Kategori arşivi: Yazılar

Hayatın Bir Başka Gerçeği: Tutsak

Kör, fili tuttuğu yerden tanımlarmış… Dolayısıyla da tam tarif etmesi kolay olmazmış, elinin yetmediği yerlerde hep yanılırmış. Toplumsal yaşamı da bir pencereden bakarak tanımlamak mümkün değildir. Geniş açılı, rahat görünüm sağlayan, birden çok pencere olmalıdır ki, hem toplumsal katmanları hem o toplumu oluşturan insanların duygularını hem de içindeki kadar dışındakini de düşünen bir olgu çıksın ortaya…

Doğru tek midir?

Bir konser sırasında soprano, onu çok beğenen iş adamı, siyasetçiler, birçok üst düzey görevli ve çalışanlar ile eşleriyle çocukları gerillalar tarafından rehin alınır, arkadaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla. Gerillalar mı doğrudur, yoksa devlet mi haklıdır? Bu sorunun yanıtını vermek zor, ama bizim verebileceğimiz tek yanıt: Yaşamak istiyoruz olmalıdır.

Ann Patched’in, Bel Canto romanını sinemaya uyarlayan Paul Weitz, birbirlerinden çok farklı kültür düzeyinde, beklentileri de umutları da dilleri gibi farklı insanların zorunlu bir arada bulunmalarıyla aralarında gelişen bir dili, duyguyu, sevgiyi anlatıyor. Weitz’in sakin anlatımı, yalın dili izleyiciyi perdeye bağlıyor. Konu merak dolu, ne olacağı soru işareti hep var, tedirginlik ve merakla -deyim yerindeyse- gözünüzü bile kırpmadan izliyorsunuz…

İçinde yaşayınca…

Son 30 hatta 40 yılın en çok görülen olaylarından biri böylesi silahsız ve masum insanların rehin alınmaları… Tam da aynı şekilde devletin insanların canını hiçe sayarak operasyon yapması… Belki kimsenin (gerillalar dışında) burnu bile kanamıyor, ama yaşananların insanın içine işleyen etkileri… o etkilerden kurtulamamanın doğurduğu travmanın sonuçları ne olacak? Onları nasıl aşacağız? Okumadığım için romanı bilmiyorum, ama film soruların tümünü izleyicinin yanıtlamasına bırakmış.

Büyük bir mekân olmasına rağmen, kapalı bir alanda tutsak edilen insanlar, onları tutsak alanlar ve bir Kızılhaç görevlisi… Zor bir film, yönetmen için… Ancak Weitz, başarıyla kalkıyor altından.

Hayatın bir başka gerçeğini görmek için muhakkak izlenmeli. Kolay değil böylesi bir durumda hayatı savunmak. Sanatçı, iş adamı, çevirmen ve çocuklarının geleceğini düşünen gerilla lideri ile kendisine gelecek kurmaya aklının değil de gönlünün yolundan giden kadın gerillanın öyküsünü kaçırmayın.

Tutsak -Bel Canto- yönetmen Paul Weitz, oyuncular Julianne Moore, Ken Watanabe, Christopher Lambert… 2 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(03 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Ayrımcılık Dehşetine Karşı Omuz Omuza

Siyahi sinemacı Spike Lee’nin ‘Doğruyu Seç / Do The Right Thing’ adlı ilk çıkışının ardından tam 29 yıl sonra Cannes Film Festivali’ne dönüş yaptığı ve şenlikten ikincilik ödülü sayılan ‘Büyük Jüri Ödülü’ ile dönen son çalışması ‘BlacKkKlansman’ bizde ‘Karanlıkla Karşı Karşıya’ adıyla gösterimini sürdürüyor. ‘Karanlık’tan kastedilen asırlar boyu kanamaya devam eden ırkçılık ve ayrımcılık meselesi.

Film, Ron Stallworth’un 2014 yılında yayınlanan ‘Black Klansman: Race, Hate and the Undercover Investigation of a Lifetime’ adlı otobiyografisinden uyarlanmış. Stallworth yetmişli yılların ikinci yarısında Colorado Springs Polis Teşkilatı’nın ilk siyahi üyesi olarak işe alınıyor. Evrak işlerinden sıkılarak, biraz da beyaz amirlerine kendini kanıtlamak için gizli birimde yer almak istiyor. Bir yandan siyah aktivistler ile teması sürdürürken, diğer yandan gazetede gördüğü bir ilan üzerine kendini telefonda beyaz Amerikalı olarak tanıtarak ırkçı Ku Klux Klan örgütüne sızmayı deniyor. ‘Organizasyon’ adıyla anılmak isteyen örgüt başvurusunu beklenmedik bir biçimde onaylayınca, yerine Yahudi polis arkadaşı Flip Zimmerman’ı ırkçı kuruluşun yerel temsilcisi ile tanışmaya gönderiyor.

Kendilerini Beyaz Amerika’nın efendisi olarak gören çoğunluğa karşı omuz omuza veren farklı etnik kimlikteki iki polisin organizasyona sızmasına dair gerçek olaylardan yola çıkan Spike Lee, yetmişli yıllarda yaşananları ‘kara mizah’ unsurunu bolca kullanarak anlatıyor. Lakin olup bitenlerdeki komik ve saçmayı günümüze bağlarken, ya da Colorado Springs’ten 2017’nin Charlottesville’ine geçiş yaparken durumun vahametini vurgulamayı ihmal etmiyor. Yakın tarihli görseliyle Başkan Trump’ın etnik kışkırtmayla nasıl ülkeyi tam ortasından ikiye böldüğünün altını çiziyor.

Lee’nin filmi olayların geçtiği 70’li yıllar Amerikan sinemasının gerilim ve casus filmlerinin atmosferinde ilerliyor. Günümüzün yaygın sosyal medya ortamında kolay kolay yürütülemeyecek bir soruşturma ve sızma öyküsünü zaman zaman o yılların popüler siyahi filmlerinin raconunu da katarak renklendiriyor. Ancak çağlar boyu ırkçılığı mahkûm eden yaklaşımını baştan sona koruyor. Filmini ‘Rüzgâr Gibi Geçti / Gone With the Wind’de Scarlett O’Hara’yı canlandıran Vivien Leigh’nin Güneyli yaralı ve ölü askerlerin arasında dolaştığı ünlü sahneyle açıyor. Köleliği savunan bir düzenin ağıtını yakan ve tüm zamanların en romantik filmi olarak lanse edilen, herkesi gözyaşlarına boğarken ırkçılığın âlâsını yapan bu yapımın üzerindeki haleyi yerle bir ederek. Daha sonra Ku Klux Klan’ın yeniden yeşermesine ön ayak olmuş 1915 yapımı D. W. Griffith filmi ‘Bir Ulusun Doğuşu / The Birth of a Nation’ın ipliğini pazara çıkarıyor. Colorado Üniversitesi öğrencilerinin davet ettiği siyahi temsilcinin, dava arkadaşının sahte bir suçlamayla 30’lu yıllarda halk tarafından parçalanarak ve yakılarak katledilişinin öyküsüyle, bir kutlamada ırkçı örgütün ‘Griffith’in filminden bölümleri mısır patlağı eşliğinde coşkuyla izlemesini koşut kurguyla anlatan, saçma ve trajedinin doruğa çıktığı bölüm filmin de zirvesini oluşturuyor.

Zekice yazılmış ve yönetilmiş, iyi oynanmış bir film bu. Çaylak siyahi poliste Denzel Washington’un oğlu yetenekli genç aktör John David Washington, Yahudi poliste son dönemin yükselen oyuncusu Adam Driver, ayrımcı örgütün tepesindeki David Duke rolünde Topher Grace gayet iyiler. Amerikalı beyaz ırkçı faşistleri koruyup kollayan Trump’a nefretini kusan Spike Lee, 2017’de Charlottesville’de katledilen Heather Heyer’a adadığı filminin daha çok konuşulacağına ve önümüzdeki yıl Oscar’ların güçlü adaylarından biri olacağına inanıyorum.

(01 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

İki Ekran Arasında… -Kayıp Aranıyor-

Bizim çocukluğumuzda sosyalleşme, bahçede arkadaşlarla oyun oynama ile tanımlanırdı… Gelişen teknoloji ile birlikte bu tanımlamayı değiştirmemiz gerekiyor, çünkü şimdiki çocuklar ekran aracılığıyla tanıyorlar hayatı ve buna da bağlı olarak sosyalleşiyorlar.

