Kategori arşivi: Yazılar

Sevmek Özen Göstermektir

4 Mart Pazar gecesi sahiplerini bulacak olan 90. Oscar ödüllerine beş ana dalda aday olan ‘Uğur Böceği / Lady Bird’ sıcağı sıcağına gösterime giriyor. 34 yaşındaki yazar/oyuncu Greta Gerwig’in bu ilk yönetmenlik denemesi, sanatçının özyaşamsal anılarından besleniyor. Senaryo ortağı olduğu ‘Frances Ha’ da olduğu gibi. Noah Baumbach imzalı 2012 yapımı bu film, üniversite eğitiminin ardından New York sokaklarını mesken tutmuş 27 yaşındaki taşra kökenli Frances’in büyük şehirde var olma mücadelesi üzerinedir. Tutkulu olduğu modern dans kariyerinde yükselmeyi hedeflemektedir genç kadın. Lakin kalabalık metropolün rekabeti de büyüktür. Parasız kalıp çok bunaldığında Sacramento’daki aile ocağına sığınır. Ne var ki huzurlu olduğu denli durağan taşra hayatı ona göre değildir artık.

California orta batısının orta ölçekli kenti Sacramento’da orta halli ailesiyle birlikte yaşayan 17 yaşındaki Christine McPherson’ın hayalleri üzerine şekillenen ‘Uğur Böceği’, Frances’in tek kişilik serüveninin öncesini öyküler gibidir. Bire bir yönetmenin özyaşamsal hikâyesi değildir belki, ancak ‘Lady Bird’ olarak çağrılmak isteyen, taşradaki baba evinden Doğu kıyısının -‘yazarların ormanlık bölgelerde yaşam sürdüğü’- New York benzeri kültürlü insanların yaşadığı doğu kıyısındaki kentlere kaçma arzusuyla yanıp tutuşan Christine’in yaşadıkları, yönetmenin ilk gençlik yıllarından izler taşır.

Hikâyenin omurgasını hararetli anne-kız çatışması oluşturuyor. Gerwig’in annesi gibi ‘Lady Bird’ün annesi Marion da kızının geleceği konusunda kaygılıdır. Öyle ya, yıllardır depresyonda olan baba bir de işini kaybedince, ailenin tüm yükü onun omuzlarına binmiştir. Aile eyalet dahilindeki okulların ücretini dahi zar zor karşılarken, Christine’in büyük kent okullarına başvurma konusundaki ısrarı, endişeli anneyi iyice çileden çıkartacaktır. Ancak zaman zaman iki kadın arasında bir güç gösterisine dönüşen bu ilişki, karşılıklı sevgi ve özeni de içermektedir. Gerwig kendi annesi ile sorunlar yaşadığını ama bu denli çatışmadığını bir röportajında dile getiriyor.

‘Lady Bird’ ilk bakışta, benzerlerini defalarca izlediğimiz büyüme serüvenlerinden birini öykülüyor gibi dursa da, yazar yönetmenin içtenliği ve kıvrak diyaloglarıyla benzerlerinden sıyrılmasını bilmiş. ‘Gazap Üzümleri’ romanının final cümlelerini gözyaşları içinde dinledikten hemen sonra ‘keşke ben de badireler atlatmış olsaydım’ diye dert yanan Christine’in, annesinin kinayeli sözlerini duyunca arabanın kapısını açıp dışarı atladığı ilk sahneden başlayarak çatışmalı gergin atmosferini inşa etmeye başlayan, tahmin edilemeyen sürprizlerle dolu bir anlatım tutturmuş Gerwig. Hükümetin Irak müdahalesiyle vaziyeti kurtarmaya çalıştığı, işten çıkarılmaların arttığı ekonomik açıdan sorunlu 2002 yılı iklimini incelikle betimlerken, kıt kanaat geçinen ailenin hayat mücadelesini karamsar bir bakış açısıyla ele almıyor. Sorunlu dönemeçleri komik anlarla süslüyor.

Herşeyden önce tüm karakterlerini; endişeli anneyi, depresif babayı, isyankâr genç kızı, eşcinselliğini gizlemek zorunda kalmış erkek arkadaşı ve diğerlerini sevgi ve hoşgörüyle sarmalıyor. Onların ilişkilerini zeki, nükteli diyaloglarla aktarıyor. Okul müdürü baş rahibenin bir sahnede sözünü ettiği gibi ‘insan sevgi duyduğuna özen gösteriyor’. Gerwig de, çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği küçük kentini sevgiyle hatırlıyor, Sam Levy’nin parlak görüntüleri eşliğinde Sacramento köprüleri üzerinden gün batımına selam çakıyor.

Filmin oyuncuları da mükemmel. Üçüncü kez Oscar adayı olan Saoirse Ronan, ‘Lady Bird’ kompozisyonuyla ışıldıyor. Annede -yine Oscar adayı- Laurie Metcalf, babada emektar Tracy Letts; Christine’in genç aşıklarında, geçtiğimiz yıl ‘Yaşamın Kıyısında / Manchester By The Sea’ ile Akademi ödülüne aday olmuş Lucas Hedges ile ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’in göklere çıkartılan -bu yıl aynı filmle Oscar adayı da olmuş- Fransız asıllı oyuncusu Timothée Chalamet’nin kusursuz takım oyunu, büyümeye dair bu incelikli filmin başarısına katkıda bulunuyor.

(01 Mart 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rüya Projenin Arka Bahçesindekiler

Günümüzün en yaratıcı yönetmenlerinden biri Sean Baker. Amerikalıların pek de görmek ve bilmek istemediği marjinal yaşamları filmlerinde sergilemesiyle ünlü. Geçtiğimiz yılın en ilgiye değer yapımlarından biri olan sinemacının altıncı uzun metrajı ‘The Florida Project’in Cinemaximum sinemalarının arthouse salonlarında gösterim şansı bulması başlı başına sevindirici bir hadise.

If Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen 2015 yapımı bir önceki filmi ‘Tangerine’ ile ülkemizde sınırlı bir hayran kitlesi edinen yönetmenin daha önce çektikleri sinemalarımıza uğramadı maalesef. Yoksul Amerikalıların yaşam mücadelesini dile getirir Baker. 2000 yılında, kırsal Amerikan erkeklerinin tutum ve davranışları üzerine ‘cinéma verité’ (gerçeğin sineması) tarzında çektiği ilk uzun metrajı ‘Four Little Words / Dört Kısa Kelime’ adını taşır. Kendine has ‘yeni gerçekçilik’ esinli yarı dokümanter tarzını inşa ettiği denemelerinden 2004 yapımı ‘Take Out’, mafyaya olan borcunu ödemek üzere para bulmak üzere bir gün boyunca koşturan Çinli kaçak işçinin; 2008’de çektiği ‘Prince of Broadway’ varlığından haberi bile olmayan oğlu kucağına verilen sokak satıcısı siyahi Lucky’nin; 2012 yapımı ‘Starlet’ bir porno yıldızının öyküleri etrafında şekillenir. Avrupa’dan Ken Loach ustayı örnek alan, Dardenne kardeşlerin dünyasıyla gözle görülür bir akrabalığı olan Baker sineması ‘Tangerine’ ile daha geniş bir izleyici kitlesince fark edilmeye başlar. iPhone ile çekilen bu film, iki transseksüel seks işçinin kaotik Los Angeles sokaklarındaki zorlu bir günü ve gecesi üzerinedir.

Baker bağımsız sinemacıların en bağımsızı ünvanını kesinlikle hak ediyor. Yaklaşık 20 yıldır yazar dostlarıyla ortaklaşa filmlerinin senaryolarını oluşturuyor, çok düşük bütçelerle çekiyor, daha sonra kendisi kurguluyor. 35 mm çektiği ‘The Florida Project’ bugüne kadar en çok ses getiren denemesi. Bizde Türkçe isim konulmamış ancak özgün adının tam karşılığıyla ‘Florida Projesi’ olarak dilimize çevirdiğimiz yapımda, bu defa Amerika’nın güneyine, Florida’nın güneşli rengarenk iklimine yollanıyor Baker; Orlando’nun varoşlarında, Disneyland eğlence diyarının arka bahçesindeki motellerde yaşayan yoksul Amerikalıların dünyasına. Filmin özgün adı hem yönetmenin yeni projesini adlandırıyor, hem de Walt Disney’nin yok pahasına ele geçirdiği Florida bataklığında hayata geçirdiği Disney World projesinin kod adı olmasıyla çifte anlam kazanıyor.

Film boyunca bu rüya fabrikasının hemen arkasına konuşlanmış ucuz motellerin dünyasına dalıyoruz. Dış cephesine mor rengin hakim olduğu Magic Castle (Büyülü Şato) isimli, garsonluk, satıcılık ya da seks işçiliğiyle aylık kira parasını toparlamaya çalışan insanların ikamet ettiği motel odalarından birinde yaşıyor 7 yaşındaki Moonee ile 22 yaşındaki annesi Halley. İsmine aldanmayın, ucuz barların, dondurmacıların, sıradan hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu, Disney düş fabrikasına geçiş yolu üzerinde bir mekân burası. Genç yaşında çocuk sahibi olmuş Halley işsiz. Gününü kira borcunu ertelemeye çalışmakla ya da taklit parfümlerle turist kazıklamaya bakıyor. Çaresiz kaldığında odasına adam alıyor.

Ancak bu basit mahalle, çocuklar için sınırsız bir eğlence ve macera cenneti. Moonee ve arkadaşları sıcak yaz güneşi altında koştururken ya da türlü yaramazlıklarla ortalığı birbirine katarken son derece mutlular. Motel yöneticisi Bobby babacan bir figür. Hem binanın hem de bu unutulmuş ruhların gözeticisi konumunda. Çocuklar elektrik şalterini kapattığında ya da ortalığı karıştırdıklarında bile sevecen. Moteldeki günlük kaosu kontrol altında tutan, ebeveynleri olmadığı zaman onları gözeten, bölgeye yaklaşan yaşlı pedofilleri bertaraf eden yine o.

