Kategori arşivi: Yazılar

Sinema… Sinema

246 ayrı sanat, meslek ve disiplinden insanın çalışmalarını birleştirdiği ortaklaşa sanat… Sinema tanımını bu denli iddialı yapınca, Onat Kutlar’ın yardımını almak gerekiyor. Kutlar’ın, daha önce “Sinema Bir Şenliktir”de bir araya getirdiği yazılarının dışındaki, bana göre önemli, sinemacılar için belirleyici, izleyici için rehber yazıları yayımlandı.

“Resmin renk ve çizgi, müziğin ses, şiirin sözcükler sanatı oluşu gibi… sinema da, her biri belirli sıralı bir anlamla yüklü tek tek görüntüleri yan yana getirerek yepyeni ve karmaşık bir anlam bütünü kurar” diyor Onat Ağabey ve ekliyor: “Sinemacı seyirciye mahkûmdur.” Bunun nedenlerini, niyelerini bilmem açıklamaya gerek var mı, ama yukarıda alıntıladığım tanım yeterince ipucu veriyor.

Seyirciye mahkûm…

…çünkü bir endüstri. Seyirciye mahkûm çünkü çok pahalı bir uğraş. Seyirciye mahkûm çünkü bir ekip çalışması. Seyirciye mahkûm çünkü her kesime her şekilde ulaşabilen, mesajlarını iletebilen bir sanat.

Sadece “iş” olarak değil, bir sevda olarak baktığı bu sanatın her anında, her alanında, her aşamasında görev üstlenen Onat Kutlar, görüşlerini, umutlarını ve önerilerini sıralıyor.

Ölümünün üzerinden geçen 23 yılda çok şey değişti, sansür dışında. O da en çok sansürle savaşımını anlatıyor zaten. Tek fark var: Onun zamanında toplumsal muhalefet var ve ses çıkarıyor, bugün, iletişim araçlarının bu kadar gelişmiş ve yaygın olmasına karşın ses hatta soluk bile çıkmıyor. Bu da bizim ayıbımız.

Antalya…

Altın Portakal, artık ‘Film Festivali”, ama ne film kaldı ne yarışma… Sansürle başlayan, tepkilerle devam eden bu tarihimizin en uzun ve en önemli festivali, belediyelerin elinde kaldığı sürece sorunun çözümlenemeyeceğini de anlatıyor.

İlginç bir anısı da var Onat Kutlar’ın. Bir telefon geliyor Bakanlıktan, yarışmada filminin ödül alması muhtemel Ömer Kavur’a… Ömer Ağabey’in, “Eşşoğlueşşek, efendim”, “Ananı avradını, efendim” sözleri herkesi çiviliyor sanki yerlerine… sinek vızıldasa jetler geçiyor sanki. Herkes suspus! Bakanlık yetkilisine küfrediyor yönetmen, olacak şey değil. Zaten iki dudağı arasında her şey… meğer çıkarılmasını istedikleri sözleri dikte ettiriyormuş telefondaki Bakanlık yetkilisi.

Ondan on yıl kadar önce de yine bir Bakanlık görevlisinin sansürü destekler sözü ne kadar acı: “Şeytan azapta gerek!”

Usturanın keskin yüzü

Sanatın bir sözcük, bir ses ya da bir görüntü çalımı ile ölümle yaşam, düşle gerçek, duyguyla düşünce sırat köprüsünden geçtiğine inandığını yazıyor. Bu da gösteriyor ki, sinema sanat olarak yaşamın ta kendisidir. Sinemacıya düşen görev -söyleyecek sözü varsa gerçekten- bu sözü söyleyebilmenin mücadelesini yapmaktır. Ne kadar doğru, değil mi? Sinema bütün yolları, olanakları kullanır…

Kurumlar aracılığıyla sürdürülen sansür de yine ve her zaman bir keyfilik içerir. Sanatı tartacak teraziyi kimse bulamadığı gibi engellemek üzere kullanmayı da kimse beceremez. Bu, aynı zamanda, filmlerin -ve diğer sanatların- kendi içlerinde yapılan yarışmalarda ödüllendirilmesindeki tartışmaları da gündeme getiriyor. Bu yarışmada ödüle değer görülen bir film ve/veya başka bir sanat yapıtı, bir başka festivalde yarışma dışı bile kalabiliyor. Sahi, siz de bazı filmleri ve/veya sanat yapıtlarını beğeniyorsunuz, bazılarını beğenmiyorsunuz, değil mi? İkinci bir kez karşınıza çıktığında görüşünüzün değiştiği de oluyordur muhakkak.

Halkla en yakın sanat

İçinde yaşadığı çağın ve toplumun yargıcı olmalıdır sinemacı. Unutulmaması gereken bir nokta, sinemanın eğlence aracı olduğudur, ama her ne olursa olsun, hayatın gerçeklerinden uzaklaştıkça izlenirliği de düşmektedir, kim ne derse desin.

1965’ten başlayarak (öncesi de var aslında… ceplerindeki küçük harçlıkları biriktirerek dergi çıkardıklarını, sanatı bir şekilde herkese ulaştırmaya çalıştıklarını birebir konuşmalarımızda, arkadaşlarının anılarından okuyarak öğrenmiştim. Hatta bir kısa film şenliği yapmak istediğimizde, karşı çıkışını bu harçlıkla çıkarılan dergi ile engellemeye çalışmıştım) ölümüne kadar olan süreçte sinema -özellikle sansür ve ulusal sinema- yazılarını bir araya getiren bu kitap gerçekten hazine değerinde, özellikle genç sinemacılar için… Halit Refiğ üzerine yazdıkları, Abdi İpekçi ile yazışmaları, “Hakkari’de Bir Mevsim” filmi üzerine yaptıkları çalışmalar, belli ufuk açıyor okuyanda.

Ne iyi ettin de yaşadın Onat Ağabey, ne iyi ettin de sinemayı -bizlere de- yaşattın Onat Ağabey. Film şeritleri, senaryolar, müzikler çelenk örsün başucunda.

Sinema… Sinema, Onat Kutlar, Yazılar, konuşmalar… Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 2018, 335 s.

(24 Ağustos 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Sarı Sıcak

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Sarı Sıcak” filminin gösterimi bitti, aynı jüride görev yaptığım yaşıtım arkadaşa muziplik yapasım geldi, “Ben kalender meşrebim…” dedim; “Bu çocuk sinemayı biliyor.” diye cevap verdi. Genelde bu tür cevaplar literatürde kelalâka diye adlandırılır. (10 Mayıs 2018)

Şahsıma “Sinemanın Çınarları Türk Sineması Emek Ödülü” veren 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nin anılarımda daima özel bir yeri olacak. 13 Mayıs kapanış töreninde SİYAD – Sinema Yazarları Derneği Ödülü’nü açıklama görevi bana verildi. Birden fark ettim, 13 Mayıs’ta, hanımla olan evliliğimizin 38. yılına girmiştik ve Kayseri’nin plaka no.su 38. Olacak iş değil ama oldu. (14 Mayıs 2018)

25 Mayıs’ta vizyona girecek olan “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman”, İlk Türk uçağını yapan, Türkiye’nin ilk özel havayolu şirketini kuran, 1914 – 18 yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nda görev yapan Vecihi Hürkuş’u anlatıyor. Soyadı Kanunu 1934 yılında çıktığına göre, “Hürkuş” soyadı gerçekten kendisine yakışan bir soyadı olmuş. Sanatçılar arasında da yaptığı işi çağrıştıran soyadları pek yaygındır. Bu sanatçıların çoğu, soyadı kanunundan sonra dünyaya teşrif ettiklerinden mesleklerini çağrıştıran çakma soyadlarını hayranlarına saygısızlık olarak görüyorum. Hani haksızsam söyleyin, aileler daha çocukları doğmadan gelecekteki mesleklerini tahmin etmişler ve soyadlarını, misalen Şenses, Gürses, Sesigüzel yapmışlar. Ne müthiş bir gelecek öngörüsü. Maşallah. (16 Mayıs 2018)

İlahi Muazzez, arkanda 40 kişilik saz heyeti, önündeki stüdyo tribününde en az 200 kişi, “Söyleyemem derdimi kimseye…” diye şakıyorsun. “Söyleyemem” itirafı bir bakıma söylemek istediğini gösteriyor, söyle o zaman. (17 Mayıs 2018)

Bir besteyi bestekârından, misal “Beklenen Şarkı”yı Zeki Müren’den dinlemek; bir kitabı yazarından, misal “Benim Adım Kırmızı”yı Orhan Pamuk’tan imzalı ilk baskısından okumak; bir filmi yönetmeniyle, misal “Umut”u Yılmaz Güney’le birlikte izlemek; düşünüyorum da müthiş bir ayrıcalık, olağanüstü bir zenginlik. Şu gün, şu saatte 1 adedi 4450 TL.sına çıkmış milyonlarca dolar verseniz gerçekleştiremezsiniz. Doğru dedim, di mi? (17 Mayıs 2018)

