Kategori arşivi: Yazılar

38. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 4 Nisan akşamı açılışı yapılacak olan 38. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Ümit Ünal’ın başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, oyuncular Derya Alabora ve Alican Yücesoy, Angelopoulos filmlerindeki çalışmalarıyla beğenimizi kazanmış görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile ağırlıklı olarak popüler televizyon dizilerindeki işleriyle tanınmış senaryo yazarı Gaye Boralıoğlu’dan oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 9 filmden oluşuyor. Bunlar arasında favori olarak gözüken ‘Kız Kardeşler’, yönetmen Emin Alper’in üçüncü uzun metrajı. Berlin Film Festivali yarışmalı ana seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapan film, küçük yaşlarda kasabalı ailelere besleme olarak verilmiş üç kız kardeşin, peş peşe geri döndükleri baba ocağı dağ köyünde, birbirlerinden güç alarak verdikleri ayakta tutunma mücadelesi üzerine.

Geçtiğimiz yıl Adana’da görücüye çıkmış dört film, bu yıl İstanbul seçkisinde tekrar yarışıyor. Bunlardan üç oyuncusu da (Yiğit Ege Yazar, Caner Şahin ve Gözde Mutluer) Adana’dan ödüllü ‘Kardeşler’, aile büyüklerinin kararıyla kız kardeşlerini ölüme gönderen iki erkek kardeşin geçmişleri ve vicdanlarıyla hesaplaşmaları üzerine Ömür Atay imzalı etkileyici bir çalışma. 37. İstanbul Film Festivali seçkisinde başarılı ilk filmi ‘Körfez’ ile yer almış ve FIPRESCI ödülünü kazanmış olan ‘Körfez’in yönetmeni Emre Yeksan, bu yıl ikinci uzun metrajı ‘Yuva’ ile yeniden yarışıyor. Film, ormanda münzevi bir hayat süren Veysel ile O’nu şehre dönmeye ikna etmeye çalışan ağabeyi Hasan’ın toprağın altında yeni bir dünyayı keşiflerinin hikâyesini anlatıyor. Yine Türkiye prömiyerini Adana’da yapmış ve en iyi kurgu ve umut veren en iyi erkek oyuncu (Seyit Nizam Yılmaz) ödüllerini kazanmış olan ‘Güvercin Hırsızları’, 16 yaşındaki Mahmut ile 8 yaşındaki İsmail’in hayalleri ve özlemleri üzerinden ilerliyor. Adana’da jüri özel ödülü ve en iyi yardımcı kadın oyuncu (Gizem Erman Soysaldı) ödüllerine layık görülmüş ‘İçerdekiler’ ise bir kapalı mekân dramı. Senaryo yazarı ve yönetmen Hüseyin Karabey’in filmi, 6 aydır sebepsiz yere gözaltında tutulan öğretmen, karısı ve açık görüşe izin veren komiser arasında gelişen bir yüzleşme hikâyesi.

Locarno Film Festivali’nden ‘Gelecek Vaat Eden En İyi yönetmen’ ödülüyle dönen ve hem ulusal hem de uluslararası yarışma seçkilerinde yer alan ‘Nebula’, festivalin ilgiyle beklenen yapımlarından. Tarık Aktaş imzalı film, madde ile canlının uyumuna, ruhun doğadaki yerine tanıklık üzerine gerilimli bir yolculuğun hikâyesi. Oyuncu yönetmen Barış Atay’ın ikinci uzun metrajı ‘Aden’, dünya prömiyerini yaptığı Varşova Film Festivali’nin ardından ülkemizde ilk kez gösterilecek bir diğer yarışma filmi. Funda Eryiğit ve Onur Ünsal gibi iki tanınmış oyuncumuzun başrollerini paylaştığı yapım, savaş mağduru bir çiftin, bilmedikleri bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesinden yola çıkarak, yerleşme, medenileşme, iktidara sahip olma meselelerini tartışmaya açıyor.

Önümüzdeki Eylül ayı içinde sinemalara gelmesi beklenen ‘Görülmüştür’ seçkinin merakla beklenen bir diğer filmi. Kısalarından tanıdığımız Serhat Karaaslan’ın ilk uzun metrajı, İstanbul’da bir cezaevinde mektup okuma komisyonunda görevli memur Zakir’in, fotoğrafını gördüğü mahkumlardan birinin eşine karşı gelişen önüne geçilmez takıntı üzerinden ilerliyor. Berkay Ateş, Saadet Işıl Aksoy ve Füsun Demirel’in başı çektiği iddialı bir oyuncu kadrosu var filmin. Ulusal Yarışma’nın son filmi ‘Saf’ aynı zamanda ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ seçkisine de dahil edilmiş. Ali Vatansever’in yönettiği ve başrollerden birinde bir kez daha Saadet Işıl Aksoy’u izleyeceğiz film, gecekonduda yaşayan bir çiftin mahallede çıkan kentsel dönüşüm söylentileri sonrasında değişen hayatlarını konu ediniyor.

(29 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Deli ve Dahi

İnsan duygularıyla yaşar: Sevinir, üzülür, hoşlanır, kızar, gülümser, beğenir, gerginleşir, yumuşar… Sever ve sevilir de. Hepimiz için geçerli olan bu hal ve durumlar genel anlamıyla yaşamımızı da belirler. Bu, giderek kalıcılaşabilir… Kendinize anlatsanız da başkasına anlatamayabilirsiniz.

Çağlar boyu insanlar bunun gibi birçok durumla karşı karşıya kalınca kimine hoşgörülü, kimine daha keskin tavır alıp bir kısmını da görmezden gelmiş. Düne değin “deli” dediğimiz insanların “hasta” olduğunu kabul ediyoruz artık. Dün “tımarhaneye” yatırdığımıza bugün tedavi uygulayıp rehabilite ediyor, toplumla uyum içerisinde olmasını sağlıyoruz. Bu sadece bizde, bize özgü bir durum değil. Bütün ülkelerde benzer bir durum söz konusu.

Psikolojinin yeri ve önemi

Gündelik dilde kullanılan ‘normal’ tanımı, insanlarla sosyal iletişimi kuvvetli, yaşam bağları güçlü, amacı, hedefi olan anlamına geliyor. Bunu o kişi üzerinden değil de genel olarak insanların düzenine göre belirlerseniz ve o da kendini anlatamayacak kadar gerilirse sorun doğuyor.

İşte Doktor William Minor, tam da bu durumdaki biridir. Savaşta hem işkence yapabilen hem de yardımcı olmayı görev sayan bir doktordur. Bu iki uç yaklaşım, içinde fırtınalar estirir, sanrılar görür sürekli. Evine hırsız olarak girdiğini sandığı birini öldürür. Gösterdiği “yararlılıklar” nedeniyle hapsedilmek yerine (burası da ilginç, çünkü adalet denilen şey, ucundan da olsa zedelendi mi, tutturulamıyor bir daha) akıl hastanesine yatırılır.

İngilizcenin, hatta dünyanın en önemli başvuru kaynaklarından biri olan Oxford Sözlüğü çalışmalarını sürdüren Profesör James Murray, (onun yaşamı da ilginç, kendini yetiştirmiş ama güçlü ve kararlı biridir) ile Dr. Minor’un yolu kesişir.

Bu gerçekten de gerçek, ama bir o kadar da şaşırtıcı öykü, kitap olarak da ilginçti, şimdi film olarak da çarpıcı.

Dingin ve anlaşılır

19. yüzyıl İngiltere’sinde tamamlanması için canla başla çalışılan bu sözlük üzerinde o kadar çok spekülasyon yapılmaktadır ki, insan bir an “lanet olsun” deyip bırakmayı bile düşünür, hem de daha baştan… Sözlük Prof. Murray’in de, Dr. Minor’ın da ölümünden çok sonra tamamlanabilmiş.

Yönetmen Fahrad Safinia, alabildiğine sakin ve kararlı sinema diliyle, müthiş etkileyici bir görsel şölen sunuyor. Canlandırdıkları karakterleri Mel Gibson da, Sean Penn de, Natalie Dormer da gerçekten olağanüstü oyunla yansıtıyorlar.

Dil, ses bayrağı…

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Türkçem, benim ses bayrağım” dizesinden el alarak bir sözlüğün ne denli belirleyici olduğunu, 70 yıla varan oluşumunda geçen süreye rağmen, bugün bile başvuru kaynağı olmasının gücünü ve tabii, önemini hissediyorsunuz.

Buradan yola çıkarsak, sözlükler önemlidir, elinizin altında bulunmalıdır. Deli ve/veya dahi diye nitelense de insanların duygularının (Dr. Minor ile kocasını vurduğu kadın arasında, birbirlerini görmeden, içlerinde büyüyen aşk çok insancıl… Bu arada, Prof. Murray ile eşi arasındaki dayanışmayı unutmamak gerekir) hayatı sarıp sarmaladığını izlemek hayata yeni bir pencereden bakmakla özdeş.

(28 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Karanlık Tarafla Yüzleşme

Günümüz Amerikan sinemasının taze keşiflerinden biri Jordan Peele. Kariyerine komedyen olarak başlayan siyahi sanatçı, 2017 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kapan / Get Out’ ile beklenmedik bir başarıya imza attı. 4 dalda aday gösterildiği geçtiğimiz yılın Oscar töreninden en iyi özgün senaryo ödülü ile dönen yönetmenin ikinci filmini merakla bekliyorduk. Eşzamanlı olarak ülkemizde de sinemalara gelen ‘Biz / Us’, ABD’de gerek seyirci, gerekse eleştirmenler nezdinde gördüğü muazzam ilgiyi burada toplayamadı ne yazık ki. Filmin son dönem Amerikan sinemasından çıkan en yaratıcı ve keşfe değer filmlerden biri olduğunun altını çizerek söze başlayalım.

Yönetmenin, korku türüne yeni bir soluk getirmiş ilk yönetmenlik denemesi ‘Kapan’, gerilimini ‘ırkçılık’ teması üzerinden geliştiriyordu. Liberal görünümdeki beyaz Amerikalının saklı ırkçılığı ve siyahlara olan nefretini, korku ve hicvi birarada kullanmak suretiyle işliyordu sinemacı. İkinci uzun metrajı ‘Biz’, resmi daha da genişletiyor ve tüm bir Amerikan ulusunun karanlık tarafıyla yüzleşmesi doğrultusunda, alt türler arasında hınzırca gezinen bir yapıt ortaya koyuyor.

1986 yılında, televizyondan izlediğimiz ve yüzleri görünmeyen insanların elele tutuşarak bir zincir oluşturdukları reklam filmiyle açılıyor ‘Biz’. 6 milyon küsur Amerikalının yeryüzündeki açlığa karşı birlik çağrısı yaptıkları ‘Hands Across America’ hareketinin görüntüleridir bunlar. Bunu Santa Cruz eğlence parkının reklam spotu izliyor. Takip eden gece bölümünde, Adelaide’ı anne babasıyla birlikte lunaparkta görüyoruz. Ebeveynlerinin yanından kısa bir süre ayrılan küçük kız, üzerinde Michael Jackson hiti ‘Thriller’ın basılı olduğu tişörtüyle gezinirken ‘Şaman’ın Düşsel Arayışı’ adlı bir çeşit korku tüneline giriyor. Komik aynalar bölümünde tedirginlikle çıkış kapısını ararken tıpatıp benzeriyle karşılaşıyor.

Kafeslere kapatılmış onlarca tavşanın görüntüleri akan ön jeneriğe eşlik ediyor daha sonra. Jenerik bittiğinde günümüze gelmişizdir artık. 30’lu yaşlarına gelmiş Adelaide evlenmiş, biri kız diğeri erkek iki çocuk sahibidir. Geriye dönüşlerde, onun yıllar önce yaşanmış meşum karşılaşmanın travmasıyla savaşımına tanıklık ederiz. Aradan uzun zaman geçmiş olsa da, kabuslarından kurtulabilmiş değildir genç kadın. Ailecek Santa Cruz yakınlarındaki yazlık eve geldiklerinde, uyuyan dehşet ortaya çıkacak, Wilsonlar bir gece vakti evlerinin bahçesinde beliren tıpatıp benzerleriyle mücadeleye girişecektir.