Türlü imkansızlıklara karşın çocukların eğlence dolu günlük maceralarının sahnesidir bu ucuz motel ve çevresi. Alabildiğine özgür çocukluklarını yaşamaktadır onlar. Moonee ile anne-kız yerine abla-kardeş olmuş Halley, onun evsiz kalmaması, karnını doyurması ve eğlenmesi için herşeyi yapmaya hazırdır. Ama bu koşullarda küçük kız her an bir risk altındadır. Bunun tedirginliğini film boyunca bizler de duyumsarız. Moonee ile yakın arkadaşı Scooty, Huckleberry Finn ile Tom Sawyer misali serüvenlerini yaşarken, sosyal güvenlik görevlileri bir gün kapıda bitecektir.

Baker kolaylıkla sert ve acıtıcı olabilecek bir hikâyeyi, yaşam sevinci ve umutsuzluğu çok başarılı bir biçimde dengeleyerek anlatmasını bilmiş. Duygu sömürüsü tuzağına asla düşmüyor. Karakterlerini yargılamıyor, onlara sevgiyle yaklaşıyor. Yaklaşan trajediye rağmen, genç anne ve küçük kızının yaşama pembe gözlüklerle bakışını sevgiyle resmediyor. Bu acımasız ve zor hayatı çocukların gözünden anlatıyor. Örneğin Moonee yıkanırken banyoya dalan adamın şeklini şemalini göstermiyor izleyiciye, kamera küçük kızın şaşkın ifadesine odaklanıyor.

Filmlerinde sürekli olarak ilk kez kamera halktan kişilere yer vermiş olan Baker, bu defa iki parlak keşifte bulunmuş. 7 yaşındaki enerji topu Brooklynn Prince ile instagram yıldızı Bria Vinaite deneyimli oyunculara taş çıkartan performanslar sergiliyor. Yönetmen ilk kez ünlü bir profesyonel ile çalışmış. Otel yöneticisi Bobby, usta aktör Willem Dafoe’nun kariyerinin en nadide parçalarından biri olarak hafızalara kazınacak. 80 başlarının popüler Kool & The Gang parçası ‘Celebration’ ile hayatı kutsayan film, doğru çevirisiyle ‘Okulu Kırmak’ anlamına gelen Truffaut’nun ünlü ilk başyapıtı ‘Les Quatre-Cent Coups’yu hatırlatan güzelim finaliyle kapanıyor. Adım adım Amerikan sinemasına alternatif bir anlatım inşa etmekte olan Sean Baker’ı keşfetmek ve Yeni Dünya’nın gizli evsizlerinin yaşamlarına tanık olmak isterseniz ‘Florida Projesi’ni kaçırmayın.

(22 Şubat 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Brooklyn’e Son Çıkış

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ben daha az geçilmişinden gittim ve bütün farkı yaratan bu oldu.” (Yol Ayrımı, Yön: Yavuz Turgul) (08 Kasım 2017)

Malatya Havaalanı’nda uçaktan indik, valizi aldım. “Çıkış” yazısını görünce oraya yöneldim. Hemen yanında duran güvenlikçiye bir çıkıştım, bir çıkıştım, bildiğin gibi değil. Şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Ben de fazla uzatmadım, gevşedim, “Şaka yaptım yahu, telaşlanma; ‘çıkış’ yazmışsınız, onun için çıkıştım.” Rahatladı, güldü. (Aslında yok böyle bir şey. Bu senaryoyu niye yazdığımı açıklayayım: Sosyal medya ortamına baktım, herkes “Malatya’da olduğunu bildirdi” yazıyor. Bende böyle bildireyim dedim.) (09 Kasım 2017)

Gitmek ve ulaşamamak; işte bütün mesele bu. (William Shakespeare’den uyarlama.) (10 Kasım 2017)

Erişemez mezil-i maksuda acele giden, tiz-reftar olmayanın payine damen dolaşmaz. (Ziya Paşa’dan uyarlama.) (10 Kasım 2017)

Zaman ne kadar acımasız. Bir zamanlar kovboy filmlerinin sevilen karakteri Davy Kroket günümüzde Patates Kroket olmuş. (12 Kasım 2017)

İran kısa filmlerinin gösterileceği seansa 5 dakika kala kapıya dayandım, kapıda bir genç durmuş kimseyi içeri almıyor; “Ne oldu, niye kapıyı açmıyorsunuz?” dedim. “Vakit gelmedi.” dedi. “Niye ki, merdiven başında gördüm, yukarı çıkıyordu.” Ciddi bir yüzle konuştuğumdan genç dediğime mânâ veremedi. “Kim yukarı çıkıyordu?” diye sorunca “Vakit, vakit.” dedim. Güldü. (12 Kasım 2017)

Bir ilk gerçekleştirdim ve 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin sadibey.com’a verdiği basın sponsorluğu plaketini, film seyrederken telefonlarını kapalı tutan sinemaseverlere adadım. (15 Kasım 2017)

Filmlere fazla yüklenmeyin. Her film hem iyidir hem kötüdür. (16 Kasım 2017)

Geç gelse de servis beklemek bile büyük nimet. Asıl felâket bekleyecek bir şeyi olmamak. Ulasamadıklarımıza üzüleceğimize, ulaşabildiklerimize sevinelim. Yakındaki küçük, ıraktaki büyükten daha değerlidir; onu fark et. (16 Kasım 2017)

Hostes sordu: “Bişey içer misiniz?”
“İçerim.”
“Ne içersiniz?”
“Bişey.”
Tebessüm ettim. Durdu, düşündü, vişne suyu verdi. (17 Kasım 2017)

Fazla abartmaya gerek yok. Merkezde sen varsın, her şey senin etrafında dönüyor; dünya, memleket, kâinat, geçmiş, gelecek, tarih, coğrafya, sanat. Sen yoksan hiçbir şey yok. (22 Kasım 2017)

Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı için müspet, menfi, herkes bir şeyler söylüyor. Ben de farklı bir şey yazayım. Buğdayı Malatya Film Festivali’nde izledim. Festivalde seyrettiğim filmlerin hemen hepsinde film başladıktan bir müddet sonra birileri seyri bırakıp salonu terk etti. Buğday filminde salonun bütün koltukları doluydu, tek kişi dahi filmden çıkmadı ve jenerik bile sonuna kadar izlendi. (25 Kasım 2017)

“Neden saçların beyazlamış arkadaş; sana da benim gibi çektiren mi var?” şarkısını kendini parçalarcasına sallanarak ve üzgün üzgün söyleyen bir zamanların meşhur bay şarkıcısının 7 kez evlenip boşandığını hatırlayınca adama hak verdim. Kendi kendisine çektirmiş garibim ama suçu başka yerlerde arıyor. (26 Kasım 2017)

Sanki fazla abartıyoruz gibime geliyor. Neticede herkes kendi işini yapıyor ve de yapmak zorunda. Maddi karşılığını aldığın işini yaptığın için alkış beklemenin ve övünmenin pek bir manası yok. Bırak içlerinden gelirse alkışlasınlar ve övsünler. Gerçek takdir o. (04 Aralık 2017)

Beyazperdenin sihrini bozanlar:
1- Ünlü bir oyuncu “O film festivalinin yapıldığı şehri çok merak ediyorum, gitmek isterim.” diyor. Bağlantı kuruyorsunuz, davet ediliyor, daha ilk gün kaprislere başlıyor, oteli beğenmiyor, özel servis istiyor.
2- “Abi, bir ara Vali Bey’e benden bahsetsene.” diyor. Prensip olarak sinema sanatçılarının lehine hareket ettiğinizden bir punduna getirip oyuncuyu Vali’ye övüyorsunuz. Sonraki bir toplantıda diğer basın mensubu arkadaşlarla konuştuğunuzda bir-iki tanesi daha “Bizden de Vali’ye kendisi hakkında müspet sözler söylememizi istedi.” deyince sükutu hayale uğruyorsunuz.
3- “Filmimizi falanca festivale göndermek istiyoruz, bağlantı kurar mısınız?” diyorlar. Bağlantı kuruyorsunuz, film festivale davet ediliyor. Size teşekkür geri dönüşü dahi olmuyor; ancak gösterim sonrası yapılan söyleşide lütfen gelmişler gibi bir tavırla: “Davet edilince geldik.” diyorlar.
4- Yapımcının birisi TV.de kendi filminin gösterildiğini görünce şaşırıyor; “Ben bu filmi satmamıştım.” diyor ve TV.yi arıyor. Filmi başka bir yapımcının sattığını öğreniyor. Araştırıyor, “Bana borcu vardı, onun karşılığında sattım.” diye cevap geliyor.
5- Yapmayın böyle, kendinizle birlikte koskoca camiayı lekelemeyin. (04 Aralık 2017)

(20 Şubat 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Zor Zamanlara Dair Bir Peri Masalı

Türkiye prömiyerini yaptığı 24. Uluslararası Adana Film Festivali ve ardından İKSV Filmekimi haftasında ‘Aşkın Gücü’ adıyla gösterilen ‘The Shape of Water’, ithalatçı firma karar değiştirince ‘Suyun Sesi’ adıyla gösterime girdi. Oysa film sessizce yaşanan bir büyülü sevdayı anlatıyor.

Fantastik sinemanın özgün yaratıcılarından Guillermo del Toro 1960 başlarının Baltimore kentini seçmiş mekân olarak. Savaş sonrasının bolluk bereketiyle yükselen banliyö yaşamı, her garajda bir araba, yıldızı giderek parlayan televizyon dünyası ve reklam sektörüyle, Amerikan mitinin şekillendiği yıllardır bunlar.

Toplumun kıyısındakiler için durum farklıdır her zaman olduğu gibi. Farklı evrenlerden yüreklere dokunan masallarla tanıdığımız Meksika asıllı usta öykücü, Hollywood stüdyo yapımlarının tüm dünyaya pompaladığı Amerikan rüyasınının gerisindeki küçük insanlardan, hor görülen azınlıklardan oluşturmuş filminin ana aktörlerini. ‘Soğuk Savaş’ın en kızışmış yıllarında gizli araştırmaların sürdürüldüğü bir laboratuvarda temizlikçi olarak çalışan Elisa (Sally Hawkins), bebekken uğradığı bir saldırı sonrasında nehir kenarında terkedilmiş. Duyabiliyor ama konuşamıyor. Amazon nehrinde ele geçirilmiş ve incelenmek üzere laboratuvara getirilen insansı amfibik yaratık (Doug Jones) ile bakışlar ve işaretler aracılığıyla ilişki kuruyor. Bir de yaratığın bir çırpıda yuttuğu haşlanmış yumurtalar ve portatif pikaptan yayılan müziğin nağmeleriyle.

