryo: Seth Grahame Smith-Chris McKenna-Erik Sommers
Müzik: Lorne Balfe
Seslendirenler: Will Arnett (Batman/Bruce), Jenny Slate (Harley), Ralph Fiennes (Alfred), Rosario Dawson (Batgirl/Barbara), Channing Tatum (Süpermen), Zach Galifianakis (Joker), Michael Cera (Robin/Dick), Zoë Kravitz (Catwoman), Mariah Carey (Belediye Başkanı McCaskill), Billy Dee Williams (İkiyüz), Seth Green (King Kong), Jason Mantzoukas (Yaralı Yüz)
Yapım: Warner Bros (2017)

Chris McKay’in “Lego Batman Filmi”, oyuncak Legolarla beyazperdeyi kuşatıyor. Üç boyutlu bu eğlencelik filmde sadece ergen çocuklar değil büyükler de eğleniyor.

Batman yine döndü. Bu defa Legolu olarak beyazperdeyi kuşatıyor. Hem de üç boyutlu. Lego oyuncakları 1949’da Danimarka’da icat edilmiş. Filmde espriler gerçekten güçlü. Bunda Türkçe seslendirmenin de gücünü belirtmeliyiz. Aslında bu şahane esprileri çoğu çocuk anlayamayabilir. Daha çok ergenlik çağı çocukları için bu “Batman”e giriş filmi. İçinde çocuğu yaşatan büyükler de keyif alabilir bu filmden.

1943’te Lambert Hillyer siyah-beyaz “Batman” ve 1949’da Spencer Gordon Bennet siyah-beyaz “Batman and Robin”i Columbia adına çekmişler. 1966 yılındaysa Leslie H. Martinson renkli olarak
“Batman: The Movie-Betmen”
filmini Fox adına çekti. Warner Bros, kendi malı olan “Batman”e, ancak 1989’da Tim Burton’ın “Batman” filmiyle el atabildi. Warner Bros, 1989’dan 2016’ya kadar sekiz film çekti. Bundan sonra yeni “Batman” Ben Affleck artık.

“Batman”, 1939 yılında doğdu. Bill Fingerın yazdığı, Bob Kane’in çizdiği bu çizgi roman, DC Comics (Dedective Comics) tarafından yıllarca yayınlandı. DC Comics, Warner Bros tarafından 1967 yılında satın alınmıştı. O zamandan beri bu çizgi roman serisini beyazperdeye bu büyük stüdyo yansıtıyor.

Batman de insandı…

Chris McKay’in 2017 yapımı sinemaskop ve üç boyutlu “The Lego Batman Movie-Lego Batman Filmi”nin girişi muhteşem. Batman’in anlatımıyla film başlıyor. İyi filmler karanlıkta açılırmış. Warner Bros için söyledikleri de eğlenceli Batman’in. Sonra Gotham şehrinin bildik hikâyesi başlıyor. New York’u andıran Gotham’ın altı boşlukmuş. İşte bu şehrin belâlısı Joker (Şakacı) yine şehre musallat oluyor. Yanında da İki Yüz’den Kedi Kadın’a, King Kong’tan Yaralı Yüz’e kadar. Joker, bu defa güçlü geliyor ve şehrin altına bombayı da yerleştiriyor. Ama milyarder Bruce Wayne, nam-ı diğer Batman tek başına alt ediyor onları. Joker’in tek isteği Batman’den saygı görmek.

Batman, Gotham’ın açıklarında şatosunda tek başına yaşıyor. Ama daima yanında olan sadık hizmetkârı Alfred de var yanında. Aslında Batman aşkı arıyor. Şatosundaki sinemasında tek başına Cameron Crowe’un “Jerry Maguire-Yeni Bir Başlangıç” romantik filmini izlemek. Aile olmak. Hayatının kadını neredeydi şimdi? Aslında uzakta değildi. Emekli olan polis müdürünün Harvard görmüş kızı Rosario şehre geliyor polis müdürü olmak için. Onu davette görünce hemen tutuluyor Batman. Parti de Dick adında bir yetimi de evlâtlık ediniyor farkına varmadan. Dick de kendine Robin adını takıyor sonra.

Batman, çetesiyle hapse atılan Joker’i serbest bırakıp, gökyüzündeki Fantom (Hayalet) bölgesine yolluyor. Rosario da onu hücreye atıyor. Ama Joker kurnaz ve Fantom bölgesinde de rahat durmuyor ve yine Gotham’a saldırıyor. Sonuçta iyiler kazanacaktı. Tıpkı sonu mutlu biten filmlerdeki gibi perde beyaz olarak bitecekti. Öyle de oluyor.

