Kategori arşivi: Yazılar

Şu Ergenler Arasında…

Tesadüfler insanı sevindirir çoğunlukla… Bir müjde gibi, bir mutluluk kaynağı olarak çıkar karşınıza, gülümsetir insanı.

Ergen çocuk babası olarak, en büyük sıkıntımız oğlumla aramızda bir türlü tutturamadığımız iletişim. Yaş farkı da var, ama bunun yeri ve sırası değil… İnadına karşı çıkıyor, bir söylediği diğerini tutmuyor, lâf kalabalığına getirip kendisini haklı çıkartıyor. Okulunu, ders çalışmasını geçtim… Alıp başını gezmeye gidiyor, biz köşedeki bakkala gittiğini sanırken… birkaç araç değiştirerek gittiği Sultanahmet’ten, Ayasofya Müzesi’nden, Arkeoloji Müzesi’nden, gıcıklığını katmerlendirmeyi sağlayan fotoğraflar yolluyor. Annesi bir yandan, ben öte taraftan elimiz ayağımız buz kesiyoruz…

Keyifli ve doyumlu dönem…

Kuraldışı Yayınları arasından çıkan (1-5 çocuklar için “Denemediğim Yol Kalmadı”, 6-11 yaş arasındakiler için “Sabrımı Zorluyorsun”dan sonra) 12-17 yaş dönemini ele alan “Artık Hiç Anlaşamıyoruz” kitabını okudum. İlginç bir yaklaşımı var yazarın… Keşke yukarıda adını sıraladığım iki kitabı da okumuş olsaydım, belki daha iyi olurdu aramız.

Ergenlerin sorunlarının temelinde yatanları, bunların nasıl karşılanması gerektiği, ne yapılırsa hasarsız ve gülümseyerek atlatılabileceğini anlatıyor, hem de yalın bir dille şirin çizgiler eşliğinde. Çok da başarılı…

Şipşak Aile…

Pete (Mark Wahlberg) ve Ellie (Rose Byrne) hiç çocukları yokken, aralarında 15 yaşında asi bir kızın da (Isabela Moner) bulunduğu üç kardeşi evlat edinirler. Hepinizin beklediği gibi olur olmaz, beklendik beklenmedik birçok olay olur… Çocuklar, anne babaya ısınmanın, anne baba da onların nasıl hoşnut edileceğinin yolunu bulmaya çalışırlar. Bu evlât edinme öyküsü, bir yanıyla komik bir yanıyla trajik diğer yanıyla da duygusal…

Aile olmak zordur; bunun bir gece içinde beş kişilik bir aile olması ise zorun zoru olsa gerek. Sosyal Hizmetler Danışmanları başta olmak üzere, okulda öğrenciler, aile büyükleri ve arkadaşların her birinin düşüncesi farklıdır. Sıkı ve sımsıcak bir film çıkarmış Yönetmen Sean Anders, zaten kendisi de bir evlâtlık ve yaşamından gözlemlediklerini aktarmış senaryoya…

Evlâtlık olmak bir dert!

Sinemanın (şimdilerde de televizyonun) çok sevdiği öykülerden biridir evlât edinmek, evlâtlık konusu… İstediğiniz yöne çekilebilir, düşlediklerinizi ve mesajlarınızı rahatlıkla iletebilirsiniz, öyküyü istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz.

Bunların hepsi filmde var… Keyifle ve nezaketle anlatılmış. Evlâtlık olmak hem anne baba (biyolojik olanları da unutmamak gerekir) hem de çocuklar için yaşamsal belirleyicilikte… Nasıl gerginlikler yaşanır, nasıl kavgalar çıkar akla hayale gelmez… Aynı şekilde müdahale edeceğiniz bir durumda da “acaba” kuşkusu kemirir her iki tarafı da…

Yine de ergen konusu…

Ben, belki içinde bulunduğum konum gereği, yine de; avazı çıktığı kadar bağırmayı maharet saymayı, hiçbir yararı olmadığı deneyimlenmiş olmasına karşın daha ilk cümlede ses tonunun yükseldiği ve tabii, hemen arkasından kapıların çarpıldığı, gerginliklerin tüm güne yayıldığı ergenlik açısından izledim filmi.