Yaratığın deney alanından kaçırılması pek kolay olmayacaktır. Elisa’nın siyahi iş arkadaşı Zelda (Octavia Spencer), babalığı eşcinsel ressam Giles (Richard Jenkins) ile amirlerinin imha emrine karşı çıkan çift taraflı casus Dr. Hoffstetler -ya da Rus adıyla Dmitri- (Michael Stuhlbarg) bu bölümde devreye girecektir.

‘Suyun Sesi’, Del Toro usulü etkileyici bir ‘Güzel ve Çirkin’ hikâyesi. Hem heyecanla izlenen bir gerilim, hem duygusal bir aşk hikâyesi. Hem de Hollywood sinemasının parlak günlerine, müzikallere, yok olmuş sinema kültürüne bir ağıt, bir aşk mektubu. Alice Fay, Betty Grable gibi yıldızların şarkıları ve danslarıyla düşlere dalan Elisa ile Giles eski usul bir sinemanın üst katındaki dairede yaşıyor. Bir zamanların görkemli, tapınak misali sinema salonlarından biridir bu.

Kennedy suikasti ve Vietnam bozgunu öncesinde görünürdeki pembe tablo, arka planda derin bir nükleer saldırı korkusunu barındırıyor gerçi. Konuşma engelli kız, siyahi işçi kadın, eşcinselliğini bastırmış ressam ve suda yaşayan insansı yaratık örneğinde olduğu gibi azınlıkta kalanlar için çok daha zor zamanlar bunlar. Farklı ırklara, milletlere, farklı cinsel tercihlere yaşam hakkı tanınmayan o yılları, aynı mücadelenin sürmekte olduğu günümüz iklimine bağlamak istemiş Del Toro.

Farklı türleri bir potada eritebilen, duygusal açıdan güçlü, insani mesajlarıyla izleyicisini mutlu eden bir film ‘Suyun Sesi’. Görsel tasarımı, Alexander Desplat imzalı müzik çalışması ve de cinselliği saklamayan tavrıyla etkileyici bir çalışma.

(15 Şubat 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Suyun Sesi -The Shape of Water-

Hemen baştan, film adlarının izleyici için belirleyici olduğunu söyleyerek başlamalıyım. Deyim değilse, çevirisi bizim dilimizde farklı (amaçlananın dışında) bir anlam taşımıyorsa o çeviri kullanılmalı… Belki de en iyisi hiç çevirmemek, buna da bağlı olarak kafaları karıştırmamak gerekir. Sinema izleyicisi, -bizim ülkemizde ağırlıklı olarak ekonomik nedenlerle- televizyonla birlikte hedef kitlesini belirledi. Daha akılcı, daha seçici ve bir o kadar da seçkin, daha bilinçli bir izleyici kitlesi var. Bu, filmlerin izlenme oranından da görülebilir kolayca… Aşkın Gücü olarak ilk gösterimini yapan The Shape of Water, bu kez Suyun Sesi olarak gösterimde…

Soğuk savaş…

The Shape of Water, belki de ilk adıyla -ki basın bülteninde de bu adla anılıyor- daha bir anlamlı… Çünkü inanılmaz bir aşk var iki tür arasında, biraz daha açmak gerekirse iki canlı türü arasında. Kuşkusuz, suyun etkisini de unutmamalı. Suyun katkısı da yadsınamayacak denli önemli.

Elisa ve Zelda, yüksek güvenlikli bir merkezde iki çalışandır, en alt düzeyde. Elisa’nın konuşma engelli olması, Zelda’nın onu koruyup kollaması ile aralarındaki dostluğun ne denli büyük olduğuna tanık oluyoruz. 1960’lı yılların hemen başlarıdır, iki büyük güç -Amerika ve Sovyetler- arasında soğuk savaş vardır ve bu, kendisini uzay yarışında göstermektedir. İki büyük gücün hedefinde suda yaşayan ama karada da yaşamını sürdüren bir varlığı ele geçirmektir. Elisa ve Zelda bu yaratığı içsel duygularla -Elisa, cinsel açıdan da etkilenir- sahiplenirler. Biraz aşk, biraz duygu, biraz kin ve nefret, çokça kibir, en çok da yalnızlık filmin temelini oluşturuyor. Soğuk savaşın karşı konulamaz gerilimiyle harmanlanınca seyrine doyulmayan bir film çıkıyor karşımıza…

Dönemi yansıtıyor

Film anlattığı dönemi birebir yansıtmayı başarıyor. Mekânlar ve kıyafetler kusursuz. Müzik inanılmaz. Yöneticiler gaddar ve acımasız, işlerinin yapılması dışında hemen hiçbir destekleri yok insanlara… Hatta evlerinde çocuklarını, eşlerini bile “iş” olarak görüyorlar. İyi ki bu bakış değişmiş günümüzde, yoksa ciddi gerilim içerisinde yaşıyor olurduk. Bir de bizim tam da içinde bulunduğumuz savaş, terör ve ekonomik koşullar eklenince iyiden iyiye çekilmez olurdu yaşam.

Bu çekilmez yaşamın içinde bir güneş gibi parlayan aşk var, aşkın gücü var. Film asıl temelini de burada atıyor: Aşk varsa, gerisi teferruat.

Büyük bir aşk…

Nazım Hikmet, “Öyle büyük dostlarız ki, kelimesiz anlaşırız” diyor o güçlü şiir diliyle… Sesleri işiten ama konuşamayan iki canlının birbiriyle duygusal bir bağ kurması, tam da şairin şiirce dedikleriyle örtüşüyor. Onların dışındakilerin anlamaması -en yakın arkadaşı bile cinsel açıdan bakıyor- çok doğal.

Günümüzden 55-60 yıl kadar önce insan ne kadar yalnızsa bugün de o kadar yalnız. Teknoloji gelişkin ama aşk… aşk tükenmiş artık. Buna da bağlı olarak o güzellikler sıyrılıp gitmiş elimizden.

Suyun Sesi, güzel ve bir o kadar da anlam derinliği taşıyan bir film. İzlemeniz, ruhen size de iyi gelecektir.

Suyun Sesi, The Shape of Water, yönetmen Guillermo Del Toro, oyuncular Sally Hawkins, Michael Shannon, Richard Jenkins, Doug Jones, Michael Stuhlbarg, Octavia Spencer, 16 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(13 Şubat 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sevgilim İstanbul

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Büyük beyazperdede film gösteren mekânlara sinema denildiğini biliyoruz. Sinema mekânı, genelde Kışlık Sinema ve Yazlık Sinema olarak bilinegelmiştir. Kışlık sinemaları Kapalı Sinema, yazlık sinemaları ise Açıkhava Sineması ve Bahçe Sineması gibi isimlerle de anarız. Bir defa arabalı vapurda film gösterildiğini de hatırlıyorum. 35 mm.lik makine vapurun üst katına, perde ise arabaların iskeleye çıktığı bölüme kurulmuştu, ancak vapurun elektrik tesisatı yeterli gelmediğinden film gösterimi yarım kalmıştı. Bir okur yorumunda ilk defa duyduğum bir Yazlık Sinema çeşidini de paylaşayım: Sevgili okur fotoğraftaki yazlık sinemayı (Üsküdar Büyük Işık Bahçe Sineması) Yokuş Sineması olarak anıyor. Makine dairesi orta kısmında bulunan bu sinema, fotoğrafın çekildiği zamanlarda Üsküdar’da Çavuşdere Bostanı’nın sonunda yer almaktaymış. Günümüzdeki yeri Yeni Üsküdar Belediye Binası’nın sol tarafındaki Veteriner Bölümü’nün yanı olarak belirtiliyor. Rampa şeklindeki araziye yapılmış bu sinema çeşidini çok sevdim. (22 Ekim 2017)

Şehrinizin herhangi bir yerinde durun, etrafiınıza orayı hiç görmemiş, hiç tanımamış gibi bakın. Sanki başka bir şehirdeymişsiniz, ilk defa gelmişsiniz gibi hissedeceksiniz. Az önce otobüs durdu, kafamı telefonumdan kaldırdım, sağa baktım, sola baktım, ileri baktım. (Geri bakmadım.) Bir müddet nerede olduğumu çıkaramadım. Sonra birden geçmiş kendini hatırlatmaya başladı. Meğer Aksaray’la Yenikapı arasındaki bulvar trafiğinde durmuşuz. 50 yıldır İstanbullu olduğumu itiraf etsem de bu paylaşımımın son bölümünü kimseye söylemeyin ne olur. İstanbulum sitem eder, ben utanırım. (22 Ekim 2017)

Antalya Film Festivali’nde dün yapılan basın toplantısında “Saraybosna’da Ölüm” filminin yönetmeni Danis Tanovic’in festivallere gelmekten pek hoşlanmadığını, basın toplantılarını sevmediğini belirtmesinden sonra bugün de Anthony Delon’un oyunculuğu bıraktığını, bundan böyle deri ceket tasarımıyla uğraşacağını açıklaması yadırgandı. Festivalin önümüzdeki yıllarda uluslararası vasfına saygı gösterecek sanatçılarla bağlantı kurmasında fayda var. (27 Ekim 2017)

Neyse ki Matt Dillon onur ödülü alırken yaptığı konuşmada Suriyeli mültecilere gösterilen şefkatten müsbet olarak bahsetti. Yoksa seneye onur ödülleri de iptal edilirdi. (28 Ekim 2017)

O şarkıyı eğer bir bayan sanatçı söyleyecekse “Biraz kül biraz duman, Aslı misali yanan o benim işte” şeklinde söylese daha bir gerçekçi olur. Efendim? (29 Ekim 2017)

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Ulusal Uzun Film Yarışması’nın kaldırılması bir yana Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’nda Türkiye’yi temsil eden iki filmin ikisi de Türkçe değildi, her iki filmi de Türkçe altyazı ile izledik. (31 Ekim 2017)

