Kategori arşivi: Yazılar

Tutucu Toplum, Başkaldıran Sibel

“Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar…”

diyor Nazım Hikmet, bu en bilinen, en anlamlı, en güzel şiirlerinden birinde, insanın içini okurcasına…

Guillaume Giovanetti, Çağla Zencirci, Karadeniz köylerinden birinde yaşayan sadece ıslıkla iletişim kurabilen yalnız ama başı dik bir genç kızın öyküsünü birlikte yönetmişler. Alabildiğine yerel ama işlenişi ve temasıyla evrensel olan film, yalın ve sakin anlatımı, izleyene bıraktığı yorumu ile takdiri hak ediyor.

Aykırılıklar, nereye kadar

Köyden dışlanmış Sibel, “kahraman” olursa yeniden kabul göreceğine inanır. Bunun için de silah kuşanıp dağlara vurur kendini…

Filmde iki kadın (Sibel ve Nazik) bir de erkek (Ali) var, aykırı olan. Diğerleri alabildiğine uygun, bütün hataları, eksiklikleri, yanılgılarıyla… Çünkü küçük köyde herkes birbirinin neredeyse aldığı nefesi bile biliyor.

Nazik, toplumun yok etmeye karar verdiği ve dışladığı ihtiyar kadın… Sevgilisi olmuş çünkü… Duygularını içine gömmemiş… Sevmiş ve aklını yitirecek kadar da dışlanmış.

Ali, askere gitmek istemediğini söyleyen, belki öğrenci belki siyasi ve bir o kadar da gizemli bir yaralı.

Sibel her iki “aykırı”nın arasında mekik dokuyan, kendisini kabul ettirmek isteyen bir başka aykırı…

Umudu üzmemek gerek

“Sibel”, sıcak ve çarpıcı bir öykü anlatıyor… Yukarıda sıralanan aykırılıklara odaklanan film, hemen her şeyi izleyiciye bırakıyor. Kim neyi ne kadar ve nasıl anlarsa… Yurtdışında beğenilmesinin altında bu yatıyor kanımca. Ama en çok da bizim, ‘bizim kadınlarımızın’ izlemesi gerekir.

(21 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Recep İvedik 6

Varsa, müdavimleri biliyordur, “Çilingir Sofrası / Sadi Bey’in Facebook Günlükleri” genelde bu köşeye 2-3 ay gecikmeli olarak yansır. Değişiklik olsun diye bugünkü paylaşımlarımı sıcağı sıcağına buraya taşıdım. Okuyun, hayrını görün:

*****

Bizim sinemamızın, yani Türk Sineması’nın huyudur, zaman zaman öyle yapar. Kulakları çınlasın, Yusuf Sezgin’in oynadığı “Hazreti Yusuf”, doğal olarak Anadolu’da büyük iş yapar, hemen ardından memlekette ne kadar hazret varsa beyazperdeye gelir. Birisi tutar, unutulmaz Galatasaraylı Metin Oktay’ın lâkabından adını alan “Taçsız Kral” (1965) diye bir film yapar, peşinden öteki hemen “Şenol Birol Gool” (1965) adında bir film döşer. Son üç-beş yılda da birisi Çanakkale dedi, “Çanakkale Çocukları”, “Çanakkale 1915”, “Çanakkale: Yolun Sonu”, “Çanakkale’nin Sırları”, “Çanakkale Ruhu”, “Kalbimiz Çanakkale”, “Çanakkale: Yüzyıllık Mühür” adlarında bir sürü kısa, uzun, TV filmi ve dizisi sökün etti.

En son furya Dumlupınar olacak gibi görünüyor. Önce Pinema Film, Amazon Prodüksiyon’un yapacağı “Dumlupınar” adında bir filmi dağıtacağını duyurmuştu, ondan ses çıkmadı. Yaklaşık bir ay kadar önce Fox filmleri dağıtımcısı TME Films, SAN Medya ile birlikte “Dumlupınar: Sonsuza Kadar” adıyla bir filmin çekimine başladıklarını duyurdu. En taze, bir-iki günlük habere göre de çok bilinen tanımlaması ile Ayla ve Müslüm Filmlerinin Yapımcısı” Dijital Sanatlar’ın Dumlupınar adında bir filmi Ayla ve Müslüm Filmlerinin Yönetmeni” Can Ulkay yönetiminde çekeceğini duyduk. Gönül bu filmlerin hepsinin 8 aylık sinema koruması ile vizyona girmesini arzu ediyor.

“Film sinemada izlenir”, “Sinemanın tadı başkadır”, “Dijital platformların tadı sonra gelir, oralarda dizi izleyin siz.”

Bizim sinemamızın, yani Türk Sineması’nın huyudur, bir yandan “Sevmek Zamanı”nı, diğer yandan “Sevememek Zamanını”, yani “Recep İvedik”i yapar. Bir türlü sevemedim şu Recep’i; 6.sını heyecanla bekliyorum. Ekim’e ertelenmiş.

*****

Audi’nin reklamından aşırma olduğu söylenen Peak reklamı hakkında aykırı bir söylem: Yerli filmlerin ilk aklıma gelenlerinden misal verirsek Susuz Yaz, Selvi Boylum Al Yazmalım, Senede Bir Gün, Karaoğlan’ın yeniden çevrimleri oluyor da reklamın yeniden çevrimi neden olmasın?

*****

“Beşamel sosu”nu Türkçeye “Beş Emel sosu” olarak çevirdim; duyun bunu.

(20 Şubat 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Susuz Yaz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü alan ilk Türk filmi Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan 21 Ağustos 2018 Pazartesi günü hayatını kaybetti. Mekânı cennet olsun. Sinemamızın tek filmle ünlenen yapımcı ve oyuncularından ilk akla gelen isim olan Ulvi Doğan’ın vefatı sonrasında sosyal medyada rastlanan haberlerde “Bu film sonrası sinema sektöründen ayrılmıştı.” şeklinde bir cümle dikkatimi çekti. Bu bilgi hem doğru hem yanlış. Filmin, ülkemiz sinemalarında gösterimi tamamlandıktan sonra Ulvi Doğan tarafından yurt dışına çıkarıldığı ve dünyanın birçok ülkesinde gösterime sunulduğu haberleri basına yansımıştı. Keza, Doğan’ın, yurt dışında başrol oyuncusu Hülya Koçyiğit’in benzeri yabancı bir oyuncuyla çektiği bazı sahneleri filme ekleyerek farklı bir konu algılatmasıyla gösterimleri yıllarca sürdürdüğü haberleri de basına yansımıştı. Dolayısıyla Doğan’ın bu filmden sonra sinema sektörüyle gezgin bir işletmeci olarak bağını sürdürdüğü söylenebilir. (24 Ağustos 2018)

Isabel Coixet’in yönettiği ve Emily Mortimer, Bill Nighy, Patricia Clarkson ile Hunter Tremayne’nin oynadığı “The Bookshop” adlı film sinemalarımızda orijinal adıyla gösterime girmişti. Bu filmin vizyon sonrasında gösterildiği etkinliklerde “Sahaf” Türkçe adıyla sunulması ilginç ve güzel bir uygulama. Keşke vizyon gösterimine de “Sahaf” adıyla çıksaydı. Bazen bu uygulamanın tersi de oluyor. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi vizyon öncesinde ülkede aylarca “Clair Obscur” olarak lanse edilmiş, vizyon tarihi yaklaşınca “Tereddüt” adı kullanılmaya başlanmıştı. Sanırım yurt dışı tanıtımlara öncelik verildiğinde böyle oluyor. Sinemacılarımızın vardır bir bildiği. Filmler iyi olsun da biz izleyelim. (25 Ağustos 2018)