Film, sakin ancak bir o kadar tedirgin bir girişin ardından ölümcül bir geceye hazırlıyor izleyicisini. Siyahi ailenin evini istilâ eden, kırmızı tek tip bir giysi içinde, ceplerinde makas taşıyan benzerleri, tehditkâr bakışlarıyla tutsak ediyor onları. Adelaide’ın ikizi Red hırıltılı bozuk bir sesle nefretini iletiyor. Diğerleri konuşmuyor, yüzlerinde şeytani bir gülümsemeyle saldırıyı başlatıyor. Peele’in filmi yaklaşık bir saat kadar süren bu kâbus gecesinin ardından bambaşka gelişmelere doğru evriliyor ve finalde beklenmedik bir sürpriz bizleri bekliyor.

Seyir keyfini bozmamak adına sürpriz gelişmeler yer almıyor bu yazıda. Ancak, Peel’in dersine iyi çalıştığı ve korku/gerilim sinema külliyatını yalayıp yuttuğunu söyleyebilirim. Hitchcock gizemi taşıyan tedirgin sahnelerden (başlardaki ‘Jaws’ göndermesi sahneye dikkat), iki ailenin karşılaştığı o dehşet verici sekanstaki ‘Halloween’ ya da ‘Poltergeist’ etkisine, türün birikiminden ustaca yararlanıyor. Sadece Amerikan filmleriyle kalmıyor göndermeleri. Haneke’nin ‘Funny Games’ine nazire olarak beyzbol sopası ve teknede ölüm kalım mücadelesi bölümlerini dahil ediyor anlatısına. Tür içinde alt türlere ustaca geçiş yapıyor. ‘Arınma Gecesi / Purge’ örneği bir gece kâbusundan başka bir evrenin yaratıklarının istilâsına ya da bir zombi saldırısının ertesindeki kıyamet görüntülerini andıran başka tür bir öyküye doğru yol alıyor. Hikâyesi ile sürekli oynuyor ve sürprizler dur durak bilmiyor.

Sinema klasiklerine yaptığı göndermeler ve Peele imzalı usta işi senaryosuyla keyifle izleniyor ‘Biz’. Başta Lupita Nyong’o olmak üzere oyuncuların çifte rollerdeki performansı mükemmel. Shyamalan filmlerinden (‘Split’ ve ‘Glass’) tanıdığımız Mike Gioulakis’in özellikle gece sahnelerinde doruğa çıkan birinci sınıf görüntüleri, ‘Kapan’dan hatırladığımız Michael Abels imzalı, gerilimi ve tedirginliği besleyen olağanüstü müzik çalışması ve ses tasarımı seyir keyfini arttırıyor.

Bu üstün teknik başarının bir adım ötesinde, metaforları ve farklı okumalar üzerinden ilerleyen yapısıyla değer kazanıyor film. İlk filminin tersine ‘saklı ırkçılık’ üzerine kurmuyor anlatısını sinemacı. Yaşanan dehşetten siyahi ailenin yakın beyaz dostları da nasibini alıyor nitekim. Temel ilham kaynağı olan Carl Jung’un ‘gölge arketipi’ üzerinden ilerliyor sinemacı. Jung’a göre ‘gölge’ egonun karanlık yüzüdür ve insan olarak potansiyel kötülüğümüz de burada saklıdır. Bu yüzden ‘gölge’ kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir çöp kutusu gibidir. Bu noktadan hareketle, bir gece yarısı Wilson ailesinin karşısına çıkanların kendi gölgeleri olduğunu düşünebiliriz. Benliklerinin karanlık yüzüyle karşılaşma anıdır o meşum gece. ‘Biz de sizin gibiyiz, etten ve kemikteniz’ der Adelaide’in ikizi bir yerde. ‘Sizler güneş altında güzel hayatlarınızı sürerken, bizler yeraltının soğuk ve karanlığında mücadele veriyorduk’ diye ilave eder. Bu noktada Peele’in sınıf meselesini tartışmaya meylettiğini düşünürüz. ABD’nin keskin bir biçimde ikiye bölünmüşlüğü üzerine derdini anlatmak istediğini belirtir bir röportajında. Bu açıdan filmin özgün adını ‘United States’in kısaltılmışı olarak da alabiliriz.

Velhasıl, iki saatlik süresince ilgiyle izlenen, teknik açıdan kusursuz, farklı metin okumaları ve göndermeleriyle sinefilleri heyecanlandıran son dönemin en parlak Amerikan yapımlarından biri ‘Biz’. Kaçırmayın.

(26 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İtalya’daki Onlar: Loro

Filme zekice anlam yükleyen metaforları, katmanlar arasında yeni görsel ve anlamsal tatlar yakalamayı seven biriyseniz hem çok konuşacağınız hem çok beğeneceğiniz hem de alabildiğine tartışacağınız bir film Loro.

Televizyonun bir tanımının da “aptal kutusu” olduğu, insanı büyülediği, başka bir şey yapmasına, hatta düşünmesine bile izin vermediği bir metaforla başlıyor… Unutmadan Hz. İsa’nın çoban olduğunu da hissettirerek…

Skandalların insanı

İtalyan Başbakanı, bir dönemin en popüler kişisi Berlusconi’yi merkezde tutan yönetmen Paolo Sorrentino, hareketli kamerası, keskin senaryoları, kullandığı müziklerle (“Amerikalı Papa” filmi unutulmaz) kazınmıştı belleğimize… Bu kez medya patronu, siyasetçi, hemen her gün siyasetten çok başka bir skandalla karşımıza çıkan Berlusconi’yi hicvediyor.

Hedonist Silvio Berlusconi, iyi bir satıcı… İnsanları ikna etmeyi bilen, başaran bir satıcı hem de… Hayatı bu. Yaşadığı ve yaşattığı ise sadece kendisinin izin verdikleri… O’nun istediklerinin ve söylediklerinin dışında hemen hiç kimse, hiçbir adım bile atamıyor. Hükümetini kurtarmak için 6 senatörü satın alması yaşanan gerçeklerden sadece biri, yani skandallardan… Nasıl gerçekleştiğine hayret edemeyeceksiniz bile izlediğinizde.

Dinin katkısı…

Bütün dünyada, bütün siyasetçilerin yaptığı gibi yaptıklarını din ve -bizim ülkemizde, din bağlantılı mahcubiyetimizle doğru orantılı olarak tutuculuğumuzun da etkisiyle çok öne çıkmasa da- cinsellik sosuna bulayarak sunuyor. Alan razı satan razı… Kime ne!

Önemli ve güçlü bir metaforla başlayan film ilerledikçe yukarıda değindiğimiz bu iki gücün yaşama nasıl bir etki ettiğini vurguluyor. Yaşanan deprem sadece yer sarsıntısı değil siyasal ve toplumsal bir sarsıntı… Hz. İsa’nın heykelinin kurtarılışı bundan başka bir şey değil… İnsanların yüzüne yansıyan sıkıntı ve sonrasındaki rahatlama da öyle…

İhaleyi kazanmak için…

…her yol mubahsa, buna içki, uyuşturucu ve kadın da girer kuşkusuz. Tamam, tam üstüne bastınız, kaldırın ayağınızı! Skandallar dediğimiz de o ihalelerle çıkıyor ortaya. Bir işin nasıl yapıldığını, nasıl sonuca ulaştırıldığını, neler kazandırdığını hayretle izliyorsunuz. Orada olmayı, o keyfi (!!!) yaşamayı kim istemez. Hemen her hırslı insan için geçerli olan ve cinselliği öne çıkaran “hazcı” (hedonizm) anlayış, özellikle yoğun çalışan iş adamları ve siyasetçiler için en kolay yol. Dünyevi bütün güzellikler var. Tabii, günah çıkarmak da kolay. Bundan iyisi Şam’da kayısı.

Loro’yu izledikten sonra doluya koyacak aldıramayacak, boşa koyacak dolduramayacaksınız… İster istemez geniş pencereden bakacak ve bizim ülkemizde nasıl oluyor diye düşüneceksiniz.

(24 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Atillâ Dorsay’dan… Bir Ömrün Seçilmiş Tablolara Dönüşen Koleksiyonu

İnsan yaşadıklarını şöyle bir tartıp, iyisi kötüsü, doğrusu yanlışı, eksiği fazlasıyla… Beğendikleriyle kızdıklarını, nefret ettikleriyle hoşlandıklarını birbirine çarptırarak çıkan sonucu görmek ister. Başkasına, hatta kendisine bile itiraf edemedikleri gelir gözlerinin önüne… Tartar şöyle bir, ağırlığınca değerlidir kuşkusuz. Ama yine de dillendirmeye çekinir. Kimisini koyar bir kenara, zamanın akışı içerisinde kaybolmasını ister, kimisini de çıkarır ortaya büyüsün, sarıp sarmalasın herkesi de “dünya gözüyle” güzellik görsün herkes diye düşünür.

Gerçekle hayal arası…

Belki sadece kendiyle barışık olanlar geçmişlerine bakıp da gönül rahatlığıyla gizleyecek bir şey bulamazlar. Onun için de itiraflarla doludur anılar. Bu itiraflar bazen iftira bazen de günah çıkartma kadar uzaktır birbirine. Bu “uzaklık” da görecedir muhakkak ki… En uzak ile en yakın arasında kılıçtan keskin ve bir o kadar da kıldan ince çizgi vardır. Bir kısmı sözcüklerin arasına gizlenmiştir, bir kısmı “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” muhteviyatındadır.

Her ne olursa olsun, her kim yazarsa yazsın bu itiraf ve/veya günah çıkarma okur için müthiş keyif veren, heyecan dolu büyük bir maceradır.

İstanbul’da bir güzel…

Her ne kadar İzmirli olduğunu, İzmir’i çok sevdiğini, İzmir’siz olamayacağını söylese de Atillâ Dorsay, biz okurlara İstanbul’u anlatıyor, “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar” adlı anı/itiraf… dahası “idealize edilmiş, gerçeklere teğet geçen” anılar kitabında.

Biz, Atillâ Dorsay’ı sinemasıyla biliriz. Gurme oluşunu hatırlayanlarımız vardır muhakkak. Profesyonel rehber olduğunu büyük çoğunluğumuz bilmeyiz. Sanat tarihiyle, resim ve müzelerle ilgili olanların görmüşlüğü değilse de duymuşluğu vardır. Övgüyle söz edildiğine, “Ah bir denk gelse de…” diye iç geçirildiğine tanığım ben.

Atillâ Dorsay, ağırlıklı sinema üzerine olan 52 kitabının ardından, 80. (nice yaşlara Atilla Ağabey) doğum gününe denk gelen günlerde “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar” ile hepimizin ağzına bir parmak bal sürdü.

Büyük romantizm…

İnsanların anılarını yazabilmesi için gerçekten müthiş bir belleğe, çok iyi bir arşive ve harıl harıl çalışmaya ihtiyacı var kesinlikle… Onca insan, bırakın anılarını yazmayı adını bile yazamazken 52 kitabın üzerine, o akıcı dili ve güzel Türkçesiyle Atillâ Dorsay’ın anıları tam bir şölen.

Çok ilginç anılar var birbiri peşi sıra gelen… Galatasaraylı olmak, sanatla, müzikle, tarihle, iç içe yaşamak, sinemayı çok iyi bilmek ve bunları hiç gösterişe yer vermeden olanca iç güveni ve gücüyle anlatabilmek… İşte, o nedenle de gençliğindeki şu anıdan, gazetedeki bu yaşanmışlıktan, özellikle Emek Sineması’yla doruğa çıkan Beyoğlu gecelerinden, arkadaş evlerindeki buluşmalardan… Dünya güzeli Türkan Sultan’dan, Yılmaz Güney’den birkaç cümle aktarmayı… Hadi çıtlatmış olayım, gençlik sevdalarından sevgililerinden birini veya birkaçını öne çıkarmayı, ailesini, evliliğini magazincilere bırakayım da bir dönemin İstanbul özelinde Türkiye’sini yeniden görmek isteyenlere önereyim, Atilla Ağabey’in bu anılar toplamını.

Çok yaşa Atilla Ağabey, iyi ki varsınız, iyi ki yazdınız anılarınızı…

Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar
Atillâ Dorsay
Remzi Kitabevi, anılar
Mart 20019
278 s.