Her kesimden, her yaştan herkesin alabileceği bir mesaj var zaten filmde. Kim hangisini almak isterse…

(11 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hızlı Şerif

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Benim aklıma ilk gelen filmi hep “Hızlı Şerif” (Support Your Local Sheriff / Ulus Film) adlı western filmi olmuştur. James Garner bir ara “Dedektif Marlowe” (Akün Film) olarak da hafızalarda yer almıştı. O’nu hatırlattığı için araştırdım. 21 Eylül Cuma günü vizyona giren “İntikam Meleği”nin başrol oyuncusu Jennifer Garner’in babasının adı William John Garner’mış. James Garner’ın kızı değilmiş yani. Benden başka merak eden olmaz ama yine de not olarak yazayım, bulunsun. En azından bir paragraf yazı oldu. (23 Eylül 2018)

Hazır laf, “Kiralar Dolar üzerinden değil de Türk Lirası üzerinden ödenmelidir” konusu gündemdeyken, “Site adları (White House), sinema adları (Cineminimum), lokanta adları (Dallas Restaurant), cafe adları da (Cafe Coffee) Türkçe yazılmalıdır” konusuna el atsa. Best Predator Productions ne demek arkadaş? Amerikalı mısın sen? (23 Eylül 2018)

Festivallere akredite olamayan bazı arkadaşlara teselli olur mu bilemem ama meselenin bir de şu tarafı var: Filmin yönetmeni, başrol oyuncuları, karakter oyuncuları orada. Çelenk koyma, açılış töreni vs. hepsi yapılmış. Bendeniz üçüncü günü meseleye duhul olacağım veya avdet edeceğim için, kendimi filmde diyalogsuz rolü olan figüran gibi hissediyorum. (23 Eylül 2018)

Sinemada 3 oyuncu birlikteliği pek uzun ömürlü olamıyor. Ahmet Kural, Murat Cemcir ve Sadi Celil Cengiz, “İşler Güçler” adlı dizide başlayan birlikteliği sürdüremedi, Celil Cengiz üçlüden koptu. Eser Yenenler, İbrahim Büyükak ve Oğuzhan Koç’tan oluşan BKM.nin gözde üçlüsünde de çatlak oluştu gibi görünüyor. İlk film beklenen ilgiyi görünce “Yol Arkadaşım 2” çekildi ve bu filmde sadece İbrahim Büyükak ile Oğuzhan Koç’u izleyeceğiz. Filmin Bodrum’daki ilk tanıtımında bir izleyicinin “Yol Arkadaşım 3′te 3. adam olarak Eser Yenenler aranıza katılacak mı?” şeklindeki sorusunu İbrahim Büyükak çok sempatik buldu. Yapımcılar, dağıtımcılar, sinema salonu sahipleri ve basın mensuplarıyla yapılan toplantının aile arasında geçiyormuş gibi havasından mıdır nedir, bu ikiliyi film ve dizilerdeki hallerinden daha sempatik buldum. Sinemamızın en uzun süreli ikilisi malum, Zeki Alasya – Metin Akpınar ikilisidir. (23 Eylül 2018)

Az önce hayatımın en zevkli olaylarından birini yaşadım. Tam bu mevsimde olgunlaşan çam kozalakları açılır, rüzgâr estikçe fıstıkları aşağı dökülür. Çocukluğumdan beri çam ağacı altında çimenler arasında elde siyah leke bırakan çam fıstığı toplamasını çok severim. Her birini bulduğumda hazine bulmuş gibi olurum. Bu sefer terasa uzanmış dallar arasından fotoğrafta görüldüğü gibi fıstıkları dökmemeye çalışarak onlarca kozalak topladım. Birazdan fıstıkları önce kozalaklardan ayıracağım sonra kırıp içlerini çıkaracağım; bir kısmını belki pilavda kullansın diye hanıma veririm. Diğerlerini ise… yerim ben onları taze taze. Yalnız size tavsiyem, çam dalları arasına vücudunuzun üstü çıplak girmeyin, yapraklar batıyor; bir de elinize uygun bir eldiven giyin, yapışan çam sakızı sabunla bile yıka, yıka çıkmıyor. Şu yazıyı yazarken arada parmaklarım tuşlara yapışıyor. (23 Eylül 2018)

Geçen hafta gelen haberlere bakarsak film isimlerinde kelime oyunu modası başlayacak gibi. Önce Bodrum’da “Turkish’i Dondurma”nın adı dikkatimizi çekmişti, sonra gelen haberdeki filmin adı da “Çift’lik Bank: Tosun Firarda” olarak konulmuş. 28 Eylül’de vizyona girecek olan “Karanlıkla Karşı Karşıya” (BlacKkKlansman) filminin hem Türkçe adı hem de orijinal adı Ku Klux Klan örgütüne gönderme yapıyor. Daha önce de “Bi O Kalmıştı”, “Cin-i Ayet”, “Derin Düşün-ce”, “OHA: Oflu Hocayı Aramak” gibi filmlerde benzer kelime oyunları yapılmıştı. (24 Eylül 2018)