Kalipso kralı olarak tanınan Metin Ersoy da hakkın rahmetine kavuştu, bugün ebediyete uğurladık. Mekânı cennet olsun, siteye vefat ettiği haberini yazarken az bilinen bir özelliğini keşfettim. Haber için fotoğraf ararken adaşı Metin Erksan’ın cenazesinde çekilmiş fotoğraflarını buldum. Böylece rahmetlinin gizli bir sinefil olduğunu öğrenmiş oldum. Metin Ersoy, kendine has özellikleri olan nadir şarkıcılarımızdan birisidir. Zirvede olduğu yıllarda sempatikliğiyle kalipso müziğini herkese sevdirmişti. Türküsever de, sanatmüziğisever de, popmüziğisever de, herkes kendisini ilgiyle izlerdi. Örnek aldığı ve görüntü olarak da benzediği Harry Belafonte gibi O da sinemaya uzak kalmadı, dört sinema filminde rol aldı. Yabancı sinemada benzer özellikleri olan bir diğer şarkıcı da Sammy Davis Jr.dur. Sammy Davis de genelde esprili rollerde oynamıştı. (31 Ekim 2017)

Rıza Sönmez’in “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filmi sessiz sedasız tek salonda gösterime girdi. Has sinemaseverlerin haberi olmadığı için ilk 3 günde 18 kişi tarafından izlendi. Film için bu bir ölçü değil. Sönmez’in filmi sinemamızda benzeri olmayan nefis bir eserdir. Yeşilçam Sineması’nın sezon açılışına jest olsun diye tek kopya olarak vizyona çıktı. Böyle bir jesti anlı şanlı, devasa şirketler bile yapamaz. “Türk Sineması’nı seviyorum” diyen herkesin mutlaka görmesi şart olan bir filmdir. Ve ilk 3 günde filmi izleyen o 18 kişi, hasılat rekorları kıran Recep filmlerine destek veren 180, 1.800, 18.000 kişiden daha değerli seyircilerdir. (02 Kasım 2017)

An itibariyle, zannımca 2017 yılının bir yabancı filme konulan en güzel Türkçe film adı: “Yarını Yok”; kim bulduysa tebrik ederim. Çok rica ederim, hemen “Filmin ‘24 Hours to Live’ olan orijinal adı doğru tercüme edilmemiş” filan gibi yorumlar yazılmasın; bazı yabancı filmlere Türkçe isim olarak orijinal adın tam çevirisinin değil konuya uygun bulunan Türkçe ismin konulabildiğini biliyoruz. (04 Kasım 2017)

Yine nefis bir Yavuz Turgul – Şener Şen filmi izledik: Mazhar Kozanlı’nın bisikleti = Yurttaş Kane’in kızağı (Rosebud). (07 Kasım 2017)

(03 Şubat 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

İnsanlıktan Umut Kesilmez

Tecavüze uğrayarak öldürülmüş genç bir kızın acılı annesinin adaletin yerini bulması için yapamayacağı şey yoktur. Missouri eyaletine bağlı Ebbing kasabasında yaşayan Mildred Hayes, tam yedi aydır evinin yakınlarında katledilmiş kızının katillerinin yakalanmasını beklemektedir. Yetkililerin dikkatini çekmek için harekete geçmeye karar verir ve kasabanın çıkışında, otoyol yapıldığından beri pek kullanılmayan tali yolda boş duran üç adet ilan panosunu kiralar.

Bu hafta gösterime giren ve Mart başında dağıtılacak olan Oscar ödüllerinin en güçlü adayı konumundaki ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ adını bu ilan panolarından alıyor. Sırasıyla şu ibarelere yer veriliyor panolarda: ‘Ölmek Üzereyken Tecavüze Uğradı’; ‘Hâlâ Kimse Tutuklanmadı’; ‘Bu Nasıl İştir Şerif Willoughby?’. Kederli annenin herkesin sevdiği, üstüne üstlük ölümün eşiğinde kanserle cebelleşen kanun adamına meydan okuyuşu kasaba halkınca hoş karşılanmaz. Başta peder olmak üzere ilanları çekmesi için ona baskı yaparlar. Ancak Mildred’ın vazgeçmeye niyeti yoktur. Bazı insanların işlerine odaklanarak, siyahlarla uğraşmak yere kızının kanlı katillerinin izini bulmasını istemekte kararlıdır.

Bizde ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ adıyla gösterime sokulan film, tanınmış oyun yazarı Martin McDonagh imzasını taşıyor. 1970 Londra doğumlu, İrlanda asıllı İngiliz yazar filmlerinden önce tiyatro oyunlarıyla tanındı ülkemizde. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda yıllarca (AKM kapanana kadar) afişte kalmış, Sumru Yavrucuk ve Rüçhan Çalışkur’un üstün yorumlarıyla çok sevilmiş ‘Leenane’in Güzellik Kraliçesi’ ya da ilk kez 2003 yılında Kenter Tiyatrosu’nca sahnelenen ‘Inishmore’lu Yüzbaşı’ oyunlarıyla. Yazar/yönetmen olarak sinemaya adım atışı da ilginçtir. 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘In Bruges’ kısa süre içinde unutulmazlar arasına girdi. Bizde de gösterime giren 2012 yapımı ‘Yedi Psikopat’ın ardından çektiği ‘Üç Billboard’ ile kendisine bağlanmış umutları boşa çıkarmayan mükemmel bir filme daha imza atıyor McDonagh.

Oyunlarında başrolü ağırlıklı olarak kadın karakterlere vermiş olan sanatçının adını zikrettiğimiz önceki sinema filmleri baskın erkek karakterler etrafında şekilleniyordu. Bu defa, aynen oyunlarında olduğu gibi, güçlü bir kadın karakter yönlendiriyor hikâyeyi. Yaklaşık 20 yıl kadar önce Amerika’yı boydan boya katederken bir ilan panosunda gözüne çarpan mesajdan yola çıktığını ifade ediyor söyleşilerinde. Bunca yıldır hiç aklından çıkmayan mesajın ardındaki öfke ve kederin bir kadına ait olduğunu düşünmüş ve öyküyü bunun üzerinden geliştirmiş.

Mekân olarak Amerika’nın güney kırsalını seçmesi bölgenin sinematografik zenginliğinden kaynaklanmış. Filmin adının geçtiği Missouri eyaletine bağlı ‘Ebbing’ hayali bir kasaba. Çekimler Silver, Güney Carolina’da yapılmış. Ancak, ırksal gerilimin yüksek olduğu, erkek egemen, neredeyse 50’li yıllardan beri fazla bir değişime uğramamış derin Amerika’nın tipik kasabaları olarak, birbirlerine çok benzeyen yerleşim bölgeleri bunlar.

Ben Davis’in panoramik görüntüleri ve Carter Burwell’in country ezgileri eşliğinde çağdaş bir western havası taşıyor McDonagh’ın filmi. Lakin izlediğimiz sıradan bir ‘kahraman kötülere karşı’ öyküsü değil. Bir John Wayne ya da Clint Eastwood edasıyla kasaba meydanına inen Mildred kanunu sağlamakla yükümlü zevatla çatışıyor önceleri. Ancak kabaca iyi ve kötü olarak sınıflandırmıyor kişilerini İngiliz sinemacı. İnsanlıktan umudunu kesmeyen, değişim ve dönüşüm üzerine bir anlatı şekilleniyor iki saat süresince.

Aksiyondan ziyade karakter gelişimi üzerinden ilerleyen bir çalışma ‘Üç Billboard’. Bu amaçla, daha önce ‘Galaksinin Koruyucuları’ ve ‘Doctor Strange’ gibi gösterişli Marvel uyarlamalarında çalışmış usta sinematograf Davis’in kamera hareketleri abartıdan uzak. McDonaugh’un senaryosu da, bu amaç doğrultusunda, karakter dönüşümlerinin peşinde olaylar dizisinden ve kolay çözümlerden uzak duruyor. Tüm bu öncelikler filmi sırtlayıp götüren üç büyük oyuncunun (üçü de Oscar adayı) mükemmel kompozisyonlarına olanak sağlamış. İngiliz yazarın hikâyeyi kaleme alırken başından beri düşünmüş olduğu Frances McDormand, 1996 yapımı ‘Fargo’dan beri belki de en muhteşem performansında parlıyor. Yönetmenin de tercihi doğrultusunda acılı karakteri duygusal olarak istismar etmiyor, hatta kederin ağırlığıyla yaşlanmış annenin kayıtsız aksiliğini vurgulayarak karakterle aramıza sınır koyuyor. İlan panolarının çevresini çiçeklerle süslerken, yavru ceylanın bakışında kızını hissettiği o insanın içini cız ettiren sahnede bile son derece kontrollü.

Başlangıçta karanlık, ırkçı, (belki de bastırılmış eşcinselliği yüzünden) homofobik çavuş Dixon karakterinin dönüşümünde harikalar yaratıyor filmin bir diğer başarılı yorumcusu Sam Rockwell. Bağımsız Amerikan sinemasının bu pek kadri kıymeti bilinmemiş oyuncusundan istediğini almış McDonagh. Keza incelikli yorumuyla şerif Willoughby’de bir kez daha klasını konuşturuyor Woody Harrelson.

Hikâyesiyle, sinematografisiyle, oyuncu yönetimiyle, trajedi ile mizahı ustaca dengeleyen diyalogları ile yılın en iyi filmlerinden biri ‘Üç Billboard’. Kaçırmamaya çalışın.

(01 Şubat 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Üç Billboard -Ebbing Çıkışı, Missouri-

Dünyaya geldiğiniz ilk anda, doktor bir şaplak vurarak ağlatır sizi… Sonrası büyük bir mücadele. Evde, okulda, işte, sokakta, hayatın her anında, her alanında mücadele verirsiniz hayata tutunmak için, nefes alabilmek için, rahat etmek için, hedefinize ulaşmak için… Kızı vahşice öldürülen Mildred Hayes, yıllardır boş duran, sahibinin bile unuttuğu üç billboardı kiralayarak kızının katilinin bulunmasını ister. Gelişen olaylarla nefes nefese bir film izliyorsunuz, hem filmden bir adım öndesiniz hem bir adım geride… Ne olacak? Nasıl sonuçlanacak? Şöyle olsa… Yok, böyle olmalı… Hayır, öyle tamamlanmalı. Tam bir gerilim, tam bir heyecan.

