Kategori arşivi: Yazılar

Ölüm ile Yaşam Arasında

Ölüm ile yaşam arasındaki engin denizi aşabilenlerin ulaşabileceği yaşamı temsil ediyor Lampedusa. Burası Sicilya’nın güneyinde, 11 km uzunluk ve 3 km genişlikte Afrika’ya en yakın İtalyan adası. Yaklaşık 5.000 kişinin yaşadığı bu küçük kara parçası daha özgür bir hayat için Avrupa’ya göç eden Kuzey Afrikalıların ilk durağı. El yordamıyla umuda yolculuk edenlerin Akdeniz’deki can simidi. Ancak denizi aşmak da yetmiyor. Ölüm yolculuğundan hayatta kalabilenleri adada yeni sorunlar bekliyor. Üstelik ada sakinleri bizzat kendi dertleri ile meşgul, Sicilya ile bağlantılarını temin eden feribot işletmesine karşı haklı bir mücadele içindeler.

35. İstanbul Film Festivali seçkisinde yer alan ilginç belgesellerden ‘Lampedusa’da Kış’ Kuzey Afrika’ya yalnızca 110 km uzaklıktaki bu pek bilinmeyen yerleşim bölgesini tanıtıyor bizlere. Festivalin konuğu olarak ülkemize uğrayan yönetmen Jacob Brossman ilk uzun metraj belgeselinde adanın balıkçılıkla geçinen halkını, esnafını, rüzgar hızını arttırdığında seferini yapamayan eski, işe yaramaz feribotunu ve grev kararı almaya çalışan yerel halkın sorunlarını dile getiriyor. Lakin burası yaşama tutunmaya çabalayan mültecilerin de adası. Yerel halktan kötü muamele görmüyorlar ancak bürokrasi nedeniyle aylarca beklemekten dolayı isyan içindeler.

Adalılar gündelik mücadelelerini sürdürürken yerel halktan Paola La Rosa gibi kişiler göçmenlere umut aşılamayı sürdürüyor. 3 Ekim 2013’te Libya’dan mültecileri taşıyan botun devrilmesiyle 365 kişinin sularda çaresizce yokoluşuna tanıklık etmiş olan Paola, kalacakları yer ve yiyecek içecekleri konusunda onlardan desteğini
esirgemiyor. Adanın papazı cemaatine ‘bağımsızlık ve özgürlük için buraya sığınmış farklı ırklardan insanları kucaklamalıyız’ şeklinde vaaz veriyor. Ölüm yolculuğunda hayatını kaybedenlerden arda kalanlar ada halkı tarafından saklanıyor, yaşananların unutulmaması ve hatıralarının dünya kamuoyu önünde canlı tutulması için uğraş veriyorlar. Laura’nın hayatını kaybeden çoğu kadın, çocuk mültecilerin mezarlarını özenle düzenlemesi aklımıza ‘Saul’un Oğlu’ filmini getiriyor.

Festivalde izlediğim 40 küsur filmden bu belgesel üzerine ayrı bir yazı yazma isteğim daha iki gün önce yeni bir facia haberini, Somali, Etiyopya ve Eritre’den kaçarak İtalya’ya gitmek isteyen dört mülteci teknesinin battığı ve 400’den fazla insanın boğularak can verdiğini öğrenmenin derin hüznünden kaynaklanıyor. Uluslararası Göçmenlik Kuruluşu’nun raporu doğrultusunda 2000 yılından beri 23.000 mülteci Avrupa yolculuğunda hayatını kaybetmiş. Brossman hem sığınmacının hem de adanın yalnızlığına yakılan ağıdını Avrupa’ya ithaf ediyor.

(22 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dingin, Mükemmeliyetçi, Usta: Coppola

Sinemanın büyük ustalarından Francis Ford Coppola’nın modern gangster sinemasının klasiklerinden “Baba” ve “Baba 2” filmlerini paylaşmak istedik. Bu iki filmin de Türkçe dublajlarının muhteşem olduğunu belirtmeli.

İtalyan kökenli Amerikalı mükemmeliyetçi büyük yönetmenlerden Francis Ford Coppola, Michigan’ın Detroit şehrinde 7 Nisan 1939’da doğdu. Küçükken çocuk felci geçirdi. New York’ta tiyatro okudu. Sonra 1958’de, 19 yaşında UCLA’ya girerek sinema öğrenimine başladı. Düşük bütçeli filmler çeken yönetmen-yapımcı Roger Corman’la tanıştı. Sinema okulunda okurken bir western ve bir de korku filmi çekti. Daha yirmili yaşlarının başlarındaydı. Coppola başka yönetmenlere senaryolar da yazıyordu. 1970’li yıllar O’nun sinemasında doruklara çıktığı dönemdi. İki “Baba” filmiyle beraber önemli filmler ortaya koydu. 1974 yapımı “The Conversation-Konuşma” filminde farklı estetik anlatımı tecrübe etti. Bu filmde kamera, baştan sona sabit açıda duruyordu. Sadece bir sahnede kamera çevrinme (pan) yapmıştı. Ayrıca bu filmde aralarda da “teleobjektif” kullanmıştı usta. 1979’da “Apocalypse Now-Kıyamet” filminde Vietnam’daki savaşa baktı.

Coppola, 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar Amerika’da ağırlığını hissettiren “yeni sol” akıma karşı, Paul Schrader ve Martin Scorsese gibi iki önemli sinemacıyla “yeni sağ” akımını başlatmıştı Hollywood’da. Bu akımın simge filmlerinden 1981 yapımı “One from the Heart-Yürekten Biri” filmini çekti. 1983’te çektiği iki gençlik filmi de vardı. Sinemaskop “The Outsiders-Sokaktakiler” ve siyah-beyaz “Rumble Fish-Siyam Balığı” muhteşem filmlerini sinema perdesinde gördük. 1997’deki sinemaskop “The Rainmaker-Yağmurcu” filmindeki estetiği de çarpıcıydı. Perdede gördüğümüz bu filmde neredeyse gölgeler silinmişti.

2000’li yıllarda da iyi filmleri vardı. 2007 yapımı “Youth Without Youth-Geç Gelen Gençlik”, Mussolini tutkunu faşist Rumen yazar Mircea Eliade’nin romanından uyarladı. Roman, 1976’da “Tinerete fara Tinerete” adıyla çıkmıştı ilk. Yazar, 1907’de Bükreş’te doğdu, 1986’da Şikago’da öldü. Yazarın birçok eseri dilimizde yayımlandı. Coppola, Arjantinli tiyatro yönetmeni ve oyun yazarı Mauricio Kartun’un “Fausta” eserinden 2009 yapımı sinemaskop çekilmiş, siyah-beyaz ve renkli “Tetro”yu da uyarladı. Bu filmdeki ışıklar, anlamın içinde ruha dokundurtuyordu. Angelo “Tetro” Tetrocini’nin ruhuna.

“Baba…”

Büyük Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filmi, modern zamanlarda polisiye-gangster sinemasına soluk getirmişti. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu Coppola’yla beraber Mario Puzo ortak yazdı. Film, yazar Puzo’nun eserinden uyarlanmıştı. Filmin müziklerini İtalyan üstat Nino Rota yapmıştı. Rota, bu filmden Oscar’a aday olsa da adaylıktan çıkartılmıştı. Çünkü Rota, bu filmdeki tema müziklerini 1950’lerin sonunda İtalyan filminde kullandığı fark edilmişti. Klasik anlatımlardaki gibi kahverengimsi tonları öne çıkartan önemli kameramanlardan Gordon Willis’in bu görüntüleri sinema perdesinde bambaşka görünüyordu. Dönemsel filmlerde daha çok belirgin olan kahverengimsi renk tonları öne çıkmış filmde. Coppola, nadiren kararma-açılma kullanırken, yoğunlukla zincirlemeli geçişlere başvurmuş bu filminde. Kamera, sıkça çevrinme (pan) yapıyor bir de. Kararma-açılma, dışavurumcu estetikle buluşuyor sinemada. Zincirlemeli geçişlerse gerçeküstücülükle. Coppola, genel plan ve kaydırmalı çekimlerle de izlenimci estetiğe dokunmuş. Bu eser Akademi’den film, senaryo ve erkek oyuncu (Marlon Brando) dallarında üç Oscar kazandı. Brando, ödül törenine Kızılderili bir kadını yolladı ve ödülü de o aldı. Brando, Amerika’yı, Kızılderililere yaptığı soykırımlar için protesto etmek istemişti. Filmin orijinal adı da “Vaftiz Babası” anlamına geliyor.

Mafya organizasyonlarına içeriden bakıyor Coppola’nın bu filmleri. Tarihin ilk diktatörü Roma İmparatoru Jül Sezar’ın yönetimi, tıpkı mafya işleyişi gibiydi. Filmlerin içinde dolaşırken fark ediliyor bu. İki organizasyonun da ortak düsturu şuydu: “Asla güvenme ve yok et…” Bu film ülkemizde, Ekim 1973’te vizyona girmişti. Bu filmi, 1983’te İzmir’deki Güzelyalı As Sineması’nda perdede görmüştük. Bu sinema, geçmiş dönemlerde vizyona girmiş filmleri de gösteriyordu o zamanlar.

Film, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlıyor. New York… Corleone ailesinin malikânesinde düğün yansıyor. Mafya babası Don Vito Corleone’nin (Marlon Brando) kızı Connie (Talia Shire), Carlo’yla (Gianni Russo) evleniyor. Dışarıda eğlence sürerken, Don Vito da kasvetli odasında sorunları dinliyor. Kamera, sanki siyah fonun önünde oturmuş Bonasera’nın (Salvatore Corsitto) monologu andıran konuşmasıyla başlıyor. Kamera, belli belirsiz geriye zum yapmaya başlıyor bu anda. Sonra çerçeveye masanın öbür tarafındaki Don Vito giriyor. Bonasera, yasalara hep uymuş. Amerikalı olduğunu söylüyor. Kızını özgür bırakmış. Kızı, İtalyan olmayan bir erkekle takılmış. Hoşgörülü davranmış. Sevgilisi ve bir arkadaşı kızına viski içirmişler. Sonra da onu kullanmışlar. Kızı karşı koymuş. Onu dövmüşler. Bonasera polise gitmiş her Amerikalı gibi. İki oğlan adalet önüne çıkartılmış, sonra da cezaları ertelenmiş. Bonasera, bu olduktan sonra Don Vito’ya gelmeye karar vermiş. Don Vito’dan iki oğlanı öldürmesini istiyor. Don Vito kabul etmiyor önce. Çünkü Bonasera, Don Vito’yu “Baba” olarak görmemiş ve elini öpmemiş. Odada Don Vito’nun çapkın ve öfkeli oğlu Santino “Sonny” (James Caan) ve evlatlığı avukat-danışman Tom Hagen da (Robert Duvall) var. Bonasera, Don Vito’ya “Baba” diyor. Don Vito, Bonasera’dan bir şey isteyecekmiş ve karşılığında da kızının intikamını hediye olarak verecekmiş. Temizleme işi şişman Clemenza’ya (Richard Castellano) veriliyor.

Aile düğün fotoğrafı çektirirken, Don Vito, Michael (Al Pacino) daha gelmediği için fotoğrafı çektirmiyor. Sicilya tarzı düğün eğlencesi de devam ediyor malikânenin bahçesinde. Düğüne, rakip mafya lideri Don Barzini de (Richard Conte) geliyor. Öte tarafta Don Vito karısıyla (Morgana King) dans yapıyor coşkuyla. Bahçenin dışında basın ve FBI da düğünü takip ediyor. Savaş kahramanı ve şeref madalyalı Michael düğüne asker üniformasıyla geliyor. Kahraman gibi karşılanıyor. “Beyaz” Kay Adams (Diane Keaton) var Michael’ın yanında. Sevgilisi. Çok geçmeden düğüne şarkıcı oyuncu Johnny de (Al Martino) düşüyor. Onun da derdi var. Çekilecek savaş filminin yapımcısı Jack.

Woltz (John Marley), filmde Johnny’nin oynamasını istemiyor. Don Vito, bu “finocchio”yla, züppeyle sorunu çözmek için Tom’u görevlendiriyor. Düğün pastası kesiliyor, ardından aile fotoğrafı çekiliyor. Tom da, Los Angeles’a uçuyor. Oradan Hollywood’daki stüdyoya gidiyor. Yapımcı Woltz’u ikna edemiyor. Ama Don Vito’dan söz edince Tom’u malikânesine davet ediyor, ahırdaki 600 bin dolarlık atını bile gösteriyor, ama Johnny’nin filminde oynamasını kabul etmiyor yapımcı. Bunun bedelini tutkulu olduğu atının yataktaki kellesiyle ödüyor Woltz. 1953’te büyük yönetmen Fred Zinnemann, siyah-beyaz “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” savaş filmini çekmişti. Dolaylı olarak bu filme gönderme yapılıyor “Baba” filminde. Şarkıcı-oyuncu Frank Sinatra da bu filmde oynamak için büyük mücadele vermişti. Oynadı ve “Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar da kazandı.

Tom, Los Angeles dönüşü New York’ta Sollozzo’nun (Al Lettieri) kasvetli mekânında görüşme yaptığını Don Vito’ya ve Sonny’ye anlatıyor. Bu an koşut kurguyla yansıyor. Tom anlatırken, Sollozzo’yla görüşmesi de yansıyor. Sollozzo, “Türk” lakabıyla tanınan uyuşturucu kaçakçısı. Sollozzo’nun, Türkiye’de haşhaş tarlaları olduğu için “Türk” diyorlarmış. Sollozzo, tarladan topladığı haşhaşları Sicilya’da eroine dönüştürüp Amerika’da pazarlıyormuş. Don Vito’yu da uyuşturucu işine çekmek istiyor Sollozzo. Nakit paraya ve de polisten korunmaya ihtiyacı varmış. Tom ve Sonny, uyuşturucu işine girmek istiyorlar. Bunda çok para varmış. Kumar işinin geleceği yokmuş. Çok geçmeden Sollozzo, Don Vito’nun mekânına geliyor. Corleone ailesine uyuşturucu payından yüzde otuz teklif ediyor Sollozzo. Ama öncesinde bir milyon dolar nakit gerekiyormuş. Bu iş için politikacılara da ihtiyacı varmış. Tattaglia ailesi de işin içindeymiş. Don Vito teklifi geri çeviriyor. Sonny karşı çıkar gibi yapsa da Don Vito, Sollozzo’yu geri çeviriyor. Çünkü Sollozzo’dan şüpheleniyor. Kamera, Tattagliaların mekânına gidiyor. Geceleyin. Kasvetli mekâna biri geliyor ve onlara katılmak istediğini söylüyor, ama adamı bıçaklayıp öldürüyorlar. Yeni bir savaş mı başlıyordu?

Noel zamanı. Dışarıda kar atıştırıyor. Tom, Sollozzo’nun arabasına biniyor. Don Vito da alışveriş yapmak için dışarı çıkarken, şoförü Paulie de (John Martino) ortadan kayboluyor. Dışarı çıkan Don Vito, manavdan meyve seçerken üzerine yaylım ateşi açılıyor. Bu ikon yüklü sahne çarpıcı açılarla yansıyordu. Don Vito vurulurken, kamera da yukarıdan “plonje” açıda duruyordu bu anda. Görüntüdeki derinlik ve ışık düzenlemeleri sanatsal anlamda çarpıcıydı. Don Vito ateş edilirken, oğlu Fredo da (John Cazale) orada ve babasına sarılarak ağlıyor. Fredo, pişmanlık ve suçluluk hissiyle ağlıyordu sanki. Caddede, Michael ve Kay beraber yürürken, Kay, gazete kulübesindeki gazetelerde Don Vito’nun vurulduğuna dair manşetleri görüyor. Diğer tarafta Sonny de karısıyla evde. Sonny telefonu kapattıktan sonra kapı çalınıyor. Tedirgin oluyorlar. Clemenza geliyor. Don Vito’nun öldüğü söylentisi varmış. Sonny öfkeleniyor. Tom, Sollozzo’nun mekânında. Sollozzo, Sonny’yi telefonla arıyor. Ardından da Tom’a, “Sonny’yle aramda barışı sağlamak sana bağlı” diyor. Sollozo, “Ben şiddetten hoşlanmam. Ben bir işadamıyım” diye ekliyor. Tom, oradan ayrılıyor. Michael da malikâneye geliyor. Sonny de orada. Paulie içeri bir paket getiriyor. Paketten çiğ balık çıkıyor. Bu, Sicilya usulü mesajmış. Sonny, Paulie’den şüpheleniyor. Temizleme işi yine Clemenza’ya düşüyor.

Mahkeme salonunda. Michael mahkemeden çıkıyor. Geceleyin de restoranda Kay’le buluşan Michael, Kay’in ortalarda görünmesini de istemiyor. Güvenliği için. Sonra da araba Michael’ı hastaneye bırakıyor. Kamera, sola çevrinme yaparak hastanenin boş koridorlarını yansıtıyor. Polis koruması da ortalarda görünmüyor. Michael şüpheleniyor. Sonny’yi telefonla arıyor. Hemşire itiraz etse de onunla beraber, Don Vito’nun odasını değiştiriyor Michael. Sonra fırıncı bir genç geliyor Don Vito’ya saygılarını sunmak için. Michael onu dışarı yolluyor. Michael, yatakta gözünü açan babasına “Artık seninleyim” diyor. Don Vito da gülümsüyor. Sonra Michael hastanenin kapısına çıkıyor. Bir araba duruyor, sonra gidiyor. Genç fırıncı korkusundan titremeye başlıyor hemen. New York polisinden Yüzbaşı McCluskey (Sterling Hayden) uğruyor hastaneye. Michael’a sert çıkıyor. Çok geçmeden korumalarla Tom geliyor oraya ve ortamı yumuşatıyor.

Zincirlemeli geçişle kamera malikâneyi yansıtıyor hüzünlü müzikle. 1947 yılı. Gündüz. Sollozzo, Michael’la görüşmek istiyormuş. Öfkeli Sonny, Sollozzo’yu yok etmek istiyor. Ama Michael’ın da bir fikri vardı. Sollozzo’yla satılmış kirli polis McCluskey’yi ortadan kaldırmak istiyor Michael. Ama Sonny, olayı kişiselleştirdiği için karşı çıkıyor buna. Ama Michael istiyor. Restoranda buluşma gerçekleşecek, ama öncesinde zihinlerin yarışması gerekiyor. Satranç oyunu gibiydi sanki her şey. Michael, işi bitirdikten sonra bir yıllığına Sicilya’ya gidecekmiş. Gece, Sollozo ve ve McCluskey’nin olduğu arabaya biniyor Michael. Polis üzerini arıyor. Michael, Bronx’a gideceklerini sanırken, araba New Jersey’ye dönüyor. Restoranda her şey doğal görünüyor. Fazla müşteri de yok. Michael ve Sollozzo İtalyanca konuşuyorlar. Michael, Sollozzo’dan babasının hayatına kastetmemesini istiyor. Sollozzo önemsiz biriymiş. Önemli olansa Bataglia ailesiymiş. Tek isteği aileler arasında ateşkes olması Sollozzo’nun. Konuşmalardan sonra Michael tuvalete gidiyor. Rezervuardaki saklanmış tabancayı alan Michael, masaya dönüyor, Sollozzo’nun alnına ateş ettikten sonra McCluskey’nin boğazına ve alnına ateş ediyor, sakince çıkıp gidiyor. Zincirlemeli geçişlerle gazetelerin birinci sayfaları peş peşe manşetler atıyorlar. Polis soruşturmaları, gangster savaşları da yansıyor. Eski zamanların filmlerindeki gibi.

Gündüz. Don Vito malikâneye dönüyor. Sonny, Fredo’yu Las Vegas’a, kumarhane işlerinin başına yollayacakmış. Tom, Don Vito’ya Sollozzo’yu Michael’ın öldürdüğünü söylüyor. Sonny de, Tataglia’yı yok etmek istiyor.

Michael, Sicilya’da. Michael burada korumalarla dolaşıyor. Michael, avdan dönerken, korumaları Calo (Franco Citti) ve Fabrizio (Angelo Infanti) ona, erkeklerin kan davası yüzünden öldüğünü ve kadınların dul kaldığını anlatıyorlar. Michael, Sicilyalı güzel Apollonia’yla (Simonetta Stefanelli) göz göze geliyor ve kıza tutuluyor birden. Korumalar bunun farkına varıyor ve “Hatunlar, Sicilya’da ateşli silahlardan daha tehlikeli” diyorlar. Meyhaneye gidiyorlar. Michael, kızın babası Vitelli’den (Saro Urzi), Apollonia’yla evlenmek istediğini söylüyor. Vitelli’yi ve kızını yemeğe davet ediyor. Yemekte, kıza kolye hediye ediyor Michael. Sonra beraber dolaşmaya başlıyorlar, ama ailenin bakışları altında. Sonra kamera New York’a gidiyor. Gündüz. Kamera içeride ve yukarı doğru “tilt” yapıyor. Sonny, düğünde seviştiği genç kadınla yine ayaküstü sevişirken yansıyor. Sonra da kız kardeşi evine gidiyor. Connie, mutsuz ve kocası Carlo onu sürekli dövse de bunu inkâr ediyor. Sonny, Carlo’nun olduğu mekâna gidiyor. Hava sıcak. Sonny, öfkeyle pantolon kemeriyle dövüyor Carlo’yu. Gündüz. Michael’la Apollonia’yla Sicilya usulü düğünü yapılıyor. Yatak odasında Apollonia, beyaz gelinliği içinde güzelliğinin büyüsünü saçıyor. Üstünü çıkartan Apollonia, tüm güzelliğini Michael’a sunuyor orada. New York’taysa Kay, Michael’a mektup göndermek için malikâneye geliyor. Onu karşılayan Tom, mektubu almıyor, çünkü delil olarak kullanılabilirmiş bu. Görüntü kararıyor. Connie’yse evde Carlo’yla kavga ederken yansıyor. Connie, Carlo’nun başka bir kadınla olduğundan şüpheleniyor. Connie, öfke ve kıskançlıkla mutfağı dağıtıyor. Carlo, kemerini çıkartıyor ve onu yine dövüyor. Connie, malikâneyi telefonla arıyor. Sonny de evde. Sonny, öfkeyle çıkıyor ve arabaya atlayıp Carlo’yu bulmaya gidiyor. Korumalar da peşine takılıyor. Paralı geçitte pusuya düşürülen Sonny kurşun yağmuruna tutuluyor ve ölüyor. Eve hüzün çöküyor. Don Vito yataktan çıkmış. Tom, Sonny’nin nasıl öldürüldüğünü anlatıyor Don Vito’ya. Acı ve yas içindeki Don Vito, “Bu savaş artık bitecek” diyor. Don Vito, Sonny’nin cenazesinin temiz ve güzel görünmesini istiyor. Sicilya’daysa Michael, güzel eşine araba sürmesini öğretmeye çabalıyor. Korumasını sağlayan Don Tomassini (Corrado Gaipa), buraların artık tehlikeli olduğunu söylüyor Michael’a. Sonny’nin öldürüldüğü haberini de veriyor. Michael, Amerika’ya dönmek için hemen hazırlık yapıyor. Apollonia arabanın içinde ona arabayı sürebildiğini gösterirken, bir şeylerin ters gittiğini anlıyor Michael. Koruması Fabrizio’nun tuhaf davranışlarını fark ettiğinde geç kalıyor ve arabadaki bomba patlıyor, Apollonia ölüyor. Görüntü kararıyor. Yönetmen, Sicilya ve New York anlarını koşut kurguyla yansıtırken, Sicilya anlarındaysa sıkça da “zincirlemeli geçiş” yapmış. Bir de Nino Rota’nın, bu filmin ruhu olan tema müziği de Sicilya anlarında duyuluyor. Ayrıca “Love Theme” de bu bölümde kulaklara geliyor. Bu müzikler olmasaydı, bu film ölümsüz olur muydu? Bilinmez.

New York’ta. Kamera, binayı yukarı “tilt” yaparak yansıtıyor. Don Vito, rakipleri Barzini, Tattaglia ve başka ailelerle uzlaşma toplantısı yapıyor masa etrafında. Don Vito, gelecekte uyuşturucu işinin kendilerini mahvedeceğini söylüyor. İçki ve kumar işine benzemiyormuş uyuşturucu işi. Hâkimler ve polisler, uyuşturucu işinde onları terk edebilirmiş. Masadaki bazıları, uyuşturucuyu siyahlara sattırmayı öneriyor. Siyahlar hayvanmış. Don Vito, Michael’ın başına bir şey geldiğinde bu odadaki bazı kişileri suçlayacağını söylüyor bu konuşmalardan sonra.

Gündüz. Michael New York’a dönüyor ve hemen Kay’in yanına gidiyor. Zincirlemeli geçişle sonbahar ikliminde dolaşıyorlar beraberce. Michael, Kay’e “Artık babamla beraberim” diyor. Michael artık tamamen mafyanın içindeydi. Michael, beş yıl sonra Corleone ailesinin yaptığı her işin yasal olacağını söylüyor Kay’e. Michael, Kay’le evlenmek istiyor. Görüntü kararıyor.