Adana Film Festivali’nin son iki günü ile Antalya Film Festivali’nin ilk iki günü çakışıyor. Bu çakışma kamuoyunda Antalya aleyhine ve olumsuz olarak da algılanabiliyor. Şartlar değişti ama daha önce yazmıştım tekrar yazayım, bilgi bilgidir. Yıllar önce, 35 mm. filmler zamanında bu durumu önde gelen bir festival yöneticisine sormuştum. Türkiye’de gösterilmemiş ve gösterilmeyecek olan bazı filmlerin gümrük işlemleri ve sigorta masraflarının çok teferruatlı ve yüksek olması nedeniyle festivallerin bir-iki gününü çakıştırıp tek gümrük ve sigorta işlemi ile ve filmlerin sahiplerinden de onay alarak gösterim yaptıklarını söylemişlerdi. Yani festivallerin birbirlerini kırmak gibi bir niyetleri olmadığını belirtmişlerdi. Ayrıca hatırlarım, Adana Film Festivali uzun bir aradan sonra yeniden yapılmaya başlandığı ilk veya ikinci festivalinde Antalya Film Festivali kortej yapması için kendi kullandığı jeep’leri Adana’ya göndermişti. Hatalar insanlardan kaynaklanıyor, festivalleri eleştirmeli fakat rencide etmemeli. Bugün için Ulusal Yarışma’yı kaldırdığı için Antalya Film Festivali’ni protesto eden ve başkanını kınayan sektörden, Ulusal Yarışma’yı sürdüren bir önceki Antalya Büyükşehir Belediye Başkanını, yaşadığı acı nedeniyle bir kişi bile aramamış. Tekrar çakışmaya dönersek, Yeşilçam’ın zirvede olduğu yıllarda Cüneyt Arkın’ın 3 veya Türkan Şoray’ın 2 veya Tarık Akan’ın 2 ayrı filmin aynı hafta gösterime çıkarıldığını biliriz. Yani biz bize benzeriz. (30 Ağustos 2018)

Sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb’de son zamanlarda bazı yerli filmlerin web sitesi veya facebook sayfası olarak ülkemizin önde gelen bir sinema sitesinin linki veriliyor. Bu link verme işlemi filmlerin yapımcılarınca uygun görülüyorsa, ülkemizin sonda gelen sinema sitelerinden biri, sadibey.com olarak bu işlemi doğru bulmadığımızı duyururuz. O kadar zor bir şey değil ki, açın kendinize facebook’da bir sayfa, IMDb’ye link olarak onu verin. Bizlere ihtiyacınız kalmadıysa da bilgi gönderimini kesin ki, meydan reklâm verdiğiniz üç-beş web sitesine kalsın. Onlar da reklâm fiyatlarını dolar bazında arttırsınlar. Sinema sevgisi hatırına yayınını sürdüren web sitelerinin sahip ve çalışanları olarak bizler de gidip pazarda limon, domates, biber, patlıcan satalım. Herkes adam gibi para kazansın. (30 Ağustos 2018)

Olumsuz düşünmeyin, “Bu da geçer yahu.” cümlesinde aslında derin bir tasavvufi bilgelik saklı. Bu dünyadan Buda dahi geldi geçti; hepimiz faniyiz, netekim bizler de geçeceğiz; dünya malı dünyada kalır; takmayın kafanıza şunu, bunu, mânâsını içeriyor. (02 Eylül 2018)

Yasaklara karşıyım ama iki istisnam var. Birincisi: “Çile Bülbülüm Çile” şarkısı söylenirken “çile” kelimesinin fazla uzatılması yasaklanmalı. İkincisi: Vefat eden kişilere rahmet dilerken onlarla çekilmiş fotoğrafların sosyal medyada yayınlanması yasaklanmalı. İtiraf edin, sizin de vardır böyle saplantılarınız. Küçük ama büyük. (02 Eylül 2018)

6 sıfır atılmasaydı dolar bugün 6.630.000 lira olacaktı. Hadi ateyistler bunu da açıklasın bakalım. (04 Eylül 2018)

Kaldırıma konmuş masada börek yiyen adam arada sırada gezen güvercinlere (gezen tavuklara gönderme) börek parçaları atarken diğer yandan masasına gelen sinekleri kovuyor. Hayvanın birini beslerken diğerinin rızkına engel oluyor. Tuhaf insanlarız vesselam. Bazen boş arazide dolaşan köpeklere sakatat vs. götürürken tedirginlik duyarım. Bir canlıyı diğerinin bedeni ile beslemek tuhaf oluyor ama doğanın kanunu da maalesef böyle. Atıyorum, kedi köpek sevenler et yememeli. (06 Eylül 2018)

Gurmeler Derneği, İstanbul’un Harbiye semtini önemli semtler listesine almış. (Bu espri sanadır sırma saçlım, Ahmedim.) (06 Eylül 2018)

75 ml diş macununu az önce 26,95 liraya aldım. Kilosu 359,33 liraya ve 54,52 dolara geliyor. Diş macunu kuru üzerinden hesap edersek hayat çok ucuz. 1 kilo diş macunu verip 205 adet ekmek alabiliyorsunuz. Şu pahalı, bu pahalı diye şikâyet etmeyin yani. (06 Eylül 2018)

(14 Şubat 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Umudu Kendi Renklerine Boya

Tanrının, kendisini henüz doğmamış insanlar için ressam olarak var ettiğini söyleyen, yaşarken bir tek tablosu bile satılmamış, ama çok genç yaşta öldükten sonra rekor denebilecek değer biçilen bir ressam kendince renklendiriyor dünyasını.

Müthiş bir film “Sonsuzluğun Kapısında”, yönetmeni de ressam olunca renge, ışığa, çerçeveye gerektiği önemi vermiş. Filmin atmosferine uyan hareketli kamera (Van Gogh, yerinde duramayan, yaramaz bir çocuk sanki) o duyguyu çok iyi aksettirmiş.

Benim resmim…

Paul Gaugin ile Vincent Van Gogh resmin felsefesini tartışıyorlar. Birinin rengi sarı, diğerinin kırmızı… Biri katmanlı yapıyor resmini, Gaugin’in deyişiyle heykel gibi, diğerinde farklı bir etki söz konusu…

İnsan ister istemez “Ben olsam nasıl yapardım” diye düşünüyor. Hayır, ben ressam değilim, severim ama elime fırça almış, parmaklarımı boyaya bulaştırmış biri değilim. Edebiyattan örnek verebilirim… Oktay Akbal anlatmıştı… Sait Faik ile bir gün ‘dilenci vapuru’na binip Boğaz’da gezintiye çıkıyorlar. Havadan sudan konuşurlarken Akbal, arkadaşına, kıyıdaki bir ağacı gösterip nasıl anlatacağını soruyor. Sait Faik, gökyüzünün renklerinden başlayıp ağacın rüzgarda kımıldayan yapraklarına varan bir öykü yazıyor ayaküstü. Sonra Oktay Akbay, ağacın gölgesindeki ayakkabı boyacısı çocuğun öyküsünü betimliyor. İkisi de öykü. İkisi de ünlü yazardan, çok keyifli…

Van Gogh ile Paul Gaugin’i karşılaştırmak yerine resme bakışlarını ve aldıkları tadı duymaya çalışmak gerekir.

Işık artı zaman…

Sinemanın tanımlarından biridir “ışık artı zaman”. Resmin kalıcılığını renk ve ışık belirler. Gölge dengesi ki, ışığı hissetmeyen ressamın yapıtı kalıcı olamaz, iyi verilmişse, resim her bakışta bir başka mesaj verir insana, bir başka evrene yelken açmanıza yol açar.

Ressamın o anki duygusu muhakkak ki yansımıştır tuvaline, ama izleyenin aldığı haz önemlidir. Filmde bu yaklaşım çok net verilmiş. Umarım filmi izleyenler daha çok resim izlemez, görmek izin galerilere giderler.

Oyun ve oyuncu…

Willem Dafoe büyülüyor gerçekten de… Yüzünün kıvrımlarında hissediyorsunuz tırnaklarının arasına giren boyayla ne dünyalar yarattığını. Van Gogh’u içselleştirmiş, çok başarılı. Hiç aksamıyor…

Yönetmenin, ressamlıktan gelmiş olmasının da etkisi vardır muhakkak, ama kadrajın alt kısmını flu tutması, Van Gogh’un gözünden nerelerin ne kadar ve belki de niye önemli olduğunu apaçık vurguluyor. Peki, kamerası bu kadar hareketli mi olmalıydı?

Henüz doğmamış olanlar için ressam olarak dünyaya gelen Van Gogh, doğada kendi umutlarını kendi renklerine boyarken bize de umutlarımızın peşinden gitmemiz öğüdü veriyor. Ben tutacağım o öğüdü.

