Kategori arşivi: Yazılar

Aile Arasında

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Herkes yapıyor, ben eksik mi kalayım. 2017 yılında izlediğim en iyi filmler:
1- Bu film
2- Şu film
3- Öteki film
4- Beriki film
5- Yandaki film
6- Öndeki film
7- Renkli film
8- Siyah beyaz film
9- Uzun film
10- Kısa film (27 Aralık 2017)

Aslında beğendiğimiz, sevdiğimiz şeylerin tutsağıyız. İnsan, doğa, hayvan, şarkı, türkü, aklınıza ne gelirse, her şeyin. Bizi öyle bir bağlıyorlar ki görünmeyen bu bağ zincirden de güçlü. Beğendiğiniz, sevdiğiniz dünyanın öbür ucunda dahi olsa O’nu düşündüğünüz anda bu güçlü bağ harekete geçiyor ve her yere uzanıyor. Sevdiğiniz şarkı, türkü, film ve düşünce hakkındaki beğeninizi, vazgeçmediğiniz sürece şu dünyadaki hiçbir güç sizden çekip koparamaz. (29 Aralık 2017)

Öyledir bizim gözünü sevdiğim sinema sektörünün bazı müdavimleri (*). İnternet ortamında taş çatlasa 10 adet web sitesine reklam yağdırır; yüzlerce amatör web sitesine ise alt tarafı bir çay kahve ısmarlayıp, film gösterdiği basın gösterimi yapmayı çok görür. Hayır biraz etli butlu, allı morlu, paralı pullu birisi olsam çıkıp masraflarını karşılayacağım.
(*) Bu kelime yerine “şirketleri” veya “mensupları” kelimelerini de kullanabilirdim ama “yanlış veya yetersiz kelime kullanmış” zehabını vermek için öyle yaptım. Bu bir üslûp denemesidir. Hani desinler ki, “Sen önce düzgün ifade kullanmasını öğren, sonra bize giydir.” Ne de olsa böyle düşündürmek de bir tesellidir. (29 Aralık 2017)

Metroya bindim, delikanlı kavalıyla “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü çalıyor. Oysa İstanbul metrolarında dolanıyor. Hani Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş ses sanatçısı büyükşehrin en lüks semtinin en popüler gece kulübünde sıla hasretini dillendiriyor ya, onun gibi bir şey. Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz vesselam. (29 Aralık 2017)

Herhalde bende bir terslik var. Kartı makineye gösterdim, herkesi “Yetersiz bakiye” diye ikaz eden makina bana “Bakiyesiz yeter” dedi. (29 Aralık 2017)

Yataklı sinema bazı insanları sinemadan soğutacak. Şuna şahit oldum: “Aile Arasında” birkaç salonda oynuyor; uzun süredir sinemaya gelmedikleri belli olan iki sevgili kuyruğa girmiş, o zamana da tam yataklı salon matinesi denk geliyor. Gişedeki kız doğal olarak bilet fiyatını söylüyor, delikanlının yüzü asılıyor. Kenarda bekleyen ben mecburen olaya giriyorum; salonun özel olduğunu, başka bir matineye gitmelerini öneriyorum. Bilet almadan, yavaşça gişeden uzaklaşıyorlar. O çift muhtemelen bir daha sinemaya gelmeyecek. Sadece gelmemekle kalmayacaklar, içinde sinema olan bir AVM.ye bile girmeyecekler. (29 Aralık 2017)

Bakış açısı: “Barajlar kurudu. Suların çekildiği topraklarda kara lahana yetiştiriyor.” (Eee normal. Baraj olmadığı zamanlarda oralarda zaten kara lahana yetiştiriliyordu.)
“Göller kurudu. Suların çekildiği topraklarda beyaz lahana yetiştiriliyor.” (Eee normal. Şarıl şarıl akan suların önüne barajlar yaparsan, gölün beslendiği derelerin önünü kesersen göller kurur.) (05 Ocak 2018)

Sosyal medya kullanımı yaygınlaştıkça film şirketlerinin pr.cılarının işleri de gittikçe zorlaşıyor. Geçen gün Beyoğlu Sineması’nda yapılan bir filmin basın gösterimine giriyorum, Alfred Hitchcock kapısına yaklaşırken genç bir kız “Basın gösterimi nerede?” diye sordu. Beyoğlu Sineması, İstanbul’da sinemasever olan herkesin bilmesi gereken bir salon. “Sen buraya hiç gelmedin mi?” dedim. “Gelmedim.” dedi. Kapıdan salona girerken “Nereden geliyorsun?” diye sordum; “Şirketten.” dedi. “Hangi şirketten?” diye sorularıma devam edince, “Biz Sinebir diye bir platform kurduk, oradan geliyorum.” dedi. Muhtemelen sinemada film izlemeye yeni merak saran gençlerin sosyal medyada kurduğu bir grup. Gösterimi duyup gelmiş olmalı. Başa dönersek: Sosyal medya kullanımı yaygınlaştıkça film şirketlerinin pr.cılarının işleri de gittikçe zorlaşıyor. Kolaylıklar diliyorum. (06 Ocak 2018)

Hadi bendeniz de “Arif V 216”nın pi-ar’ına bir katkıda bulunayım: Cem Yılmaz basın gösteriminde filmini merdivenlere oturarak seyretti. Filmin adını da “V for Vendetta”dan aldığım ilhamla şöyle açıklayayım: Arif’in 216’ya karşı zaferi. Hani V = Victory ya, o bakımdan. (08 Ocak 2018)

Mesela bendeniz herkesin yere göğe sığdıramadığı, Ertem Eğilmez’in “Arabesk”ini Yeşilçam’la dalga geçtiği için hiç sevmem. Hatta o kadar ki üstadın o güzelim “bizim mahalle” filmlerinden sonra sinemasında gerileme olarak bile görürüm, her ne kadar zamanında iyi hasılat yapsa da. (08 Ocak 2018)

(07 Nisan 2018)

37. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

37. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri heyecanla bekleniyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını João Pedro Rodrigues yürütüyor. Portekizli deneyimli yönetmeni festivalde ilgiyle izlenmiş ‘Erkek Gibi Ölmek’ (2009) ve Locarno’dan en iyi yönetmen ödüllü geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde uluslararası dalda Altın Lale’yi kazanan ‘Ornitolog’ gibi filmlerinden tanıyoruz. Yunan Yeni Dalga Sineması’nın öncü ismi Yorgos Lanthimos’un filmlerinin değişmez oyuncularından aktris Angelika Papoulia, Berlinale 2018’in hayranlık uyandıran ve bu yıl bizim festivale de konuk olacak olan üç ödüllü ‘Mirasçılar’ın Paraguaylı yazar yönetmeni Marcelo Martinessi, Ferzan Özpetek’in ilk uzun metrajı ‘Hamam’ filmiyle edindiği uluslararası şöhretin ardından sinema ve televizyon için 100’ü aşkın film müziine imza atmış besteci Pivio ile Talinn Black Night Film Festivali kurucusu ve direktörü Estonyalı akademisyen Tiina Lokk jürinin diğer üyeleri olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi 11 filmden oluşuyor. İlk gösterimini Locarno Film Festivali’nde yapan ‘Köpek / Chien’, tüm umudunu tüketince köpek olmaya karar veren bir adamın hikayesi. Fransız yönetmen Samuel Benchétrit’in kendi romanından sinemaya uyarladığı film, kişiliksiz, ruhsuz, insaniyetini kaybeden bir toplumun mizahi portresini, görünmez olmayı seçen bir adam aracılığıyla çizmeyi deniyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ‘Western’de yönetmen Valeska Grisebach’ın Avrupa’nın bugününe dair önemli tespitleri var. Sinemacı filmin adından hareketle Western ikonografisini kullanarak Avrupa’nın güncel ‘yabancılık’ tartışmasını masaya yatırıyor. Endonezyalı kadın yönetmen Mouml Sury imzalı ‘Katil Marlina’, Japon samuray ve Amerikan westernlerinden esinlenmiş, etkileyici görselliği ve müzikleriyle öne çıkan feminist bir western. Marlina’nın dört perdelik serüveni, Berlin’de yarışan son filmiyle feminist övgülere boğulan jüri üyesi Martinessi’nin dikkatini çekeceğe benzer.

Yarışmanın ilgiyle beklenen filmlerinden bir diğeri olan İran yapımı ‘Ev’, bedenini tıbbi araştırmalar için bağışlayan babasının vasiyetini rahatsızlıkla karşılayarak yerine getirmek istemeyen genç kızın tereddütleri üzerine kurulu. İlk uzun metrajında yönetmen Asghar Yousefinejad tek mekânı olağanüstü değerlendirmiş. Bükreş’in kenar mahallelerinde geçen ‘Bir Mahalle Hikayesi’, birçok yönüyle tabuları yıkan alışılmadık bir aşk hikâyesi anlatıyor. Sırbistan doğumlu Bosnalı kadın yönetmen Ivana Mladenovic’in filmi, 40’lı yaşlardaki utangaç antropolog Adi ile eski suçlu Alberto’nun sınıf ilişkilerine çarpan yasak sevdaları üzerine. Bol ödüllü ABD yapımı ‘The Rider’, kendini oynayan bir kovboyun gerçek yaşamından aldığı kesitten yola çıkarak Amerikan tipi erkekliğin gerçekçi bir eleştirisine girişiyor. Chloé Zhao’nun görsel dünyasıyla Terence Mallick’den esinler taşıyan filminin 16 mm çekimleri Danimarka’nın küçük bir kireçtaşı madeni kasabasında yapılmış. İki erkek kardeşin hayat mücadelesi üzerine kurulu ‘Kış Kardeşleri’, İzlanda asıllı yönetmen Hylnur Palmason’in ilk uzun metrajlı çalışması.

Polonya’dan gelen Andrzej Jakimowski imzalı ‘Bir Zamanlar Kasım’da’, orta sınıfların kendilerini bir anda toplumun en alt tabakasında bulmalarının an meselesi olduğu gerçeğini gazetecilere özgü bir yaklaşımla dile getiren ilginç bir sosyal dram. Yine seçkide yer alan ‘Cocote’, Dominik Cumhuriyeti’ndeki gelenekler, sınıf çatışmaları, şiddet eğilimi ve ahlaki yozlaşmayı irdeleyen bir hikaye üzerinden ilerliyor. Latin Amerikan sinemasında yeni ve güçlü bir soluk olarak övgü toplayan yönetmen Nelson Carlo de Los Santos Arias birçok oyuncusu amatör olan filmini 35 mm çekmiş. Gerilim filmleriyle dikkat çeken yönetmen ikili Juliana Rojas ile Marco Dutra’nın birçok festivalden ödülle dönen yeni filmleri ‘Görgü Kuralları’, iki kadının ön planda olduğu, fantastik ile sosyal gerilimi bir arada kullanan çağdaş bir müzikal. Başrollerinde Angola asıllı Portekizli dansçı ve oyuncu Isabél Zuaa’nın dikkat çektiği film annelik, toplumsal sınıf, aile kavramlarını tartışmaya açarken, bedensel değişim ve cinsel arzu gibi kavramları ele alıyor.

Uluslararası yarışma seçkisi bizden bir filmle sonlanıyor. Dünya prömiyerini Berlinale 2018’in Forum bölümünde yapan Burak Çevik imzalı ‘Tuzdan Kaide’, aynı rüyanın tekrar tekrar anlatıldığı, zamandan kopmuş, mekânı belirsiz bir yolculuğun filmi. Esme Madra, Nihal Koldaş, Nazan Kesal gibi sinemamızın kalburüstü kadın oyuncularının yer aldığı yapım, Reha Erdem’in fantastik denemesi ‘A Ay’ ile Kutluğ Ataman imzalı ‘Karanlık Sular’ın izini süren bir atmosfer denemesi olarak dikkat çekiyor.

(05 Nisan 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

37. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 37. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Pelin Esmer’in başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, oyuncu Selen Uçer, şair Küçük İskender ve Paris merkezli serbest gazeteci ve sinema yazarı Barbara Lorey de la Charrière’den oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 13 filmden oluşuyor. Bunlardan Semih Kaplanoğlu imzasını taşıyan ‘Buğday’ şimdiden sinema tarihimize geçmiş önemli bir film. Geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden Adana Film Festivali’nden Jüri Özel ödüllü ‘Körfez’, Emre Yeksan’ın çok başarılı ilk uzun metrajı, yine prömiyerini Adana’da yapmış ‘Sofra Sırları’ ise deneyimli sinemacımız Ümit Ünal imzalı mükemmel bir kara komedi. Yarışma seçkisine dahil olup festivalin hemen öncesinde vizyona giren ‘Kelebekler’, geçtiğimiz Ocak ayı içinde Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nin Dünya Sineması bölümünün dramatik dalda büyük ödülünü kazandı. ‘Gişe Memuru’ ve hayli ses getirmiş ‘Sarmaşık’ ile tanınan Tolga Karaçelik imzalı film, 30 yılın ardından babalarının çağrısı üzerine köylerine dönen üç kardeşin tuhaf serüvenini anlatıyor. Geçmişle hesaplaşmanın hüznünü absürd komedi ile sarmalayan, çok iyi yazılmış ve oynanmış film yarışmanın favorilerinden.