Bizim ülkemizde acaba nasıl bir sonuç verir diye düşünmeden edemiyor insan. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, herkes hep göz önünde, herkes kimin neyi ne kadar yapabildiğini de biliyor. Polisin gücünü de, duyarlılığını da…

Kim bizi nasıl bilirse…

Hazreti Muhammed’in “Kim bizi nasıl bilirse, onun için öyleyiz” sözü, filmi anlatmaya yeter. Tabii ki, biz, insanların bizi bildikleri kadarıyla tanınırız, ona göre yargılanır ve ona göre tutum alırız. Kimsenin içini bilmeniz mümkün değildir, kimse de size içini açmak zorunda değildir. Kimi zaman, onun işine geldiği için yardım eder, kimi zaman siz, işinize geldiği için kabul edersiniz… Tabii, tersi de mümkün. Yine de doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Mücadeleye devam etmek gerekir, birileri sizin için bir şeyler diyecektir muhakkak. Ya boyun eğeceksiniz ya da başkaldıracaksınız. Onların söylediklerine bakmamak gerekir, tıpkı Mildred gibi.

Komşunuz da izliyor…

Küçük bir kasaba olması, herkesin birbirini tanıması gerçeğiyle sosyal ilişkilerin hemen her anının herkes tarafından bilindiği bir gerçeklik yaşanıyor filmde… Gerçek hayatta da öyle olmuyor mu? Annesine bağımlı, ondan ayrılamadığı için kendini alkole vermiş polis, kanseri kendisine siper edinmiş bir yönetici, genç kadın için evini-eşini terk etmiş adam, kısalığı yüzüne vurulduğu için yalnızlıktan kurtulamayan cüce… Baskın karakterli annenin, ister istemez (kardeşi öldürülmüş, babası evi terk etmiş) içine kapanık oğlu da bir başka sorun. Bir de dükkana gelip bir şey almak yerine kırıp döken biri var… İlişkilerdeki gerilim, artan öfkeyle birlikte yükseliyor. Sokaktaki insanın ne dediğini, nasıl karşıladığını göz ardı edebilir mi, Mildred denli gözü kara biri için bile. Pek mümkün değil. Ama hayran olunacak zekasıyla tek tek, hatası-sevabıyla aşıyor hepsini.

Perdeye odaklanıyorsunuz ve bir anlamda Mildred siz oluyorsunuz. Sahi, siz Mildred olsanız nasıl çözerdiniz bu sorunu?

Üç Bilboard Ebbing Çıkışı, Missouri, Yönetmen: Martin McDonagh, Oyuncular: Frances McDormand, Woody Harrelson, Sam Rockwell, Abbie Cornish… 2 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(01 Şubat 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çürümüş Bir Toplumda Mutlu Olmak Mümkün mü

2017 yılının en iyi filmleri seçkimde ikinci sırada yer verdiğim ‘Sevgisiz / Nelyubov’ nihayet sinemalarda. Çağdaş Rus sinemasının en önemli isimlerinden Andrey Zvyagintsev’in çarpıcı dramasının açılışında, siyah fon üzerinde tek bir nota piyanodan tekrarlanırken, yükselen volüm tekinsizliğin ve kötüye doğru gidişin alametlerini iletir izleyiciye. Karlar içinde asırlık bir ağacın çıplak gövdesi belirir daha sonra perdede. Buz gibi soğukta bir orman gölünde sakin yüzen ördeklerin huzurunu hissederiz bir an için. Sonrasında birkaç ay öncesine dönerek hikâyeyi izlemeye başlarız. Bir okul binasına sabitlenir kamera. Birazdan zil çalacak ve çocuklar dağılacaktır. Sırtında çantası orman yolundan tek başına yürüyen Alyoşa eve dönmek için acele etmez. Zira Moskova’nın koyu gri sonbaharı kadar kasvet yüklüdür yuvası.

Boşanmış anne ve babası satışa çıkardıkları küçük banliyö dairesini zorunlu olarak paylaşmaktadır bir süreliğine. Bitmiş bir mutsuz evliliğin tüm kâbusu çökmüştür evin her köşesine. Hayalkırıklığı, kırgınlık, kin, öfke patlaması sarmıştır her yanı. Bağırış çağırış içerisinde birbirlerine olan nefretlerini haykıran Zhenya ile Boris yeni birer partner bulmuşlardır bile. Hayatlarında 12 yaşındaki çocuklarına yer yoktur artık. Kapı ardında herşeyi işiten Alyoşa sessiz gözyaşlarını akıtırken ebeveynleri yeni mutluluk arayışlarının peşinden sürüklenecektir.

Ertesi sabah okul için koşar adımlarla uzaklaşan Alyoşa eve bir daha geri dönmez. Sevgilileriyle birlikte olan anne baba, çocuklarının yokluğunu iki gün sonra okuldan gelen uyarıyla öğrenir. Zorlu hava koşullarında köşe bucak aranmaya başlar küçük Alyoşa. Eski karı kocanın zorunlu olarak biraraya geldiği bu süreç boyunca, karşılıklı öfke ve bezginlik giderek doruğa tırmanacaktır.

Usta yönetmen Zvyagintsev’in Sovyet sonrası düzenle hesaplaşması devam ediyor. Rus sinemacının ‘Yeni Rusya’ üzerine daha öfkeli bir politik söylem tutturduğu bir önceki başyapıtı ‘Leviathan’, mikro bir olaydan yola çıkarak Putin yönetiminin yozlaşmış kurumları üzerine tanıklığa dönüşüyordu. Büyümüş ve çürümüş ‘Devlet’i ‘dev bir balina iskeleti aracılığıyla görselleştirmişti günümüz Rusya’sındaki ahlaki ve hukuki çöküntüyü cesurca irdeleyen filminde. ‘Sevgisiz’ ile çürümüş, hayati kurumları ardı ardına işlevsiz hale gelmiş Rus toplumunu otopsi altına yatırıyor bir kez daha. Şiddetle, kavgayla yoğrulmuş bir toplumda mutlu olabilmenin imkansızlığı üzerinde duruyor.

Zhenya ‘ben bir canavar mıyım’ diye soruyor kendinden epeyce büyük sevgilisine bir sahnede. Geçtiğimiz Eylül ayında Adana Film Festivali sırasında yaptığımız görüşmede yönetmenin de altını çizdiği üzere, aslında kadın da, eski kocası da normal sıradan insanlar. Yakınlarına, komşu halklara karşı saldırgan nefret yüklü bir havayı solurken, gelecek ve hayatta kalma kaygısı para, mevki, başıboş bir özgürlüğe takılmış insanların huzurlu ve mutlu olabilmeleri mümkün müdür. Varlıklı ikinci bir eş, lüks içinde bir yaşam, alabildiğine özgür cinsellik ve ‘selfie’lerle idame ettirilmeye çalışılan bir hayat mutluluk getirecek midir. Boris’in hamile sevgilisiyle mutluluk illüzyonu ne kadar sürecektir. Komşu Ukraynalı kadının televizyondan yükselen çığlığına kayıtsız, Rus olimpiyat takımının eşofmanıyla lüks evin balkonunda yürüme bandına çıkmış Zhenya’nın kameraya diktiği gözlerinden mutluluk okunabilir mi. Oysa Alyoşa’yı ararken bir sahnede Boris’e ‘mutlu olmayı öylesine istemiştim ki’ itirafında bulunacaktır genç kadın. En başında korkunç annesinden sevgi görememiş, ondan kurtulmak için Boris’le evlenmiş, ancak dünyaya getirdiği kendi çocuğunu sevmeyi becerememiştir.

Koyu gri atmosferi, mükemmel sinematografisi ve yoğun hüznüyle son dönemin en iyi filmlerinden biri ‘Sevgisiz’. Yönetmenin yazar Oleg Negin ile 2007 yapımı ‘Sürgün’de başlayan dördüncü birlikteliği. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış, başta ve sonda Evgueni ile Sacha Galperine ikilisinin piyanoda tek notaya dayalı yükselen çığlığı ’11 Cycles of E’ (Mi’nin 11 Döngüsü) ile boğazımıza düğümlenen kusursuz bir başyapıt.

Zvyagintsev hayatı boyunca ülkesinde yaşamış. Kendi dili dışında başka bir dil bilmiyor. Sorularımızı çevirmeni vasıtasıyla cevaplıyor. Hikâyesinin Moskova’da geçtiğini, ülkesinde gazetecilerin Alyoşa misali iz bırakmadan ortadan kaybolduğunu söylüyor. Ancak çağımızda sevgisizliğin ve çürümüşlüğün yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadığının, anlattıklarının evrenselliğinin altını özenle çiziyor. Söylediklerine katılmamak mümkün değil.

(25 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Savaş Bitse de Nefret Dinmiyor

Sıradan bir kişisel çatışma nasıl bir milli meseleye dönüşür? Ortadoğu’da geçiyorsa hikâyeniz, bir küçük kıvılcımın koca bir yangına dönüşmesi anlık bir hadise. Lübnanlı sinemacı Ziad Doueiri’nin halen ülkemizde gösterimi süren, geçtiğimiz yıl Venedik’te övgüyle karşılanmış ve festivalden, başrollerden birini oynayan Kamel El Basha’ya layık görülen en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönmüş filmi ‘Hakaret / L’Insulte’, farklı din ve etnik gruptan iki adamın basit bir tartışma yüzünden birbirine girmesiyle başlıyor.

Oto tamircisi Tony Hanna ile inşaat ustası Yasser Salameh, bir tamirat yüzünden kavgaya tutuşuyor. Sağcı Hristiyan partisi sempatizanı Hanna, sokağında çalışan işçilerin üzerine su akıtan balkon giderine izni olmadan müdahale eden Filistinli mülteci Salameh’in onardığı boruyu paramparça ediyor. Buna hiddetlenen inşaat ustası, ‘aşağılık herif’ lafını patlatıyor. Yasser’in patronu ortalık karışmasın, kuzeydeki yeni mülteci kampı işini kaybetmeyelim endişesiyle araya giriyor. Filistinli işçinin kendisinden özür dilemesinde ısrarlıdır Tony. Önce itiraz eden Yasser, daha sonra işi büyütmemek adına gönülsüz de olsa Tony’nin garajına gidiyor. Hristiyan milis teşkilatının kurucusu eski devlet başkanlarından Beşir Cemayel’in garajdan yankılanan Filistinliler aleyhine kışkırtıcı konuşmalarının etkisindeki öfkeli Tony’nin ağzından ‘Ariel Şaron topunuzun kökünüzü kazısaydı keşke’ sözleri dökülünce, kimliğini ve halkının geçmişini hedef alan sözler karşısında hiddetlenen Yasser’den yumruğu yiyor. Mesele mahkemeye düşünce bütün ülke ayağa kalkıyor. Tony’nin tanınmış avukatı, davayı kazanmanın prestiji uğruna geçmişin yaralarını didikliyor. Medya olaydan yararlanmaya bakıyor. Politikacılar işin içine giriyor. Sokakta çatışmalar başlıyor.