(14 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sanatın Hası Bir Tutam Delilik İstiyor

“Sadece onlardan biri olmak istedim. Bana biraz tütün, biraz şarap vermelerini isterdim. Ya da sadece ‘Bugün nasılsın?’ diye sorsunlar, ben de cevap verirdim, biraz sohbet ederdik. Arada sırada hediye olarak içlerinden birinin resmini çizerdim. Belki kabul edip saklarlardı. Ve bir kadın bana gülümseyip ‘Aç mısın?’ diye sorardı. Biraz jambon, biraz peynir, belki biraz meyve ikram ederdi.” Julian Schnabel’in Vincent Van Gogh’u yorumladığı ‘Sonsuzluğun Kapısında / At Eternity’s Gate’ adlı son çalışmasında, ölümsüz sanatçı çizimlerinden önce bu sözleriyle sesleniyor bizlere. Karanlık perdenin gerisinden onun mütevazi isteklerini duyuyoruz, resimlerini görmeden önce.

Modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam üzerine çekilmiş bir film için kuşkusuz cesaret isteyen bu girişle birlikte, kendisi de ressam olan yönetmenin, daha önce Van Gogh üzerine yapılmış klasik biyografilerden farklı bir şeyler peşinde olduğu hemen anlaşılıyor. El kamerasıyla çekilmiş ilk görüntüden itibaren, O’nun insanın ve doğanın binbir gizini keşfe çıkışının coşkulu hikâyesini izlemeye başlıyoruz.

Ressamın son döneminden manzaralar üzerine yoğunlaşmak istemiş Schnabel. Sanat çevrelerinden ilgi görmediği Paris’in gri kasvetinden uzaklaştığı, dostu Gaugin’in önerisiyle güneşin, sıcağın ve sarının izinde Fransa’nın güneyine Auvers-sur-Oise bölgesine yerleştiği zamanlara. Bu süreçte ressamın beynine dalıp, onun varoluş sorunsalı üzerine bir araştırmaya girişiyor Schnabel.

‘Zaman zaman aklımı kaybediyor gibi hissediyorum.’ diyor Vincent. ‘Sokaklarda bağırdığımı, ağladığımı, yüzümde siyah boya ile çocukları korkuttuğumu söylüyorlar. Herşey karanlık, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bazen birşeyler görüyorum. Hayaletler mi yoksa, bilmiyorum. Çiçekler, bazen insan yüzleri. Bazen benimle konuşuyorlar, onları anlamıyorum.’

Psikoloji uzmanları çok daha iyi değerlendireceklerdir kuşkusuz. Belli ki, sanatçıyı kıskacına almış bir şizofreniden kaynaklanıyor O’nun bu çaresiz huzursuzluğu. Lakin, sanatın en hası bir tutam delilik kaynaklı değil midir zaten. Kendini doğanın koynuna bırakmak, sanatçıyı etrafına ve de kendine zarar vermekten kurtaracaktır. Doğaya baktığında insanları birleştiren bağları daha iyi görmüştür. Orada titreyen enerjiyi, Tanrı’nın sesini duymuştur.

Kardeşi Theo aracılığıyla Gaugin ile tekrar buluşuyor bir süre. Resim ile doğa arasındaki ilişkiyi tamamen değiştirmek üzerine tartışıyorlar. Vincent resmi icat etmemiş, onu doğada bulmuştur. Çizerken sadece özgür bırakmalıdır kendisini. Gaugin’in tavsiyesinin tersine kontrol dışı olmayı ister. Çizimlerinde ne kadar hızlı ve coşkun olursa, kendini o kadar iyi hissetmektedir. Gördüğü şeyleri göremeyen kardeşlerine gösterecek, böylece onların umut ve teselli kaynağı olacaktır.

Tanrı’nın O’nu belki de henüz doğmamış insanlar için ressam yaptığını, bu dünyada bir sürgün, kutsal topraklara ulaşma yolunda bir hacı olduğunu düşünür. Melekler üzgün olanlara yakın değil midir zaten. Ve hastalık, bazen bizi iyileştirir.

Auvers-sur-Oise’da kaldığı 80 gün içinde 75 resim çizer Vincent. 37 yaşındaki kuşkulu ölümü, ‘Loving Vincent’ filminde olduğu gibi bir kaza olarak yorumlanır burada da. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz.’ demiştir Vincent. Schnabel, sanatçının mektuplarından yola çıkarak O’nun aklını okumaya çalışmış. Her türlü spekülasyondan uzak kalarak O’nun yaratıcılığının gizemini keşfe çıkmış. El kamerası, flu görüntüler, karanlık perde kullanımı hep bu arayış çabasının ürünü. Klasik bir biyografi bekleyenleri belki tatmin etmeyecek ama, yaratıcının zihnine serbest vezin dalmak isteyen izleyiciler eşi bulunmaz bir deneyim ‘Sonsuzluğun Kapısında’. Hayatının rolünde bir Willem Dafoe, fiziksel benzerliğinin de avantajıyla, delilik ve yaratıcılık arasında gidip gelen ressama olağan dışı bir yorumla hayat vermiş. Benoît Delhomme’un kusursuz görüntü çalışması, Schnabel’in gözüpek deneyimine çok şey katmış.

(14 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gözü Yaşlı Bir Melek: Alita

Gelecekten gelen filmlerin hemen hepsi anlamsız ve gereksiz savaş temalı… Alabildiğine yüksek hareketlilik, alabildiğine ritmik müzik, nedeni niyesi pek bilinmeyen vahşet… Gençler izliyor ve keyif alıyordur muhakkak.

Bu kez yine benzer temalı, karanlık geleceğin korkunç kentlerinde yaşamını sürdürmeye çalışan, sömürülen, tutsak insanların yaşamına konuk oluyoruz. Biz, medeniyet (her ne kadar “tek dişi kalmış canavar” nitelemesi varsa da hepimizin istediğidir) peşinde koşarken, bizim torunlarımızın torunlarının torunlarının, belki onların da torunlarının torunlarının yaşamını sürdüreceği dünyada insanlar medeniyetten kaçmaya çabalıyor.

Birçok şey değişmeyebilir geçen onca yüzyılda, ama yaşam kalitesi, teknoloji ve getirdiği nimetler muhakkak çok değişmiş olacaktır. Biz kentlerimizi daha yeşil, daha yaşanabilir olsun diye mücadele ederken onlar (filmde apaçık gözüküyor bu çelişki) beton ve çelik yığını içerisinde yaşayacaklar, ama kentten çıkınca (tabii, yaşam güvenceleri olmayacaktır o sürede) yer gök yemyeşil, hatta vahşi orman…

Duygu yüklü robot

Alita, çöplükten Doktor Ido’nun bulup yenilediği bir sibernetik organizmadır. Kalbi yapay olsa da duyguları çok güçlüdür. O zamanın kötü yöneticilerine karşı mücadeleyi yükselten Alita, doğal olarak başarıya ulaşacaktır. Doktorun daha ilk onarımı (tedavisi mi demeliyim) sonrasında yanaklarından süzülen bir damla gözyaşı bambaşka bir siborg ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Yine de tam düşündüğüm gibi duygusal bir film değil Alita: Savaş Meleği. Sinemanın dâhileri, bu kez şöyle bir değindikleri duygusallığı bir gün keşfedeceklerdir muhakkak.

Güzel bir film…

Sürükleyici, merak ettiren, hatta Manga çizgi romanından uyarlandığı ve bir ikincisinin de geleceğini gösteren film, tam bir seyirlik. Gözünüzü kırpmadan, merak ve hevesle izleyeceksiniz. Tek kazancınız güzel bir gün geçirmek ve yanaklardan süzülen iki damla gözyaşının yüklediği duygu…

(13 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tavşanlı İngiltere Tarihi

Yunan sinemasına özgü absürd akımın öncülerinden Yorgos Lanthimos’un, 18. yüzyıl başları İngiliz kraliyet sarayını mekân almış bir dönem filmi çektiğini ilk duyduğumda çok şaşırmış olduğumu itiraf etmeliyim. Lakin korkum boşunaymış; yerleşik toplum düzeni ve dikte edilmiş çekirdek aile kurumu üzerine gerçeküstücü bir mizah barındıran ilk filmleriyle bağrımıza bastığımız sinemacı, ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ın uluslararası başarısının ardından yerleştiği İngiltere’de bildik normları eğip bükmeyi sürdürüyor.