Merakla beklenen bir diğer film olan ‘Yol Kenarı’, Tayfun Pirselimoğlu imzasını taşıyor. Çözümlenemeyen ölümler ve gizemli doğa olayları ile sarsılmış cinnetin eşiğindeki bir kasabaya gelen ve Mehdi olduğuna inanılan genç adamın gizemli hikâyesini siyah beyaz çekmiş usta sinemacımız. Tansu Biçer, Taner Birsel ve Ercan Kesal gibi isimler bu filmin ağır topları olarak dikkat çekiyor. 2013’te ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ ile Altın Lale’yi kazanan Onur Ünlü, bu yıl ‘Put Şeylere’ isimli çalışmasıyla yarışmaya renk katacağa benzer. Absürd tarzıyla tanınan yönetmenin filmi, 54. Antalya Film Festivali’nin İstanbul’da düzenlenen alternatif ulusal seçkisine de dahil olmuş ve sinemacıya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştı. İstanbul’un Cihangir semtinde yaşayan bir grup sanatçının karmaşık öyküsünde yine zaman ve mekanla oynayarak deneysel bir anlatım tutturmuş Ünlü.

2014 yılının ilgiye değer yapımlarından ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’un yaratıcılarından iki adet film var yarışmada. Yarışma seçkisinde izleyeceğimiz ‘Halef’ yönetmen Murat Düzgünoğlu’nun ‘Neden Tarkovski…’nin ardından çektiği yeni uzun metrajı. Film, hayvanların dünyaya yeniden gelmiş insanlar olduğuna inanılan, tavaf edilen dergâhlar, şifalı taşlar ve muskalarla örülü mistik dünyada, hayata rasyonel bakan mistisizme, mistik bakan Halef’inse şüheciliğe kaymasıyla taşların yerinden oynadığı gizemli bir serüven vaadediyor. Aynı filmde oyuncu olarak yer almış Vuslat Saraçoğlu ise ilk yönetmenlik denemesi ‘Borç’ ile toplumsal sorumluluk ve iyilik hallerimizi sınavdan geçiren ilginç bir hikâyeden yola çıkıyor.

‘Kırık Midyeler’in yönetmeni Kenan Kavut, Jale Arıkan başrolünde yer aldığı yeni filmi ‘Kaçış’ta savaşta ailesini kaybeden ve ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenin yaşadıklarından yola çıkarak, çağımızın yakıcı mülteci sorununa parmak basıyor. Ulusal yarışma seçkisi bir dizi ilk filmle tamamlanıyor. Bunlardan Banu Sıvacı imzalı, Sofya Film Festivali’nden taze ‘en iyi yönetmen’ ödüllü ‘Güvercin’, Adana’nın kenar mahallelerinden birinde ağabeyi ve ablası ile birlikte yaşayan ve kuşlarından başka bir dünyayı tanımayan Yusuf’un çevresinde şekillenmekte. Dünya prömiyerini Berlinale 2018’in Forum bölümünde yapan Burak Çevik imzalı ‘Tuzdan Kaide’, aynı rüyanın tekrar tekrar anlatıldığı, zamandan kopmuş, mekânı belirsiz bir yolculuğun filmi. Esme Madra, Nihal Koldaş, Nazan Kesal gibi sinemamızın tanınmış oyuncuları filmin kadınlardan oluşan oyuncularından bazıları.

Mehmet Ali Konar’ın Kürtçe ve Türkçe dillerinde ilk yönetmenlik denemesi ‘Renksiz Rüya / Hewno Bereng’, 90’lı yılların karanlık politik atmosferini küçük Mirza’nın yaşam ritmi ve farkındalığı üzerinden anlatırken, Abdurrahman Öner’in ilk uzun metrajı ‘Aydede’, küçük bir kasabada yaşanan platonik aşk ve miras kavgasına, yine bir çocuğun, annesi ve yaşlı dedesi ile birlikte yaşayan küçük Bekir’in gözünden tanıklık ediyor.

(30 Mart 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

12 Savaşçı -12 Strong-

Son dörtyüz yılda sadece onbir yıl barış içinde yaşanmış. Hep savaşmış insanlar. Haklılığı, haksızlığı bir tarafa, nedenini niyesini bilmeden de katletmişler birbirlerini.

Savaş kötü bir şey, siyasetin farklı araçlarla, yani silahlarla sürdürülmesi demek. Belki de söyleyecek sözü olmayanların kendi taraftarları da dahil herkesi ölüme zorlaması…

Neden savaş çıkar?

12 Savaşçı filmi, bir gerçekten yola çıkarak Afganistan’daki çatışmaları anlatıyor. Gerekçesi 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi binalarının saldırıya uğraması… Hatırlayacaksınız, 2001 yılında, güzel bir Eylül sabahında (bize göre akşamüstü) dört uçak kaçırılmış, ikisi birbiri ardına İkiz Kulelere (ki ikinci saldırıyı, bütün dünya canlı izledi, heyecanla), biri de Pentagon’a çarptırılmış, binlerce insan ölmüştü. Usame Bin Ladin’in liderliğini yaptığı bir terör örgütüydü bunu yapan. Komplo teorisi denilse de, binlerce insanın canına mal olmuştu. Hâlâ bilinmiyor, neden gerçekleştirildi bu saldırı, ne amaçlanmıştı, ne kazanıldı?

Misilleme yeni canlar alır

ABD, zaman kaybetmeden misillemeye girişti. İşte 12 Savaşçı filmi, bu misillemede kazanılan başarıya odaklanıyor.

Kararlı bir lider, gözü kara ve birbirine güvenen bir ekip, güle oynaya savaşa gidiyorlar. Arkada eşleri, çocukları kalsa da bu askerler her ne olursa olsun sağ salim evlerine dönmeyi amaçlıyor. Hayat onlarla güzel ne de olsa…

Afganistan’a indirilen bu 12 asker, her ne olursa olsun istilacı olarak görülmeli. Kendi içinde de bölünmüş, birbirine düşman olan yerli güçler ise topraklarını koruma düşünde… Daha önce Sovyet istilasına uğrayan ve canla başla direnen Afganlılar, bu kez daha güçlü ve iki rakip güce de destek veren ABD ile yollarına yürümek istiyor. Kuşkusuz gerici ve muhafazakâr olmaları nedeniyle kabul edilemez iktidardakiler ama yapılması gereken de bu değil muhakkak ki.

Bugün, dünyanın birçok bölgesinde benzer savaşlar sürdürülüyor. Milyonlarca insan yerinden yurdundan kaçmaya çalışıyor, sırf ölmemek, öldürülmemek için. Milyonlarca mülteci, gittikleri yerde açlık ve sefaletle yüz yüze ve çözümsüz.

Barış tek çare…

Gerçek bir olaydan hareketle çekilen bu film (benzer filmler bizde de çekiliyor birbiri ardına ama tek fark biraz daha izlenilirliğinin yüksek olması… değilse anlamlılık açısından farksız.

Sinema savaşı yener. Siz, siz olun, sinemayı, sanatı savunun; savaş kimseyi ihya etmez.

12 Savaşçı -12 Strong- yönetmen Nicolai Fuglsig, oyuncular Chris Hemsworth, Michael Shannon, Michael Pena, Trevante Rhodes… 30 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(29 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yeni Başlamayanlar İçin Sinema Kitabının Yazarı Fırat Sayıcı ile Röportaj

Sinema yazarı ve akademisyen Fırat Sayıcı’nın ikinci kitabı Yeni Başlamayanlar İçin Sinema geçtiğimiz aylarda Fam Yayınları tarafından yayımlandı. Sayıcı, kitabını sinema sanatını sadece izleyerek değil üzerinde düşünerek, tartışarak, kafa yorarak hayatına dahil edenler için yazmış. Kitabın içinde yer alan yazılar daha önce çeşitli dergilerde farklı konularda yazdığı makalelerden ya da daha derinlikli analizleri arasından seçilerek oluşturulmuş.

Fırat Sayıcı’nın kitabında sinemada reklamın önemi ve sosyal medya ile olan ilişkisi, dünya sinemasında işçi filmleri, gişe ve festival olgusu, Matrix serisi ve şüphecilik, Türk sinemasında Arzu Film ekolü, Türk sinemasında gerçekçilik ve sinemaya dair daha birçok sorunun cevabını bulabilirsiniz.

Sayıcı ile kitabındaki konulardan başlayarak Türk sineması ile ilgili uzun bir röportaj yaptık. Fakat öncesinde Fırat Sayıcı’yı size tanıtmak istiyorum.

Aslında doktor olmak isteyen Sayıcı, Yıldız Teknik Üniversitesi Malzeme Mühendisliği’nden mezun ama hiç mühendislik yapmamış. Okulda sinema kulübüyle tanışmış ve o kulüpte dört yıl boyunca başkanlık yapmış. Kısa filmler çekmiş. Yıldız Kısa Film Festivali’ni düzenleyenler arasında yer almış. Ve bol bol sinema kitabı okumuş.

Sonra Selçuk Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yapmış. Şimdi de doktorasını yapıyor. Tez konusu ise Sinemada Yol ve Yolculuk.

Birçok festivalde kısa film ve uzun metrajda jüri üyeliği yapmış ve yapıyor. İyi bir bütçe bulabilirse kısa film çekmeye de devam etmek istiyor. Ve üzerinde çalıştığı iki kitap projesi var, ikisi de kısa film üzerine.

İNTERNET SAYESİNDE SİNEMADA TÜRK FİLMLERİ İZLENİYOR

Kitabınızda, Avrupa’da bilet satışları düşerken bizde yüzde 22 arttı diye yazmışsınız. Bunu Türk sinemacıları nasıl başardı sizce?

O yazıyı birkaç sene önce yazdım şimdi daha da arttı bu sayı. Şu an yüzde oranını tam olarak bilmiyorum ama ortalama 60 – 70 milyon arası bilet satılıyor Türkiye’de. Yani bu kişi başı bir bilet anlamına geliyor. Tabii ki bu demek değil ki herkes yılda bir kere sinemaya gidiyor. Gitmeyen de büyük bir kesim var. Ama arka arkaya birkaç kere filme giden insanlar da var. Bunun en büyük sebebi bence internet. Eskiden biliyorsunuz kolay kolay filmlere ulaşamazdık. VHS vardı, Betamax vardı. Sonra DVD’ler ve CD’ler çıktı. Eskiden filmlere ulaşmak çok zordu ama belki de o zamanlar sinema daha değerliydi. Şimdi her şeye ulaşabildiğimiz için ve korsanın yaygınlaşmasıyla artık Türk seyircisi şu kafaya girdi. Ben nasıl olsa yabancı filmleri Türkiye’ye gelmeden önce birçoğunu korsanda izleme şansını buluyorum. Ama işte özellikle BKM’nin, TAFF’ın yaptığı büyük gişe işleri, komedi işleri de hemen internete düşmediği için mecburen sinemada izliyor.

Bir de tabii ki işin şöyle sosyolojik bir boyutu var. Son yıllarda ekonomik güçlük artmasına rağmen insanlar biliyorsunuz 15 – 20 lira verip sinemaya gidiyorlar. Çünkü en ucuz eğlence olarak onu görüyor. Ailesini alıyor yanına, patlamış mısırını ve kolasını alıyor. Tabii ki bir yüz, yüz elli liraya çıkıyor ama yine de en ucuz eğlence. Bir yere tatile gidemiyor, çok güzel klas bir yerde yemek yiyemiyor, ailesiyle hafta sonu bir yere, pikniğe gidemiyor, günü birlik bir yere tatile gidemiyor. Halkımızın tiyatroya da fazla ilgisi yok maalesef. Dolayısıyla en ucuz eğlence ama oluyor. Sinemaya gittiğinde de çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor. Ama yabancı filmleri gördüğü zaman ben bunu internetten izlerim diyor. Gerçekten de düşmüş oluyor internete. Niye ona para vereceğim gözüyle bakıyor. Otomatikman Türk filmini tercih ediyor.