Ramazanda pide kuyruğunda beklemeyi çok seviyorum. Dün bir saat bekledikten sonra ilk pidemi aldım. Kuyruğun ön tarafında beklerken bazı vatandaşların gelip “Ben ekmek alacağım geçebilir miyim?” diye izin istemeleri de bir güzellik. Tek işlemde hem izin veren, hem izin isteyen mutlu oluyor fakat bazıları izin sonrası, “Bakın ben sizin gibi boşuna beklemiyorum, ekmeğimi alıp, zaman kaybetmeden gideceğim” tavrı ile tezgâha yaklaşıyor ki o da bir başka hoşluk. Büyük olasılıkla pide kuyruğunda zevkle beklediğimizi akıllarına getirmiyorlar. (17 Mayıs 2018)

Sinema sektörünün 35 mm.lik pelikülle film çekmeyi bırakıp tamamen dijitale dönmesi acı bir olaya daha sebep oldu. Hani mevzu gerektirdiğinde insanlar “Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti.” diyorlardı ya, bir müddet sonra diyemeyecekler, mecburen yine sinemanın icadı öncesinde ne diyorlardıysa onu diyecekler. (19 Mayıs 2018)

Bazı ses sanatçıları o kadar yüksek perdeden kasılarak şarkı, türkü söylüyor ki, bir gün dayanamayacağım sahneye çıkacağım ve mütevazı, sevecen, hoşsohbet, neşeli, yakın, candan şarkıcı nasıl olur gösterivereceğim. Lakin sesim pek bi davudi. (Nereden nereye: Yanlış ifade etmiş olmayayım, kendimi doğrulayayım dedim, google’dan baktım, Davudi’nin “İran’ın Hürmüzgân eyaletinde 2006 nüfus sayımına göre 93 kişilik bir köy” ve Üsküdar’da İcadiye mahallesinde bir sokak adı olduğu yazıyor.) (19 Mayıs 2018)

Her kula nasip olmaz: Hanım orta kahvemi getirdi, tam içeceğim sırada hıçkırdım, bir miktarı tabağa döküldü, kendime güldüm, bu sefer göğsüme döküldü. Demek ki neymiş, hıçkırık tutmuşken kahve içmeyecekmişiz. (19 Mayıs 2019)

Öğrenmenin sonu yok: Dereotu ile Tereotu’nun farklı yeşillik olduğunu 68 yaşımın baharında öğrendim. (19 Mayıs 2018)

Yaz mevsimi başladı sayılır ama gelin ben size yaz mevsimi sonundan bir hikâye anlatayım: Bodrum Turgutreis’te, gazetelerin sadece merkezdeki ana bayide satıldığı yıllarda, tahminen 8-10 yıl önce, sabahın erken saatlerinde bayiye indim. 4-5 kişi sıraya girdik, gazete paketlerinin açılışını bekliyoruz. O zamanlar çoğunluğu bağımsız medyaya ait olan gazetelerin bayiye erken saatlerde gelen paketlerinin açılışını beklemenin özel bir zevk olduğunu da belirteyim. Tam o sırada yandan küçük bir köpecik geldi, sırayla hepimizin paçalarını kokladı. Aradığını bulamama hüznüyle yan sokağa girdi, gözden kayboldu gitti. O köpeği hiç unutamadım ve unutacağımı da sanmıyorum. Bu yaşanmışlık üzerine sadibey.com’da açtığım köşeye (https://sadibey.com/kopekleri/) yazdığım ön yazıda sitemlerimi şöyle belirttim: “1924 yılında Japon profesör Hidesaburo bir köpek edinmiş ve adını da Hachiko koymuş. Her sabah evden beraber çıkıyorlar, Hachiko profesörü metroya bırakıp evine dönüyormuş. Bir gün profesör Üniversitede kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. Hachiko, Tokyo metrosunun Shibuya istasyonuna 10 yıl, her gün gitmiş, beklemiş ve 12 yaşındayken metro kapısında ölmüş. Unutulmasın diye metro istasyonuna heykelini dikmişler.
Bu köşe evinde bakmak için köpek satın alıp, zor geldiğinde sokağa terk edenlere ithaf edildi. Dileriz ki, sokağa attıkları köpekler rüyalarına gire, vicdan azabı ömür boyu peşlerinden gele.” Anlaşıldığı üzerie bu dileğim halen devam ediyor. (19 Mayıs 2018)

Bugün sevgili takipçilerimi bıktırdığımın farkındayım ama ilham bu, geldiğinde hemen yazmak gerek. Çünkü hiç beklemiyor, çekip gidiyor. (19 Mayıs 2018)

(23 Ağustos 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kayıp Ozanlar Kuşağı

Aleksey German Jr. imzalı ‘Dovlatov’, filme adını veren Rus yazar Sergey Dovlatov’un 1971 Kasım ayında geçen altı gününü konu ediniyor. Tahmin edileceği gibi klasik anlamda biyografik bir film değil bu. Günümüzde eski adıyla St. Petersburg olarak anılan SSCB döneminin Leningrad’ını mekân alan yapım, muhalif kimliğinden ve etnik (Ermeni) kökeninden dolayı Yazarlar Sendikası’na kabul edilmeyen Dovlatov’un yazılarını yayınlatma mücadelesi çerçevesinde, baskıcı bir dönemin genel atmosferine nüfuz etmemizi sağlıyor.

Bir hafta boyunca Dovlatov’un ve çevresinin yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Kişisel yazılarını yayınlatabilmeyi beklerken yerel bir fabrika gazetesinde yazmaya razı olmuştur genç adam. Kişisel olarak yaşamı bir boşlukta gibidir. Karısından ayrılmıştır, annesiyle bir daireyi paylaşır. Haftada bir gördüğü küçük kızıyla vakit geçirir. Bunun dışında, karlı ve soğuk kış günlerinde bir mekândan diğerine kendini ifade edebilme yollarını arar durur.

Bir kuşak yazar için edebiyatın, şiirin ölüm kalım meselesi olduğu yıllardır bunlar. Kendini dünyaya özgürce ifade edebilmek için her şeyin göze alındığı, iktidara yalakalık yaparak sipariş edilmiş yalanları ve sıradanlığı kabul etmektense açlığı göze alan bir yazar çizer kuşağının dönemidir bu. German’ın filmi Dovlatov’un özeline odaklanmadan bu kayıp ozanlar kuşağına bir ağıt yakmayı hedefliyor film.

Altı gün boyunca farklı mekânlarda sanatçı dostlarını ziyaret ediyor Dovlatov. Film, Leningrad yazar çizer dünyasından detayları titizlikle biraraya getiriyor, German aceleye mahal vermeden geçmişte kalan bir dünyayı ustalıkla yeniden inşa ediyor. Bu konuda, ‘Ida’ filmindeki ustalıklı çalışmasından hatırladığımız Lukasz Zal’in pastel tonları öne çıkaran ve uzun planlarla bir dönemin koreografisini usul usul uygulayan kamera çalışmasının ve de Elena Okopnaya’nın göz kamaştıran set tasarımlarının büyük payı olduğu kuşkusuz.

Bol diyaloglu sahnelerin ağırlığı oluşturduğu filmde iç acıtan bazı dönüm noktaları da yer alıyor. Metni bilmem kaçıncı kez reddedilen bir yazarın yayımcının ofisinde bileklerini kesmesi, Amerikalı sanatçı Jackson Pollack’a hayranlığı yüzünden tutuklanan ressamın trajik ölümü, ya da daha sonra Nobel alacak olan Dovlav’un yazar dostu Joseph Brodsky’nin memleketini terk etme kararı bu ağır hareket eden gözlem filminin belli başlı dramatik olayları olarak dikkat çekiyor.

Dovlatov ile fiziksel benzerliği olan Sırp oyuncu Milan Maric’in çıkış yolu arayan Rus yazarın trajikomik ruh halini ve yılmaz direnişini mükemmel yorumladığı film, büyük bir salonda ve geniş perdede izlenmesini hararetle önerdiğim çizgi dışı bir dönem filmi. Sadece haftanın değil, yılın görülmesi gereken önemli yapımlarından biri.

(12 Ağustos 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Beni Satan Casus -Spy Who Dumped Me-

Günün yoğun geçtiği dönemlerde, sorunlarla bunaldığınızda aksiyon filmleri insanı rahatlatır, çoğunlukla. O kaçma kovalamaca içinde görüntüler sizi de çeker içine ve filmin içinde bulursunuz kendinizi. Kahramanın ölmediğini, ölmeyeceğini, muhakkak bir şekilde başaracağını bilirsiniz. Hop oturup hop kalsanız da, koltukta o heyecan içerisinde, bazen korku bazen sevinç bazen de meraktan tırnaklarınızı kemirirsiniz… Bu tür filmler, ne kadar beğenilirse beğenilsin, etkileri çok kısa sürer… yine hayatın içinde aynı kaygılarla boğuşmaya -ama biraz rahatlamış olarak- dönersiniz.

Bu kez farklı…

Beni Satan Casus, farklı bugüne değin izlediğimiz aksiyon filmlerinden… Biri zeki ve ayrıntıları bile öngörüp ona göre hareket etmeyi seven; diğeri, çok konuşan, delidolu ve samimi iki kadın arkadaş, hiç beklemedikleri bir şekilde casuslar dünyasına girerler. Tabii, komedi de başlar. Casus filminin komik olması da çok güzelmiş doğrusu… Bakmayın somut gerçekliklerle çakışmıyor, çok absürt gibi eleştirilere… Keyif almanıza bakın siz.