(21 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dışarıda

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bugün vizyona giren “Dışarıda” (He’s Out There) adlı yabancı filmin yönetmeni IMDb.de ve bazı mecralarda Quinn Lasher olarak görünse de Türkçe afişinde ve keza bazı mecralarda Dennis Iliadis olarak geçiyor. Dennis’in soyadı, bizim Yeşilçam sinemamızı layıkıyla bilen ve takip eden sinemaseverlere bir zamanların ünlü görüntü yönetmeni Kriton Ilyadis’i hatırlatıyor. Bu vesileyle anmış olalım. Toprağı bol olsun Kriton İlyadis, sinemamızın en büyük film şirketlerinin yüzlerce filminde görüntü yönetmenliği yapmıştır. Ki bu filmler arasında Ahtapotun Kolları, Turist Ömer, Horoz Nuri, Bir Millet Uyanıyor, Küçük Hanımefendi, Bizim Aile, Süt Kardeşler, Tosun Paşa gibi filmler vardır. (31 Ağustos 2018)

47 yıldır sinemacılık ve filmcilik sektörümüzü yakından takip ederim. Bu 47’nin son 29’u basın mensubu vasfıyla sektörle iç içe geçti ve geçiyor. Önceki gün sosyal medyada film festivaline giden bir grup konuk fotoğrafı gördüm. 14 kişilik grupta ancak 5 kişiyi tanıyabildim. Demek ki daha beş-on fırın ekmek yemem lazım. Veya festival konukları konusunda iyiden iyiye işin suyu çıktı. (06 Eylül 2018)

Yol çok tenha, neredeyse hiç araba geçmiyor, ancak yayalara trafik ışığı kırmızı yandığı için anne ve 10-12 yaşlarındaki çocuğu yaya geçidinde bekliyor. Kötü örnek olmamak için ben de durdum, bekliyorum ve çocuğun hafızasına “kurallara saygılı bir dede” figürü yerleştirebilirim diye içimde bir sevinç var. Tam o sırada kadının telefonu çaldı, açarken kırmızı mırmızı hak getire, yürüyüverdi, tabi ki çocuk da peşinden. Bendeniz istifimi bozmadım ama hevesimin de kursağımda kaldığını itiraf ederim. Küçük çocuk beni hafızasına muhtemelen “bomboş, araba geçmeyen yolda yaya geçidindeki kırmızı ışıkta gereksiz yere bekleyen az akıllı dede” olarak yerleştirdi. Olsun. Yine de sağdan soldan, yandan yukarıdan durumumuzu seyreden bir başka anne ve çocuğu vardır da onlar görmüştür ve anne çocuğuna demiştir ki: Evladım kırmızı ışıkta geçilmez. Eee bu da kamu menfaatinedir ve kâr sayılır. (08 Eylül 2018)

Son günlerde yapılan dizi tanıtımlarındaki hayranı ve hastası olduğum cümleler: “Bedeline hazırsan gökkuşağının renkleriyle yıkanırsın.” / “Ben sadece köprüleri yakmam, altındaki nehri kurutur, üzerine beton döker, bina dikerim.” (09 Eylül 2018)

Ortama sürekli öğüt ve akıl verici güzel sözler yazmak, bir bakıma sizi takip edenleri bilgisiz ve eğitime muhtaç kişiler gibi gördüğünüzü çağrıştırıyor. Daha az yapın şunu. Aramızda kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya, konsere giden, sergi ve müzeleri ziyaret eden, aklı baliğ, endamı yerinde, selvi boylu, al yazmalı, afet-i devran, dünya yakışıklısı… Bu kadar yeter, daha ne diyeyim. (13 Eylül 2018)

Çok sevilen ve ilgi gören Çakallarla Dans seriyal filmlerinin 5.si gelirken, yönetmen Murat Şeker’in fanatik Fenerbahçeliliğinin verdiği ilhamla çekilirse iki sonraki filme isim önerimdir: Çakallarla Dans bindokuzyüz7. Bu vesileyle bir başka hatırlatma yapayım. 26 Ocak 2017’de vizyona giren “Amerikalılar Karadeniz’de 2” adlı Kartal Tibet’in yönettiği ve günümüzün starı Kıvanç Tatlıtuğ’un adının afişe 3. sırada yazıldığı yerli filmimizin birincisi yoktur, boşuna aramayın. Espri olsun diye yapımcılar filmi o şekilde adlandırmışlardı. (17 Eylül 2018)

Tatil köyü konseptinde oteldeyiz, shuttle (servis arabası) geliyor, ayağımda şort var. Tam yeridir, oto stop yapayım dedim, bacağını uzattım, araba durdu. Bende daha iş var diye teselli buldum kendimce. Mekâna vardığımda arkadaşlar “Abi shuttle ücretsiz olduğu için zaten duracaktı.” dediler ama olsun, kısacık bir süre de olsa yükseldim ya, ona da şükür. (17 Eylül 2018)

Ziraat Bankası’nın gişesine yanaştım, baktım arkadaki panoda “Bir bankadan daha fazlası” yazıyor. Muziplik yapacağım tuttu, ciddi ciddi “Kuru fasulye, pilav var mı?” dedim. Şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Tebessüm ederek panoyu işaret ettim, güldü. Memur erkekti. (17 Eylül 2018)

Festival protestolarına bir başka açıdan, yaş açısından bakarsak ve “Yaş yetmiş iş bitmiş” atasözüne uygularsak 68.lik bendeniz en fazla festivalin 57.sini görebileceğim. (Allah uzun ömür versin bana.) Gelgelelim yaşımı 30’a çeksek, 10 sene, yani 2028’e kadar protesto etsem festival 65’e, bendeniz 40’a merdiven dayayacağım. 40’tan sonra ise 30 yıl daha, yani 95.sine kadar çatır çatır festivali takip edip, 1001 tane film izleyebilirim. (Allah uzun ömür versin festivale.) Kılavuz istemeyen görünen köy bu. (18 Eylül 2018)

Hiç kimse doğru söylemiyor ve herkes doğru söylüyor. (19 Eylül 2018)

Ziya Paşa’nın ünlü sözünü günümüze uyarladım, şöyle bir şey çıktı: Ayinesi lâftır kişinin işe bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i eseri aklında. (19 Eylül 2018)

Rus bir delikanlı, minibüse bindik konuşuyor, indik konuşuyor, hiç durmadı. Motor niyetine taksan, arabayı uçurur. Ciddi diyorum. (19 Eylül 2018)

Sosyal medyada bazı vatandaşlar bol miktarda ahkâm kesiyor. Bu ahkâm kesme yetkisini hangi makamdan aldıklarını söyleseler de biz de alsak ve kessek. (Gocusu olan yaralanır?) (20 Eylül 2018)

Hazan mevsimi sonbahar, sinema ve TV sektörümüzün seslendirme sanatçılarını fena vurdu. Toron Karacaoğlu’nun ardından Esen Günay, Ferdi Merter Fosforoğlu ve Oytun Şanal’ı ebediyete uğurladık. Mekanları cennet olsun. (20 Eylül 2018)

Ülker kremalı bisküviye bakıyorum, bakıyorum. Sanki tanıdık gibi de, bilhassa yabancı gibi. Var bir değişiklik. Kilo mu vermiş ne? Yoksa zayıflamış mı? Evet, evet, çapını kısaltmışlar; küçülmüş çünkü. (Bu yorum 5’li paketin incelenmesi sonucu ortaya çıktı.) (21 Eylül 2018)

(21 Mart 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

38. İstanbul Film Festivali’nden Öneriler

38. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı günler kaldı. Bu yıl 5-16 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 23 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas, Rexx sinemaları ve İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum geleneksel ‘öneriler’ listemde yer alan 20 küsur filmi klasiklerden başlayarak takdim ediyorum.

GECE BEKÇİSİ / Il Portiere di Notte:
Kişisel sinema serüvenimin baştacı filmlerindendir ‘Gece Bekçisi’. Faşizmin insan ruhunda nasıl yeşerdiği üzerine bu yaman deneme yönetmen Liliana Cavani’nin de en önemli filmidir. Ülkemizde 1975 yılında gösterime girmiş ve sinefilleri heyecana gark etmişti. Efsanevi Dirk Bogarde ve gencecik Charlotte Rampling ile yıllar sonra geniş perdede buluşmaya davet ediyorum tüm sinemaseverleri.

KONFORMİST / Il Conformista:
Yeni kaybettiğimiz Bernardo Bertolucci’nin birçok başyapıtı arasında öne çıkan film, yönetmenin tüm temalarını kusursuzca bir araya getirirken, siyasal özünü incelikli bir sinema duygusuyla beyazperdeye aktarıyor. Cinselliğin ve ideolojik aidiyetlerin gizli tutkularla nasıl bağdaştığını Jean-Louis Trintignant’ın canlandırdığı Marcello karakteri üzerinden sorguluyor.

İŞ / Il Posto:
Yıllar önce İstanbul Sinematek Derneği’nde hayranlıkla izlediğimiz film, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin ve geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden sinemanın büyük ustalarından Ermanno Olmi’nin en unutulmaz, komik ve sıcak filmlerinden biri. Festivalin Cinemania bölümündeki diğer İtalyan filmleri gibi, yıllar sonra yeniden faaliyete geçen Sinematek / Sinemaevi tarafından sunuluyor.

STANLEY KUBRICK BAŞYAPITLARI:
Önceki yazımda da belirttiğim gibi, ölümünün 20. yılında yedinci sanatın büyük ustasının tüm uzun metrajları eksiksiz yer alıyor festivalde. Filmleri geniş perdede izlememiş her sinemasevere retrospektifi hararetle öneririm. Bunlardan, Kubrick’in renkli döneminde yer alan ‘2001 Uzay Macerası / 2001: A Space Odyssey’, ‘Otomatik Portakal / A Clockwork Orange’, ‘Barry Lyndon’ ve 144 dakikalık kesintisiz kopyasından gösterime sunulacak olan ‘Cinnet / The Shining’ özellikle kaçırılmamalı.

YÜZLEŞME / Grâce à Dieu:
Berlin’den büyük jüri ödüllü film, Katolik ruhbanların pedofil vakalarına kurbanların gözünden bakıyor. François Ozon’un son çalışması, travma ve cesaret konularını titizlikle ve büyük bir hassasiyetle ele alıyor.

DURGUN NEHİR / Akinito Potami
Selanik Film Festivali Yunan Eleştirmenler Birliği ödüllü yapım, Sibirya’daki bir sanayi kasabasına taşınmış Yunan ailenin mantık ve maneviyat tartışmalarının ağırlığı altında çatırdamaya başlayan düzenleri üzerinden ilerliyor. Sibirya’nın dondurucu doğasının heybetli görüntüleri nefes kesiyor.

PİRANHALAR / La Paranza Dei Bambini:
Berlinale 2019 en iyi senaryo ödüllü yapım, ergen zalimliğiyle suç dünyasının ölümcül dünyasını perdeye taşıyor. Filme adını veren ‘piranhalar’ mafya jargonunda ‘silahlı çete’ anlamına geliyor.

BAY JONES / Mr. Jones:
Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland imzasını taşıyan yapım, efsanevi Galli gazeteci Gareth Jones’un yaşamına ilişkin. 1933 yılında geçen film, gazetecinin Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu haberleştirme çabaları üzerine.

EŞANLAMLILAR / Synonymes:
Berlinale Altın Ayı ödüllü film. İsrail’den Paris’e göç eden ve kimliğini tamamen reddeden bir adamı merkezine alan yapım, yönetmen Nadav Lapid’in hayatından izler taşıyor ve klasik Yeni Dalga filmleriyle flört ediyor.

İLAHİ AŞK / Divino Amor:
‘Neon Boğa’ filmine hayran olduğumuz Brezilyalı genç sinemacı Gabriel Mascaro, geçtiğimiz ay Berlin’de dünya prömiyerini yapan üçüncü uzun metrajında, parlak renklerin ve pop müziğin baskın olduğu bir distopya hikâyesine soyunuyor. İnanç, cinsellik, aile, müzik ve devlet kavramları etrafında alışılmadık bir gelecek portresi çiziyor.

NEHİR KIYISINDAKİ OTEL / Gangbayun Hotel:
Dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapmış olan, Koreli usta sinemacı HongSang-soo imzalı film, siyah-beyaz sinemanın avantajlarını kullanırken, aile, dostluk, ölüm, affetme ve zamanın geçişi gibi kavramların izinde büyük bir seyir keyfi vadediyor.

ELVEDA OĞLUM / Di Jiu Dian Chang:
Çinli usta Wang Xiaoshuai’nin son epiği Berlin’den en iyi erkek ve kadın oyuncu ödülleriyle döndü. 30 yıllık bir süreci yansıtan film, Çin’in tek çocuk politikasının yıkıcı etkilerini derinden yaşayan bir çifti izlerken ülkenin toplumsal dönüşümünü gözlemliyor.