Özellikle büyük şirketlerin iyi reklam yapmaya başlamaları da çok etkili oldu. Hollywood formüllerini çok iyi uygulayabiliyorlar artık. Bir senaryo, özellikle komedi senaryosu nasıl olur, nasıl işler, nasıl başlar, nasıl gelişir ve nasıl biteri artık daha iyi biliyor yapımcılar.

Prototipini çıkardılar yani

Evet çıkarttılar. Özellikle BKM’nin yaptığı işlere bakın hepsi standarttır. Sadece ambalaj değişir. Oyuncuları bile aynıdır. Hikâyeler üç aşağı beş yukarı aynıdır ama filmi iyi bir Hollywood janrına oturtmuşlardır. Bu da tabii ki başarıyı getiriyor. TAFF’ta aynı şekilde bunu yapabilen şirketlerden.

Ve bir de dizi oyuncularının sinemaya yansıması var. Sonuçta sevdikleri oyuncuları görüyorlar ve diyorlar ki “Ben bu filmde ağlayacağım” veya “Bu filmde güleceğim”, bunu biliyorlar. Bu yüzden de gişe satışlarımız yabancı filmlere göre daha da yükseğe çıkıyor. Umarım böyle de devam eder.

Peki bu açıklamanız üzerine hemen sorayım, günümüz komedi filmlerini nasıl buluyorsunuz? Bir yazınızda “tuvalet komedileri” diye bir tanımlamanız var. Hangi filmleri kastettiniz bununla?

İsim olarak söylemeyeyim. Tuvalet komedisi artık sinema jargonumuza oturan bir kalıp oldu. Tek düze, birbirinin aynı hikâyeleri anlatan, neredeyse aynı komedi oyuncularını oynatan, eril bir dile, kaba saba ve bel altı esprilere dayanan, kadını aşağılayan, seks üzerine anlaşılması güç komedi yapmaya çalışan, gaz çıkartma ve küfür gibi şeylerden medet uman filmler bunlar. Bir yılda vizyona giren komedi filmlerimizin dörtte üçü bunlardan oluşuyor ne yazık ki.

YAPIMCILARIN YÜZDE OTUZU SAHTEKÂR

Şu anda Türk sinemasının en büyük sorunu ne sizce?

Çok fazla sorun var ama birincisi bilet fiyatları çok yüksek. Bilet fiyatlarının yüksek olması sadece seyirciyi etkilemiyor, yapımcıyı da etkiliyor. Çok büyük bir oranı vergiye gidiyor. Sinema salonları tabii ki kazansın, kazanmasın demiyorum ama öyle bir noktaya geldiler ki artık film seçmeye başladılar. O filmi göstermem, bu filmi gösteririm. Hep gişe işlerini göstermeye başladılar. İyi filmleri göstermediler. Kelebekler girecek vizyona 30 Mart’ta, kim bilir kaç kopya çıkacak. Az kopya çıkacak muhtemelen. Onun karşılığında BKM’nin herhangi bir sıradan filmini, televizyonda izleyebileceğimiz bir filmini beş yüz salonda görebileceğiz. Bu tarz sorunlar çok büyük.

Yapımcıların yüzde yirmisi, yüzde otuzu sahtekâr. Bunu çok net söylüyorum, sahtekâr. Kara para aklamak için çekenler var, bu tarz ortamlara girebilmek için. Oyuncularla tanışmak için bile film çeken var. Zengin adamlar bunlar. Tekstilci, sanayici, fabrikatör sektörle alakası yok ve hiç de bir şey bilmiyor. Saçma sapan bir film çekiyor ve parasını aklıyor. Böyle çok insan var ve bunlar sektöre zarar veriyor. Bir noktadan sonra parasını ödemiyor insanların. Çünkü batıyor film. Derdi de değil; nasıl olsa bir daha film çekmeyecek. Bu büyük bir sorun sinemamız için.

Sektör kendi içinde hâlâ sendikalaşamadığı için, hâlâ kendi haklarını savunamadığı için, dizilerde de görüyoruz bunu. Herkesin her yerde borçları ve alacakları var. Yani işler yarım yamalak dönüyor. Hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyor.

En önemli sorunlardan biri de seyircinin, sinema konusunda henüz yetişmemiş olması. Biraz daha bilinçli ve kültürlü bir seyirci olursa daha kaliteli filmlerin vizyona gireceğini görebiliriz. Arz, talep meselesi sonuçta.

Ayrıca menajer sorunu var. Bu çok yerde konuşulmaz. Menajerlerin de çok zeki ama kötü niyetli hareket edenleri var. Oyuncularını bir maşa gibi kullanıp yapımcılara ve yönetmenlere karşı ya da set ekibine karşı işi zora sokuyorlar. Mesela bir filmin halkla ilişkilerini yapıyorsun, birini bir yere çıkaracaksın, menajeri haber bile vermemiş. Adamın haberi yok yani. Yüz yüze gelince soruyorsun, “Niye oraya çıkmadın” diye. “Menajerim bana söylemedi ki” diyor. Bu tarz sorunlar oluyor.

Neden böyle davranıyor menajerler?

Menajerlerin en büyük derdi maddi. Çok zaman harcamak istemiyorlar. Paralı yerlere gitmek istiyorlar. Örneğin Kanyon’da söyleşi var elli bin lira vereceğiz desek koşa koşa gelirler. Ama kanallardan birine gideceğiz, programa gideceğiz söyleşi var desek ayarlamamak için elli takla atarlar.

BİR YAPIMCI OYUNCUYA DAVA AÇSA SORUN ÇÖZÜLECEK

“Seyircilerin bir kısmı sinemaya gittiğinde çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor” dediniz, peki bir filmi doğru tanıtmak için neler yapmak gerekir?

Türkiye’de yapımcıların yaptığı en büyük yanlış film bitiyor, çekimler bitiyor, afişi tasarlıyorlar, fragmanı tasarlıyorlar ondan sonra bir PR’cıyla masaya oturup “Biz bu filmi nasıl tanıtabiliriz?” diyorlar. Ama sen zaten her şeyi kilitlemiş oluyorsun orada. Bir PR’cının sana profesyonel olarak yardım edebilmesi için filme işin başında dahil olması gerekiyor. Taa çekimlerden önce, hatta kastına bile karışması lazım PR’cının. Yani karışmaktan ziyade yol göstermesi, önermesi lazım.

Ne açıdan diyorsunuz bunu?

Mesela yapımcı bazı işlerimizde bize diyor ki, “Biz bu oyuncuya çok güveniyoruz, çok ünlü bir oyuncu.” Ama ben onu biliyorum ki hiçbir haber karşılığı yok. Hatta o kişiden nefret eden televizyoncular ve gazeteciler var. Bu gibi ayrıntıları bilmedikleri için, “Bunun reytingi var, gişesi var, bu güzel haber yapar.” diyor. Ya da şunu bilmiyor, o senin çok güvendiğin adam hiçbir yere çıkmıyor. Kendisi reddediyor zaten. “Annem hastalandı, babam hastalandı, ayağım kırıldı, uyanamadım, gelemiyorum, oraya çıkmasam mı, başka bir yere çıkayım.” gibi elli tane yalan atıyor çıkmamak için. Şimdi siz bunu yapımcıya söylediğiniz zaman yapımcının da bu tarz oyuncular üzerinde yaptırım gücü olmadığı için öyle havada kalıyor. Siz bu sefer bu tarafta basın mensubuna rezil olduğunuzla kalıyorsunuz. Bir yandan yapımcı diyor “Hani nerede, beni haber yaptıracaktın, ne oldu?” Senin oyuncun destek vermiyor ki filmine. Sen daha oyuncu üzerinde hakimiyet kuramamışsın ki, benim ne suçum var?

SABAH UYANDIĞIMDA SALONDA AHMET KURAL İLE MURAT CEMCİR’İ GÖRECEĞİM DİYE KORKTUM

Sözleşmelerine böyle bir madde koyamıyorlar mı?

Sözleşmelerin hepsinde var. Ama kesinlikle uygulamıyorlar. Bir tane aklı başında yapımcı çıkıp dava açsa, o bir emsal teşkil etse. Örnek veriyorum, “Bu oyuncu benim filmimin PR tanıtım faaliyetlerime katılmadı iki yüz bin lira maddi – manevi tazminat davası açıyorum, filmim battı çünkü gişede.” dese. Bir kere bir yapımcı bunu uygulasa ondan sonra bakın o oyuncular nasıl her telefonda “Tamam nereye çıkayım?” diye soracaklar. Var böyle oyuncular maalesef. Ama bazı akıllı oyuncular da var, biliyor ki eğer o film iş yaparsa bir sonraki filmde yapımcı bakacak bu oyuncunun gişesi iyi, bu adamın oynadığı filmler iyi iş yapıyor “Ben o zaman bu adama rol vereyim” diyecek. Bunu düşünemiyorlar, kaçtıkça kaçıyorlar. Sonuçta bir röportaj vereceksin alt tarafı. En son Ahmet Kural ile Murat Cemcir’i gördük. Her yere çıktılar, her yere. Sabah uyandığımda salonda onları göreceğim diye korktum, düşünün yani. Ama işte doğrusu da budur stratejik olarak. Cem Yılmaz da mesela, her yere çıktı. Şahan da aynı şeyi yapıyor. Yani film zamanı tanıtımını yapacaksın. Onlar nasıl olsa reklamımız yapılıyor, bilboardlarda varız, internette varız diye rahat davranıyorlar. Öyle bir dünya yok. Seyircinin o kadar çok alternatifi var ki. İstediği filme gider. Sen oraya çık ve kendini, filmini anlat, farkının ne olduğunu söyle.

ARTIK ÇOĞU SEYİRCİ SİNEMA YAZARLARINI OKUMUYOR

Klasik tanıtım mecraları olarak televizyon, gazete ve dergiler vardı. Şimdi internet sayesinde sosyal medya var. Tanıtım mecralarınız arasındaki yeri nedir sosyal medyanın?

Sosyal medyanın etkisi yüzde seksen. Bu artık çok net bir şey. Eskiden televizyonlarda çok fazla fragman yayınlanırdı reklam olarak, artık yok. Çünkü hiçbir katkısı yok. Gazete reklamları da çok düştü. Artık çok az kişi basılı gazete okuyor. Billboardlar, aslında çok iyi bir bütçeniz varsa etkili. Ama bütçeniz sınırlıysa para harcamaya gerek yok, çünkü çok pahalılar. Metro, metrobüs ve tramvay içindeki hareketli ekranlarda verilen reklamlar çok etkili çünkü hele hele metroda telefon da çekmediği için mecburen izliyorsunuz onları ve görüyorsunuz reklamları.

Sosyal medyaya gelirsek, bütün olay sosyal medyada dönüyor. Şimdi siz zaten bir filmi iyi bir gişeye ulaştırmak istiyorsanız, 15 – 25 hadi biraz daha esnetelim 15 – 35 yaş arasını hedeflemeniz lazım. Bu yaş arasındaki neredeyse her bireyin elinde akıllı cep telefonu var, evinde bilgisayarı, tableti var. Ve bu insanlar artık televizyon izlemiyorlar, gazete zaten okumuyorlar. Okuyacaklarsa bile telefonlarından okuyorlar. Dolayısıyla da onların cep telefonuna girmek zorundasınız. Bu da tabii ki sosyal medya ile ve doğru reklam planlamasıyla yapılır. Tabii bu da bir bütçe. Bir fragman durup dururken bir milyon, iki milyon kişi tarafından izlenemez. Hepsinin tasarlanması gerekiyor. Ama sosyal medyayı iyi kullanırsanız reklamınızın yüzde seksenini oradan yapacaksınızdır. Bilinirliği oradan sağlayacaksınızdır.

O kadar çok bilgi akışı var ki internette, nasıl öne çıkarabiliyorsunuz bu reklamları ve tanıtımları?