Yönetmenin günümüz imgeleriyle kurulmuş yakın bir geleceği resmeden İngilizce dilinde ilk filmi ‘İstakoz / The Lobster’ ile Anglosakson bir ailenin suç ve adalet kavramları üzerine yoğunlaşan, Yunan tragedya geleneği esintili öyküsü ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ / The Killing of a Sacred Deer’ daha önce sinemalarımıza gelmişti. Bir dönem hikâyesine soyunduğu ve içinde bulunduğumuz ödül mevsiminin favorilerinden ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’ ise, türün kalıplarını tersyüz eden anlatımı ve tercihleriyle, Lanthimos’un oyunbaz evreninin yeni bir harikası olarak bu hafta gösterime giriyor.

1700’lerin başlarında kraliyet sarayında geçiyor hikâye. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıpranmış bir kadındır kraliçe Anne. Tam 17 kez hamile kalmış, çok sayıda düşük ve ölü doğumun ardından dünyaya gelen çocukları fazla yaşamamış. Psikolojik travmasının yanısıra gut ya da bilinen diğer adıyla damla hastalığından muzdarip, sağlık sorunlarıyla cebelleşir kısa ömrünün son yıllarında. Lakin bu giriş okuru yanıltmasın, ağır bir dram nakletmeye hiç niyetli değil Lanthimos. Tarihçiler tarafından hep zayıf, beceriksiz, iradesiz, duygusal açlığını giderememiş karikatür bir monark olarak çizilmiş Anne’ın derin trajedisini son derece eğlenceli, muzır bir atmosfer içinde sunuyor izleyiciye.

Anlatı, kraliyet sarayında üç kadın karakterin ilişkileri üzerinden ilerliyor. Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen kraliçenin gözdesi olmak için ölesiye bir rekabete tutuşuyor. Kraliçenin sağlığı giderek bozulurken iktidar, hırs, aşk ve kıskançlıktan beslenen saray entrikaları alıp başını gidiyor.

Sarayda geniş bir yetkiye sahip olan Marlborough düşesi Sarah Churchill kraliçenin genç kızlığından beri sadık dostu, sırdaşı, aynı zamanda hükümet meselelerinde güvenilir danışmanıdır. Parlamento başkanıyla ittifak kuruyor, askeri komutan olan kocasının da desteğiyle Fransa ile savaşı sürdürme, toprak sahiplerinin vergisini yükseltme kararları alabiliyor. Onun uzak kuzeni Abigail ise babasının serkeşliği yüzünden beş parasız ortada kalmış bir genç kız. Yüzü gözü çamur içinde saraya geldiğinde büyük kuzeni onu himayesine alıyor. Lakin hayat Abigail’e hiçbir dövüşün adil yapılmadığını öğretmiştir. Yeniden sokaklara düşmemek için, yakışıklı ve kafasız bir soyluyla evlenerek unvanını garantiye alıyor önce. Daha sonra türlü oyunlarla kraliçenin gözünden düşürmeye çalıştığı kuzeni düşesin yerini almaya soyunuyor.

Yazım ekibinde olmadığı bu ilk filminde, tarihi detaylara geniş ölçüde yer vermiş olan ilk senaryo taslağını değiştirmiş, yeniden yazdırmış Lanthimos. Tarihi olaylara uygunluk önceliği değil çünkü. Dönemin sosyal ya da siyasi gelişmeleri üzerinde fazla oyalanmak da istemiyor. Dönem sinemasının geleneklerinin altını oymaya ve tez elden kendi absürd dünyasını inşa etmeye koyuluyor. Alabildiğine tuhaf, girift ilişkiler bütünü eşliğinde, entrikaların gırla gittiği, ittifakların her an değiştiği bir oyun alanı olarak sunuyor saray ortamını. ‘Barry Lyndon’u hatırlatan mum ışığında çekilmiş sahnelerde insan davranışlarını, haseti, hırsı, hayatta kalma güdüsünü mercek altına yatırıyor bir kez daha.

Dışarısıyla pek fazla ilgilenmeden sarayın iç mekânlarında geziniyor kamera. Kraliçenin rahatsızlığı nedeniyle onun yatak odasında cereyan ediyor birçok şey. Balık gözü lenslerle ve şaşırtıcı açılardan resmediyor trajikomik insan serüvenini. Rekabetçi kadınların dünyasını ön plana çıkarırken, abartılı makyaj ve giysileriyle kenar süsü niyetine kullanıyor erkekleri. Lanthimos’un gerçeküstücü evreninin oyunbaz sürprizleri bu kadarla kalmıyor. Sandy Powell tasarımı kostümlerde deri ya da kot kumaşı benzeri dönem dışı materyallere yer verilmiş. Sarayın iç mekânlarında ördekleri yarıştırma, yarı çıplak gariban bir uşağa çürük meyva isabet ettirme oyunlarıyla ya da dönem dışı akrobatik dans gösterileriyle eğleniyor soylu kraliyet erkanı. Müzik bandı da boş durmuyor: Haendel, Vivaldi, Bach gibi Barok dönem ustalarının ezgileri, 19. yüzyıl romantik müziğine karışıyor. Messiaen ve Anna Meredith’in atonal ezgilerinden geçerek, Elton John’un klavsen versiyonuyla yorumladığı ‘Skyline Pigeon’a kadar uzanan bir yelpaze içinde oynanan absürd komedyaya eşlik ediyor müzik.

Yazının başlığında yer alan ‘tavşanlara’ gelince… Kraliçenin yatak odasında yaşayan 17 adet pofuduk tavşan, onun dünyaya getiremediği veya yaşatamadığı çocuklarını simgeliyor. Anne’ın odasında tavşan beslemesi tarihsel gerçekliğe uygun değil belki ancak onun etten kemikten bir insan olarak derin acısını ve dinmek bilmeyen yoksunluğunu ifade eden ve filmin estetiğini ilk plandan duyuran dahiyane bir buluş.

Acısıyla kederiyle, neşesiyle sevinciyle, ihtirası ve zalimliğiyle insan ruhunu eşelemeyi sürdüren son Lanthimos▲ yapıtı, Olivia Colman (Anne), Rachel Weisz (Sarah) ve Emma Stone (Abigail)’den oluşan üçlünün birinci sınıf yorumlarıyla, kolay rastlanmayacak incelik ve hınzırlıkta bir başyapıt. Kaçırmayın.

(08 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Karanlık ile Aydınlık Arasında

Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden Jacques Audiard’ın western türü bir hikâye ile karşımıza çıkması ne güzel bir sürpriz. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve sinemacıya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış olan ‘The Sisters Brothers / Sisters Biraderler’, Kanadalı yazar Patrick DeWitt’in 2011’de yayınlanmış ve birçok önemli edebiyat ödülüne aday gösterilmiş aynı adlı romanının sinema uyarlaması.

Film, 19. yüzyıl ortalarının Vahşi Batı’sında tetikçi iki kardeşin dehşetengiz hikâyesi üzerinden ilerliyor. Tekinsiz bir gece vakti, çevreye ölüm yağdırırken tanışıyoruz biraderlerle. Bir kulübeye sıkışmış hedefler art arda temizleniyor. Cesetler yerde boy boy sıralanırken, barutun ve cayır cayır yanan ahırın ateşi aydınlatıyor kapkaranlık geceyi. Alevler içinde bir at kırlara doğru süzülürken, Sisters Biraderler’in bir yaş büyük olanı Eli, mahsur kalmış diğer hayvanları kurtarmak için canı pahasına ahırın içine dalmaktan çekinmiyor.

Daha ilk sahneden iki kardeşin farklı karakterleri konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Her ikisi de Oregon’da ikamet eden büyük patron Commodore’un emrinde çalışıyor, göz kırpmadan adam öldürüyorlar. Ancak, çok daha sert ve zalim olan, aldığı her işi heyecanlı bir av partisi olarak gören küçük kardeş Charlie için bir oyun gibidir kafa patlatmak. Sevdiği kızın hatıra olarak verdiği kırmızı şalı öpüp koklamadan uykuya dalmayan Eli ise içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun iflah olmaz bir romantiktir. Hayatını, yaptıklarını, varoluşunu sorgular sürekli.