Girdikleri yolu sonuna kadar gitmek isteyen iki kafadar kadın, casuslar dünyasının acımasızlığını idrak edemediklerinden olsalar gerek (ki, ben de, çoğunlukla sizler de casusları sadece filmlerde gördük, dolayısıyla nasıl bir durum veya güçlükle karşı karşıya olduğumuzu bilemeyebiliriz) doğrudan dalıyorlar aralarına…

Kim sevgili, kim casus, kim kimin ailesi, kim kimin peşinde, kim neyi arıyor ve o nerede… soruların bini bir para. Perdede beliren her görüntü, her insan, her şey casus değil, ama ya casussa! Dört bir yandan kurşun yağdırılan iki kadın, olağanüstü soğukkanlılık gösterip atlatıyorlar peşlerindeki casusları, onları kaçıran ya da koruyan da karşı casus olabilir mi? Nasıl kurtulacağız bu girdaptan?

Biri esmer, biri sarışın iki güzel kadın… sizi de alacak etkilerinin altına. Müthiş bir sinema hilesiyle sizi de kandıracak bu “kahraman” kadınlar. İsterseniz film çıkışı konuşalım…

Beni Satan Casus -Spy Who Dumped Me- Yönetmen Susanna Fogel, oyuncular Mila Kunis, Kate McKinnon, Justin Theroux, Gillian Anderson, Hasan Minhaj… 10 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(09 Ağustos 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Cano

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

04 Mayıs Cuma günü vizyona girecek olan “Cano”dan geriye doğru gidersek, filmde görüntü yönetmenliği ve oyunculuk yapan Ali Kemal Çınar, geçen yıl yönettiği, hikâyesini yazdığı, görüntü yönetmenliğini yaptığı ve başrolünde oynadığı “Genco” ile bir hayli dikkat çekmişti. “Cemo”, Türkan Şoray’ın en bilinen filmlerindendir. “Fato”nun 1949 yapımında Oya Şensev, 1969 yapımında Zeynep Özkan, Fato rolünde oynamıştır, filmin tamamlayıcı adı “Ya İstiklal Ya Ölüm”dür. “Zeyno”, Hülya Koçyiğit’in Yılmaz Güney’le başrolü paylaştığı iki, bilemedin üç filmden biridir, başka yoktur. “Koçero”, “Davudo” gibi filmler kanun dışı karakterlere odaklanmıştır. “Elif ile Seydo” köyde geçen bir sevda hikâyesini anlatır, “Erkek Güzeli Sefil Bilo” güldürür. Bilo’yu günümüzün dik duran, ender, gerçek boyu kısa olsa da manevi boyu, uzun delikanlılardan çok çok uzun olan İlyas Salman canlandırmıştır. Önceki bir filmde küçük rolü olan Bilo seyirciden olumlu tepki görünce bu filmde başrole yükselmiştir. Tıpkı Adanalı Tayfur, Turist Ömer ve Cilalı İbo gibi. Kemal Sunal’ın “Kibar Feyzo”su çok ilgi görünce, ondan 4-5 yıl önce vizyonunu tamamlamış olan “Salako”, işbilir sinemacılarımız tarafından Feyzo’yla aynı zaman aralığında Anadolu’da “Nazik Zülfo” adıyla yeniden gösterime sokulmuştur. “Cano” üzerinden tekrar “Cemo”ya dönersek ondan bir yıl önce ise ünlü yabancı film “Bonnie and Clyde”dan uyarlanan “Cemo ile Cemile” çekilmiştir. Cemo/Clyde’ı Yılmaz Köksal, Cemile/Bonnie’yi Ülkü Özen oynamıştır. (30 Nisan 2018)

Yarın vizyona girecek olan “Taxi 5”i izledik. Özetle taksi cephesinde yeni bir şey yok. Edindiğim bilgilere göre Türkiye’deki olumsuz taksi olayları yüzünden filmin Fransız yapımcıları olası devam filmlerine “Uber 1”, “Uber 2”, “Uber 3″… diye devam edeceklermiş. (Buraya gülen suratlar konacak.) (03 Mayıs 2018)

40 yıllık “Fıkır fıkır fıkır Mahmure”yi “Lıkır lıkır lıkır ferahla” yaptığı için Nükhet’i kınıyorum. Yasaklara karşı değilim ama RTÜK yaygın şarkı ve türkü sözlerini kullanan reklamları yasaklasa itiraz etmem. (05 Mayıs 2018)

Eskiden beri ne zaman “manifesto” kelimesini duysam aklıma hep Abba grubunun “Money Money Money” şarkısı gelir. (05 Mayıs 2018)

Gerekli her yere yorum niyetine yazabilirsiniz: “Kem söz sahibine aittir.” (Bu duruma göre kem olmayan söz karşı tarafa övgü oluyor.) (06 Mayıs 2018)

Bakın ben size bir öneride bulunayım da memlekette otopark ve trafik sorunu kalmasın. Yapılmış ve yapılacak bütün binaların giriş katları otopark olsun. Hani çok yağmur alan memleketlerdeki (Singapur / Mersin) gibi binaların ilk katlarında duvar olmasın, sadece kolonlar olsun. Bizim apartmanın altına 6 araba park etse bile yandaki komşu apartmanın altında mutlaka boş bir park yeri olur. Böylece yol kenarlarına park yapma sorunu da ortadan kalkar ve trafik rehatlar. Ohhh, mis. (06 Mayıs 2018)

Efendim, hazır şu seçmeyinler gündemdeyken imar affı, pardon imar barışı nedeniyle aklıma gelen bir fikrimi sunayım. Eski Türkiye’de semtlere ve toplu binaların olduğu sitelere Bahçelievler, Şenesenevler, Beşevler vs. gibi isimler verilirdi. İmar barışı demişken, araya bir madde sıkıştırılıp, Newhouse, Fivehouse ne bileyim Greenhouse, Shorthouse gibi zamane evlerinin adlarının da Cumhur’un anlayacağı milli dile çevrilmesini sağlayın. Kendim yaptığım için söylemiyorum bence çok makul bir öneridir. Sinema isimleri için de aynı önerim geçerlidir. Ne demek Cinemalittle, Cinemabig, Cinemared, Cineminimum? Yapın şunların adlarını, Emek, Saray, Atlas, Deniz, vs. vs. (07 Mayıs 2018)

Onur Ünlü’nün “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” adlı son filminden yeni çıktık; baktım ilham gelmiş. Devam filmi yapılacaksa benzer çekicilik ve uzunlukta isim önerimdir: “Gözler Olmasaydı Kalp Hislerin Mezarı Olurdu.” (07 Mayıs 2018)

Dün akşam 6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nde “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü aldım mı? Tamam, aldım. Sabahın köründe internete girip ödülümü hak etmeye devam etmek için çalışayım dedim mi? Tamam, dedim. Otelimiz, Setenönü adında, sevimli bir butik otel. İnternet şifresini sordum, “Otelin adı abi” dediler. Gelgelelim uğraşıyorum, uğraşıyorum, otelin internetine bir türlü giremiyorum. Onlarca uğraş sonunda uyandım. Meğer otelin adını setemonu olarak yazıyormuşum. Bilenler bilir, bizim sinema derneklerimizden birinin adı SETEM’dir; o nedenle şifreyi sürekli setem olarak yazıyormuşum. Tamam mı, tamam. O anda anladım kı “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü hakikaten bileğimin hakkıyla almışım. Bilmeyenler için yazayım: SETEM’in açılımı “Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği”dir. Dolayısıyla Türk Sineması’nı inşa edenlerdir. (09 Mayıs 2018)

6. Kayseri Uluslararası Film Festivali’nin “Sinemanın Çınarı Türk Sineması Emek Ödülü”mü aldıktan sonra yaptığım kısa teşekkür konuşmam şöyledir:
İyi akşamlar. Hasbelkader bir konuşma hazırlamıştım. “Bendeniz bu ödüle 3 kat değer atfediyorum” diyecektim. Birincisi Türk Sineması adına verilmesi, ikincisi emeğin takdir edilmesi üçüncüsü sinemamızın değerli sanatçıları Menderes Samancılar ve Macit Koper’le aynı gecede verilmesi. Ödülü değerli yönetmenimiz Semir Aslanyürek’in elinden alacağımı bilmiyordum; böylece ödülümün değeri gözümde 4 kat artmış oldu. Bu vesileyle Atatürk’ümüzün sinema hakkında söylediklerini hatırlatmak isterim. Tüm zamanların lideri şöyle diyor:
“Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıt’aların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya lâyık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.”
Atamızın dediği gibi sinemaya layık olduğu değeri verdiği için Kayseri Uluslararası Film Festivali’ne teşekkür ederim. (10 Mayıs 2018)

Bilgi bilgidir, şuraya yazayım da kenarda dursun: Sinemamızın değerli görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı’ya yakın arkadaşları Aytek dermiş; setlerde ise uyguladığı disiplin gereği Aytekin Bey denilmesini istermiş. (10 Mayıs 2018)

(05 Ağustos 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Yaşar Kemal Efsanesi

Edebiyatımızın dünya çapındaki büyük destancısı Yaşar Kemal’i, insan yönüyle tanıma fırsatı sunan film, önemli bir çalışma… Önemi, bizim geçmişimize olduğu kadar, yaşayanlarımıza, geleceğimize değer vermememizden… Büyüklüğü, kıyasla ölçebilirsek, Yaşar Kemal, sadece edebiyatçı olarak değil, barışçı görüşü, insancıl yaşamı, çocuklarla bağı, sinemayla ilgisi ve daha birçok değeriyle en üst sırada yer alıyor.