(08 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Duvar

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Duvar, nam-ı diğer The Wall. “Duvar” deyip hor görme garibi. Nice dünya güzelleri, yeryüzü yakışıklıları yürüdü, geçti önünden. (31 Ocak 2017)

Geleceği tahmin etme becerisi en çok ses sanatçılarımızın ailelerinde bulunuyor sanırım. Soyadlarına dikkat ederseniz Tatlıses, Gürses, Şenses, Güzelses, Bülbülses’lerin aileleri daha evlatları dünyaya gelmeden onların ses sanatçısı olacaklarını öngörmüşler ki ailelerinin soyadlarını ses’lendirmişler. Bendeniz de bu uygulamadan ve şu an içinde bulunduğum sektörden ilham alarak soyadımı Tatlıfilm, Gürfilm, Şenfilm, Güzelfilm, Bülbülfilm veya Tatlısinema, Gürsinema, Şensinema, Güzelsinema, Bülbülsinema olarak değiştirmeyi düşünüyorum. Sadi Tatlısinema veya Sadi Güzelfilm olur mu? Henüz karar veremedim, siz ne dersiniz? (“O soyadları ses sanatçılarımızın şöhret basamaklarını tırmanmaları için kullandıkları takma adlardır” diye bazı arkadaşlar konuya hemen müdahil olup akıl vermesinler lütfen. Öyle olduğunu ben de biliyorum ve bu saatten sonra soyadımdan da vazgeçecek değilim tabi ki. Ne de olsa o şekilde meşhur oldum; bu duruma meşhurluk denmese de sağ olsunlar bazen duayen diyorlar.) (01 Şubat 2017)

Gemilerde talim var. (“Gemicik” yazsam yanlış anlaşırım deye* böyle yazdım. Fotoğrafı otobüs içinden çektim. Camdaki “Acil Çıkış” yazısı da konuya uydu sanki. Hani talim, hoplama, zıplama vs. vs. gibi.)
*Rahmetli Özdemir Asaf malum kelimeyi böyle yazardı. (01 Şubat 2017)

Kısa boylu arkadaşlar genelde boylarından şikâyet ederler. Hiç etmesinler, çünkü uzun boylu olmak daha kötü. 1.83 boyumla pek selvi boylu olmasam da ben bile bazen rahatsız oluyorum uzunluğumdan. Sinemada, tiyatroda arkamıza denk gelenler, oyunun, filmin olur olmaz yerinde dürterler bizi, “Perde görünmüyor, kafanızı eğer misiniz?” diye taciz ederler. Taciz olmasa da uzunluğun verdiği tedirginlikle koltukta büzüldükçe büzülürüz. Mesela kısa boylu olarak hiç duydunuz mu “Beyefendi kafanızı biraz yukarı kaldırın da perdenin yarısı kapansın.” diye. Mümkün değil, duymamışsınızdır. Bazen seslenirler “Uzuuun baksana” diye, “Kısaaa bak bana.” diyene rastladınız mı? Rastlamadınız tabi ki. Bazen tarifi bile uzun adam üzerinden yapanlar olagelmiştir. “Bak teee oradaki uzunun önünde durduğu dükkân.” derler. “Kısanın yan tarafındaki kebapçı.” demezleeer. (02 Şubat 2017)

“Yeni Nesil Ajan” filminin afişinde IMAxXx esprisi. (01 Şubat 2017)

Kantarın topuzunu kaçırıp sürekli mağdur olduğunuzdan ve suçunuz olmadığından bahsederseniz, farkında olmasanız dahi kendi aleyhinize çalışıyorsunuz demektir. Bir müddet sonra insanlar sizin mağdur olmadığınıza ve suçun kesinlikle sizde olduğuna inanmaya başlarlar. Çünkü işin suyunu çıkardınız, inanılmaz oldunuz. (05 Şubat 2017)

“Bir çiçekle bahar gelmez” deyip gülü, yasemini, menekşeyi hor görme, sadece sana değil görüntü ve kokularıyla tüm doğaya mutluluk saçıyorlar. (05 Şubat 2017)

Milliyet Gazetesi’nin ekini tetkik ederken üstad R. Hakan Kırkoğlu’nun köşesine takıldım. Kırk yılda bir burcuma bakayım dedim, bulamadım. Kova Burcu’nu göremeyince tarih aralığına baktım, Saka Burcu yazıyor. 67 yaşımdan sonra Yeni Türkiye’de burcumun da değiştiğini gördüm ya artık sen sağ ben selamet. (05 Şubat 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları:

Üzüntü insanı olgunlaştırır. (Dixie, Yön: Edward Sutherland.)

Hepimiz çocukluğumuzu özleriz; en kötümüz bile. (Vahşi Belde-The Wild Bunch, Yön: Sam Peckinpah.)

(07 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Güzel Adam Süreyya

Bir insanın yaşamı, her kim olursa olsun, her nerede yaşıyorsa yaşasın, her ne yapıyorsa yapsın muhakkak ki özeldir, önemlidir. Tabii ki, bakmak, bakmayı bilmek, ondaki farklılığı anlamak, anlatabilmek gerekli… Bunu bize sunan filmlere belgesel diyoruz. Belgeseller, yorum da içeren ama aslında izleyicinin yorumunu öne çıkaran çalışmalardır.

Bizim ülkemizde, belgesel denilince akla -her nedense- sadece tarihi değerlerin anlatılması geliyor. Onların da çoğunu yok ettiğimiz için sadece camiler var elimizde… Onları da yeterince anlatabildiğimizi sanmıyorum ya… Bu yazının konusu değil, başka bir yazıda ele alırız.