Acımasız bir babanın elinde büyümüştür biraderler. Charlie’nin ifadesine göre vahşet arzusu ırsidir, zırdeli ve ayyaş babanın kanı akmaktadır damarlarında. Buna karşın, koşulların onları bu yola sürüklediğini düşünen Eli, daha huzurlu ve barışçıl bir hayatın umudunu taşımaktan kendini alıkoyamaz. Charlie’den kopamaz da. Ne denli farklı yapıda olsalar da, kardeştir onlar.

Yeni bir talimat doğrultusunda, su bazlı bir formül sayesinde nehrin dibine konuşlanmış altın tabakalarını bulup çıkaran kimyager maden arayıcısının izini sürmek üzere California’ya doğru yola çıkarlar. Patronun dedektifi, İngiliz aksanlı maceraperest John Morris’in verdiği bilgiler ışığında adamı yakalayıp, gerekirse işkenceyle formülü ele geçirmek üzere. Beklenmedik bir işbirliğine doğru yol alan kentli Morris ile idealist Warm’un, Sisters Biraderler ile nehir kıyısında karşılaşmaları, karanlık ile aydınlığın ezeli çatışmasını anımsatacaktır.

Projeye, filmde Eli rolünü canlandıran deneyimli aktör John C. Reilly ve yapımcı eşi Alison Dickey’nin önerisiyle katılmış Audiard. Amerika’daki doğal mekânlar yerine İspanya ve Romanya’nın geniş düzlüklerinde çektiği filminde, türü yeniden yorumlama gibi bir derdi yok Fransız yönetmenin. Vahşi Batı’nın kanunsuz yerleşim bölgeleri ve alabildiğine kanlı çatışma sahneleri eksik değil filminde. Ancak, bunun yanısıra ayrıntılı irdelenmiş karakterleri ve diyaloglarıyla varolmanın karanlığı ve aydınlığı üzerine kafa yorma fırsatı tanımış izleyicisine.

Bu farklı sularda gezinen Western’e Avrupalı yaratıcı sinema adamının dokunuşu hayli verimli olmuş. Öyle ya, vahşi kapitalizmin çağdaş suç imparatorlukları ile olan ilişkisi üzerine çok önemli şeyler söyleyen 2009 yapımı ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophète’de, 19 yaşındaki Arap delikanlının acımasız hapishane koşullarında büyüme ve güç kazanma öyküsünü anlatmış olan sinemacı, yine Kanadalı bir yazar olan Craig Davidson’un öyküsünden yola çıktığı 2012 yapımı ‘Pas ve Kemik / De Rouille et d’Os’ta, geçmişin yaralarının üzerine sünger çekmeye, hayata tutunmaya çalışan iki kayıp ruhun hikâyesi çerçevesinde, toplumun dışında kalmış, sınırlarda yaşayan figürleri gündeme getirmişti. Vahşi Batı hikâyesinde sadece yollar kesişmiyor, iki farklı dünya karşı karşıya geliyor. Kardeşine gönülden bağlı Eli, düşünü kurduğu farklı bir yaşam hayalini yeni tanıştığı insanlarla paylaşma fırsatı buluyor.

Atadan miras zalim Charlie ile ölen atı ardından gözyaşlarını tutamayan, diş fırçası ile imtihanında yeni bir dünya ile tanışan romantik Eli’yi, klasik westernin ana karakterlerinden farklı anti-kahramanlar olarak sunuyor film. Jaoquin Phoenix, ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin’in sessiz, sedasız, acımasız tetikçisinin ardından, aynı sertlikte ama bu defa fazla geveze Charlie yorumunda harikalar yaratıyor. Lakin filmin esas kozu güçlü ve kırılgan Eli’de hayatının rollerinden birine imza atmış olan John C. Reilly olmuş. Bu ikiliye, Morris’de Jake Gyllenhaal, Warm’da ‘The Night Of’ televizyon dizisiyle tanıdığımız Riz Ahmed gibi sağlam oyuncular eşlik ediyor. Görüntüler Gaspar Noé’nin filmlerinden hatırladığımız Benoît Debit, caz akorlarla beslenen müzikler ise tanınmış besteci Alexander Desplat’ya ait.

Sessiz sedasız gösterime giren bu güzel filmi kaçırmamanızı öğütlerim.

(07 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Saraylar Birbirine Benzer (mi?)

Hayata bakışımızı toplamsal koşullar belirler. İnsan sosyal bir varlık olduğu için, birbirinden etkilenir. Kimi zaman doğru, kimi zaman yanlış olsa da bu psikolojik etki asla kaybolmaz. Ne zaman ki içinde bulunduğunuz ‘dar’ çevreyi değiştirirsiniz, o zaman önünüze yeni ufuklar açılır…

Bu, yaşamın her anında, her alanında, her zaman ve her koşul için geçerlidir. Şöyle bir bakın çevrenize, konuşun onlarla, birbirinizi ne denli etkilediğinizi şaşırarak fark edeceksiniz…

Sinemada da geçerli…

Küçük bir çevredeki sosyal ve siyasal etkileşim kadar toplumlar arasındaki ilişkiler de benzer birbirine… Esen rüzgârlar deniliyor, dünyanın bir ucunda olanları diğer bir ucuna taşırken etki denilen ‘şey’in önemini de vurgulayarak…

18. yüzyıl başlarında İngiltere’de yaşananları beyazperde üzerinden bize aktaran The Favourite -Sarayın Gözdesi- ile 21. yüzyıl başlarındaki ülkeler arasında hemen hiçbir fark olmadığını gösteriyor. Saray entrikalarının birbiri ardına sürdürüldüğü 18. yüzyıl İngiltere’si ile günümüz, var sayın ki Amerika Birleşik Devletleri, Suriye, Venezuela, Almanya, İngiltere hatta Türkiye’si arasında hiçbir fark olmadığını görmek, dünyaya ve yaşama bir kez daha bakmayı zorunlu kılıyor.

Yunan yönetmen Yórgos Lánthimos, çok güçlü ve bir o kadar da evrensel bir film çıkarmış. Aday olduğu, topladığı ödüller kanıtı… Üç kadın var filmde, üçü de güçlü, hırslı ve başarıya odaklı. Üç kadının üçü de gözünü budaktan sakınmıyor. Olaylar bu üç kadının çevresinde dönerken, siz beyazperdeye yansıyanlarla içinde bulunduğunuz toplumda yaşanan iktidar savaşını düşünüyorsunuz ister istemez…

İşte sinemanın başarısı…

Biri kraliçe, diğerleri de onun tahtına geçmek isteyen bu üç kadın ile tam da bugünlerde yeni bir seçime odaklanan Türkiye’nin siyasi liderleri arasında bir bağ kuracak ve filmden daha büyük keyifler alacaksınız. Gülecekseniz ki, bir yanıyla gerçekten komedi; umut edecekseniz, onu da bulacaksınız muhakkak The Favourite –Sarayın Gözdesi-’nde.

(07 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Gerçek Olan Her Şey Güzeldir

Son birkaç yıldır sürekli seçimle iç içe, buna da bağlı olarak kamplaşmış siyasi görüşlerle karşı karşıyayız… Birinin ak dediğine diğeri kara diyor, gerçek(çi) olsa bile. Siyaset böyle bir şey(miş) demek ki, çünkü Alman faşizmi de Sovyet Sosyalizmi de böyle bakıyor. Mesele bunun dışına çıkabilmek.

Sanatın gözü…

Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck (Oscar kazanan “Başkalarının Hayatı” ile tanıyoruz), siyasetin ne denli katı kurallarla, sanatın ise alabildiğine özgür ve geniş açılı bakışı olduğunu işliyor “Never Look Away / Asla Gözlerini Kaçırma” filminde…

Bir başka nokta da, eğer başarılı (!) ve güçlü (!) biri olmaksa amacınız tek ayak üstünde kırk yalan ve/veya gizlilikle kendinizi korumanız gerekliliği… İşini çok iyi yapan, ama ırkçı ve katil olan Profesör Seeband, hayatı kendi istediği gibi ve düzeyde yaşayabilir; ancak kızı onu dinlemediğinde hata yapmış olmaz, aksine çok daha doğru yapmış olacaktır.

Çok yönlü bakış…

1930’larda başlayıp 1960’lara dek devam eden savaşı da içeren siyasal çalkantılarla dolu önemli bir süreci anlatan filmde sadece siyaset yok. Aşk da var, korumacılık da var, sanatın özgür ruhu da… Vurgulanması gereken dekorlar ile kostümlerin gerçekçiliği ve gücü… Oyuncular için de aynı. Yönetmen Donnersmarck’ın ne denli gerçekçi, ne denli titiz, ne denli ayrıntıcı olduğunu bir kez daha görüp hayran olmamak mümkün değil.