Edebiyatçı Yaşar Kemal’i hepimiz tanıyoruz, okumamış olanlar da vardır muhakkak (yazık onlara) ama adını duymuşlardır muhakkak ve her ne olursa olsun saygı duyarlar, dile getiremeseler de…

Yol gösterici…

Aydın Orak, daha önce çekilmiş Yaşar Kemal görüntülerinden güçlü ve bir o kadar da ilginç bir film süzmüş, çıkarmış. Orak’ın bakışıyla bu/böyle bir film çıkmış, bir başkası çok daha farklı bir film yapabilir, yapmalıdır da… Zaten Aydın Orak da aynı görüşte, elde bulunan belge ve bilgilerle herkes kendi Yaşar Kemal’ini yazmalı ve izletmeli…

“Ben yeniden yaratıyorum” diyor Yaşar Kemal, filmin girişinde… Nasıl ki doğa her yeni güne yeniden başlıyorsa, o da yeni romanını bambaşka bir yaratıyla açıyor. Anlatılan her ne kadar Çukurova ise de, o, Yaşar Kemal’in Çukurova’sı. En önemli itirafı da ardından geliyor, “bir yaprağın düşüşünü elli sayfada anlattığım söylenir, ah keşke, yapabilseydim”.

Hayatın içinden gelen…

Bir şeyler yaratmak isteyenler, bu büyük yaratı ustasının sözlerine kulak vermeli. Birçok ipucu sunuyor, hem roman hem şiir hem sinema hatta resim ve müzik için… Görmediği, bilmediği, yaşamadığı şeyleri yazmadığını söylüyor. İstanbul’da yaşadığı 50 yıldan sonra İstanbul temalı romanlar yazması, bir ipucu mesela…

“Beni okuyan insan öldürememeli…” Haklı, hem de yerden göğe… Sadece o değil, yalan da söylememeli, kimseyi üzmemeli, kem gözle bakmamalı birine. Böylesi barış dolu bir dünya için yazdığını söylüyor; gözlerindeki ışık parıldarken. Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i, Nâzım Hikmet’i, Sabahattin Ali’yi okuyanların yüreği barış için çarpar gerçekten de, diğer birçok yazarı okuyanlar gibi.

Kendisi için değil…

Altına imzasını atmadığı, hepimizin bir şekilde mırıldandığı ezgilerin şiirlerinin yazarı olduğunu öğreniyoruz, hem de kendi ağzından. Ölüm oruçlarında, bedenlerini ölüme yatırmış gencecik insanlar için neler yaptığını anımsıyoruz, bir kez daha. Yurtiçinde, yurtdışında canla başla insanlarının onuru için söylediklerini ve en acısı, o nedenle hakkında davalar açılmasını da… Çok açık yüreklilikle söylüyor, kendisini kurtarabilecek güç ve imkanının olduğunu, ama asıl olanın yediden yetmişe barış içinde, huzur ve güvenle yaşaması gerektiği…

Geçmişini bilmeyenler…

Aydın Orak, önemli bir çalışmaya imza atmış. Muhakkak ki kendince yorumlamış Yaşar Kemal’in yaşamını… başka yönetmenler de kendilerince yorumlamalı. Ama üzüldüğüm bir şey; doğudan batıya, kuzeyden güneye, en gelişmişinden en geri bıraktırılmışına, en güçlüsünden en zayıfına bütün ülkelerin el üstünde tuttuğu, savunduğu Yaşar Kemal’in izlenebilir kalitede görüntülerinin olmaması. Geçmişini bilmeyenlerin geleceklerini belirleyemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yaşar Kemal –ve diğer birçok değerimizin- yayın kalitesinde görüntülerinin olmaması, öncelikle egemen erkin, ama hepimizin suçu.

Genç arkadaşlarımızın, sanat insanlarını belgelemeleri geleceğimizi de belirleyecek en önemli çalışma olacağını anımsatmalıyım.

Yaşar Kemal Efsanesi, yönetmen Aydın Orak, 28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(28 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kumsaldakiler

Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdéllatif Kéchiche, 66. Cannes Film Festivali’nin tartışmasız galibi olarak ayakta alkışlanmış ‘Mavi En Sıcak Renktir’den tam beş yıl sonra yeni çalışması ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı / Mektoub, My Love: Canto Uno’ ile sinemalarımıza konuk olurken, kariyerini takip edenler için hiç de yabancı olmayan anlatımıyla gençliğe ve cinsel özgürlüğe bakışını tazeliyor.

Tüm yapıtı İstanbul Film Festivali programlarında yer almış bulunan Kéchiche’in (Keşiş olarak okunuyor) ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kabahat Voltaire’de / La Faute A Voltaire’ (2000), Paris’te zor bir yaşam sürdüren Afrika kökenli yasadışı mülteciler üzerinedir. En iyi film ve yönetmen dallarında Cesar ödülünü aldığı 2003 yapımı ‘Kaçak / L’Esquive’de varoş yaşamından hareketle genç kuşakları anlamaya çalışır. 2007 Venedik şenliğini ayağa kaldıran unutulmaz kuskus güzellemesi ‘Balıklı Bulgur / La Graine et Le Mulet’ ile, 35 yıllık hizmetinin sonunda paçavra gibi bir kenara atılmış Kuzey Afrika kökenli göçmen Süleyman’ın şahsında işçi sınıfının çığlığını duyurur. 2010 yapımı ‘Siyah Venüs / La Vénus Noire’, 19. yüzyıl başlarında Londra ve Paris’te ucube olarak sergilenen Güney Afrika’nın ‘Hottentot’ kabilesinden dev boyutlu Saartjie Baartman’ın gerçek öyküsünden hareketle sömürü düzenini kıyasıya eleştiren bir insan hakları manifestosuna dönüşür.

2013 yapımı ‘Mavi En Sıcak Renktir’ ya da Fransızca özgün adının (La Vie d’Adèle – Chapitre 1 & 2) çevirisiyle ‘Adèle’in Hayatı – Bölüm 1 & 2’de, cinsel olgunlaşma sürecindeki liseli Adèle ile güzel sanatlar okuyan kendisinden yaşça büyük Emma’nın tutkulu birlikteliğini cesur sahneler aracılığıyla anlatır. Öğretmenliğe yeni başlayan ve ilk aşkının hüznünü taşıyan Adèle’in geleceği nasıl şekillenecek, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü Kéchiche hikâyenin devamını çekmedi henüz. Ancak ana karakterlerinin yıllara yayılmış öykülerini anlatma geleneğini devam ettirmekte kararlı. Son filminde, Arapça kader, kısmet anlamına gelen ‘Mektoub’ kelimesinin yanına İngilizce ‘Sevgilim’ kelimesini konduruyor ve sonrasında İtalyanca ‘Birinci Şarkı’ (nam-ı diğer ‘Birinci Bölüm’) anlamındaki kelime ekiyle hikâyenin devamının geleceğini haberliyor. Nitekim, kış aylarında geçen ‘İkinci Şarkı’nın çekimleri tamamlanmış bile.

‘Kısmet, Sevgilim’ yönetmenin cinsel özgürlük, sınıfsal kodlar, sanat ve iktidar ilişkileri üzerine çok katmanlı okumaya açık bir önceki çalışması ‘Mavi En Sıcak Renktir’ düzeyinde değil belki. Ancak ilgiyle izlenen ve planlanan üçlemenin tamamlandığında bir nehir filmler serisi olarak klasikleşeceğini düşünüyorum. Laurent Cantet’nin Cannes büyük ödüllü ‘Sınıf / Entre Les Murs’ filminin yazarı François Bégaudeau’nun ‘La Blessure, La Vraie’ adlı otobiyografik romanından yola çıkmış sinemacı. Seksenli yıllarda 15 yaşındaki Leninist François’nın yerini Tunus asıllı üniversite öğrencisi Amin almış. Paris’e tıp tahsiline gitmiş genç adam, garsonluk yaparak geçimini sağladığı büyük kentten ‘kendi deyimiyle’ güneşini ve renklerini özlediği aile ocağına (‘Balıklı Bulgur’a da mekân olmuş Akdeniz kıyısındaki sahil kasabası Sète’e) dönüş yapıyor. Tıp öğrenimi O’na göre değildir, sinemacı olma derdindedir.

Teni ısıtan ve arzuyu kışkırtan sıcak yüz güneşi altında insanları, genç kızları, genç erkekleri gözlemler Amin. Fingirdek komşu kızı Ophélie’ye olan ilgisini içine atar. Yüzünden eksilmeyen tebessümüyle kendi romantik ve farklı dünyasında yol alır. Yaz tüm eğlencesi ve baştan çıkarıcılığı ile sürerken, karşılıksız aşklar ve kırık kalpler birbirleriyle teselli bulma umudu taşır uzayıp giden kumsalda.