İşin başına Michael geçiyor. Tom’un yardımını istemiyor Michael. Çünkü her şey sertleşecek ve Tom’un zarar görmesini istemiyor. Tom ayrılmak istemiyor. Carlo’yu yardımcısı yapıyor. Zincirlemeli geçişle uçak Las Vegas’a gidiyor. Michael, kardeşi Fredo’nun yanına gidiyor otele. Fredo, o geleceği için odada parti hazırlamış. Michael partiyi bitiriyor. Michael, otel-kumarhaneyi devralmak için Moe Greene’le (Alex Rocco) görüşmeye gelmiş Tom’la. Orada, şarkıcı-oyuncu Johnny de var. Moe, otel-kumarhaneyi vermek istemiyor Michael’a. Direnmesi nereye kadar sürebilirdi ki?

Zaman geçiyor. Gündüz. Michael ve Kay evlenmişler, Anthony Vito adında üç yaşında olan oğulları bile var. Malikâneye geliyorlar. Don Vito ve Michael, Barzini üzerine konuşuyorlar. Don Vito kırmızı şarap içiyor. Don Vito, senatör olamamış. Başka şeyler de. Michael, oraya ulaşacaklarını söylüyor. Zincirlemeli geçişle malikânenin bahçesinde. Gündüz. Don Vito, torunu Anthony Vito’yla bahçede oyun oynarken yere yığılıyor. Zincirlemeli geçişle mezarlıktaki cenaze töreni yansıyor. Don Vito gömülüyor. Barzini de cenazede. Barzini, Michael’la toplantı yapmak istediğini söylüyor cenazede Tessio’nun (Abe Vigoda) haber taşımasıyla. Kamera birden kiliseye gidiyor kesmeyle. İlk an genel çekimle yansıyor. Ne olduğu anlamlaşamıyor. Kamera yakına geldiğinde, Connie ve Carlo’nun bebeklerinin vaftiz töreni olduğu fark ediliyor. Yeğeninin vaftiz babası da Michael oluyordu. 1950 yılı… Kilisede vaftiz töreni devam ederken, çapraz kurguyla Barzini, Battaglia ve diğerleri vahşice öldürülüyor tek tek. Coppola, bu filminde şiddet anları yansımadan, fırtına öncesi sessizliği andırır gibi genel çekimlerle şiddeti sinsice hissettiriyor, topluyor atmosferinde. Bu filmin devamında da tıpkı böyleydi. Bu estetik anlatımı ilk defa Elia Kazan ustanın 1952 yapımı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminde keşfetmiştik.

Malikânede. Michael, Carlo’dan Sonny için bir açıklama istiyor. Sonny’yi, Barzini’ye ispiyonlayan Carlo’ymuş. İtiraf ediyor. Sorunu çözmek de Clemanza’ya kalıyor yine. Zincirlemeli geçişle kamera malikânede Connie’nin acısını yansıtıyor. Connie, Michael’a öfkeli kendini dul bıraktığı için. Daha sonra Kay de Michael’a doğru olup olmadığını soruyor. Öldürmediği söylüyor. Sonda elini öptüren artık Michael oluyor, çünkü yeni vaftiz babası oydu. Don Michael Corleone oluyor bundan böyle.

“Baba 2…”

Büyük usta Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II-Baba 2”, anlatımıyla insanı sinema açısından etkileyen büyük bir filmdi. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Mario Puzo yazmış. Bu film de Puzo’nun romanından uyarlanmıştı. Filmin müziklerini bu defa Nino Rota’yla beraber, yönetmenin babası Carmine Coppola yapmış. Elbette tema müziği Rota’ya aitti. Çarpıcı unutulmaz fotoğraflarsa Gordon Willis’ten elbette. Bu film de Akademi’den hak ettiği saygıyı gördü. “Baba 2”, film, yönetmen, müzik (Nino Rota ve Carmine Coppola), yardımcı erkek oyuncu (Robert de Niro), sanat yönetmeni-dekor (Dean Tavoularis, Angelo Graham ve George R. Nelson) dallarında Oscar kazandı.

Yeni “Don” olan Michael, el öptürürken yansıyor önce. Sonra da boş koltuk görünürken filmin adı yazıyor. Fonda da Nino Rota’nın bu filmin ruhu olan tema müziği duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor. Filmin kurgusu da çarpıcıydı. Şimdiyle geçmiş arasında gidip gelen filmde “geçmiş”, geriye dönüş olarak yorumlanabilir. Ama geçmiş, başlı başına anlar veya hikâye.

Sicilya, 1901… Kahverengimsi görüntülerin sepya tadı verdiği girişle başlıyor film. Derinlikte, tabutta cenaze taşıyanlar genel çekimde yansırken, dış erkek sesi de, “Baba Vito Andolini, Sicilya’nın Corleone kasabasında doğdu. Babası Antonio, mahalli mafya şefine hakaret ettiği için 1901’de öldürüldü. Abisi Paolo intikam yemini edip dağa çıktı ve tek varis olan Vito’yu (Oreste Baldini) cenaze töreninde annesiyle (Maria Carta) yalnız bıraktı. Daha dokuz yaşındaydı” diyor. Önde bando, onların ardında rahip, tabutu taşıyanlar da onların gerisinde yürürken yansıyor uzaktan. Küçük Vito da, siyahlar içindeki annesiyle beraber. Bir silah sesi duyuluyor birden. Paolo’yu vuruyorlar. Anne, mafya şefi Don Francesco Ciccio’ya (Giuseppe Siiato) evine gidiyor küçük oğlu Vito’yu bağışlaması için. Kadın, “Önce kocamı öldürdünüz. Sonra da büyük oğlum Paolo’yu intikam yemini ettiği için” diyor. Vito’nun kimseye zarar vermeyeceğini söylüyor. Ama Don Ciccio, “Büyüyünce zarar verir” diyor. Vito’nun annesi, elindeki bıçağı Don Ciccio’nun boğazına dayıyor, Vito da kaçıyor. Kadını vuruyorlar. Gangsterler, Corleone kasabasının dar sokaklarında dolaşarak Vito’yu saklayanlara tehdit savuruyorlar. Ama Vito, yakınlarının yardımıyla kasabadan uzaklaşıyor ve Amerika’ya giden gemiyle özgürlüğe yol alıyor tek başına. Uzaktan, New York’taki Özgürlük Heykeli yansırken, kamera da sürekli sola çevrinme (pan) yaparak gemideki yoksul insanları gösteriyor. Sonra göçmenlerin ilk ayak bastıkları Ellis Adası’na geliyor gemi. Göçmenler muayeneden geçiyorlar önce. Kamera, sağa doğru kayarak küçük Vito’yu izliyor kalabalıklar içinde. Sonra sola kaymaya başlıyor kamera. Vito’nun şaşkınlığını yansıtıyor. İngilizce bilmiyor Vito. Sonra onu muayeneye alıyorlar. Çiçek hastalığından dolayı üç ay karantinaya alınıyor Vito. Karantinadaki odasının penceresinden Özgürlük Heykeli yansıyor. Vito, Andolini soyadını bırakıp, doğduğu kasaba Corleone’yi soyadı yapıyor sonraları.

Zincirlemeli geçişle beyazlar içindeki torunu Anthony Vito (James Gounaris) yansıyor. 1958 yılı. Nevada’daki Tahoe Gölü… Gündüz. Birkaç yaş büyümüş çocuk Anthony Vito, kendi gibi beyazlar giyinmiş kızlı oğlanlı yaşıtlarıyla içeride toplanmışlar. Rahip de var. Dua ediyorlar. Rahip, çocuklara kutsanmış ekmek yediriyor. Bu, Anthony Vito’nun yardım partisi. Aile artık Nevada’ya taşınmış. Las Vegas’ta otel-kumarhane işletiyorlar. Göl kıyısındaki malikânenin bahçesinde parti yansıyor. Connie (Talia Shire) annesinin (Morgana King) masasına gidiyor. Kocası öldürüldükten sonra bunalıma giren Connie, sürekli sevgili değiştirerek avunmayı sürdürmüş. Kasvetli çalışma odasında bir Senatör Pat Geary (G. D. Spradlin), Michael’a (Al Pacino) otel ve ruhsatı üzerine konuşuyor. Odada Tom da (Robert Duvall) var. Ruhsat fiyatı da 250 bin dolarmış. Senatör rüşvet istiyor. Dört otelden de yüzde beş. Mafyadan hoşlanmıyormuş senatör. Bu yüzden rüşveti yüksek tutmuş. Michael, sakince teklifi kabul etmiyor. Kamera dışarıda sola çevrinme yaparak eğlenen mutlu insanları yansıtıyor. Michael’la görüşmek için New York’tan gelmiş Frank Pentageli (Michael V. Gazzo), Fredo’ya (John Cazale) onunla bir türlü görüşemediğini söylüyor. Sırasını beklemesi gerekiyormuş. Sonra çalışma odasına şarkıcı-oyuncu Johnny (Al Martino) geliyor. Michael baş başa görüşmek istiyor onunla. Johnny, “Roth’un yanından geliyorum” diyor. Hyman Roth (Lee Strasberg) iyi değilmiş. Michael, Connie’yle de görüşüyor bu karmaşanın içinde. Connie, yeni sevgilisi Merle’le (Troy Donahue) Avrupa’ya gidecekmiş. Paraya ihtiyacı var elbette. Michael ve Connie görüşürken, kamera ayakta duran Michael’a çevrinme yaparak yukarıdan Connie’yi yansıtıyor. Michael, “Bizimle kal. Aileyle. Malikânede çocuklarınla birlikte” diyor. Connie, Merle’in elini tutarken Michael, “Bu adamla evlenirsen düş kırıklığına uğrayacaksın” diyor.

Artık gece. Aile ve dostları beraberce yemek yerken sorunlar da ortalığa savruluyor. Fredo’nun karısı sarhoş ve biriyle dans ederken yere yığılıyor. Kadın, Fredo’yu aşağılıyor. Michael bir şeyler düşünüyor. Sonra çalışma odasında Pentangeli’yle görüşüyor. Yaşlı Clemenza’nın öldüğünü söylüyor. Pentangeli, Michael’a gerçekten saygı duyuyor muydu? Michael, ona “Senin ailen hâlâ Corleone” diyor. Pentangeli, Don Vito’ya hep sadık kalmış. Pentangeli, Rosato kardeşler, yani Carmine (Carmine Caridi) ve Tony (Danny Aiello) sorunu için gelmiş buraya. Rosato kardeşlerin ölmesini istiyor Pentangeli. Bir de Yahudi Hyman Roth’la iş yapmayı sürdürmek istiyor. Michael, onun dönmesine izin veriyor. Michael’ın planları varmış. Gece parti sürüyor. Michael, karısı Kay’le (Diane Keaton) dans yapıyor onca görüşmelerin ardından. Nino Rota’nın bu filmin ruhu olan tema müziği duyuluyor.

Yatak odasında. Kay yatakta. Michael soyunurken, Kay pencerelerin açık olduğunu fark ediyor birden. Ardından da içeri yaylım ateşi yapılıyor. Bu saldırıyı kim yapmıştı? Ziyarete gelen Pentangeli mi, yoksa başka biri mi? Korumalar, ateş edenlerin peşine düşüyorlar ve iki saldırganı öldürüyorlar. Michael ne yapacaktı? Michael, Tom’a kendisini sevdiğini, bazı şeyleri sakladığını söylüyor. Ama bir tek Tom’a güveniyormuş. Michael işleri Tom’a devrediyor. Michael, hainin içeriden olduğunu da seziyor. Oğluyla vedalaşan Michael, bir süreliğine uzaklaşmaya karar veriyor.

Zincirlemeli geçişle kamera 1917 yılına gidiyor. New York. Genç Vito (Robert de Niro), evli ve bir de bebeği var. Santino “Sonny” doğmuş. Zincirlemeli geçişle tiyatro yansıyor. Vito, tiyatroya bakkal patronu Abbandando’nun (Peter LaConte) oğluyla geliyor. Patronun oğlu, sahnedeki kıza tutkulu. Sahnedeki oyun da etkileyici anlatımla yansıtıyor yönetmen. İtalyanların değişmez kaderiydi bu. Özgürlük Heykeli’nin olduğu perde açılıyor ve sahnedeki dram yansıyor. Masada oturmuş kederli adam, “Napoli’yi terk ettim. Annemi terk ettim. Hem de bir sürtük yüzünden” diyor çöküntü içinde. New York’a gelmiş. Şimdi yapayalnızmış ve sadece annesini düşünüyormuş. Kapı açılıyor, kız içeri giriyor. Adam kederle ağlarken, sahnenin önünde keman çalıyor ruh acıtarak. Adam, tabancasını masanın üstüne bırakıyor ve ardından şarkı söylüyor. Oyundan sonra kızla konuşmak için kulise gidiyorlar, ama “Kara El” Fanucci’yi (Gaston Moschin) görüyorlar. Fanucci, haracını istiyor oyuncu kızın babasından.

Gündüz. Dışarıdan bakkal Abbandando’nun dükkânı yansıyor. “Steadicam” kamera, omzunda kasayla dışarı çıkan genç Vito’yu takip etmeye başlıyor. Vito, caddede kalabalıklar içinde. Coşku ve hüznü duyuran müzik de duyuluyor bu anda. Zincirlemeli geçişle Vito, genç karısıyla (Francesca da Sapio) masada yemek yerken, dışarıdan bir ses duyuyorlar. Genç adam, “İtalyanca biliyor musun” diyor. Sonra da pencereden bir çuval veriyor saklaması için. Vito, çuvalın içine baktığında tabancaları görüyor. Ertesi gün bakkala Fanucci geliyor. Vito da bir köşede yemek yerken yansıyor. Fanucci haracını istiyor Abbandando’dan. Bakkalda çalışması için de bir çocuğu bırakıyor. Abbandando, Fanucci gittikten sonra sıkılarak Vito’nun işine son veriyor. Vito anlayışla karşılıyor ve evine giderken, Abbandando ona bir kasa yiyecek veriyor. Her onurlu insan gibi bu “iyiliği” geri çeviriyor Vito. Çünkü acımayla yapılan tüm iyilikler aşağılayıcıydı. Vito eve geliyor ve masaya bir meyve bırakıyor. Genç karısı mutlu oluyor. Çuval içinde tabancaları saklaması için Vito’ya emanet bırakan genç Clemenza (Bruno Kirby) geliyor. Dışarı çıkıyorlar. Caddede kalabalıklar içinde yürüyorlar. Clemenza, iyiliği için bir hediye vermek istiyor. Bir eve gidiyorlar. Clemenza kapıyı açıyor. Dayalı döşeli zengin evinde kimse yok. Clemenza salondaki kilimi topluyor. O sırada üniformalı biri geliyor kapıya. Kapının camından içeri bakıyor. Sonra kilimi Vito’nun salonuna seriyorlar. Santino “Sonny” bebek artık salonda güvenle emekleyebilecek. Vito’yla Clemenza arasında yıllarca sürecek dostluğun da temeli atılıyor böylece.

Gece. Tren hızla yol alırken yansıyor. Michael kompartımanında yemek yemeye hazırlanıyor. Gündüz arabada. Miami şehrindeler. Michael arabayı sürerken, koruması (Americo Tot) arkada oturuyor. Villaya geliyorlar. Hyman Roth’un malikânesi burası. Yaşlı Hyman Roth hasta. Roth, “Sağlık, paradan ve güçten daha önemli diyor. Michael, buraya gelmesinin nedeni çok kan dökülecek olmasından. Savaş başlamasın istiyor. Pentageli’den söz ediyor. Pentageli, Rosato kardeşleri yok etmesini istiyordu Michael’dan. Roth, “Tarih yazacağız” diyor. Michael, Pentangeli’nin ortadan kaldırmasına itirazı olup olmadığını soruyor Roth’a. Pentangeli bir hiçmiş. New York’ta. Karlı gün. Araba malikânenin önüne geliyor. Pentangeli dışarı çıkıyor. Malikânesinin önünde birtakım adamlar görüyor. İçeri giriyor. Michael onu bekliyor. Michael, kendisine yapılan saldırıyı soruyor. Öfkeli. Michael, intikamını almak için Pentangeli’den yardım istiyor. Roth, Rosato kardeşleri koruyormuş. Michael, Roth’un kendisini öldürtmek istediğini biliyor. Bu malikâneyi, Don Vito öldükten sonra Clemenza’ya satmış Michael. Sonra da Pentangeli satın almış. Her şey değişmiş. Don Vito’nun çalışma odası bile. Michael, en çok ailesinin içindeki haini bulmak istiyor.

Gece. Las Vegas. Fredo ve karısı yatakta uyurken kamera öne doğru kayarken telefon çalıyor. Fredeo, Johnny’yle konuşuyor. Gündüz. New York’ta. Pentangeli, sokakta Rosato kardeşlerle buluşuyor barış için. Bara gidiyorlar. Kardeşler, Pentangeli’yi boğarak öldürmeye çalışırlarken, içeri üniformalı bir polis giriyor ve işler karışıyor. Çatışma çıkıyor. Pentangeli, çatışma sürerken, gözlerini açıyor bir köşede. Las Vegas’taki olaya Tom el koyuyor. İlk anda otel odasında siluet görüntüyle yansıyor her şey. Muamma var çünkü. Bir senatör uyandığında beraber olduğu kadını kanlar içinde bulmuş. Anlam veremiyor. Tom, senatörle yalnız konuşuyor odayı boşalttıktan sonra. Senatöre, Michael’ın Tahoe’daki malikânesine gitmesini istiyor. Gündüz. Güvenli evde. Kay arabayla dışarı çıkmak istiyor. Ama izin verilmiyor.

Michael Küba’da. Havana sokakları arabanın içinden yansıyor. Halk sokaklarda ve bir şeyler değişiyor gibi. Küba’nın başkanı (Tito Alba), Amerika’dan gelen “sanayicileri”, “yatırımcıları” lüks otelde ağırlıyor. Michael ve Roth da masada. Eğlence sektörüne yatırım yapacaklarmış. Yılbaşı günü. Amerikan telefon şirketi altından telefon yapmış ve telefon masadakilerin elinden geçiyor. Başkan, devrimcilerin bastıracaklarını söylüyor. Teminat veriyor. Devrimcileri asla lüks otellere sokmayacakmış. Masadakiler kahkahayla gülüyor. Michael arabada. Trafik duruyor. Askeri polisler, devrimcileri püskürtmeye çalışırken yansıyor. Devrimciler, “Yaşasın Fidel” diye slogan atıyorlar. O sırada kalabalığın içinde bomba patlıyor. Hyman Roth’un doğum günü partisi yapılıyor terasta. Roth, öldüğünde veya emekliye ayrıldığında her şeyini Michael’a bırakacakmış. Michael, bir isyancının askeri polisçe tutuklanmasını anlatıyor Roth’a. Teslim olmak yerine el bombasını patlatmış. Michael, “Askerler para alıyor, isyancılar almıyor. Kazanabilirler” diyor. Roth, zamanında Don Vito’yla Küba’da şeker pancarı işine de girmiş. Fredo da geliyor Michael’ın kaldığı otele. Çantayla da iki milyon getirmiş. Küba’nın başkanına rüşvet olarak verilecekmiş. Michael ve Fredo dışarı çıkıyorlar. Masada içki içerken dertleşiyorlar. Fredo, hep Kay gibi bir kadınla evli olmak istemiş. Çocuk özlemi de duyuyor. Buraya Senatör Geary ve hükümetten bazı kişiler de gelecekmiş. Fredo’nun, onlarla ilgilenmesini istiyor. Michael, akşamki yılbaşı partisinde olacakları anlatıyor. Kendisini öldüreceklermiş. Bir sırrını daha söylüyor Fredo’ya. Malikâneye saldırtan Roth’un yeni yılı göremeyeceğini söylüyor Michael.

Gece. Michael, Roth’un oteldeki odasına gidiyor. Hasta Roth, Fredo’nun getirdiği paraları istiyor Michael’dan. Roth’un bundan nasıl haberi olmuştu? Michael, Pentangeli’yi kimin öldürdüğünü soruyor Roth’a. Emri vereni öğrenmek istiyor. Roth, Moe Greene’den söz ediyor. Çölde Las Vegas’ı yaratmış Moe. Bir şeyleri bildiğini hissettiriyor Moe’nun öldürülmesiyle Roth. Küba’nın başkanının verdiği “Belle Epoque” partiye Senatör Geary de geliyor. Michael’ın koruması, Roth’un adamı Johnny Ola’yı (Dominic Chianese) öldürüyor. Roth, odasında ve başında doktor da var. Parti sürerken askeri polis yansıyor kalabalıklar içinde. Partide senatör, ABD’nin Küba’ya bir milyar dolar yatırım yaptığını ve “Ike” Eisenhower’ın buradan çıkmayacağını söylüyor. Kamera arkadan kayarak elinde çiçek olan korumayı takip ediyor gerilim yükselirken. Odaya giren koruma yastıkla Rot’u boğacakken, asker polisler üzerine kurşun yağdırıyorlar. 1959 yılına geçiliyor coşkuyla partide. Michael, hainin Fredo olduğunu biliyor. Fredo’ya, “Sen kalbimi kırdın” diyor. Küba’nın başkanı partidekilere, yenilgiyi kabul ettiğini söylüyor ve istifa ediyor. Fazla kan dökülmemesi içinmiş istifası. Kamera, kalabalıklar içinde sağa kayarak Michael’ı takip ediyor. Michael dışarı çıktığında halkın devrimi kutladıklarını görüyor. Zenginler, korku ve telaşla oradan oraya panikle kaçışıp duruyorlar. Michael, Fredo’nun kendisiyle gelmesini istiyor. Ama Fredo korkuyor. Zenginler, ABD Büyükelçiliği’ni sanki kuşatıyorlar korkudan.

Gündüz. Michael Taheo’daki malikânede. Tom’la konuşuyor. Kay, üç buçuk aylık hamileyken bebeğini düşürmüş. Michael, bebeğin oğlan olup olmadığını öğrenmek istiyor. Öfkeli.

Zincirlemeli geçişle genç Vito’nun evi. Bebek Fredo hastalanmış. Gündüz, Vito arabayla giderken, arabaya Fanucci biniyor. Fanucci, Vito’nun çetesiyle yüklüce para kazandığını biliyor. Haracını istiyor. Çünkü kendisine saygı göstermeleri gerekiyormuş. Vito ve çetesi evde makarna yerlerken İtalyanca konuşarak durumu değerlendiriyorlar. Clemenza haracı vermekten yana. Genç Tessio da (John Aprea) öyle. Ama Vito’nun da düşündükleri var. Vito, adam başı ellişer dolar vermeyi teklif ediyor. Vito, Fanucci’nin reddedemeyeceği teklif yapacakmış. Noel zamanı. İsa heykelini taşıyan kalabalık kiliseye doğru yürürken, kamera sağa kayarak atıştıracak bir şeyler alan Clemenza’yı takip ediyor. Clemenza, Vito’nun yanına gidiyor, parayı ona veriyor. Sonra Tessio da gelip o da parayı Vito’ya veriyor. Fanucci kahvede oturuyormuş. Hem de tek başına. Vito kahveye gidiyor, Fanucci’nin masasına oturuyor. Sonra da parayı masanın üzerine bırakıyor. Fanucci şapkasını paranın üzerine koyuyor ve “Görünüşe göre şapkamın altında yüz kâğıt var” diyor. Vito işsiz olduğunu ve zaman istiyor. Fanucci, parayı alıyor, dışarı çıkarken Vito’ya, çok para kazanacağı iş bulacağını söylüyor. Fanucci kalabalığa karışırken, Vito da çatıya çıkıyor. Bu anlarda estetik anlamda çarpıcı fotoğraflar oluşturuyor Coppola. Gerilim usul usul yukarıya doğru tırmanıyor. Vito, zuladaki tabancayı alıyor ve Fanucci’nin “San Rocco” yazan binaya girmesini izliyor. Binanın koridorunda Fanucci’yi tuzağa düşüren Vito, ona ateş ediyor. Vito ardından tabancanın namlusunu Fanucci’nin ağzına sokuyor ve… Vahşi anlar. Ardından Vito çatıda tabancayı parçalıyor. Parçaları da bacalardan aşağıya atıyor. Vito eve geliyor. Karısı töreni izliyor. Bebek Michael’ı kucağına alan Vito, “Baban seni çok seviyor. Bunu sakın unutma” diyor. Görüntü kararıyor.

Kar yağmış. Siyah araba malikânenin dış kapısından giriyor. Michael arabada. Michael, ağzında sigarayla etrafa bakınıyor hüzünle. İçeri giriyor. Her şey değişmiş. Michael evin içinde dolaşıyor. Kay içeride dikiş dikiyor. Onu izliyor sessizce. Ardından kamera, Senato’nun mahkemesine gidiyor. Komite, Michael Corleone ailesini tanıkların itiraflarıyla çökertmek istiyor. Şimdi sorgulansa Willi Cicci (Joe Spinell) adında biri. Senatör, “Bay Cicci, 1942’den bu yana Genco Zeytinyağı Şirketi’nin işçisi miydiniz” diye soruyor. İtalyanca konuşan Cicci’nin görevi herkes gibi askerlikmiş. Bu askerlik tetikçilik miydi? Cicci, doğrudan Michael’dan emir almamış. Michael malikânede. Kar yağmış. Malikânesinin bahçesindeki küçük eve doğru yürüyor. Evde annesi evde tek başına kalıyor. Michael annesiyle dertleşmek istiyor. Belki de ondan bazı cevapları arıyor. Michael, “Anne, babamın kalbinden neler geçiyordu” diye soruyor. Don Vito güçlü bir insanmış. Michael, “İnsan ailesi için güçlü olurken, ailesini kaybedebilir mi” diye sorduğunda annesi, Michael’daki kederi kaybettiği bebeğinden olduğunu düşünüyor.