ORAY:
Almanya’da yaşayan Mehmet Akif Atalay’ın bitirme projesi olan yapım, Berlin’de en iyi ilk film ödülünü kazandı. Hapishanedeyken inancını kazanmış bir Türk gencinin, inancını sınamak zorunda kaldığı zaman yaşadığı büyük çelişkiler üzerinden ilerleyen filmde genç yönetmen dört başı mamur bir karakter yaratmayı başarmış.

OYUNBOZAN / Systemsprenger:
Berlinale’den saygın Alfred Bauer ödülü ile dönen Nora Fingscheidt imzalı film, nefes kesen bir kurguyla, tacize uğramış ve annesinden koparılmış 9 yaşındaki Benni’nin öfke patlamaları üzerinden ilerliyor. Müthiş bir çocuk oyuncu performansı çok iyi yazılmış senaryoya eşlik ediyor.

SARGASSO DENİZİ MUCİZESİ / To Thavma Tis Thalassas Ton Sargasson:
Prömiyerini yaptığı Berlinale’de ‘güneşin altında David Lynch esintili bir psikolojik dram’ sözleriyle övülen yapım, Yunan yönetmen Syllas Tzoumerkas imzasını taşıyor. Özgün görsel diliyle hem şaşırtıcı hem sarsıcı bu kasaba kabusu festivalin sürpriz keşiflerinden olabilir.

JOY:
Londra Film Festivali’nden en iyi film ödüllü yapım, Acımasız bir sömürü döngüsüne mahkum göçmen seks işçilerinin yaşam öykülerini perdeye taşıyor. Viyana’da küçük kızıyla geçim derdinde olan Joy, kurtulmaya çalıştığı çarkın bir dişlisi olduğunu dehşetle fark edecektir.

SOFIA:
Prömiyerini Cannes’da yapmış olan Meryem Benm’barek imzalı bu ilk film, Fas’ın evlilik dışı ilişkilere hapis cezası öngören 490 sayılı yasasından yola çıkarak ülkenin sınıf farkı, cinsiyet eşitsizliği, ataerkil gelenekler ve tabularla örülü toplumsal yapısına dair derin ve çarpıcı bir analizde bulunuyor.

ONUN ADI PETRUNIA:
Geçtiğimiz ay Berlin’de ilgiyle karşılanan yapım, Makendonya’daki küçük kasabada yüzlerce erkeği karşısına almış ve hakkını korumaya kararlı Petrunia’nin öyküsü üzerinden ilerliyor. Makedon toplumundaki dönüşüm üzerine öfkeli olduğu kadar hüzünlü bir film.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vadeden yapımları ele alacağız.

(20 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hotel Mumbai: Gerçek Bir Dehşet

İster devlet, ister millet, ister din, ister sınıf adına sivil ve savunmasız insanları katledenler aşağılık teröristlerdir.

Dün Hindistan’da, bugün Yeni Zelanda’da yaşanan gerçek terörizm denilen canavarın sınır, ülke, yaş, kadın-erkek, bebek bile dinlemediğinin kanıtıdır Hotel Mumbai filmi. Soluksuz izleyeceğiniz, hemen her sahnede, her planda, hatta karede bile içiniz burkulacak, bu insanlıktan çıkmış teröristlerin yaptıklarından, yaşattıklarından nefret edeceksiniz.

Kendi düşünceleri ve inançları doğrultusunda olmayan herkesi öldürmeyi kendilerine verilmiş kutsal bir görev olarak benimseyen insanlar belli ki hiçbir şeyi sorgulamıyorlar. “Yukarıdan” gelen emirleri, hiç düşünmeden uyguluyorlar sadece.

Beyni yıkanmış…

Hindistan’ın en turistik kentinde gezip güzel günler geçirmek -kuşkusuz farklı amaçlarla gelenler de var içlerinde- isteyen insanlara yönelik bir kitle katliamı düzenleyen kapkaranlık bir örgütün “Boğa” adlı lideri telefonla emir üstüne emir yağdırıp orada olan veya olmayan herkese, hatta tüm dünyaya korku yaşatmayı hedefliyor.

Kentin en lüks otelinde kalan en pahalı restoranında yemek yemeyi bekleyen insanlar vınlayan kurşunların, patlayan bombaların, yangınların dumanının altında ne yapacaklarını bilemez halde sevdiklerini koruma peşine düşüyorlar. Siz olsanız, siz de henüz yürümeye bile başlamamış bebeğinizi korumak, kurtarmak istemez misiniz?

Sosyal, siyasal ve psikolojik…

Toplumsal katmanlar arasındaki farkı sıfıra indiren, önüne her çıkanı, her kim olursa olsun, her ne mazereti bulunursa bulunsun öldürmeyi hedefleyen teröristler izleyen herkesi aslında kendi karşılarında birleştirdiklerini bilmeliler. Hotel Mumbai filmini izlerken ne din, ne devlet, ne milliyet ne de ideolojik çevre geliyor insanın aklına… Sadece nasıl kurtuluruz sorusuna yanıt arıyorlar. Otel çalışanlarıyla şaşaalı odalarda pahalı tatil yapan o ünlü zenginler artık tek amaç etrafında, sadece ölmemeyi hesaplıyorlar. Bencil ve/veya çıkarcı olanlar çok daha erken yüz yüze geliyor teröristlerle…

Gözü dönmüş, eli kanlı teröristlerin biri, son anda da olsa sorguluyor yaşadıklarını, kendisini “cennet” için ölüme gönderenler verdikleri sözü tutmadıkları gibi, uğruna savaştıkları kendi dinlerinden olan suçsuz ve silahsız kadını da öldürmeyi emredebiliyorlar.

Terör yanlısı çıkarcıdır…

Buradaki amaç ve hedeflenen kitlelerin sinmesi, korkması ve başta hakları olmak üzere hiçbir talepte bulunmamalarını sağlamak. Terörizmin ve teröristlerin yapabilecekleri sadece bundan ibarettir. Ancak siyasal erk hep kendine yontmak istediğinden bunu kendi çıkarlarına göre yansıtır. Sizler benden daha iyi biliyorsunuz, çünkü tam da bu günlerde seçim sürecinde atılan nutukları dinliyorsunuz.

Terörün ne dini, ne devleti, ne milliyeti, ne de cinsiyeti olur. Terör bir insanlık suçudur. Bunu 2008’de yaşanan olaylardan uyarlanan Hotel Mumbai filminde açık ve net izleyebilirsiniz.

(19 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sen Benim Herşeyimsin

Felix van Groeningen imzalı ‘Güzel Oğlum / Beautiful Boy’ trajik bir gerçek yaşam öyküsünden yola çıkıyor. Flaman asıllı Belçikalı yönetmenin, David ve Nic Sheff’in ayrı ayrı yayımladıkları otobiyografilerden derleyip kaleme aldığı metni, oğlunun uyuşturucu bağımlılığıyla yıllarca mücadele eden babanın yürek burkan ama yine de umut dolu hikâyesi üzerine. David karısından boşanmış, mahkeme velayetini annesine vermiştir. İyi bir baba ve başarılı bir gazeteci olan David, oğlundan uzak kalsa da onu ihmal etmez. Başarılı bir öğrenci olan Nick’in hayatındaki ani değişim ailesini şaşkına çevirir. Lakin, babası güzel oğlunu içine düştüğü çıkmazdan kurtarmaya kararlıdır.

Kişisel bir mücadele öyküsü üzerinden ilerleyen film, aile ilişkileri ile bağımlılıkla savaşım hikâyesini ustaca kaynaştırıyor. Yönetmenin aile kavramına yaklaşımındaki duyarlılığını önceki filmlerinden hatırlıyoruz. 29.İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’ye layık görülmüş ‘Çölde Kutup Ayısı / De Helaasheid der Dingen’ ücra bir kasabada yaşayan 13 yaşındaki Gunther’in, bir baltaya sap olamamış babası ve üç amcasına, fedakâr babaannenin kol kanat gerdiği alabildiğine uçuk ancak bir o kadar eğlenceli aile ortamına sevecenlikle yaklaşır. 2013 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayan küçük kızlarının ardından aşklarını ve inançlarını sorgulayan genç anne babanın hüzünlü öyküsü üzerinedir.

Yönetmenin ilk Amerikan yapımı olan altıncı uzun metrajı ‘Güzel Oğlum’da çaresiz hastalığın yerini uyuşturucu bağımlılığı almış. Aile bireyleri arasındaki kayıtsız şartsız sevgi teması daha da güçlenmiş bir biçimde bir kez daha karşımıza çıkıyor. İki ayrı edebi kaynaktan beslenen sinemacı, olan biteni David ve Nic’in gözünden ayrı ayrı anlatmayı tercih etmiş. David, akıllı güzel oğlunun eroin ve kristal meth benzeri ölümcül uyuşturucuların tuzağına düşmesinin izini sürememiş, herşey aniden ortaya çıkmıştır. Şaşkınlık içinde çözüm üretmeye çalışır. Kanındaki şeytanın esiri haline gelmiş oğul Nick ise dürtüsüne karşı koyamamanın ezikliği içindedir. Bedenini tutsak edilmiş hisseder. Uyuşturucuyu vücuduna zerk ettiği anda bile baskın olan, utanç ve suçluluk duygusudur. Tedavi süreçleri kesintilere uğrar. Uyuşturucu belası beklenmedik zamanlarda dönüş yapar. Nüksetme aniden ve nedensiz olarak ortaya çıkıverir.

Yönetmen bu akıl dışı kaotik süreci, tipik bir Hollywood anlatısına dönüştürmeden perdeye aktarmanın yollarını aramış ve bulmuş. Bir oyun uyarlaması olan ‘Kırık Çember’de olduğu gibi geriye dönüşler ve ani zaman sıçramalarını yoğun olarak kullandığı bir kurgu düzenini seçmiş. Düz bir akıştan çok daha etkili bu yöntemle, merak ve gerilim unsurunu hep canlı tutmayı başarmış. Öykünün geriye dönüşler üzerine kurulu yapısı içinde geçmiş ile bugün ustaca birbirine bağlanmış.

İki başrol oyuncusunun mükemmel performanslarından sonuna dek yararlanıyor Groeningen. ‘Foxcatcher Takımı’ ile dram oyunculuğunda da iddiasını ortaya çıkan Steve Carrel’ı ‘Ben nerde yanlış yaptım’ sorgulamasına girişen babada izliyoruz. David düşmanlarını tanıma sürecinde pes etmeyecektir, çünkü oğlu onun herşeyidir. Luca Guadagnino imzalı ‘Beni Adınla Çağır’ ile gönülleri fethetmiş olan genç yetenek Timothée Calamet, rolü için hayli kilo vermiş. 19 yaşındaki Nick’in tarifsiz acısı ve utancını içselleştirmekte ustalara taş çıkartan bir yorum sergiliyor.

İşlevsel bir ses bandı filmin bir diğer artısı. Filmin adını aldığı John Lennon şarkısının ‘Kapa gözlerini ve korkma; canavar uzaklaştı, baban yanında’ dizeleri, cehenneme dönüşen tedavi sürecine ve verilen cesur mücadeleye eşlik ediyor. Perry Como yorumundan dinlediğimiz ‘Damdaki Kemancı’ müzikalinin ünlü balladı ‘Sunrise Sunset’in coşkulu tınılarına, Górecki 3. senfoninin soprano eşlikli ağıtsal largo bölümünün ezgileri karışıyor. Acılı babanın herşeye rağmen evladından vazgeçmeyişi Bukowski’nin ‘Let It Enfold’ dizelerinde karşılığını buluyor.

Çağdaş bir sorunu melodramın tuzaklarına düşmeden aktaran, sıradışı bir kurgu marifetiyle drama ile belgeseli harmanlayan haftanın en ilgiye değer yapımı ‘Güzel Oğlum’. İzlemeye çalışın.