‘Kısmet, Sevgilim’ adı üzerinde hayatın bir kader, kısmet işi olduğu duygusunu taşıyor. Ana akım seyirliklerdeki türlü dramatik gelişmeleri beklemeyin bu filmden. Kéchiche tüm filmografisinde kendine özgü ritmini koruyan bir sinemacı. Beş yıl önce Cannes’daki ödül gecesindeki konuşmasında, yaptığı her işte ‘vakte ve zamana ihtiyaç duyduğunu’ belirtmişti. Örnek aldığı büyük Japon usta Ozu’nun yapıtları gibi insan doğası üzerine müthiş bir gözlem içeren filmlerinin süreleri oldukça uzun (‘Kısmet, Sevgilim’ tamı tamına üç saat sürüyor). Sıkça kullandığı omuz kamerası ve yakın planlar, Marco Graziaplena’nın ustalıklı görüntü çalışması karakterlerin duygu dünyalarını son derece etkileyici bir biçimde taşıyor perdeye.

1994 yazında geçiyor film. Nimet mi yoksa lanet mi olduğu tartışılır günümüzün teknolojik alışkanlıklarından 25 yıl kadar öncesine, akıllı telefonların, sosyal medya uygulamalarının hayatı işgal etmediği, Amin’in VHS kasetten sessiz Rus klasiklerini izlediği, kaleme aldığı kendi filminin senaryosunu daktilo ile yazdığı, fotoğrafların banyo edildiği daha masum bir dönemde geziniyor, üç saat süresince genç adamın gözlemlerine, hayal kırıklıklarına, çağını belki de çoktan tüketmiş romantik arayışına eşlik ediyoruz.

Gamsız yaz eğlencelerinden, Tunus asıllı cemaatin bol dedikodulu gündelik yaşamlarından kesitleri, kışkırtıcı yaz flörtlerini uzun sekanslar halinde aktarıyor sinemacı. Kimi zaman tekrara düşüyor ama bütününde bir dönemin duygusunu kusursuzca yakalıyor. Amin’in kuzuların doğum sahnesini fotoğrafladığı harikulade bölüme Cecilia Bartoli’nin yorumladığı Mozart imzalı ‘Laudate Dominum’ eşlik ediyor. Finaldeki yaklaşık yarım saat süren ve coşkunun zirve yaptığı disko sekansında müziğin ve kıvıran kalçaların gölgeleyemediği tek başınalığın hüznünü iliklerimize kadar hissediyoruz.

(27 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Mission: Impossible – Yansımalar

Aksiyon filmlerinin en büyük özelliklerinden biri (ama sadece biri) merak uyandırmasıdır. Kim ne yapacak, nasıl yapacak, ne zaman yapacak, sonuç ne olacak diye tırnaklarınızı kemirttirir film boyunca. Başarılı olan bir aksiyon filminin devamı olmasının nedeni (tabii, biri) yine budur.

Mission: Impossible, bu altıncı filmiyle yine aynı tat, aynı heyecan ve aynı merak ile gösterimde…

Kimin eli kimin cebinde…

Tom Cruise ile özdeşleşen Ethan Hunt, bu kez ikinci kez yönetmen koltuğunda -ama farklı bir dille, yeni bir anlatım deneyen- Christopher McQuarrie var. Bilindiği üzere McQuarrie, filmin senaristi de… çekim sırasında bile değişiklikler yaptığı, oyuncuları dinamik çizgide tuttuğu belirtiliyor, filmin çevresinde…

Birtakım gizli örgütler var, bazı yasal ama yasadışı örgütlenmeleri olan (CIA, FBI, MI5, MI6 gibi) kurumlara sızıyorlar. Onların kavgasını pürdikkat izliyoruz. Dost olarak görünen biri azılı düşman olabiliyor, düşman ise belki bazen duygusuyla hareket edip dost yandaşı görünüyor. Bu filmde, daha öncekilerden yola çıkarak, “şu, şu, şu düşman, Ethan’ı kandırmaya çalışıyor” dedim, ama ağırlıklı büyük çoğunluğu ters çıktı.

Doluya koyun almasın…

Yukarıda da değindiğim gibi bu tür filmlerin temelinde yatan merak bu filmde daha bir öne çıkıyor. Filmin adından da fark edileceği gibi (Yansımalar), bir duygusallık var. O duygusallık seyirciye de geçiyor. O anlamda başarılı… İlgimi çeken bir başka nokta ise aksiyonların gerçeğe yakınlığı… Yüreğinizin ağzınıza geldiği anlar çok. “Kahraman”ın bu hataya düştüğü görülmüş şey değilse de, Ethan hata da yapıyor. Zaten film bir hatanın sonuçları üzerine kurulu…

IMF olmazsa olmaz…

Bu IMF, bildiğiniz para fonu değil, ama ondan aşağı kalır yanı yok. Her şeyi biliyorlar ve yapıyorlar. Gözünüz kapalı güvenebileceğiniz iki kişi, zaten Ethan da izleyici gibi gözü kapalı inanıyor… En güzeli de mizahi yanları… Film boyunca giderek yükselen gerilimin içinde nefes alacak fırsat da sunuyorlar, gülümseterek.

Bu tür aksiyon filmlerde doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor. Olur mu, olabilir mi diye düşünürken bir bakıyorsunuz, olabilirmiş. Sinema da hayatın bir parçası değil mi?

Mission: Impossible – Yansımalar, Yönetmen Christopher McQuarrie, Tom Cruise, Henry Cavill, Ving Rhames, Simon Pegg, Rebecca Ferguson, Sean Harris, Angela Bassett, Vanessa Kirby… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(26 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Dört Köşeli Üçgen

Birçok insan için hayat tekdüzedir. Sabah kalkar, kahvaltı yapar ya da yapmaz, işe gider… iyi kötü ekmek parası kazanmak için çalışır, akşam ya kahvede oyun oynar ya da evinde oturur. Ertesi gün de aynıdır, daha ertesi günler de… Arada değişen pek bir şey yoktur yıllar geçse de. Ne etliye sütlüye karışır ne bir değişiklik düşünür ne de kimseye bir öneride bulunur. Tipik bizim insanımız… Bu, sorgulamak gerektiğinin göstergesidir, yani yaşam sorguladıkça anlam kazanır. Sorgulamak, ama en ince ayrıntısına kadar ve anlamlandırarak sorgulamak -hayır, sonuca varmaktan söz etmiyoruz, sadece sorgulamak- bir şeylerin ayırdına varmakla özdeştir de aynı zamanda.

Kim ilgilenir?

Salah Birsel’in,–kimi edebiyatçılar tarafından, ülkemizde ilk olarak nitelenen- felsefi romanıdır. Okur yazarlığımız oranında okunmuştur, yani okurun ilgisi neredeyse yok denebilecek düzeydedir kitaba. Bu tür, tecimen olmayan ama insanı derinden etkileyen, anlatmakta bile güçlük çekilen konuları ancak kısafilmciler izleyiciye sunarlar.

Kısafilm, sadece süresi kısa olan film demek değildir, bir coşkuyu, bir umudu, bir heyecanı aşkla anlatmak demektir. Profesyonelce yapılsa bile tecimen değildir asla. Sanatçıların, kimseye değil, kendilerine borcunu ödemesidir kısafilmler. Çerçeveler yerli yerindedir, mizansenler doğru ve etkilidir, oyuncular alabildiğine derinlemesine oynamışlardır tabii rol çalmaksızın, dekor aksesuar belki zayıftır ama mekânlar örtüşür düşlenenlerle, diyaloglar ne eksik ne fazladır, efektlerle süslemek yerine görüntülerle anlam güçlendirilmiştir. Kısacası kimseye kendini kanıtlama derdi yoktur kısafilmin de, kısafilmcinin de.

Gözlemcinin cesareti

Mehmet Güreli, Salah Birsel’in, bu gerekli ilgiyi görmemiş, ama değeri çok yüksek olan romanını, Görkem Yeltan’ın senaryosundan, duyguyu tam verebilmek için siyah/beyaz çekmiş. Gözlemci, yani filmin ana karakteri, bir şarap fabrikasında çalışır. Kendisini uluslararası düzeyde gören, uykusunda bile gözlemciliğini sürdüren biridir. Ne yapıyorsa onu söyler. Karşısındakiler, buna müdürleri, patronları da dahil, Gözlemcinin yanıtlarını anlamasalar da bir şey söyleyememenin haklı sıkıntısını yaşarlar. Yanlışları yok mudur? Vardır belki, ama o yanlışın yanlış olduğunu söyleyebilecek güç ve doğruda birileri yoktur ki. Yapabilecekleri tek şey işten atmaktır ve onu yaparlar.

Dördüncü köşe…

Kızkulesi, İstanbul’un simgesidir, ama Kızkulesi’nden görülen manzara hem eksik hem de kötüdür… Çünkü Kızkulesi’nin görünmediği bir İstanbul manzarası İstanbul’u anlat(a)maz. Bu çerçeveden baktığınız zaman, bir köşesinde durduğunuz dörtgenin ancak üç köşesini görürsünüz ve anlatırken de o üç köşe ile yetinmek zorundasınızdır.

Mehmet Güreli, bir kısafilm çekmiş. Yetkin dili, sakin kamerası, abartısız oyuncularıyla gerçekten zor bir işin üstesinden gelmiş. İzleyiciye bir şey söylemiyor, bir vaadi de yok… Sadece gösteriyor. Yorum, perdede gördüklerini kendi yaşamıyla karşılaştıracak izleyicinin.