Artık bıyık bırakmış genç Vito, caddede kalabalıklar içinde yürürken yansıyor. Zeytinyağı işi yapan Vito’ya dertlerini çözmesi için gelenler de var şimdi. Dul, yoksul ve yaşlı bir kadın Bayan Colombo (Saverina Mazzola), köpeği yüzünden ev sahibi Roberto (Leopoldo Trieste) onu dışarı atmış. Vito, berberde tıraş olan Roberto’nun dışarı çıkmasını bekliyor. Dışarı çıkan Roberto’yla yaşlı kadının durumunu konuşuyor. Roberto’ya para veriyor kira için. Vito, uzlaşmacı bir insan. Çok geçmeden Roberto telaşla Vito’nun Genco Zeytinyağı Şirketi’ne geliyor. Kendince soruşturma yapmış ve Vito’nun yeni “Don” olduğunu öğrenmiş. Aldığı tüm parayı da iade ediyor korkusundan.

Michael, Komite önünde ifade veriyor. “Baba” lakabı, dostlarca sevgi ve saygı ifadesi olarak kullanılıyormuş. Soruşturma, tıpkı McCarthy soruşturmaları gibi. Bir senatör, bir bölümünün İtalyan kökenli Amerikalılar olduğunu söylüyor. Senatör, kâşif Kristof Kolomb’tan fizikçi Enrico Fermi zamanlarına atıfta buluyor. O zamanlardan bu yana İtalyan asıllıların bu ulusa çok katkısı olduğunu söylüyor. Bir başka senatör de, Michael’ın ülkenin en güçlü mafyası olduğunu söylüyor. Michael’a, 1947’deki Sollozzo ve polis yüzbaşısı McCluskey cinayetleri de soruluyor. Sonra da 1950’deki Barzani ve Battaglia cinayetleri de. Tom, Michael’ın savunmasını yapıyor Komite önünde. New York’taki kumar ve uyuşturucu işleriyle de suçlanıyor Michael. Ama hepsini reddediyor. Michael, İkinci Dünya Savaşı’nda bu ülke için savaşmış, şeref madalyası almış. Michael, şu ana kadar hiç suçlanmamış. Duruşma erteleniyor. FBI, Pentangeli’yi güvenli yerde askeri koruma altına almış. Mahkemede Tom, Pentangeli’nin ölmediğini söylüyor Michael’a. Her şeyi Roth planlamış. Michael, Fredo’yu soruyor. Onunla konuşmak istiyormuş.
Tahoe Gölü kıyısındaki malikânede. Karlı bugünde Michael, Fredo’ya itiraf ettiriyor. Fredo, kendinden küçük kardeşi Michael’dan emir almak gururunu incitmiş. Bu yüzden ihanet yapmış. Kendisini, Senato’nun avukatı Questadt (Peter Donat) ve Roth satın almış. Michael, “ Fredo, benim için bir hiçsin” diyor. Michael, annesi ölene kadar Fredo’ya bir şey olmasını istemiyor.

Gündüz. FBI’ın askeri korumasında Palermolu Pentangeli, askeri üniformayla arabaya bindiriliyor ve Komite’nin mahkemesine götürülüyor. Duruşmaya Michael da geliyor. Tom da orada. Komite, Corleone ailesinin tüm ülkede kumarhanelerle bir suç örgütü yönettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Pentangeli ve Michael arasında bir aracı yokmuş. Pentangeli puro yakıyor mahkemede. Kendinden emin ve güvende hissediyor. Pentangeli, ifadesini değiştiriyor ve “Ben hiçbir zaman bir babayla tanışmadım” diyor. Basın da mahkemeyi takip ediyor. Pentangeli, Michael’ın babasıyla zeytinyağı işi yaptıklarını söylüyor. FBI’a verdiği ifadenin yalan olduğunu, çünkü kendisinden öyle ifade istendiğini söylüyor Komite’ye. Pentangeli serbest bırakılıyor.

Gündüz. Hotel Washington’a Kay geliyor. Michael odada. Kay, mutsuz ve Michael’la her şeyi koparmak istiyor gibi. Kay, bebeği düşürmemiş, kürtaj yaptırmış. Bir oğlan daha doğurmak istememiş mafyaya. Michael şok geçiriyor ve Kay’i tokatlıyor. Çocukları da Kay’e bırakmıyor.

Sicilya’da. Tren gara giriyor. Genç Vito, ailesiyle baba toprağını ziyarete gelmiş. Malikâneye gidiliyor arabayla. Dışarıda kurulmuş masada yemek yiyorlar ailecek. Connie de doğmuş. Sicilya anlarında, Nino Rota’nın filmin ruhu olan tema müziği de duyuluyor. Zincirlemeli geçişler de fark ediliyor bu anlarda. Daha sonra Vito, genç Tommasino’yla (Mario Cotone) beraber Don Ciccio’nun malikânesine gidiyor arabayla. Zeytinyağı alacak tüccar gibi yaklaşıyor yaşlı Don Ciccio’ya. Sonra kim olduğunu hatırlatıyor kulağı ağır işiten Don Ciccio’ya Vito. Babasının intikamını aldıktan sonra yine trenle yola çıkıyorlar ailecek.

Zincirlemeli geçişle Tahoe’daki malikânede cenaze töreni yansıyor. Michael’ın annesi ölmüş. Fredo cenazede olduğu için ortalarda görünmüyor Michael. Connie, Michael’ı kasvetli odasında buluyor. Connie, kocası Carlo’yu öldürttüğü için Michael’dan nefret etmiş. Fredo’yu affetmesi için yalvarıyor. Connie, Michael’a kendisi bakmak istiyormuş. Michael’ın elini öpüyor Connie. Cenazenin olduğu salona giden Michael, Fredo’ya sarılıyor. Michael, “temizlikçi”yle göz göze geliyor. Cenazeden sonra toplantıda Tom, Michael’a Roth’un gazetelere düşen haberlerini söylüyor. Roth’un İsrail vatandaşlığı reddedilmiş. Beunos Aires’e gitmiş, oraya yerleşmek için rüşvet teklif etmiş, ama orası da reddetmiş. Roth, Amerika’ya dönecekmiş. Elbette FBI havaalanında tutuklayacakmış. Michael, Roth’u yok etmek istiyor. Göl kıyısında Fredo, yeğeni Anthony Vito’yla oltayla balık avlarken, çocukluk hatıralarını da anlatıyor ona.

Tom da Pentageli’yi ziyarete gidiyor. Pentangeli, “Tıpkı Roma İmparatorluğu gibiydik” diyor Tom’a. Şimdiyse zaman değişmiş. Romalılar üzerine konuşmalar da çarpıcıydı bu anda. İmparatora ihanet eden zenginse, adam öldürülüyormuş ve serveti ailesine kalıyormuş. Ama ihanet eden yoksulsa, her şeyi imparatora kalıyormuş.

Malikânede. Kay, çocuklarını görmeye gelmiş. Kay çıkacakken, hüzünlü Michael geliyor, kapıyı örtüyor, Kay dışarıda kalıyor. Fredo, kayıkta öldürülüyor. Ardından Roth da havaalanında. Pentangeli de küvette ölü bulunuyor. Michael’a ihanet eden herkes siliniyor hayattan. Şimdi hayat daha mı güvenliydi? Michael, odasında kederler yaşarken, zincirlemeli-bindirmeli çekime benzer bir anda Sonny görünüyor. Bu an, sanki camdan yansıyan görüntü gibiydi. 1940’ların başı. Sonny, babasının doğum günü yemeğine Carlo’yu da (Gianni Russo) davet etmiş kız kardeşi Connie’yle tanışması için. Fredo da geliyor. Michael, orduya yazıldığını söylüyor birden. Sonny yine öfkeleniyor. Don Vito geldiğinde kamera onu göstermiyor. Michael masada tek başına kalıyor diğerleri odadan çıktığında. Zincirlemeli geçişle çocukluğu yansıyor Michael’ın. Ardından da şimdiki an. Michael, dışarıda bankta kederler ve yalnızlıklar içinde otururken görüntü de kararıyor üzerine.

(16 Nisan 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Otto Preminger: Tabulara Karşı Çıkan Sinemacı

35. İstanbul Film Festivali, ölümünün 30. yıldönümünde klasik Amerikan sinemasının büyük ustalarından Otto (Ludwig) Preminger’in eşsiz kariyerinden 10 filmlik bir seçki sunuyor. Sinema tarihinin bu iz bırakmış ismi 1905 yılında Avusturya – Macaristan İmparatorluğu topraklarında Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Baba mesleğinin izinde giderek hukuk okurken tiyatro tutkusu ağır basmış ve dönemin ünlü tiyatro adamı Max Reinhardt’ın eğitiminden geçmiştir bir süre. Daha sonra sinemaya yönelir ve ilk filmi ‘Die Grosse Liebe / Büyük Aşk’ı 1931 yılında Avusturya’da çeker. Nazizm’in yükselişe geçtiği dönemde Broadway’de bir oyun sahnelemek üzere 1935 yılında ABD’ye göç eder. Burada 20th Century Fox ile anlaşan sinemacı, Daryl Zanuck ile ters düşer önceleri, ancak büyük bir ticari başarı kazanan 1944 yapımı (bizde ‘Kanlı Gölge’ adıyla gösterilmiş) ünlü ‘Laura’ ile Hollywood’daki engellenemez yükselişi başlar.

Festival seçkisini de başlatan ‘Laura’ sinema tarihinin önemli kara film (Film Noir) örneklerinden biridir. Preminger gizemli güzel Gene Tierney ve gözde oyuncularından Dana Andrews ile ilk kez bu filmde çalışır. Tierney’nin klasik bir ‘femme fatale’ olarak çizilmemiş olduğu suç ve gerilim öyküsünde yazar Waldo karakterinde Clifton Webb ile uçarı playboyda erken rollerinden birinde korku ve gerilim filmleriyle sonradan ünlenecek Vincent Price’ı izlemek keyif vericidir.

Laura’nın hem ticari hem de eleştirmenler cephesindeki başarısı Preminger’in kara film türünde yeni eserler üretmesine yol açar. 1945 yapımı ‘Düşmüş Melek / Fallen Angel’ ve festival seçkisinde yer alan 1950 tarihli ‘Kaldırımlar Bitince / Where the Sidewalk Ends’ tipik gece filmleridir. Okyanus kıyısındaki küçük kasabanın gizemli sessizliği liman kentinin vapur düdükleriyle bozulur bu sır dolu hikâyelerde. Yine Gene Tierney ile çalıştığı 1950’ler başından ‘Girdap / Whirlpool’ dönemin Freudyen okumalara açık yapımlar modasına uygun, hipnoz üzerine bir kleptoman öyküsüne soyunur. Son iki filmde (Hitchcock ustanın ünlü hipnoz hikâyesi ‘Öldüren Hatıralar / Spellbound’ ve ‘Aşktan da Üstün / Notorius’un senaryolarını da kaleme almış olan) dönem Hollywood’unun en tanınmış yazarlarından Ben Hecht ile parlak bir işbirliği söz konusudur.

1952 yapımı ‘Angel Face’ başroldeki Jean Simmons’un melek yüzünün ardındaki karanlığı eşeler. ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar / The Postman Always Rings Twice’ı hatırlatan finaliyle seyircisini şaşırtan bu yapımda dönemin gözde aktörlerinden Robert Mitchum ile çalışır. Mitchum ile işbirliği, oyuncuyu Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük ikonlarından Marilyn Monroe ile eşleştirdiği (festival programı içinde yer alan) ‘Dönüşü Olmayan Nehir / River of No Return’ isimli ilk ve tek western çalışmasında sürer.

Kara film janrında elde ettiği haklı başarının üzerine birbirinden farklı türlerde denemelerden kaçınmamıştır Preminger. Üstelik bunu stüdyo sisteminin altın çağını yaşadığı Hollywood ortamında yapabilme cesaretini göstermiş, yaratıcılığının sınırlarını zorlamıştır. Birçok filminde kolaycı mizansenlerden kaçınmış, dönemin ana akım Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan uzun planlarıyla farklılık yaratmıştır. Bu özellikleriyle Fransızların ünlü ‘Cahiers Du Cinema’ yazarlarının gözde yönetmenlerinden biri olarak eserleri mercek altına alınmış, Jacques Rivette 1954 yılında kaleme aldığı incelemesinde kendisini bir mizansen ustası olarak selamlamıştır.

Stüdyo düzeni ve sansür baskısından yılmış olan Preminger 50’li yılların ortalarından itibaren bağımsız yapımcı yönetmen olarak kariyerinde yeni bir dönem başlatır. Bu süreçte korkusuzca Hollywood tabularının üzerine gitmesi ve filmlerinin gösterilmesi için hukuk mücadelesine girmekten kaçınmaması Amerikan sinemasının özgürleşmesi adına önemli bir adımdır. 1954 yılında George Bizet’nin müziği üzerine sahnelenmiş ‘Carmen Jones’ müzikalinin sinema versiyonu Dorothy Dandridge ve Harry Belafonte’nin başı çektiği tümüyle siyahi oyunculardan oluşmuş kastıyla o dönem Hollywood ortamında tam bir devrim niteliğindedir. Bağımsız Preminger ertesi yıl çektiği ve Frank Sinatra ile Kim Novak’ı biraraya getirdiği ‘Altın Kollu Adam / The Man with the Golden Arm’ filminde başka bir tabu konuya, uyuşturucu bağımlılığına el atacaktır.

Fransız Yeni Dalgası’nın sembol figürlerinden Jean Seberg’i keşfederek ‘Aziz Joan / Saint Joan’ ve Françoise Sagan uyarlaması ‘Günaydın Hüzün / Bonjour Tristesse’ ile dünya sinemasına armağan eden yine O’dur. Bu farklı denemelerin ardından gelmiş geçmiş en önemli mahkeme dramlarından ‘Bir Cinayetin Anatomisi / Anatomy of a Murder’ ile baba mesleğine selamını çakar yönetmen. ‘Washington’da Fırtına / Advise and Content’ ile siyasetin koridorlarında korkusuzca gezinir. 1963 yapımı ‘Kardinal / The Cardinal’ ile Vatikan’ı mercek altına alır, dinle ilgili sorular sorar. Ustanın festival seçkisine dahil olmuş son çalışması 60 yaşında Londra’da çektiği son dönem filmlerinden ‘Küçük Kız Kayboldu / Bunny Lake is Missing’ başrollerden birinde Sir Laurence Olivier’nin yer aldığı keşfedilmeyi bekleyen ilginç bir psikolojik gerilimdir.

Setteki sıkı disiplini nedeniyle ‘Korkunç Otto’ olarak anılmıştır sinemacı. Güçlü kişiliği ve heybetli görünüşüyle, Yahudi kökenli olmasına rağmen Billy Wilder’ın 1953 yapımı ‘Esirler Kampı / Stalag 17’ gibi başka sinemacıların yapıtlarında Nazi subayı olarak boy göstermesi ise sinema dünyasının muhteşem ironilerinden biri olarak tarihe geçmiştir.

Yazımı tamamlarken festivalin uzunca bir aradan sonra klasik retrospektiflere dönüş yapmasını ve sinema tarihinin yenilikçi ustalarından Otto Preminger’i genç kuşaklara tanıtma çabasını coşkuyla karşıladığımı ifade etmek isterim.

(11 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kum Saati Sanatoryumu ile Alternatif Zaman Üzerine Bir Meditasyon

Gri gökyüzünde siyah bir kuşun kanat çırptığını görürüz önce. Bir ağacın dalları girer daha sonra görüntüye. Nihayetinde bir tren penceresinden dışarı baktığımızı keşfederiz. Hareketsiz bedenlerle doludur tren. Devinim halindeki tek kişi olan kör kondüktör Joseph’i uyandırır ve ona varmak istediği yere yaklaştığını bildirir. Trenden inen genç adam karla kaplı mezarlıktan geçerek babasının yattığı sanatoryuma ulaşır. Giriş kapısı devasa bir ağaçla engellendiği için yan pencerelerin birinden girer içeri. Sanatoryumun gizemli doktoru yaşlı adamın ölümünün gerçekleştiğini ancak yeniden hayata döndürülmesi ihtimaline karşılık saatlerin geri alınması suretiyle onun diğer ölümcül hastalar gibi uzun süreli uyutulduğunu bildirir genç adama. Binanın penceresinden dışarı baktığında az önceki kendi gelişini görür Joseph. Örümcek ağlarının sarmış olduğu kafeteryaya indiğinde kapkaranlık bir örtünün altından çocukluğuna geçiş yapar.

35. İstanbul Film Festivali’nin en güzel sürprizlerinden biri olarak programda yer alan ‘Kum Saati Sanatoryumu / Sanatorium Pod Klepsydra’ giriş bölümünden aktardığımız kısa notlardan anlaşılacağı üzere gerçeküstücü bir düş dünyasının dehlizlerinde izleyicisini şoke eden benzersiz bir sinema klasiğidir. Uzun yıllar önce İstanbul Sinematek’inde gösterilmiş ‘Zaragoza’da Bulunmuş Elyazması / Rekopis Znaleziony w Saragossie’ ile tanıdığımız Polonya sinemasının büyük ustalarından Wojciech Has’ın ülkemizde ilk kez gün ışığına çıkacak olan 1973 yapımı kült filmi kendi ülkesinde sansürün hışmına uğramış ve gizlice gönderilen kopyasıyla Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır.

2000 yılında 75 yaşında kaybettiğimiz Has ülkesinin ünlü Lodz sinema okulundan mezun olmuş. Ressamlığıyla da bilinen sinemacının eseri yazar Bruno Schulz’un kısa hikâyelerine dayanır. Baba tarafından Yahudi kökenli sinemacı, bir Polonya Yahudisi olan yazarın ilki ‘Timsahlar Sokağı’ diğeri Has’ın yapıtıyla aynı adı taşıyan iki öykü kitabından yola çıkmış. Tümü birinci kişinin ağzından yazılmış ve çoğu aynı karakterler etrafında dönen bu kısa hikâyeler fanteziler ve düşlerle örülüdür. Genellikle özyaşamsal oldukları kabul edilen ve Schulz’un yaşadığı Yahudi kenti Drogobych’te geçen anlatılarda geleneklere bağlı gerçek öyküler ile hayal ürünü düşler içiçe geçmiştir. İki kitabı dışında Schulz’un yapıtları günümüze ulaşamamış, İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımının külleri arasında yitip gitmiş ne yazık ki. Yazar 1942 yılında bir Nazi kurşunuyla sokakta öldürülmüştür.

Edebi metinlere olan ilgisini daha önceki Zaragoza deneyiminden bildiğimiz Has, Schulz’un fantezi yoğun şiirsel metnini sinemaya uyarlarken gerçekten zorlu bir çabaya girişmiş. Özellikle 70’li yılların teknolojisi düşünüldüğünde böylesine sürrealist bir düş dünyasının altından bu denli başarıyla kalkabilmiş olması büyük başarı. Ancak Schulz’un metninin fantastik boyutunu bilenler için Has’ın sinefilleri mest eden uyarlamasının alçakgönüllü kaldığı bile
düşünülebilir. Schulz’un hikâyelerini serbest bir biçimde kullanmış Has. Kendi eklediği bazı bölümler metnin özünü zedelememiş. Filmin yapısını uzun bir düş olarak tasarlamış. Bu açıdan zaman ve mekânlar arası geçişlerde aynen rüyalarda olduğu gibi bir belirsizlik hali mevcut. Kitaplar, kutsal metinler, tarihsel olaylara atıflar, Avrupa’nın uygarlığının üzerine inşa edildiği sömürgeleştirme süreci ve Yahudi soykırımının dehşetine ilişkin metaforik bölümler özellikle dikkat çekiyor. Yer yer metni aşan mükemmel bir görsellik filmin bunca yılın ardından sapasağlam kalışının en önemli etkenlerinden.

David Lynch ve Quay kardeşler gibi fantastik sinemaya kafa yormuş çağdaş sinemacıların ilham kaynağı olan film her izlendiğinde farklı açılardan okunan çok önemli bir çalışma. 2000’lerde Martin Scorcese sayesinde restore edilen film, festival programına bu sene eklenen ‘Gömülü Hazineler’ seçkisinde iki kez gösterime sunuluyor. DVD formatından ardından ülkemizdeki bu ilk beyazperde serüveninde ‘Kum Saati Sanatoryumu’nu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.

(12 Nisan Salı 19:00 Kadıköy Rexx 1; 16 Nisan Cumartesi 13:30 Beyoğlu Fitaş 4)

(09 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

 

Yeniden Başla (Demolition)

Herkes kendince bir dünya kurar ve o dünyayı yakalamak -daha doğru bir deyişle- o dünyada yaşamak için çaba harcar. Kimi zaman istediğini elde eder, kimi zaman ömrü yetmez buna. Yine de mutludur alabildiğine, yine de bezmez koşmaktan, bıkmaz, usanmaz…

Eşini tatsız bir trafik kazasında kaybeden David (Jake Gyllenhaal), tutunacak bir dalı kalmadığından, o konumdaki (iyi kazanan bir yatırımcı, daha da kötüsü eşi yeni ölmüş) birinin hemen hiç uğraşmayacağı üç kuruşluk bir çikolata peşine düşer. Bu arada her şeye boş verir, evliliğini sorgular. Sahi, seviyor mudur eşini?

Sevgi, neye göre… nereye kadar?

İnsan nedensiz de sever kuşkusuz ama sürekliliği olan bir ilişkinin belli bir temele oturması gerekir, değilse boşluğa düşer. Zaten o boşluktur ki üç kuruşluk çikolata için yazdığı şikayet mektubunda yaşamını anlatır: Kim olduğunu, neler düşlediğini, nelerle karşılaştığını…

15. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Film Festivali’nin kapanış filmi olan ve 2017 yılı Oscarları arasında öne çıkan Jake Gyllenhaal’in bu önemli çalışması, izleyicinin kendisini sorgulamasını sağlıyor. Çalışma yoğunluğu içerisinde istediği gibi yaşayamadığına inanan David, mektuplarına yanıt veren Naomi Watts ve çocuğuyla yepyeni bir hayata başlar. Artık ne kimse umurundadır ne de bir beklentisi vardır. Yaşam yeniden başlamıştır kendisi için…

En iyi rock’n roll

Sıradan ve düzenli bir hayat mı sizin de istediğiniz? Para kazanıyor olmak yeterli midir mutluluk için? Ergenlik bunalımındaki bir gençle, onun hayatı tanıyıp kendi kararını kendi vermesi önemli bir kazanım sayılmaz mı? Hemen hepimiz, sadece verili bilgilerle sınırları çizilmiş işler yapıyoruz. Aykırılık toplumca da pek hoş karşılanmıyor. Filmde de öyle oluyor ve ister istemez alabildiğine masum olan birliktelik birden sevgililiğe dönüşüyor. Demek ki küçük bir kıvılcım bekliyoruz…

Hemen belirtmekte yarar var, birlikte olduklarımızın değerini onları kaybettikten sonra anlıyoruz. Belki de “yeniden başla”mak o değerle çıkıyor ortaya, sarıp sarmalıyor bizleri.

Yönetmen Jean-Marc Vallée temiz bir film çıkarmış… Sıkı çalışmış, neyi ne kadar ve niye göreceğini iyi belirlemiş. Filmde benim de en çok hoşuma giden, onca kalabalık içerisinde David’in kendi ezgisiyle yürüyüşü ve dans etmesi oldu. Müthiş bir mesaj o yürüyüş… Kimseye müdanam yok tavrı, aslında öz güvenini sağlamış olmanın dışavurumu, bence. Sanırım yönetmen için de belirleyici ki -o sekanstan yola çıktığını düşünerek- “Bugüne dek yaptığım en rock’n’roll film” demiş.

O film sizin de hikâyeniz

Filmdeki her karakteri kendi yaşamınız içerisinde görebilirsiniz. Anne babanızdan başlayarak, komşularınıza, öğretmeninize, patronunuza, arkadaşınıza, sevgilinize kadar her bir karakter çok başarılı ve yaşıyor. Buna da bağlı olarak belli bir süre sonra, üzerinde biraz daha konuşulunca klasikler arasına girebilecek, kült bir film olarak nitelenecek.

Yeniden Başla (Demolition), yönetmen Jean-Marc Vallée, oyuncular Jake Gyllenhaal, Naomi Watts, Chris Cooper, Brendan Dooling, Polly Draper, gösterim tarihi: 08 Nisan.

(01 Nisan 2016)

Korkut Akın

Hou Hsiao – Hsien Usulü Hipnotik Güzellik

Dünya sinemasının tartışmasız büyük ustalarından Hou Hsiao-Hsien’in (Hu Şa-Şen okunuyor) tarihsel dövüş kahramanlarını konu eden ‘wuxia’ janrında bir film çektiğini ilk işittiğimizde hayli şaşırmıştık. Öyle ya 35 seneyi aşmış eşsiz kariyerinde uzun planlar eşliğinde ilerleyen dingin sinemasıyla biliriz ustayı. Taiwanlı sinemacının Uzak Doğu dövüş sanatlarına olan ciddi hayranlığının çocukluk yıllarına dayandığını, Çin tarihinin en görkemli dönemi olarak kabul edilen 7. ilâ 9. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Tang hanedanına ilişkin kısa hikâyeler ve efsanelerle büyümüş olduğunu verdiği röportajlardan öğreniyoruz. Bu hafta bizde de gösterime giren Cannes Film Festivali en iyi mizansen ödüllü ‘Suikastçi / The Assassin’ işte böylesine yoğun bir birikimin dışavurumu. Filmine konu olan ‘Nie Yinniang’ın hikâyesiyle üniversite yıllarında tanışmış sinemacı. Tang hanedanı ozanlarından Pei Xing’in kısa öyküsünün ana figürü olan gözüpek savaşçı karakter hakkında film çekmek o yıllardan beri kafasındaymış.