(15 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 38 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 38. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla, 05 – 16 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 8 ayrı salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 175 uzun metrajlı, 11 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl dünya sinemasının büyük ustalarından Stanley Kubrick’i kariyerinin tüm uzun metrajlarını kapsayan bir retrospektif ile anıyor. ‘Başyapıt Fabrikası: Kubrick’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. ‘2001: A Space Odyssey’den ‘Otomatik Portakal’a; ‘Barry Lyndon’dan ‘Full Metal Jacket’e Kubrick’in yönettiği 13 uzun metrajlı filmin yenilenmiş kopyalarından oluşan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan 38. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’da Ermanno Olmi’den ‘İş / Il Posto’, Bernardo Bertolucci imzalı ‘Konformist / Il Conformista’, Roman Polanski’den ‘Rosemary’nin Bebeği’ ve Liliana Cavani’nin benzersiz başyapıtı ‘Gece Bekçisi’ni yılların ardından geniş perdede izleme olanağı bulacağız yeniden.

Üç yıl önce ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten festival, aralarında geçtiğimiz haftalarda Berlin Film Festivali ana seçkisinde yer almış Emin Alper’in son çalışması ‘Kız Kardeşler’in de bulunduğu ülkemizden yepyeni filmleri izleyiciyle buluşturmayı sürdürüyor. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış, sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar yapımlardan oluşan zengin bir seçki sunuyor. Berlinale 2018 Altın Ayı ödüllü ‘Eşanlamlılar / Synonymes’ ile ödül listesinin diğer parlak filmleri bu listeye dahil. ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde ise, daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Fransız tiyatrosunun prensi’ lakaplı genç dramaturg, oyuncu ve oyun yazarı Alexis Michalik imzasını taşıyan ‘Edmond’. Birçok kez Molière ödülüne layık görülen Michalik, aynı adlı oyununun sinema uyarlamasını da üstlenerek filmin senaryosunu yazmış ve yönetmiş. 1897’de Belle Epoque döneminin Paris’inde geçen film, Edmond Rostand’ın ünlü oyunu ‘Cyrano de Bergerac’ın ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor. ‘Edmond’ açılışın ardından festivalin ‘Galalar’ bölümünde izleyicilerle buluşacak.

Festival filmlerine ilişkin önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Biletler 23 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren (hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle) Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden satışa sunuluyor.

(14 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Savaşçı Kadın

71. Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinin en değerli parçalarından ‘Kona Fer í Stríd’ bizde ‘Woman at War’ İngilizce adıyla gösterime girdi. Dilimizdeki karşılığıyla ‘Savaşçı Kadın’, dünyayı kurtarmak için tek başına mücadele veren Halla’nın öyküsünü anlatıyor.

Sinemalarımıza sıkça uğrayan süper güçlere sahip aksiyon karakterleriyle karıştırmayın onu. İzlanda’nın el değmemiş dağlık bölgesinde yaşıyor Halla. Filmin aksiyon filmlerine nazire yapan ilk bölümünde, elinde oku ve yayıyla bakir araziye konuşlanmış elektrik hatlarını hedef alıyor. Konuşmalardan bunun onun beşinci sabotaj girişimi olduğunu öğreniyoruz.

Çinlilerin yatırımlarını geri çekmelerinden rahatsız olan fabrika işletmecilerinden devlet yönetimine herkes, işlerine çomak sokan sabotajcının peşindedir. Bir accapella oda korosunun şefliğini yapan, kırklı yaşlarının sonlarındaki Halla, gizli kimliğini daha ne kadar saklayabilecek, dronlar vasıtasıyla yapılan kontrollerden daha ne kadar kaçabilecektir.

Bizim ‘Cesur Yürek’ korkusuzca yoluna devam ederken, beş yıl önce başvurmuş olduğu evlat edinme kurumundan aldığı mektupla ikileme düşer. Annesi ile babasını iç savaşta yitirmiş, kendisine bakan yaşlı ninesini kısa bir süre önce kaybetmiş, henüz dört yaşındaki Ukraynalı kızın annesi olması istenmektedir ondan. Bir yanda yıllardır özlemini çektiği annelik heyecanı, öte yanda küresel sanayinin insanlığa ve çevreye verdiği tahribatı protesto girişimleri arasında sıkışıp kalır Halla.

Bizde gösterilmeyen ‘Atlar ve İnsanlar / Hross í Oss’ adlı bol ödüllü ilk uzun metrajıyla bilinen tiyatro kökenli yönetmen Benedikt Erlingsson doğa aşığı bir sanatçı. İnsanın atlarla olan sevgi dolu ilişkisini incelikle anlatmış olan bu zarif filmin ardından bir eko-savaşçının hikâyesine yönelmesi hiç de şaşırtıcı değil. ‘Bize karşı işlenen suçları durdurmaya çalışıyorum’ diyen Halla’nın hüznünü ta iliklerinde hissettiğini ifade ediyor kendisi. Ana karakteri, olan biteni sözlü olarak protesto etmenin yetersiz kalacağının farkında. Sabotaj girişimleriyle ekonomik bir baskı yaratma çabası bu yüzden. Evinin duvarında dev posteri asılı Nelson Mandela sabotajlar marifetiyle ayrımcı iktidarı yıldırma yoluna gitmemiş miydi. Bir diğer idolü Mahatma Gandhi, iş bırakma girişimleriyle sömürgeci İngiliz firmalarının ekonomik zarar görmesini hedeflememiş miydi. Halla da elinde kır çiçeğiyle poz vermiş küçük Nika’nın annesi olmanın yanında, dünyanın ve çocukların son kurtarıcısı olduğunun bilincindedir kendi kuşağının. Bu yüzden pes etmeye hiç niyeti yoktur.

‘Savaşçı Kadın’, görüntü yönetmeni Bergsteinn Björgúlfsson’un enfes doğa kadrajları ve başroldeki Halldóra Geirhardsdóttir’in benzersiz yorumundan büyük destek alıyor. İzlandalı ünlü oyuncu, ikiz kardeşleri canlandırıyor filmde. Dünyayı kurtarmak için mücadele veren Halla ile içsel huzurun peşindeki yoga öğretmeni Ása, Çin felsefesindeki Yin ve Yang gibiler adeta. Lakin yaşlı gezegenimizin çok fazla vakti kalmamıştır. Kaderin ve kapitalizmin oyununu bozmak için iki kardeş işbirliği yapacaktır. Filmin, detaylarını veremeyeceğim son sahnesi ikilem içinde bırakır bizleri. Gezegenimiz boğulma aşamasına çok yaklaşmıştır artık. Müzik de susmuştur, çünkü müzisyenler enstrümanlarını kullanamayacak haldedir. Lakin Ukraynalı kızlar umudu haykıran şarkılarını söylemeye devam ederler.

Yazar yönetmen Erlingsson filmin klasik yapısını alışagelmedik bir uygulama ile farklılaştırmış. Daha ilk sekanstan başlayarak filmin müziklerini yapan dört kişilik enstrüman grubunu sahnenin geçtiği mekâna yerleştiriyor. Anlatıcı müzisyenler onun serüveninin yakın tanığı oluveriyor. Halla bazen farkediyor ve onlarla işaretleşiyor. Bazen de farketmiyor, bir tanesi evinde piyano çaldığında mesela. Halla ve izleyici dışındakiler onları hiç görmüyor. Tuba, vurmalı çalgılar, bazen piyano, bazen akordeon yaşananlara müdahale ediyor, gerilime ya da bekleme anına eşlik ediyor.

Küçük Nika’nın haberi geldikten sonra yerel giysileriyle üç kişiden oluşan Ukraynalı kadınlar korosu katılıyor müzik ekibine. Yunan tragedyalarındaki koro geleneğini hatırlatan bu güzel buluşuyla filmine Brechtyen bir atmosfer kazandırmış sinemacı. Müzikler mümkün olduğu ölçüde çekimler sırasında canlı kaydedilmiş.

Bahar aylarının en güzel sürprizlerinden biri ‘Woman at War’. Yönetmenin ifadesiyle ‘mizahın eksik olmadığı ciddi bir masal’. Hem iyi sinemaya, hem de gezegenimizin acil çığlığına kulak vermek için tüm sinemaseverleri bu güzel filmi görmeye davet ediyorum.

(07 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ben Eşime Güven’irim, ya Siz

Yaşamımızı belirleyen en önemli duygulardan biri kuşkusuz güven duymaktır. Ailenize güvenirsiniz, içiniz rahatlar, daha aklıselim olursunuz. Arkadaşınıza güvenirsiniz, korkularınızı yenersiniz. Çocuğunuza güvenirsiniz, umudunuz artar. Okulda öğretmene, işte ustabaşına, hastanede doktora, askerde komutana… yaşamın her anında, her alanında güven duygusu belirleyicidir insan için.

Bir kez kayboldu mu, işte o zaman kasap çengeli örneği soru işaretleri döner durur kafanızda. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yapacağınızı bilemeden, belki de saldırırsınız amaçsız hedefsiz, anlamsız.

Peki, güveni ne yok eder? En önemli soru bu işte… Gizli saklı duygular öncelikle yok eder güveni. İncir çekirdeğini bile doldurmayacak şeyler gizlendikçe büyür, kale kapısından sığmaz olur. Onu tutup da geri, yerine döndürmek imkansızdır artık.

Bir kez yok olmayagörsün güven… çorap söküğü gibi birbiri ardına sıralanır da çözümsüz sorunlar yumağı olur, hayatı zindan eder insana.

Sefa Öztürk’ün yazıp yönettiği “Güven” öykü örgüsüyle müthiş güçlü bir film. Yönetmenin yalın diliyle birleşince izleyiciyi içine çeken, öyküdeki yaşamı sorgulatan, “Ben olsaydım ne yapardım?” dedirten, en azından kendine -başkasına karşı olabilmesi için mahalle baskısını göz ardı etmemek gerekir- itiraf ettiren, bu anlamda da düş/ünceleri yeniden gözden geçirten bir film olmuş. Başarılı.

“Güven” karı koca arasında olması gereken güvenin yaşamı belirleyiciliğini anlatırken seyirciye güven aşılıyor aynı zamanda. Aşılamasının ötesinde kayıtsız şartsız güveniyor izleyiciye. Çünkü ucunu açık bıraktığı soruyu en doğru seyircinin yanıtlayacağına inanıyor. Meryem ile Ali sıradan bir ailedir, hasta da olsa bir çocuklarıyla… Ferit, Meryem’in ilk göz ağrısı, kente geri dönünce bu üçlü arasında doğan güven/ilirlik ile güven/sizlik arasında (polisin bile bulamadığı katili ve) çözümü belirlemek izleyiciye kalıyor.

(07 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Zamansız Mekânsız Bir İyi İnsan

71. Cannes Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen ’Mutlu Lazzaro / Lazzaro Felice’ bizde de vizyona girerek tüm sinemaseverleri mutlu etti. Ana karakterinin tertemiz saf çocuk dokunuşuyla dünyamızı tavaf ettiği yapım, zamanlararası bir yolculuğun fantastik hikâyesi üzerinden ilerliyor. Özyaşamsal öğeler barındıran bir önceki yapıtı ‘Mucizeler / Le Meraviglie’ ile sinefillerin izleme alanına girmiş olan İtalyan kadın yönetmen Alice Rochwacher, modernleşmenin sunduklarıyla çözülmüş kırsal dünyaya ağıdını bir kez daha duyuruyor bu üçüncü uzun metrajında.

Tam ortasından kalın çizgilerle ikiye ayrılmış farklı dünyaları perdeye taşıyor ‘Mutlu Lazzaro’. Inviolata (el değmemiş anlamına geliyor) adında küçücük bir yerleşim bölgesinde başlıyor hikâye. İtalyan kırsalında tecrit edilmiş bu köyün insanları ile bir gece vakti tanışıyoruz. Genci yaşlısı herkes, Mariagrazia’ya vurgun ateşli talibin serenadını kutlamak üzere ufacık bir evin içine toplaşmışlar. Köylülerin ifadesiyle ‘ayakta boşluğa bakan’ Lazzaro her işe koşmakta bu arada. Serenada tulumuyla eşlik eder, yaşlı babaannesini masaya taşır, tavukları kurt kapmasın diye kümesin başında nöbeti devralır. Her türlü getir götür işine koşturulmasına itiraz etmez. Yüzündeki memnuniyet ifadesi hiç değişmez. Etrafına iyilik etmek için yaratılmıştır o. Çevresindekilerin memnun olmasından mutluluk duyar.