Dört Köşeli Üçgen, yönetmen: Mehmet Güreli, oyuncular Mustafa Dinç, Kaan Çakır, İlyas Özçakır… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(23 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Mamma Mia! -Yeniden Başlıyoruz-

Amasız fakatsız, art niyetsiz ve önyargısız olmak dünyanın en güzel yaşamı demektir. “Yüreğinin götürdüğü yere gitmek”tir ki, herkesin istediği, ancak yerine getiremediği bir düştür.

Peki, ne etkiler insanı da, o güzelliği yaşayamaz? Toplumsal baskılar, örf, adet, gelenek görenek, ileriye yönelik kaygılar, iş ve eş bulma mücadelesi, ardından gelen aş savaşımı… Hepsi birden engel olarak çıkar insanın karşısına, masallardaki aşılmaz dağlar gibi.

İşte, bu devam ve başlangıç (ilginçtir, hem devam hem başlangıçtır, 10 yıl önceki filmi unutmayanlar için) filmi, Abba’nın insanın içine işleyen müzikleriyle biz izleyicileri sarıp sarmalıyor yine.

Yüreğine devlet olma

Okulun mezuniyet gününden -When i kissed the teacher, müthiştir ve okul yöneticilerini şaşkınlığa sürüklerken biz izleyicileri de filmin içine taşıyor daha başlangıçta- sonra Donna, sırılsıklam aşık olur karşısına çıkan gençlere. Ege Denizinin o canlılığını yaşatan adalarından birinde kızını doğurur. Muhtemel biyolojik babalarının ve dünyanın en zenginlerinin de yer alacağı bir oteli annesi adına açmak kızının yapmak istedikleridir: Fırtınalarla sınanmış bir açılış olacaktır…

Müziklerle büyüyen bir hayat

Abba’nın hayatın her anına her alanına uyan -tabii, film için yeniden düzenlendiği gibi bazı sözleri de değiştirilmiş, ister istemez- şarkıları zaten hemen herkesin belleğinde ve daha ilk tınısıyla siz de oturduğunuz koltuğa sığmıyorsunuz.

Tam bir seyirlik Mamma Mia! “Düşlerinde özgür dünya” olan insanların keyifle, heyecanla ve umutla izleyeceği bir film.

Kıssadan hisse…

Düşlerinizde kurduğunuz o barış ve aşk dolu dünyayı gerçekleştirmek için hiçbir eksiğimiz yok aslında. Amasız fakatsız, önyargısız ve art niyetsiz olmak yetecektir. Sadece sen, ben, o değil, siz, biz, onlar… hepimiz istemeliyiz. Bırakırsak yanlışları ve yanılgıları, başarırız.

Ege’nin o güzelim adalarından doğallık fışkırıyor. Elinizi uzatsanız tutabileceğiniz kadar yakın karşı kıyılarında ise beton yığınları yükseliyor. Nasıl da üzücü değil mi? Film boyunca hep onu düşündüm: Neden biz bu kadar düşmanız doğaya? Neden boğuyoruz betona?

Türkiye’nin tanıtımı için böylesi bir film tasarımı, böylesi bir projesi neden yok? Kıyılarımızı betondan temizlesek, doğal haline getirsek ve böyle yaşam dolu, cıvıl cıvıl filmler yapsak -sadece filmle sınırlamamak gerek; dinletiden tiyatroya, heykelden resme, dansa kadar bütün sanat dallarında-, o umutlarımızı bağladığımız turizm gelişmez mi? Geç kalınıyor, bir an önce hayata geçirilmeli bu projeler… Dar bakışlı paracı zihniyet her geçen gün bitiriyor o güzellikleri…

Mamma Mia!

(21 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Dev Avcısı -I Kill Giants-

Yılan hikâyesine dönen TEOG, sonunda LGS adıyla yapıldı. Olansa o sınava giren ergenlere oldu. Nereden çıktı demeyin, Dev Avcısı, o sınava giden çocukları anlatıyor da ondan… Film, çocukları değil; anne babaları, öğretmenleri, o çocukların çevrelerindeki tüm ergenleri, tabii buna da bağlı olarak eğitimle ilgili bütün bürokratları, yetkilileri, beraberinde de sağlıkçıları ilgilendiriyor asıl olarak. Birey olma savaşı veren ergenler, vara yoğa muhalefet ettikleri ve kavga çıkardıkları için “bu muydu” diyeceklerdir, ama kendileri ebeveyn olduklarında anlayacaklardır bu filmin önemini.

Barbara Thorson, hani şu olacaktı, olmayacaktı, olsaydı, zor soruydu, birinci olmasındı, okul seçimiydi, tercih karmaşasıydı benzeri -belki de en az o kadar zor- bir süreç geçiren bir öğrenci. Tek derdi var: kendi gerçeğinden yola çıkarak hem ailesini, arkadaşlarını hem de bulundukları kasabayı kurtarmak.

Bir çocuk kahraman!

Bir çocuk neden kahraman olmak ister ki! İki nedeni var, bana göre. Birincisi üstesinden gelemediği o sorunu (bizdeki sınav benzeri, belki de çok daha duygusal ve çok daha zor) tümüyle yok etmek. İkincisi de varlığını, yani birey olduğunu kabul ettirmek.

Joe Kelly’nin kültleşmiş çizgi romanından kendisinin uyarladığı senaryosunu çeken yönetmen Anders Walter, hem çocukların dünyasına girmeyi başarmış hem abartmadan ama gereğince vurgulayarak o süreci anlatmış.

Spoiler olmasın…

Bir kıyı kasabasında, üç kardeş yaşamın zorluklarına direnmektedirler. Doğaldır ki herkesin derdi kendince büyüktür ve üstesinden gelmek için ciddi çaba harcarlar. En büyük çocuk, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş, yemeklerini yapar, evi derleyip toplar, doğal olarak ona yardım eden yoktur. Erkek kardeş, varsa yoksa bilgisayar oyunu peşindedir. Başka hiçbir şey umurunda değildir. Küçük kardeş ise -ki kahramanımız- bir yandan kişiliğini kabul ettirmek için birey olma savaşımı verirken, bir yandan da düşlerinde yaşattığı devlerin yaşamın güzelliğini yok etmemesi için elinden geleni yapar. Korkusuzdur, çok zekidir, hazırcevaptır ve yalnızdır. Bir arkadaş edinirse de destek yerine köstek gelir ondan devlere karşı mücadelesinde. Sırlarını açıkladığı için baştan ona kızsa da yeniden güvenini kazanacaktır.

Önemli olan birbirlerine güvenmeleri, birbirlerini derste veya okulda koruyup korumamaları değildir, belirleyici olan devlerin istilasını engellemektir.

Küçük ve korkusuz kız başarır. Başardığında da içinde yaşattığı endişe, korku ve sevginin sebebini öğreniriz.

Ergenlere bakış…

“Çakarsın ağzının ortasına iki şamar, bak nasıl da öğreniyor” mantığıyla ergen ebeveynliği yapanlar muhakkak izlemeli bu filmi. Kendi çocuklarının iç dünyasını, duygularını, kaygılarını ve tümünü elbirliğiyle nasıl alt edebileceklerinin yolunu bulacaklardır. Bu yılın sınavları bitti, ama seneye de yine bir milyon ergen girecek bu sınava. Devlet, sınavın dışında pek umursamadığı için -ne yazık ki- onları… görev anne babalara, öğretmenlere düşüyor. Dev Avcısı da sessiz sakin ama önemli bir rehberlik üstleniyor.

Dev Avcısı -I Kill Giants-, yönetmen Anders Walter, oyuncular Zoe Saldana, Madison Wolfe, Imogen Poots… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(17 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Nostaljinin Hüznü, Yaşamın Güzelliği

Fransız sinemasının saygın yönetmenlerinden Robert Guédiguian ile ticari sinemalarda ilk kez karşılaşıyoruz. ‘80’li yıllardan başladığı sinema serüveninde tam yirminci filmi ‘Deniz Kıyısındaki Ev / La Villa’. Eşi Ariane Ascaride’in de aralarında olduğu ve otuz yıla yakındır birlikte çalıştığı oyuncu ekibiyle birlikte, çocukluğunun geçtiği Marsilya’nın eşsiz koylarına bir kez daha dönüş yapmış usta sinemacı.

Bölgenin cennet koylarından birinde denize nazır evinde yaşayan yaşlı Maurice son sigarasını tüttürürken geçirdiği kalp krizi sonucu yatağa düşer. Orta yaşlardaki üç yetişkin çocuğu, hayatının son döneminde yaşlı adama eşlik etmek üzere baba ocağı villada buluşur. Evden hiç ayrılmamış ve babasının açtığı mütevazi deniz lokantasını ayakta tutmaya çalışan Armand (Gérard Meylan), tazminatı ödenerek yöneticisi olduğu sendikadan atılmış eski tüfek Joseph (Jean-Pierre Darroussin), Paris’te tiyatro kariyerinin zirvesine çıkmış aktris Angèle (Ascaride) yıllar sonra biraraya geldiklerinde eski defterler açılır, geçmişin travmaları bir bir su yüzüne çıkar.