Faşist baskının özgür ruhlu gençleri nasıl “deli” (!) ettiğini, Hipokrat yemini etmiş bile olsa bir doktorun ne denli tutucu, ne denli ön yargılı, ne denli art niyetli, ne denli çirkin (!) olduğunu, fırsatını bulunca da neyi var neyi yoksa toplayıp kaçtığını izliyoruz. Belki yaşamın diğer alanlarında farklı olabilir, ama iş sanata gelince aynı çarpıklığı reel sosyalist iktidarda da görüyoruz. Burada bir ayraçla, akademideki öğretmenin öğrencilerinin işlerine bakmaması… Kendi resimlerini bile dersinde yakacak derecede sevmemesi, savaşta ölmemesini sağlayan ailenin “kocakarı ilaçları” ile oluşturduğu yapıtlar üretmesi… Kurt’un istediğini veremediği resimlerini bozması, yeniden yeniden arayışlarla kendi çizgisini bulma çabası sanatın ve sanatçının gücünü, altını kalın çizgilerle çizerek vurguluyor.

Bir başka bakışla…

Profesörün kızı Ellie’nin yaşadıkları da bir başka dram… O açıdan baktığımızda annenin alabildiğine duygusal yaklaşımıyla “doğru”yu bulmasına karşın babanın ırkçı ve tutucu yanlışını karşılaştırma izni veriyor film biz izleyicilere.

Yaşamdan mutluluk süzen ve ilerisi için umut veren, ama istemediği bir şeyi yaptırdıkları için -aslında kendine- kızgınlığının sonucu olarak kendini yaralayan teyzenin toplama kampına ölüme gönderilmesi, faşist anlayışın kadına bakışının bir göstergesi… Kusursuz Alman ırkını hedefleyen Nazilerin hasta ve engelli herkesi kamplara toplayıp gaz odalarında öldürmeleri; kendine kusursuz insan diyenlerin, izleyeni insanlığından utandıran yaklaşımı… Küçük Kurt, teyzesini unut(a)mıyor, resimlerine yansıyor o anılar. Profesörün resmiyle kolaj oluşturması ise Kurt’un izleğini belirliyor.

Sansüre hayır!

Her filmden bir ders almak gerekir mi, bilmiyorum. Ama bu film bizim ülkemizde de yaşanan sanatın engellenmesinin, sansüre uğramasının önüne geçmek için bir kıvılcım olabilir. Hele de yine yeniden bir seçim arifesinde…

(04 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Köpekleşmek Nereye Kadar

Dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivali’nde yapmış olan ‘Dogman’ tipik bir Matteo Garrone filmi. Yine Cannes’da beğeniyle karşılanmış 2008 yapımı ödüllü ‘Gomorra’da mafya ve şiddet sarmalını ele almış olan sinemacı, bizde vizyona gelmeyen bir önceki yapıtı ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşımıştı.

Gerçeküstücü sularda gezinen karanlık öyküler anlatmayı seven Garrone, ‘Dogman’de tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasında arıyor. 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıktığı halde, hikâyesini gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalına dönüştürmeyi başarıyor.

Filmin ana karakteri ufak tefek bir köpek bakıcısı. Kasaba sakinlerinin sevgisini hem sempatikliği hem de torbacı olarak verdiği hizmetiyle kazanmış olan Marcello’nun köpekleri ve küçük kızıyla kurduğu huzurlu dünyası, mahallenin belalısı, kokainman eski boksör Simone ile yakınlığı ve O’nun kanunsuz taleplerine hayır diyemeyişi yüzünden alt üst oluyor.

Küçük adam ile muktedir efendisinin bir Ezop masalını andıran hikâyesini kafasında bir western olarak tasarladığını ifade ediyor Garrone bir söyleşisinde. Daha önce başka filmlerinde de yer verdiği İtalya’nın güney ucunda yer alan ıssız sahil kasabası ‘Villaggio Coppola’yı mekân olarak seçişi bu yüzden. Kanunsuzluğun ve şiddetin kolaylıkla zemin bulabileceği bu sınır bölgesinde bir topluluğun üyesi olmak, saygı ve sevgi görmek çok çok önemli. Belalı Simone ile gönülsüz işbirliği yüzünden üyesi olduğu küçük cemaat tarafından dışlanıyor Marcello. Çelimsiz sokak köpeğinin yırtıcı pitbull ile dostluğu kadar marazi bu tehlikeli yakınlaşma, O’nun hayatını alt üst edecek, O’nu şiddetin göbeğine çekerek derin bir yalnızlığa sürükleyecektir.

‘Dogman’ köpeklerin dünyasından yola çıkarak enfes bir alegoriyle insan tabiatını kurcalıyor. Güçlü bir koruyucuya sırtını dayamak suretiyle ayakta kalmaya çabalayan küçük adam portresi çizmeye soyunuyor. Köpekler gibi insanların da yalnız yaşayamayacağının altını çiziyor. Bir insanın hayatta kalabilmek için nereye kadar köpekleşebileceği sorusunu soruyor. Korku ile onurun insan ruhundaki ezeli çatışmasına ışık tutuyor. ‘Dogman’ mütevazi dükkanın adı olmakla kalmıyor, Marcello’nun şefkatle baktığı köpeklerle ne kadar benzeştiğini de ifade ediyor.

Usta görüntü yönetmeni Nicolaj Brüel’in, gittikçe sertleşen ve karanlıklaşan hikâyede ışıklandırma çalışması birinci sınıf. İlk yarıda güneşli bir sahil kasabasında gezinirken, ikinci bölümde gri bulutların, yağmurun rüzgarın, karanlık gecelerin ürpertisini duyumsuyoruz. Filmin en önemli kozu ise, Marcello’yu canlandıran ve ilk oyunculuk deneyiminde Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönen müthiş yetenek Marcello Fonte. Güney İtalya’nın ucundaki yoksul Cabiria’dan gelmiş olan Fonte, eski mahkumların tiyatro çalışmaları yaptığı bir sosyal merkezin bekçisi iken, ani bir kalp kriziyle hayatını kaybeden oyuncunun yerine sahneye çıkmış ve bu arada yapılan seçmelerde keşfedilmiş. Bu güzel filmi keşfetmek için ben de okuyucularımı sinemaya davet ediyorum.

(31 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İpler Kimin Elinde?

İnternetle birlikte sosyalleşme denilen kavramın değişmesi gerektiği çok yıllar önce ileri sürülmüştü -ben de bunun üzerine o kadar çok yazdım ki, yinelemekten başka bir yol bulamıyorum- bir zamanlar çocuklar sokağa çıkardı, erişkinler kahveye gider, kadınlar gün yapardı… Tüm bunlarla hayata farklı bakış yakalar, kendilerince donanırlardı. Artık öyle değil… Bir yere gitmeniz gerekmiyor. Ekranın karşısında alışverişten eğitime, bilimsel çalışmalardan uzay araştırmalarına kadar her şeyi, hatta gezip görme ihtiyacını bile karşılayabiliyorsunuz. Sosyalleşme kavramı için herhalde uzmanlar çalışıyorlardır. Bu uzmanlar illa da bilim insanı olmak zorunda değil tabii. Sanatçılar da kendi alanlarında bu hususu irdeliyor, yeni bir “çıkış yolu” bulmaya çalışıyor.

Sinemanın farkı…

Yedinci sanat oluşu dolayısıyla diğer tüm plastik sanatları içinde barındıran sinema, bu açıdan, bu durumu en kolay ve derinlikli açıklayabilen önemli bir sanat. Sinemanın bu önemli, önemli olduğu kadar da belirleyici avantajı biz izleyicilere perdede birçok yeniliği izleme, daha da önemlisi üzerine düşünme fırsatı veriyor.