İnsan, en değerli varlık

Toplumsal belleğimizin olmadığını, eskiyen her şeyin unutulduğunu, unutulanların arkasından hüzünlendiğimizi söyleyip dururuz. O güzellikleri belgelemek isteyenler gerekli bilgiyi, belgeyi bulamaz; bulanlar da daha fazla kazanç getirecek yatırımlara yönelir. Bu, yazmak için de, görüntülemek için de, resimlemek için de geçerli… Resmi ve özel kurumlar da her şeye para bulurlar ama böylesi güzellikleri belgelemeye hiç sıcak bakmazlar.

Bu nedenle, hemen baştan Sompo Japan Sigorta ile İdea Jeneratör’e teşekkürü bir borç biliyorum. Her şey para değildir, bu yapılan, paradan çok daha değerlidir, geleceğe kalacak önemli bir yaşamdır.

Takımın atan kalbi

Maç içerisinde tribünden edilen küfürlere, “Ayıptır, yazıktır.” diyen Süreyya’ya, “Sen hele hiç konuşma, her maçta görüyorum seni, hep yedeksin. Hiç mi oynamaz bir insan…” cevabı, o seyircinin duygusuyla birlikte bilgisizliğini de yansıtıyor. Bilenlerse, Süreyya’yı hep merkezde tutuyor, takımın kalbi olarak niteliyor.

Önemli bir çalışma Güzel Adam Süreyya. Yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran çok titiz çalışmış, yıllara dayanan çekimleri iyi toparlamış. Muhakkak ki eksikleri vardır ama eksiksiz hayat mı olur!

Gözleri doluyor…

Birçok işe girmiş çıkmış Süreyya. Herkese sevdirmiş kendini. Beşiktaş’la sahaya çıkmak en büyük arzusuymuş ve malzemeci olarak her maçta, ister deplasmanda, ister Avrupa kupası maçlarında çıkmış büyük bir gururla.

Anlatırken gözleri doluyor, bu kadar da duyarlı, bu kadar da alçakgönüllü… Gözlerinin içi gülüyor güzel bir şey anlatırken…

Futbolcular, malzemeci Süreyya ile ilgili anılarını aktarırlarken, belli ki kendileriyle en içten ilgilenen, onlara hep yakın davranan bu ağabeylerini unutamıyorlar. Çok insan, futbolcu, yönetici, çalıştırıcı geçmiş takımdan ama Süreyya hep kalmış. Hepsiyle de iyi anlaşmış, hiçbiri kötü söylemiyor, rakip olsalar da artık.

Önce futbol…

Futbolcuların bilinçsizliği üzüyor tabii, ister istemez, izledikçe. Sağlıkta ve hastalıkta Süreyya’yı arayıp soran (dil bilmeseler de “tarzanca” anlaştıkları halde) yabancı futbolcular olmuş. Bizim futbolcularımız, biraz palazlanınca herkesi küçümsüyorlar, film de bunun kanıtı. İstisnalar da var kuşkusuz, onları da izliyoruz zaten…

Yaşamını futbola vermiş, takımı için gece gündüz çalışan Süreyya’nın eşi ve oğluna daha çok yer verilmemesi, futbolun ailesinden de önce geldiğinin göstergesi bana sorarsanız. Eşinin ve oğlunun görüntüde yer alması da, aayıp olmasın, o da bulunsun” kabilinden araya sıkıştırılmış…

İki küçük noktaya takıldım…

Birincisi, Efsane Başkan Süleyman Seba’nın (yanlış mı hatırlıyorum), Süreyya adının kız adı olduğunu söylemesi… Çünkü Beşiktaş’ta Süreyya adlı çok da başarılı bir futbolcu vardı, nasıl unutulur! Hele de Başkan’ın unutması, mümkün değil. Bir hata olmalı…

İkincisi, Yılmaz Erdoğan’ın rol çalması… Dış ses olarak destek veren Erdoğan, haddinden fazla ağdalı yorumlamış elindeki metni.

Devamını bekliyoruz…

Derler ki, ABD’nin bu kadar güçlü olmasının altında, müzelerinin çok olması yatar… Amerika kıtası, daha bilinmezken biz İstanbul’u fethetmiştik ama bizim o kadar müzemiz yok. Buna da bağlı olarak binlerce yıla dayanan kültürel geçmişimizi ne yazdık ne de film yaptık. Bu ilk adım olsun.

Güzel Adam Süreyya, yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran, belgesel… 9 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(07 Şubat 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yapımcı Sabahattin Çetin’den Kültür Bakanı Nabi Avcı’ya Mektup

Sayın NABİ AVCI,

Sayın Bakan, Sinema Destekleme Fonu’nun uygulamalarından mutlu değiliz. Meslektaşlarım için vazgeçilmez değerde olan fonumuzu yöneten kurul, senaryoları değil kişileri değerlendirme yoluna girmiştir. Bu yanlış uygulama bizi derinden endişelendirmektedir. Bir meslek duayeni olarak bunu size bildirmeyi görev kabul ettim.

Fon, birkaç yıldır, idare tarafından açık biçimde sektöre karşı bir silah gibi kullanılmaya başlanmıştır.

Muhalif olarak algılanan kişi veya kurumların hiçbiri destek alamadığı gibi, muhalif kimliği olmayan sadece mesleğini icra etmek isteyen sinemacılar da bu destekten mahrum bırakılmaktadır.