Tarihsel öyküde, o yüzyıllarda merkezi imparatorluğa karşı en büyük muhalefeti yürütmüş Weibo lordluğuna hizmet eden generalin küçük yaşlardaki kızı Yinniang bir rahibe tarafından kaçırılıyor. Hikâyeye adını veren karakter yıllar içinde dövüş sanatlarında ustalaşıyor, sarayın onaylamadığı bürokratları ortadan kaldırmak üzere eğitilerek amansız bir suikastçiye dönüşüyor. Film siyah-beyaz bir prolog ile açılıyor. Siyahlar içindeki Yinniang beyazlar giymiş ustası rahibenin talimatları doğrultusunda kartal seriliğiyle saldırıyor ilk avına. Babasını ve kardeşini zehirlemiş yöneticiyi ‘uçan kuşu öldürür gibi’ tek hamlede yok ediveriyor, ancak daha sonraki infazı gerçekleştiremiyor. Ortadan kaldıracağı valinin beraberindeki küçük oğlu onu öldürme fikrinden caydırmıştır. ‘Yeteneklerin eşsiz ama aklın insan duygularına rehin, kalbin karar vermeni engelliyor’ diyerek genç savaşçıyı eleştiren beyaz rahibe, duygusal zaaflarından kurtulup çelik gibi keskinleşebilmesi için bu defa zor bir görev veriyor öğrencisine. Hem kuzeni hem beşik kertmesi Weibo lordu Ti’an Jian’ı öldürmek üzere O’nu doğduğu topraklara geri gönderiyor. 13 yıl sonra ailesiyle, anılarıyla ve uzun yıllar bastırdığı duygularıyla yüzleşmek zorunda kalan genç kadın ya sevdiği adamı feda edecek ya da erdemli suikastçilerin kutsal kurallarını çiğneyecektir.

Tarihsel gidişatın daha kolay izlenmesi için küçük bir girizgâh niteliği taşıyan bu küçük özetten hızlı hareketli bir macera filmi beklentisine kapılmasın okurlar. Bu tipik ‘wuxia’ öyküsü Hou Hsiao-Hsien için bir çıkış noktası yalnızca. Konvansiyonel dövüş sanatları izleyicilerini hayal kırıklığına uğratacak belki ancak sıkı hayranlarının çok yakından tanıdığı sinemasının izini sürmeye devam ediyor yönetmen. Ne ana akım izleyici ne de pazarın talebini karşılamaya yönelik sinema yapmadığının altını çizen Taiwanlı sinemacı görünürdeki hikâyeyi dönem tasvirinin hizmetine sunuyor. Karakterleri, dönemin yaşam tarzını, iç ve dış mekânları, sözgelimi bir Kubrick detaycılığı ile resmediyor. Filmin diğer güzel sanatlar arasından resim ile kardeşliği ön planda. Yönetmenin alamet-i farikası uzun planlar, soldan sağa ve tekrar sağdan sola zarif kaydırmalar bir kez daha nefes tutularak izleniyor. Giysiler, sosyal hayat, müzik enstrümanları, her türlü aksesuarla dönem ince bir işçilikle sergileniyor.

Yinniang’ın lord ve ailesini uçuşan tüllerin ardından izlediği o 10 dakikalık sekansa hayran kalıyoruz. Uzak Doğu westernlerini hatırlatan dış çekimlere vuruluyoruz. Bir ‘wuxia’ hikâyesinin olmazsa olmazı dövüş sahnelerini kısa tutmayı yeğleyen sinemacı aksiyonun fizik kuralları içerisinde kalmasına özen gösteriyor. Sözgelimi Ang Lee’nin çok sevilmiş ‘Kaplan ve Ejderha / Crouching Tiger Hidden Dragon’ örneğinde olduğu gibi hiç bir dövüşçü karakter yerçekimi kurallarına kafa tutmuyor, havalarda uçmuyor, fizik kurallarının ötesinde insan yetilerinin dışına çıkmıyor. Görüntü yönetmeni Mark Lee Ping Bing’in 35 mm enfes görüntüleri, üstadın ‘The Puppetmaster’, ‘Good Men, Good Women’, ‘Goodbye South Goodbye’ gibi 90’lı yıllarda çektiği filmlerde oyuncu olarak yer almış Lim Giong’un gizemli müzik çalışmasına karışan kuş ve hayvan sesleri, gürleyen davullar, geleneksel Çin çalgısı zither’den süzülen ezgiler bu büyüleyici atmosferi destekliyor.

Hareketli bir aksiyon bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ancak sıkı sinemaseverleri Hou Hsiao-Hsien usülü son derece estetik, zarif bir şölen bekliyor bu hafta sinemalarda. Bu şiirsel hipnotik güzelliği, ustalıklı mizansen ziyafetini kaçırmayın.

(01 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

35. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

35. İstanbul Film Festivali yaklaşıyor. Bu yıl daha kullanışlı bir boyutta basılmış olan festival kitapçığına festival sinemalarından (Atlas, Fitaş, Beyoğlu ve Rexx) ulaşabilir ve kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında ağırlıklı olarak geniş gösterim şansı bulamayacak yapıtları içeren 10 filmlik geleneksel seçkim şu şekilde sıralanıyor.

1 – BİNBİR GECE (As Mil e Uma Noites):

Geçtiğimiz yıl Sight & Sound ve Cahiers du Cinéma gibi saygın sinema dergilerince yılın en iyileri arasında gösterilen toplamı 6 saati aşan bu nehir çalışma üç ayrı bölüm halinde gösteriliyor. Polonyalı efsanevi sinemacı Kieslowski’nin ‘Üç Renk’ çeşitlemesini hatırlatan ve belgesel ile kurmacayı, geçmiş ile bugünü, gerçek ile fanteziyi birleştiren Miguel Gomes imzalı üçleme, Portekiz’deki ekonomik krizin etkilerini araştırmaya, huzursuz bir toplumun fotoğrafını çekmeye sıvanıyor.

2 – DOĞRU ZAMAN (Right Now, Wrong Then):

Festivalde tanıyıp bağrımıza bastığımız Güney Kore’nin Woody Allen’ı olarak tanımlanan Hong Sang-Soo’nun Locarno Şenliği’nden en iyi film ve erkek oyuncu ödülleriyle dönen son çalışması, bir yönetmen ve yeni tanıştığı kadın ressamın birlikte geçirdikleri birkaç saatin iki farklı versiyonunu izleyiciye sunuyor. İki karakterin iletişiminin nüanslarla birbirinden ayrıldığı iki ayrı versiyonda, işlerin nasıl yolunda gidebileceği veya gitmeyeceği parlak oyuncu performansları eşliğinde aktarılıyor.

3 – GELECEK GÜNLER (L’Avenir):

Avrupa’nın dikkat çeken kadın yönetmenlerinden Mia Hansen-Love’a geçen ay Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran son çalışması, felsefe öğretmeni Nathalie’nin yaşlı ve ilgi bekleyen annesi, çok sevdiği işi ve yolunda giden evliliğinin üçe bölmüş olduğunu hayatının değişmeye başladığı dönüm noktası üzerine. Orta yaş sonrası hayatın getirdiği değişikliklerle geleceğin nasıl şekilleneceği üzerine bu yaman film, Isabelle Huppert’in etkileyici oyunculuğundan büyük destek alıyor.

4 – AŞK BİRLEŞİK DEVLETLERİ (Zjednoczone Stany Milosci):

Polonya sinemasının yeni neslinin öne çıkan isimlerinden Tomasz Wasilewski’nin üçüncü uzun metrajı, 90’lı yıllarda mutsuzluklarından kaçmaya çalışan dört kadının tutku ve sevgi arama çabalarının izini sürüyor. Güçlü kadın portreleri sunan yapım arka planda dönemin Polonya’sının siyasal ve toplumsal dönüşümünü ustalıkla aktarıyor. Romen sinemacı Cristian Mungiu ve Ukraynalı Sergei Loznitsa’nın başyapıtlarından hatırladığımız müthiş görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun melankolik, soluk renk paleti filmin en önemli kozlarından.

5 – FRANCOFONIA:

Yaşayan en önemli Rus yönetmenlerden Alexander Sokurov’un St. Petersbourg’un ünlü müzesi Hermitage’ın ardından bu kez Louvre Müzesi’ne bir aşk mektubu bu film. İnsanlık tarihinin en nadide sanat eserlerinin sergilendiği uçsuz bucaksız efsanevi müzenin görkemli salonlarında ve galerilerinde kıvrıla kıvrıla geziniyor usta sinemacı. Müzenin felsefi varlığı varlığı üzerine bir zihin egzersizine girişiyor, Paris’in Avrupa tarihindeki konumu üzerine kafa yoruyor.

6 – DENİZDEKİ ATEŞ (Fuocoammare):

Üç yıl önce festivalde de gösterilen ‘Çevreyolu / Sacro GRA’ ile Venedik’te Altın Aslan ödülünü kazanmış olan İtalyan sinemacı Gianfranco Rosi, geçtiğimiz ay Berlin’den büyük ödül Altın Ayı ile dönen son çalışmasında günümüzün en yakıcı, en önemli toplumsal meselesi olan mülteci sorununu ele alıyor. Kuzey Afrikalı mültecilerin Avrupa’ya giriş noktası olan İtalyan adası Lampedusa’da geçen filmde ada sakinlerinin günlük yaşantıları üzerine izlenimler Avrupa’nın göçmen sorununa yaklaşımına ilişkin bir metafora dönüşüyor. Konuya ilişkin Jakob Brossman imzalı bir diğer önemli belgesel olan ‘Lampedusa’da Kış’ın yine festival kapsamında gösterileceğini buradan hatırlatalım.

7 – TOPRAĞIN GÖLGESİNDE (La Tierra Y La Sombra):

Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde ilk filmlere verilen prestijli Altın Kamera (Caméra d’Or) ödülünü kazanmış olan yapım, 17 yılın ardından evine dönen Alfonso’nun terk etmiş olduğu topraklarda yeniden kök salma ve ailesini yoksulluğun pençesinden kurtarma mücadelesi üzerine. Çeşitli festivallerde büyük ilgi görmüş olan film, Kolombiyalı genç sinemacı César Augusto Acevedo’nun bir ressam titizliğiyle yaratmış olduğu görsel dünyasıyla dingin bir Latin Amerika alegorisi olarak anılıyor.

8 – YILANIN KUCAĞINDA (El Abrazo De La Serpiente):

Bir diğer Kolombiyalı sinemacı Ciro Guerro’nun imzasını taşıyan film, ait olduğu topluluğun hayatta kalan son üyesi olan Amazonlu bir şamanın ve kırk yılı aşkın bir süre onun topraklarında yetişen kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının hikayesini anlatıyor. Sömürgeciliğin insanlık tarihi üzerindeki derin tahribatı üzerine siyah-beyaz görselliği ve şiirselliği ile öne çıkan yapım en iyi yabancı film dalında bu yılın Oscar adayları arasındaydı.

9 – ÇETE (El Clan):

Arjantin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Pablo Trapero’nun Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazanan son çalışması, istihbarat servisi için çalışan bir adamın cunta hükümeti dağılınca işsiz kalması üzerine çocuklarını da seferber ederek adam kaçırma ve işkence seanslarına hiçbir şey değişmemiş gibi devam etmesi üzerine kurulu gerçek bir öyküden yola çıkıyor. Ülkesinin suç ve kanla lekeli dönemine amansız bir eleştiri getiren Trapero, Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünün bu yılki başkanı olarak filminin gösterimleri sonrasında izleyicilerle söyleşilere katılacak.

10 – ŞÖVALYE (Chevalier):

On filmlik listeyi tamamlayan bu dayanılmaz kara güldürüde Yunan yeni dalgasının en muzip temsilcilerinden Athina Rachel Tsangari, Ege Denizi’nin ortasında lüks bir yatta erkekliklerini yarıştıran üst sınıf karakterlerin serüvenleri üzerinden erkeklik konseptini irdeliyor ve rekabet duygusunu yaman bir taşlamanın merkezine yerleştiriyor.

Bu sınırlı seçki dışında, sayısız ilginç filmle dolu bir program sunuyor festival. Fransız usta Andre Téchiné’nin yıllar sonra beklenmedik bir sürprizle dönüş yaptığı genç işi filmi ‘Yaş 17 / Quand On A 17 Ans’; yakınlarda hayata veda eden Polonyalı sıradışı sinemacı Andrzej Zulawski’nin Reha Erdem’in ünlü yapıtıyla aynı adı taşıyan çılgın vasiyet filmi ‘Kosmos’; bir diğer yılların eskitemediği Polonyalı usta Jerzy Skolimowski’nin çağımızın felaket hissini iç içe geçen öykülerle veren gerilimi ’11 Dakika’; Meksika sinemasının deneyimli isimlerinden Arturo Ripstein’ın yaşlı iki fahişenin hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlarına odaklanan siyah-beyaz melodramı ‘Acı Sokağı / La Calle De La Amargura’; Japon usta Sion Sono’nun minimalist bilim-kurgu’su ‘Fısıldayan Yıldız’; Venedik Jüri Özel ödüllü Brezilya yapımı ‘Neon Boğa’; antik Yunan tragedyası Orestes’in çağdaş bir uyarlaması olan tek mekânda geçen gerçek zamanlı Yunan yapımı ‘Ara’; dünyayı terketmekte olan gelenekler üzerine şiirsel bir ağıt olarak tanımlanan Kırgızistan yapımı ‘Sütak’; yükselen Romen sinemasından iki ilginç örnek ‘Alt Kat’ ve ‘Gayrımeşru’; Uluslararası Yarışma bölümünde gösterilecek olan Zeki Demirkubuz’un son çalışması ‘Kor’ ile Aslı Özge’nin Alman oyuncularla çektiği ‘Ansızın’ hep keşfedilmeyi bekleyen çağdaş sinemanın son örneklerinden.

Gözde yönetmenlerimden Lav Diaz’ın son epiğinden geçen yazımda söz etmiştim. ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ Filipinlerin 300 yıllık İspanyol sömürgesinden kurtulma mücadelesini tarih, felsefe, mit, şiir, folklor ve politikanın iç içe geçtiği bir anlatımla irdeleyen yoğun bir destan. Tek seans gösterilecek olan bu filmi 8 saati aşan süresi nedeniyle her izleyiciye gönül rahatlığıyla tavsiye edemiyorum. Ancak sıkı sinefiller Diaz’ın bu benzersiz çabasını ve yine festival programında yer alan deneysel sinemanın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden Philippe Grandrieux’nün son işi ‘Ölümcül’ü kaçırmayacaklardır.

Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

(26 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 35 Yaşında

Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümsüz dizelerinden yola çıkarsak ömrümüzün yarısında hep vardı İstanbul Film Festivali. 1982 yılının Temmuz ayında 10. İstanbul Festivali kapsamında düzenlenen altı filmlik bir sinema haftasıyla başlamıştı herşey. Giderek artan film sayısıyla takip eden iki yıl boyunca ‘Sinema Günleri’ adı altında hayatımızda özel bir yer edinmiş olan etkinlik, 1985 yılından itibaren Altın Lale ödüllü uluslararası yarışma bölümünü de içeren Uluslararası İstanbul Film Festivali adını aldı. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni sinemacı kuşaklarına okul olmuş olan festival bu yıl 07 – 17 Nisan tarihleri arasında İstanbul’un iki yakasında 10 farklı mekânda 12 ayrı salonda gerçekleştirilecek etkinliklerle 35. yaşını kutlamaya hazırlanıyor.

Bu yıl süresi kısalarak 11 güne inen festival, programına aldığı 200 küsur filmle sinemaseverleri hayli koşuşturacağa benzer. Geçtiğimiz günlerde detayları açıklanan 35. yıl seçkisi uzun yıllardır görülmemiş bir çeşitlilik içeriyor. Klasik Amerikan Sineması’nın yenilikçi isimlerinden Otto Preminger’in parlak kariyerinden on filmle bir hayli aranın ardından klasik retrospektiflere yer vermesi bu yıl festivalin hoş sürprizlerinden biri. Setteki disiplini nedeniyle ‘Korkunç Otto’ lâkabıyla anılan sinemacının Kara Film’in (Film Noir) temel taşlarından -bizde ‘Kanlı Gölge’ adıyla gösterilmiş- ‘Laura’sı ile başlayan toplu gösterinin detaylarını başka bir yazımızda ele alacağız.

Yine bu sene programa eklenen bölümlerden ‘Gömülü Hazineler’ kuşağında klasik Polonya sinemasının efsanevi isimlerinden Wojciech Has’ın DVD’den izleyip hayranı olduğumuz ünlü başyapıtı ‘Kum Saati Sanatoryumu / Sanatorium Pod Klepsydra’yı beyazperdede izleme şansını yakalayacağız. Bu bölümün bir diğer sürprizi, yakınlarda kaybettiğimiz Fransız ‘Yeni Dalga’sının öncü isimlerinden Jacques Rivette’in televizyon için çekmiş olduğu ancak gösterilmeden kayıplara karışan 1971 yapımı filmi ‘Out 1: Spectre’. 13 saatlik ilk uzunluğundan yönetmenin kurgusuyla 6 saate indirilmiş bu versiyon yenilenmiş kopyasıyla gösteriliyor. Amerikalı sinemacı Charles Burnett’in Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı mahallelerinin kültürünü ve karakterlerin gündelik hayatlarını İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin izinden giden bir anlatımla gösteren ‘Koyun Katili / Killer of Sheep’ ile sinema tarihinin en sıradışı ve cüretkâr animasyonlarından biri olarak tanımlanan Japon yönetmen Eichi Yamamoto imzalı ‘Hüzünlü Belladonna / Kanashimi No Beradonna’ bu paha biçilmez filmler seçkisini tamamlıyor.

İlk kez düzenlenen ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin iştahını kabartıyor. Şubat ayında düzenlenmiş Berlin Film Festivali’nin ödül tablosunda yer alan filmler buna dahil. Geçtiğimiz iki yıldır festival seçkisinin konuğu olarak gözdelerimiz arasına giren Filipinli auteur sinemacı Lav Diaz’ın sekiz saat uzunluğundaki son destanı ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ bunların içinden en heyecan verici olanı. 2012 yapımı ‘Tabu’ ve festivalde gösterilmiş kısalarıyla tanıyıp sevdiğimiz Portekizli Miguel Gomes’in üç ayrı bölümde gösterilecek 6 saatlik dev eseri ‘Binbir Gece / Arabian Nights’ yine sinefillerin dört gözle beklediği yapımlardan. Festival kapsamında ‘Işığın Peşinde’ üstbaşlığıyla İstanbul Modern’de gösterilecek olan ’70’ler Amerikan Avangard Sineması’ örnekleri meraklıları için tam bir şölen niteliğinde. Bu seçkide yer alan Stan Brakhage, Michael Snow, Robert Breer, Hollis Frampton, Jonas Mekas, Stan VanDerBeek, Yvone Rainer gibi öncü isimlerin çalışmaları ülkemizde ilk defa, üstelik özgün formatlarında (16 mm kopyalar, 16 mm projektörlerle) izleyicilerle buluşacak.

Bu yıl festival geçtiğimiz hafta sonu ABD’de parlak bir başlangıç yapan ‘Midnight Special’ ile açılıyor. 80’li yılların fantastik filmlerine saygı duruşu niteliği taşıdığı söylenen yapım Jeff Nichols imzasını taşıyor. Sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan filmler ve ülkemiz sinemasından izleyici karşısına çıkacak yirmiye yakın yepyeni kurmaca uzun metraj yapımın yanısıra festival sponsoru adına programlanmış ‘Akbank Galaları’ bölümünde daha geniş bir izleyici kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmlere yer verilmiş. Bunlar arasında ilk gösterimini Berlinale’de yapmış son Coen Kardeşler filmi ‘Yüce Sezar! / Hail, Caesar!’ özellikle dikkat çekiyor.

Festival filmlerine ilişkin diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemiz bir sonraki yazımızda yer alacaktır.

Festival biletleri 26 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden, hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle satışa sunulacaktır.

(21 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadınların Etrafından: Antonioni

Büyük yönetmen Michelangelo Antonioni’nin “Çığlık” ve “Kızıl Çöl” filmlerini hatırlatmak istedik. Kadınların etrafından yayılan dramları anlatan bu iki başyapıt sinemanın büyük değerlerinden.

“Çığlık…”

Büyük usta Michelangelo Antonioni’nin 1957 yapımı siyah-beyaz “Il Grido-Çığlık” filmi, bir kadın tarafından trajediye sürüklenen bir erkeğin dramını anlatıyor. SpA Cinematografica ve Astor’un sunduğu bu psikolojik dramın senaryosunu yönetmenle beraber Elio Bartolini ve Ennio de Concini ortak yazmışlar. İnsanın ruhuna işleyen ve acıları hissettiren müzikleri Giovanni Fusco bestelemiş. “Yeni Gerçekçi” kıyılarda dolaşan siyah-beyaz fotoğrafları da Gianni di Venanzo yansıtmış. Antonioni sonradan yavaşça terk edeceği “sinemanın günahları” olan “geçişli anlatımı” bu filminde bolca kullanmış. Geçişli anlatımda “kararma-açılma” ve “zincirlemeli geçiş” belirgin özellikti. Filmin içinde dolaşırken, kadınların pervane gibi Aldo’nun ışığına uçuştukları keşfediliyordu. Kadınları anlamlandırabilmek kolay değil miydi? Belki de psikanalize ve Freud’a bırakmalıydı her şeyi. Kederlere düşen büyük âşık bir erkeğin trajedisini anlatan bu filmin tüm kadınlarına da merhaba demeli.

“Çığlık”, 10. Uluslararası Locarno Film Festivali’ndeki büyük ödülü aldı. İşçi sınıfı ve yoksulluğun da yansıdığı bu filmi, ilk ve son olarak 1990 yılında 9. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti ülkemizde. İtalya’nın kuzeyindeki Romagna bölgesinin Po Vadisi’nde, gri bulutların altındaki bir kasabada… Ön jenerik yazıları yansırken, tek başına beyaz iki katlı bir binadan Irma (Alida Valli) çıkıyor. Hava sisli. Kamera da, sağa çevrinme (pan) yaparak onu izliyor. Duyulan müzik de ruhta coşku ve kederi aynı anda çoğaltıyor. Irma yoldan karşıya geçiyor. Başka evler de var. Irma, kasabaya indiğinde kamera onu sola çevrinme yaparak izliyor bu defa. Çerçeveye bir bina giriyor. Kasabada hayat başlamış. Irma, kalabalıklaşmaya başlayan sokakta kameraya doğru yürüyor. Köpeğini seven adama baktıktan sonra diğer sokağa giriyor. Irma, belediye binasına girdiğinde, kasabalı birkaç kadın da ona tuhaf bakışlar fırlatıyor. Memur, ona iyi mi, kötü mü olduğunu bilmediği haberi veriyor. Kocası, çalışmak için gittiği Sydney’de üç hafta önce ölmüş. Konsolosluktan bir mektup gelmiş. Fabrikada çalışan kocanın eşyaları teslim edilecekmiş. Ama Irma istemiyor. Kamera, kuleden “plonje” aşağıdan seslenen adamı gösteriyor. Arkası kameraya dönük şeker fabrikasında mekanikçi olarak çalışan Aldo’ya (Steve Cochran) Irma’nın geldiğini söylüyor. Bu açıdaki fotoğraf, görsel açıdan çarpıcıyken başka simgesel anlamlar da içeriyor. Kamera yine yukarıdan “plonje” çekimle bu defa cadde tarafını gösteriyor. Irma caddeden geçerken, Aldo’nun arkası yine kameraya dönük. Kamera, “karşı plonje”yle aşağıya, Irma’nın yanına iniyor. Irma yemek getirmiş. Sonra hızlı adımlarla oradan ayrılıyor. Bir şeyden kaçar gibi. Kamera sağ çevrinerek Irma’nın şeker fabrikasına girişini takip ediyor. Çok geçmeden Aldo fabrikanın bahçesine geldiğinde kamera kaymaya başlıyor. Irma’yı arıyor Aldo.