Birbirini tanımayan, ama zaman içinde birbirlerinin benzeri bir sorun yaşamış (mesela ölümden dönmek) altı insan bir oyuna başlar. Biri içine kapanık, biri hırslı, diğeri çekingen, öbürü karizmatik ve yakışıklı, biri kamyon şoförü yani yalnız, biri savaş görmüş, yaşamın gelgitleri arasından sıyrılabilmiş altı insan kapatıldıkları odadan kurtulmak için ipuçları bulmak, anahtarları açmak ve arkasındaki odadan da çıkabilmek zorundadırlar. İnanılmaz bir gerilim yaşanır daha ilk adımda. İnsan bu, kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanır hep. Tabii ki “benim dediğim doğru”dur her zaman. Ama öyle olmuyor işte. Biri bulduğu ipucundan yola çıkıyor, diğeri ona destek olup kapıyı aralıyor… Dayanışma; odaların zorlaşması, ipuçlarının daha zor bulunması, kapıların daha güç açılmasıyla göz ardı ediliyor. “Benim dediğim doğrudur”dan “ben kurtulmalıyım”a ulaşıyor.

Odadan odaya…

Her odadan bir ipucu bulup çıkıyorsunuz ama sizi başka bir oda, buna da bağlı olarak başka bir soru(n), başka bir kilitli kapıbekliyor. Her bir oda farklı, biri bir ortaçağ dönemindeki derebeyi şatosunun salonu olarak dekore edilmiş, biri kitaplık, biri bilardo masası da bulunan bir bar, biri cehennem ateşi saçan fırın, biri kutuptan bir bahçe… Her bir oda, bir öncekini aratacak denli gerilim dolu, heyecanlandıran ve korkunç. Bir de hastane odası var… işte orası çok ilginç, çünkü karakterlerin geçmişini, oraya nereden ve neden geldiklerini öğreniyoruz. Bizim öğrenmemiz bir yana, asıl karakterler öğreniyor…

Kimden yanasınız…

İzleyici olarak oyuna katılanlardan birini ister istemez seçiyor ve tutuyorsunuz… Bir sözü, bir davranışı, bir görüşü sizi kendisine çekebiliyor, ama bir sonraki odada, bir sonraki ipucunu değerlendirmede ve/veya bencillik nedeniyle arkadaşını ölüme terk etmesi içinizde büyüyen o sevgiyi yok edebiliyor.

Gerilim asıl burada…

William Golding’in yazdığı sinemaya da uyarlanan “Sineklerin Tanrısı”nı hatırlar mısınız? Bir adaya düşen izci takımının psikolojik çatışmalarının vahşete dönüşmesi anlatılıyordu… Burada da kurtulmak için arkadaşını feda etmek zorunda hissediyor oyuna katılanlar. Nereye kadar feda edebilirsiniz arkadaşınızı, sıra size geldiğinde ne yaparsınız o zaman? Çok bilinmeyenli, çok seçenekli, çoktan seçmeli bir labirent. Tıpkı hayat gibi…

Peki, biz -filmde değil hayatın içinde yaşayanlar- ne demeliyiz? Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

(31 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ayrılık Şarkısı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

1951 yılında başrolünü oynadığı “Avare” filmi ile ülkemizde ve dünyada yaygın olarak tanınmaya başlayan Hintli oyuncu Raj Kapoor ne kadar bereketli bir sinemacıymış. Seneler geçti, neredeyse hemen her filmde Kapoor soyadına rastlıyoruz. Sinemalarımızda Cuma günü vizyona giren son Hint filmi “Bajrangi Bharjaan: Sevginin Gücü”nde de iki Kapoor var. Birisi başrol oyuncusu Kareena Kapoor, diğeri yürütücü yapımcı Rajan Kapoor. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz “Dangal”ın başrol oyuncusu Aamir Khan da Kapoor’un yolundan gidiyor gibi. Khan soyadı da hemen her Hint filminde karşımıza çıkar oldu. “Bajrangi Bharjaan”ın yönetmeni ve senaristi Kabir Khan, başrol oyuncusu ve yapımcısı Salman Khan, yardımcı oyuncular Javed Ahamad Khan, Najeem Khan, yönetmen asistanı Inaar Amir Khan, kareograf Ahmed Khan. Bu arada “Bajrangi Bharjaan”ın yapımcısı Salman Khan Film’in logosunun ardında çalan müzik 20th Century Fox’un müziğini andırıyor. Bu benzetmeye iyi tarafından bakıp, taklit değil de Hint sinema endüstrisine Hollywood’a atfen Bollywood denmesine saygı gösterisi gibi algıladım. Paylaşımımın sonunda filmi çok sevdiğimi de belirteyim; hatta “Dangal”dan da daha iyi buldum. (18 Ağustos 2018)

Uzun bayram tatillerinin klasik paylaşımları başladı. Giderken “İstanbul’un karmaşasından kaçıyoruz, kafamızı dinleyeceğiz.” diyenler dönüşte muhtemelen “İstanbul sensiz olmuyor, sana kavuşuyoruz.” övgüleri yağdıracak. Dikkat edin, diğer şehirler için de hep öyle oluyor. Sanki giderken gücendirdikleri şehrin gönlünü aldıklarını sanıyorlar ama şehir kendini sevenleri ve sevmeyenleri biliyor. (19 Ağustos 2018)

Sinemamızın eski filmlerinin fotoğraflarının üzerine kabartma logo basarak internete koyan web sitelerinin sinemaseverlerin sevgisinden çok antipatisini kazandığı kanaatindeyim. (19 Ağustos 2018)

Milli Piyango bayiinden bilet alayım dedim, “Abi çekecek misin, makineden mi vereyim?” dedi. “Senin elinden çekmek daha keyifli oluyor.” dedim, çektim. “Yakında basılı biletleri de kaldırırlar, bizim dükkânlar da kapanır.” dedi hüzünlü hüzünlü. Oldu olacak bendeniz de meseleye nifak sokayım. Makineleri de kaldırın babasını satayım; işi mesajla halledin. “Şu no.ya mesaj atın, numara cebinize gelsin.” deyin, iş bitsin. Ne kâğıt ne baskı, ne makine masrafı var. Net, trink, keş para. Hâttâ daha ileri giderek numara bildirmeyi de sektir edin, doğrudan tek mesajla işi halledin. “Bilet parasını şu no.ya gönderin, kazanmadığınızı bildirelim.” deyin, olsun bitsin. (20 Ağustos 2018)

“Menekşe kokulu yarim, kime arz edeyim halim”i anlıyorum da “İstanbul’dan Üsküdar’a yol -nasıl- gider?” Türkü bestelendiğinde köprüler yok idi. (22 Ağustos 2018)