İşte reklamlamalarla, doğru reklamlamalarla. Facebook ve Instagram mecralarında demografik yapıyı seçebiliyorsunuz reklam yaparken. Facebook algoritmasını üç ayda veya altı ayda bir değiştiriyor. En basitinden şöyle bir örnek vereyim. Yapımcılar bütün Türkiye’ye sosyal medya reklamı vermeye çalışıyorlar. Bu yanlış. Siz zaten çok paranız yoksa sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Konya gibi büyükşehirlere odaklanmanız lazım. Facebook buna imkan sağlıyor. Ama adamın 20 bin lirası var, tamamını yatırıp facebook ve Twitter üzerinden bütün Türkiye’ye reklam yapıyor. Sineması olmayan, filminin o şehirlerde vizyona gireceğini bile bilmeden sen neden oraya reklam yapıyorsun ki? Doğru reklamlamayla diğerlerinin arasından çıkmanız mümkün. Ama bazen de iş tam tersine dönüyor. Reklam çok iyi yapıldı. Oyuncular çok iyi fakat film çok kötü. Fısıltı gazetesiyle anında yayılıyor. İlk üç gün çok önemli biliyorsunuz. Bazen dört yüz salonda vizyona giriyor bir film. Hatta beş yüz salon, sekiz yüz salonda giren filmler var. En yakın örneği Şahan Gökbakar’ın Kayhan filmi. Patladı film. Battı yani, battı derken parasını kurtarmıştır ama beklenilen etkiyi yaratmadı. Bu da biraz filminizin de iyi olması anlamına geliyor, sadece reklam değil.

Sosyal medyanın tanıtım kolaylığı var ama aynı zamanda seyirciden hızlı geri dönüş almanız da demek oluyor değil mi?

Aynen. O sizin hem yardımcınız hem de düşmanınız aynı zamanda. Anında silerler sizi. Şöyle düşünün artık çoğu seyirci sinema yazarlarını okumuyor, takip etmiyor. Gitmek istediği filmi Twitter’ın veya Facebook’un arama butonuna yazıyor, çıkan yorumları görüyor. Kendisi gibi seyirci olan sıradan vatandaşın yorumlarını bizimkilerden daha fazla önemsiyor ve o filmlere gidiyor. O film kötü, bu film kötü yazılıysa o filmlere gitmiyor.

BİLİNÇLİ SEYİRCİ RAHATLIKLA SİNEMA YAZARI OLABİLİR

Peki bu durum sinema yazarlarını nasıl etkiledi?

Zaten son 10 – 15 yıldır ben açıkçası sinema yazarlarının eski gücünün olduğunu düşünmüyorum, ben de sinema yazarı olmama rağmen. Hani 4 – 5 ismin haricinde ben şu yazarın yorumlarına bakıp da film seçeyim dediklerini zannetmiyorum. Basılı yayınlar hızla azaldı biliyorsunuz. Ve internet konusunda bilgili olan internete evrilen sinema yazarları biraz daha güçlendi. Ya da yeni genç arkadaşlarımız çıktı ve sinema yazarlığı konusunda bir şeyler yapmaya başladılar. Ve şimdi eskiyle yeni arasında küçük bir çatışma da oluyor zaman zaman. Ama ben bu çatışmayı çok anlamsız buluyorum. Yenilerin eskilerden öğreneceği çok şey var. Eskilerin de bunu bilerek, bu bilinçle gençlere yardımcı olması gerektiğini düşünüyorum. Ben orta kuşak sayılırım, yaşım 38. Ben elimden geldiğince büyüklerle de küçüklerle de iyi anlaşmaya çalışıyorum, orta yolu bulmaya çalışıyorum her zaman. Yeni arkadaşlara yol göstermek açısından hep elimden geleni yaptım.

Ama internet hızla bunu genele yayıyor. Eskiden 50 – 60 kişilik bir sinema yazarı topluluğu varken şimdi 150 – 200’e yakın bir sinema yazarı topluluğu var. Bunların yarısından çoğu internette yazıyor zaten. Biraz bilinçli seyirci eğer bu yönde bir kariyer planlayacaksa kendine, rahatlıkla sinema yazarı olabilir. Kimse de buna engel olamaz.

Bu nedenle mi internette sinema dergileri arttı?

Aynen. Zaten basılı sinema dergisi yok denecek kadar az. Altyazı Dergisi var hâlâ basılı olarak çıkan. Film Arası Dergisi var. Arka Pencere önce online olarak çıkmıştı. Şimdi basılı hale geçtiler. Dijitalde bizim Cine Dergi var, internette ilk online dergi aynı zamanda. Popüler Sinema var. Birçok internet sitesi var. Bu şekilde insanlar sinema yazınıyla ilgili ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Kitabınızdaki bir başlıkla devam edelim. Gişe filmleri ve festival filmleri diye ayrım yapmak doğru mu?

Aslında doğru değil. Sinema sinemadır ama bir ticari sinema bir de sanat sineması kapsamında bir ayrım var. Ve o ayırıma uymak zorundayız hepimiz. Çünkü gerçekten de bir tanesinin derdi para kazanmak, diğerinin derdi de kendi mesajlarını anlatmak. İşte festivallerde sanatla daha iç içe olan seyirciye ulaşmak ve onlarla bir hareket etmek için böyle bir ayırım var. Türkiye’deki festival sineması olgusu da ağırlıklı olarak şuradan kaynaklanıyor, eğer bir yapımcı veya yönetmenin parası yoksa cebinde mecburen Kültür Bakanlığı’na başvuruyor. Bir başvuru yapıyor, alamıyor. İkinci başvuruyu yapıyor alamıyor, üçüncüsünde diyelim ki aldı. Kısıtlı bir bütçeyle kafasındaki fikri ve yönetmenlik duygusunu hayata geçirmek zorunda. Sonuçta Kültür Bakanlığı size o parayı verdikten sonra, son kullanma tarihi gibi bir tarih veriyor. O tarihte teslim etmeniz gerekiyor. Yapımcı veya yönetmen özellikle genç ve acemiyse hemen panikle daha olgunlaştıramadan senaryosunu, oyuncusunu, yapım ve prodüksiyon imkanlarını filmini çekmek zorunda kalıyor. Ve açıkçası yarım yamalak bir film çıkıyor ortaya. Türkiye’de her yıl çekilen ortalama 40 – 50 tane bu tarz bağımsız, festival filmi diyebileceğimiz film var. Ama bunların kırk tanesi çöp zaten. Belki birkaç tanesi Türkiye’de çeşitli festivallerde ödül alıyor. Ve yurt dışına gidiyor. Yurt dışında da birkaç tanesi ödül alıyor, ismimizi duyuruyor ama geri kalanın hepsi çöp. Çünkü hepsi olgunlaşamadan yapılmış filmler. Ya da iki milyona çekilmesi gereken bir filmi beş yüz bin liraya çekince bu tarz sonuçlar doğuyor. Teknik imkansızlıklar ve aksaklıklar doğuyor. Ama bu demek değildir ki bir festival filmi, gişe filminden daha değerlidir. Ya da gişe filmi bir festival filminden daha değerlidir de diyemeyiz. Eğer siz iyi bir sinemaseverseniz ikisini de izlemek zorundasınız. Bazen şöyle ikiyüzlülüklere rast geliyorum. Eleman sürekli festival filmleri izliyor, bağımsız sanat filmleri izliyor. Ama Türkiye’deki gişe filmlerini kötülüyor ama Amerika’nın en iyi gişe filmlerine koşarak gidiyor. İşte Avengers’lar, Marvel’in filmleri gibi. Şimdi bu ikiyüzlülük bence. O zaman kendi ülkendeki gişe filmine de saygı gösterip onu da destekleyeceksin. Ya da kötü olmasına rağmen bazı bağımsız filmler eş, dost, akraba sisteminden dolayı çok fazla yükseltiliyor. Lobi faaliyetleri de var bunun içerisinde. Objektif yaklaşmak lazım. Hem sinema yazarı olarak, hem de sinema seyircisi olarak ya da sinema sektörü çalışanı olarak.

Kaliteli olmayan filmleri festivaller neden elemiyor?

Festivallerde ön jüri sistemi var biliyorsunuz. Ortalama üç kişi veya beş kişi ön jüri oluyor. Her festivalin ön jürisi var. Festival yönetimleri bazen kendi içlerinden de bir ön jüri yapıyorlar. Ben ona karşıyım. Mutlaka dışarıdan da sektör çalışanlarını almak durumundalar. Tabi burada işin içine bazı kişisel beğeniler ya da kişisel dostluklar da giriyor. O benim arkadaşım, zamanında onunla iş yaptım dışarıda kalmasın gibi bazen çok iyi filmlerin dışarıda kaldığını görüyoruz. Bu üzücü bir durum tabii ki. Bazı festivaller hiç açıklamıyor ön jürilerini. Sağdan soldan duyuyorsunuz. Mümkün olduğu kadar çok kişiden oluşmalı ön jüriler. Bu sektörün her dalından bir temsilcinin jüride olması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de çok fazla film festivali düzenlenmeye başladı. Aslında bu çok güzel bir gelişme ama gerçekten hakkıyla yapılabiliyor mu bu festivaller?

Yapılamıyor maalesef. Festivallerin en büyük sorunu yerel yönetimlerden destek almaları. Yani her biri neredeyse bir belediye veya valiliğe bağlı. Antalya biliyorsunuz Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı, Malatya aynı şekilde. Bu iyi bir şey bunda bir sorun yok. Ama eğer yerel yönetim, festival yöneticilerine ya da festivalin gidişatına çok fazla karışırsa, bu sefer sorunlar doğuyor. Mesela bir film var. O film festivali destekleyen veya düzenleyen belediyenin ideolojisine ters düşüyorsa onu festivale almıyorlar. Bu yanlış bir şey eğer o film iyiyse senin ideolojine ters düşse de almalısın. Bu her parti için geçerli bir şey. Bunun dışında yerel sponsorluklar var onlar da bazen işin içine karışabiliyorlar.

Yine en büyük sorunlardan biri de bir yıl içerisinde çekilen filmler üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için hep aynı filmlerin bütün festivalleri dolaşıyor olması. Bu da bizim için sıkıntı. Çünkü biz festivallerin hepsine gidiyoruz. Gönül ister ki beş yüz film seçilsin de her festivalde farklı filmleri izleyelim. Ya da bazı ön jüriler, başka festivallerde de karşımıza çıkıyor ve hep aynı seçkiyi yaratıyorlar. Bu da yanlış bir şey. Çünkü görüş açısı aynı. Düşünsenize ben beş festivalde ön jüriyim diyelim Fırat Sayıcı olarak, önüme gelenlerin hepsi aynı zaten toplam 40 – 50 film. Çünkü her yönetmen her festivale başvuruyor. Benim fikrim değişmeyecek ki, yine ben aynı filmleri seçeceğim her festivalde. O nedenle çok fazla ön jüri olmalı ki benim fikrimi çürütebilsin. Beni zorlası,n ben de onu zorlayayım.

Bir de halka çok iyi tanıtım yapamıyorlar. Halka çok bütünleşemiyorlar. Dışarıdan getirdikleri konuklarla, sektörün çalışanlarıyla ilgileniyorlar. Halkı bir köşeye atıyorlar çoğu zaman, halka ait yeni yapımlara giremiyorlar. Özellikle doğu bölgelerindeki festivallerde halkın sinema anlayışı batıya göre çok farklı. Çoğu zaman filmlerin yarısından çıkıyorlar. Filmle bir bağ kuramıyor çünkü. Sonra da “e biçim film getirmişsiniz?” diye festivali kötülüyor. Bir film izleme kültürü yok. En son Malatya Film Festivali’nde ailecek, çoluğunu çocuğunu toplayıp içeri giren yaşlı teyzelerle karşılaştık. Filmde sürekli konuşuyorlar, telefonları ile oynuyorlar. Tabii ki halk gelsin izlesin ama onları da bir şekilde eğitmek lazım, yol göstermek lazım. Bakın bu gişe filmi değil, komedi filmi değil. Sessiz olmak lazım, başkalarına saygılı olmak lazım ve 13 yaşından küçüklerin içeri sokulmaması lazım gibi bazı kuralların da uygulanması gerekiyor.

Sektöre gerçekten faydası oluyor mu festivallerin?

Mutlaka oluyor. Bazı festivallerde büyük para ödülleri var. Yönetmen veya yapımcılar oradan aldığı parayla bir sonraki filmini çekebiliyor. Sadece uzun metraj gibi düşünmeyelim. Kısa metraj ve belgeselciler için de güzel katkılar oluyor, onlar da para ödülü kazanıyorlar. Ya da sektörel anlamda yeni insanlarla tanışıyorlar, ortak projelere giriyorlar. Kapı kapıyı açıyor.

(28 Mart 2018)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

Çocuklar Sana Emanet

Toplum, insanı bir şekilde kendisine benzetir. Buna yönelik bir araştırma da vardı… Biri denek, üçü oyuncu dört kişiye çok basit soru soruluyor. Oyuncular bilinçli olarak yanlış yanıt veriyor. Denek, birkaç soru sonra onlara uyuyor… Çünkü dışlanmışlık duygusu kötüdür. Yanlışı bile bile yaptırır.