Bu vahim yanlış, sektörün yarısından fazlasının işsiz kalmasına sebep olmaktadır.

Kültür ve sanat alanı özellikle sinema, uzmanlık gerektiren bir alandır. Yıllarca emek verilerek oluşan yaratıcı meslek birikiminin, işsiz ve atıl durumda kalmasının hiç kimseye bir yararı yoktur.

Bunun ülkeyi yönetenlere de bir yararı yoktur.

Sadece bu, ülkemiz sinemasına yapılan büyük bir kötülüktür.

Sinemacılar, esirgediğiniz bu destek yüzünden uluslararası sinema fonlarına başvurmak hakkını da kaybetmektedirler. Çünkü bu fonların çoğu kendi ülkesinden alınan desteği zorunluluk olarak kabul etmektedirler.

Çok değerli birkaç sinemacımızın destek alması teselli vericidir ancak, çoğunlukla destek verilen verilen bazı kişi ve kurumların ciddi anlamda sektörel birikimleri yoktur. Bu da fonumuzdan çıkan paranın çoğu kez heba olması anlamına gelmektedir.

Sayın Bakan, Fonumuza siyaset bulaşmasına izin etmeyin. Sadece filmler çekmek isteyen birçok değerli sinemacıyı küstürüp üzmeyin.

Siz milyonlarca dolar harcayarak ülke tanıtımı yaparken, bu insanlar, yaptıkları küçük bütçeli filmlerle ülkemizin adını en prestijli film festivallerinde duyurmaktadır.

Yasa, fonumuzun yönetimini Meslek Birliklerinden seçilmiş meslektaşlarımıza bırakmasına rağmen, bürokratlarınız siyasal direktiflerle irademizin önüne geçmektedir. Bu haksızlıktır, bu yanlıştan vazgeçilmelidir. Bürokratlarınızın görevi, sadece alınan kararları uygulamak olmalıdır.

Sayın Bakan, oysa çözüm çok basittir;

Uluslararası uygulamalarda olduğu gibi sinema profesyonellerinden oluşan bir fon yönetimi oluşturulmalıdır. Bürokratlarımızın oy hakkı olmadığı bir fon yönetiminde, meslektaşlarımızın sinema değeri taşıyan her projesi karşılığını bulacaktır. Çünkü bizim işimiz sinemadır, siyaset asla değildir.

Mevcut durumda 14 üye ile projeler değerlendirilmektedir. Bu üyelerin büyük bir bölümü sinema kariyerine sahip değildir. Bu yapı ile adil bir değerlendirme yapılması mümkün değildir.

Fonun yönetimi, mesleğin beş temel unsuru sayılan yapımcı, yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni ve oyuncudan oluşmalıdır. Bu göreve meslek birliklerince seçilen üyelerin en az beş adet uzun metraj sinema filminde çalışmış olmaları temel bir kriter olmalıdır.

Sinema profesyonellerinden oluşan bu kurul, en az dört yıl için seçilmeli ve üyeler emeklerinin karşılığında belirli bir ücret almalıdır.

Değerli bir kültür adamı olduğuna inandığımız sayın Nabi AVCI’nın çığlığımızı duyması ve fon yönetimine çeki düzen vermesini diliyoruz.

Saygılarımla.

(06 Şubat 2017)

Sabahattin ÇETİN
(Yapımcı-senarist-dağıtımcı)

Kederin Portresi

Bizde ‘Yaşamın Kıyısında’ adıyla gösterime giren ‘Manchester by the Sea’ sinemada yapılmış en etkileyici matem filmlerinden. Hikâyenin ana karakteri Lee Chandler, Boston’da kapıcılık yapan bir adam. Görevli olduğu blokta kendisine tahsis edilmiş küçük bodrum dairesinde yaşıyor. Binaların önünde biriken karları temizlemek, dairelerin su, elektrik tesisatlarındaki arızaları onarmakla geçiyor günleri. Tek başına içkisini yudumladığı barda kendisine baktığını düşündüğü iki adama saldırmasıyla sakin görünüşlü genç adamın içinde kopan fırtınalara tanık oluyoruz ilk kez.

Acı bir haber geliyor daha sonra. Genç yaşlardaki ağabeyi kronik kalp hastalığına yenik düşmüştür. Defin töreni için yıllar önce terk etmiş olduğu birkaç saat uzaklıktaki memleketi küçük sahil kasabası Manchester’a zorunlu dönüş yaptığında ağabeyin ondan 16 yaşındaki oğlu Patrick’in velayetini almasını istediğini öğreniyor. Ailesi için doğru olanı yapmak istiyor Lee, ancak böyle bir sorumluluk yüklenmeye, hele hele doğup büyüdüğü kasabadan ayrılmak istemeyen yeğeniyle birlikte Manchester’da yaşamaya katlanamayacaktır. Bu ısrarlı reddedişin nedeni ise film ilerledikçe sayfa sayfa öğreneceğimiz Lee’nin trajik geçmişinde saklıdır.