‘Hakaret’ çarpıcı bir tarih dersi. Lübnan’da siyasetten hukuk sistemine uzanırken, derin bir sosyal eleştiri getiriyor. Hristiyan halk ile azınlıktaki Filistinliler arasındaki kanlı iç savaşın sona ermesinin üzerinden otuz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, acılar tazeliğini koruyor, halklar birbirlerini düşman olarak görmeyi sürdürüyor. Bu açıdan Doueiri’nin hikâyesi ülkesinde yaşananların metaforuna, mahkeme salonu Lübnan toplumunun mikrokozmosuna dönüşüyor.

Anlaşmazlık öncesinde bile birbirlerine karşı ön yargılı ve kin besleyen bu iki adam kötü insanlar değiller oysa. Her ikisi de işçi sınıfına mensup (Yasser mühendislik eğitimi almasına rağmen mülteci olduğu için inşaat ustası olarak iş bulabilmiş), dürüst, onurlu, işini iyi yapan adamlar, iyi aile reisleri. Gel gör ki dinsel ayrılıklar ve yakın geçmişin acı anıları birlikte yaşamalarını engelliyor, savaş bitse de nefret dinmiyor.

Lübnanlı yönetmen, aynı topraklarda yaşayan iki halkın dertlerine adil bir biçimde yaklaşıyor. Her iki tarafın öfkesinin kaynaklarını açığa çıkarırken taraf tutmuyor. İki adamın kabaran erkeklik kibirlerini, eşlerinin sağduyulu yaklaşımıyla dengeliyor. Acılı tarihlerinin yükünü taşıyan iki yaralı ruhun geçmişin travmalarıyla yüzleşerek kendilerini iyileştirdiklerine tanık oluyoruz zorlu mahkeme süreci boyunca. Tony’nin arabası bozulan Yasser’in yardımına koşmadan edememesi, Yasser’in ettiği hakaret için içtenlikle özür dilemesi gibi çok insani anları içeriyor Doueri’nin filmi. Tony Hanna’ya hayat veren Adel Karam, komedi ve şov programlarıyla ülkesinin çok bilindik bir yüzü. Yasser Salameh’i yorumlayan Venedik’ten ödüllü Kamel El Basha ise Filistinli tanınmış oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Soluk soluğa izlenen filmin ana aktörlerinden bir diğeri de Beyrut şehri. İstanbul’dan beter plansız kentleşmesi ve inşaat yığınıyla bu gayet iyi anlatılmış, soluk soluğa izlenen sosyal gerilim hikâyesine fon oluşturuyor Ortadoğu’nun bu güzel ve kaotik kenti.

(22 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Filmlerden Yararlanmak

Uzun yıllar, en çok okuyanların sinemacılar olduğunu savundum, hatta o kadar ileri gittim ki, sinemacılar olmasa kitap satılmaz diyecek kadar… Kuşkusuz her yaştan ve her sektörden çok insan okuyor. Kendini geliştirmek, dünyada olan biteni kavramak, onlardan düşünce süzmek ve/veya mesleğinde ilerlemek için. Sinemacıların çok, çoktan da çok okuması gerekliliği (hatta zorunluluğu) okudukları üzerinden iş çıkartmalarıdır; okumazlarsa üretemezler. Buna en iyi örnek “yerli dizi yersiz uzun” dizilerdir. Nasıl yazsın senarist o kadar şeyi, kendini doldurmadan. Ancak ne okuyacak zamanı kalıyor ne de gücü… varsa yoksa yazıyor. Doğal olarak da kişilerin yüzleri aynı kalsa da karakterleri değişiyor. O kadar çok tekrar ediliyor ki (sadece tekrar gösterimler değil, konular da…) izleyici o bombardıman altında bir şey diyemiyor.

Önemli bir deneyim…

Görüntüleri okumak, (Çiçekler çelenk örsün başucunda, sevgili Ertan Yılmaz’ın çevirdiği “Film Okuma Kılavuzu” önemli bir kaynak ve başucu kitabı) katmanlarından ötürü hep bir ilerisini gerektirdiğinden keyifli ve heyecan vericidir. Sizin için şöyle olan bir başka izleyici için böyle bir anlam kazanabilir, oysa herkes aynı filmi izlemiştir, aynı insan yürüyordur mesela…

Onun için de sinema önemli bir deneyim alanıdır. Herkesin kendince bulduğundan daha farklı bulgular üretebilir doktorlar. Bunun bir diğer ucu da, doktorlarla birlikte yazılan senaryolarla bambaşka izlenimler elde edilebilir.

Kaynak kitap…

Zihnini vererek alabildiğine katılarak film (televizyon da olabilir kuşkusuz) izleyen biri belli bir iletişim içine girer. İnsan, izlediği filmdeki karakterlerle özdeşleştiği gibi kendisine rehber de edinebilir. Dolayısıyla bir film, diğer birçok araca (disipline) göre çok daha etkileyicidir. Anlaşılırlığı da artar. Kendinizden değer biçin.

Film izlemenin güzelliği

“Bir bütün olarak hayat, tıpkı film izlemeye benzer. Yalnız her seferinde, sanki esas film başlamış da siz on dakika sonra içeri girmişsiniz gibidir, hiç kimse size konuyu anlatmaz, ipuçlarına bakarak her şeyi kendiniz çözmek zorundasınızdır.” Terry Prachett’in kitapta da yer alan bu alıntısı, birçok şeyi anlatıyor aslında. Bilindiği üzere, film imaj yaratmaz, imajı yaratan öyküdür (kitaptır). Film, imajın imajıdır ve onun da bir imajı daha olamaz. Prachett’in dediği gibi ipuçlarından yola çıkmak ve anlamlandırmak zorundasınızdır. O zaman, hemen, bir kez daha vurgulayalım ki okumak belirleyicidir. Film o okumanın üzerine inşa edilir. İpuçları da ona göre belirir.

Bu noktada unutmadan, Bunuel’in, “Bir filmde bir şey iki defa görünüyorsa farklı bir anlamı vardır” sözünü hatırlatmalıyım. “Sinema ve Akıl Sağlığı”ndaki film çözümlemelerini okuduğunuzda bu sözün anlamını da içerdiği değeri de bir kez daha kabul edeceksiniz.

Eğitim aracı…

Kitapta örnek olarak ele alınan, çözümlenen filmler aslında birer eğitim aracıdır, bunun altını çizmek gerekir. Kuşkusuz çözümlemelerde sonuçlar farklı çıkacaktır, tartışma yaratacaktır. Sinemanın özünde yer alan bu tartışmacılık, gelişimin de yani film okumanın da ilk adımı olacaktır.

“Sinema ve Akıl Sağlığı” sadece sinema televizyon öğrencileri için değil, sadece o okullarda ders veren akademisyenler için de değil, özellikle pedagoji, psikoloji, parapsikoloji ve psikiyatri bilimiyle ilgilenenler için de bir ders kitabı. Ama benim için asıl önemli olan, sinema sevdalıları için gerçek bir kaynak. Asistanlığım süresince, “Ben olsaydım nasıl çekerdim” diye bakardım senaryoya, montajda kafamda çektiğimle pelikülün üstüne düşen görüntülerin anlamını karşılaştırırdım; öyle ya, yılların yönetmenlerinin bir bildiği vardı, ona göre çekiyorlardı. Daha da önemlisi bir adım sonrasını görüyorlardı. Bu kitap ile birlikte “Ben nasıl çözümledim” diye bakmaya başladım. Kitapta yer alan 16 bölüm -ki her bölüm bir başka psikopatolojiyi içeriyor- ve filmlerdeki ‘kahraman’ların yer aldığı film listeleri ile yanıtlamanız beklenen sorular bakış açınızı genişletecektir.

Sinema ve Akıl Sağlığı, Psikopatolojileri Anlamak İçin Filmlerden Yararlanmak, Danny Wedding – Ryan M. Niemiec, Kaknüs Yayınları, 2016, 825 s.

(15 Ocak 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Trabzon Uluslararası Film Festivali’nde “Mezarcı” filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Emre Altuğ’u sahneden indikten sonra durdurdum, “Emre, seni sinemamızın John Travolta’sı ilan ettim.” dedim. Gülümsedi, teşekkür etti. Sanıyorum hoşuna gitti. Bilmeyenlere açıklama yapayım: Yabancıların ünlü pop şarkıcısı John Travolta kemale erince sinema filmlerinde rol almaya başladı ve sinemaseverlerin de oldukça beğenisini kazandı. Malum, bizim Emre de şarkıcılıktan sinema oyunculuğuna geçiş yaptı. (Emre Altuğ’un şarkıcılık öncesinde Konservatuar mezunu oyuncu olduğunu sağolsun yorum yapan arkadaşlardan öğrendim. Faydalı bilgi olması nedeniyle buraya da ekledim.) (04 Eylül 2017)

Aslında efkârlanmanın da kişilere göre versiyonları var. Herkes aynı sözlere, şarkılara olaylara efkarlanmıyor. Misalen birisi “Huzurum kalmadı fani dünyada”yı duyunca kendini parçalıyor, bir başkası “Olmaz ilaç sine-i sad pareme”yi duyunca kederlere gark oluyor, bir diğeri Beethoven’ın 9. senfonisini duyunca ufuklara dalıyor. Tuhaf bir alemdeyiz vesselam. (04 Eylül 2017)

“Ne de olsa kışın sonu bahardır” demiş ozan. Niye ki? Kış da bu alemin bir rengi ve neşesi değil midir? Aynı zamanda “Ne de olsa yazın sonu da bahardır”, hazan mevsimi denilse de. (10 Eylül 2017)

“Bizim Büyük Çaresizliğimiz” 15 Nisan 2011’de gösterilmişti; “Bizim Küçük Günahlarımız” ise 17 Kasım 2017’de vizyona giriyor. (10 Eylül 2017)