Çağan Irmak da aynı yanlışı yapıyor ve -filmde de geçtiği gibi- “üç harfliler”, “iyi saatte olsunlar” diyerek korku/gerilimden çok sıkıntı üretiyor.

Çocuklar Sana Emanet, gösterime aynı tarihlerde gireceği diğer -benzer konulu- film “Gerçek Kesit: Manyak” ile kesinlikle karşılaştırılamayacak denli sinema olsa da, mesaj anlamında itici kalıyor.

Taciz ve çocuk hakları

Çağan Irmak’ın filmi, her zamanki gibi 70’li yıllar müziğiyle de desteklenerek izleyiciyi içine çekiyor. Oyunculuklar da başarılı. Sürükleyici ve merak unsurunu dengeli götürüyor.

Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan ve her geçen gün daha bir nefret toplayan çocuk tacizi ve uyuşturucu sorununu ele alan film, bu anlamıyla gündemi yakalıyor.

Çok başarılı bir iç mimar olan Kerem, talihsiz bir kaza sonrasında hem ezdiği çocuğu hem de eşini kaybediyor. O acıyla her şeyden elini eteğini çekiyor. Ancak “üç harfliler” (niyeyse) peşini bırakmıyor. Kuşkusuz, kolay değildir itiraf etmek, kuşkusuz dışlanabilirsiniz, hep saklamışsınızdır içinizde unutmamacasına ama şaman bir kadının istiareye yatmasından sonra nedenini öğreniyoruz. İlginç bir öykü… Tam sinema için… İzleyiciyi de çeker.

Dokunuş…

Maderşahi bir şey de var filmde… Yanıtı verilemeyecek sorular da oluşuyor kafalarda, soğukkanlı geçişe açık olsa da… “Yaralayan da iyileştiren de bir insanın dokunuşudur” savsözlü film hayallerin ne denli belirleyici ve önemli olduğunu vurguluyor. Zaten ilgimi çeken de o oldu. Madem insan ve dokunuşu… O zaman ne gerek var cinlere, perilere. Tabii ki, insanlar yaşadıklarından çok etkilenirler, çok üzülür ve/veya sevinirler, buna da bağlı olarak kendilerini yitirebilir, unutabilirler. Eskiden “deli” denirdi ya, artık hepsinin adı var ve hastalık olduğunu biliyoruz.

Korku filmlerinin dinsel içerikle donanmasını anlayamıyorum. Gerek gerilim gerekse korku filmlerinin -bizim ülkemizin sosyoekonomik ve eğitim düzeyini de gözeterek- toplumun önünde yürümesi gerektiğini düşünüyorum.

Çağan Irmak, gerilimin içine şaman gösterisiyle sinematik bir görsellik yakalamış. Irmak’ın vazgeçemediği oyunculardan Şerif Sezer çok başarılı, Engin Akyürek de… Mekânlar da öyle.

Çocuklar Sana Emanet, yönetmen Çağan Irmak, oyuncular Engin Akyürek, Şerif Sezer, Hilal Altınbilek, Birsen Dürülü, Ogün Kaptanoğlu, Osman Alkaş… 23 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(22 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Gerçek Kesit: Manyak

Bir cümle gelir aklınıza, gelişmeye açık, işlenebilir… Kime anlatsanız kabul eder ve sizi destekler. Yardımcı olacaklarını söylerler… Hatta geliştirmek için öneriler sıralarlar. Öyle bir cümledir ki bu, hem günceldir hem de istenildiği gibi işlenmesi mümkündür. O heyecanla sarılırsınız kağıda kaleme… Çevrenizdekiler, biraz da tanınmışsanız belli destekler sunar, küçük de olsa rol alır oynarlar… Gişe için önemli bir fırsattır… Ekip kurarsınız çabucak. Sonra… sonrası filmde.

Sinema hayattır

Hemen bütün sanat dallarında çok fazla harcama yapmaksızın üretim mümkündür. Sinema ise endüstri olduğu için çok da kolay bir sanat değildir, her ne kadar teknolojinin gelişmesiyle birlikte ucuzlamış ve kolaylaşmış olsa da… Önce öykünüzü senaryo haline getireceksiniz. Mekânları belirleyeceksiniz, oyuncuları saptayacaksınız… Ekip kuracaksınız. Çekimler zaman ve para yutan canavardır, onu aşacaksınız. Montaja gelecek sıra, o da bir başka gayya kuyusu… Salon bulmanız ise bir başka bela…

Bunca sıkıntıyı hep doluya koyup aldıramayarak, boşa koyup dolduramayarak aşacaksınız. Bunun için de sürekli ama sürekli çalışmak, düşünmek, uygulamak zorundasınız. İşte, onun için sinema zordur, diğer sanat dallarındaki gibi olmadı deyip sıfırdan başlamanız da pek mümkün olmaz.

Şansı iyi kullanmak…

Sinemayı sevenler ve nasıl meşakkatli bir uğraş olduğunu bilenler kolay kolay kötülemezler bir filmi. Muhakkak gözle görülür, elle tutulur bir şey bulurlar savunacak. Sinemayı desteklemek hayatı desteklemektir çünkü.

Onur Ünlü’nün Gerçek Kesit: Manyak filminin neyini anlatabileceğimi bilemediğimden, savunabilecek küçücük bir nokta bile bulamadığımdan yazarken avuçlarım terliyor. Üzgünüm.

Televizyonların reality show furyasından tanınan Gerçek Kesit’in senaristi ve oyuncusu Cahit Kaşıkçılar ile aynı kesitten bir filmde buluşmuş Onur Ünlü. Günümüzün en önemli sorunu yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine bir de anne bağımlılığını eklemişler ve alabildiğine yoğrulabilecek bir öykü yakalamışlar. Ama derslerine çalışmadıkları için ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. Yine üzgünüm.

Filmin girişinde, televizyon programcılığına uygun “az sonra” mantığıyla çarpıcı bir görüntü var. Ama konuyla ilgili olmadığı için izleyicinin merakı çabucak sönüyor. Televizyon sunucusu (ki, benzer bir programın da sunucusuydu zamanında) çok da ilgili değil sunduğuyla. Tipik bir sunucu işte… Vazifemi yaparım mantığında, çünkü televizyon kanalları çok çalıştırıp az ücret verdikleri için insanda heves bırakmıyor… Eğretilemeler başta heyecanlandırsa da, sinema dili yaratılamadığı için yetmiyor. İnsanların kafa sesi, iyi bir trük ama uzadıkça çekilmez oluyor. (Zaten o kadar uzatılmış olmasına rağmen film 90 dakikayı bulamıyor.)

Evden gelen koku sokaktaki insanları rahatsız ediyor da, içeri giren polisler hiç etkilenmiyor (geçtim onların gelişini bekleyen muhtarı). Bu tipik bir yönetmen hatası, bizim ülkemizde oyuncular ne konuyla ne canlandırdıkları karakterl,e ne de işin özüyle ilgilenir.

Günümüzün hastalığı…

Yalnızlık ve iletişimsizlik, evet, günümüzün en önemli ve çözümü en güç hastalığı… Hepimizin başında, hepimizi etkiliyor. Sokağa çıktığınızda onlarca insanla karşılaşıyorsunuz “kafayı sıyırmış” dediğiniz. Bir uzmana sorsanız doğru yanıtı alırsınız. Hadi, diyelim ki, siz de o hastalıktan mustaripsiniz… Onlarca film bulursunuz polisiye-gerilim türünden… Kimseye sormadan, biraz dikkatle anlatabilirdiniz ne ise öykünüzün konusu…

Sakallı Celal söylesin son sözü: Silah zoruyla mı çektirdiler bu filmi size?

Gerçek Kesit: Manyak, Yönetmen Onur Ünlü, oyuncular: Cahit Kaşıkçılar, Emel Emir, Fatma Pazvant, Mehmet Vanlıoğlu, Erdal Parmaksız, Zehra Sözügüzel, Mesut Hakyemez, Berat Demireğer, Ufuk Durmaz, Çetin Altındal, Fatih Yıldızgül, Ayca Öztürk… 23 Mart’tan itibaren gösterimde…

(21 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

37. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

37. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı günler kaldı. Bu yıl 06 – 17 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 24 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas ve Rexx Sinemaları ile İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemde yer alan 20 küsur filmi takdim ediyorum.

BİR EVLİLİKTEN MANZARALAR (Scener Ur Ett Äktenskap):

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, 100. doğum yılında İsveçli büyük usta Ingmar Bergman kariyerinden tam on adet başyapıtla anılıyor festivalde. Bu seçkinin tüm değerli parçaları geniş perdede izlenmeli, ancak bir çiftin evliliklerini on yılın ardından mercek altına alan bu film, altı bölümlük bir mini dizi olarak İsveç televizyonunda yayınlandıktan sonra sinema için yeniden kurgulanarak kısaltılmıştı. Festivalde bütünlüğü korunarak 5 saatlik özgün kopyası gösterileceği için izleme listenize almayı ihmal etmeyin.

İZ SÜRÜCÜ (Stalker):

Efsane Rus sinemacı Andrey Tarkovski’nin imzasını taşıyan yapım, iki yolcunun bir rehber eşliğinde yasak bölgeye yaptığı metafizik yolculuğa dair. Yalın ama güçlü görüntüleriyle hem gerçek bir bilimkurgu hem de zengin felsefi çağrışımlarıyla tam bir zihin egzersizi olan bu benzersiz başyapıt, yıllar geçse de büyüsünü yitirmeyen sinema hazinelerinden. Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimi kaçırılacak gibi değil.

BUĞDAY:

Semih Kaplanoğlu’nun şimdiden sinema tarihimize geçen son çalışması, esinler taşıdığı Tarkovski filmiyle birlikte izlenmeli. Yakın geleceğe dair ‘Stalker’ benzeri karanlık dünya tasviri içinde, iki bilim adamının Tasavvuf inancından hareketle umuda yolculuğunu anlatan film, ‘Buğday mı Nefes mi’ sorusunu yöneltiyor izleyicisine. Vizyonda görememiş olanlar yine Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimini kaçırmasın.

PARIS, TEXAS:

‘Yol filmlerinin en içlisi, işlevsiz aile filmlerinin en yürek acıtıcısı, atsız bir western’. Festival kitapçığında ne güzel tanımlanmış bu kült başyapıt. Ry Cooder’ın klasikleşmiş müzik çalışmasıyla, aradan geçen yıllara rağmen etkileyeceğini koruyan benzersiz Wim Wenders filmi, geçen yıl kaybettiğimiz usta oyuncu Harry Dean Stanton’ı anmak için de güzel bir fırsat.

24 KARE:

Sinemada başyapıtlar üretirken fotoğrafçılığı hiç bırakmamış olan İranlı ozan Abbas Kiarostami’nin ölmeden önce çektiği son filmi, fotoğraf ve tablolardan esinlenen her biri dört buçuk dakikalık 24 kısa filmden oluşuyor. Fotoğraf çekildikten hemen sonra ne olur? Görüntünün öteki dünyası neler saklar? Film bu soruların peşine düşen bir ustalık gösterisi, sanatçının sinemaya gönderdiği veda mektubu.

12 GÜN:

Fransız bürokrasisine göre, isteği dışında psikiyatrik denetim altına alınanların hakimin karşısına çıkmak için 12 günü vardır. Gazeteci, fotoğrafçı, yaman belgeselci Raymond Depardon son yapıtında, kurumların ve bürokrasinin insanların hayatları üzerindeki etkilerini ve sorumluluklarını ele alırken Fransız adalet sistemine tartışmalı bir açıdan bakıyor, ‘deliliği’ tüm boyutlarıyla belgeliyor.

DOVLATOV:

Dünya prömiyerin Berlin’de yapan film, ölümünden sonra ünlenecek Rus yazar Sergei Dovlatov’un 1971 Leningrad’ında geçen altı gününü anlatıyor. Yönetmen Alexey German Jr. bu hikâye üzerinden dönemin entelektüel çevresi ve onların Brejnev zamanı Sovyetler Birliği ile ilişkisinin çarpıcı bir portresini sunuyor.

MİRASÇILAR (Las Herederas):

Berlin Film Festivali’nden üç ödülle dönen film, iki kadının 30 yıllık birlikteliklerinin ekonomik sorunlarla yıpranması ve yeni bir niteliğe bürünmesinin hikâyesi. Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi sınıf farklılıklarına ve kadının özgürleşmesine özgün bir bakışla yaklaşırken yılın en ilgiye değer filmlerinden birini imzalamış.