Oyun yazarlığından beyazperdeye geçiş yapan Kenneth Lonergan, yazıp yönettiği hikâyesini krolonojik geriye dönüşler eşliğinde aktarıyor. Paralel bir kurguyla geçmişin mutlu anılarına ve ani gelen trajik olaya tanıklık ediyoruz. Lonergan yaklaşık 2,5 saatlik süresi boyunca öykünün durgun akan ritmini korumayı tercih ediyor. Benzer Hollywood yapımlarının klişe duygusallığından özenle kaçınıyor. Sakin sahil kasabasının günlük rutini içinde acısıyla tatlısıyla hayatın içinden sahnelerle anlatıyor hikâyesini. Karakterlerin ruh hallerini oya gibi işliyor. Bu acelesiz dingin tavır yaşanmış trajedinin hüznünü azaltmıyor, tersine kederin bir portresi haline gelmiş Lee’nin acısını daha derinden hissetmemizi sağlıyor.

Filmi bu denli dokunaklı ve unutulmaz kılan tam da Lonnergan’ın bu tercihi sayesinde gerçekleşiyor. Beyazperdeye adımını attığı beri hiç değişmeyen seçimi bu usta yazar yönetmenin. 2000 yapımı ilk uzun metrajı ‘You Can Count On Me / Bana Güvenebilirsin’ trajik bir trafik kazasıyla başlar. Küçük yaşta ebeveynlerini yitiren kardeşler yıllar sonra doğup büyüdükleri küçük kasabada bir araya geldiklerinde geçmişin acılarıyla hesaplaşmayı denerler. Benzersiz Mark Ruffalo’nun canlandırdığı erkek kardeş, ablası gibi kolay atlatamamıştır erken yaşta ebeveyn kaybını. Yerini yurdunu terk edip yollara vurmuştur kendini. Öykünün finalindeki vedalaşma sahnesi ‘Manchester by the Sea’nin finaliyle benzer hüznü taşır. Lonnergan’ın 2008 yapımı ikinci denemesi ‘Margaret’ feci bir otobüs kazasının yol açtığı travma üzerinedir. Kazaya sebebiyet veren Lisa Cohen, kollarında can veren hiç tanımadığı kadının ölümüyle vicdan azabı çekecektir.

Yakın kayıplarına ilişkin korkuları olduğunu ifade ediyor yönetmen bir söyleşisinde. Trajik kayıpları ve bunun sonucu yaşanan travmaları konu edinen öyküler yazmak onun korkularıyla yüzleşmesinde bir savunma biçimi belki de. Nedeni ne olursa olsun, duygu sömürüsünden özenle kaçınan, yüreğimizi derinden etkileyen hikâyeler üretiyor. Laura Linney, Mark Ruffalo, Anna Paquin gibi güçlü oyuncuları yönetti daha önce. ‘Yaşamın Kıyısında’da ilk kez çalışıyor benzersiz Casey Affleck ile. 2007 yapımı ‘The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’ daki Oscar adayı kompozisyonu ile belleğimize kazınmış olan bu büyük oyuncu, Lee Chandler yorumunda yönetmenin en büyük destekçisi oluyor ve mükemmel performansıyla kederin birebir portresi olarak zihnimize çakılıyor.

(06 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kalbe Sızı Veren Manchester’da

Yaşamın Kıyısında (Manchester by the Sea)
Yönetmen-Senaryo: Kenneth Lonergan
Müzik: Lesley Barber
Görüntü: Jody Lee Lipes
Oyuncular: Casey Affleck (Lee), Michelle Williams (Randi), Kyle Chandler (Joe), Lucas Hedges (Patrick), Mary Mallen (Sharon), C.J. Wilson (George), Gretchen Mol (Elise), Tom Kemp (Stan), Chloe Dixon (Suzy), Heather Burns (Jill), Kara Hayward (Silvie), Anna Baryshnikov (Sandy), Tate Donovan (Hokey Koçu), Matthew Broderick (Elise’in Sevgilisi)
Yapım: Amazon (2016)

Amerikalı yönetmen Kenneth Lonergan’ın “Yaşamın Kıyısında”, ruhu acıtan derin kederin ortasında ayakta durabilmenin filmi. Akademi’den de hak ettiği saygıyı aldı.

Quincy kasabasında. Kış zamanları. Kapıcılık yapan Lee Chandler, dünyanın tüm kederlerini ruhunda toplamış bir insan sanki. Onun dünyasının etrafında dolaşmaya başlanınca bu derin kederin ortasında yüreğin kaldırması zor bir trajedinin olduğu keşfediliyor. Yıllardır Manchester’dan uzak tek başına yaşayan Lee, eşi Randi’den ayrıldıktan sonra kendini boşluğa bırakmış. Bir acı haber onu tekrar Manchester’a sürüklüyor. Filmin içinde dolaşırken, geçmişten düşen anlarla her şey birbirini tamamlıyor.

1962’de New York’ta doğan yönetmen Kenneth Lonergan, Martin Scorsese’nin 2002 yapımı “Gangs of New York-New York Çeteleri” filminin ortak senaryo yazarlığını da yapmıştı. 2000’de “You can Count on Me-Bana Güvenebilirsin” ve 2011’de “Margaret” filmlerini yönetti. Yönetmen, 2016 yapımı “Manchester by the Sea-Yaşamın Kıyısında” filminin anlatımını, Lee’nin yavaşlığı ve sakinliğiyle bütünleştirebilmiş. Fonda duyulan müzikler de bu Lee’nin acılı ruhuyla buluşabilmiş. Film, Massachusetts eyaletinde geçiyor. Manchester, Boston şehrine çok yakın kıyıdaki bir balıkçı kasabası.