‘La Villa’ yönetmenin bilinen nostaljik hüznünü taşıyor. Bir zamanlar mutlu insanların keyif çattığı gözde sahil kasabası artık terk edilmiş haldedir. Arkadaşlarının yardımıyla inşa ettiği, görkemli oval terasıyla koyun baş köşesine kurulmuş evin sahibi de artık konuşmaz ve hareket edemez durumdadır. Yirmi yıl önce yaşanmış bir büyük trajedinin ardından evin iki bireyi farklı kararlar ve seçimlerle yuvadan kopmuşlardır.

Aile bireylerinin hesaplaşması kederli olduğu denli iyileştiricidir de. Babanın yaşlı komşuları, oğullarına yük olmamak için bu dünyayı terke hazırlanırken, Joseph’in genç sevgilisi koyda karşılaştığı genç adamla gelecek hayalleri kurmaktan kendini alamaz. Evlat kaybının ardından kendini tiyatroya adamış Angèle, ne kadar direnmeye çalışsa da, çocuk yaştan kendisine hayran sevimli Benjamin’in tutkulu aşkı O’nu yeni kararlar almaya itecektir.

Fransız sinemacı hayata Benjamin’in gözünden bir tiyatro oyunu olarak bakmayı yeğler. Neşesiyle hüznüyle hayat bizimdir ve yaşamaya değerdir. Guédiguian sinemasının özündeki yoğun nostalji duygusunu iliklerimize kadar hissederiz. Yönetmen sahil kasabasının canlı geçmişine dair fotoğrafları göstermekten kendini alamaz. Eskilerden kalmış coşkulu bir Noel kutlamasını perdede bire bir canlandırır. 1985 yapımı ünlü filmi ‘Ki lo sa’dan alıntı bir sekansla oyuncuların aynı sahildeki tasasız gençlik yıllarına döneriz.

Guédiguian son yarım saatte yeni konuklarla tanıştırır bizleri. Mülteci botlarıyla yeni bir yaşam kurmaya çalışan üç küçük çocukla. Değişen dünyanın yeni yüzleridir onlar. Bir zamanlar insan seliyle taşan, şimdilerde ıssızlaşmış sahiller ve oralarda kalanlara yeni yaşam aşısı olacaktır yeni dünyanın çaresiz insanları.

‘Deniz Kıyısındaki Ev’ incelikle yazılmış senaryosu, mükemmel oyuncuları (Benjamin rolündeki Robinson Stévenin’e özel bir selam), usta işi yönetmenliğiyle yaz mevsiminin güzel sürprizlerinden biri. Cinemaximum sinemalarında gösteriliyor, kaçırmamaya çalışın.

(16 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Yalnız Hayaller Kaldı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Çeşitli Anadolu kentlerinde mütevazı bütçelerle düzenlenen film festivallerini küçümsememek lazım. Bazen öngörüleri ile sinemaseverleri şaşırtabiliyorlar. Misalen, 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali geçen yıl Perihan Savaş’a onur ödülü vererek değerli sanatçıya sinema adına vefa borcu ödemiş oldu. Festival dönüşünde de sanki Perihan Savaş’ın şansı açıldı. İstanbul’a döndüğünün haftasında mı, ayında mı ne Mehmet Ali Arslan’ın yönetmenliğinde, Mahmut Cevher’in yapımcılığında “Yalnız Hayaller Kaldı”nın çekimlerine başladı. Film önümüzdeki 27 Nisan’da vizyona girecek. TV dizilerini pek takip etmem ama kulağıma çalındığına göre çok beğenilen “Çukur” dizisinde önemli bir rolde oynamış. O arada geçtiğimiz ay, 23 Mart’ta son yılların en üretken yönetmeni Onur Ünlü’nün “Gerçek Kesit: Manyak” filmiyle de sinemalarda karşımıza çıktı. Ve şu günlerde sürmekte olan 37. İstanbul Film Festivali de Elazığ’dan yaklaşık 1 yıl sonra Perihan Savaş’a onur ödülü verdi. Bazı filmlerde yapıldığı gibi baştaki cümleye dönersek: Çeşitli Anadolu kentlerinde mütevazı bütçelerle düzenlenen film festivallerini küçümsememek lazım. (13 Nisan 2018)

Filmler de eleştirmenleri eleştirebilse ne güzel olurdu. Misalen bendeniz falanca film için “Senaryosunda diyaloglar pek bi kitabi duruyor.” dediğimde, o eleştirdiğim film de “Sadi Bey yaptığı eleştiride önce de’yi da’yı ayrı mı, yapışık mı yazacağına karar verse.” diyebilse. (16 Nisan 2018)

Büyülüfener’de bilmem kaçıncı kez izlemek üzere “Easy Rider”ın seansına girdim. H (Aş) sırası 7. koltuğu ararken bir yandan da kendi kendime konuşuyorum. Birden “Kendi kendine konuşana deli derler” darb-ı meseli aklıma gelince sustum. Bu sefer de bir ilham geldi, yazayım: “Kendi kendine konuşan delilere akıllı derler.” Olmuş mu? Olmuş. (21 Nisan 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti: 29. Ankara Film Festivali’nin açılışını yaptık, 2-3 gün, 4-5 film izledikten sonra Pendik’te trenden indik. Birimiz o yana, birimiz bu yana gitmek üzere mahalli vasıta duraklarına doğru yürüyoruz. Çağla ve yeşil erik satılan kamyonetin yanında durdu, “Çok severim.” dedi, yarımşar kilo aldı. Durağa geldik. Arkadaş sigarasını yakarken O’na eşlik edeyim dedim, eriklere daldım. Şehir modern ama köydeki gibi yol kenarında çoban çeşmesi yok. Erikleri yıkayamayınca silip silip, kütür kütür yiyorum. Arkadaş sigarasının dumanını üflerken, “Erikleri yıkamadan yersen mikrop kaparsın.” dedi. Hiçbir art niyetim olmadan, “He, he, sen sigarayı yıkayıp da içiyorsun, değil mi?” diye soruverdim. Bir şey diyemedi, baktı, kaldı. Ben de baktım, güldüm. O da güldü. (22 Nisan 2018)

29. Ankara Film Festivali, uzun yıllar hatırlanacak, çok güzel bir animasyon tanıtım filmi yapmış. Film gösterimlerinin öncesinde zevkle izlendi ve izleniyor. “Easy Rider”ın önünde filmi izliyoruz, artık iyiden iyiye seyirci türünde klasik haline gelmiş olan bir festival teyzesi arkamdaki koltukta, tam kulağımın dibinde “Leon” diye seslenerek sinema konusunda ne kadar bilgili olduğunu salonun en ücra köşesine kadar duyurdu. Teyze bildirir de ben bir festival Dayısı olarak eksik mi kalayım, bir kişinin bile merakını gidersek yeter. Tanıtım filminde, kameralı adam yürürken aklından geçen ünlü filmler -sırasıyla- şunlardır: “Kış Uykusu” (Haluk Bilginer), “Susuz Yaz” (Ulvi Doğan, Hülya Koçyiğit, Erol Taş), “Easy Rider” (Dennis Hopper, Peter Fonda), “Bisiklet Hırsızları” (Enzo Staiola, Lamberto Maggiorani), “Leon” (Jean Reno / İsrail’in verdiği ödülü, Filistinlilere uyguladığı acımasızlıklar yüzünden geçtiğimiz günlerde reddeden Natalie Portman’ın küçüklüğü / Festival, Portman’ı gündeme iyi denk getirdi. / “Leon” bizim sinemalarımızda, 1995 Nisan’ında “Leon: Sevginin Gücü” adıyla gösterilmişti.) (23 Nisan 2018)

27 Nisan’da gösterime girecek filmin (Selfi) afişinde şöyle yazıyor: Ben Hülya Avşar, Yazan ve Yöneten: Hülya Avşar, Mekân: Hülya Avşar, Işık: Hülya Avşar, Ses: Hülya Avşar, Kamera: Hülya Avşar, Senaryo: Hülya Avşar, Yönetmen: Hülya Avşar. Afişe adını tam 8 kez yazdırmış. Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için müracaat etse yeridir. (25 Nisan 2018)

Farkında mısınız, yayalara trafik hiç tıkanmıyor. Kırmızıda dur, yeşilde geç; hepsi bu. (27 Nisan 2018)

Nişantaşı City’s AVM.ye girdim, katı dolandım, bulamadım. Kapıdaki güvenlikçiye sordum, “2 kat aşağıda, 2 kat yukarıda var.” dedi. Bu ifadeden 2 anlam çıkıyor. Birincisi Nişantaşılıların şişi fazla gelmiyor, ikincisi AVM.nin m2 değeri, demek o kadar yüksek ki, her kata avuç içi kadar olsa dahi def-i hacet mekânı koymamışlar / koyamamışlar. (Ben ona yordum.) (27 Nisan 2018)

Ne zaman rahmetliden, “Domaaates, biber, patlıcaaan” seslenişini duysam, “Fasulyeee, kabak, pırasaaa”nın ne günahı var diye hayıflanıyorum. (Arnavut kardeşlerimizin kulakları çınlasın.) (28 Nisan 2018)