Irma bir şeyden saklanıyormuş gibi bir binaya giriyor. Kamera, sağa çevriniyor Aldo’yu izlerken. Aldo evin kapısını açmak isterken kilitli olduğunu fark ediyor. Kendi anahtarıyla açıyor. Evde kimse yok. Bisiklet içeride salonda duruyor. Şimdi ne yapacaktı Aldo? Hangi sorun vardı. Irma, kocası yedi yıl önce uzaklara gidip kendisini yalnız bıraktığından beri Aldo’yla yaşıyor. Irma’yla Aldo’nun küçük kızları Rosina (Mirna Girardi) okuldan dönüyor. Aldo bir sigara yakıyor kibritle. Irma’nın kız kardeşi geliyor. Irma’nın nerede olduğunu bilmiyormuş. Kadın çıkarken, Irma’nın kendisine uğramasını istiyor. Kamera dışarıda sola çevrinme yaparak eve gelen Irma’yı gösteriyor. Kız kardeşiyle karşılaşıyor. Kız kardeş her şeyi biliyor ve Aldo’ya anlatmasını söylüyor. Aldo’nun evde olduğunu öğrenince eve doğru koşuyor Irma. Eve girdiğinde, kamera Aldo’nun peşinden öne doğru kaymaya başlıyor. Neden ağladığını öğrenmek istiyor Aldo. Kocasının öldüğünü söylüyor Irma. Artık evlenmek için önlerinde engel kalmadığını düşünüyor Aldo? Ya Irma ne düşünüyordu? Yas mı tutacaktı, yoksa ayrılacak mıydı? Kızları içeri girdiğinde, kamera zincirlemeyle yatak odasında oturan Aldo’yu gösteriyor. Sabah olmuş. Irma yok. Aldo dışarı çıkıyor. Bir şeyler yolunda gitmiyor muydu? Etrafa bakınıyor ve tek başına Irma’yı görüyor. Kederli Irma, ona bazı şeyleri açıklamak istiyor. Aldo’yu hâlâ sevse de bu sevgi eskisi gibi değilmiş. Karar vermiş Irma. Gitmek istiyor. İlişkileri de buraya kadarmış. Başka bir erkeğe gidecekmiş. Kocasının öldüğünü öğrendiğinde Aldo’ya karşı daha cesaretlenmiş miydi itiraf için Irma? Aşağılanma yaşayan Aldo, hayal kırıklığıyla öfkeleniyor. O adam kimdi? Dört aydır onunlaymış. Altta duyulan piyano tınısı, ikisinin de hüznüyle buluşuyor bu anda. Eve giriyorlar. Aldo, ona öfkesini boşaltacakken, kapı çalıyor. Sütçü geliyor. Baraj çökmüş onun haberini de veriyor Irma’ya. Piyano tınıları içeride kederi ve Aldo’nun boşluğunu daha da çoğaltıyor. Irma, fırınlı sobayı yakıyor sütü pişirmek için. Aldo, hiçbir şey olmamış gibi bu gösteriden sıkılıyor. İçinde süt olan tencereyi yere düşürüyor Irma. Kızına ne verecekti şimdi? Aldo, Irma’nın yaptıklarına anlam veremiyor. Yıllarca beraber olmuşlar. Aldo, başka biriyle evlenebilirdi. Irma, geç değil diyor. Elvia’nın iyi kız olduğunu söylüyor ima ederek. Aldo, Irma’nın gitmesine izin verecek miydi? Aldo dışarı çıkarken, yumurtacı kadının sesi duyuluyor. Yumurtaları alan Irma evin kapısında bir an durakalıyor.

Kamera da zincirlemeyle Aldo’yu şeker fabrikasının bahçesindeyken gösteriyor. Diğer işçiler de geliyor. Nikâhsız olarak bir kadınla yaşadığı için hem Aldo’ya hem de Irma’ya önyargılı bakışları var tutucu kasabada. Katolikliğe de uyuyor muydu bu? Bakışlar üzerinde olan Aldo öfkeleniyor. Irma da çiftlikten sebze alırken, Aldo da oraya gelmiş. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Aldo, aniden kaybolmasından korkuyor onun. Bir konfeksiyoncuya sürüklüyor Irma’yı. Ona bir hediye alırsa belki kalbi yumuşar diye. Irma parasını boşa harcamasını istemiyor. Ona para lâzım olacaktı. Eve doğru beraber yürürlerken, kamera da geriye doğru kayarak onları izliyor. Piyano tınıları yine duyulmaya başlıyor bu anda. Irma her şeyi çabucak unutmuş muydu? Aldo, Irma’ya sarılıyor ve dudaklarından öpüyor onu. Irma soğuk ve onu kendinden uzaklaştırmaya çabalıyor davranışlarıyla. Irma, hiçbir şeyi unutamadığı için bu ilişkiyi sonlandırmak istiyor. Irma koşup giderken, kamera yapayalnız kalan Aldo’yu kayarak izliyor. Derinlikte Irma yolun karşısına geçerken yansıyor. Aldo umutsuz ve mutsuz. Ne yapacağını da bilemiyor. Boşluk içinde. Aldo çerçeveden çıkıyor.

Irma kasabanın sokaklarında tedirginlik içinde dolaşırken yansıyor. Çünkü kasabalının ahlakçı baskısını hissediyor üzerinde. Bir sokağa girecekken vazgeçiyor, geriye dönüp yürüdüğünde kamera da sola kayarak onu izliyor. Kasaba sisler altında ve kasvetli. Irma, bir kapıya yöneliyor ve kız kardeşinin evine giriyor. Luigi’yi arıyor yardım için. Luigi yeni sevgilisiydi. Irma, kendinden daha genç bir erkeğe âşık olmuş. Aldo, zeytinyağı işi yapan akıl almaya uğramış annesinin evine. Kadın, “Irma’nın kocasına dönmüş olabilirdi” diyor. Her durumda da kaybeden Aldo’ydu. Kasabalı kadınlar dedikodu yapıp durmuşlar hep. Irma’nın kendilerinden daha güzel olduğu için. Aldo’ya annesinin öğüdü de, işini kendi başına halletmesi. Irma’nın hislerini yeniden kazanmanın bir yolu var mıydı? Çıkarken, yatakta uyuyan bir kız çocuğu uyanıyor. Aldo, annesinin kıyıdaki evinden yola çıkıyor. Irma da kız kardeşinin evinde hâlâ. Endişesi de Aldo’nun kızları Rosina’yı alıp gitmesi. Irma, bir başka odaya girerken, kamera da kaymaya başlıyor. Gelen Maria , Aldo’nun çılgınlar gibi Irma’yı aradığını söylüyor. Acaba iki erkek, Aldo ve Luigi, Irma için birbirlerine zarar verebilir miydi? Kamera, Aldo’nun sisler içindeki kasabada Irma’yı arayışını yansıtmaya başlıyor. Aldo, kasabanın içine girdiğinde kamera da sola çevrinme yapıyor bu anda. Yönetmen, sisler içinde muhteşem fotoğraflar oluşmuş bu anda. Hiç kesme yapmadan Aldo’yu izleyen kamera, Aldo’nun başka sokağa girerken rastlantıyla Irma’yla karşılaşmasına tanıklık ediyor. Aldo, kamera geriye kayarken, Irma’ya yaklaşıyor ve ona bir tokat atıyor. Öfkeli tokatlarını peş peşe Irma’nın yüzüne indiriyor Aldo. Hep terk etmiş Aldo’nun ilk defa terk edilince dışarı yansıyan öfkesi miydi? Aldo, en küçük umudu da yok ediyor tokatları indirirken. İnsanlar, Irma’yı öfkeli Aldo’nun elinden kurtaracaklarını düşünürken, bir sirki izler gibi Irma’nın aşağılanmasını izliyor kasabalılar. Irma’nın kız kardeşi de oraya geliyor. Aldo, Irma’yı eve dönmesini istiyor. Irma konuşmuyor, sadece saçlarını topluyor. Sonra da, “İşte şimdi Aldo, gerçekten bitti” diyor. Ve gidiyor. Yapayalnız kalan kaybetmiş Aldo, kalabalığı yararak sisin içine doğru yürüyor sadece. Kadınlar şiddetle karşılaşınca keder çöküyor.

Zincirlemeli geçişle kamera, akşamın çöktüğü kasabayı uzaktan yansıtıyor. Yol da var. Altta da hüzün yüklü piyano tınısı duyuluyor. Sisler içinde bir atlı araba kameraya doğru yaklaşıyor karanlıkta. Arabada Aldo ve kızı Rosina da var. Arabayı süren, arkaya bakar ve “Şehir ne kadar güzel görünüyor. Sanki herkes mutluymuş gibi”
diyor. Sonra arabayı sürüyor akşamın alaca karanlığına. Kamera zincirlemeyle otel odasını gidiyor. Aldo ve kızı yataktalar. Uyuyamayan Aldo bir sigara yakıyor. İçinde, duyulan piyano tınıları gibi kederler var. Kalkıyor, pencereyi açıyor. Dışarıdan sesler geliyor. Merakla dışarıya çıkıyor gecenin derinliğinde. Kaldığı yere yakın bir salonda boks maçı oynandığını görüyor. Kamera, arkadan onu gösteriyor ring alanına girerken. Kasvetli bir görüntüydü. Aldo dışarı çıkıyor. Odaya dönüyor. Küçük kızı derin uykusunda. Kızını uyandırıyor. Görüntü kararıyor.

Pazar günü. Kıyıya yaklaşan “jet ski” yansıyor. Baba-kız kıyıdan aylak aylak yürürlerken, kamera da geriye kayarak onları izliyor. Yağmur da yağmış. Yol çamurlu. Teknedeki adam Edera’ya (Gabriella Pallotta) sesleniyor. Edera, Elvia’nın (Betsy Blair) kız kardeşi. Elvia, Aldo’nun eski sevgililerinden biri. Kamera hiç kesme yapmadan Aldo’nun kıyıdaki eve gidişini gösteriyor. Elvia, onu görünce mutlu oluyor. “Yaşayanlar bir gün kavuşurmuş, değil mi” diyor. Aldo, Edera’yı en son gördüğünde küçücük bir kızmış. Elvia evlenmemiş. Aldo’yu Pontelagoscuro’ya atan neydi? Goriano kasabasını neden terk etmişti? Bir yerde sürekli yaşayamıyormuş ve bir yere bağlanmayı sevmiyormuş Aldo. Bu anlardaki çekimler çarpıcı ve ilham vericiydi. Aslında bütün film boyunca fotoğraflar ve ışık düzenlemeleri, gerçek anlamda “Yeni Gerçekçi” ruhla buluşuyordu. Edera’nın nişanlısı (Gaetano Matteucci), kendi motorunu tamir yapmaya uğraşıyorç. Ferraralı gençler de buraya gelmiş yarışmak için. Aldo bu tamir işlerinden anlıyor. Çünkü o bir mekanikçi. Zincirlemeyle kamera kıyıya gidiyor. Aldo, yarış için sorunu çözüyor. Elvia da, küçük Rosina’yla tanışıyor. Sıcakkanlı Rosina, Elvia’ya ısınıveriyor hemen. Kamera, zincirlemeli geçişle motor yarışlarını yansıtıyor sonra. Heyecan yüklü. Yağmur da yağıyor. Aldo, kıyıda Elvia’nın şemsiyesi altında izliyor yarışı. Kıyıdan ayrılırlarken, fotoğraflar yine etkileyiciydi. Kamera, sağa doğru muhteşem kayıyordu bu anda. Yağmur da hızını arttırıyor giderek. Elvia, bu yıl kışın uzun sürdüğünü söylüyor. Edera ve nişanlısı tartışırken geriye doğru kayan kamera Aldo, Elvia ve Rosina’yı gösteriyor çarpıcı bir fotoğrafla. Rosina, kendi başına oynarken, Aldo ve Elvia baş başa kalıyor. Ama Aldo konuşmak istemiyor sanki. Belki de doğru kelimeleri yan yana getiremiyor. Aldo onların yanından ayrılınca, Elvia ve Rosina, Aldo’nun peşinden gidiyorlar çamurlu yolda. Hüzünlü piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Yönetmen, uzun kaydırmalı ve çevrinmeli çekimlerini çoğunlukla Aldo’nun olduğu sahnelerde kullanmış. Simgesel bir anlamı vardı bunun uzaklaşmalarla. Aldo, binadan içeri giriyor. Elvia, Aldo’nun kendisine söyleyemediği bir sıkıntısının olduğunu hissediyor. Elvia, binaya doğru yürürken vazgeçiyor. Aldo kederler içinde. Kızı yanına geldiğinde kamera sola doğru kaymaya başlıyor.

Elvia, eve geldiğinde kamera onu sola çevrinme yaparak izliyor. Evin kapısında Irma bekliyor onu. İçeri giriyorlar. Irma, Aldo’yla ayrıldıklarını söylüyor. Kızı için gelmiş. Aldo’nun buraya geleceğini tahmin etmiş. Çünkü Aldo, Elvia’dan çok söz edermiş. Irma, Rosina için giysiler getirmiş. Elvia, ona soğuk davranıyor. Elvia, Aldo’nun Irma’yı çok sevdiğini söylüyor. Aslında bunu hissediyor. Belki de bu aşkta kaybeden Irma’ydı. Sonra çıkıyor Irma. Yönetmen, Aldo’nun iki kadınının, Irma ve Elvia’nın konuşmalarını incelikle yansıtmış. İki erkek bir kadın için konuşuyor olsalardı başka şeyler olma ihtimali yüksekti. Irma gittikten sonra eve bir adam geliyor. Elvia’yla çıkmak için. Her pazar umut adam için. Elvia, merdivenlerden çıkarken bir an duruyor. Adam, hayal kırıklığıyla dışarı çıkıyor.

Zincirlemeli geçişle gece kulübünde Aldo kurdeleler satın alıyor. Sonra da dans yapılan yere yürüyor. Kamera, öne kayarak Aldo’nun dans edenlerin arasından geçişini izliyor. Aldo, Elvia’ya sesleniyor. Kurdeleleri nişanlısıyla danstaki Edera’ya verdiriyor Elvia. Bu uzun ve kesme yapılmayan bu çekim çarpıcıydı. Elvia ve Aldo dans yapıyorlar yıllar sonra. Ardından yukarı kata çıkıyor Aldo ve Elvia. Bir şey söylemek istiyor ona Elvia. Ama nasıl söyleyecekti? Elvia aşağıya iniyor. İkisi eve gitmek için ayrılıyorlar oradan. Duyulan İtalyanca şarkı da etkileyiciydi. Edera, bu anın mutluluğunu doyasıya çıkartıyor gençlik romantizmiyle. Aldo ve Elvia gecenin içinde dışarı çıkıyor. Elvia, yıllar boyunca bir an olsun kendisini düşünüp düşünmediğini öğrenmek istiyor ondan.
Ayrılıkları Elvia için zor olmuş. Aldo niye dönmüştü? Irma’dan ayrılmasaydı döner miydi? Aldo ne istiyordu? Sadece biraz huzur muydu? Sığınabileceği tek insan Elvia mıydı bu dünyada? Elvia, Irma’nın eşya gönderdiğini söylüyor. Aldo öfkeleniyor. Elvia, Irma’nın kendisinin geldiğini söyleyemiyor. Söylese, kader başka yola gönderirdi belki.

Zincirlemeli geçişle Edera’nın eve gelişi yansıyor. Salonda Aldo’yu görüyor. Dans yarışmasını kazanmış. Biraz sarhoş Edera coşkulu. Aldo’yu öpmek istiyor. Aldo karşı koyamıyor ve onun taze bahar kokulu nefesini içine çekerek dudaklarından öpüyor onu. Sonra yukarı kattaki odasına götürüyor Edera’yı uyuması için. Sonra salona geliyor. Yönetmen bu sahnede ışık düzenlemeleriyle gölgeleri dışavurumcu estetikle yansıtmış. Aldo’nun içindeki kasvetin dışarı çıkması gibi. Piyano tınıları da duyuluyor hemen. Aldo, kederler içinde Irma’nın adını sayıklarken, Edera da merdivenin başında Aldo’nun acısına gülüyor.

Zincirlemeli geçişle evde. Elvia, bir kadının elbise için ölçüsünü aldıktan sonra sağa doğru yürürken kamera da çevriniyor ve Edera da merdivenlerden aşağıya inerken çerçeveye giriyor. Elvia ona şefkatle bakıyor. Edera kilere girince Elvia ona Aldo’nun gittiğini söylüyor. Aldo, kadınları hemen etkileyen biri. Bu andaki fotoğraf da çarpıcı yansıyor. Kilerin içi yarı aydınlıkken, derinlikteki Elvia’nın boşluğa düşüşünün ve yalnızlığının gerçekçi anını yansıyordu. Elbette hüzne düşen Edera’nın da hayal kırıklığı da bu gerçeklikle buluşuyordu. Aldo gitmeseydi belki de trajediye dönüşecekti her şey. Görüntü kararıyor.

Aldo, kum işi için bir yere uğruyor. Adam, küçük kızı için iş vereceğini söylüyor ona. Ücreti de bin 500 liret olacakmış. Ama kalacak yer yok. Rosina’yı nereye bırakacaktı? Rosina, sudan kum çıkartan vincin orada oynarken, babasıyla yine yollara düşüyor. Kayığa biniyorlar. Zincirlemeli geçişle yol kenarında bir şeyler yerlerken yansıyor baba-kız. Rosina babasının yanına geliyor. Şaşkınlıkla etrafa bakınıyor. Kamera, geriye kaymaya başlıyor Rosina yürürken. Rosina okula doğru gidiyor. Kendi yaşıtı öğrencileri oyun oynarken izliyor. Top dışarı kaçınca, topa doğru koşan Rosina hızla gelen arabanın altında kalmaktan kurtuluyor. Aldo öfkeleniyor ve kızına tokat atıyor diğer öğrencilerin önünde. Kalbi incinen Rosina tek başına yola düşüyor. Babası da valizi alıp onun peşinden yürüyor. Rosina koşmaya başlıyor. Rosina tarlaya kenarından yürümeye başlıyor. İnsanların içinden geçerken, kamera da geriye kayarak onu izliyor. Rosina, bir yaşlı adamın yanında ağlamaya başlıyor. Aldo koşarak kızının yanına geliyor ve onu teskin ederek kucaklıyor. Barışıyorlar ve yola düşüyorlar yine.

Bir tankerin üstünde bir başka kasabaya doğru yol alıyor baba-kız. Yol dümdüz. Kamera, tankerin üstünde öne doğru kaydırma yapıyor gibi. Edison kameramanları, 1890’ların sonunda “Şehir Senfonileri” adıyla trenlerde böyle çekimler yapmışlardı. Şoför, polis kontrolü olduğu için onları indiriyor. Yola yayan düşüyorlar. Tanker, benzincide duruyor. Genç dul Virginia (Dorian Gray) işletiyor burasını. Hep dışarı çıkıp duran babası (Guerrino Campanini) onun çok yormuş. Babasını aramaya çıkmış polislerle. Aldo ve kızı da geliyor oraya. Rosina, şarap içen Virginia’nın yaşlı babasının yanına doğru yürüyor, onunla konuşuyor. Tanker de yola düşüyor sonra. Aldo, yaşlı adama doğru yürüyor ve ona kasabayı soruyor. Virginia da pencerede onları izliyor. Aldo bir süre burada kalmak istediğini söylese de patron Virginia’ydı. Buradan çok araba geçiyordu. Bir araba geliyor. Adam otobanı soruyor. Haritasından da bulmaya çabalıyor. Benzini dolduran Virginia, konuşmaya dalıp taşırıyor. Aldo pompayı kapatıyor. Burada çalışabilir miydi? Baba-kız üç haftadır yollardaymış. Virginia bir baraka gösteriyor. Aldo barakaya bakıyor, beğeniyor. Bu benzin istasyonu, James M. Cain’in “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” romanını çağrıştırıyordu uzaktan.

Zincirlemeli geçişle baba-kız yatakta yansıyor. Gece dışarıdan Virginia’nın sesiyle uyanıyor Aldo. Motor yağı almaya gelmiş barakaya. Hava soğuk. Virginia, ısınmak için babasıyla yatmasını istese iyi olacağını söylüyor. Aldo, Virginia’yla mı uyumak isterdi? Aldo’nun mu Virginia’ya, yoksa Virginia’nın mı Aldo’ya ihtiyacı vardı? Zaman gösterecekti. Kederli Aldo bir sigara yakıyor. Aldo’nun işe ve paraya ihtiyacı vardı her şeyden önce. Virginia eve giriyor. Zincirlemeli geçişle sabah oluyor. Virginia dışarıda hazırlık yapıyor. Aldo da uyanmış. Virginia, motosikletli birine fazla benzin veriyor. Adam parasını vermeden çekip gidiyor. Bir kamyona atlayıp motosikletin peşine düşüyor Virginia. Baba-kız istasyonda kalıyorlar. Altta da piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Bir araba geliyor benzin için. Aldo zorunlu olarak bezin koyuyor arabaya pompadan. O sırada Virginia da yandan oturmalı motosikletle dönüyor istasyona. Virginia parayı almış. Aldo parayı Virginia’ya veriyor. Virginia ona iş veriyor. Tanker, Aldo’yu almak için duruyor. Ama Aldo burada çalışmaya karar veriyor. Zincirlemeli geçişle Aldo’nun işyerini kapatması yansıyor. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Virginia da ona yardım ediyor. Rosina da Virginia’nın babasıyla evde. Rosina, yaşlı adamla bilmece oyunu oynuyor. Aldo ve Virginia içeri giriyorlar. Her kadın ve erkeğin yaşayacağı cinsel gerilim de hissediliyor bu anda. Virginia’nın dişi bakışları hep Aldo’nun üzerinde. Sanki dudaklarına uzanmasını bekliyor Virginia. Ama Aldo mahcubiyet hissediyor. Yaşlı adam da kızının sakladığı şarabı bulsa da Virginia izin vermiyor ona. Herkes odasına çekiliyor. Piyano tınıları da daha gerilimli duyulmaya başlıyor.

Zincirlemeli geçişle sabah yolu yansıtıyor kamera. Motosikletli trafik polisleri geçip gidiyor. Virginia, pompayla arabanın deposuna benzin dolduruyor. Virginia sonra barakaya bakıyor. Yatak boş. Aldo, Virginia’nın yatak odasında. Eğilip onu öpüyor Virginia. Yan yana uzanıyorlar. Sonra öpüşmeyle başlıyor her şey. Virginia’nın babası da Rosina’yla beraber. Yaşlı adam, yerlerini satın almış insanlarla tartışıyor. Ağacı kesiyorlar. Çiftliği satmışlar. Virginia, kocası öldükten sonra çiftçilik yapamamış. Kendilerine benzin istasyonu teklif edilince çiftliği elden çıkarmışlar. Çiftliği alan yaşlı adam şikâyete geliyor Virginia’ya. İstasyona bir araba geliyor. Kadın, Virginia’dan benzin doldurmasını istiyor. Akşamüzeri evde yemek masasında, yaşlı adam ve Rosina, “Hançerleyin korkak burjuvaları / Bizi aç bırakanları” diye şarkı söylüyorlar beraberce. Aldo gelince susuyorlar. Gündüz. Resim satan biri geliyor dışarıda. Aldo da dışarı çıkıp bozuk pompaya bakıyor. Virginia için pompa değil Aldo önemliydi. Virginia ve Aldo romantizm yaşarken, ileride meyve taşıyan kamyonun yükü aşağı düşüyor. Yaşlı adam ayağını kırmış. Zincirlemeli geçişle Aldo evde sigara içerken yansıyor. Virginia babasının sağlığından endişe duyuyor. Belki de bu yüzden yaşlılar yurduna bırakmak istiyor. Aldo, onun kararını öğrenince öfkelenip dışarı çıkıyor.

Zincirlemeli geçişle huzurevi yansıyor. Dolaşıp duran Rosina’dan ayrılan kamera, sağa çevrinme yaparak Aldo’yu adamı gösteriyor. Virginia, Aldo’ya sesleniyor işlemler için. Yaşlı adamı huzurevine kaydettiren Virginia ve Aldo kaldırımda yürürlerken, birileri Virginia’ya sataşıyorlar. Aldo kavga ediyor onlarla. Aldo onlarla kavga ederken Rosina ortadan kayboluyor. Babasına bile bakmayı becerememiş Virginia, Rosina’ya bakabilir miydi? Birbirlerine geç kalmış romantizmi yaşıyorlar şimdi özgürce. Şehir inşaata dönüşmüş. Altyapı çalışmalarının yansımaları da kameraya takılıyor belgesel tadında. Virginia, Aldo’yla her yerde sevişmek istiyor. Piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Kumlar üzerinde bile. Kendi başına oynayan Rosina, duyduğu tuhaf seslere doğru yürüdüğünde babasıyla Virginia’nın kumlara uzanmış öpüşmelerine tanık oluyor. Aldo, Rosina’yı fark ediyor. Rosina şok geçirir gibi onlara bakarken, koşup uzaklaşıyor. Aldo, koşan kızına baktığında “Irma” diyor. Virginia kaybettiğini hissediyor ve ağlıyor. Virginia uzaklaşırken, herkes için boşluğu hissettiren piyano tınıları kederi daha da çoğaltıyor.

Zincirlemeli geçişle benzin istasyonunda Aldo bir kamyonete pompayla benzin doldururken yansıyor. Virginia’nın aklından, Rosina’yı da bir yerlere yerleştirmek geçiyor. Kar yağmış. Rosina her şeyi unutmuş ve kendi akranlarıyla karın keyfini çıkartıyor neşeyle çiftlik tarafında. Aldo da mutlu kızını seyrediyor uzaktan. Babasını gören Rosina itaatkâr bir yürüyüşle eve doğru yürüyor. Babasına kırgınlığı hâlâ sürüyor muydu? Hayal kırıklığı mıydı bu? Kamera, öne kayarak baba-kızı takip ediyor bu anda. Zincirlemeli geçişle otobüs yansıyor. Aldo otobüsle Rosina’yı annesine gönderiyor tek başına. Sonra döneceğini söylüyor Aldo kızına. Altta duyulan piyano tınısı Aldo’nun içindeki kederle boşluğu hissettiriyor. Aldo binaya giriyor. Virginia orada. Aldo ona bakıyor ve çıkıp gidiyor. Görüntü kararıyor.