Manchester’a yolculuk…

Lee, acı haberi aldığında geçmişteki anlar da zihninden perdeye düşmeye başlıyor. Abisi Joe ve küçük oğlu Patrick’le tekneyle balık avına çıktıkları anları düşünüyor. Sonrasındaysa geçmişteki evi aklına düşüyor. O zamanlar mutluluk zamanlarıydı onun için. Karısı Randy, iki küçük kızı ve bebek oğlu hayatına anlam katıyorlar. Bir dikkatsizlik, bir sorumsuzluk o dayanılmaz büyük trajediyi getiriyor. Evin yanışını sarhoş gözlerle izleyen Lee, bu suçluluk duygusunun cehenneminde şimdi ne yapacaktı? Fonda da da Handel’in Barok dönem ruhu taşıyan ve acı çığlığa dönüşen “Pifa (Pastoral Senfoni) – Mesih” senfonisi duyuluyor bu anda. Büyük Alman besteci George Frideric Handel’den (1685-1759) “Bir Çoban Gibi Sürülerini Besleyecektir; O’na Ulaşın – Mesih” oratoryosu da duyuluyor filmde.

Lee ve etrafındakiler…

Karısından da ayrılan Lee, Quincy kasabasına sığınmış ve cehenneminde yanmayı sürdürüyor. Aile dostları George’dan aldığı haber ona bir acı daha yaşatıyor. Abisi Joe kalp hastalığından ölmüş. Joe’nun alkolik karısı Elise, çocukları Patrick’i de geride bırakıp yıllar önce uzaklara gitmiş. Elise’in nerede olduğunu kimse bilmiyor. Lee, Joe’nun vasiyetiyle Patrick’in velayetini de üstüne almak zorunda kalıyor. Şimdi bir delikanlı olan Patrick’le ne yapacaktı? Quincy’de tek gözlü bir bodrum dairesinde yaşıyor Lee. Ama Joe birçok şeyi düşünmüş. Cenazesini bile. Joe’nun teknesi ve evi de Patrick’e kalmış. Ama onun daha büyümesi gerekiyor. Yeğeniyle zaman geçirmek zorunda kalan Lee, Patrick’i de yakından tanıyor böylece. İki sevgiliyi, Silvie ve Sandy’yi idare edebiliyor. Daha 16 yaşında. Toprak donmuş olduğu için Joe gömülemiyor hemen. Toprak yumuşayıncaya kadar morgda bekleyecekmiş. Bu yüzden olmalı Patrick, buzdolabının dondurucusundaki tavuklardan korkuyor. Cenaze törenine Randi de geliyor. Evlenmiş ve üstelik de hamile. Randi, kalbini kırdığı Lee’den özür diler gibi barışmak ve konuşmak istiyor. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Patrick de annesiyle iletişim kuruyor ve habersizce onu ziyaret ediyor. Annesinin sevgilisi bu ziyaretten mutlu olmuyor. Belki de geçmişin geri gelmesinden korkuyordur. Bundan sonra neler olacaktı?

Yönetmen Lonergan, dingin bir sinematografik bir dille Lee ve etrafındakileri yansıtırken, çarpıcı kurguyla bu dingin insanın içine girerek oradaki fırtınaları yansıtabiliyor. Daha doğrusu cehennemi. Hiçbir şey suçluluk duygusu kadar insanı enkaza çeviremezdi. Lee’nin içindeki fırtınalar öfkeyle dışarı çıkıyordu. Yönetmen çoğu anda kamerayı Lee’nin yanından ayırmamış. Nadiren ayrılsa bile Lee de yakınlarda bir yerde. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde film, yönetmen, senaryo, erkek oyuncu (Casey Affleck), yardımcı kadın (Michelle Williams) ve erkek (Lucas Hedges) oyuncu dallarında Oscar’a aday oldu. Elbette müzik, kurgu ve görüntü dallarında hakkı yenmiş sanki.

(05 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Joe İyi Adamdı ama…

Gecenin Kanunu (Live by Night)
Yönetmen-Senaryo: Ben Affleck
Eser: Dennis Lehane
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Ben Affleck (Joe), Elle Fanning (Loretta), Brendan Gleeson (Thomas), Sienna Miller (Emma), Zoe Saldana (Graciela), Chris Cooper (Şerif Figgis), Remo Girone (Maso), Chris Messina (Dion), Robert Glenister (White), Matthew Maher (RD), Miguel (Estaban), Titus Welliver (Tim)
Yapım: Warner Bros (2016)

Amerikalı oyuncu-yönetmen Ben Affleck’in yazıp yönettiği “Gecenin Kanunu” filmi, modern gangster sinemasına değer katan bir yapıt. Anlatımı ve görselliğiyle bu değeri anlamlaştırıyor.