Bu ilk sahnede Ermanno Olmi ya da Taviani biraderlerin pastoral tadını yakalarız. Zamanı kestiremeyiz önceleri. 30’lar mı 50’liler mi diye tahmin yürütürüz. Gün ağardığında 70 model bir kamyonet şaşırtır bizleri. Sonrasında ilk modellerinden bir cep telefonu, 90’lı yılların pop parçalarından ezgiler yayan Sony Walkman’den çok da eskilerde olmadığımızı anlarız. Buna karşın çağını çoktan kapatmış feodal bir yaşam sürmektedir köyde. De Luna markizinin malıdır arazi. Köylüler de öyle. Çağdaş yaşamdan soyutlanmış bu bölgede, sürekli borçlandırılarak karın tokluğuna tütün ekip biçer elli küsur kişilik insan topluluğu. Markiz Alfonsina de Luna, şımarttığı ve bunalttığı oğlu Tancredi ile birlikte arada ziyaret ettiği köyün tepesinde bir villada yaşar.

Marabalarını ustaca sömürür efendileri. ‘İnsanoğlu bir hayvan gibidir’ onun deyişiyle. ‘Kafalarını kaldırmalarına izin verirsen, kendi sefaletlerine hapsedilmiş köleler olduklarını fark edecek ve isyan edeceklerdir’. Sadece metaforik anlamda değil, fiziki olarak da karanlıkta bırakılır bu insanlar. Kısıtlı olarak verilen ampuller çok değerlidir bu açıdan. Markizin kahyası ufak tefek armağanlarla, yanına harman makinesini kutsayan peder efendiyi de katarak sömürü düzenini yönetir. Ancak bu zincirleme bir süreçtir. Köylüler de, sigara kraliçesi olarak nam salmış markizi haklı çıkarırcasına, saf ve itaatkar buldukları için her işe koştukları Lazzaro’yu iliklerine kadar sömürür. Yalnızlıktan sıkılan Tancredi’ye dost elini uzatan Lazzaro olur yine. İyilik timsali kahramanımız, kırlar aleminin sırlarını sunar şehirli gence. Derken ani bir polis baskını sakin akan düzeni kökünden değiştirir.

Hikâyenin ikinci bölümü, çağdaş bir metropolün keşmekeşinde akmaya devam eder. Aradan 20 küsur yıl geçmiş, köyden şehrin izbelerine savrulmuş kır insanları yepyeni bir düzenin ve sömürü çarkının dişlileri arasında hayatta kalma savaşı vermektedir artık. Trajik bir kazaya kurban giden Lazzaro ise, Aziz Francesco ile vahşi kurdun hikâyesinden esinle ve de Yuhanna İncil’inden adını aldığı Beytanyalı Lazarus misali yaşama geri dönmüştür. Şehre giden yolları kar kış demeden aşar. Yolda bir kasabada Ortadoğulu ve Afrikalı göçmenlerin çağdaş düzende nasıl ezildiğine şahit olur. Büyük şehirde ise onu eski dostlar ve yeni tanıklıklar beklemektedir.

Rochwacher senaryoyu yazarken 80’li yıllarda gazetelere düşmüş gerçek bir olaydan yola çıkmış. Lazzaro karakteri ile hikâyesi büyülü bir yeni gerçekçi ton kazanmış. Geçmiş ile bugünü ustaca kaynaştırmış yönetmen. Kendi ifadesiyle ‘İtalya gibi, bir benzin istasyonuyla tarihi bir su kemerinin yanyana görüntülenebildiği bir ülkede doğup büyümek’ onun bu bakışının şekillenmesindeki en büyük etken olmuş. Mekânlar arasında fantastik bir zaman yolculuğuna çıkan Lazzaro’nun kirlenmemiş saf bakışlarından sömürü çarkının her zaman ve mekânda süregeldiğine şahit oluyoruz. Ancak iyilik ve zengin gönüllülük zaman ve mekân tanımıyor ve filmin en güzel sahnesinde olduğu gibi müzik ve sanat her zaman iyilerin, doğruların peşinden gitmeyi sürdürüyor.

‘Mutlu Lazzaro’ benzerine kolay rastlanmayacak zariflikte bir film. Rochwacher’in elinde büyülü bir masala dönüşen enfes bir seyirlik. Çoğu amatör oyuncularını sevgiyle sarmalamış ve ustaca yönetmiş sinemacı. Lazzaro’yu canlandıran, topoğrafya üzerine meslek okulu öğrencisi Adriano Tardiolo’yu oyunculuğa zar zor ikna etmiş. Ne kadar da iyi etmiş. Belki de başka projede bir daha karşımıza çıkmayacak olan genç adamın hayat verdiği, saf ve iyi yürekli Lazzaro, şimdiden sinema tarihinin unutulmaz karakterleri arasına girdi bile.

(01 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Kadının Özgürleşme Hikâyesi: Sibel

Bir kadının özgürleşme hikâyesini anlatan Sibel filminin başrolünü “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, “Bornova Bornova”, “Deniz Seviyesi” ve “Ayla” filmlerinden de tanıdığımız Damla Sönmez üstleniyor. Kuşköy’de yaşayan ve ıslık diliyle konuşan 25 yaşındaki Sibel’in, ormanda bir yabancıyla karşılaşmasının ardından yaşadığı değişimi anlatan film, Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin üçüncü uzun metrajı.

Filmde Damla Sönmez’e, Emin Gürsoy, Erkan Kolçak Köstendil, Elit İşcan ve Meral Çetinkaya eşlik ediyor.

22 yaşında “Bornova Bornova” filmiyle Altın Portakal, 27 yaşında “Deniz Seviyesi” filmiyle Altın Koza sahibi olan Sönme, Sibel filmindeki muhteşem performansıyla da 25. Uluslararası Adana Film Festivali, 55. Ulusal Yarışma, 6. Muret Film Festivali’nde (Fransa) ve Londra Film Haftası’nda En İyi Kadın Oyuncu ve 20. Eskişehir Film Festivali’nde Yılın Performansı ödüllerinin sahibi oldu.

Giresun’un Çanakçı ilçesine bağlı Kuşköy’de çekilen film için hiç ıslık çalamazken bu dili öğrenen, muhteşem ve bir performans ile oynayan Damla Sönmez’le filme hazırlık sürecini, çekimler sırasında yaşadıkları komik olayları, kadınların ve toplumda yanlış algılanan bireylerin sorunlarını konuştuk.

Bu film projesi size nasıl geldi?

Biz filmin yönetmenleriyle Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’yle filmi çekmeye başlamadan iki buçuk yıl önce tanıştık. Onların zaten aklındaymış bu proje birkaç yıldır. 10 yıl önce Dünyanın Dilleri diye bir kitap alıyorlar. Orada bir paragrafta bu kuş dilinden bahsediyor. Ve işte yıllar sonra Guillaume Türkiye’yi gezerken köyü merak ediyor ve oraya uğramaya karar veriyor. Birkaç yıl boyunca gidip geliyorlar. Köydeki herkesle arkadaş oluyorlar. Hatta filmde Sibel’in odası onların oraya gittikleri zaman kaldıkları oda. Sonra bunu bir proje haline getirmeye karar verdiklerinde Mars Yapım’dan Marsel Kalvo ile iletişime geçiyorlar. Marsel Kalvo da beni aradı. Fransa’dan gelen 2 yönetmen var. Bir film için seninle görüşmek istiyorlar diye. Buluştuğumuzda ellerinde beş cümle vardı filmle ilgili. İşte Giresun’da böyle bir köy var. Sibel diye muhtarın kızı var ve sadece ıslık diliyle anlaşıyor. 25 yaşına gelmiş, hiç talibi yok. Sadece ıslık diliyle anlaştığı için, dilsiz olduğu için köylü tarafından eksik ve engelli olarak kabul ediliyor. “Bu kızın kendini bulma, kendini keşfetme, özgürleşme hikâyesi.” dediler. Hemen “Tabi ki çok isterim” dedim. Bir de bu tip kadın hikâyeleri çok çıkmıyor karşımıza. “Ama ıslık çalmayı bilmiyorum ben.” dedim. Onlar da dediler ki “Tamam biz senaryo üzerinde çalışıyoruz, zaten sen de ıslık çalış”. “Tamam.” dedim. Babam çok iyi ıslık çalar benim, onunla çalıştık bir süre. Çağla ve Guillaume ile sürekli iletişimde kaldık. Onlar bana bir takım görseller, okumam gereken metinler gönderiyorlardı. Orasıyla, Sibel’in içinde bulunduğu psikolojik durumla ilgili. Ben gece ikide, üçte ses çıkardıkça ıslık videoları, sesli mesajlar gönderiyordum onlara.

Daha sonra senaryoyu gönderdiler. Senaryo beklediğimden de müthiş geldi. Böyle bazı hikâyeler var, okurken izliyor gibi olursunuz zaten sesini duyarsınız. Öyle bir tecrübeydi benim için ilk senaryoyu okumak.

Senaryo geldikten sonra tekrar çalışmalara başladık. Filmi çekmeden 3 ay kadar önce ben köye gidip gelmeye başladım. Islık çalabilmeye başlamıştım artık. Orada Orhan Civelek diye bir ıslık hocam oldu. Orhan bey zaten köyün çocuklarına bu dili öğretiyor. Çünkü dil aslında doğa şartları çok çetin olduğu için, haberleşmek için kullanılan bir dil. Ama cep telefonlarının hayatımıza girmesiyle birlikte biraz biraz unutulmaya başlamış köyde. Yeni jenerasyon çok fazla bilmiyor. Biz filmi çektikten sonra kurs açtılar tekrar ilkokul çocuklarını eğitmek için. O çok güzel bir gelişme oldu.

Son 1 ay kala dövüş sahneleri ve ormandaki aksiyon sahneleri için kişisel antrenör ile çalışmaya başladık. Çünkü gerçekten çok çetindi doğa. Düz yolda koşmak, yürümek gibi değil hakikaten orada yaşıyormuş gibi, orası evim gibi davranmam gerekiyordu. Sonra da çekimlere girdik.

Çocukluğunuzda ıslık çalabiliyor muydunuz? Senaryoyu görünce korktunuz mu peki?

Korkmadım. Şöyle, biraz korktum ama mesleğimin bu tarafını çok seviyorum. Yani asla yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyler yaptırıyor size. Yıllar önce Şubat dizisinde ateş çevirir misin dediler? Çalıştırırsanız çeviririm dedim. Sonra ateş çevirdim. Küçükken babam bana ıslık öğretmeye çalışıyordu. İlkokuldayken bir okul töreninde biri şiir okurken ses çıkarabildim ilk kez. Sürekli ıslık çalmayı deniyordum çünkü. Bütün başlar bana döndü ve ben bir daha ıslık çalamamaya başladım. Konuşurken de arkadaşlarım şaşırıyorlardı nasıl ıslık çalamazsın diye. “Çalamıyorum işte, olmuyor.” diyordum. Şimdi gerçekten taksi çağırırken, bir arkadaşım uzakta kalınca dikkat çekmek için falan ıslık çalıyorum, bayağı kullanışlı oldu benim için de.

Islık dilini öğrenmeniz ne kadar sürdü?

Biz Çağla’larla ilk görüştüğümüz andan itibaren ben ses çıkarmak için çalışmaya başladım. Yanılmıyorsam 6 – 7 ay içinde ilk olarak ses çıkarabilmeye başladım. Biraz da galiba bu psikolojik, travmatik ayıplanma duygusuyla birlikte çalamadığım için biraz uzun sürdü aslında. Aslında 6 ayda ıslık çalabildim. Sonrasında da köye gitmeden önce Orhan hocadan videolar gönderdiler bana. Çünkü dilin konumuyla, dilinizi nasıl kıvırdığınızla, gırtlağınızı nasıl sıkıştırdığınızla çok âlâkalı. Bizim kullandığımız ıslık dili dünyanın birkaç yerinde daha var. Islık dili yine kullanılıyor. Ama komut dili olarak kullanılıyor. Gel, git, otur, kalk vs., bunları söyleyebiliyorsunuz. Ama Kuşköy’de kullanılan ıslık dilinde her hece için birer ses var. Ve siz o sesleri bir araya getirerek “Akşam saat beşte çay koyacağım, oğlunu da al gel.” diyebiliyorsunuz mesela. İşte o videolarla önce dilin konumu, gırtlakla ilgili ne yapıyoruz önce bunları çalıştım. Son 3 ay ise Giresun’a gidip çalışıp, İstanbul’a dönüp tekrar orada pratik edip bunu tekrar köye geri dönüyordum.

Çekimlerde sürekli ıslık diliyle oynamakta zorlandınız mı? Hiç yanılıp da konuşarak cevap verdiğiniz oldu mu?