Tabii, iki ucu sivri kazık bunun… Teknoloji ile çocuğun anne babasını kandırması artık kolay değil, akıllı telefonlar, birbiriyle iletişim halinde konumu belirleyen bilgisayarlar aracılığıyla attıkları her adım izlenebiliyor. Yani bir büyük gözaltı süreci yaşanan.

Büyük gözaltı…

Anne babalar, çocuklarını “büyük gözaltı”na almış bile olsalar, arkadaşlarını tanı(ya)madıkları, hangisinin fake (sahte) hangisinin yakın veya uzak olduğunu bilemedikleri için yine de elleri kolları bağlı kalıyor.

Hepimizi teslim alan ve aslına bakarsanız hayatımızı çok da kolaylaştıran teknolojinin belli bir denetimsizliği de beraberinde getirdiğini izliyoruz bu ilginç, ilginç olduğu kadar gerilimli, gerilimli olduğu kadar da heyecan veren filmi…

Kısa filmden uzuna…

İki genç arkadaşın (Aneesh Chaganty ile Sev Ohanian) kısa film olarak tasarladıkları ama yapımcı (Timur Bekmambetov) tarafından çok beğenildiği için geliştirerek sinema filmine dönüştürdükleri film, çok küçük de olsa soru işaretleri taşıyor. Sinemacıların “soğukkanlı geçiş” dedikleri, izleyicinin herhalde kaçırdım diye düşündüğü, filmin sonunda her şey ortaya çıktığında zaten bir anlamı kalmayan “hata”lar (kurgu eksikleri mi demeliyim yoksa) var… Bazen hiçbirimizin dikkatini çekmeyebiliyor veya umursamayabiliyoruz -ki, filmi birlikte izlediğimiz arkadaşlarım üzerinde bile durmadılar, belki biz konuştuktan sonra takılmışlardır, kim bilir.

Öğrenci ve veliler…

“Kayıp Aranıyor” veliler için önemli ipuçları içeriyor, öğrenciler için de… bir o kadar da eğitim alanındakiler için de… Güç iş, veli olarak ergenliğe ulaşmış bir genci -her ne yaparsanız yapın, muhakkak muhalif olacak ve karşı çıkacaktır- takip edebilmek. İtiraz edecektir, kaytaracaktır, yalan söyleyip sizi atlatmaya çalışacaktır… Bir de günümüz gençlerinin teknolojiyle içli dışlı olması ve elektronik yaşama çoktan uyum sağlamış olmalarını unutmayın.

Unutmadan…

Ortadan kaybolan bir genç kızın babası tarafından aranması gibi naif ve anlaşılabilir bir konu işleniyor filmde… Kızının arkadaşlarını tanımayan, ne yaptığını ve nerelerde nasıl zaman geçirdiğini bilmeyen babanın çaresizliğiyle eldeki tek kaynağı bilgisayar üzerinden ipuçları araması anlatılıyor. Korku yok, gerilim dozunda, sürekli soru oluştuğu için aklınızda, filmden kopmanız da mümkün değil… Asıl önemlisi de, filmden sonra kendi çocuklarınızı, torunlarınızı sorguluyorsunuz, ister istemez kendi gençliğinizle kıyaslayarak.

Kayıp Aranıyor -Searching-, yönetmen Aneesh Chaganty, oyuncular John Cho, Debra Messing, Joseph Lee, Michelle La… 28 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(28 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Irkçılığa Karşı İki Polis -BlacKkKlansman-

Fransız İhtilali, toplumların önünü açarken bir taraftan da başka sorunların ortaya çıkmasına neden oldu: Irkçılık.

Aşırı milliyetçilik olarak kendini gösteren ırkçılık, giderek kan döken, kendilerinden başkasını “insan” yerine koymayan hatta tümüyle yok edilmesini isteyen, soykırımcı bir ideoloji. Avrupa’da Hitler faşizmi olarak milyonların canına kasteden bu ideoloji, Amerika’da Ku Klux Klan olarak boy gösteriyor.

Siyahi başkaldırının en önemli aktörlerinden yönetmen Spike Lee, yaşanmış bir öyküyü aktarıyor biz izleyicilere BlackKkKlansman ile… Siyahi bir polis ile Yahudi bir beyaz polisin işbirliği ırkçı ve gizli Ku Klux Klan örgütünü çökertiyor.

Güçlü bir polisiye…

Her ne kadar öne çıkmasa da farklı bir polisiye örneği film. Polis teşkilatında bile süren ırkçı yaklaşıma rağmen sabır ve dirençle mücadele eden Ron Stallworth (John David Washington), ilk fırsatı değerlendirerek örgüte sızar, tabii ki, bir beyaz olarak. Kendisinin yerine geçen, Yahudi polis Flip Zimmerman (Adam Driver) Stallworth’un telefonla edindiği bilgiler eşiğinde örgütün iç ilişkilerini öğrenmeye çalışır.

Merak ve heyecanla izlenen bu mesajı güçlü film, beraberinde incecik bir aşk öyküsü de taşıyor. İç içe geçirilmiş bu iki öykü, günümüze gelirken ne gibi zorluklar yaşandığını da, edinilen hak ve özgürlüklerin can pahasına kazanıldığını da vurguluyor.

Biz hayata bakmalıyız

Filmin adındaki çoğaltılmış ‘k’ harfiyle (Türkçesinde de ilk harflerle), Ku Klux Klan’ı vurgulayan Yönetmen Lee daha önceki filmlerindeki gibi ırkçılıkla mücadelesini en yüksek dozda sürdürüyor. Irkçılık eskilerde kalmamış, hâlâ bir hor görme söz konusu… Filmden çıktığınızda, ister istemez günümüzle karşı karşıya kalıyorsunuz. Ülkemize uyarlamak da size kalmış.

“Karanlıkla Karşı Karşıya” -BlacKkKlansman-, yönetmen Spike Lee, oyuncular John David Washington, Adam Driver, Topher Grace, Laura Harrier… 28 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(27 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Hababam Sınıfı Uyanıyor

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Orijinal adı “Once Upon a Time in Venice”, Google “Venedik’te Bir Zamanlar” olarak Türkçeye çeviriyor, “Los Angeles’ta Gizli Görev” Türkçe adıyla vizyona giriyor. Herhangi bir art niyetim yok sadece dikkatimi çektiği için not ettim. (29 Mayıs 2018)
Bu paylaşıma yapılan açıklama: “Venice”, Los Angeles’ta bir plaj adıymış, “Bir Zamanlar Venedik’te” adıyla gösterime girse, seyirci Avrupa’da geçen bir film zannedeceği ve yanıltılmış olacağı için filmin Türkçe adında filmin geçtiği şehrin adı kullanılmış. Dünyanın birçok ülkesindeki gösterimlerde de film adında Los Angeles şehrinin adı kullanılacakmış. İnsan her gün yeni bilgi ediniyor. Bu vesileyle bilmeyenler için yazayım: Los Angeles’in Venice Plajı gibi bizim Tekirdağ ilimizin Saray ilçesindeki geniş bir kumsalın adı da Kastro Plajı olarak biliniyor.

Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” adlı unutulmaz eseri Ertem Eğilmez tarafından sinemaya aktarıldığında olağanüstü ilgi gördü ve sinemamızın en başarılı dizi filmleri olarak sinemamızdaki müstesna yerlerini aldılar. “Hababam Sınıfı”, “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”, “Hababam Sınıfı Uyanıyor”, “Hababam Sınıfı Tatilde”, “Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor”, “Hababam Sınıfı Güle Güle” (sıralamam filmlerin vizyona giriş yıllarına göredir, alt tarafı facebook paylaşımı diyerek kontrolsüz yazmam, her zaman gerekli itinayı göstermiştirim) gibi filmlerin vizyona girdiği yıllarda doğal olarak sinemamız bu filmlerin “Hababam” ve “Sınıf” gibi yan rüzgarlarından da sebeplenmek istedi ve hatırlayabildiğim kadarıyla o yıllarda “Hababam Taburu”, “Kızlar Sınıfı” vs. gibi filmler de çevirdi. Çok sevilen ve sevilmekte olan bu dizi filmlerin hayattaki oyuncuları günümüzde memleketin muhtelif yerlerindeki etkinliklere, festivallere, şenliklere, günlere, açılışlara, vs. gidiyorlar ve oralara Hababam neşesini de beraberlerinde götürüyorlar. Diyorum ki bir organizatörün aklına gelse de aralarına “Hababam Taburu” ve “Kızlar Sınıfı” gibi filmlerin hayattaki oyuncularını da alarak şenlik kapsamını daha da bir genişletse. Muharrem yap bunu. (29 Mayıs 2018)

Kulakları çınlasın, türküyü dinlerken “Sabile” şarkısı hayranı Yıldırım Akbulut’u hatırladım. “Saydım” türküsü en sevdiğim türkülerin başında gelir, şöyledir: “Şu dağlarda kar ol-saydım ol-saydım / Bir asi rüzgâr ol-saydım ol-saydım / Arar bulur muydun beni beni / Sahipsiz mezar ol-saydım ol-saydım.” (Az önce ne sevdiğim belli ne sevmediğim İbrahim Tatlıses’ten dinledim. Tesadüfen radyoda O çıktı, arayıp, bulmadım yani.) (29 Mayıs 2018)

Tabi, illa kusur bulacaksınız, bulmasanız olmaz zaten. Eser yaratıcısı muhtemelen “Filmi 90 dakika yapsam kusursuz olurdu, 188 dakika yapayım da herkes kusur bulma duygusunu tatmin etsin.” diye düşünmüştür. (31 Mayıs 2018)

Bazen iyilik yapayım derken refüze olabiliyorsunuz. Eminönü tramvay durağı girişinde “Sirkeciye nasıl gideceğiz.” diye konuşuyorlardı. Çok uzak sanıyorlar diye öneride bulundum: “Tramvayı boşuna beklemeyin; tee orası, beş dakikada yürürsünüz.” dedim. “Yürümek istemiyoruz.” dediler. İyilik yapayım derken Refüze Ekrem oldum yani. (02 Haziran 2018)

“Ahlat Ağacı”na kusur bulanların artık film seyretmelerine ve sinemaya gitmelerine gerek yok zannımca. Kitap okuyun, müzik dinleyin, resim sergisi, heykel müzesi gezin. Ne bileyim, sekizinci sanatı, dokuzuncu sanatı, onuncu sanatı icat edin, onlarla haşır neşir olun kardeşim. Adam daha ne yapsın? (02 Haziran 2018)

“The Bookshop” filminin seans düzenlemesi için Cinemaximum Art House salonlarına alenen teşekkür ediyorum. Bu hafta bizim kuşağa (60 – 70 yaş aralığı) çok hoş bir nostalji yaşatıyor. 1967 – 70 yılları arasında bendeniz Kırklareli’ndeyken Saray, Gençlik ve Lale Sineması’nda filmler sadece geceleri 21:00 seanslarında gösterilir, Cumartesi, Pazar günleri herkese, Çarşamba günleri ise sadece hanımlara öğle saatlerinde seanslar düzenlenirdi. Sağ olsun Cinemaximum Art House salonları da “The Bookshop” filmini her gün tek seans göstererek benzer bir uygulama gerçekleştiriyor. Ne kadar güzel. (11 Haziran 2018)

O çok ünlü şarkıya yeniden söz yazdım ve yanda Hollywood versiyonunu gördüğünüz Ahmet’e ithaf ettim. Sözlerin çoğuna kıyamadığım için sadece bir nokta (.) ekledim. Şöyledir yeni güfte düzenlemem:
“Aşkın kanununu yazsam yeniden
Kimi ümitleri yel alır gider
Kimi benim gibi sever gönülden
Kimi senin gibi .el olur gider” (12 Haziran 2018) (İlhamın ne zaman ve nerede geleceği belli olmuyor. Bu ilham New York’ta gelmiştir.)

Bazı arkadaşlar “Twitter’e kısa ve öz cümlelerle fikir, öneri, düşünce, kanaat, vs., vs. yazmalı, orası fotoğraf paylaşımı, hikâye anlatımı, şiir yazımı, vs., vs. yeri değildir” diyor. Bendeniz zaman zaman başıma gelen ilginç olayları, kapıma gelen ilhamları yazıyorum, çeşitli fotoğraflar koyuyorum. Sağolsun Twitter şimdiye kadar hiç “Bana koymayın, bana yazmayın, vs., vs. demedi. (14 Haziran 2018)

◄2018 yapımı “Çukur” dizisinin final bölümünü izlerken, 1969 yapımı “Sonsuz Ölüm” (Butch Cassidy and the Sundance Kid) filminin sonunu ◄hatırladım. Size de öyle oldu mu? (18 Haziran 2018)

Lafı tersinden anlamak şöyle bir şey olsa gerek:
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”(*)
dizelerinin tersine döndürülmüşü:
“İşi ainedir lafın kişiye bakılmaz
Rütbenin görünür şahs-i eseri aklında”
(*) Orijinal dizeler,
“Kişinin aynası işidir, lafa bakılmaz
Şahsın aklının ölçüsü eserindedir” manasına geliyor. Başka bir deyişle “Lafla peynir gemisi yürümez, yaptığın işi göster” demek oluyor. (18 Haziran 2018)

New York’ta dolaşırken, neredeyse iki binanın birisinin önünde inşaat iskelesi kurulu olduğunu görünce şehrin modasının geçtiğini ve eskidiğini düşünüp -oğlum yaşamını burada sürdürdüğünden- hayıflanmıştım. Sonra öğrendim ki tüm binaların dış cephelerinin beş yılda bir bakım şartı varmış. Dökülen sıvalar, çatlayan duvarlar, yerinden oynayan tuğlalar, pencere izolasyonları onarılıyormuş. Arpası başımıza, pardon darısı. (29 Haziran 2018)

(23 Eylül 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

İntikam Meleği -Peppermint-

Hak, hukuk ve adalet kavramı tam yerleşmediği dönemlerde, insanlar kendi haklarını korumak amacıyla kendi adaletlerini oluşturmuşlar… İşte, “kan davası” böyle başlamış. Madem cezası veril(e)miyor, o zaman kendim veririm diyenler birbirlerini öldürmüş. 19. yüzyıl mantığı bu. Kabul, ama artık belli bir sistem var -her ne kadar beğenmeseniz de.

İhkakı hak!

Bizde kan davası olarak ortaya çıkan, Amerika’da kovboy filmlerinde gördüğümüz bu mantığın bitmesini ister ve beklerken sinemacılar, bu yapılanmayı destekleyen filmler yapıyor. Doğal olarak da herkes kendi mantığıyla suçlu gördüğü insanları cezalandırıyor. Buna devlet görevlileri de dahil.

Riley North, kocası Chris ve 10 yaşındaki kızları Carly ile kendi hallerinde yaşarken, uyuşturucu ile ilgili bir öneri bağlantısıyla, reddetse bile saldırıya uğruyor, Riley North yaralı kurtuluyor ve kocasının, özellikle de çocuğunun intikamını almak için kendisini yetiştiriyor.

Sonrası, bir zamanların Yeşilçam filmi gibi… O zaman Yeşilçam’da kısıtlı olanaklarla yapılan ve kahramanın asla ölmediği, kurşununun bitmediği, “tesadüfün iğne deliği” denilebilecek, soğukkanlı geçişlerle üstü örtülen gerçek dışı olaylar artık Hoollywood yapımlarında boy gösteriyor. Yani Jennifer Garner, bir bakıma Cüneyt Arkın oluyor.

Polis ve yargıç da işin içinde…

Yeşilçam’da devlet çalışanları -polis, asker, yargıç ve/veya savcı, hatta öğretmen- asla suçlanmazlardı, onlar hem namus ve adalet timsali olarak gösterilirdi zorunlu olarak, öyle olmadığı bilinse de… İntikam Meleği’nde, bu kez polisle birlikte rüşvet alan ya da taraflı karar veren yargı üyeleri de irdeleniyor.

Çete Cinayet Bölümü Dedektifleri Moses Beltran ve Stan Carmichael ikilisi filmin belki de en merak uyandıran, en önemli karakterleri… Seyirciyi ters köşeye yatırıyor ve gerçekten ilginç bir sonuç çıkıyor sonuçta.

