İpler Kimin Elinde?

İnternetle birlikte sosyalleşme denilen kavramın değişmesi gerektiği çok yıllar önce ileri sürülmüştü -ben de bunun üzerine o kadar çok yazdım ki, yinelemekten başka bir yol bulamıyorum- bir zamanlar çocuklar sokağa çıkardı, erişkinler kahveye gider, kadınlar gün yapardı… Tüm bunlarla hayata farklı bakış yakalar, kendilerince donanırlardı. Artık öyle değil… Bir yere gitmeniz gerekmiyor. Ekranın karşısında alışverişten eğitime, bilimsel çalışmalardan uzay araştırmalarına kadar her şeyi, hatta gezip görme ihtiyacını bile karşılayabiliyorsunuz. Sosyalleşme kavramı için herhalde uzmanlar çalışıyorlardır. Bu uzmanlar illa da bilim insanı olmak zorunda değil tabii. Sanatçılar da kendi alanlarında bu hususu irdeliyor, yeni bir “çıkış yolu” bulmaya çalışıyor.

Sinemanın farkı…

Yedinci sanat oluşu dolayısıyla diğer tüm plastik sanatları içinde barındıran sinema, bu açıdan, bu durumu en kolay ve derinlikli açıklayabilen önemli bir sanat. Sinemanın bu önemli, önemli olduğu kadar da belirleyici avantajı biz izleyicilere perdede birçok yeniliği izleme, daha da önemlisi üzerine düşünme fırsatı veriyor.

Birbirini tanımayan, ama zaman içinde birbirlerinin benzeri bir sorun yaşamış (mesela ölümden dönmek) altı insan bir oyuna başlar. Biri içine kapanık, biri hırslı, diğeri çekingen, öbürü karizmatik ve yakışıklı, biri kamyon şoförü yani yalnız, biri savaş görmüş, yaşamın gelgitleri arasından sıyrılabilmiş altı insan kapatıldıkları odadan kurtulmak için ipuçları bulmak, anahtarları açmak ve arkasındaki odadan da çıkabilmek zorundadırlar. İnanılmaz bir gerilim yaşanır daha ilk adımda. İnsan bu, kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanır hep. Tabii ki “benim dediğim doğru”dur her zaman. Ama öyle olmuyor işte. Biri bulduğu ipucundan yola çıkıyor, diğeri ona destek olup kapıyı aralıyor… Dayanışma; odaların zorlaşması, ipuçlarının daha zor bulunması, kapıların daha güç açılmasıyla göz ardı ediliyor. “Benim dediğim doğrudur”dan “ben kurtulmalıyım”a ulaşıyor.

Odadan odaya…

Her odadan bir ipucu bulup çıkıyorsunuz ama sizi başka bir oda, buna da bağlı olarak başka bir soru(n), başka bir kilitli kapıbekliyor. Her bir oda farklı, biri bir ortaçağ dönemindeki derebeyi şatosunun salonu olarak dekore edilmiş, biri kitaplık, biri bilardo masası da bulunan bir bar, biri cehennem ateşi saçan fırın, biri kutuptan bir bahçe… Her bir oda, bir öncekini aratacak denli gerilim dolu, heyecanlandıran ve korkunç. Bir de hastane odası var… işte orası çok ilginç, çünkü karakterlerin geçmişini, oraya nereden ve neden geldiklerini öğreniyoruz. Bizim öğrenmemiz bir yana, asıl karakterler öğreniyor…

Kimden yanasınız…

İzleyici olarak oyuna katılanlardan birini ister istemez seçiyor ve tutuyorsunuz… Bir sözü, bir davranışı, bir görüşü sizi kendisine çekebiliyor, ama bir sonraki odada, bir sonraki ipucunu değerlendirmede ve/veya bencillik nedeniyle arkadaşını ölüme terk etmesi içinizde büyüyen o sevgiyi yok edebiliyor.

Gerilim asıl burada…

William Golding’in yazdığı sinemaya da uyarlanan “Sineklerin Tanrısı”nı hatırlar mısınız? Bir adaya düşen izci takımının psikolojik çatışmalarının vahşete dönüşmesi anlatılıyordu… Burada da kurtulmak için arkadaşını feda etmek zorunda hissediyor oyuna katılanlar. Nereye kadar feda edebilirsiniz arkadaşınızı, sıra size geldiğinde ne yaparsınız o zaman? Çok bilinmeyenli, çok seçenekli, çoktan seçmeli bir labirent. Tıpkı hayat gibi…

Peki, biz -filmde değil hayatın içinde yaşayanlar- ne demeliyiz? Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

(31 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com