YÜZ (Twarz):

Berlin’den en iyi yönetmen ödüllü ‘Beden / Cialo’ filmiyle tanıdığımız Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska, geçtiğimiz ay yine Berlin’den, bu defa Jüri Büyük Ödülü ile dönen son çalışmasında, yüz nakli ameliyatı üzerinden derin bir kimlik ve toplum eleştirisine soyunuyor. Yönetmen filmini ‘yetişkinler için bir masal’ olarak tanımlıyor.

HANNAH:

Bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Medealar’ ile 2014 yılında festivale konuk olmuş Andrea Pallaoro, dört yıl aradan sonra çektiği ikinci filminde başrolü usta oyuncu Charlotte Rampling’e teslim etmiş. Hapse giren eşinin arkasında durmayı seçen, bir yandan güçlü, öte yandan içini kemiren şüpheyle yüzleşmekten çekinen Hannah yorumuyla Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı Rampling.

KORKUNÇ ANNE (Sashishi Deda):

Locarno’da Altın Leopar için yarışmış bol ödüllü yapım, her şeyi karşısına alıp tutkusunun peşinden gitmeye karar veren elli yaşındaki yazar ev kadını Manana’nın hikâyesi üzerine. Gürcü yönetmen Ana Urushadze’nin ilk uzun metrajı, geçtiğimiz yıl festivalde ilgiyle izlenen ‘Benim Mutlu Ailem’den izler taşıyor.

MAKALA:

Prömiyerini yaptığı Cannes Eleştirmenler Haftası’ndan büyük ödül ‘Altın Göz’ ile dönen film, Gus Van Sant’in ‘Gerry’, Bela Tarr’ın ‘Torino Atı’ndan esinlenmiş. Bu şiirsel belgesel, Dominik Cumhuriyeti’nin güneyinde aşırı yoğun kömür imalatı nedeniyle bitki örtüsüyle hayvan nüfusu neredeyse tükenmiş olan bir bölgede, hayatını kömür yapıp satmakla kazanan genç bir adamın hikâyesi üzerine.

EV:

İranlı sinemacı Asghar Yousefinejad hayranlık uyandırıcı bir yönetmenlikle kotardığı ilk uzun metrajında, bir vasiyetin hikâyesini anlatıyor. Neredeyse tek mekanda geçen ve sürükleyici psikolojik gerilimini hiç kaybetmeyen, oyuncuların harika performansları ile dikkat çeken film festivalin keşif avcıları için.

TRANSIT:

Alman sinemacı Christian Petzold’un Berlin’de dünya prömiyerini yapan son filmi, günümüzün göçmen krizine Avrupa’nın geçmişinden bakıyor. Usta yönetmen tarihten ödünç aldığı öyküyü günümüz Marsilya’sında çekerek 75 yılda çok az şeyin değiştiğini vurgularken, göçmenlik ve arada kalmışlığa dair bir tartışma başlatıyor.

ATÖLYE (L’Atelier):

Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden Laurent Cantet’nin, bir grup genç yazar adayını bir atölye çalışması için ünlü bir yazar rehberliğinde bir araya getirdiği son filminde, gençlerden kasabanın endüstriyel geçmişiyle bağ kuracak bir suç romanı yazmaları isteniyor. Cantet, kurgu ve yaratıcısı arasındaki ilişkiyi masaya yatıran filminin senaryosunu, önceki filmlerinde olduğu gibi, geçtiğimiz yıl ‘Kalp Atışı Dakikada 120’ ile dikkatleri çeken Robin Campillo ile birlikte yazmış.

TARİHSİZ, İMZASIZ (Bedoune Tarikh, Bedoune Emza):

Festivalde keşfedilmeye değer bir İran yapımı daha. Selanik’ten Fipresci ödüllü filminde yönetmen Vahid Jalilvand, suçluluğun pençesinde kıvranan bir doktorun trajik günlerini mercek altına alıyor. Korkaklık, şüphe ve dürüstlük gibi kavramları ahlaki bir ikilem üzerinden sorgulamaya girişiyor.

DUA (La Prière):

Berlinale 2018’den en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönen filmde, genç Anthony Bajon dua yoluyla kurtuluşu arayan genç bir eroin müptelasını canlandırıyor. Fransız sinemasının deneyimli isimlerinden Cédric Kahn’ın yönetmenliğini yaptığı film, inanç, din ve bağımlılık konularına çok farklı bir noktadan yaklaşıyor, duanın dönüştürücü gücünü keşfe çıkıyor.

POROROCA:

Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan film, Romen Yeni Dalga sinemasının son ürünlerinden biri olarak keşfedilmeyi bekliyor. Yönetmen Constantin Popescu bu üçüncü uzun metrajında, özellikle 18 dakikalık kesintisiz park planıyla övgüleri topladı. Beş yaşındaki küçük kızlarının kaybolmasıyla hayatları alt-üst olan ailenin hikâyesini anlatan filmdeki baba rolüyle San Sebastian Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu seçilen Bogdan Dumitrache’ye özel dikkat.

ÇİĞ SÜT (Petit Paysan):

Genç Fransız yönetmen Hubert Charuel, ‘En İyi İlk Film’ dahil üç Cesar ödülü kazanan filminde, büyük tarım şirketlerinin karşısında ezilen küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesini akıllıca yazılmış bir senaryo ve doğal bir sinema diliyle anlatıyor. Film geçtiğimiz yıl ‘Avrupa Sinema Ödülleri’nin ‘keşif’ dalı adaylarından biriydi.

KARANLIKLAR VADİSİ (Skyggenes Dal):

İlk gösterimini Toronto Film Festivali’nde yapan film, İskandinav masallarından esinlenen yeni nesil gotik bir çalışma. Yönetmen Jonas Matzow Gulbrandsen 35 mm peliküle çektiği ve çocukluk korkularının tedirginliğini perdeye taşıdığı filminde, Polonyalı büyük usta Krzystof Kieslowski’nin vazgeçemediği Zbigniev Preisner’in film için bestelediği müzik özellikle dikkat çekiyor.

WESTERN:

Bir grup Alman inşaat işçisinin Bulgaristan kırsalında, evlerinden çok uzakta çalışmalarına dair bir hikâye anlatıyor Valeska Grisebach imzalı yapım. Aralarından biri, sıradan bir yabancı olmayı reddederek, inşaat alanının yakınlarındaki bir köyün sakinleriyle arkadaşlık ilişkisi kurmaya girişiyor. Film, adından da anlaşılacağı üzere, Western ikonografisini kullanarak oldukça güncel bir ‘yabancılık’ tartışmasına soyunuyor.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vadeden yapımları ele alacağız.

(21 Mart 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 37 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 37. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla, 06 – 17 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 9 ayrı sinema salonunda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler de yer alıyor.

İstanbul Film Festivali ve ana sponsor Vodafone Red işbirliği bu yıl getireceği teknolojik yeniliklerle festivalin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamayı amaçlamış. 37. festivalin açılış ve kapanış törenleri gibi birçok etkinliği canlı izlenebilecek. Bu yıl Beyoğlu ‘Yapı Kredi Kültür Sanat’ta yer alacak ‘Festival Merkezi’nde gerçekleştirilecek söyleşiler ve festivalin ulusal ve uluslararası konuklarıyla gerçekleştirilecek seçili röportajlar dijital ortamda takip edilebilecek. Sinemaseverler sadece İstanbul’dan değil, tüm Türkiye’den saatleri ve programı festival tarafından duyurulacak dijital seanslarda film izlemenin keyfine varacaklar.

Programına aldığı 198 uzun metrajlı, 12 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, dünya sinemasının en saygın yönetmenlerinden Ingmar Bergman’ı doğumunun 100. yılında özel bir seçkiyle anıyor. Bu bölüm için Türkiye’den 10 yönetmen İsveçli ustanın çağdaş sinema sanatına yön vermiş filmlerinden kendilerini en çok etkileyenleri seçtiler. Semih Kaplanoğlu’ndan Reha Erdem’e 10 tanınmış sinemacımız ‘Yaban Çilekleri’nden ‘Güz Sonatı’na Bergman filmlerinin festival gösterimlerini bizzat sunacaklar.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan 37. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’ ve ‘Gömülü Hazineler’ kapsamında usta sinemacıların başyapıtları, kayıp, kült veya yeniden gündeme gelmiş klasiklerin dijital restore edilmiş sinema kopyaları yer alıyor.

‘Cinemania’ kapsamında, iki yıl önce aramızdan ayrılan İranlı usta Abbas Kiarostami’nin fotoğraf ve tablolardan esinlenmiş her biri dört buçuk dakikalık 24 kısa filmden oluşan sinemaya veda mektubu ’24 Kare’, Eylül ayında kaybettiğimiz Harry Dean Stanton’ın anısına gösterilen Wim Wenders imzalı kült başyapıt ‘Paris Texas’, yine yakınlarda yitirdiğimiz Jeanne Moreau anısına programda yer alan François Truffaut klasiği ‘Siyah Gelinlik / La Mariée Etait En Noir’ ilk bakışta dikkat çekenlerden.

İki yıl önce program kapsamına alınan ‘Gömülü Hazineler’ seçkisi yine ilginç yapımlar içeriyor. 1960 yapımı bizde hiç gösterilmemiş Leslie Stevens filmi ‘Özel Mülk / Private Property’, unutulmuş Joseph Losey filmi ‘İki Kaçak / Figures In A Landscape’, Tayvanlı usta Hou Hsiao-Hsien’in kariyerinin kilit yapıtlarından ‘Nil’in Kızı’ bölümün heyecan verici sürprizlerinden. Efsane Rus sinemacı Andrey Tarkovski’nin benzersiz başyapıtı ‘Stalker / İz Sürücü’‘Mimari Ütopyalar-Sinematik Distopyalar’ seçkisi dahilinde Atlas Sineması’ndaki tek gösteriminde bir kez daha geniş perdede izleme şansı bulacağız. Sinemamızın değerli kadın yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1987 yapımı ‘İpekçe’si yenilenmiş kopyasıyla festivalin bir diğer armağanı olarak programda yer alıyor.

İki yıl önce ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Berlinale 2018’in ödüllü filmleri bu listeye dahil. Sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar ve ülkemiz sinemasından yirmiyi aşkın yepyeni kurmaca uzun metraj filmin yanısıra, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festival filmlerine ilişkin önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Festival biletleri 24 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren (hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı fiyatlarla) Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden satışa sunuluyor.

(15 Mart 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kaybedenler Kulübü Yolda

Bir araştırmada, insanların sinemaya gündelik yaşamdan sıyrılmak amacıyla, rahatlamak için gittiklerini okumuştum… Komedi filmlerinin bunca çok izlenmesinin nedenini açıklıyor bu sonuç. Sadece; gerek ekonomik, gerekse sosyal sorunların çokça yaşandığı bizde değil, bir sürü nedenle bütün ülkelerde geçerli bu durum. Buna ek, bir de korku/gerilim filmlerini saymak gerekir. Gizli, bilinçaltına yönelik yeni deyimle subliminal mesajları olanların dışında doğrudan mesaj veren filmleri pek tutulmuyor. Pek ders veriyor gibi geldiğindendir…

Kaybedenler kulübü

Bir radyoda doğaçlama gelişen, aslında “geyik” konuşmalar yapan iki arkadaşın yaptığı program; konuşanların sakinliği ve doğallığından kaynaklı çok tutmuş ve filmi Kaybedenler Kulübü, çekilmişti. İzlenme oranını bilmiyorum ama kamuoyu oluşturması açısından hâlâ dillerde, hâlâ anılıyor. Bu kez iki arkadaş, tatildeler… Sıkı bir yol filmi bekliyor bizi.

İlkini Tolga Örnek çekmişti, bu kez rejide Mehmet Ada Öztekin var. İlki ağırlıklı radyo programıydı… Bu ağırlıklı olarak yol maceraları. Bir bakıma Akdeniz ve Ege’nin doğal güzellikleriyle tarihini de tanıyoruz. Her ikisinin de görüntüleri iyi, ışık sağlam, montajı eksiksiz. Her ikisinde de oyuncular çok başarılı.

Erkek filmi…

Küfürler ve içki/sigara dolayısıyla değil, mantık açısından bakınca erkek filmi Kaybedenler Kulübü Yolda. Yolda olan, daha ağırlıklı. “…ama öyle bir olay örgüsü, onu anlatıyor” diye savunmanın yersizliğini ileri süreceğim. Tam bir maço iki arkadaş. Sadece kendilerini düşünüyorlar. Kimseyi zorlamıyorlar, tamam, tacizde de bulunmuyorlar, lâfla bile. Kadını açıkça aşağılıyorlar.