Ünlü tiyatro oyuncumuz ve seslendirme sanatçımız Toron Karacaoğlu hayatını kaybetti. Mekânı cennet olsun. Seslendirme konusunda özel bir konumu olan ve sinemada Cüneyt Arkın’ın sesi olarak bilinen sanatçı 1965 yılı yapımı “Sevgili Öğretmenim”de hem Tanju Gürsu’yu, hem de Gürel Ünlüsoy’u; 1966 yılı yapımı “Ayrılık Şarkısı”nda hem Cüneyt Arkın’ı hem de Zafer Önen’i; 1976 yılı yapımı “Sıralardaki Heyecanlar”da hem Kayhan Yıldızoğlu’nu hem de Zeki Sezer’i seslendirmiş. İlginç olan diğer bir özelliği de sinemamızın önde gelen seslendirme sanatçıları Abdurrahman Palay, Semih Sergen ve Metin Serezli’yi de rol aldıkları filmlerde seslendirmiş olması. Sinemamızda neredeyse sesini vermediği başrol oyuncusu kalmayan Toron Karacaoğlu’nun seslendirdiği tanınırlığı yüksek oyuncularımızı, haber için yaptığım araştırma sonucu listeledim; tek filmde seslendirdiği tanınmamış oyuncuları da eklersek muhtemelen seslendirdiği kişi sayısı bakımından Guinnes Rekorlar Kitabı’na girebilir. Allah rahmet eylesin: Abdurrahman Palay, Ahmet Mekin, Ali Şen, Asım Nipton, Atıf Kaptan, Atilla Ergün, Aydın Tezel, Ayhan Işık, Aykut Bora, Aytaç Arman, Aytekin Akkaya, Baki Tamer, Bilal İnci, Bülent Kayabaş, Bülent Oran, Cahit Irgat, Cem Erman, Cemil Şahbaz, Cenk Er, Cihangir Gaffari, Cüneyt Arkın, Demir Karahan, Doğan Tamer, Ediz Hun, Efgan Efekan, Ekrem Bora, Engin Çağlar, Engin İnal, Ercan Turgut, Erdo Vatan, Ergun Köknar, Erol Taş, Erol Tezeren, Eşref Kolçak, Ferdi Tayfur, Ferhan Şensoy, Fikret Hakan, Gökhan Güney, Göksel Arsoy, Gürel Ünlüsoy, Hakan Balamir, Hakkı Bulut, Hakkı Kıvanç, Haluk Kurdoğlu, Hamit Yıldırım, Hayati Hamzaoğlu, Hulusi Kentmen, Hüseyin Baradan, Hüseyin Kutman, Hüseyin Peyda, İzzet Günay, Kadir İnanır, Kadir Savun, Kartal Tibet, Kayhan Yıldızoğlu, Kenan Pars, Kerem Güney, Kuzey Vargın, Mahmut Hekimoğlu, Mesut Engin, Metin Serezli, Muammer Gözalan, Murat Soydan, Muzaffer Tema, Muzaffer Yenen, Müslüm Gürses, Nihat Ziyalan, Nuri Sesigüzel, Oktar Durukan, Orçun Sonat, Orhan Elmas, Orhan Gencebay, Orhan Günşiray, Önder Somer, Özdemir Han, Özden Çelik, Raik Alnıaçık, Reha Yurdakul, Sadettin Erbil, Salih Güney, Saltuk Kaplangı, Sami Tunç, Samim Meriç, Semih Sergen, Serdar Gökhan, Sertan Acar, Suphi Tekniker, Süha Doğan, Süleyman Turan, Sümer Tilmaç, Talat Artemel, Tamer Yiğit, Tanju Gürsu, Tanju Şarman, Tarık Akan, Tufan Giray, Tugay Toksöz, Tunç Okan, Turan Seyfioğlu, Turgut Boralı, Turgut Özatay, Uğur Güçlü, Ümit Tokcan, Ünsal Emre, Yalçın Gülhan, Yavuz Selekman, Yıldıray Çınar, Yıldırım Gencer, Yılmaz Duru, Yılmaz Güney, Yılmaz Köksal, Yusuf Sezgin, Yüksel Gözen, Zafer Önen, Zeki Tüney. (23 Ağustos 2018)

Çok kişi bilmez, sinemada 35 mm film döneminin sona ermesiyle birlikte, İstanbul’da tek kişinin yaptığı bir meslek de kayboldu gitti. O kendini bilir, arkadaşın biri film dağıtım şirketlerinin yönlendirmesiyle Cuma günü sabahı, küçük kamyonetine o sinemada gösterimi biten filmlerin 35 mm.lik kutularını yükler, programına yeni alan sinemaya götürür teslim ederdi. O hafta değişen film sayısı az ise bu işi motosikleti ile sürdürür, ilk matine başlamadan film kutularını diğer sinemaya ulaştırırdı. Hürriyet’in kulakları çınlasın. (Bu arkadaşın adı Hürriyet idi, çok kişi bilmez.) (23 Ağustos 2018)

Bugün fark ettim ki meğer ben Mücap Ofluoğlu ile Toron Karacaoğlu’nu hep karıştırıyormuşum. İkisinin de mekânı cennet olsun. (23 Ağustos 2018)

Saatler onu gösteriyormuş. Kim bu on? Niye saatler hep onu gösteriyor? (24 Ağustos 2018)

(30 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Ferhan Baran Yazıyor: Aile Emektir

71. Cannes Film Festivali’nin seçkin filmleri peşpeşe gösterime giriyor. Son şenliğin Altın Palmiye ödüllü yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku’, 90’lı yıllarda ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğimiz Japon sinemasının yaşayan ustalarından Hirokazu Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı. Filmin kahramanları, Tokyo varoşlarında küçücük evlerinde yaşayan bir ailenin bireyleri. Ufacık ve … Devamı… »

Çemberin İçindesiniz: Kefernahum

Yoksulluk, göçmenlik, uyuşturucu satıcılığı, çocuk işçi, çocuk istismarı, çocuk gelinler, aidiyet, kimliksizlik ve tabii hepsiyle birlikte yabancı düşmanlığı… Nadine Labaki’nin çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar gerçekçi, bir o kadar da duygusal, ama daha da önemlisi isyan ettiren filmi…

Bir insan kendi ülkesinde yabancı olmayı ister mi? Kurtuluşu yoksa yoksulluktan, açlıktan, istismardan, kimliksizlikten… denize düşen yılana sarılır sözü misali, ister. Siz olsanız, siz de istersiniz.

Lübnan ile özdeşleşen…

Lübnan’da bir yaşam merkezi Kefernahum, deniz kıyısında, belki de ılıman havasıyla, yaşanması en güzel yerlerden biri… Biz o merkezin sadece bir kesitini görüyoruz. Yetiyor zaten. Bir bakışla İstanbul’un varoşlarından ne farkı var (bir zamanların Tarlabaşı, Fikirtepe, Bağcılar’ı… şimdilerin Esenyurt’u vb.). Daha doğmadan gözden çıkarılmışların, resmi hiçbir kaydı olmayanların dünyanın her yerinde giderek artan yoksulluğu çarpıcı bir biçimde ortaya konuyor. Küresel sermayenin yarattığı küresel yoksulluk ve yoksunluk.

Kalabalık bir ailenin ergenliğe adım atmak üzere olan oğlu, kardeşinin sırf çıkar uğruna babası yaşında, kâr peşinde birine satılmasına karşı çıkan, bir kimliği bile olmadan yaşayan Zain’in kendi anne ve babasını “Niye doğurdunuz beni?” diyerek dava etmesinin öyküsüdür anlatılan. Bir tek güzel söz, bir gülüşe hasret milyonlarca çocuğun simgesi Zain’in, zorlu ve haklı mücadelesini gözyaşları ve isyan duygusundan sıyrılarak izlemek çok zor. Siz; Zain yerine Hüseyin, satılan küçük kız Sahar yerine Seher, sırf çocuğunu korumak amacıyla her türlü işte çalışmaya çalışan Rahil yerine Ayşe-Fatma, küçük Yonas yerine Yunus adını koyabilirsiniz. Yaşamlarında ve yazgılarında değişen hiçbir şey olmaz.

Yaşamak için…

Zain’in anne babası, bilinçsizliklerinin de sonucu olarak işsizliklerinin, açlıklarının çözümünü çok çocuk yapmakta arayan bir çift (bizim ülkemizdeki çiftlerden pek de farklı değil). Çok yoksullar. Alışveriş yaptıkları bakkalın derdi çocuk gelin… Daha 11 yaşında (bile değil) Sahar’ı gelin (biz ona satın da diyebiliriz) alıyor ve ölümüne neden oluyor. Zain ise küçük kardeşinin (O’nu ne denli koruma içgüdüsü taşıdığını biliyoruz, müthiş bir an o) intikamını alıyor… O da Zain’in bilinçsizliği… Bilinçliliğiyse daha sonra, yaşamın içinde gerçeklerle yüz yüze kaldıkça güçleniyor. Zaten filmin asıl odağı o bilinçlenme.

Yoksulluk ve yoksunluk…

Dedikodu ve mahalle baskısı, bizde olduğu gibi Kefernahum’da da alabildiğine fazla. “Desinler”cilik kadar “ne derler” de belirleyici… Kadercilik ve muhafazakârlık yoksulluğun, ama en çok da yoksunluğun temelindeki etken.

Bunlara bir de göçmenler eklenince karmaşa daha da büyüyor, içinden çıkılmaz hale geliyor. Tabii, gözyaşı da peşinden. Peki, çözüm, çözüm var mı? Cahillik ve tutuculuk çözüme de izin vermiyor, zaten vahşi kapitalizm istemiyor çözümü.

Belgesel…

Kefernahum belgesel değil, ama belgesel denli hayatın içinde. Mekânlar da oyuncular da gerçekçi. Filmin başından itibaren kendinizi içinde buluyorsunuz o yaşamın, zaten hep gözünüzün önünde… Filmin geçtiği her yer -ister mahalle, ister okula gidemeyen çocuklar, ister hapishane, uyuşturucu veya yasa dışılık hepsi- sizin bulunduğunuz çevrenin hemen dışında… Belki siz de içindesiniz çemberin.

(23 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com