Oyuncular ve öyküden öte aksiyon belirleyici “İntikam Meleği”nde… Başrol karakterin kadın olması, yaşadığı çevrede güven duyulan biri haline gelmesi ve izleyicinin yüreğine de su serpmesi anlamında diğer aksiyon filmlerine fark atıyor…

İntikam Meleği -Peppermint-, yönetmen Pierre Morel, oyuncular Jennifer Garner, John Ortiz, John Gallagher Jr., Juan Pablo Raba… 21 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(21 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Adana’nın Yarışma Filmleri Göz Kamaştırıyor

25. Adana Film Festivali’nin İstanbul Hilton’da gerçekleşen basın toplantısında yarışma filmleri açıklandı. Kentin sinema dostu belediye başkanı Hüseyin Sözlü’nün de konuşmasında ifade ettiği üzere, sinemamıza kucağını açmış, ülkemizin en önemli festivallerden biri Adana. Ön başvurunun yoğunluğu nedeniyle Ulusal Yarışma için 15 filmlik bir seçki ayrılmış bu sene.

Daha önce kimi festivaller ve sinemalarda gösterilmiş Tolga Karaçelik imzalı ‘Kelebekler’, Mehmet Güreli’nin yönettiği ‘Dört Köşeli Üçgen’, festival ertesinde gösterimini sürdürecek olan Banu Sıvacı imzalı ‘Güvercin’ ile Murat Düzgünoğlu’nun ay sonunda gösterime girecek olan, rasyonalizm ile mistisizmi karşı karşıya getirdiği yılın önemli çalışmalarından ‘Halef’ gibi görüp sevdiğimiz filmlerin dışında ilk gösterimlerini yabancı festivallerde yapmış, beğeni ve ödüllerle dönmüş ulusal yapımların Türkiye prömiyerleri yapılacak Adana’da.

Bunlar arasından heyecanla beklenen ‘Anons’, ‘Uzak İhtimal’ ve ‘Yozgat Blues’ filmleri övgüyle karşılanan Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü uzun metrajı. Film, 50 yıl öncesinin Türkiye’sini mizahi bir dille sergilerken, hem dünü hem bugünü sorgulayan bir yaratıcı sinema örneği sunuyor. Geçtiğimiz mevsimin en iyi filmleri arasında yer alan ‘Körfez’in yönetmeni Emre Yeksan’ın 75. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan yeni çalışması ‘Yuva’ Adana’da da iddialı. Çekimleri İğneada’da gerçekleşen film, ormanda münzevi bir hayat yaşamayı seçmiş bir adamın hikâyesini anlatıyor. Locarno’dan çifte ödülle dönen, Damla Sönmez’in performansını konuşturduğu Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin ortak çalışması ‘Sibel’ ile Ömür Atay’ın Karlovy Vary’de yarışmış yeni filmi ‘Kardeşler’ de öyle. ‘Gitmek’in yönetmeni Hüseyin Karabey imzalı ‘İçerdekiler’ ve ‘Gênco’nun yönetmeni Ali Kemal Çınar’ın ‘Arada’sı, seçkinin festivalde dünya prömiyerini yapacak olan dikkate değer diğer yapımları.

Adana’nın uluslararası yarışma seçkisi tek kelimeyle mükemmel. ‘Anons’un da dahil olduğu 9 filmlik toplam dünya festivallerinde övgüler almış yapımlardan oluşuyor. Cannes’dan ödülsüz dönmüş ancak eleştirmenlerin en beğendiği filmlerin başında gelen ‘Burning’, sinemaseverleri büyülemiş ‘Şiir’den sekiz yıl sonra sinemaya dönen Lee Chang-Dong’un imzasını taşıyor. Haruki Murakami’nin kısa hikâyesinden yola çıkan Koreli usta sinemacı, vasıfsız bir genç ile aşık olduğu güzel kız ve onun zengin ve küstah arkadaşı arasındaki aşk üçgeni çerçevesinde gerilimi giderek yükselen bir öfke ve saplantı öyküsü üzerinden ilerliyor. Yine Cannes’dan gelen usta yönetmen Jia Zhangke imzalı ‘Kül En Saf Beyazdır’, yüzyıl başından günümüze Çin’in kapitalist dönüşümünü, kanunsuz yeraltı dünyası fonunda yaşanan kırık bir aşk hikâyesi kanalıyla aktarıyor.

Karlovy Vary’de en iyi film seçilen Romanya yapımı ‘Tarihe Barbar Olarak Geçecek Olmak Umurumda Değil’, 1941 yılında Bakanlar Kurulu’nda sarf edilmiş bir cümleden yola çıkarak, ülkenin Doğu cephesinde başlatılan etnik kıyım ile yüzleşiyor. Filmin yönetmeni ‘Aferim’ ile Berlin’den en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş Romen usta Radu Jue. Yine Karlovy Vary’ ana seçkisinde yer almış Çek sinemacı Adam Sedlak imzalı ‘Domestik’, hayatta farklı gayeleri olan karı kocanın bir apartman dairesine sıkışmış gerilim dozu yüksek anti romantik öyküsü üzerine. ‘Polisin Karısı’ filmi ile dikkatimizi çekmiş Alman yönetmen Philip Gröning, Berlin’de yarışmış ve süresi üç saate yaklaşan son filmi ▲‘Budala Kardeşim Robert’de Elena ve Robert isimli ikiz kardeşlerin ergenlik, felsefe ve cinsellik üzerine paylaşımlarını sergiliyor.

Amerikan folk müziğine gönül vermiş tanınmış oyuncu Ethan Hawke’nin bu sene Sundance ve Locarno’da yarışmış üçüncü uzun metrajı ‘Blaze’, country-blues türün efsanelerinden Blaze Foley’nin yaşamı üzerine. Ünlü müzisyeni canlandıran Benjamin Dickey’nin Sundance’den ödüllü performansına dikkatinizi çekerim. Deneyimli Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Venedik’te taze gösterilmiş yeni filmi ‘Çifte Hayatlar’ bir yazar ve editör ikilisinin orta yaş bunalımları, değişen yayın endüstrisi ve partnerleri üzerine tartışmaları üzerine kurulu. Juliette Binoche ile Guillaume Canet bu tipik Fransız yapımın başrollerinde. Yarışma seçkisinin son filmi ise komşu Yunanistan’dan. Yönetmen Babis Makridis’in absürd tonlarda gezinen filmi ‘Zavallı / Pity’ Yunan Yeni Dalgası’nın önemli isimlerinden Efthymis Filippou’nun senaryosundan yola çıkmış yaratıcı bir kara komedi örneği.

(18 Eylül 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Ben Bir Dâhiyim -ama Henüz İlk Filmimi Çekmedim-

“Biz ne mükemmel dostlarız ki
kelimesiz ve yazısız
anlaşırız…”
Nâzım Hikmet

Daha adını görmeden beni anlattığını düşündüm Turgut Yasalar’ın, teşekkür etmeye hazırlanıyordum, ama önce okudum.

Nâzım Hikmet, sinemayla da uğraşmış, önemli bir şair. Ne demişse doğru demiştir, dizelerinde… Yazısız ve kelimesiz anlaşanlardır sinemacılar. Kitapta anlatılan sinemacıların dışında kalanlar için de geçerli bu…

Dayanışma…

Diğer sanat dallarından ayrıldığı belirleyici nokta, bir endüstri oluşu nedeniyle ekip çalışması olduğudur, sinemanın. Parmağınızla kuma bir resim çizebilirsiniz -kalıcı olmayabilir, ama kimse resim olmadığını iddia edemez. Bir avuç toprakla heykel de yapabilirsiniz… Bir kâğıt bir kalemle roman veya şiir yazmanıza da bir engel yoktur. Kuşkusuz, birikimi göz ardı etmiyorum. Duygu ve düş gücünü de… O her yerde ve her zaman gerekli. Ancak sinema için oluşturduğunuz öykünün senaryolaştırılması, filme çekilebilmesi için mekân ve oyuncu bulunması, negatif ve pozitif film almanız, tabii, bunlarla birlikte kamera, ışık, ses ve set ekipmanları gerekir. Bununla da bitmez… Karanlık odalarda, tanrının bile bilmediği bir sürü işlemden geçen film şeridinin üzerinde şekiller belirir (tamam, eskidendi, artık bu aşama yok, itiraz etmiyorum), sonra o şeritleri düşleriniz doğrultusunda kesmeniz, yani montajlamanız gerekir. Hemen buraya bir parantez açıp kurgu ile montajı ayırmak gerektiğini belirtmeliyim. Kurgu senaryoda oluşturulan, montaj ise pelikülün ve/veya videobantın, dijital görüntünün birbiri ardına getirilmesidir.