Sosyal medyada yazılanlara, gerçekten beğendiyseniz veya hoşunuza gittiyse beğeninizi belirtin veya paylaşın. Yok arkadaşım gücenmesin, yok memnun olsun, yok sevinsin diye beğeni belirtmeyin, paylaşım yapmayın. Kendimden biliyorum, insan gaza geliyor, beğeniliyor diye saçma sapan espriler, gözlemler yapmaya yöneliyorsunuz. Keza sürekli uzun uzun alıntılar paylaşacağınıza, kısa fakat kendinizden fikirler, düşünceler yazıp paylaşın ki ortam birbirinden alıntılanmış yazılar çöplüğüne dönmesin. Misal, “Sak üstünde damdağan, kaz beline vurmayı.” Bu cümle benim icadım değil, yıllar önce rahmetli Kemal Bisalman yazmıştı, orijinal olduğu için aklımda kalmış. (28 Nisan 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti 2: Kartal’dan minibüse bindik. Ayaktayım, yanımda iki genç kız, bir delikanlı var, minibüs hareket etti. Gençler sohbete başladılar. Kulağımın dibinde konuştukları için mecburen duyuyor ve hiç hilafsız, olduğu gibi yazıyorum: Üçü genç kızların, ikisi delikanlının ağzından bir dakika içinde, sırasıyla “mal”, “mal”, “lan”, “oha”, “geri zekâlı” kelimeleri dökülüverdi. Hasbelkader 28 yıldır, şurada burada yazı yazıyorum, bu kelimeleri kısa bir paragraf içinde bir araya getirebileceğimi sanmıyorum. Bizim aynı yaşlarımız, şimdilerde küçümsenen 1970’lerin eski Türkiye’sinde geçmişti ve lise çağlarımızda hiçbirimiz bu tür kelimeleri kullanmazdık. Demek ki zamanın ruhu kelimelere de yansıyor. (29 Nisan 2018)

(14 Temmuz 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Gökdelen -Skyscraper-

Sıcak yaz günlerinde hem üzerinizdeki -yoğun nemden kaynaklanan- ataleti atmak hem de kendi halinizde kalmak için en iyi mekanlar sinema salonları oluyor, bana kalırsa. Tam yazlık filmler giriyor gösterime… hem sizi yormuyor hem de biraz merak, biraz heyecan ile keyifli bir gün geçirebiliyorsunuz (tabii, kışın da mümkün bu, soğuklardan kaçmak için).

Gökdelen, belki de bir gerçek öyküden yola çıkılarak oluşturulmuş en ilginç film. Akla hemen 11 Eylül’de, İkiz Kulelere yapılan saldırıyı getiriyor. İster siyasi olsun ister ticari, terör her zaman insanlık düşmanıdır, her ne nedenle olursa olsun karşı çıkmak, engellemek gerekir.

Rehine kurtarma ekibi…

FBI’ın rehine kurtarma ekibinin başı gazi Will Ford (Dwayne Johnson), bu kez ailesini kurtarmak için mücadele içindedir. Eşiyle çok sevdiği iki çocuğunun rehin alındığı gökdelende, kendisine de kurulan komployu boşa çıkarmak ve teknolojik harika olarak nitelenebilecek dünyanın en yüksek binasını korumak için elinden geleni yapacaktır.

Heyecan ve merak tamam da…

Filmi izlerken her şeyden soyutlanıyorsunuz, kendinizle baş başa kalıyorsunuz. Bu, Hollywood sinemasının başarısı. Olmaz denilenleri olduran bir “kahraman” hep var. Sinemasal olarak o an belki duyumsamıyorsunuz, ama sonradan aklınıza takılıyor. Gerçi çok gerçekçi kotarılıyor, “Neden olmasın ki” de diyorsunuz, ama yine de kocaman bir soru işareti takılı kalıyor işte.

Yeşilçam sinemasının çok yıllar önce, “tam da Cüneyt Arkın” dediğimiz, onlarca kurşun yemesine rağmen ölmeyen, kendisinin attığını vurduğu ve düşmanlarının çok iyi nişancı olmasına karşın onların attığı hep karavana filmler geldi aklıma. Johnson tam da Cüneyt Arkın bu filmde. Ama ampute biri olarak gerçekten başarılı… bir kez bile kaçırmıyor.

Eşi ve çocukları mı? Onlar heyecan unsuru… Onca iri yarı gladyatör (!!!) arasında bir de güzel (!!!) olmalı, değil mi?

Sinema sevdalılarının ikiye ayrıldığı tek nokta sinemanın sıkı sıkıya gerçeklere bağlı kalması mı, yoksa fizik kurallarını bile görmezden gelmesi mi tartışması… Gökdelen’in afişiyle başlayan bu tartışma birçok yerde geçerli sanırım. Sinema bir hayaldir ve hayaller gerçekliğe uymayabilirler, yeter ki göze batmasın.

Baştan dediğimiz gibi iyi bir seyirlik Gökdelen. Heyecanlı ve yüksek adrenalin seviyesiyle yerinizde duramadan izliyorsunuz (yanımdaki koltukta oturan tırnaklarını kemirdi durdu film boyunca… sonrasında çok rahattı). İyi seyirler.

Gökdelen, Yönetmen Rawson Marshall Thurber, Oyuncular Dwayne Johnson, Neve Campbell, Chin Han, Roland Moller, Byron Mann… 13 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(12 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Türk Sinemasında Kahramanlar: Biraz Mağrur Biraz Mağdur

Geçen gün, televizyonda 70’li yılların yerli filmlerinden birini izliyorduk… Eşim, “O zamanın kameramanları gerçek birer sanatçıymış… Ah bir de okumuş olsalarmış.” dedi. Gerçekten de çerçeve o kadar ölçülü, o kadar düzgündü ki… Bir yandan filmi izledik bir yandan da tartışmaya başladık. Yönetmenler için de geçerliydi bu saptama… Oyuncular için de… Özellikle karakter oyuncuları dediğimiz taşıyıcı oyuncularda o gücü göremiyoruz ne yazık ki. Ben, kamera arkasında iken, “portre oyuncu” denilen oyuncular vardı. Sadece fiziki güzellikleri/yakışıklılıklarıyla yer bulan. Gerçi zaman içerisinde onlar da eğitildiler, oyunculuğu öğrendiler… Zaten kendini geliştiremeyenler silinip gittiler piyasadan.

Oyuncularla oynamak…

Adlarını sıralamadıklarım olabilir, bağışlasınlar, ama sinemamıza bir Erol Taş, bir Kadir Savun, bir Hulusi Kentmen, bir Aliye Rona, bir Danyal Topatan, bir Adile Naşit, bir Cevat Kurtuluş gelmedi bir daha… Süleyman Turan da var, Cahide Sonku da… Diclehan Baban da, Dilaver Uyanık da… Yazdıkça aklıma geliyor… Hni bir elin parmaklarının sayısını geçer mi, bu günküler?

Tuba Deniz, Küre Yayınları arasından çıkan “Biraz Mağdur, Biraz Mağrur”da Türk Sinemasındaki Kahramanları ele alan yazıları derlemiş. Kişilerden çok karakterler belirleyici. Bu, gerçekten çok önemli… Sinemamızın birikimi ve geleceğe yönelmesi anlamında rehberlik edebilecek önemli ipuçları içeriyor.

Mütevazı bir kaynak

Tuba Deniz; hepsi çok genç, hepsi çalışkan ve sinema sevdalısı Ayşe Adlı, Barış Saydam, Havva Yılmaz, Hilal Turan, Hüseyin Etil, Koray Sevindi, Mesut Bostan, Metin Demir, Nur Şeyda Koç, Nuray Hilal Tuğan, Yasin Aydınlık ve Yusuf Civelek’e sinema kahramanlarını irdelemeleri için bir fırsat tanımış. O kadar dolu, o kadar önemli, o kadar güçlü bir çalışma çıkmış ki ortaya… Bir sinemacı için başucu kitabı diyebiliriz. Karakter analizlerine en çok senaristlerin ihtiyacı var, yönetmenlerinse daha da çok… Bana kalsa kameramanlar da karakterleri tanımalı ki, resmi ona göre yapsın ve/veya yönetmenine destek olsun. Oyuncular için de bilinmesi gereken bir şey karakter; canlandırdığı karakteri tanımaksızın nasıl başarılı olabilsin ki! Buna da bağlı olarak film eleştirmenlerinin de okuması, yorumlamada çok işlerine yarayacaktır.

İyi veya kötü değil, gerçek…

Bir gazeteciye röportaj verirken “hüngür hüngür ağlarken birden kahkahalarla gül” demiştim Erol Taş’a… Gazetecinin eli ayağı birbirine karışmıştı, ne diyeceğini unutmuştu. Biz de Erol Ağabey’le (çiçekler çelenk örsün başucunda) göz kırpmıştık birbirimize. Sonra da o duyguları nasıl verdiğini anlatmıştı, neleri düşünerek ağladığını, neleri aklına getirerek güldüğünü…

Karakterler yapışıp kalıyor oyuncuların üzerlerine. Herkes işin kolayına kaçınca, bir oyuncu bir karakter yaratmada başarılıysa o tür rolden başka bir şey gelmiyor. “Biraz Mağrur, Biraz Mağdur”da yazarlar; politik, kültürel ve sosyoekonomik çerçevede, sinemadaki kahraman karakterleri, ülkenin gidişatına göre değişimi de gözeterek ele alıyor. Bunun bir ilk adım olması dileğiyle…

Türk Sinemasında Kahramanlar, Biraz Mağrur Biraz Mağdur, Editör Tuba Deniz, Küre Yayınları, 2017, 272 s.

(08 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]