Film, sepyalaşmış fotoğraf üzerine açılıyor. Ellis Adası’nda yüzleri New York’a dönük göçmen aile geleceklerine mutlulukla bakıyorlar. Altta da Joseph “Joe” Coughlin’in sesi duyuluyor. Sonra I. Dünya Savaşı’ndan cepheden fotoğraflar yansıyor. Etrafında hep iyi insanların ölümüne tanıklık etmiş. Bu ölümlere sebep olanlarsa yaşıyorlar. Filmin bu girişi gerçekten çok önemliydi. Fotoğraflar “nostalji”yi, yaşanmışlığı çağrıştırıyor. Filmin derinliğinde birkaç anda da görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Boston’daki gangsterlerin çatışmalarını hatırlayın.

1926 yılı. Massachusetts’ın Boston şehri. İyi adam olan Joe, ölümlere neden olanları soyarak kendi çapında suç dünyasının içinde yer alıyor. Babası da Boston Emniyeti’nde bir başkomiser olan Thomas Coughlin. Küçük çetenin lideri olan Joe, yeraltının namlı gangster babası Albert White’ın metresi Emma Gould’la da aşk yaşıyor. Son işinden sonra buraları terk edip Emma’yla sıcak yerlere gitmeyi düşlüyor Joe. Ama kaderin ve Emma’nın da planları vardı. Banka soygunu arabanın tutukluğuyla başarısızlıkla sonuçlanıyor. Peşlerine polis düşünce trajediler de yaşanıyor. Çeteden kendisiyle beraber sadece Dion Bartolo kalıyor. Yakalan Joe, polisleri öldürmekle suçlansa da babasının yardımıyla üç yıl yatıp çıkıyor. Ama babası da vefat ediyor. Bir de Maso Pescatore var. İtalyan mafya babasıydı. White’ın da en büyük rakibi. Hapisten çıkan Joe, öldüğünü düşündüğü Emma’nın yasını tutarken White’dan intikam almak için Maso’ya mı katılacaktı. Devir içki yasağının olduğu devirdi. Gangsterlerin ve cazın hükmü sürüyordu. Ekonomik buhran da başlamıştı üstelik..

1972’de Kaliforniya’nın Berkeley şehrinde doğan oyuncu-yönetmen Ben Affleck, çocuk yaşta Hollywood’un tozunu yutmaya başladı. Oyuncu olarak farkına vardığımız, John Frankenheimer’ın 2000 yapımı “Reindeer Games-Soygun” filmiydi. Allen Coulter’ın 2006’daki “Hollywoodland-Hollywood Ülkesi”nde, ölmüş bir aktörün ölümü üzerine üç bakışın yansıdığı film değerliydi. Affleck filmler de yönetiyor. Yönettiği üçüncü film olan 2012 yapımı “Argo-Operasyon: Argo”yla üç Oscar kazanmıştı. Affleck, 2016 yapımı sinemaskop “Live by Night-Gecenin Kanunu” filminde kurgusal hikâyesine gerçeklik katabilmiş. Filmi izlerken gerçek olayların yansıması gibi izliyorsunuz. Fotoğraflar da buna destek veriyor. Fotoğraflar her zaman sinemada yaşanmışlık hissi verir.

Massachusetts’in Dorchester şehrinde 1965’te doğan yazar Dennis Lehane’in birçok romanı Hollywood tarafından kutsandı. 2003’te Clint Eastwood’la “Mystic River-Gizemli Nehir”, 2007’de Ben Affleck’le “Gone Baby Gone-Kızımı Kurtarın” ve de Martin Scorsese’yle de 2010’da “Shutter Island-Zindan Adası” Gerilim-polisiye edebiyatında önemli bir yerde yazar. Ben Affleck’in uyarladığı “Live by Night” romanı 2012’de yayınlandı ve 2013’te Edgar Allan Poe adına verilen “Edgar Ödülü”nü kazandı.

Filmin bir de büyük kameramanı var. Hyannis, Massachusetts-Hyannis’te 1955’te doğan büyük kameramanlarından Robert Richardson, Oliver Stone’un filmleriyle sinemada sağlam yer edindi. Ardından Quentin Tarantino filmleri geldi. Scorsese de bu büyük sanatçıya kayıtsız kalamadı elbette.

İntikam ve aşk…

Joe, Maso’nun emrine girerek Florida’ya gidiyor. Elbette ortağı Dion. Florida’nın Tampa şehrindeki tarihi semt Ybor’a yerleşiyor. İşe hemen koyuluyor. Önünü temizliyor. Şerif Irving Figgis’le tanışıyor. Rom işinden Maso’ya iyi para kazandırıyor. Kübalı güzel siyahî kadın Graciela Corrales’e de âşık oluyor. Kalbindeki Emma aşkı külleniyor muydu? Joe, içki yasağının uzakta olmayan bir zamanda biteceğini düşünüyor. Bu yüzden inşa edilen lüks otelin kumarhane işini bağlamaya da çalışıyor. Şerif Figgis’in Loretta adında kızı var. Oyuncu olmak için Los Angeles’a gidince orada başına kötü şeyler geliyor. Kızı bataktan kurtulmasına yardımcı da oluyor. Sonra Loretta dindar olup çıkıyor. Ama itirafında Tanrı’yı da sorguluyor. Cennetin bu dünyada olduğunu söyledikten sonra trajedi onu bekliyor.