Film festivalleri de iyice işin suyunu çıkarmaya başladı. Daha yayınlanmamış dergide röportaj yapanları davet edip, ömrünü sinemaya vermişleri unutuyorlar. 12 yıldır yayın yapan sinema sitesine bilgi göndermeyip festival zamanı iki satır yazan dünkü çocukları çağırıyorlar. Festivale onlarca kitap hazırlamış duayen yazarı kenar köşede misafir ederken, adı sanı bilinmeyenleri en lüks yerde ağırlıyorlar. Festivallere sinemaya ve sektöre gereken kişiler iştirak etmeli ve ettirilmeli. Yakında yoldan geçenleri de görmeye başlarız festivallerde. Basın gösterimlerinde çay-kahve içmekten başka bir iş yapmayanlar olduğu gibi. Beterin beteri de var: Festivalin birisinde yanımda oturan bayana “Siz nerede yazıyorsunuz?” diye sordum. “Ben basın değilim; açılış törenini sunan falancanın arkadaşıyım. ‘Benim yalnız canım sıkılır, sen de gel’ dedi, Almanya’dan geldim.” dedi. Bu dediğim zirve sayılır. Konuğun basınla ilgisi olmadığı gibi, sinemayla da hiç ilgisi yoktu. Bazen “Boşuna kürek çekiyoruz” diye düşündüğüm de oluyor fakat “Ne yaparsak kendimiz için yapıyoruz” diyerek teselli buluyorum. Arada sırada bilgi akışında sorun olsa da sadibey.com fazla ihmal edilmiyor. Ama sadibey.com’da 5 yıldır her hafta yazan bir arkadaşı davet etmeyip, sosyal medyada yazdıkları bir-iki satır üzerinden kendilerini yazar diye lanse edenleri davet eden festivallere de gücenmiyor değilim. Sektörü tanımıyorsanız yapmayın bu işi kardeşim. (15 Ekim 2017)

Bazı şeylerin değerinin parayla ölçülmesi mümkün değil. 40 yıl öncesi İstiklal caddesindeki Atlantik Büfe’nin şişte kızartılmış Sosisli Sandöviç’i, Demirören AVM.nin olduğu yerin Emek Sineması’na dönen köşesindeki büfenin Kır Pidesi, eski Emek Sineması… Geçmiş yılların ünlü bankeri Kastelli bence Harbiye Konak Sineması’nın ah’ı yüzünden battı. Parası çok olduğu zaman sinemayı satın aldı, bol dükkânlı pasaj (O zamanlar AVM modası başlamamıştı) haline getirmeye çalıştı ve battı. Grand Pera’yı da Emek Sineması’nın ah’ı batıracak. O mekânda özel gösterim, gala, vs. yapan filmleri bile etkiler bu ah. Şuraya yazdım, “Dediydi” dersiniz. (17 Ekim 2017)

Neymiş efendim, “Kar yolları kapamışmış, dere taşmışmış, köprüleri yıkmışmış.” Hayır efendim, haberlerini doğayı suçlar gibi sunma. Onbinlerce yıldır kar yağıyordu, dere şaldır şaldır akıyordu oralarda. Sen geldin, kar yağdığı yerlere, dere yanlarına yol, üzerlerine kelepçe gibi köprüler yaptın. Suç sende. (18 Ekim 2017)

Geçenlerde “Film festivalleri işin suyunu çıkardı” demiştim. Sinema sektörümüzün de onlardan aşağı kalır yanı yok. Reklam vermedikleri web sitesi sorumlusuna, reklam vermek istedikleri web sitesinin iletişim bilgilerini sordular. Onore olsam mı olmasam mı karar veremedim. Olayım mı? (18 Ekim 2017)

Tesadüflerin büyüsü: Sanıyorum 2 gün önce, sosyal medyadan “Sonbahar Mevsimi”nin adını “Sarı Çiğdem Mevsimi” olarak değiştirdiğimi yazmıştım. Sabah kalktım, basın gösterimine gitmeye hazırlanıyorum, WhatsApp’tan bir yer bildirimi mesajı geldi. Şu sıra Ukrayna gezisi devam etmekte olan kayınbiraderim gece Lviv’den başlayan tren yolculuğunun, aydınlanan gününün sabahında büyük bir ovanın ortasından geçerken mesaj atmış. Açtım, baktım ve “Unnamed Road civarındaymışsın” diye esprili bir cevap yazdım. Basın gösterimine gittim. Filmin tahminen ilk 80 dakikası tren yolculuğunda geçiyor. Birinci büyülü tesadüf bu. Filmin Avukat ve şair olan baş kadın kahramanı, yolculuk sonunda ziyaretine gittikleri, amansız hastalık yüzünden karamsarlığa kapılmış olan ve hayatını sonlandırmayı düşünen Yavuz’a “Bir Sarı Çiçeğin Hikâyesi”ni anlatıyor ve hikâyeyi “Adam bir daha sarı çiçeğin açtığını göremeyeceğini düşündü.” diye bitiriyor. Bu da ikinci büyülü tesadüf: Sarı Çiğdem. İşe yarar bir şey yapmak istiyorsanız Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey”ini mutlaka görün. Film desem değil, şiir desem değil, hikâye desem o da değil. Yedinci Sanat dedikleri bu olsa gerek. (20 Ekim 2017)

(13 Ocak 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Basının Özgürlüğü mü, Hükümetin Güvenliği mi

Dünya sinemalarıyla eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘The Post’, Steven Spielberg’in en hızlı tamamladığı projelerinden biri. Meselenin aciliyeti var çünkü. Film, 1971 yazında basının gündemine bomba gibi düşen ve kısaca ‘Pentagon Belgeleri’ davası olarak bilinen tarihi mücadelenin izini sürerken, günümüz ahvaline açık göndermeler yapıyor.

1966 yılından Vietnam görüntüleriyle açılıyor film. Savaşın göbeğinde rapor tutan askeri gözlemci Daniel Ellsberg’in uçakta dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara ile görüşmesine şahit oluyoruz daha sonra. Başlangıcı ta 1945’lere dayanan, tam dört başkan eskitmiş Vietnam cephesinde, her gün onlarca zayiat verilmesine karşın değişen hiçbir şey yoktur. Bakanın basın mensuplarına ‘Savaşın her alanında ilerleme kaydediyoruz’ şeklindeki açıklamasının ardından kararını veriyor Ellsberg. McNamara’nın hazırlattığı, savaşın gidişatını belgeleyen ‘çok gizli’ nitelikli askeri dokümanın basına sızmasını sağlayacaktır. Belgelerden bir bölüm The New York Times’da yayınlanır önce. Nixon hükümetinin tehdidi ve federal yargıcın aldığı ihtiyati tedbir kararıyla yayın dizisi durdurulur.

Bu sansür hadisesinin hemen ardından, o dönemde daha küçük bir yerel gazete olan ‘The Washington Post’ muhabirine ulaştırılır belgelerin küçük bir bölümü, hem de (yanlış okumadınız) bir ayakkabı kutusunun içinde. Sonrasında Ellsberg ile temasa geçerek yedi bin sayfalık raporu elde eden The Post muhabirleri, Beyaz Saray’ın gazabı karşısında belgeleri yayınlamak ya da yayınlamamak arasında tarihi kararlarını vermek durumundadır.

‘The Post’ bu tarihi kararı verecek iki kişiyi odak noktasına alıyor. Amerika’nın ilk kadın gazete patronu Katherine (Kay) Graham ile The Post’un efsanevi editörü Ben Bradlee’den söz ediyorum. Kocasının intiharının ardından 45 yaşında gazetenin başına geçmiştir Kay. Sosyal yaşamda ve iş hayatında kadının geri planda durduğu bir dönemin ürünüdür. Yönetim Kurulu’ndaki tek kadın üye olarak tedirgindir. Patron olmasına karşın erkek danışmanlarının tavsiyelerine kulak kabartır. İlerlemiş yaşında başladığı yeni hayatına ve gazetecilik mesleğine tutkuyla bağlıdır oysa. Askeri sırların ifşa edilmesi meselesi onu huzursuz etmiştir gerçi. Ancak, sırf rezil olmaktan kaçınıldığı için gencecik çocukları ölüme yollanmasına ve ulusun yıllardır yalanlarla kandırılmasına göz yummayacaktır. McNamara ile yakın dostluğuna rağmen Bradlee’nin belgeleri yayınlama kararına onay vermeye kararlıdır.

‘The Post’ sinema tarihinin gazeteciliğe saygı niteliğindeki en önemli yapımlarından 1976 tarihli Alan J. Pakula filmi ‘Başkanın Tüm Adamları’nın (All President’s Men) öncülü niteliğinde. 1972 yılında patlak veren ve sonunda Richard Nixon’u koltuğundan eden ünlü Watergate skandalını konu ediniyordu bu film. ‘The Post’ bunun öncesinde yaşanan basın özgürlüğü mücadelesini gündeme getirirken, Pakula’nın erkekler arasında geçen filminde yer verilmemiş Graham portresini ön plana çıkarıyor. Hisselerini ilk kez halka arz ettiği dönemde kırılgan bir küçük gazete patronunun tüm varlığını riske atarak, hapse girmeyi dahi göze alarak, Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinde yer alan basın ve ifade özgürlüğünü savunan ve cesur kararıyla kendisini gıptayla izleyen hemcinslerine örnek olmuş Kay Graham’da kariyerinin en parlak performanslarından birini ortaya koyuyor muhteşem Meryl Streep. Tom Hanks’in editör Bradlee’si, Pakula’nın filminin Oscarlı oyuncusu Jason Robards’ın yorumuna kıyasla daha kibar ve babacan, ancak etkileyici.