Aldo uzakta tek başına dolaşıyor. Yeni bir karar mı vermesi gerekiyordu? İki kirpi yakalamış iki genç neşeyle koşarken çerçeveye girip çıkıyorlar. Kıyıda tarakçılar, balıkçılar var. Aldo onların yanına gidiyor çalışabilmek için. İşin patronu Gualtiero (Pietro Corvelatti). Onunla konuşuyor Aldo. Sonra da onların sofrasında kirpi kavurması yiyor. Gualtiero, savaş zamanında Afrika’da birçok hayvanın etini yemiş. İguana bile. İguananın bir tür timsah olduğunu söylüyor Gualtiero. Afrika hikâyelerini anlatıyor onlara. Onlar sohbet ederken oraya Andreina (Lynn Shaw) geliyor. Andreina bir fahişe. Andreina kırmızı şarabı sevmiyormuş, ama sigaraya hayır demiyor. Aldo kibritiyle onun sigarasını yakıyor. Andreina ve Gualtiero dışarı çıkıyorlar gecenin içinde. Zincirlemeli geçişle Aldo iş sözleşmesi ve diğer kâğıtları inceliyor. Venezüella’ya mı gidecekti? Piyano tınıları duyulmaya başlıyor yine. Sonra kâğıtları fırlatıp atıyor Aldo.

Zincirlemeli geçişle. Gündüz. Kamera, sola çevrinme yaparak Aldo’yu izlerken, Aldo sopaya takılmış beyaz bir bayrağı görüyor. Kamera kaymaya başlıyor. Andreina yardım istiyor. Aldo’yu tanıyor. Kadın hasta. Aldo ona yardım ediyor. Andreina, onun kendisiyle ilgilenmesine tepki veriyor gecikmeden. Ardından kalkıp kendine beyaz şarap dolduruyor. Burası Andreina’nın yaşadığı baraka. Aldo, doktor için işaret koymak için dışarı çıkıyor. Andreina aynada yüzüne bakıyor. Aldo içeri giriyor. Andreina, annesinin yalnız yaşamamalısın sözünü hatırlıyor. Arabayla hemen yaşlı doktor geliyor. Muayene edeceğine sorular sorup duruyor Andreina’ya. İş yoğunluğundan. Aldo zorla doktoru barakaya sokuyor. Doktor, Aldo’yu polise şikâyet edecekmiş. Zincirlemeli geçişle. Kendini iyi hisseden Andreina neşelenmek istiyor şimdi. Aldo bayrağı indirirken, polisler barakaya doğru gelirken görüyor. Aldo kaçıyor.

Zincirlemeli geçiş. Gündüz. Andreina, tarakçı ve balıkçı işçilerin kaldığı yoksul derme çatma kulübelerinden geçerek Aldo’nun yanına geliyor. Piyano tınıları duyuluyor. Aldo’nun paltosunu getirmiş. Kulağına bir şeyler fısıldıyor Aldo’nun. Andreina, iyileşmiş ve neşeli. Aldo’yu kendi barakasına davet ediyor. Aldo, Gualtiero’yu düşünüyor belki de. Kendisine burada çalışmaya izin veren insanı. Araya kadın girdiğinde olacakları da. Zincirlemeli geçişle. Aldo ve Andreina, dışarıda baş başa dolaşırlarken yansıyor. Geride uçsuz bucaksız tarlalar uzanıyor. Andreina, çok mutlu ve neşeli bir insan mı, yoksa kederlerini içine atmış yalnız bir kadın mıydı? Andreina, Aldo’nun kederini hissediyor. Aldo ona geçmişinden, rafineride çalıştığından, dostlarından söz ediyor sonra. Irma’yla tanışmalarını anlatıyor Ferrara’da. Aşk başlamış dans ederlerken. Şehirde dolaşmışlar baş başa. Andreina hikâyenin sonunu merak ediyor. Evlilik gibi. Rafinerinin kulesinden söz ediyor Aldo. Kızının okuldan çıkışını, bahçede oynayışını izlermiş.

Zincirlemeli geçişle. Andreina, bir bakkalda “Bu bakkalda para ödemeyen kovulur” yazısını okuyor. Parası olmayan Andreina, neşeli oradan ayrılıyor. Andreina, kıyıdaki Aldo’nun yanına gidiyor coşkuyla. Ona, bakkalda okuduğu yazıyı söylüyor hemen. Zincirlemeli geçişle Andreina’nın barakası yansıyor gece. Yağan yağmur delik çatıdan aşağıya iniyor barakada. Aldo da orada ve sobayı yakmaya uğraşıyor. Evde yiyecek de yok. Andreina, Aldo’yu anlamak için yürüyüşe çıkıyormuş. Tek başına kalan Aldo yatağa uzanıyor. Andreina, sanki Aldo’nun peşinden gelmesini umut ederek barakaya bakıyor dışarıda. Aldo yeni bir karar mı alacaktı? Andreina, restorana giriyor. Sonra Aldo da ışıkları kapalı restoranın önüne gidiyor. Aldo onu çağırıyor. Andreina, restoranın kapısını açıyor. Aldo onu götürmek istese de Andreina direniyor. Çünkü karnı aç. Aldo da aç. Restoran sahibiyle olunca karınları doyacak. Aldo oradan çıkıp gidiyor. Andreina, umutsuzca onun ardından bakakalıyor sadece. Restoranın kapısında Andreina bir siluet gibiydi. Ağlayarak kameraya doğru yürüyor Andreina. Yukarıda onu bekleyen restoran sahibine “Cehenneme git” diyen Andreina, kederler içinde oradan çıkıp gidiyor. Ardından görüntü kararıyor.

Aldo, bir kamyonun kasasında yine yollara düşüyor gündüz. Hava soğuk. Kar yağmış. Kamera, kamyonun kasasında ve öne doğru kayıyormuş gibi. Kamyon benzincide duruyor. Burası Virginia’nın yeriydi. Virginia geliyor. Pompayla mazot doldururken, Aldo da kamyonun kasasında. Birden Aldo’yu görüyor. Virginia, “Hâlâ iş mi arıyorsun. Yoksa başka şeyler mi” diyor. “Bıkmadın mı” diyor Virginia. Bıkmaktan daha fazlasını yaşıyordu Aldo. Valizi de buradaymış Aldo’nun. Kasadan inen Aldo, yaşlı adamın odasındaki valizini almaya gidiyor. Odaya giren Aldo, yaşlı adamı görüyor. Yalnızlığa dayanamayan Virginia, babasını huzurevinden çıkarmış. Yaşlı adam, Aldo çıkınca zuladaki şarabından içiyor. Virginia, Aldo’ya bir kart geldiğini söylüyor. Irma’dan gelmiş. Kartı kaybetmiş Virginia. Bir şey daha yazmış ama unutmuş. Unutmuş mudur? Belki de unuttuğu şey hayatın karşılığıydı. Kamyonun kasasına biniyor Aldo ve piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Kamyon uzaklaşınca geride kalan Virginia kederli bir pişmanlıkla kamyona bakıyor.

Zincirlemeli geçişle kamyon sisler içindeki kasabaya geliyor. Altta da piyano tınıları duyuluyor. Aldo başka bir kamyona binmiş. Yanında valizi yok. Kasabada askerleri görüyor. Askerler yolu kapatmış. Başka bir yoldan gidiyor. Aldo, bir binaya doğru yürürken sağa doğru kayan kamera asılmış yazıyı gösteriyor. Afişte, “Vatandaşlar! Toprak sahipleri! Mülksüzler Bildirimi’nden etkilenenler, bugün saat üçte belediye merkezinde büyük protesto mitingi” yazıyor. Çiftçilerin toprakları askeri üs için kamulaştırılıyormuş. Guido olanları anlatıyor ona. Aldo, askerlerin tuttuğu yerden kaçmayı başarıyor sonra. Kasabada çiftçiler miting için toplanmışlar. İş makineleri de orada. Aldo kalabalığın içinde etrafa bakınıp Irma’yı aranırken, tarlaların ateşe verildiğini söyleniyor. Şeker fabrikasının işçileri de çiftçilerle dayanışmak için iş bırakıyorlar. Aldo kasabanın sokaklarında dolaşarak Irma’yı arıyor. Küçük kızını görüyor bir binaya girerken. Aldo yavaşça binaya yaklaşıyor. Pencereden içeri bakıyor. Kamera da yavaşça öne kayıyor bu anda. Irma’yı, bir bebeği giydirirken görüyor. Irma, Aldo’yu fark ediyor. Kederler yüklü Aldo, yavaşça oradan uzaklaşıyor. Irma bebeği evdeki kadına veriyor ve Aldo’nun peşinden gidiyor. Melodram yüklü anlardı bunlar. Çiftçiler de yanan tarlalarına koşuyorlar. Askerler onları engellemeye çabalıyor. Aldo da şeker fabrikasına gidiyor. Kimse yok. Bahçeye giren Aldo’yu, sola çevrinme yaparak izliyor kamera. Irma, Aldo’yu görüyor. Seslenmiyor. Sadece koşuyor. Kamera, sola kayarak Aldo’yu izliyor. Aldo kuleye bakıyor ve kuleye doğru yürüyor. Şimdi ne olacaktı? Melodramlarda acılar daha yoğun yansıyor. Çünkü görünen gerçeklik olarak algılanıyor daima. Birkaç kelime her şeyi değiştirebilirdi. Girişteki müzik duyulmaya başlayınca film de bitiyor.

Amerikalı oyuncu Steve Cochran, 25 Mayıs 1917’de Kaliforniya’nın Eureka şehrinde doğdu. 15 Haziran 1965’te Pasifik’te yatında 48 yaşındayken vefat etti. Cochran, William Wyler’ın 1946 yapımı savaş sonu filmi siyah-beyaz “The Best Yeras of Our Lives-Hayatımızın En Güzel Yılları’nda Cliff rolündeydi. Raoul Walsh’un 1949 yapımı gangster filmi siyah-beyaz “White Heat-Beyaz Alev”de de “Big” Ed Sommers’dı. Ülkemizde fazla tanınmayan Cochran, daha çok ikinci rollerdeydi ve az da olsa ülkemizde oynadığı filmler vizyona çıkabildi. Cochran başrole yükseldiğinde düşüşü de başlamıştı çok geçmeden. Çoğunluğu televizyon dizilerinde görünmeye başladı. Michael Curtiz’in 1951 yapımı siyah-beyaz “Jim Torpe All American-Olimpiyat Şampiyonu”nda Burt Lancaster’la karşılıklı oynamıştı Cochran. Yönetmen R.G. Sprinsteen’in 1956 yapımı renkli “Come Next Spring-Yuvaya Dönüş” filminde de başrol oynadı.

Alida Valli, 31 Mayıs 1921’de şimdi Hırvatistan sınırları içinde olan Pola’da doğdu. Pola, eskiden İtalya’nın parçasıydı. 22 Nisan 2006’da da Roma’da vefat etti. Hitchcock’un 1947 yapımı siyah-beyaz gerilimi “The Paradine Case-Celse Açılıyor” filminde Maddalena rolünde göründü Hollywood’da. Corol Reed’in 1949 yapımı siyah-beyaz “The Third Man-Üçüncü Adam Kim?” kara filminde Anna Schmidt’di. Luchino Visconti’nin 1954 yapımı renkli “Senso-Günahkâr Gönüller” dönem filminde doruğa çıktı.

11 Aralık 1923’te New Jersey’de doğan Amerikalı oyuncu Betsy Blair, 13 Mart 2009’da Londra’da vefat etti. 1947’de George Cukor’un siyah-beyaz “A Double Life-Çifte Hayat” kara filminde görünmeyi başardı. En büyük çıkışını, Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty” filmiyle yaptı. Bu filmle Oscar’a aday oldu.

“Kızıl Çöl…”

Michelangelo Antonioni ustanın 1964 yapımı “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl”, ilk renkli filmiydi. Film “technicolor” çekilmiş. Filmin renk tonları büyüleyiciydi. Duemila-Federiz-Francoriz’in ortak sundukları filmin senaryosunu yönetmenle beraber Tonino Guerra yazmış. Film, burjuva ailesiyle çevre felaketleri üzerineydi. Antonioni, Vittorio Gelmetti müziklerini kullanmış filminde. Sonradan Antonioni sinemasının gözleri olacak kameraman Carlo di Palma’nın renkli fotoğrafları da çarpıcı. Antonioni, “sinemanın günahları” olan “kararma-açılma” ve “zincirlemeli geçişler” kullanmamış bu filminde. Antonioni’nin bu filmi, 25. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülünü almıştı. Antonioni filminde Hollywood’un ünlü oyuncusu Richard Harris’e Monica Vitti’yle başrolü vermiş. İrlandalı Harris, 1 Ekim 1931’de Limerick’te doğdu, 25 Ekim 2002’de Londra’da vefat etti.

Bu filmde psikolojik olarak nevrotizm fark ediliyor. Nevrotiklerde obsesyonlar oluşuyordu. Yani takıntılar, saplantılar. Paranoyanın ortasında. Film, modernizmin sancıları olan iletişimsizliğin ve yabancılaşmanın da kıyılarında dolaşıyor. İnsanların bu yabancılaşmaları, yalnızca kendileriyle veya başkalarıyla değil, doğayla da yaşanıyor. Doğayı da mahvediyorlar.

Film, sisin kuşattığı kirli hava üzerine açılıyor. Kış. Ön jenerik yazıları okunurken, bulanık görüntülerde duman üfüren fabrika bacaları yansıyor. Altta da çığlığa dönüşen ilahi kadın sesi duyuluyor. Görüntü netleşince fabrika bacasından gökyüzüne doğru ateşin fışkırışı yansıyor. Gökyüzü gri. Yağmur yağmış. Kamera, sağa çevrinme (pan) yapamaya başlıyor sonra. Büyük bir fabrikaydı burası. Kamera sola kayarak, polislerin bir işçiyi tutuklamış götürürlerken derinlikte yeşil mantolu ve kızıl saçlı Giuliana (Monica Vitti) ve küçük oğlu Valerio (Valerio Bartoleschi) fark ediliyor. Devlet fabrikasının işçileri greve çıkmış. Giuliana, bir işçinin yanına yaklaşıyor ve yediği ekmeği ondan satın alıyor. Giuliana, oğlunu orada bırakıp bir yere doğru yürüyor. Sonra ekmeği yiyor Giuliana. Etrafına bakınırken, kamera da fabrika artıklarını sağa çevrinme yaparak gösteriyor. Her yer çöp. Çevre katliamı sadece gökyüzünde değil. Sonra oğlu koşarak yanına gelince beraber yürüyüp gidiyorlar.

Antonioni, çevresel felaket yaratan fabrikayı soğuk ve ürkütücü devasa yığın gibi gösteriyor. Elbette fabrikanın içinden de anlar yansıtıyor. İdareciler de. Devlet fabrikasında lokavt olur muydu? Corrado Zeller (Richard Harris), Ugo’nun (Carlo Chionetti) yanında. Eski arkadaşlar. Ugo, Giuliana’nın kocası. Ugo ve Corrado, fabrikanın içinde dolaşırlarken, kamera onları demir kafesin içindeymiş gibi hissettiren “plonje” açıyla yukarıdan yansıtıyordu bir an. Bu simgesel andı. Giuliana, fabrikanın içinde merdivenlerden inerken yansıyor. Kocasını görüyor, ama kocasının öpücüğüne karşılık vermiyor. Corrado’yla tanışıyorlar. Corrado, bakışlarından rahatsız olan Giuliana, kocasının ofisine gidiyor. Ugo, karısının yaşadığı kazayı anlatıyor Corrado’ya. Giuliana, trafik kazasında fiziksel yara almasa da ruhsal yara almış. Giuliana, Alighieri yolu üstünde bir dükkân açmak istiyormuş. Ugo ve Corrado fabrika binasından dışarı çıkıyorlar rahat konuşabilmek için. Ama burası fabrikaydı ve gürültü her yerdeydi. Ugo sigara yakıyor. Babası öldüğünden beri firmanın sorumluluğu Corrado’nun üstüne kalmış. Buharlar, sanki fabrikanın içinden fışkırır gibi dışarıya çıkıyor onlar dışarıdayken. Genel çekimlerde çarpıcı fotoğraflarla yansıyor bu anlar. Fışkıran buharlar Ugo ve Corrado’nun üstüne çöküyor sanki.

Evde, yatak odasında Giuliana, gecenin bir yerinde telaşla dereceyi buluyor ve koltuğunun altına yerleştiriyor. Ugo derin uykuda. Yataktan çıkan Giuliana, oğlunun odasına bakıyor. Oğlunu robotunu hareket halinde görüyor. Robotu durduran Giuliana, oğlunun başını şefkatle okşuyor. Ardından da alt kata inmek için merdivenlere yöneliyor. Uğultulu gibi duyulan müzik de gerilimli. Bir şeylerden korkuyor sanki Giuliana. Yüzüne bir maske gibi iniyor bu korku. Alt kata inmiyor. Derecesine bakıyor. Sonra tuhaf bir sandalyeye oturuyor. Kendini okşamaya başladığında kocası geliyor. Ugo dereceye bakıyor. Giuliana kâbuslar görüyor o kazadan sonra. Nevrotik takıntılar zihnini kuşatmış Giuliana’nın. Sonra Giuliana, Ugo’ya kâbusunu anlattıktan sonra öpüşüyor Giuliana, ama ayağa kalkıyor. Ugo ona karşı şefkatli miydi? Karısıyla eskiden olduğu gibi sevişmek istiyor sadece belki. Yakın planda birbirlerine sarıldıklarında, kamera hafifçe yukarı doğru “tilt” yapıyor. Derinlik bulanık yansıyor bir an.

Kamera, kesmeyle binanın sıvası dökülmüş gri duvarından geriye zum yaparken, 1964 model Alfa Romeo Giulia Sprint GT beyaz arabasından siyah paltolu Corrado çıkıyor. Gündüz. Corrado, boş ve dar sokakta yürümeye başlıyor. Binalardan gri gökyüzü de yansıyor. Corrado, bir binanın önünde duruyor, sonra da buğulanmış camın ardından içeriye bakıyor. Kapısı açık, ama içeri girmiyor. Gri duvara yaslanıyor sonra. İçeriden Giuliana çıkıyor ve “Beni mi bekliyordunuz” diyor. İçeri giriyorlar. Giuliana, burayı badana yaptırıyormuş. Ama renkler de önemliydi. Burayı dükkân olarak kullanacakmış Giuliana. Onda unutkanlık da başlamış kazadan sonra. Corrado bir şeyler fark ediyor onda. Konuşuyorlar. Corrado, Milano’da yaşasa da Trieste’de doğmuş. Sonra dışarı çıkıyorlar. Üzerinde siyah şalı ve gri mantosuyla Giuliana çıkarken ışığı söndürmüyor. Sokakta yürürlerken, yukarıdan gazete sayfası aşağıya süzülüyor. Giuliana, ayağıyla düzeltip gazeteye bakıyor. Corrado arabasına giderken, Giuliana tablalı ihtiyar satıcının sandalyesine oturuyor sokakta. Sokak bomboş. Yorgun Giuliana, kalkıp boş sokakta yürüyor. Corrado, Ferrara’ya gidecekmiş. Ya Giuliana?

Şehirdeler. Gökyüzü gri. Giuliana, siyah manto giyinmiş ve orada balıkçı tezgâhına bakınıyor. Antonioni, Giuliana’nın elbiselerini değiştirdiğini göstermeyerek zihinsel bulanıklık yaratıyor zaman üstüne. Pahalı canlı balık almak istiyor. Corrado ona balıklar hakkında konuşuyor. Giuliana bunu istemiyor. Çünkü onun korkuları vardı. Bir de insan sevdiği hayvanı yiyebilir miydi? Milyonlarca yıldır yiyen insan elbette yerdi. Besin zinciri diye bir şey de vardı. Bir apartmana giriyorlar. Corrado, merdivendeki Giuliana’ya “Beni yer miydin” diye soruyor. Giuliana da, “Eğer sevseydim” diye cevap veriyor. Corrado birini arıyor bir dairede. Evin hanımı (Lili Rheims) içeri alıyor onları. Gri kazaklı Giuliana, Ugo’nun onun hakkında konuşup konuşmadığını merak ediyor. Ya kazadan bahsetmişse? Giuliana, oturduğu divanda desenle oynarken, hastanede bir kızla tanıştığını söylüyor Corrado’ya. Kız çok hastaymış ve her şeyi istiyormuş. Doktor ona, sevmeyi öğrenmelisin demiş. Birini, bir şeyi sevmeyi öğrenmesini istemiş. Ama hiçbir şeyi sevememiş genç kadın. Corrado, bir psikiyatr gibi yaklaşıyor Giuliana’ya tanıştıklarından beri. Kadın, yer çöküyormuş gibi hissediyormuş. O da nevrotik. Corrado bu daireye, kadının kocasına iş teklifi yapmak için gelmiş. Kadın onlara kırmızı şarap ikram ediyor. Kadın, teknisyen kocasının uzakta çalışmasını istemiyor. Sonra dışarı çıkıyorlar. Kamera da onları arkadan kayarak takip ediyor. Mario Medicina’ymış. Corrado oraya gitmek istiyor Giuliana’yla beraber. Arabaya doğru yürüyorlar. Kamera “kesme”yle (cut) Mario’nun olduğu yere gidiyor. Antonioni bu iki sahne arasında zihinsel bulanıklık yaşatıyor. Sahnenin, mekânın değiştiği bir an sonra anlaşılıyordu.

Gökyüzü gri. Corrado, aradıkları adamı tanıyor. Mario (Giuliano Missirini) yanlarından geçip giderken, Giuliana onun halini hatırını soruyor. Centilmen adam, bu nazik hanımefendiyle konuşmaktan mutlu oluyor. Corrado ve Mario konuşurken, Giuliana etrafta dolaşıyor aylak aylak. Meraklı Giuliana, buraların Bologna Üniversitesi’ne ait olduğunu da öğreniyor. Burası, yıldızları dinlemek ve incelemek içinmiş. Mario da büyük maaş olmadıkça teklifi kabul etmeyecekmiş. Corrado ne yapacaktı?

Kamera, renkli desenleri olan kulübeden geriye çekiliyor gri gökyüzü altında. Başka bir yerdeler. Hafta sonu. Orada kahverengi montlu Ugo da var. Antonioni yine iki sahne arasında zihinsel bulanıklık yaşatıyor. Bir an sonra başka bir mekânda olunduğu anlaşılıyor. Antonioni bu anlarda da çevre felaketlerini gösteriyor. Fabrika atıklarından dolayı suda balık pek yaşamıyormuş. Medicina’dan sandviç alacaklarken, satıcı yılanbalıklarının petrol koktuğunu söylemiş Giuliana’ya. Burada, karı-kocanın kulübesi var uzun süre uğramadıkları. İçeride vahşi doğa resimleri de var. Açık renk trençkotlu Corrado, Ugo içeri girdiğinde bir yere ait olmadığını söylüyor. “İşte bu yüzden sürekli yer değiştiriyorum” diyor. Corrado ve Ugo, dışarıda baş başa dolaşırlarken, Corrado’nun kaza sırasında nerede olduğunu soruyor. Ugo, Londra’daymış. Dönmesinin gerekmediğini söylemişler Ugo’ya. Onlar konuşurken, kamera da geriye doğru kayıyor zaman zaman. Giuliana’nın travmasının nedenlerinden biri kocasının yanında olmaması mıydı? Corrado, fabrika atıklarından dolayı bataklığa dönüşmüş suya taş atıyor. Giuliana’ya doğru yürüyor. Corrado, fabrikanın bacalarının tüttüğünü görüyor. Grev bitmiş miydi? Kamera sağa çevrinme yaparak uzakları gösteriyor. Giuliana, “Solcu musun, yoksa sağcı mısın” diye soruyor Corrado’ya. İnanılacak ne vardı? “Birine Tanrı’ya inanıp inanmadığını sormak gibi bir şey bu” diyor sonra Corrado. Ona göre inanılacak ne vardı? Kamera sağa doğru kaymaya başladığında Corrado, insanlığa bir bakıma, biraz adalete, biraz da gelişime inandığını fısıldıyor devasa elektrik direklerine bakarken. Corrado, “Bazıları sosyalizme inanır, belki. Önemli olan insanın, kendisinin ve başkalarının gözünde inandıklarına uygun davranmasıdır” diyor. Önemli olansa vicdanın rahat olmasıydı. Corrado’nun vicdanı da rahat. Belki de liberaldi. Giuliana, “Bir sürü süslü kelime” diyor. Giuliana,“İşte oradalar” derken, kamera da kirli havadan dolayı puslu görünen derinliği yansıtıyor ardından. Yağmur da yağmaya başlıyor. Ugo, yarı Alman Max’ı (Aldo Grotti) ve siyah kısa saçlı eşi Linda’yı (Xenia Valderi) Corrado’yla tanıştırıyor. Giuliana, onlar konuşurlarken uzaklaşıyor. Geçen gemiye bakıyor. Max ve Linda arabalarına gidiyor. Corrado, Giuliana’yla arabaya doğru yürüyorlar. Sadece Ugo’nun arabası var. Biniyorlar.