Sette yaşananlar…

Turgut Yasalar, gerek kendi yaşadıklarını gerekse aynı kuşaktan birçok yönetmenin yaşadıklarını akıcı bir dille (ne de olsa metin yazarı) aktarıyor. Bu zorluklar kimsenin gözünü yıldırmamalı… Zaten film güç veriyor, kararlılık sağlıyor, eğer bir film çekme (aslına bakarsanız, hayatın her anında her alanında ne yapmak istiyorsanız) amacındaysanız.

Robert Rodrigez…

Daha yirmi üç yaşındayken çektiği bir filmle Hollywood’da da üst üste film çekmeyi başaran Rodrigez’in, kendisine nasıl yol gösterdiğini, nasıl da güç verdiğini anlatarak başlıyor Yasalar kitabına… Tabii, filminin de savsözü olan “Leoparın kuyruğunu asla tutma, tutarsan da asla bırakma” demeyi atlamadan.

Serdar Akar, Kudret Sabancı, Mustafa Altıoklar, Handan İpekçi, Reis Çelik, Derviş Zaim, Ümit Ünal, Ahmet Uluçay, Uğur Yücel, Yüksel Aksu, Hüseyin Karabey, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan, Atalay Taşdiken, A. Haluk Ünal’ın hangi şartlarda, ne gibi sorunların üstesinden gelerek “leoparın kuyruğunu tuttuklarını ve/veya asla bırakmadıklarını” öğreniyoruz.

Hepsi bizim için rehber…

“İnancı olun kuş yeraltında da uçarmış”, benim Rıza Baloğlu ile birlikte çektiğimiz ilk kısa filmin savsözüydü. Yeter ki isteyin, yeter ki kararlı olun… Eninde sonunda başarıyı yakalarsınız. Sonrası size kalmış, ya kaybolursunuz o cangılın içinde ya da sürdürürsünüz film çekmeyi.

Kitapta yaşadıklarını anlatan her bir yönetmenin başından geçen aslında birer film öyküsü… tıpkı “benim hayatım bir roman” der gibi… Onlar yılmadıysa, onlar yapabildiyse siz niye yap(a)mayasınız ki! Hele de her geçen gün, gelişen teknolojinin de desteğinde, daha da kolaylaşan bu alanda. Elinizdeki cep telefonu iyi bir kamera aynı zamanda (biliyor musunuz, uzaydan en net görüntüleri gönderen Hubble teleskopu 1 megabayt gücünde, sizin telefonunuzun kamerasıysa 6 ile 12 megabayt arasında değişiyor). Evdeki bilgisayarınızla en zorlu montajı bile yapabilirsiniz. Demek ki karar vermeniz ilk adım için yeterli. Nazım Hikmet’in dizelerindeki o “mükemmeliyet” daha önce bu yoldan geçmiş olanlardan gelecektir, hiç yüksünmeden, sakınmadan…

Ben Bir Dâhiyim Ama Henüz İlk Filmimi Çekmedim, Turgut Yasalar, Söyleşiler, Karakarga Yayınları, Ağustos 2018, 235 s.

(17 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Yanlıştan Bir Yanlışa Savrulmanın Adresi: Antalya Film Festivali

Bu yıl ellibeşincisi düzenlenen Antalya Uluslararası Film Festivali’nin basın açıklamasında Belediye ve Festival başkanı Menderes Türel’in 2019’a dair bir müjdesi nedense sinemanın yazın tarafıyla ilgilenenlerin pek dikkatini çekmedi.

Ne diyordu Menderes Türel? Endüstri Ödüllerini gelecek yıl Antalya Film Festivali’nin vereceğini müjdeliyordu! Endüstri yani “Akademi” ödülleri dağıtan Antalya Uluslararası Film Festivali? Doğrusu dünya sinema kamuoyunu kendimize güldürmek için daha zırva ne bulunabilir? Geçen yıl gastronomi ile sinemayı bir araya getirmişlerdi. Bu bölümdeki filmleri seyreden izleyiciler filmden sonra dünya aşçılarının hazırladıkları yemeklerden tadacaklardı. Festival böyle ilginç (!) programlarla uluslararası festivaller arasında yer edinecek, cazibe merkezi olacaktı! Şimdi de uluslararası alanda film yarışması düzenlerken yerli alanda da akademi ödülleri dağıtacağını söyleyerek “alaturka – alla turca” kelimesinin o küçümseyici, alaycı anlamını yeniden su yüzüne çıkarıyorlar. Hani şu “Türk kafası”, “Türkler için yeterlidir.” ifadesini. Doğrusu bu zamanda bu hatadan ve ayıptan ne kadar erken dönerlerse o kadar iyi olur.

Nedir “Endüstri Ödülleri” ya da şu her önüne gelen heveslinin kullandığı biçimiyle “Türkiye’nin Oscar’ları”? Bir kere ne film festivallerinin ne de belediyelerin organize edeceği, vereceği bir ödül değildir. Dünyada endüstri ödülleri veren bir tek festival ya da belediye yoktur. Bunu öneren, olabileceğini söyleyen herkes kesinkes bir ülke sinemasının sırtından kendine post çıkarmak isteyen kurnazlardır. Belli ki bu Sayın Türel’e fısıldanmış, önerilmiş fırsatçı bir reçetedir.

Endüstri (Akademi) Ödüllerinin en belirgin özelliği, o ülkenin sinema profesyonellerinin kurduğu ortak bir kurumsal / fikri yapı olan bir “görsel sanatlar akademisinin” yine sadece üyesi olan sinema profesyonellerinin –yanı sıra akademinin izin verdiklerinin- oylarıyla yapılan yıllık değerlendirme sonuçlarıdır. Sinemanın bütün iş dallarında ödül verildiği için endüstri ödülü olarak nitelendirilir. ABD için adı “Oscar”dır, Fransa için “Ceasar” ya da İspanya için “Goya” ödülleri. Yani sadece sinemacılar, sinemacıları oylar ve bir yıl önce onlarca branşta en başarılı iş çıkarmış olan meslektaşlarını ödüllendirirler.

Binlerce sinema çalışanın oylamaya katılması için de makul bir süre olan yeni yılın üç-dört ayı çerisinde bir törenle ödüller dağıtılır. Festival takvimiyle Eylül Ekim ayında ödül dağıtılmaz.

Geçmişte TÜRSAK Vakfı sinemacıların tepkisini çeken tarzda yani endüstri ödülleri kıvamında ve adı “Yeşilçam Ödülleri” olan bir ödüllendirme düzenlemişti. Yapanlar dışında kimseyi tatmin etmeyen, itibarsız bir ödüllendirme olarak anılarda yer aldı. Beyoğlu Belediyesi’ni de yanlarına alarak yapılan festivalde oy toplamak için belediyede yetkili sendikanın temsilcilerine bile oylama zarfı dağıtmışlardı! Anlaşılan aynı “bilinç” Antalya’ya transfer edilmek isteniyor.

Hem de neden? Geçen yıl ulusal festivalin “Altın Portakal” yarışmalarının enerji ve dikkatlerini böldüğünden, Antalya için bir faydası kalmadığından bahisle “Ben artık uluslararası festivaller alanında ilerleyeceğim.” diyen bir belediyenin Türk sinemasının endüstri ödüllerini dağıtmaya heveslenmesi neden? Ne oldu geçen seneki gerekçelere?

Durum giderek klasik komedi trüklerine benzemeye başladı. Hani filmin komiği market rafından konserve alırken birkaçını düşürür. Onları rafa koyayım derken başkalarını düşürür, derken raf olduğu gibi aşağı iner ya.

En iyisi Sayın Türel’in işleri daha da karıştıracak ömürsüz, vadesiz palyatif projelerden kaçınmasıdır.

Benim önerim Sayın Türel’in “Altın Portakal”ı attığı çöplükten çıkarması, ulusal festivalin yine Antalya’da ama bu defa belediyenin, belediye vakıflarının değil sinemacıların organizasyonunda yapılmasını sağlaması ve böylece kendi ülkesinin sinemacıları ile barışık olarak uluslararası festivalin başarısı için uğraşmaya devam etmesidir.