İlk senaryo taslağını kaleme alan Liz Hannah, Kay Graham’in Pulitzer ödüllü anı kitabı ‘Kişisel Tarih / Personal History’den yola çıkmış. Daha sonra, bir diğer çarpıcı gazetecilik hikayesini konu edinen 2016 yapımı ‘Spotlight’ filminin Oscar ödüllü yazarının işe dahil olmasıyla senaryo son halini almış. Değişmez çalışma arkadaşlarıyla bir kez daha biraraya gelmiş olan Spielberg’in filmi usta Janusz Kaminski’nin görüntüleri ve John Williams’ın bu politik gerilime çok yakışan müzik çalışmasıyla heyecanla izleniyor. Ann Roth’un kostümleri ve Rena DeAngelo’nun dönemin havasını bire bir yansıtan ve biz yıllanmış yazarlara yetmişli yıllarda çekilmiş bir film izleme hissini tattıran yapım tasarımına da hayran kalmamak elde değil. Ancak sonuçta önemli bir davanın filmi bu. 1971 ve 2017 sayıları arasındaki ironik benzerliğe dikkat çekiyor Spielberg. ‘Tweet atmak yerine derdimi bu filmle dile getiriyorum’ diyor bir söyleşisinde. Nixon devri ile Trump dönemi arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor, basını yalan habercilikle suçlayan şimdiki başkanlarına bu filmiyle cevap verdiğini sözlerine ekliyor. ‘Devlet benim’ deme cüretinde bulunan bir diktatör heveslisiyle mücadelesi takdire değer yıllanmış sinemacının. Demokrasinin yalnızca dokuz harflik bir kelimeden ibaret olduğu, basını susturulmuş, hukuku ayaklar altına alınmış mazlum ülkelerin gazetecilerine sabır ve mücadele gücü versin diyelim bizler de.

(12 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Van Gogh’dan Sevgilerle

2017’nin en özgün yapımlarından ‘Loving Vincent’ bizdeki gösterimini sürdürüyor. Sinema tarihinin muhtemelen biricik kalacak bu çılgın denemesinde, modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un tanınmış eserlerinden yola çıkılmış ve filmin tüm kareleri yağlı boya resimlerden oluşturulmuş.

Henüz izlemeden insanı heyecanlandıran bir deneme bu. Hele bir de Van Gogh hayranıysanız. Yakınlarda Avrupa Film Akademisi’nce yılın en başarılı animasyonu seçilen çalışmanın ortak yönetmenlerinden Dorota Kobiela, Varşova Güzel Sanatlar Akademisi mezunu. Sinema endüstrisinin farklı alanlarında yapımcı, yazar ve görsel efekt uzmanı olarak çalışmış İngiliz Hugh Welchman ile birlikte soyunmuşlar bu zorlu çabaya. Film, yağlı boya resim eğitim sistemindeki üstünlüğü ile bilinen Polonya’da yapılmış. Polonya Film Enstitüsü’nün desteklediği yapımda 125 kadar klasik eğitim almış ressam çalışmış. Van Gogh’un izinde, tuval üzerine tamı tamamına 62.450 adet yağlı boya tablo çizilmiş. Onun ikonlaşmış portrelerinin fırça darbeleri bire bir taklit edilmiş.

Kobiela ve Welchman ikilisi sinema perdesinde daha önce üç kez izlediğimiz türden bir biyografik hikâye yerine, üstadın 37 yaşındaki ani ölümünün ardındaki sır perdesini aralamaya yönelik bir çabaya yönelmiş. Yaşamı boyunca kaleme aldığı uzun mektuplarıyla bilinen sanatçının sadık postacı dostu, onun ölümünden önce yazdığı mektubu kardeşi Theo’ya teslim etmesi için oğlu Armand Roulin’i görevlendiriyor. Genç adamın, Van Gogh’un izini takip ederek, en ünlü eserlerine ilham olmuş Paris’in güneyindeki Auvers-sur-Oise kasabasına olan yolculuğu ve orada karşılaştığı, sanatçının portreleriyle ölümsüzleşmiş yüzlerle yaptığı sohbetler filmin konusunu oluşturuyor. Sanatçının stilinde yapılmış yağlı boya resimler eşliğinde Yurttaş Kane tarzı ve Agatha Christie gizeminde bir soruşturmayı sürdürüyor genç Roulin. Sanatçının ayak izlerini takip ediyor, dostunu düşmanını tanıyor; boya tedarikçisi Père Tanguy’nin, doktor Gachet’nin, güzel Marguerite’in, onu sevgiyle anan Adeline’in, çiftçilerin çelişkili ifadeleri karşısında kafası karışıyor. Doktoru ile ilişkisinde bir Mozart-Salieri izleği duyumsuyoruz. Ancak sonuçta Vincent’in intihar edip etmediği sorusu bizler gibi onun için de yanıtlanamıyor.

Bu gizemli hikâye izleyiciyi 90 dakika uyanık tutmak için düşünülmüş belli. Sorular, tartışmalar ilginç kuşkusuz ancak heyecanı uzun süre diri tutacak kadar güçlü değil. Ama ne gam, filmin görsel büyüsüne kapılıp gidiyoruz. Müzelerde, kitaplarda statik olara görmeye alıştığımız resimlerin hareket etmesini ve sessiz portrelerin konuşmasını (Douglas Booth, Saoirse Ronan, Aidan Turner gibi ünlü oyuncular seslendirmiş) yadırgıyoruz önceleri. Hareketli Van Gogh manzaralarını da. Kısa bir süre sonra yaratıcı bir evrene dalıveriyoruz. Armand Roulin’in yolculuğu ve sohbetleri renkli, geçmişe dönük sahneler ise (yönetmenlerin deyişiyle, ardarda perdeye düşen Van Gogh canlılığındaki imajlar arasında ‘izleyicinin gözünü dinlendirmek maksadıyla’) siyah-beyaz olarak tasarlanmış.

Kobiela ile Welchman’ın yapıtı ‘hayatın her detayını olağanüstü bulan’ bir büyük sanatçının dünyasını derinlemesine solumamıza vesile oluyor. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz’ diyen üstada yakışır bir biçimde dertlerini ‘her karesi bir tablo’ filmleriyle anlatırken, Van Gogh’un yaşamı ve yapıtı üzerine yeni keşiflere çıkma arzumuzu harekete geçiriyorlar.

(04 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Arif V 216

Bir şeyi başarmışsak, tutmuşsa, izleyicisi varsa, sonuna kadar götürüyoruz, ta ki sıkı(lı)ncaya kadar. Televizyonu etkileyen sinemanın dizilerle aynı yanlışta buluşmasını anlayamıyorum.

Bizim dizilerimizde her şey uzun, reklamlardan başka geliri olmayan diziler, daha çok reklam alabilmek için -televizyonun bir tanımının da “aptal kutusu” olduğunu unutmamalı bu arada- uzattıkça uzatıyorlar. Öyle ki karakterler bile değişiyor, bırakın tipleri…

Sinemanın bu akıma katılmayacağını düşünüyordum ama nedendir bilmiyorum, yerli yabancı birçok film uzun, hem de çok uzun. Sıkı bir montajın ardından zımba gibi olabilirler oysa. Eskiden seans süreleri vardı, esnediği için artık kimse 90 dakika çerçevesinde yapmıyor filmini…

Arif ile bir kez daha…

Cem Yılmaz, gerçekten çok başarılı filmi G.O.R.A’nın, A.R.O.G’dan sonraki devamını çekmiş: Arif V 216. Devam filmlerinin giderek ivme yitirdiğini, o keyfi vermediğini söylemeliyim hemen. G.O.R.A’da, hâlâ unutulmayan replikler, hatırlanan sahneler varken aynı şeyleri A.R.O.G’da bulamıyoruz. Ya daha uzun hazırlık süresi gerekiyor ya da yeni trükler bulmalı, yeni karakterler yaratmalı, yeni öyküler yazmalı… İzleyici, bir şey demese de fark ediyor, hissediyor.

Başarılı yapım

Arif V 216 gerek çekimi, gerek sahne düzeni, gerek kostümleri, gerekse oyuncuları açısından dört dörtlük ama öyküye gelince… Orada durun işte. Şu filmle veya bu sahneyle benzeşikliğinden söz etmiyorum, etkilenmeler, esinlenmeler, laf atmalar olabilir, olmalı da ama bir filmi kurtarmıyor bu toplamalar. Arif V 216, bizi 1969’lara götürüyor. O dönemin sosyal yaşamını, insan ilişkilerini, aile düzenini, şarkılarını sergiliyor. Peki, 216 bunun neresinde? Sahi, pek de gerekli gibi değil… Yani Cem Yılmaz’ın “İnsan olmak isteyen bir Pinokyo öyküsü gibi ve dostluk üzerine” sözleriyle özetlediği filmde, G.O.R.A’dan gelen 216 yapay kalıyor.

Film, inanıyorum ki, gişe yapacak, izleyici hemen her yerde konuşacak, müthiş mutlu olacak (yapımcı da, izleyici de). Ancak sinema açısından baktığımızda yetmeyecek tümü bir arada.

Sosyal ve kültürel bellek…

Filmde, Zeki Müren’den Ajda Pekkan’a, Sadri Alışık’tan Ayhan Işık’a geç 60’lar ve erken 70’lerin sosyokültürel yaşamını yeniden izliyoruz, o kültürü yeniden yaşıyoruz. O dönemi yaşamışlar, gülümseyerek bakarken, yeni kuşak “Vay be…” diyecektir, şaşkınlıkla. Biz izleyicilerin bildiği ama kendilerinin bilmediği birçok şarkı ve olayla o çelişkiyi yaşıyoruz. Çok güzel, çok da başarılı. Hele Zeki Müren’i çok sevdim. Tek kelime etmeden yaşayan Ajda ise aldı götürdü beni… Peki, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın ve hatta Filiz Akın… Uzun dediğim o… Paraşüt sahnesi de çıkarılsa film daha bir güçlenir, dirilir.

Toplumsal mesaj

Cem Yılmaz, önceki filmlerine bakarak daha çok toplumsal mesaj yüklemiş senaryosuna. Doğaçlama cümleler (bilmem ne kadardır) çok sıcak ve güçlü. Bağlı olarak mesaj da içinde yüklü kuşkusuz.

Cem Yılmaz, çok daha güçlü karakterler yaratabilir, çok daha sımsıcak film yapabilir, daha bir sarıp sarmalayabilir izleyiciyi. Çok şey mi bekliyorum Cem Yılmaz’dan? Çıtayı yüksek mi tuttum (ya da o mu yükseltti)? Daha çok yılı var önünde oysa… Oğuz Aral ama öncesinde Aziz Nesin, bu ülkede mizahın kaynaklarının tükenmeyeceğini söylemişti… Yeter ki şöyle bir başını kaldırsın Cem Yılmaz. Onda o cevher var. Daha iyisini, daha güzelini, daha komiğini bekliyoruz.

Arif V 216, Yönetmen: Kıvanç Baruönü, Oyuncular: Cem Yılmaz, Ozan Güven, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Ahu Yağtu, Çağlar Çorumlu, Özge Özberk, Can Yılmaz… 5 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(04 Ocak 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com