Şömine yansıyor. Yeşil elbiseli sarışın genç kadın Milli (Rita Renoir) ayaklarını ısıtırken kamera da geriye doğru çekiliyor. Emilia’ya Milli diyorlar. Bir barakadalar. Giuliana da siyah giysili. Burjuvaların küçük toplantısına dönüşüyor her şey. Masada yemek yiyip içiyorlar. Bıldırcın ve yumurtaları üzerine sohbet derinleşmiş. Bıldırcın yumurtaları afrodizyak gibiymiş. Üstelik. Sıkılan Milli, yatakta kitap okuyan Linda’nın yanına gidiyor. Bu odadaki ahşap duvarlar kıpkırmızı. Max, içki şişesiyle onların yanına gidiyor. Sarışın kadını da okşuyor karısına fark ettirmeden. Giuliana da, üzerine söylev verilen tabaktaki bıldırcın yumurtalarına bakıyor. Linda, “Milli, yumurta olsun ya da olmasın sen her zaman sekse hazırsın” diyor imalı. Giuliana yatağa otururken Ugo da içeri giriyor. Yüzüstü uzanmış Linda’nın çıplak bacaklarını okşuyor Ugo. Burjuva ahlakının çöküşünün belgeseli mi yansıyordu bu barakadan? Milli, Augusto’yla berabermiş. Ama o, kendinden az kazanan biriyle yatağa da girmezmiş. Konuşulanlara kulak veren Corrado da yatağa geliyor. Milli, Corrado’ya yaklaşıyor. Giuliana da aynayla oynuyor o anda. Giuliana’nın avucunda haşlanmış bıldırcın yumurtası var. Yiyor. Etkisini hemen gösterir miydi seks için? Yataktan çıkıp masaya giden Giuliana, tabaktaki bıldırcın yumurtalarını yiyor. Sonra radyodan gelen müzikle yatağın üstünde dans eden Giuliana, sevişmek istediğini söylüyor. Çok eğleniyorlar bu sözlerle. Max’ın gözü Milli’de ve onun bacaklarını okşamaya başlıyor. Ugo da Linda’yı okşuyor. Bu erotik bir orji gibiydi. Ama sevişme yok. Ugo sigara yakarken, kulübeye bir genç geliyor. Şaşkınlıkla olanlara bakıyor. Gelen Orlando. Bir kadınla gelmiş. Orlando, Max’ın fabrikasında çalışan çapkın biriymiş. Siyah saçlı kızın adı Iole. Tesadüfen Max’ın teknesinin adı da Iole’ymiş. Hemen konuşmalar sekse kayıyor. Çeşitli kültürler de sohbete
dâhil oluyor. Köpekbalığı yüzgeci enerjiyi arttırıyormuş. Ya gergedan boynuzları? Dışarısı sisler içinde. Orlando ve Iole çıkıyorlar. Kamera yatak odasına girdiğinde görüntü bulanık yansıyor. Kameraya arkası dönük Giuliana doğruluyor. Corrado, Giuliana’ya bakıyor. Linda ve Milli’nin yanında uzanmış Ugo üşüyünce yataktan çıkıp şömineyi yakmaya uğraşıyor. Max da ona yardım ediyor. Giuliana da onların yanına gidiyor salona. Kendine içki doldururken pencereden sisli dışarısına bakıyor. Kıyıdan koca gemi demirliyor barakanın yakınında. Corrado’nun kapitalist aklından bir fikir veriyor bu. Bu limanda gemiler, boşaltma-yükleme yapınca iyi olurmuş. Max, Milli’ye gemideki genç bir adamı gösteriyor. Epeydir kadınsız olabilirmiş. Giuliana, kocasına içki verdikten sonra gülümseyerek kulağına “Sevişme isteğim doğru” diyor. Giuliana, sevişmekten de mi korkuyordu? Erkekler, birden işlerden konuşmaya başlıyorlar. Ciddi işlerdi. Antonioni bu anlarda bu dar mekânda kamerayı genelde kaydırıp durmuş. Üşüyen Milli, barakanın tahta kopartıp şömineye atıyor. Corrado da tahtaya boks yapar gibi yumruk atıyor ardından. Max’ın barakası şömineye gidiyor yavaşça. Burayı genelde Orlando kullanıyormuş. Giuliana, gemiye bakıyor pencereden. Hiç sabit durmuyormuş. Uzun süre de denize bakamıyormuş. Corrado’yla konuşuyor Giuliana. “Sen neye bakacağını merak ediyorsun, ben nasıl yaşayacağımı” diyor Corrado. Aynı şey miydi bu? Sonra ikisi de gemiye bakıyor pencereden. Linda, diğerlerinin duymadığı bir çığlık duyduğunu söylüyor. Giuliana da birinin çığlığını duyduğunu söylüyor sonra. Giuliana, Linda’ya “Neden belki dedin” diyor. Kamera sola çevrinerek Linda’yı izliyor. Linda, barakanın kapısını açıyor ve gemide sarı bayrağın çekilişine bakıyor. Bu bayrak salgın hastalığı mı haber veriyordu? Giuliana telaşa kapılıyor ve hemen gitmek istiyor. Sakinleştirici sözler Giuliana’yı sakinleştiremiyor.

Beraberce dışarı çıkıyorlar. Kirli havanın sisi her yeri kuşatmış. Arabalara koşuyorlar, ama Giuliana çantasını unutmuş. Corrado çantayı almak için giderken, Giuliana gitmesini istemiyor. Salgından korkuyor. Cankurtaran (ambulans) yanlarından hızla geçiyor gemiye ulaşmak için. Corrado barakaya doğru giderken, Giuliana kolundan onu tuttuğunda diğerlerinin onları izlediğini görüyor Giuliana. Niye öyle bakıyorlardı? Nerdeyse sislerin içinde kaybolur gibi görünüyorlar. Bunlar, Giuliana’nın bakışlarıyla yansıyor. Giuliana arabaya biniyor ve tek başına gidiyor. Kıyının tam ucunda durabiliyor Giuliana.

Evdeler. Ugo, oğluyla oyun-deney yaparak onu eğitmeye uğraşıyor salonun bir köşesinde. Giuliana da bavulları hazırlıyor kocasının yolculuğu için. Ugo, Giuliana’nın Linda’yla kalmasını istiyor evde. Ugo, Giuliana’nın gece uyanmalarından endişe ediyormuş. Aralarında mesafe olduğu hissediliyor ikisinin de. Zaten sevişmiyorlar. Sadece edilen zoraki birkaç kelime dışında da aralarında pek bir şey yok. Bir de oğulları Valerio var elbette.

Gri gökyüzü altında sisler içinde petrol çıkartma platformuna yanaşmış bir gemi yansıyor uzaktan denizde. Siyah mantolu Giuliana platformun üzerinde. Kamera, platformdaki soğuk boruların üzerinde dolaşır gibi çevrinme yapmaya başlıyor sonra. Fosil yakıtlar, dünyanın iklimsel olarak dengesini bozuyor ve küresel ısınmayla felaketler yaşatıyordu günümüzde. Petrolün çevresel yıkımlarını yıllar öncesinden bu filmiyle öncelemişti büyük usta. Corrado da orada. Gemiden açık renkli aynı trençkotunu giymiş Corrado gemiden platforma geçerken yansıyor sonra. Corrado petrol işinde. Giuliana, buraya ne getirdiğini merak ediyor. İş dışında. Giuliana, her şeyi yanına almak istermiş. Corrado’ysa her şeyi özlemek istiyor. Şehri, sokakları, evdekileri vb. Geriye dönüldüğünde her şey aynı kalır mıydı? Ev, eşyalar, insanlar aynı şekilde kalır mıydı? Giuliana da böyle düşünüyor. Geri dönmemek üzere gitse Corrado’yu da yanında götürürmüş Giuliana. Çünkü o, buradaki hayatının parçasıymış. Ugo, Corrado gibi ona baksaydı belki kendisi hakkında çok şey öğrenebilirmiş. Kaza mı, yoksa Ugo’nun yanında olmaması mı Giuliana’nın ruhunu yaralamıştı? Giuliana’nın anlattığı hastanedeki kız Giuliana’nın kendisi miydi? İntiharı bile düşünmüş Giuliana.

Corrado, harita üzerinde petrol yerini gösteriyor işte çalışacaklara. Arjantin’in Patagonya bölgesinin açıklarında yapılacakmış petrol aramaları. Güney Kutbu da Patagonya uzak değilmiş. İnsanlar maaşı ve kalacak yerleri soruyorlar. Prefabriklerde yaşayacaklarmış. Doktor bile olacakmış. Çalışanların aileleriyle ancak yılda bir defa telefonla konuşabileceklermiş çalışanlar. Az aranırsa masraflar şirketten tabii ki. Gazeteler de olacakmış. Hem de İtalyan gazeteleri. Üstelik şirket televizyona bile izin verecekmiş. Kamera doğaçlama çevrinme yaparak toplantı yapılan mekânı da gösteriyor usulca. Corrado, hayal kırıklığıyla dışarı çıkıyor. Hava puslu. İşyerinin avlusunda samanlar içinde istiflenmiş büyük cam şişeler de fark ediliyor. Buradaki işçilerle petrol çıkartılabilir miydi uzaklardaki Patagonya açıklarında?

Pencereden, haliçten geçen bir gemi yansıyor birden. Giuliana evde. Hastalanan oğlu odasında yatarken buluyor. Hizmetçi de evde. Oğlunun hastalığını şefkat göstererek anlamaya çabalıyor Giuliana. Çocuğun ayakları tutmuyor. Yoksa çocuk felci mi geçiriyordu Valerio? Eve Linda da geliyor sonra. Bu andaki çekimler çarpıcıydı. Yoğun yakın plan çekimlerle yansıyan bu anlar, sanki uykusundan uyandırılan birisinin ilk andaki algılaması gibi hissediliyor. Ya da narkozlu algılaması gibiydi. Sonra Giuliana tahtaya tebeşirle resim çiziyor. Giuliana ve Ugo, oğullarına okul öncesi eğitim vermeye başlamışlar. Onunla deney-oyun bile yapıyorlar. Valerio’nun oyuncakları bile evdeki derslerin parçası. Valerio, annesinden masal anlatmasını istiyor kendine. Giuliana bildiği bütün masalları anlatmış ona.

Giuliana’nın anlattığı masal yansıyor birden. Kamera, aşağıya “tilt” yaparken, görüntü de bulanık yansıyor. Görüntüye denizde yüzen ergenlik çağındaki masal kızı (Emanuela Paola Carboni) girince görüntü netleşiyor. Masal kızı yüzerken, Giuliana’nın da dış sesi duyuluyor. Masaldaki kız, onu ürküten yetişkinlerden sıkılmış. Erkek çocuklardan da hoşlanmıyormuş. Çünkü hepsi yetişkin gibi gözükmeye çalışıyorlarmış. Bu yüzden yalnızmış karabataklar, martılar, vahşi tavşanların arasında. Denizin dibinin görüldüğü ısız bir koy bulmuş kız. Orayı sevmiş. Bikinili kız denizden çıkıp kızgın kumlara uzanıyor. Sonra da oradan ayrılıyor masal kızı. Ertesi gün tekneler görmüş açıkta. Saklanmış. Sonra etkilendiği tekneye doğru yüzmüş kız. Tekne dümen kırıp uzaklaşmış oradan. Bu onun için gizemliymiş. Kız kıyıda şaşkınlıkla etrafa bakınırken ilahiye dönüşen kadın sesi duyuluyor. Tıpkı ön jenerikteki gibi. Kız etrafına bakınırken, kamera yakın planda çarpıcı çekimle yansıtıyor bu anı. Kız sanki kamerayla birlikte dönüyormuş gibi hissediliyor bu anda. Kız, kadın sesini duyuyor, ama kadını göremiyor. Bu da mı gizemliydi? Ses denizden mi geliyordu? Kız hemen denize giriyor ama bir şey göremiyor. Kız, kayaların olduğu yere doğru yüzüyor. Kayalar insanlara mı benziyordu? Bu masal, Giuliana’nın ruhunun içindekinin dışavurumu gibiydi.

Kamera, evin salonuna dönüyor. Haliçten bir gemi geçerken yansıyor. Giuliana, keder yüklü gözlerle iskeleye bakıyor o anda. Hizmetçi, Giuliana’ya dergileri veriyor. Sonra Giuliana, oğlunun odasına girecekken, Valerio’nun yürüdüğünü görüyor. İçeri giriyor ve oğlunun vücudunu yokluyor. Az önce olanlar neydi? Oğlunu felçli mi olarak düşünmüştü? Oğluna sarılıyor, onu doya doya öpüyor Giuliana. Oğlunun bir şey dediğini sanıyor, sonra da aşağı kata iniyor Giuliana. Altta da gerilimli müzik duyuluyor.

Gri mantolu Giuliana dışarıya çıkıyor. Kıyıdan yürüyor. Sonra otele geliyor. Resepsiyona oda numarası soruyor, ama kimin olduğunu bilmiyor. Telaşlı ve korku içinde Giuliana. Birden Corrado’nun adını hatırlıyor. Oda numarasını öğreniyor ve Corrado’nun pembeli odasına gidiyor. Bembeyaz koridor uzanıyor. Corrado odasından çıkıyor, koridorun ucunda bekliyor onu. Odasına giriyor. Corrado oğlunu soruyor. Valerio’nun ona ihtiyacı yokmuş. Boşlukta Giuliana. Hep kendini kötülüyor. Derin bir depresyon içinde sanki. Giuliana, yere oturup haritayı açıyor ve bu dünyada birinin daha iyi olacağı yeri arıyor. Öyle bir yer var mıydı? Hep aynı yere dönülüyordu. Kısırdöngü. Corrado onun başını okşuyor, sanki sevişmek ister gibi. Giuliana ayağa kalkıyor ve siyah süveterini çıkartıp yatağın üzerine oturuyor. Arada bir gemi sireni duyuluyor. Corrado ayağa kalkıyor ve yatakta uzanmış Giuliana’nın büyüleyici bacaklarını seyrediyor. Kamera, Giuliana’nın başucundan sola doğru kaymaya başlıyor sonra. Gemi sireni Giuliana’nın kafasının içinde çalıyor sanki. Çarşafa sarınıyor sonra. Giuliana, bazen birilerine saldırmak istiyormuş. Corrado, bunun kötü bir şey olmadığını söylüyor. Bazen o da istiyormuş. Giuliana yardım istiyor ondan. Sonra sarılıyorlar. İhtirasla öpüşüyorlar. Geminin sireni duyuluyor sürekli. Yatağa uzanıyorlar. Corrado şehveti yaşarken, Giuliana acı içinde. Zihni karışık. Kamera, devamlı Giuliana’nın büyüleyen karşı konulmaz vücudunu yansıtıyor. Giuliana birden ayağa kalkıyor ve gardırobu kapatıyor. Sonra da gözü beyaz perdesi olan pencereye takılıyor. Pencereye doğru yürüyor. Perdeyi açıyor. Karanlık çökmüş. Kamera, sokağı yansıtırken, birini de gösteriyor. Giuliana oturuyor. Corrado, yarım kalan sevişmeyi sürdürmek isterken, Giuliana ne yapacağını hiç bilemiyor. Divana uzanıyor. Corrado onu sürekli okşuyor. Kamera, beyaz çarşaflı yatağı bulanık gösteriyor. Sonra da Giuliana yatakta kendini Corrado’ya bırakıyor. Sevişmeden sonra kamera pembeli komidin ve abajurdan sağa çevrinme yapıyor. Giuliana uyanırken, gemi sireni de duyuluyor.
Gece. Giuliana dışarı çıkıyor. Corrado da peşinden koşuyor. Corrado’nun beyaz arabasına biniyorlar. Giuliana’nın açmak istediği dükkâna gidiyorlar. Corrado, Giuliana’nın ne yapmak istediğini soruyor. Giuliana, “Hiçbir şey” diyor. İnsanların kendisi hakkında endişelenmelerinden hep rahatsızmış. Doktorların bile. Yalnız bırakılmadığı zamanlar kendini hasta hissediyormuş. Gerçekliği yeniden düzenlemek için hastanede dediklerinin aynısını yapmış. Sadakatsiz bir eş bile olmayı becermiş. Giuliana, “Gerçekliğin korkunç bir yanı var” diyor. Ama ne olduğunu da bilmiyormuş. Ona bunu kim söyleyecekti? Corrado bile yardım etmemiş. Corrado çıkarken, kamera da çok yakın çekimle onu yansıtıyordu sağa çevrinme yaparken. Corrado sokakta ve ne yapacağını bilemiyor. Kamera kapıdan onu yansıtıyor bu anda. Sanki Giuliana’nın içinden çıkıp gidiyormuş gibi.

Limanda. Kamera, yarıya kadar kırmızıya boyanmış gemiyi gösterirken, Giuliana da geminin yanında endişe ve korku içinde yürüyor. Yolunu kaybetmiş gibi. Yağ içindeki kirli denize bakıyor sonra. Gemiye çıkacakken bir çalışan geliyor. Giuliana adama, geminin yolcu alıp almadığını soruyor. Adama pek anlayamadığı şeyler söyleyip duruyor sonra Giuliana. Oradan keder yüklü ayrılıp gidiyor Giuliana.

Gündüz. Fabrika bacalarından ayrılan kamera, sağa çevrinme yaparak duvar dibinde kendi başına oynayan Valerio’yu gösteriyor. Buharlar çıkıyor her taraftan. Valerio’nun yanına yeşil mantolu Giuliana geliyor. Valerio, bacadan çıkan dumanın neden sarı olduğunu merak ediyor. Kuşlar ölür müydü? Ama kuşlar zekiydi. Sarı dumanın zehirli olduğunu öğrenmişlerdir. İstiflemiş atık bidonları bir an bulanık yansıyor. Gidiyorlar. Kamera, doğayı kirleten fabrikanın üzerinde bir an kalıyor ve film bitiyor. Her şey başladığı yere dönüyormuş gibiydi sanki. Kısırdöngülerdeki gibi. Zihinsel bulanıklar da çoğalıyor ardından. “Bütün bunlar yaşanmış mıydı” kuşkusu da sarıyor her tarafı. Giuliana’nın algısı, seyircinin algısını kaosa mı sürüklüyordu? .

Antonioni, sadece Giuliana’nın ruhunun çölleşmesini anlatmıyor. Giuliana’yla Dünya’yı özdeşleştirmiş bu filmiyle sanki. İnsanlık, karşı konulamaz hırsıyla doğayı mahvediyordu. İnsanlığın istikrarsız “istikrarlı büyümeleri” çevreyi kirletiyordu. Küresel iklim değişiklikleri ve küresel ısınma yaşanıyordu. Antonioni, insanlık böyle devam ederse “mavi gezegen” Dünya, “kızıl gezegen” Mars’a dönüşecek diyor bu filmiyle yıllar öncesinden. Filmin adı “Kızıl Çöl”, Mars’ı simgeliyor. Dünyanın psikolojisi bozuldu işte.

(14 Mart 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Chantal Akerman ile Bir Ömür

Sinema evreninin en kişisel yönetmenlerinden birisidir Chantal Akerman. Gizlisi saklısı yoktur. Yaşamına ait her şeyi filmlerinde sergilemekten kaçınmamıştır. Geçtiğimiz Ekim ayı içinde zamansız ölümünün ardından bizlere 47 filmlik eşsiz bir koleksiyon bıraktı Belçikalı yönetmen. Bunlardan nadide parçalar 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali kapsamında 10 – 20 Mart tarihleri arasında İstanbul Modern’de gösteriliyor.

Onbeş filmlik programıyla ülkemizde Akerman adına düzenlenmiş en geniş kapsamlı retrospektif bu. Joseph Conrad uyarlaması 2011 yapımı son kurmaca uzun metrajı ‘Budala Almayer / La Folie Almayer’ ile başlayacak olan program sanatçının üretken kariyerinin farklı mecralarda karşımıza çıkmış önemli dönüm noktalarını karşımıza getiriyor. Henüz onsekiz yaşındayken Chaplinvari yerinde duramazlığıyla çektiği ve bizzat oynadığı ilk kısa filmi ‘Şehri Patlat / Saute Ma Ville’ ile dikkatleri üzerine toplar Akerman. Zengin filmografisinin içinde her daim yer alacak olan kısalarının belki de en çarpıcısı olan bu film yönetmenin daha sonra çekeceği başyapıtlarının ilk habercisidir. 1972’de çektiği kısa filmi ‘Oda / La Chambre’ ve 1974 yapımı ilk uzun metrajı ‘Ben, Sen, O / Je, Tu, Il, Elle’de yine oyuncu olarak yer alır.

Ardından başyapıtı ‘Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce 1080 Bruxelles’ gelir. Baş karakterin adı ve posta adresinden oluşan ismi gibi süresi de uzun olan (3 saat 20 dakika) ve sinema tarihinde bir
benzeri olmayan bu müthiş filmde kırklı yaşlardaki dul bir kadının iki tam gününü izleriz. Mütevazı ufak dairesinde ergen oğluyla birlikte yaşar Jeanne Dielman. Sabah karanlığında uyanır, liseli oğlunun giyeceklerini ve kahvaltısını hazırlar, bulaşıkları yıkar, alışverişe gider, yemek pişirir, komşusunun bebeğine bakar, akşama doğru 5.00 – 5.30 arası onu seks için arayan erkek müşterilerini kabul eder.

Yüzde sekseni kadınlardan oluşan bir ekiple çektiği filminde bir ev kadınının göze görünmez gündelik işlerinin bir ritüel halinde sergilenişidir Jeanne Dielman. Bir Yahudi ailesinin kadınlar ortamında büyümüştür Akerman. Büyükbabasının hayatta olduğu çocukluk yıllarında ritüeller önemlidir evlerinde. Annesinden, büyük teyzelerinden, halalarından hafızasına kazınmış tüm jestler bir bir sıralanır çizgi dışı yapıtında. Her gün her an ne yapacağını bilmenin verdiği huzurun altını çizer yönetmen söyleşilerinde. Bu organize yaşamın akışında bir aksama, bir boşluk belirdiğinde yaşanacak gerilimin ölümcül patlama noktaları olacaktır. Önlüklü ev işçiliğinin yanısına seks işçiliği metaforunu da ustaca kullanan ‘Jeanne Dielman’ bir kadının sıradan ev hayatında cinayetle yemek pişirmenin aynı dehşete sahip olabileceğini gösteren gerilim duygusuyla eşsizdir.

Yönetmenin verimli yetmişlerinden önemli belgeselleri ‘Hotel Monteray’ ve ‘Evden Mektuplar / News From Home’ da seçkinin değerli parçalarından. Sonuncusunda Akerman’ın 1977 yazı boyunca çektiği New York görüntülerine annesinin Brüksel’den yazdığı yirmi adet mektup eşlik eder. Kızının özgürce yolunu bulmasını arzulayan ancak içten içe onun sağlığı için endişe duyan annenin içten mektupları Akerman’ın annesiyle kurmuş olduğu derin ilişkiyi ortaya koyması açısından önemlidir. Yönetmenin parlak yetmişlerini noktalayan ‘Anna’nın Randevuları / Les Rendez-Vous d’Anna’ ne yazık ki yer almıyor bu toplamda. Aurore Clément’ın canlandırdığı Akerman’dan izler taşıyan film yönetmeninin Almanya’dan Paris’e tren yolculuğu boyunca yaşamına girmiş erkekler ve kadınlar ile Lea Massari’nin yorumladığı annesiyle kısa buluşmalarını öyküleyen çok başarılı yarı otobiyografik bir çalışmadır bu.

Akerman’ın birkaç uzun metraj dışında kısalar, video ve televizyon için yaptığı işler, deneysel filmler ve belgesellerle üretkenliğinden hız kesmediği seksenli ve doksanlı yılları çok sınırlı yer bulabilmiş bu toplu gösteri programı içinde. Ancak 2000’lerin hemen başında çektiği Marcel Proust uyarlaması ‘Kadın Tutsak / La Captive’ ihmal edilmemiş. Yazarın ‘Kayıp Zamanın İzinde / A La Recherche du Temps Perdu’ adlı anıt eserinin beşinci bölümü ‘La Prisonnière’in günümüzde geçen bu serbest uyarlaması işsiz güçsüz zengin bir erkeğin Ariane’ı lüks malikânesine hapsetmesi, onu sürekli izlemesi ve izletmesi üzerinedir. Babası Jacob Akerman’a ithaf ettiği filmde nesneleştirilen ve erkeğin mülkiyeti haline gelen genç kadının özgürlük mücadelesini izleriz.

‘Chantal Hakkında Her Şey’ adıyla sunulmuş olan retrospektifin önemli sürprizlerinden bir diğeri yönetmenin 2009’da çekmiş olduğu ‘Sonia Wieder-Atherton ile Doğu’da’ belgeseli. Ailesinin köklerini araştırdığı çalışmalarının bir devamı niteliğinde olan bu çalışmasında ünlü viyolonsel virtüozunun yorumladığı Yahudi ezgileri eşliğinde kayıp bağlantıların peşinden soykırımı, yersizliği, yerinden edilmeyi, kendi deyişiyle annesinin anlatamadıklarının izini sürmeye devam eder Akerman. Bu eşsiz toplu gösteri sanatçının vasiyet filmi ‘No Home Movie’ ile noktalanıyor. Auschwitz’den sağ çıkabilmiş bir Polonya Yahudisi olan annesi Natalia Akerman’ı 2013’teki ölümünden önce çektiği görüntüleriyle belgelemiş olan sanatçının filmi sadece kişisel yaralarla ve onları çevreleyen şeylerle ilgili değil. Mekânın ve zaman ruhunu en iyi yakalayabilmiş sinemacılardan birinin bize dünyaya bakmanın farklı biçimleri üzerine kafa yorduran son armağanı bu. Akerman ile henüz tanışmamış genç sinema tutkunlarının özellikle kaçırmamaları gereken önemli bir fırsat bu retrospektif.