(14 Eylül 2018)

Aydın Sayman

[email protected]

Adana Film Festivali 25 Yaşında

Uluslararası Adana Film Festivali, 25. yılını parlak bir programla kutlamaya hazırlanıyor. 22 – 30 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin merakla beklenen Ulusal ve Uluslararası Yarışma filmleri bu yazı kaleme alındığında henüz açıklanmamıştı. Ancak gösterileceği ilan edilen yirmiyi aşkın film, sinemaseverleri heyecanlandırmaya yetmiştir şimdiden.

Festivalin açılışı Spike Lee’nin 19 yıl aradan sonra Cannes’a dönüş yaptığı ve bu festivalden Büyük Jüri Ödülü ile ayrılan, şimdiden Oscar’ın favorileri arasında gösterilen ırkçılık karşıtı son eseri ‘BlacKkKlansman’. Yine Cannes’da gösterilmiş ve başrol oyuncusu Marcello Fonte’ye en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırmış Matteo Garrone filmi ‘Dogman’; aynı festivalde en iyi senaryo ödülüne layık görülmüş, kimilerine Pasolini’yi, kimilerine Rossellini’yi hatırlatan Alice Rohrwacher imzalı Mutlu Lazzaro (Lazzaro Felice – Happy as Lazzaro) Yeni Dalga’nın efsanevi ustası Jean-Luc Godard’ın yine Cannes’dan ödüllü son denemesi ‘Le Livre D’Image / İmge Kitabı’; Cannes’da prömiyer yapmış filmlerden Gaspar Noé’nin son çılgınlığı ‘Climax / Doruk Noktası’, Nicolas Cage’in performansıyla anılan korku denemesi ‘Mandy’, İzlanda filmi ‘Woman at War / Kadının Savaşı’, 3D formatında tek plan çekilmiş Çin filmi ‘Günden Geceye’ ve Cannes ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisinin kapanış filmi ‘Diamantino’ ülkemizdeki ilk gösterimlerinde izleyiciyle buluşacak.

Adana seçkisi yalnızca Cannes filmlerinden ibaret değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar dahil üç ödül birden kazanan Singapur yapımı modern kara film denemesi ‘A Land Imagined / Hayal Edilen Toprak’ seçkinin önemli sürprizlerinden biri. Sundance 2018’in en iyilerinden olan enerjik büyüme öyküsü ‘We The Animals / Biz Hayvanlar’; elim bir kaza kurbanı John Callahan’ın gerçek öyküsünde Joaquin Phoenix’in döktürdüğü hem Sundance hem Berlin’de ses getirmiş yeni Gus Van Sant filmi ‘Don’t Worry, He Won’t Get Far On Foot / Endişelenme, Bu Halde Fazla Uzağa Gidemez’; Michel Gondry’den bu yana en radikal gerçeküstücü yönetmen olarak anılan Bert Scholiers imzalı kurmaca/animasyon şaheseri ‘Charlie and Hannah’s Grand Night Out / Charlie ve Hannah’nın Muhteşem Gece Kaçamağı’; yeni Arjantin sinemasının en önemli isimlerinden Pablo Trapero’nun son çalışması ‘La Quietud / Sükûnet’; Belarus’un ‘Lady Bird’ü olarak Karlovy Vary Festivali’nde beğeni toplayan ‘Crystal Swan / Kristal Kuğu’; yine Karlovy Vary’nin ana yarışmasından özel mansiyonlu Çek filmi ‘History of Love / Aşk Hikayesi’; Alireza Khatami’nin büyülü gerçekçi vizyonu ile büyük ilgi görmüş, geçtiğimiz yılın Venedik Film Festivali Orizzonti bölümünden dört ödüllü ‘Los Versos del Olvido / Unutulmuş Dizeler’ sinema yazarı dostumuz Kerem Akça’nın festival programı için seçtiği heyecanla beklenen filmler.

Festival Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerden 4 Türkiye prömiyerini programına almış bu yıl. Bunlardan Cannes 2018’in ana seçkisinde yer almış Mısır yapımı ‘Yomeddine’ ile daha önce ‘Salvo’ isimli çok başarılı ilk filmlerini izlediğimiz İtalyan Grassadonia ve Piazza ikilisinin yeni çalışması olan ‘Sicilian Ghost Story / Sicilya’dan Hayalet Öyküsü’nü özellikle merak ediyoruz. Geçen yıl başlatılan ‘vizyon sahibi yönetmen’ bölümünde bu yıl Rus sinemacı Aleksey Fedorchenko’ya yer verilmiş. Bizde fazla tanınmayan bu ilginç yönetmeni 5 uzun ve 3 kısa filmiyle keşfetmek ilginç olacağa benzer.

Sinemaseverleri sıkı bir koşuşturma bekliyor bu yıl Adana’da. Ulusal ve Uluslararası yarışma filmleri ve programa eklenecek yeni sürprizleri önümüzdeki yazılarda ele almak üzere festival yönetimine başarılar ve kolaylıklar diliyoruz şimdiden.

(11 Eylül 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Alfa Kurt

Bundan tam 20 bun yıl önce… Avrupa, daha Avrupa olmadan önce, kuzeyinde yaşayan bir kabileyi ve yaşama tutunmalarını anlatan bir film Alfa Kurt. Doğa koşullarıyla mücadele etmek bir yandan, yontma taş devrindeki olanaksızlıkları da unutmamak gerekir, yaşayanların ne denli zorluklarla karşı karşıya olduğunu izliyoruz.

İlk filmini çeken yönetmen, müthiş doğa betimlemeleri ve görüntüleriyle gerçekten izleyiciyi filmin içine çekiyor. Kabile liderinin, daha ilk avcılığında bir bizonun hışmına uğrayıp ölen -veya öldüğü düşünülen- oğlunun inanılmaz mücadelesi… Filmin özeti bu yukarıdaki cümle, ama onunla sınırlı değil.

İnsan olan insan…

İnsanlık, doğadaki diğer canlılar ile birlikte yaşarken, onlardan korkmakla değil, onları eğitmekle başlamış. İlk insanların doğa koşullarına karşı güçlerinin yetmemesiyle kendi dar çevrelerinde hayatta kalma mücadeleleri işte o evcilleşmeyle daha da büyümüş… Kabilenin lideri, bileğine güçlü, aklıyla da herkesi yönetebilen biri… Çocuğu ise beklediğinin aksine daha duygusal, daha naif, daha sakin ve bir o kadar da ‘korkak’. Korkaklar daha bir cesaretlidir derler, oğul da cesaretini gösteriyor. Bu da demektir ki, herkes koşullara uygun olarak başarıyı yakalamaya adaydır.

Doğa ile iç içe…

20 bin yıl öncesinde Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan kabile ile 20. yüzyılda Anadolu’da yaşayan aileler arasında gerek duygu gerek inanç gerekse ekonomik olarak pek bir fark yok aslına bakarsanız. Belki biraz aradan geçen bin yılların kazandırdığı deneyimle birlikte gelişmiş aletler o kadar… İki kesimin de duygusal olduğu, iki kesiminde hayatta kalmaktan başka bir ‘derdi’nin olmadığı, iki kesiminde yaşadıklarının kaderi olduğuna inandığı apaçık görülüyor. Ben filmi bu açıdan izledim ve tam da bu açıdan öneriyorum.