Bir kuşağı, erkek anlayışını tanımak için savunusu da yetmiyor. Sonunda yine kadın başarılı oluyor, kendisine çekiyor erkeği diyenler avunuyorlar bence.

Peki, kötü bir film mi Kaybedenler Kulübü Yolda? Hayır! Kesinlikle kötü değil, birçok yönüyle çok güzel, çok başarılı bence. Yine de Kadınlar Günü’nün hemen peşine bu kadar seksist, bu kadar erkek yanlısı film girmeseydi gösterime, demekten alamıyorum kendimi. Bir de vurdumduymazlık, umursamazlık, boşvermişlik var ki evlere şenlik. İzlemek gerek.

Can alıcı nokta

Gelelim en önemli, can alıcı noktaya…

Kaybedenler Kulübü Yolda, ancak sinemada izlenir. Çünkü RTÜK gibi bir sansür kurumu var tepemizde… Sigara ve içki buzlanmak zorunda kalıyor, küfürlü sözler de ‘bip’leniyor. Yani sinema dışında izlemek pek kolay değil, zaten görüntünün güzelliğini almak ve o tadı yaşamak istiyorsanız muhakkak salonda izleyin.

Kaybedenler Kulübü Yolda, yönetmen Mehmet Ada Öztekin, oyuncular Nejat İşler, Yiğit Özşener, Hande Doğandemir, Merve Çağıran, Rıza Kocaoğlu, Sarp Akkaya… 16 Mart’tan itibaren gösterimde…

(15 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Stalin’in Ölümü

“Anı yaşa” derler ya… Stresten kurtulmak için, geleceği düşünmemek, geçmişe üzülmemek, ne olup olmayacağıyla ilgilenmemek gerektiğini söylerler. Bilmem artık hayatın ne kadarını taşır ama bir bildikleri vardır ki söylerler, doktorlar bile. Oysa akşam ne yiyeceğinizden, çocukların eğitimine, sağlık sorunlarından soğuğa sıcağa kadar her şey (komşudan gelen gürültü bile… çünkü yazmamı engelliyor neredeyse) sizin yaşama sevincinizi belirler. Bir şeyler yapmak gerekirken, nasıl olur da o anı yaşarsınız?

Tam da bunu içeren (dikkat edin, anlatan demiyorum) bir film Stalin’in Ölümü. Ekonomik durumu, sınav stresini, savaşın yıkımını unutmak için birebir. Tarihsel doğrularla ne kadar örtüştüğü kesinlikle kuşku götürecek kadar abartılı ve ters, ama keyifle izletiyor ve reel yaşamın sıkıntılarını alıp gidiyor.

Kara propaganda…

Stalin’in Ölümü filmini sırf içeriği, siyasi mesajları dolayısıyla izlerseniz tırnaklarınızı yiyebilirsiniz sinir ve stresten. Oysa sinemanın rahat koltuğuna yayılır da görüntülerin akışına kaptırırsanız kendinizi keyifli bir şekilde, stresinizi atmış olarak çıkabilirsiniz.

Seçim, yani tercih sizin. Stalinist arkadaşlar, yerden yere vururken, Rusya’da bile gösteriminin yasaklanmasına atıf yapıp sizi etkilemeye çalışırken karşıt düşüncede olanlar, Nazi Almanya’sı ile İkinci Dünya Savaşı’nda ölen milyonlarca insanla bağdaştırmaya çalışacaklar Sovyet liderini.

Abartı sanatı

Komedi, biraz da abartma sanatı değil midir? Dozu biraz -biraz mı? Çoktan da çok- kaçmış propagandanın… Sadece bir kişiyi değil, bir siyaseti, bir düşünceyi, bir ülkeyi karalamaya varmış.

Buradan bir sonuç çıkarmamız gerekirse… Bir lideri ve düşüncesini, Stalin’in Ölümü ile yargılamayı bırakıp bir tarafa, filmin (resmiyle, müziğiyle, ışığıyla, kostümüyle, montajıyla) tadını çıkarmak daha doğru olacaktır. Yargı için daha çok okuyup daha çok izlemek, daha çok tartışmak gerekir.

Stalin’in Ölümü, Yönetmen: Armando Iannucci, oyuncular: Andrea Riseborough, Jason Isaacs, Olga Kurylenko, Tom Brooke… 16 Mart’tan itibaren gösterimde…

(12 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayat, Aşk ve Kontrol

Paul Thomas Anderson’ın sekizinci filmi ‘Phantom Thread’, Amerikalı sinemacının hayranlık uyandıran son çalışması. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan usta yaratıcı, Upton Sinclair uyarlaması ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’dan sonra bir kez daha işbirliği yapıyor çağımızın en iyi oyuncularından Daniel Day-Lewis ile. Aktör son filmi olduğunu beyan ettiği yapımda 50’li yıllar Londra’sının tanınmış giysi tasarımcısı Reynolds Woodcock’a hayat veriyor. Mükemmelliyetçiliği ile tanıdığımız Woodcock, yazar/yönetmenin hayal gücünün ürünü bir kişilik. İngiliz asıllı Amerikalı modacı Charles James’den ve daha çok Christian Dior’un ustaların ustası olarak andığı İspanyol tasarımcı Cristóbal Balenciaga’dan esinlenmiş bir karakter.

Savaş sonrası İngiliz modasının merkezinde, kraliyet ailesini, film yıldızlarını, mirasyedi sosyetik hanımları kendi tarzıyla giydiren Woodcock, tanınmış moda tasarımcıları gibi kontrollü, aşırı titiz, talepkâr bir yaşam sürer. Sahip olduğu moda evi biricik yardımcısı kızkardeşi Cyril’in yönetimi ve gözetimi altındadır. Kendini tamamıyla işine (sanatına) vermiş olan Woodcock, müzmin bekar hayatı sürmektedir. Kadınlar ilham kaynağı olarak hayatına girer ve çıkarlar. Taşradaki nadir bir mola anında karşılaştığı Belçikalı garson kız Alma, alıcı bakışlarıyla orta yaşlı adamın ilgisini çeker. Genç kadın kısa sürede onun hayatında ilham perisi, gözde modeli ve sevgilisi olarak kalıcı bir yer edinir. Lakin işkolik Reynolds, titizlikle organize ettiği hayatının aşkla meşkle altüst olmasına izin vermeye hiç niyetli değildir. Buna karşın Reynolds’u seven ve ona tutkuyla bağlı olan Alma, kendine özgü alışılmadık bir yöntemle onu yola getirmeye kararlıdır.

Türkçe isim konmamış filmin özgün adı, ‘kumaşın içine gizlenmiş dikiş’ anlamına geliyor. Reynolds öylesine tutkuludur ki yaratırken, hazırladığı giysinin astarına, sahibine ithafen görünmez bir dikişle ‘bir talihsizlik yaşamayasın’ benzeri temennilerini yazdığı notlar iliştirir. Sanat ile ticaret arasındaki ezeli kavga doğrultusunda tasarımlarının ticari bir meta olarak teşhir edilmesine itiraz eder. Bir sarhoşluk anında hazırladığı kostüm ile yatağa giren kontesin üzerinden giysiyi çekip çıkardığı coşkun sahnede delice takıntısı tavan yapar.

Bir ‘Pygmalion’ hikâyesi görünümünde başlar ‘Phantom Thread’. Raymonds ürkek Cinderella’sını zengin şölen sofralarında gerçek prenseslerin görkemli dünyasına yerleştirir. Ancak bir peri masalı değildir izlediğimiz. Filmin açılış sahnesinde dile getirdiği üzere, Reynolds hayallerini gerçek kılmıştır, evet. Ancak bunun karşılığı olarak Alma ona her bir zerresini vermiştir. Ama yağma yoktur. Reynolds’un buz kesmiş kalbinin kilidini açmaya, annesinin hasretini çeken onun içindeki büyüyememiş çocuğa soluk aldırmaya niyetlidir genç kadın.

47 yaşındaki Anderson’ın kılı kırk yaran, eserinin her bir karesinin kontrolünden çıkmasına izin vermeyen bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Bu çalışmasında görüntü yönetmenliğini de bizzat üstlenmiş. Keza ‘Method oyunculuğu’nun zirve isimlerinden Day-Lewis de aynı kumaştan bir sanatçı. İkilinin kafa kafaya verip geliştirdikleri (hatta Reynolds Woodcock adının Day-Lewis tarafından önerildiği) tasarımcı karakterinin Anderson’ın örtülü alter-ego’su olduğunu da düşünebiliriz. Ancak Amerikalı yönetmen, Reynolds denli takıntılı yaşamadığını, 12 yıldır evli olduğu aktris eşi Maya Rudolph ve dört çocuğuyla birlikte, zaman zaman kaotik hale bürünebilen bir özel hayatı olduğunun altını özellikle çiziyor.

‘Phantom Thread’ ilişkiler üzerine yaman bir deneme. Anderson deneyimlediği ve şahit olduğu benzer ikili ilişkilerden yola çıkarak, filmin iskeletini teşkil eden erkek-kadın beraberliğindeki durmadan değişen güç dengelerinin izini alışılmadık yöntemlerle tasvire girişmiş, böylelikle kariyerinin en kışkıtıcı aşk serüvenini imzalamış. Yönetmen hasta yatağında yattığı bir döneminde karısı onunla ilgilenirken filmin hikâyesi şekillenmeye başlamış zihninde. Sevgi ve ihtimama muhtaç bir halde, kendini zayıf hissettiği bir durumda hayatı ve uğraşları üzerindeki kontrolü kaybetme duygusu iyi gelmiş ona. Hasta yatağında Alma’nın ihtimamına sığınan Reynolds’un huzuru keşfetmenin tuhaf hazzı içinde oluşu gibi.

Hitchcock’un Daphne du Maurier uyarlaması Rebecca (1940) ya da 1944 yapımı George Cukor filmi ‘Işıklar Sönerken / Gaslight’ benzeri, Hollywood’un hazine değerindeki eski gotik aşk öykülerine tutkun Anderson. İsyan eden bir Rebecca hayal etmiş hep. Onun başkaldıran Rebecca’sıdır Alma. Laurence Olivier kumaşından Day-Lewis’in onu kendi yaratım evreninin bir ürünü, sofrasında ve yatağında birlikte olduğu halde yalnızca tasarımlarını taşıyan bir beden olarak görmesine itiraz edecek, üstadın hayatına girmiş diğer kadınların aksine yaratıcının boyunduruğu altına girmeyi reddedecektir.

Bir peri masalından, aşk ile mazoizmin sınırlarında gezinen hınzır bir deneyime dönüşen filminin ana karakteri olarak bir giysi yaratıcısını seçmesini, bu evrenin sinematografik çekiciliğine bağlıyor Anderson. Zarif iç mekanlar ve danteller arasında usul usul ilerleyen ve bizlere Visconti sinemasını anımsatan bir esere imza atıyor. Muazzam Day-Lewis’e Anderson’ın ilk güçlü kadın karakteri olan Lüksemburglu keşfi aktris Vicky Krieps ile ‘Rebecca’nın Mrs. Danvers’ini anımsatan bir rolde İngiliz oyuncu Lesley Manville eşlik ediyor. Jonny Greenwood’un nefis müzik çalışmasına, Schubert, Brahms, Fauré ve Debussy gibi klasik bestecilerin ölümsüz ezgileri eşlik ediyor. Brahms’ın valsinde (opus 39 si minör) İdil Biret’in usta yorumunu dinliyoruz. Her filmi ile gönüllerimizi fetheden çağımızın en önemli yaratıcılarından Paul Thomas Anderson son başyapıtını, geçtiğimiz yıl Nisan ayında kaybettiğimiz, yapıtlarından ve derin hümanizminden etkilendiğini belirttiği yakın dostu ve ustası yönetmen Jonathan Demme’e ithaf etmiş. Geniş bir perdede iyi bir ses düzeniyle izlemeyi ihmal etmeyiniz.

(08 Mart 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Andy Weir’in Yeni Romanı Artemis de Film Oluyor

Yazar Andy Weir’in 2011 yılında yayımlanan Marslı adlı bilimkurgu romanı, 2015 yılında yönetmen Ridley Scott tarafından filme uyarlanmıştı. Başrolünde Matt Damon’ın oynadığı filmin Oscar adaylığı ve bir Altın Küre ödülü de bulunuyor.

Weir’in yeni romanı Artemis’in de film hakları satıldı. 20th Century Fox‘tan reddemeyeceği bir teklif aldığını belirten Weir’a göre, bu kitabın filmi de Marslı’yı beyazperdeye taşıyan ekip tarafından çekilecek.