(08 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İki Mizah Filmi Bir Arada: Kaçma Birader, Ali Kundilli 2

Söz toplumu olduğumuz için hemen her anlamı sese yüklüyoruz. Yasımız da öyle, mizahımız da… Sese anlam katmak daha mı kolay geliyor, yoksa gelenekselleştiği için mi böyle bilemiyorum.

Bu hafta iki komedi filmi birden giriyor gösterime. İkisi de birbirinden komik, kahkahalarla izleyeceğimiz kesin. Açık söylemek gerekirse, bu öngörümün tutmasını, iki filmin de gişe yapmasını isterim… Ancak bir noktaya değinmeden geçmek istemiyorum: Söze dayalı mizah iki filmin de ana izleğini oluşturuyor.

Tam Aziz Nesin’lik

Temel olarak sözle mizah yaptığımız için Aziz Nesin’den başlayarak -buna meddah geleneğini de katmalı- bir kişilik gösteriler de dahil bu yapıyı devam ettiriyoruz. Buna da bağlı olarak, bir görsel şölen olan filmlerde mizah görüntüde de olmalı, bunun için çaba harcamalı. Aklıma ilk gelen, kuşkusuz Şarlo. Charles Chaplin, ses imkânı bulunmadığından görüntüye yüklenmek zorundaydı. Kim bilir, belki ses olsa o kadar düşmezdi üzerine… Ama elimizdeki en somut örnekler onlar.

Kaçma Birader

Yozgatlı bir ailenin, çocuğu kaçınca peşinden İstanbul’a gelmesi ve Beyoğlu’nda yaşadıklarını anlatan “Kaçma Birader”, oyuncularının da katkısıyla seyirciyi içine alıyor, daha başlangıçta. Kaçma kovalamaca sahneleri -ki en kolay değerlendirilebilecek sahnelerdir- bile filmin bütününün taşıdığı komikliği omuzlayamamış.

Kötü bir film mi? Hayır! İyi bir film. Ama daha güçlü olabilir miydi acaba diye sormaktan alamıyorum kendimi. Sanıyorum doğrusu, oyunu abartmak yerine sahiplenmek gerekir. Siz ne yapardınız, ne görmek isterdiniz, ne olursa gülersiniz ve benzeri soruları oyuncular kendilerine sormalı. Tiyatral oynamak yerine içselleştirmek daha doğru olacaktır.

Bu, sadece Yeşilçam filmlerinin havasını taşıyan, “Kaçma Birader”e özgü bir sorun/sıkıntı değil. Yukarıda da değindiğim gibi hep, her zaman karşımıza çıkan bir durum. Belki de işin kolayı bu. Kolaya kaçmanın ekonomik, sosyolojik, sinemasal, kültürel bir sürü gerekçesi bulunabilir, sıralanabilir… Ama insan “Ah be, keşke…” diyor… Daha iyisini istiyor muhakkak.

Ali Kundilli 2

İlk filminde izleyicinin beğenisini kazanan Ali Kundilli 2, daha bir görsel mizahla süslü bir film. Ancak onda da “Bak, ben nasıl yapıyorum, görün beni/bizi” dedirtmek için abarttıkça abartılmış. 8 aylık hamile kadının normal yürüyüşü bile -heyecan olsun diye hırsızlık yaptıkları sahnede- yeterince komik olacaktır zaten… Ufak rötuşla mizahı ortaya çıkartmak mümkün… O sahnede göz, Ali Kundulli’den bekliyor aslında o abartıyı…

Girişten itibaren kahkaha

İlk filmde eşine ne denli büyük bir aşkla bağlı olduğunu gördüğümüz ve İlknur’la evlenmek için başına gelmeyenin kalmadığı Ali Kundilli’yi düğünden 8 ay sonrasında yeniden takip ediyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen istekler, canından bezdirecek hale gelse de sakinliğini koruyan Ali Kundilli, sinirlenmesiyle birlikte doruğa çıkıyor. Hele bir ön hazırlık var… Bebeğe iyi bir baba olup olmayacağı imtihanı, filmin başında yakalıyor izleyiciyi… Kahkaha atmamak elde değil.

Yeşilçam diliyle söylersek, filmde soğukkanlı geçişler var. Bunda, abartısız olmanın etkisi olduğu kadar senaryodaki eksiklikler önem taşıyor. Gördüğü rüyanın arkasından Ayvalık’a, babaanne evine gitmeleri, hele kendilerini takip eden Urfalı amca çok komik. Bir de üstüne üstlük, yamanmış gibi dursa da önemini vurgulamak açısından yararlı olduğunu düşündüğüm turizm meselesi var, mafyası hariç.

Gerek “Kaçma Birader”, gerekse “Ali Kundilli 2” beğeniyle izlenirken, görsel mizah için de bir kapı aralayacaktır.

“Kaçma Birader”, komedi, yönetmenler Defne Deliormanlı, Murat Kaman, oyuncular Zafer Algöz, Melek Baykal, Emrah Kaman, Algı Eke, Cihan Ercan, Nejat Uygur, Alina Boz, Nursel Köse, Necip Memili

Ali Kundilli 2”, komedi, yönetmen Faruk Aksoy, oyuncular Cem Gelinoğlu, Zeynep Aktuğ, Sami Aksu, Ezgi Tombul, Hakan Bilgin, Ayşegül Atik, Emre Mutlu, Gülnihal Demir

(03 Mart 2016)

Korkut Akın

21. Türkiye – Almanya Film Festivali Başlıyor: 04 – 14 Mart / Nürnberg

Almanya ve Türkiye birbirine hem çok uzak hem de çok yakın iki ülke. 1960’ların başında davul zurnalarla yolcu edilen ilk Türk kafilesinin üzerinden bugün 50 yılı aşkın zaman geçti. Tabii bunca yılda sevinç ve hüzünle örülü nice insan hikâyeleri yaşandı. Çok geçmeden bu hikâyeler sinemadan müziğe, edebiyattan resme birçok alanda kendisini göstermeye başladı. Özellikle son 20 yılda iki ülke halkı arasındaki önyargı yerini dayanışma ve dostluğa bıraktı. Örneğin Almanya’da azimle çalışıp Mercedesini alan Bayram’ın Almanya’dan Türkiye’ye uzanan yol hikâyesini anlatan Sarı Mercedes filmi olmasaydı Türk Sineması eksik kalmaz mıydı?

Örnekleri çoğaltabiliriz ama konumuz çeyrek asla yaklaşan tarihiyle iki ülke arasında filmlerden köprü kuran Türkiye – Almanya Film Festivali… Festival Başkanı Adil Kaya ve Festival Yönetmeni Ayten Akyıldız yine canla başla çalışarak yine titiz bir seçki ve keyifli bir program hazırlamışlar. Festivalde yalnızca Türk ve Alman sinemasının seçkin örneklerini sinemaseverlerle buluşturmakla kalmıyor renkli müzik buluşmaları ile hareketlendiriyor.

Festival, 04 Mart’ta Almanya’nın sevimli ve sakin şehri Nürnberg’te başlıyor. Festivalde bugüne kadar Şener Şen’den Fatma Girik’e; Tarık Akan’dan Fatih Akın’a Türk Sineması’na emek veren usta ve genç isimlere onur ödülü verdi. Bu yılın Onur Konuğu ise; Selvi Boylum Al Yazmalım’dan Tatar Ramazan’a; Ah Güzel İstanbul’dan Komser Şekspir’e Türk Sineması’nın unutulmaz filmlerine imza atan Kadir İnanır… Festivalin açılış günü olan 04 Mart’ta ödülünü alacak Kadir İnanır’ın 05 Mart’ta Karılar Koğuşu adlı filmi de seyircilerle buluşacak.

Festivalin açılış filmi, gözler Yahudi soykırımından kaçan Alman profesörlerin Atatürk dönemde Türkiye’ye geliş hikâyelerinin anlatıldığı Haymatlos olarak belirlendi…

Festivalin yerli film seçkisi ile oldukça renkli ve çeşitli. Çağan Irmak’ın Nadide Hayat’ından Çağatay Ulusoy’lu Delibal’a; bol ödüllü Kar Korsanları’ndan Özcan Alper ve Onur Saylak’ın bir kez daha buluşturan Rüzgarın Hatıraları’na yılın başarılı pek çok yapımı festival programında yer alıyor.

10 gün sürecek festival boyunca yarışma filmleri de dahil olmak üzere tam 42 film sinemaseverle buluşacak. 100’ün üzerinde konuğun ağırlanacağı festivalde filmlerden sonra ekiplerle söyleşiler de yapılacak. Yani 10 gün boyunca sinemanın kalbi yine Nürnberg’te atacak.

Not: 19. Nürnberg Festivali’ni yerinden takip etme fırsatı olmuş ve çok keyifli çekimler yapmıştık. Festivale dair görüntülere linke tıklayarak ulaşabilirsiniz:

(03 Mart 2016)

Gizem Ertürk

Umut Devam Edecek

5. Dalga (The 5th Wawe)
Yönetmen: J Blakeson
Eser: Rick Yancey
Senaryo: Susannah Grant-Akiva Goldsman-Jeff Pinkner
Müzik: Henry Jackman
Görüntü: Enrique Chediak
Oyuncular: Chleo Grace Moretz (Cassie), Nick Robinson (Ben), Gabriela Lopez (Lizbeth), Bailey Anne Borders (Julia), Maggie Siff (Lisa), Ron Livingston (Oliver), Zachary Arthur (Sam), Liev Schreiber (Albay Vosch), Alex Roe (Evan)
Yapım: Columbia (2016)

J. Blakeson’ın yönettiği “5. Dalga”, uzaylıların yaşattığı mahşeri anlatan bir bilimkurgu felaket filmi. Dünya kaynaklarını bencilce kullanan insanlığı ne kurtaracaktı?

Hollywood, 2016 yapımı sinemaskop “The 5th Wawe-5.Dalga” bilimkurgusuyla felaket sinemasına yeni bakış getiriyor. Doğanın öfkesinden daha çok, dış güçlerin, uzaylıların yaşattığı mahşeri anlatıyor bu film. Hikâye şok eden bir anla başlıyor. Enkaza dönüş bir mekânda bir genç kız Cassie elindeki makineli tüfekle içeride yaralı bir genç adamı görüyor ve aniden ateş ediyor. Genç adam, haça dokunurken ölüyor. Cassie, suçluluk yaşıyor ve bu ana kadar gelen şeyleri anımsıyor geriye dönüşle. Liseli güzel kız Cassie, mutlu ailesiyle Amerikan rüyasının tüm konformizmiyle yaşarken bir şeyler olmaya başlıyor. Bu olanlara kimse bir anlam veremiyor. Okulun partisinde hoşlandığı Ben’le konuşmaya çabalayan Cassie, eve döndüğünde sevimli küçük erkek kardeşi Sam’e şarkı söyledikten sonra hayatı her zamanki gibi geçip giderken felâketin ilki gerçekleşiyor birden. Önce enerji gidiyor. Elektrik ve benzin yok oluyor. Gökyüzünde bir şey de fark ediliyor geçmeden. Tuhaf bir metal yığını kasabanın semasını kuşatmış. Olan her şeyi bu metal yığını mı yapıyordu? Ardından seller, depremler, tsunamiler oluyor. Bu anlar görsel anlamda çarpıcıydı. Sonra kuş gribi insanlığı kırıp geçiriyor. Bu salgında annesi Lisa ölen Cassie, babası Oliver ve Sam’le mültecilerin kamplarına doğru yola çıkıyorlar. Kampta da tuhaflıklar insanlığı bırakmıyor. Okul otobüsleriyle kampa gelen askerler çocukları otobüse bindirip askeri üsse gönderiyorlar. Cassie, Sam’in oyuncak ayısını almaya gittiğinde otobüsler yola çıkmaya başlıyor. Binanın içinde toplanan yetişkinlerin katliamına tanıklık eden Cassie, bu güvensiz dünyada ne yapacaktı şimdi?

Uzaylılar insan gibi…

Filmin başına dönen kamera, sadece Cassie’nin peşinde dolaşmıyor. Askeri üsse götürülen çocuklara da dokunuyor. Uzaylıların beşinci dalgası da başlıyor hemen. Bu dalgada uzaylılar, tıpkı insanlar gibi görünüyorlar. Ya onlar nasıl anlaşılacaktı? Dost gibi görünen biri uzaylı olabilir miydi? Uzaylılar, takılan özel gözlükle fark edilebiliyormuş. Gençlerin ve çocukların enselerine kurşun büyüklüğünde çipe benzer şey takılıyor önce. Sonra da üssün komutanı Albay Vosch‘un gözetiminde gençler ve çocuklar askeri talim görmeye başlıyorlar. Öte taraftan Cassie de Sam’e ulaşmak için ormanda yollara düşüyor. Keskin nişancı tarafından yaralanıyor ve gözünü bir çiftlik evinde açıyor. Evan adında bir genç onun yarasını tedavi etmiş. Elbette bu dünya güvensiz ve kimin ne olduğu da belirsizdi. Küçük güven oyunları ve çatışmasından sonra beraber düşüyorlar yollara. Hatta sevişmeye bile fırsat buluyorlar bu kaosun ortasında.

Komplo teorileri mi?..

Bu filmin içinde dolaşırken merak duygusuna da saygı duyulmalı. Yönetmen ve filmi, mümkün olduğunca hikâyedeki merak duygusunu, öncelikle ikinci yarıyla beraber ayakta tutmaya çabalamışlar. Aslında filmde klasik bir anlatım üslubu var. Yönetmen anlatımını koşut kurgu üzerinde oluşturmuş. Bu anlatım tarzı gerilimin çoğalmasına katkıda bulunmuş. Her zaman böyle olur klasik anlatımlarda. Filmin görselliği yer yer çarpıcıydı. Ama 1970’lerdeki Hollywood felâket filmlerindeki gibi akılları baştan almıyor. Bilgisayar yardımlı görüntüler olmasına rağmen. Ama yine de çarpıcı mekânlar ve fotoğraflar da insanı etkiliyor elbette. Mültecilerin toplandığı kampta geçen anlar ve final bölümü görsel olarak etkileyiciydi. Elbette gençlerin gecenin içinde uzaylı sandıkları insanlarla çarpıştıkları anlar da filme değer katmış. Işık düzenlemeleri seyirciyi atmosferin içine alıyor çoğu anda. FX’te yayımlanan Stephen King’in eserinden uyarlanmış “Under the Dome” (Kubbe Altı) bilimkurgu dizisini keşfetmeseydik “5. Dalga” filminde daha çok heyecan yaşayabilirdik belki. “Under the Dome” dizisinin yapımcılarından birinin büyük yönetmenlerden Steven Spielberg olduğunu da hatırlatalım.

Gri gökyüzü altında geçen bu filmde komplo teorilerinin içine düşmeli miydi? Filmin başında görülen haç kolye güçlü bir simge miydi? Ama bunun dışında başka dini gönderme fark edemedik filmde. Dünya günümüzde küçük bir dünya savaşının içindeydi. Hatta küresel ısınmadan dolayı kuraklık da yaşanıyordu. İnsanlık, güvenli hayat ve gelecek için mülteciydi şimdi. Filmi izlerken, dünyanın kaynaklarını bencilce kullanan ve küresel ısınmayı çoğaltan insanlığı da düşünmeli. Bu dünyayı mahvedecekse insan mahvedecek. “Öteki” denilen uzaylılar değil. Bu filmdeki en güzel şey, umudun ve dayanışmanın hissettirilmesiydi.

İngiliz yönetmen J. Blakeson, 1972’de doğdu. “5. Dalga”, yönetmenin ikinci filmi. 1962 doğumlu Amerikalı yazar Rick Yancey’nin “5. Dalga” bilimkurgu romanı, üçlemenin ilki ve övgüler almış. Bu üçleme ülkemizde Pegasus Yayınları’ndan çıktı 2014-15 arasında.

Bir de filmin tüm genç oyuncularına övgü göndermeli. Bu filmin devamı da çok geçmeden gelecek herhalde. Filmin sonunda fark ediliyor bu, merak edilmesin.

(02 Mart 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bu Bir Peri Masalı Değil

15 m2 civarı genişlikte karanlık bir oda içinde tanışıyoruz Jack ve annesiyle. Bir tavan penceresinden ışık alan mekân dar alanda farklı işlevler için kullanılıyor. Yatak, banyo, mutfak, oyun alanı hepsi aynı odanın içerisinde. Ayarı bozuk bir televizyonda çizgi film oynuyor. Amerikan kırsalında yoksul bir anne oğulun yaşam kavgası diye düşünüyoruz ilk anlarda. Öyle ya beşinci yaşına basmış Jack’in doğum günü pastasına mum bile temin edememişlerdir.

Kısa bir süre sonra annenin (Ma diye hitap ediyor ona Jack) küçük oğluna itirafıyla gerçeği öğreniyoruz. 17 yaşındayken Old Nick lâkaplı komşuları tarafından kaçırılan Joy yedi senedir bu bahçe kulübesinde hapistir. Zoraki karılık ettiği adamdan olmadır Jack. Küçük çocuğunu kimselere verememiş, yaşadığı kâbusa onun varlığı sayesinde katlanabilmiştir. Jack’in dünyası Platon’un ünlü mağarasını anımsatan bu küçücük odadan ibarettir. Tavan penceresinden uzaya, televizyon ekranından yansıyan gezegenlere ve cennete uzanır yol.

Jack için güvenli sıcak bir yuvadır oda. Belirsizliğin hüküm sürdüğü dışarısı tehlikelerle doludur. Lakin yaşanan bir peri masalı değildir. Joy’un oğluna gerçeği anlatmasının vakti gelmiştir. Genç kadının kaçış planına göre ölü taklidi yaparak odanın dışına sızan küçük çocuk yeniden doğduğu dışarıdaki dünyaya uyum sağlamaya çalışacaktır.

Dublin’in kaymak tabakasından altın çocuk tabir edilen gencin bir yaz gecesi öfkesine kapılarak hayatını mahvedişini öyküleyen 2013 yılı İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllü ‘Ne Yaptın
Richard? / What Richard Did’
ve kafasında devasa bir maske taşıyan Michael Fassbender’in yorumladığı eksantrik rock grubu liderinin sıradışı hikâyesine soyunduğu 2014 yapımı ‘Frank’ ile tanıyıp sevdiğimiz İrlandalı bağımsız sinemacı Lenny Abrahamson’ın ilk paragraflarda hikâyesini özetlediğimiz son çalışması ‘Room’ bizde ‘Room: Gizli Dünya’ adıyla gösteriliyor.

İrlanda kökenli Kanadalı yazar Emma Donoghue’nin filme kaynaklık eden aynı adlı romanını okur okumaz vurulmuş Dublin doğumlu yönetmenimiz. Bağımsız ve küçük ölçekli filmler çeken bir sinemacı olarak bu çok satan romanın sinema hakları için epeyce uğraşmış. Yazarını ikna etmek için Platon’un ünlü mağara alegorisini de içinde barındıran felsefi alıntılarla yüklü uzun bir mektup kaleme aldığı biliniyor. Sonunda izni koparmış ve filmi kendi çizgisinden sapmadan kotarmış. ‘Room’ küçük boyutlu ancak zengin fantastik referanslar içeren bir çalışma.

Filmin ilk bölümü romanda olduğu gibi küçük odanın içinde geçiyor. Yönetmen, ‘Frank’in müziği ve şarkılarının da bestecisi Stephen Rennicks’in alçak tondan ezgileriyle ilerleyen ilk 45 dakika içinde klostrofobik dar alanda gerilim ve korku unsurunu ustaca işliyor. Yine romanda olduğu gibi ilkinin tamamiyle zıddı olarak dış dünyada devam ediyor hikâye. Jack’in odadan dışarıya çıkması ya da yeni ve çok daha kaotik bir dünyaya doğuşu kuşkusuz ilginç vaadler içeriyor. Abrahamson’ın işte tam bu noktada eline geçen fırsatı çok da iyi değerlendiremediğine şahit oluyoruz. Jack’in büyüme hikâyesi ve yeni bir dünyaya adapte olma serüveni yeterince güçlü değil. Özgün metinde dış dünyaya adım attıktan sonra ortadan kaybolan anneyi hikâyeye dahil ediyor Abrahamson. Ancak genç kadının uyum ve çevresiyle hesaplaşma sürecinin aktarılışının da çok etkili bir biçimde olduğu söylenemez.

Oysa filmin çok sağlam oyuncuları var. Anne Joy’u yorumlayan ve bu yıl Amerikan ve İngiliz Akademileri’nin gözdesi olarak öne çıkan ve şimdiye kadar Altın Küre ve Bafta dahil olmak üzere yirmiye yakın ödül toplayan Brie Larson 28 Şubat Pazar akşamı beklendiği gibi Oscar ödülüne de uzandı. Daha önce romantik güldürüler ve televizyon filmlerinde rol almış, ‘Short Term 12’de dikkatimizi çekmiş aynı zamanda profesyonel bir şarkıcı olan Larson kariyerinin başlarında ele geçirdiği bu şansı iyi değerlendirir umarız. Ancak filmin asıl keşfi Jack’i canlandıran küçük oyuncu büyük yetenek Jacob Tremblay. Büyük ebeveynleri canlandıran Joan Allen, William H. Macy, Tom McCamus gibi deneyimli oyuncular bu mütevazı filmin diğer önemli kozlarından.

(01 Mart 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sonunda Leonardo DiCaprio da Oscar Aldı

Sinema dünyasının en prestijli ödülleri olarak kabul edilen 88. Oscar Ödülleri, dün gece Hollywood’daki Dolby Tiyatrosu’nda sahiplerini buldu.

Sunuculuğunu siyah komedyen Chris Rock’ın yaptığı ödül töreninin en merak edileni Diriliş (The Revenant) filmiyle altıncı kez aday olan Leonardo DiCaprio’nun ödül alıp alamayacağıydı. Ve iki hafta önce, Bafta’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü de alan DiCaprio, En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı. 12 dalda aday gösterilen Diriliş (The Revenant) filmi, En İyi Yönetmen (Alejandro Gonzalez Inarritu) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Emmanuel Lubezki) ödülleriyle toplam 3 dalda ödül alabildi.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise Room: Gizli Dünya (Room) filmiyle ilk kez aday olan Brie Larson’ın oldu. Emma Donghue’nun çok satan kitabından sinemaya uyarlanan film, 5 yaşındaki oğlu ile küçük bir odaya hapsedilen annenin dramını anlatıyor.

En İyi Film Ödülü bu yıl yönetmenliğini Tom McCarthy’nin yaptığı gazeteciliği anlatan Spotlight filminin oldu. Film, ABD’deki en eski ve sürekli olarak kullanılan araştırmacı gazete birimi The Boston Globe’un “Spotlight” ekibinin gerçek hikâyesinden uyarlandı. Spotlight’ın başrolünde Mark Ruffalo, Michael Keaton ve Rachel McAdams var. 6 dalda aday gösterilen Spotlight ayrıca En İyi Özgün Senaryo ödülünün de sahibi oldu.

Gecenin en çok ödül kazanan filmi ise Mad Max: Fury Road oldu. Tom Hardy ve Charlize Theron’un başrollerini paylaştığı Mad Max: Fury Road, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Makyaj, En İyi Kurgu, En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı dalında olmak üzere 6 dalda oscar ödülü aldı.

88. Oscar Ödülleri:

En İyi Film: Spotlight (Tom McCarthy)
En İyi Yönetmen: Alejandro Gonzalez Inarritu (Diriliş / The Revenant )
En İyi Erkek Oyuncu: Leonardo DiCaprio (Diriliş The Revenant)
En iyi kadın oyuncu: Brie Larson (Room: Gizli Dünya / Room)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance, (Casuslar Köprüsü / The Bridge of Spies)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Alicia Vikander (Danimarkalı Kız / The Danish Girl)
En İyi Görsel Efekt: Ex Machina
En İyi Animasyon Filmi: Ters Yüz (Inside Out)
En İyi Görüntü: Emmanuel Lubezki (Diriliş / The Revenant)
En İyi Özgün Müzik (En İyi Film Müziği): Ennio Morricone (The Hateful Eight)
En İyi Özgün Şarkı (En İyi Şarkı): Writing’s On The Wall / Jimmy Napes ve Sam Smith (Spectre)
En İyi Belgesel: Amy
En İyi Kostüm Tasarımı: Mad Max: Fury Road (Jenny Beavan)
Yabancı Dilde En İyi Film: Saul’un Oğlu (Son of Saul) / Macaristan
En İyi Özgün Senaryo: Spotlight (Josh Singer ve Tom McCarthy)
En İyi Uyarlama Senaryo: Charles Randolph, Adam McKay (Büyük Açık / The Big Short)
En İyi Ses Kurgusu: Mad Max: Fury Road
En İyi Ses Miksajı: Mad Max: Fury Road
En İyi Kısa Belgesel: A Girl in the River
En İyi Kurgu: Margaret Sixel (Mad Max: Fury Road)
En İyi Kısa Film: Stutterer
En İyi Kısa Animasyon: Bear Story
En İyi Yapım Tasarımı: Mad Max: Fury Road
En İyi Makyaj: Mad Max: Fury Road

(29 Şubat 2016)

Serpil Boydak