Tabii, unutmadan, koca kentlerin gürültülü karmaşası, koşuşturması, her şeyin iç içe geçmesi var… O zaman nasıl da sessiz, nasıl da güzel, nasıl da sakin; insanlar da, yaşam da…

Alfa Kurt, yönetmen Albert Hughes, oyuncular Smit-McPhee İzlandalı Jóhannesson, Leonor Varela, Marcin Kowalczyk, Jens Hultén, Natassia Malthe ve kurt köpeği Chuck…

(07 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kadifeden Kesesi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hayatın içinden sabah sabah: Pazarcı esnafı kardeşlerimden ricamdır: Sevgili esnaf kardeşim, pazarda mallarınıza tezahürat yaparken lütfen söylemlerinize dikkat edin. Ne o öyle, “Ayşe Kadın 5 liraaa”, “Ayşe Kadın 5 liraaa” veya “Patlıycan ablaaa”, “Patlıycan ablaaa”. Hanımlar alınsa yeridir. “Yeşil Ayşe 5 lira”, ne bileyim “Patlıcaaan” diye bağırın ki kimse alınmasın. Bu vesileyle genelde kahvaltıda yenen küçük kırmızı turptan bahsedeyim. Elma, armut, ayva, şeftali, domates, hıyar gibi meyve ve sebzelerin hiçbirinin kabuğunu tek parça soyamıyorum. Artık küçüklüğünün verdiği narinlikten dolayı fazla özen gösterdiğimden mi bilemiyorum ama sadece küçük kırmızı turpun kabuğunu tek parça soyabiliyorum. O nedenle küçük kırmızı turpa en iyi kabuk soydurma ödülü verilse hak edeceği kanaatindeyim. (20 Mayıs 2018)

Murat Cemcir’e karşı linç kampanyası başlatan fotoğraf hakkındaki kanaatim. Bu fotoğrafı gerekçe gösterenlere konunun hareketli görüntüsünü izlemelerini öneririm. Grup halinde merdivenlerden çıkıyorlar. Uygun yere gelindiğinde görevli grubu durduruyor, dönüyorlar, Murat Cemcir o sırada poz vermek için elini cebine sokuyor fotoğraf tam o anda çekiliyor. Yanlış anlaşılacak bu fotoğrafın yayınlanması doğru değil. Ayrıca Bennu Yıldırımlar’ın mütevazı davranıp kendi isteğiyle arka tarafta durmadığını ne biliyorsunuz? Keza Yıldırımlar’ın sol tarafını kapatan Özay Fecht’i görmüyor musunuz? Araya bir de espri sıkıştırayım: Murat Cemcir’in ensesinde de gözü mü var sanıyorsunuz, Yıldırımlar’ın arkasında kaldığını görmemiş olamaz mı? Bütün bu yazdıklarımın üzerine Cemcir’in o sırada erkek oyuncu ödülüne aday gösterildiği bilgisini haiz olduğunu eklersek, sinemanın mabedi denilen o yer ve zamanda insana adını sorsanız hatırlayamaz. Yapmayın böyle, gençlerin önünü kesmeyin. (20 Mayıs 2018)

“Hıçkırık nasıl geçer?” bilgisini almak için tesadüfen sabah.com.tr’ye girdim. El insaf, sorunun cevabını 16 parçaya ayırmışlar, hepsini okuyorsunuz, sonunda doktora gidilmesini öneriyorlar. Bu kadar ünlü markaların web sitelerinin böyle oyunlara başvurması okura hizmetten çok tıklamaya hizmet ettiklerini gösteriyor ve markalarına büyük zarar veriyor. Mütevazı olmayayım, girin adı sanı pek bilinmeyen sadibey.com’a, bir tane haber bölünmesi, bir tane reklam görün, dönün bana tıklayın. Arada sırada görünenler karşılıklı barter anlaşması ve beğenilen etkinliklere destek verme girişimidir ve herhangi bir maddi getirisi yoktur. (20 Mayıs 2018)

Yanımda oturan gencin müzik bilgisini çaktırmadan kontrol edeyim dedim, “Kadiiifeden kâsesi…” diye kısık sesle mırıldandım. Hemen “‘Kadifeden kesesi’ amca, kâsesi değil.” dedi. Sınavdan geçti netekim, ancak benim bu yaşa kadar bu güzelim türküyü niye yanlış bildiğime akıl erdirememiştir. Kadifeden kısası… (25 Mayıs 2018)

Asansörden çıktık, “Buradan sağa döneceğiz.” dedim. “Emin misin?” diye sordu. Espriyi yakalamışım, fırsatı kaçırır mıyım, “İlahi hanım, 37 yıllık adamının adını bilmiyor musun?” dedim. Neyse ki kızmadı, güldü. (25 Mayıs 2018)

“Döner?” dedik, “Çakır Ali.” dediler. Pilav üstü döner söyledim. “Yok abi, sade döner olur bizde.” dediler. Demek ki Since 1957’den beri müşteriler döner dükkanında pilav üstü döner yiyemiyor. Oradan markete geçtim, kırmızı mercimek alayım dedim, menşeine baktım, Kanada yazıyor. Minibüse bindim. Delikanlı makineye kartını gösterdi, makine “Yetersiz bakiye.” dedi. Ceplerini karıştırdı, “185 kuruşum var abi.” dedi. Şoför kızdı, “Hiç vermesen daha iyi kardeşim.” diye azarladı. Bu sefer ben kızdım, para uzattım, “Al şunu.” dedim. Aldı. Bu arada unutmadan yazayım, makineye kredi kartı da gösterilebiliyor. Aklınızda olsun, kredi kartı ile 3 liralık yola 2,45 liraya gidebiliyorsunuz. Aferim bana. Bir paragrafta, yarım saat içinde başımdan geçen hayattan gerçek yansımalarla memleketimizin ahvalini özetledim. Yollar, köprüler yapıyoruz ama insanlarımızı bozduk. (26 Mayıs 2018)

Mehmet Güreli’nin 27 Temmuz’da vizyona girecek “Dört Köşeli Ücgen” adlı filminin afişinde oyuncu adları yazmıyor. Bunun bir mânâsı olmalı. Mânâlandıranlardan yorum beklediğimi belirteyim. Denk getirdiğimde Mehmet Bey’e soracağım. Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin” filminin afişinde de hiçbir oyuncunun hatta hiçbir kişinin adı yoktur, sadece filmin adı ve renkli olduğu yazılmıştır. (26 Mayıs 2018)

Gördüğümüz rüyalarda da bir hikmet var. Gün içinde en çok ne ile meşgul oluyorsanız gece rüyanızda da o konuyla ilgileniyorsunuz. Misal, gün içinde güzel hanımlar ve latif beyleri dilinize ve zihninize dolamışsanız, o akşam rüyanızda da onlar arz-ı endam ediyor. Keza gün içinde mahalle pazarına gidip domates, biber, patlıcan kovalamışsanız akşam rüyanızda pazarcı esnafı sizi kovalıyor. Bendeniz de gün içinde sinemacılık ve filmcilikle meşgul olduğumdan genelde gördüğüm rüyalar hep aynı konular etrafında dönüyor. Eskiden daha çok Sophia Loren, Kim Novak, Anita Ekberg, Steve Reeves, Arnold Schwarzenegger (araya bu iki herkülü de karıştırayım ki yanlış anlaşılmasın), Aysel Tanju, Suzan Avcı, Diclehan Baban, Nesrin Topkapı görürdüm; yaş ilerleyince mecburen sektör sorunları rüyalarıma girmeye başladı. Sabaha karşı gördüğüm rüyamda filmcilikle ilgili yeni bir kavram buldum, gözlerimi onunla açtım. Bir film sinemalardaki gösterimini tamamladığında, filmin maliyeti, izleyen kişi sayısına bölünmeli ve o filmi bir kişinin seyretmesi için milletin cebinden kaç para harcandığı açıklanmalı. Misalen 4,5 milyon liraya mal olan filmi 2 bin kişi izlemişse filme kişi başına 2.250 TL harcanmış oluyor. (27 Mayıs 2018)

Fazla abartmaya gerek yok. Hepimiz “Hayat” filminin figüranlarıyız; beyazperdede bir an görünüp kayboluyoruz. Telaşa mahal yok, başroldekiler de gün geliyor unutuluyor. (28 Mayıs 2018)

(06 Eylül 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Baba Nerdesin Kayboldum

Birbiri ardına gelir içinizde bir şey yıkılmaya başladığında bütün sorunlar. Birine çözüm ararken bir diğeri, ona yönelmişken bir başkası… derken yıkılır kalırsınız altında. Dik durmak mıdır çözüm? Pek değil galiba… Yalan, en başta da kendinize yalan söylememeniz gerekir.

Yönetmen Ahmet Karaman, ilk filminde önemli bir konuyu almış ele… Kendisine bile yalan söyleyen birinin durumunu, kuşak çatışması temelinde anlatıyor. Sahi, her ne olursa olsun kaçmaktır bu yalanların nedeni. Bir şeyler ‘düzgün’ giderken (ya da gidecekken) o girdaptan kurtulamamaktır…

Biz neye bakıyoruz…

Baba ölmüş, kız kardeş -eğitimin durumu biliniyor zaten- gergin, anne yılların birlikteliğini kaybetmenin de acısını ve yalnızlığını yaşıyor. Kahramanımız, daha doğru deyişle filmin izlettiği kişi, Aşkın, bocalıyor. Filmde bir sürpriz var. İlginç. Hiç ummadığınız bir sürpriz… Olmaz mı? Olur tabii. Umuyor musunuz? Hayır! Zaten onun için sürpriz ya zaten.