20th Century Fox şirketi de Marslı’nın başarısından dolayı Andy Weir’in konusu Ay’da geçen yeni romanı Artemis’in film uyarlamasını çekeceğini duyurdu. Filmin yönetmenliğini Phil Lord ile Christopher Miller yapacak. Prodüktörleri ise Marslı filminin de yapımcılarından Simon Kinberg ile Aditya Sood olacak.

Artemis, Goodreads okurlarına göre 2017’nin en iyi bilimkurgu romanı. Dilimize İthaki Yayınları tarafından kazandırılan kitabın çevirmeni Marslı’nın da çevirmeni olan Emre Aygün.

Weir, Ay’daki hayali şehri tasarlamak ve gerçekçi kılmak için haftalarca araştırma yapmış. Ayrıca kitabın ismini seçerken Yunan mitolojisindeki Güneş Tanrısı Apollo’nun kardeşi Ay Tanrıçası Artemis‘i uygun görmüş.

Bize yeni bir uzay macerası sunan Artemis, Jasmine Bashara’nın hikâyesini anlatıyor. Yirmili yaşlarında olan Jasmine, küçük kasaba hayatını terk etmek isteyen amaçsız bir genç kız. Kendisinden kısaca Jazz olarak bahsedilen bu karakter Ay’daki Artemis isimli kasabada yaşıyor. Böyle bir kasabada yaşayabilmek için ya zengin bir turist olmanız ya da bir milyoner olmanız gerekiyor. Jazz hiçbir zaman kahramanlık peşinde koşmamıştı. Tek isteği zengin olmaktı. Ek iş olarak kaçakçılık yapan Jazz’in hayatı karşısına reddedemeyeceği bir teklif çıkınca tamamen değişir.

Artemis’in ön okuması için tıklayınız.

(08 Mart 2018)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

Işığımızın Emekçileri

Işık artı hareket eşittir sinema, bir tanımdır ama sadece sinemanın değil aslında hayatın tanımıdır daha çok. Bir başka deyişle “sinema hayattır” anlamındadır ve bu çok önemlidir. Buna da bağlı olarak belgesel sinema bize bizi gösterir, izletir. Kendinizi görürsünüz beyazperdede, ekranda… kendinizdir o sureti yansıyan. Belgesel çok önemlidir (hatta anketlere göre) herkesin izlediğidir. Ancak yine de hak ettiği değeri bulmaz hayatın içinde.

Belgeselci arkadaşlarımız, hayatın içinden küçük ayrıntılar üzerinden giderek önemli şeyler anlatırlar bize zorlu koşulları aşarak. Kolay değildir, bizse rahat koltuklarımızda ahkâm keseriz acımasızca, şurası olmamış, burası uymamış…

Hat bakım ustaları

Metin Avdaç, yıllarca emek verdiği bir alanda (enerji nakil hattı bakım teknisyenliğinden emekli) yaşanan haksızlığı anlatıyor yeni filmi “Işığımızın Emekçileri”nde… 11 yıla dayanan bir süreçte ilmek ilmek işlediği, karda fırtınada, zor koşullarda gerçekleştirdiği çekimleri bir inci gibi işleyerek (Burada Thomas Balkenhol’ün desteğini unutmamak gerekir… muhakkak ki, böylesi çalışmalara emeğiyle birlikte her şeylerini katıyorlar ışıkçısından müzikleyenine, afişini tasarlayanından taşıyanına dek) sunuyor.

İnsan emeğiyle yapılmak zorunda olan bir iş bu. Zaman kaybettirmeye izni yok. O anda, hemen çözümlenmezse sorun tepeden tırnağa kızıyor, sinirleniyor, köpürüyor herkes. İçyüzünü bilmeden, belki de haksız yere giden küfürler ediliyor birbiri ardınca…

Emek yoğun mücadele

Her şeyimiz elektrikle artık. Elektrik yoksa her şeyimiz duruyor, yapabilecek hiçbir şey kalmıyor… Evlerimiz soğuyor, yemeklerimiz pişmiyor, raylı toplu taşıma araçları hareket etmiyor, suyumuz kesiliyor, bilgisayarlarımız duruyor ve daha nicesi… Peki, kim getiriyor o gideni geri? Masa başında oturup ahkâm kesenler değil, olağanüstü koşulları yenmeye kararlı işçiler. İşte, o işçileri anlatıyor “Işığımızın Emekçileri”.

Küfretmeyin…

Elektriğiniz kesildiğinde, işinizin yarım kalması nedeniyle üzüntünüzü o canla başla, canı burnunda, ölümle kucak kucağa çalışan emekçi insanlara küfretmeyin. İnanın ki, sizden daha çok üzülüyorlar yaşanan o arızalara. Hatta onların üzüntüsü çoklu. Birincisi; evlerinden çıkıp dağ başlarına gitmek, o devasa direklerin tepesine çıkmak zorundalar, güneşin ezmesini, fırtınanın kırbaç gibi yüzlerine vurmasını, karla birlikte donan ellerini umursamadan… İkincisi; canlarını bile feda ederler de, yoksunluklar büküyor bellerini… Malzemeleri yetersiz, lojistik destek neredeyse hiç gelmiyor. Sorunlarını dinleyecek kimseyi bulamıyorlar. Olmazsa olmaz denilecek ihtiyaçları bile karşılanmıyor.

Tam da onun için onlar küfredebilirler, çaresiz insan küfredermiş çünkü. Elektriksiz kalınca bizler de çaresiz kaldığımız için bizim de katılmamız pek haksız sayılmaz küfretmeye… Ama biz, onların küfrettiklerine küfretmeliyiz. Ücretini az ödeyenlere, ihtiyaçları yerine getirmeyenlere, karşılamayanlara, özlük hakları ve sendikal çalışmaları engelleyenlere…

Teşekkürler…

Emeğine çok teşekkür ediyoruz bu gözlerden ırak ama çok önemli bir çalışma alanını ve çalışanlarını bizlere gösterdiği için “Işığın Emekçileri”ni yapanlara, yaratanlara… hem de tepeden tırnağa.

Işığımızın Emekçileri, Metin Avdaç, montajda Thomas Balkenhol, özgün müzikte Güldiyar Tanrıdağılı ve Duygu Demir desteklemiş.

(06 Mart 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Seven Ne Yapmaz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Memlekette o kadar çok film festivali yapılmaya başlandı ki artık takip etmekte zorlanmaya başladık. Biri bitmeden diğeri, hatta ikisi, üçü birden başlıyor. Aralarda da sos niyetine film günleri, haftaları yapılıyor. Bence her film festivali bir salonla anlaşmalı, yıl boyunca kendi konseptine uygun olan eski-yeni filmleri döne döne göstermeli. Hangi zaman aralığına yerleşelim diye ne siz uğraşın, ne de biz hangisini takip edelim diye koşuşturalım. (09 Aralık 2017)

Hemcinsleri lüks ve bakımlı bahçelerde zevk ve sefa içinde yaşarken, rüzgârın savurduğu bu garibim çiçek yol kenarına sığınmış. Bu dahi bir lütuf. En azından deniz manzarası var, esaret altında değil; kendi keyfince yapraklanıyor. (04 Aralık 2017)

65 yaşı geçmenin bir güzel tarafı da gittiğin durağa göre ücret alınan minibüslerde (Muğla ve ilçeleri) yaşanıyor. Bedava olduğu için şuradan bindim, burada ineceğim derdi yok. Biniyorsun, iniyorsun. Biniyorsun, iniyorsun. Nereye eserse oraya. Gülmeyin, bir gün herkes 65 yaşını geçecek. Kaçış yok. (04 Aralık 2017)

Baktım herkes, “Müsait olan bir yerde ineyim.” diyor, değişiklik olsun deye “Müsait olmayan bir yerde ineyim.” dedim. Şoför arkadaş hiç tepki vermedi; esprim boşa gitmesin diye buraya yazdım. (04 Aralık 2017)

Farklı bir açıdan baktığımızda sanatçıların işi gerçekten iki kez zor. Bir taraftan hayatlarını idame ettirmek için para kazanmak zorundalar, diğer taraftan sanatlarını layıkıyla yaparak şöhretlerini ve örnek kişiliklerini sürdürmek mecburiyetindeler. Misalen, bir bakıyorsun başımızın tacı sanat müziği şarkıcımız bir taraftan “Tûti-i mûcize-i gûyem, ne desem lâf değil” şarkısını söyleyerek sanatının müspet tarafından puan topluyor, iki şarkı sonra “Ablan kurbaaan olsun sana” diyerek parasını kazanıyor mecburen. Bir bakıyorsun yerli filmlerimizin tonton dedesi oyuncumuz Kerime Nadir uyarlamasında ailenin sevimli ihtiyarı olarak perdeye geliyor, iki film sonra bakmışsın C sınıfı bir kovboy filminde belinde tabancasıyla kovboyculuk oynuyor. Konuya müspet başladık, sanat, hayat gailesi, vs, vs.; doğrudur, hepsi tamam da yapılan işlerde biraz ahenk, biraz uyum, bir miktar paralellik olması gerekmez mi azizim? He? (05 Aralık 2017)

Türk sanat müziği de bazen kafa karıştırıyor. Birisinde “Git mutlu olacaksan beni düşünme, sen iyi bak kendine beni dert etme.” diyor sevgiliyi özgür bırakıyor, diğerinde “Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, annen bile okşasa benim bağrım kan olur.” diyerek neredeyse sevgiliye pranga vuruyor. (07 Aralık 2017)

Habere göre “kar hayatı felç etmiş”. Niye ki? Hayat sadece güneşli günlerden mi ibaret. Kar da, yağmur da, fırtına da hayatın parçası değil mi? (07 Aralık 2017)

Kayınbiraderim palamutları tepsiye dizerken ben dolaptan zer-zevatları (“altın kişiler” manasına da geliyor) çıkarıyorum. Limona uzanırken yandan hafiften buruşmaya yüz tutmuş iri armudu görünce gayriihtiyari “Armut ayvayı yemiş.” deyiverdim. Gülüştük. Çok şükür böylece günümüzün modasına uygun olarak meyvaları da birbirlerine düşürmüş olduk. (18 Aralık 2017)

Telaşlanmayın, her şey geçecek. “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” işin tesellisi; o dahi geçecek. Dedesinin dedesinin hoş sedasını hatırlayan mı var? (21 Aralık 2017)

“Güneydoğuda rüzgârlar hava kalitesini düşürüyor.” Hadi ben söylesem neyse de, bu cümleyi hava durumu sunan bir skiper söylüyor. Rüzgârın da, havanın da kalitesi her zaman yerli yerindedir kardeşim; rüzgâra ve havaya saygı göstermeye davet ediyorum sizi. (23 Aralık 2017)

Farkında mısınız, her “gün” geçip gittikten sonra “hey gidi günler”e dahil oluyor. O nedenle bu gün olumlu düşünün, iyi şeyler yapın, neşeli ve mutlu olun, insanların, hayvanların ve doğanın günü güzel geçirmesine katkıda bulunun. (24 Aralık 2017)

Kasabamızda (Şişli) nereden baksan 24 saattir sular kesik. Ne içebiliyorsun, ne… içebiliyorsun. Ellerimi yıkayacağım, musluktan tıss sesi bile gelmeyince önce su’ya giydirmeye niyetlendim, sonra fren yaptım. Garibim suyun bir suçu yok, O bizden de mağdur durumda. Derelerde, tepelerde şaldır şaldır akarken insanoğlu O’nun da yolunu hes’lerle baraj’larla kesmiş, 1600 mm çaplı borulara hapsetmiş. Neticede yeryüzündeki olumsuz her ne varsa biz, insanlar suçluyuz. Yönetimden sorumlu insanlara giydirdim. (24 Aralık 2017)

Vallahi ben şuraya, facebook tarihine not düşeyim de siz yine bildiğinizi okuyun. Kültür Bakanlığı’nın verdiği parayı geri ödememek için bazı filmlerin yılın son haftalarında tek kopya ile vizyona çıkarılmaları bendenizi fevkalâde rencide ediyor. Parayı kurtarıyorsunuz ama bu bir çeşit “kanunun ardından dolanma” olayı filminizin üzerine ilelebet yapışıp kalıyor. Pekâlâ alâkası var bir benzetme yapayım: Fi tarihinde büyüklerimiz “Koalisyonlardan memlekete bir fayda gelmez” deyip seçim yenilemişti, şimdi ise “Seçim ittifakı” adı altında gizli koalisyon yapıp seçime gitmeyi tartışıyorlar. Yapılacak öyle ittifaklara da oy vermeyeceğimi şimdiden belirteyim. (27 Aralık 2017)

(02 Mart 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com