Yok, sesli cevap verdiğim olmadı ama setin son haftası Çağla ile Guillaume gelip kulağıma “Sözleri söylesene.” dediler. Benim amorsumdan çekiyorduk. “Söyleyeyim mi, gerçekten mi?” dedim. “Söyle, söyle, sözleri söyle.” dediler. Emin abiyle baba – kız sahnesini çekiyorduk. Ben bir anda konuşmaya başladım, Emin abi kaldı. Set ekibi ne oluyor diye kaldı. Ama kimse bozmadı. Sonra kestik ve bu sahneyi tekrar ıslıkla aldık. Ama enteresan bir andı o. Tekrar sesini, duygusunu duymak. Hiç konuşmaya başlamadım hep ıslıkla cevap verdim, ona düşmedim hiç. Ama tabii ki bazen o duygunun içinde Orhan hocayla sonra sahneleri izlediğimizde, aynı Ali’nin yaptığı gibi filmde kurt yerine yurt demişim. Ya da bazı yerlerde o duyguyla birlikte daha yüksek, daha tiz ses çıkması gerekirken o kadar tiz olmamış sesim. Onları da sonra filmin post prodüksiyonunda ses tasarımı yapılırken Almanya’ya gittim. İki gün stüdyoda ıslık çaldım tekrar. Sürekli ıslık çaldım ve nefes alıp verdim. Öyle öyle düzelttik oraları da.

Filmde sürekli hareket halindesiniz, Karadeniz coğrafyasındasınız ve temponuz çok yüksek, sizi yordu mu çekimlerde bu durum?

Set başlamadan 1 ay önce ben hakikaten kendi yaptığım sporu da arttırmaya başladım. Çünkü senaryoyu biliyorum. Anne tarafım Karadenizli, oranın şartlarını biraz biliyorum. Dayanamayacağımı biliyordum, eğer spor yapmazsam. Gerçekten hayatımda en düzenli olarak sabahları kalkıp 10 dakikaysa 10 dakika, dayanamıyorsam 7 dakika, neyse yani tekrar o kaslarımı güçlendirmeye çalışıp kendi kendime çalıştığım bir dönemdi. Bu arada bütün ekip için de öyleydi. Yani gerçekten sabah 03:00’te kalk, 03:30’da otelde kahvaltı, işte 04:30’a doğru servisler yola çıkıyor. 1 saatlik yolumuz var. 2500 metre yukarı çıkıyoruz çünkü her gün. Zaman zaman doğa şartları bize güzel yüzünü göstererek, gülümseyerek yardımcı oldu. Zaman zaman filmin sahnelerinin daha iyi olması için çetin yüzünü göstererek yardımcı oldu. Köy halkı, doğa, ekip, oyuncular ve yönetmenler hep birlikte çektik filmi.

Kuşköy ile ilgili ilk izleniminiz neydi?

Anne tarafım Karadenizli olduğu için aslında biraz aşinayım bölgeye. Bir de gitmeden önce Giresun’da biraz daha ağır Karadeniz şivesi bekliyordum ben. Anneannem Bartınlı, tam olarak oradakiler gibi konuşuyorlar. Çocukluğumda yazları annemle Bartın’a giderdik. Hafif bir şiveleri vardır. Bir hafta içinde ona kaymaya başlıyordu, ikimizin de konuşmaları. Giresun’dayken de aynı şey oldu. O yüzden veya biraz da coğrafyayı tanıdığım için çok çabuk kaynaştık. Hatta 3 – 4 ay önce annemler bir Türkiye turu yaptılar arabayla. Karadeniz’i gezdiler, daha önce gitmedikleri şehirlere gittiler. Giresun’a girerken beni aradılar, “Biz Kuşköy’e gitmek istiyoruz.” diye. Onlara nerelere gidebileceklerini tarif ettim. Fotoğraflar attılar bana köy kahvesinden, bütün köyle çekilmiş. Fındık göndermişler bana oradan. O yüzden köyle ilgili izlenimim, doğa şartları çok sert ve insanlar inanılmaz.

Filmde Karadeniz şivesi yoktu, neden?

Evet şive kullanılmadı. Biz çekim yaparken yaz olduğu için herkes oradaydı ama kışın çalışmak için büyük şehirlere gidiyorlar. Hatta daha çok İzmir’e gidiyorlarmış. Genellikle köylerin bir şehri vardır ya gittikleri. O yüzden nesil nesil değişiyor. Şehir dışına okumaya gidenler çok daha fazla İstanbul ağzına yakın konuşuyorlar. Yaşlılarda o şive biraz daha ağır. Çağla’lar şöyle bir cevap verdi bu soruya, “Köyde çok değişik olduğu için konuşma durumu, biz de oyuncularımızı şöyle konuşun diye yönlendirmedik.” Köyün içinde de çok dengesiz bu durum. Koyu bir Karadeniz şivesi ve otantik durum yok aslında. Biraz karışmış durumdalar.

Sibel karakterinde sizi etkileyen neydi?

Sibel aslında kadın hikâyesi gibi görünüyor. Bir kadının çevresine kurulmuş bir mesele. Ama Sibel, kadın erkek fark etmeden hepimizin o içindeki kendi olmaya çalışan, daha doğrusu hayatta kendi olamadığını hissedip bununla ilgili derdi olan, bunu değiştirmeye cesareti olan, cesareti olmasa da bunu fark eden tarafımız gibi geliyor bana. Kimimiz bunu fark ediyoruz ama kabullenip bununla yaşamaya devam ediyoruz. Kimimiz bunu 30 yaşında fark ediyoruz, bazımız 50 yaşında fark ediyoruz. Bazımız 80 yaşına kadar o hayatı mutsuz geçirip böyle bir şeyin farkındalığına varmadan bitiriyoruz hayatı. Bazılarımız bunu başkalarını dizginlemeye çalışıp, başkalarına şiddet göstererek çözmeye çalışıyor. Bazıları Sibel gibi kendini ispatlayıp, kendini dışlayanlara yararlı olmaya çalışarak bütün gücüyle kendini bulmaya çalışıyor. O yüzden Sibel, bütün ötekileştirilmişler, bütün ortalamadan farklı oldukları için meraklı değil de korkuyla karşılanıp baskı görmüşlerin hikâyesi. Daha doğrusu o insanların içindeki bir nokta gibi geliyor bana.

Sibel dağlarda bir kurdu arıyor ve bulunca da götürüp köylünün önüne atacağını söylüyor. Bununla neyi kanıtlamak istiyor?

Köyde bir efsane var: “Ormana gitmeyin, orada bir kurt var ve o kurt sizi yer.” diyorlar. Ve bunu da aslında o küçük toplum, bunu bir ülke olarak da görebilirsiniz bir ailenin içi olarak da görebilirsiniz. O toplumu dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için koruma içgüdüsüyle anlatılmış bir masal aslında bu. Bu arada bizim kültürümüzde de var diğer kültürlerde de kurt meteforu. Sibel’in o kurdu arama meselesi aslında şöyle, “Siz beni yetersiz görüyorsunuz ama sizin kendi konfor alanınızdan çıkabilmeniz için, tepenizde bulunan en büyük tehdidi ben yok edip size getireceğim. Sizi de kurtaracağım, kendimi de ispatlayacağım. Ve biz aslında bir arada yaşayabiliriz. Ben size kötü gelmek istemiyorum. Ben size iyi geleceğim.” demeye çalıştığı bir hal. Aslında dişi kurt çok bağımsızdır. Yavruları için her şeyi yapar. Sürüyü o sürer. Lider odur. Sibel yavaş yavaş bir kurt arayıp o kurdu öldürmeye çalışırken, kurdun kendisi olduğunu, aslında dışarıdan gelen tehdidin içinde zaten var olan karakteri olduğunu ve onu öldürmek yerine tam olarak onu besleyip onunla birlikte var olması gerektiğini öğreniyor film boyunca. Böyle bir sembol aslında kurt.

Sibel ormanda Ali’yi ilk gördüğünde yaralı olduğu için mi korkmadan yardım ediyor?

Sibel, aslında köyün içinde bile kendini dışlayan, kendisinden uzak durmaya çalışan, kendini lanetli gören merak eden ve onlara yaklaşmaya çalışan bir karakter. Duruma küsmüyor.

Kına gecesine gitmesi gibi değil mi?

Evet aynen öyle. Ve o merakı aslında dışarıdan gelen tehdidi de merak etmesine, o tehdidin direk gözüne bakmasına yardımcı olan bir özelliği Sibel’in. Ali de aynı şekilde. Köy halkından, kendi ailesinden de uzak olmasına rağmen ilk kez Sibel’in gözünün içine bakan, “Hangi dili konuşuyor bu kız, nasıl bir kız bu kız.” diye bakan bir karakter. İkisi için de ilk. Ali başka bir durumun dışlanmışı, Sibel kendi köyünün dışlanmışı ikisi de ilk kez gözünün içine bakan başka bir varlıkla karşılaşıyor. O yüzden bu kadar çabuk iletişime geçtiklerini düşünüyorum ben.

Islık dilini erkek oyuncular sizden daha erken öğrenmiş olabilirler mi? Erkeklerin daha çok ıslık çaldığını düşünerek soruyorum bu soruyu. Filmde sizin kadar ıslık çalma dertleri yok ama.

Aslında herkes kendi repliklerine çalıştı. Öğrenme hızlarıyla ilgili bir şey söyleyemeyeceğim o nedenle. Ama sette yönetmenler de dahil monitörden sete, setten monitöre anlıyor muyuz bakalım diye birbirimizle sürekli ıslıkla iletişim kurma durumumuz vardı.

Sette yaşadığınız ilginç bir anınız var mı?

Bütün ekip ve yönetmenlerim beni hazırlık aşamasında da yanlarında tuttular. Mekânlar seçilirken de biz hep birlikte gittik köye. Gelin kayasına birlikte çıktık. Barakayı birlikte bulduk. Ve her gittiğimiz yerde senaryoyu açıp “Bu sahneyi burada çekersek ne yapabiliriz? Hangi taşı kullanabiliriz, hangi ağaç bizim için ne yarar sağlayabilir?” diye birlikte baktık. Bir gün Çağla ile prova arasında köyü geziyoruz. Bir taraftan da hâlâ mekân bakıyoruz. Bir çeşme başına geldik. Çeşmenin yanından bir patika çıkıyor yukarı doğru. Ve akşam olmak üzere. Gittiğimiz dönem de hem çay hem de fındık toplama zamanıydı. O dik patikanın en tepesinden 3 ufacık kadın sırtında küfeleriyle inmeye başladılar. Geldiler, çeşmeden su almak için durdular ve küfelerini indirdiler. Biz daha hiç çekime başlamamıştık bu arada. Çağla’yla birbirimize bakıp “Deneyelim mi küfeyi?” dedik ve yanlarına gidip selam verdik. “Biz filmcileriz, küfeyi deneyebilir miyiz?” dedik. Fındık dolu bir küfe ve küçücük, incecik, narin kadınlar. “Tabi ki.” dediler. Çağla da bana “Hadi.” dedi. Küfe basamakta duruyor. Önüne oturdum taktım askıları, yok oynatamıyorum, mümkün değil. “Küfenin içine ne koyacağız sette?” diyorum. Çağla benden daha uzun ve daha kuvvetli, “Tamam sen çekil kenara.” dedi. Küfenin önüne oturdu, askıları taktı ama kaldıramadı yerinden. “Ben de taşımayayım şu an.” dedi ve kalktı. Milim oynatamadık. O kadar güçlü ki o coğrafyanın kadınları. Çok inanılmazlar. Zaten ailede bir mesele olunca da onlar çözüyor. İçlerinden, ruhlarından gelen bir kuvvet var. Baktığınız zaman benim kadar kadınlar ama inanılmaz işler başarıyorlar. Böyle bir anımız var. O aslında Sibel’in de iç gücünün ne olduğuyla ilgili çok verimli bir bilgi vermişti bize.

Sibel’in babasıyla ilişkisi çok iyi. Fakat Ali ile ilişkisini öğrendikten sonra ve köylülerin de baskısıyla babasının ona karşı tavırları değişiyor. Bu Türkiye’de genç kızların ve kadınların çokça yaşadığı bir sorun aslında. Köy halkının bakış açısı da değişiyor ve tüm aileyi dışlıyorlar.