Önümüze serilen bu yaşamın içinde biz izleyiciyi etkileyen neler? Filmde her ne kadar sinema alanında çalışan biri olsa da Aşkın’ın yaşadıkları her alanda uğraşan herkes için geçerli. Burada senarist/yönetmenin saptamasını belirleyen; göz önünde olan, gençlerin ilgisini çeken ama “sektör” gibi sektör olmayan bir alan olması belirliyor. Kim niye, neden ve nereye kadar çalışabilir böylesi alanlarda? Sadece filmin değil, hepimizin kafasındaki soru işareti bu.

Belirleyen siz değilsiniz…

Sırf dersten kaçmak için namaz izni isteyen öğrencilerin öğretmeni şikâyet etmesi, okul yönetiminin, İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de kuşkusuz, bu konuda umursamaz oluşu önemli bir durum hayatın içerisinde. Filmin içinde bir olay örgüsü olarak değil, yaşamın bir gerçeği olarak yer alıyor. Benzer bir durum, Aşkın’ın öğretmen arkadaşı için de geçerli… O da kendisinin dışında gelişen -büyük olasılıkla da, onun durumuna bakıp kıs kıs gülen birilerinin başının altından çıkan- nedenlerle işsiz kalıyor. Buna bir de evdeki sorunlar eklenince, gerçekten belirleyici bir önemi vurguluyor. Mutsuz evlilikler beraberinde “aldatma”yı de getiriyor. Mahalledeki komşu polisin, kahveci ile durumu bundan başka bir şey değil; tabi, polisin üniformasına ve silahına dayanan yukarıdan bakışı da gözden kaçmamalı…

İlk filmini çeken hemen bütün yönetmenlerin, bizim ülkemize özgü, “bir daha film çekemezsem” kaygısıyla yıllar boyunca biriktirdiklerini bir filme sokuşturması, bazı önemli durumların gözden kaçmasına yol açıyor. Birçok ilk filmde karşımıza çıkan bu sorun (!) bu filmde de kendini gösteriyor. Oyuncu yönetiminde gerçekten başarılı olan Ahmet Karaman’ın süre sorununu aştığını belirtmekte yarar var. Sıkılmadan izlenebilir bir film yapmış. Ama yine de işleyemediği, istese bile bir diğerini kaçırma kaygısı nedeniyle yarım bıraktığı bile kabul edilebilir düzeyde.

Asıl önemli olan ise Aşkın’ın babasını suçlaması… Oysa kendisinin sorunu hepsi. İzleyince siz de hak vereceksiniz bana…

Baba Nerdesin Kayboldum, yönetmen Ahmet Karaman, oyuncular Baran Akbulut, Yıldız Çağrı Atiksoy, Yiğit Kirazcı, Bestemsu Özdemir, Tomris Çetinel…

(06 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Transit

Dünyanın birçok ülkesinde, birçok farklı konumlardaki -yoksul veya varsıl, muhalif veya değil, işli ya da işsiz- insanlar huzur ve güven içinde yaşamak için evini, yurdunu, hatta ailesini bile terk edip başka yerlere göçüyor, sanki oralar daha iyiymiş gibi… Sahi, oradaki insanlar da başka ülkelere göçmenin yollarını arıyor. Bu, bin yıllardır süregeldiği gibi günümüzde de tüm acımasızlığıyla devam ediyor. İpekyolu gibi ticari ağlar insanlar için de var, hâlâ.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle faşist Almanya’dan kaçıp kurtulmak isteyenler çoktu. Herkesin kendince haklı nedenleri vardı ve herkes kendini kurtarmayı düşünüyordu ilk olarak. Anna Seghers’in, bu durumu gerçekçi ve bir o kadar da psikolojik açıdan anlattığı Transit romanı, doğal olarak sinemacıların da ilgisini çekti. Ancak yönetmen Christiran Petzold, o dönem romanının mekânlarını ve diyaloglarını bırakarak bugüne uyarlamış.

İlginç bir yorum

Filmin hemen başında bir merak, bir sabırsızlık ile ne olacağını bekliyorsunuz… Bir süre sonra film sizi sarıp sarmalıyor, içine alıyor ve siz de Alman Georg gibi çıkış yolları aramaya başlıyorsunuz. Doğru ya, göçmenlik hâlâ sürüyor ve göçmenler güvenlik teşkilatlarınca hapsediliyor veya vuruluyor (denizde boğulanların büyük bir kısmı yine polis/asker korkusuyla zamansız ve önlemsiz kaçışlardan…). Kimi para yedirerek (insan tacirlerinin insafına kalmış artık), kimi sınırlardan geçerek, kimiyse sahte pasaport ve/veya biletle kaçmaya çalışıyor. Tek amaç var: Huzur ve güven.

İyi bir film…

Petzold, sakin kamerası, iyi mizansenleri, güçlü oyuncuları ve tabii, müthiş bir romana dayanan senaryosuyla gerçekten iyi bir film çıkarmış. İzledikçe savaşlardan kaynaklansın kaynaklanmasın, siyasi veya ekonomik göçmenliğin acımasızlıkla ve büyük acılar yaşatarak devam etmesinin artık bir son bulmasını diliyorsunuz sadece. Filmdeki her kahramanla özdeşleşiyorsunuz ister istemez; anne ile anne, doktorla doktor, sevgilisine ulaşmak isteyenle âşık oluyorsunuz.

Transit, yönetmen Christian Petzold, oyuncular Franz Rogowski, Paula Beer, Lilien Batman, Ronald Kukulies, Godehard Giese… 7 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(01 Eylül 2018)

Korkut Akın

[email protected]

İtalyan Usulü Aşk -Little Italy-

Hepimizin belleğindedir: Turşu sirkeyle mi yapılır, limonla mı? Aynı anda cevapladınız, haklısınız… Adile Naşit ile Münir Özkul atışmasının damgasını vurduğu o inanılmaz naif ve inanılmaz keyifli 1978 tarihli film. Sadık Şendil’in senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği film, unutulmazlar arasında hepimiz için…

Ailenin ikiye bölündüğü, çocukların da anne ve baba arasında paylaşıldığı, sonrasındaysa çocukların çabalarıyla yeniden bir araya gelindiği o güzel filmi, İtalyan Usulü Aşk’ta, bambaşka bir öykü ve bambaşka bir heyecanla izliyoruz.

Bir arpa boyu değil…

Yan yana iki pizzacı ve belli ki birbirlerinin ciddi rakibi olmuşlar… Bilirsiniz, bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak olaylar nedeniyle açılan iki arkadaşın arası, sonrasında düzelmez… İkisi de bilir aslında ne olduğunu, ama bir türlü söyleyemezler, kendilerine bile… Çünkü birer dost değil, birbirlerini çelmelemeye çalışan iki amansız rakiptirler.

İki arkadaşın dışındaki herkes birbiriyle iletişim halindedir… Herkes birbirine yakalanmamak için bin dereden su getirir. Ama asıl sorun, aileleri rakip olduğu için aşklarını içlerine gömen iki gencin durumudur.

Keyifli bir komedi filmi… güzel görüntülerle birlikte gülümsüyorsunuz… Sahi, sizin de başınızdan böylesi olaylar geçmiştir. Sonradan baktığınızda komiktir muhakkak. Tabii, o an için köpürmüşsünüzdür içten içe…

Gençlik ne kadar güzel bir şey… Umut, gelecek güzel günler hayali… Aşklar… Hayat kavga etmeye değmez. İtalyan Usulü Aşk, Jane Seymour’u bir kez daha izlemeye değer.

İtalyan Usulü Aşk -Little Italy- Yönetmen: Donald Petrie, oyuncular Hayden Christensen, Emma Roberts, Alyssa Milano, Adam Ferrara, Andrea Martin, 31 Ağustos’tan itibaren gösterimde…

(29 Ağustos 2018)

Korkut Akın

[email protected]