Her şeyin yanında bir de Ku Klux Klan (KKK) çıkıyor ortaya. İçki yasağını delen, kumar oynatmayı düşünen İtalyan ve İrlandalı Katolik suçlulara ceza mı vereceklerdi? KKK’nın militanlarından RD epey sorun çıkartıyor Joe’ya. Elbette geniş final bölümünü sinema perdesinde keşfetmek gerek. Özellikle Maso’nun mekânında geçen anlar görsel açıdan da çarpıcı. Filmdeki şiddet sert miydi? Şiddeti estetik fotoğraflarla yansıtsa da her şey yerli yerindeydi filmde.

(04 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Zaman İlâç mı Yoksa Bıçak mıdır?

Sinema çok ulvi, büyük bir güç… İnsana bir an için kendi yasını unutturup başkasının acısına ortak edebiliyor. Tıpkı Türkçeye Yaşamın Kıyısında olarak çevrilen Manchester by the Sea filminin yaptığı gibi…

Gangs of New York ve Analyze This filmlerinin senaristi “Kenneth Lonergan”ın yazıp yönettiği film her şeyden önce iyi bir yazarın elinden çıktığını her diyalogda hissettiriyor.

Bir matem filmi Yaşamın Kıyısında… Matemle nasıl baş edilir ya da mateme ilâç filmi değil kesinlikle… Bu yüzden alıştığımız filmlerde olduğu gibi kendisinden bir mucize ya da mutlu son beklemeyin. Zaten gerçek hayatta böyle şeyler pek olmaz. Ölüm, ölümdür işte… Gidenin arkasından hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz. Zaman geçer ama her zaman ilâç da olmaz çünkü bazı yaraların merhemi yoktur.

Bir anlık hatası yüzünden çocuklarının ölümüne sebep olan bir adamın yıllar sonra abisinin vefatı sebebiyle trajik geçmişiyle hesaplaşmasını konu alan Yaşamın Kıyısında, ağır dramasına rağmen bir an için bile ajitasyona tuzağına düşmüyor.

Casey Affleck’e “En İyi Erkek Oyuncu” Altın Küre Ödülü kazandıran film bana kalırsa da aktörün bugüne kadar sergilediği en iyi performansı olarak zirveye çıkıyor.

Filmin ayrıca En İyi Film başta olmak üzere; En İyi Yönetmen (Kenneth Lonergan), En İyi Erkek Oyuncu (Casey Affleck), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Michelle Williams), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Lucas Hedges) ve En İyi Orijinal Senaryo (Kenneth Logergan) dallarında Oscar’a adaylığı bulunuyor. Filmin Oscar alıp almayacağı ya da kaç dalda alabileceğini tahmin etmek güç çünkü gerçekten karşısında çok güçlü rakipleri var. Ancak tek bir Oscar kazanmasa dahi bu filmden hiçbir şey götürmez elbette. Nihayetinde sinema tarihi Oscar almayan başyapıtlarla dolu… Dolayısıyla ben bu yıl Oscar’daki film çeşitliliğinden oldukça memnunum. Çeşitli kategorilerde adaylıkları bulunan The Lobster, Arrival, La La Land, The Salesman, Toni Erdmann, Captain Fantastic, Nocturnal Animals ve henüz görme fırsatı bulamadığım ancak çok iyi olduğuna emin olduğum Moonlight gibi çok özel ve kıymetli filmler izledik sene boyunca. Ancak söylemeden geçemeyeceğim şu an hâlâ vizyonda bulunan ve teknik bir dalda da adaylığı bulunan Passengers – Uzay Yolcuları filmi yılın en büyük balonu ve fiyaskosu. Uzun zamandır bu denli her yanından sapır sapır dökülen başarısız bir dev yapım izlememiştim. Tamamen para ve zaman kaybı. En kısa zamanda kendisini bir daha hatırlamamak üzere unutmayı diliyorum.

Tekrar filmimize dönecek olursak, Casey Affleck, Altın Küre’de olduğu gibi “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar adaylığı elde etti. Ayrıca var olduğu her sahnede yüreğimizi titreten ve adeta oyunculuk dersi veren Michelle Williams “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar’a aday. Filmin en güçlü adaylıklarından biri olduğunu ve yüksek ihtimalle heykelciği Williams’ın kucaklayacağını düşünüyorum.

Filmin genç yıldızı ve performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ına aday gösterilen Lucas Hedges’i de çok beğendim. Amcası ile aralarında geçen her bir diyalog muhteşem, çok sahici ve ustaca tasarlanmış. Üstüne Hedges ve Affleck’in leziz performansları eklenince film izlediğinizi unutuyorsunuz.

Mutlu sona alışmış seyirciler olarak finali sizi tatmin etmeyebilir ancak gerçek hayatta da tüm sonların mutlu olmadığı gerçeği ile yüzleşirsek filmin ansızın ve sade finali daha etkileyici bir hale bürünüyor. Çünkü film bitmiyor akmaya devam ediyor, tıpkı hayat gibi… Jenerik akarken aklıma Ceylan Ertem’in şu dizeleri geliyor ansızın:

“Zaman ilâç mıdır, yoksa kalbini yavaşça yaran, yoran bir bıçak mıdır?”

(04 Şubat 2017)

Gizem Ertürk