Teşekkür ederim bu soru için. Gerçekten bunu anlatmaya çalışırken dedim ya kadın – erkek fark etmiyor diye. Kadın meselesinin, dışlanan insan meselesinin şöyle bir durumu da var. Siz o dışlanana nasıl davranmaya çalışırsanız çalışın sizin gönlünüz, kafanız daha açık olsa da bir noktada toplumun normlarına göre davranmadığınızda o dışardakine, toplum sizin üzerinizde de bir baskı kurmaya başlıyor. Sizin de bir şekilde öyle davranmanızı bekliyor. Hakikaten annesini kaybettikten sonra Sibel babasına yoldaş olmuş. Evi birlikte çekip çevirmişler. Bütün evin işini Sibel yapıyor. Bir taraftan da kardeşine anne olmaya çalışmış. Başarabiliyor veya başaramıyor ama olmaya çalışmış. Ve baba bir şekilde Sibel’in henüz başka bir adamla tanıştığını fark etmeden de his olarak Sibel’in etkisi gitmeye başladığı zaman dönüşmeye başlıyor aslında.

Sonra Ali’nin de ortaya çıkmasıyla aslında baba bu durumla ilgili ne hissederse hissetsin daha sonra da o köyün, o toplumun ona dayatmaya çalıştığı şekilde davranmaya başlıyor Sibel’e. Aslında filmin sürprizini bozmayayım ama tam olarak işte oraya da bakmaya çalışan, biz bu konuyla ilgili “Ne yapacağız? Baskı kurmak istemeyene baskı kurdurmaya çalışan toplumla ilgili ne yapabiliriz?” diye bir soru da sormaya çalışıyoruz. O yüzden sadece kadına kurulan baskı değil, kadın erkek fark etmeden ezileni ezmemeye çalışana, “Toplum ne yapıyor?”u da araştırmaya çalışan bir film aslında Sibel.

Filminiz Locarno’da prömiyerini yaptı, hatta ödülleriniz de var. Türkiye’de de ilk olarak Adana Film Festivali’ne katıldınız ve yine ödüller aldınız. Peki Türk izleyicisi nasıl buldu filmi, ilk tepkiler nasıldı?

Aslında Türkiye’de ilk Kuşköy’de gösterildi film. Dünya prömiyerinden önce. Ben gidemedim ama Çağla ve Guillaume köye gittiler. Ben videolarını izledim. Önce muhtar izledi. Baktı köylüye izletebiliyor muyuz diye. Sonra muhtar tamam, akşam okulun bahçesinde gösterim yapıyoruz demiş. Çağla ve Guillaume köy halkını 50 – 60 kişi beklerken Çanakçı’dan, Karabörk’ten, diğer ilçelerden servislerle insanlar gelmiş. Köyün bağlı olduğu ilçeden perde bulunmuş. Projeksiyon makinası bulunmuş. Filmle ilgili, muhtarın “Bu muhtar hiç çalışmıyor ama.” diye bir eleştirisi olmuş. Bir de köy halkı demiş ki “Sibel 2′yi çekelim. Sibel bu sefer muhtarlığa adaylığını koysun, herkes ona oy versin.” demişler. Muhteşem bir şey bunu duymak. Tepkiler çok güzeldi, çok keyifliydi. Bir de yıllarca herkes orada belgesel çekmiş ama geri dönüp, “Kimse bunu çektik.” dememiş. Biz filmi çekerken sürekli “Filmi göreceğiz, değil mi?” diye soruyorlardı. Adana da muhteşem geçti. Eskişehir de öyle. Üniversite öğrencileri zaten her zaman bambaşka oluyorlar. Çok acayip yerlerden sorular soruyorlar. Söyleşiler her zaman çok güzel geçiyor Türkiye içinde de, dışında da. Filmciler olarak biz de, mesela ben 6 ay önceki Damla değilim gibi hissediyorum filmle ilgili. Öyle bir soru geliyor ki hiç düşünmediğiniz bir yerden, çok acayip bir pencere açıyor kafanızda. Ve onunla birlikte siz de büyüyorsunuz, bakış açınız da gelişiyor. O yüzden söyleşilere de devam etmeyi düşünüyoruz.

Yurt dışında tepkiler nasıldı?

Yurt dışında da çok güzel tepkiler aldık. Bu Karadeniz’in bir köyünde çekilmiş bir hikâye ve ilk Locarnoya gittiğimizde unutamıyorum o anı. Gösterimden sonra henüz salonun içindeyiz, yaşlı bir hanım geldi yanıma, hiçbir şey söyleyemiyor, ağlıyor. “Sarılabilir miyim size?” dedim. Sarıldık. Ayrıldığımızda bir şey söyleyecek diye bekliyorum “Thank you, thank you.” dedi ve gitti. Tüylerim diken diken, gözlerim doldu. Şikago’da aynı şekilde. Biz sadece Türkiye’de var zannediyoruz bu kadın meselesini. Şikago’da acayip güzel bir belgesel izledim “This Changes Everything” diye kadın erkek farklarından bahseden, bu eşitsizlikten bahseden bir belgesel. Bizim gösterimden sonra iki genç kız geldi Amerikalı “Çok teşekkürler, artık ümidimiz var.” dediler, gittiler. “Bunun için yapılmıyorsa bu meslek ne için yapılıyor?” diyor insan. Çok çok keyifli. Sinemanın bu tarafı çok birleştirici. O da bir olduğumuzu hatırlatıyor. Aynı olmayabiliriz ama biriz.

Tiyatro eğitimi aldınız. Sinema, tiyatro ve dizilerde oynuyorsunuz. Birçok ödül aldınız, bu süreçte ailenizin yaklaşımı ne oldu? Sizi desteklediler mi, oyuncu olmanızı engellemeye mi çalıştılar?

Hep destek oldular. Tabi ki hep “Hayatını devam ettirebilecek mi bu meslekle?” diye sorular vardı kafalarında. Babam mimar, annem mühendis bu arada. Babam Diyarbakır’da lise tiyatrosundaymış. Annem aynı şekilde, şimdi emekli oldu ama yıllardır resim yapıyor. Sanatla da hep iç içeydiler her zaman. Tabi ki üniversiteye ilk başlayacağım zamanlarda “Kızım bak emin misin, olmazsa nasıl olacak, ne yapacaksın, sen yine başka şey oku, bunu yine yaparsın.” dediler. Ama “Ne yaparsan yap, en iyisini yap.” diye büyüttüler beni. Ben de elimden geleni yaptım, yapıyorum da. Çok seviyorum mesleğimi. Onlar da yıllar içinde daha da görmeye başladılar. Gurur duyuyorlar şu an. Onlar mutlu oldukça ben mutlu oluyorum. Böyle bir iletişime dönüştü.

Oyunculuktaki hedefiniz nedir?

Hikâyeler anlatmaya, anlatabilmeye devam etmek. İnsan hikâyelerini bulup, insanları birleştirmek bunun üzerinden.

(24 Şubat 2019)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

Göçmen Kuşlar

Geçen hafta sonunda sessiz sedasız vizyona giren ‘Göç Mevsimi / Birds of Passage – Pájaros de Verano’ hakkında yazmakta biraz geciktim. Ancak siz siz olun, çok az salonda ve seansta gösterimi süren bu ilgiye değer yapımı izlemeye çalışın. Ciro Guerra ve Cristina Gallego imzalı Kolombiya yapımı film, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’ninde dünya prömiyerini yapmış ve ilgiyle karşılanmıştı. Üç yıl önce İstanbul Film Festivali programında yer almış ‘Yılanın Kucağında / El Abrazo de la Serpiente’yi izlemiş olan sıkı sinefiller, yönetmen Guerra’nın adını duyunca dikkat kesilmiştir zaten.

Amazon topraklarında kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının öyküsünden yola çıkarak sömürgeciliğin, insanlığın ve Amazon halkının tarihi üzerinde yarattığı derin tahribat üzerine, siyah-beyaz görselliği ve şiirsel sinema diliyle ağıt yakan benzersiz bir denemeydi ‘Yılanın Kucağında’. Yerel kültürleri yerle yeksan eden beyaz adamın günahlarını tavizsiz bir sinemayla aktaran bu filmin dünya çapında büyük ilgi görmesi ve Oscar adayı olması, çok daha maliyetli ‘Göç Mevsimi’ projesinin hayata geçmesini sağlamış.

Gerçek olaylardan esinlenen film, Kuzey Kolombiya’nın Karayip Denizi’nin çevrelediği yarımada üzerinde yer alan Guajira’da geçiyor. İngilizler, İspanyollar, daha sonra modern ulus – devletin kültürel hegemonyası karşısında kendi dil ve geleneklerine sahip çıkmış bölgenin yerlisi Wayuu’ların hikâyesinden yola çıkmış. Beş ayrı bölümden (ya da ‘şarkı’dan) oluşan yapım, 60’lı yılların sonlarından 80’lerin ilk yıllarına kadar geçen süre zarfında, ruhaniliğin ön planda olduğu topluluğun uyuşturucu ticareti ve modern dünya ile ilişkilerle imtihanı üzerine kurulmuş.

Kolombiya halkının uyuşturucu üreticiliğine geçişinin Escobar’dan önceki yıllarını anlatan çalışma, bu acı sınavın kutsallık üzerine inşa edilmiş bir yaşam biçimini nasıl yerle bir ettiğini anlatıyor. Amazonlu Şaman ve ait olduğu kültürün yok oluşuyla benzerlik taşıyan bu çağdaş öykü, klasik Yunan tragedyalarını anımsatır biçimde, gözleri görmeyen yerel bir müzisyenin ağıdıyla naklediliyor. ‘Vahşi ot bir kurtarıcı gibi gelmiş ve çekirge gibi tahrip etmiştir herşeyi’.

Ruhaniliğin ön planda olduğu ve anaerkil bir toplum yapısının hüküm sürdüğü Wayuu kabilesinden bir kutlama ile başlıyor film. Çöllük arazide yaşayan varlıklı Pushaina ailesinin reisi Úrsula’nın kızı Zaida’nın kadınlığa geçiş seremonisiyle. Aile kurma ümidiyle bu köklü aileden kız almak isteyen Raphayet, annenin talep ettiği yüklü miktardaki başlık parası için uyuşturucu ticaretine atılıyor. Bölgeye anti-komünist propaganda amacıyla konuşlanmış Amerikan Barış Gönüllülerinin marijuana talebiyle tetikleniyor herşey. Giderek işler büyüyor. Ani gelen zenginlik eski geleneklerin, kadim inanışların altını yavaş yavaş oymaya başlarken, açgözlülük ve kibir şiddeti besliyor ve kardeş topluluklar arasında kıyasıya bir savaş başlıyor.

‘Göç Mevsimi’ için Kolombiya fonunda ‘Baba / Godfather’ yakıştırması yapanlar olmuş. Ancak filmin olan bitene yaklaşımı son derece farklı. Güçlü kadın karakterlerin ön planda olduğu ve yönetmenlik koltuğunu bir kadın sinemacının paylaştığı yapım, aile ve kültürel değerlerin yozlaşması üzerine kurulmuş. Olay örgüsü ve dramatik gelişmeler, belgesel verilerle organik bir bağlantı içinde sunulmuş. Folklorik boyut ana akım sinemanın klişelerine kurban edilmemiş.

Filmin özgün adı dilimizde ‘Göçmen Kuşlar’ anlamına geliyor. Kuş motifi baştan sona kullanılmış. Filmi açan kadınlığa geçiş seremonisinde, Zaida’nın dansı kuş hareketlerini çağrıştırıyor. Wayuu’lar kuşlara batıl anlamlar yüklüyor. Bu uçan yaratıklar, kimi zaman şeytan ya da felâket habercisi, kimi zaman kadim bir ruh olarak anlamlandırılıyor. Uyuşturucu ticareti yapanlar için ‘göçmen kuşlar’ tabiri kullanılıyor.

Yönetmen Guerra ‘daha önce hayal bile edemedikleri bir zenginliğe kavuştukları bu yılları, bir büyük şölen olarak görmüştü bu halk’ yorumunu yapıyor olan biten hakkında. ‘Göç Mevsimi’ ekonomik açıdan baş döndürücü bir yükselişe eşlik eden kültürel ve ahlâki çöküşün, derin bir yozlaşmanın hikâyesi. Vahşi kapitalizmin akıl çelici nimetlerinin gözlerini kamaştırdığı, yüreklerini kararttığı bir toplumun; ölülerinin kehanetlerine kulak vermemiş, gücendirilmiş ruhların artık onları korumadığı insanların trajik öyküsü.

(22 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com