Uluslararası Adana Film Festivali, 25. yaşını kutlaması nedeniyle bu yıl konuk sayısını bir hayli yüksek tutmuş; festivalin bine yakın konuğa kucak açtığı söyleniyor. Festivali, sinemayı ve sinema basınını yıllardır takip edenlerin bu konukların bir kısmını tanıyamamalarını görmezden gelirsek şenlikli bir festival yaşıyoruz. Rezervasyonları cep telefonundan yapıp gösterimlere çok rahat girebilmek festivalin bence en güzel özelliği. Her sene Seyhan Oteli’ne konuşlandırılan basın mensupları konuk yoğunluğu nedeniyle birkaç otele dağıtılmış. Festivale kitap yapan ve panellerde konuşmacı olarak görev yapan basın mensupları ile basın muhatabı arkadaşlar Hilton Oteli’nde, diğer basın mensupları Seyhan, Divan, vs. gibi otellerde misafir ediliyor. Keza basın mensupları olarak Seyhan’da sinemamızın Yeşilçam döneminin figüran ve karakter oyuncuları ile samimiyeti arttırırken yapımcı, başrol oyuncuları vs. ile sohbet ve röportajlar için Hilton Oteli’nin yolunu tutuyoruz. Nerede hareket orada bereket hesabı yani. Son haberlere göre iş adamının birisi şirketler gibi vatandaşların da konkordato ilan edebileceğini dillendirmiş. Bu öneriyi çok makul buluyorum. (Festivalden girdim, konkordatodan çıktım. Fabrika ayarlarıma mı dönmeliyim ne?) (26 Eylül 2018)

Adana ne kadar çok insanın dayısıymış. Festivalde telefonda konuşan hemen herkesin ilk cümlesi “Adana Dayım…” diye söze başlıyor. (26 Eylül 2018)

Masaya lâf attım, “Şaraplar geldi.” dedim. Bayan arkadaşlardan birisi telefondan başını kaldırdı, “Seraplar mı? Nerede, nerede?” diye sordu. Şarapla Serap’ın hikâyesini soran olursa böyle anlatırsınız; muhtemelen buradan yayılmıştır. (26 Eylül 2018)

(08 Nisan 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Toplumsal Çürümenin de Kokusunu Duyacaksınız

İkinci Dünya Savaşı, devam ettiği sürece değil, bitiminden uzun yıllar sonra da etkilerini sürdürmüş dünyada. Savaşın üzerinden çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen Almanya’da hayatların nasıl karardığını izlemek acı veriyor.

Fatih Akın, Berlin’de Altın Ayı için yarışan yeni filmi “Altın Eldiven”le toplumun yozlaşmasını, insanların çözümsüzlüğünü, duyarsızlığını, düzeni sağlaması beklenen devlet kolluk güçlerinin de görevlerini umursamamasını seriyor gözler önüne. Çok etkili bir film “Altın Eldiven”. Jürinin de o etkiyle oy vermediğini düşünebiliriz, haksız bir düşünce de değil bana sorarsanız. Çünkü… çünküsü aşağıda.

Yaşanmış bir olayı anlatan romandan uyarlanan filmde yaşananlara; bu gün, belki kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, teknolojik gelişimle yıldırım hızıyla dünyanın bir diğer ucuna ulaşmasıyla daha sık rastlıyoruz. Ancak 1970’ler Almanya’sında, çözümsüzlük batağına saplanmış onca insanın yaşadığı çok çarpıcı. Tabii, şiddetin bu denli yoğun verilmesi etkiyi alabildiğine arttırıyor.

İyi yönetmen…

Fatih Akın, -artık her ne nedenle olursa olsun, orası önemli değil, ister hastalık deyin, ister delilik, isterse vahşet- “ıskartaya çıkmış” savaş artıklarının devam ettiği “Altın Eldiven” barında, zararsızmış gibi görünen ama içinde fırtınalar estiren Fritz Honka’nın yaşadıklarına odaklanıyor. Yapacak bir şeyleri kalmayan müdavimler içkide teselli bulurken birbirlerini de iğnelemekten geri kalmıyor. Gece gündüz küp gibi içen Honka, cinsel açlık çeken, alabildiğine çirkin (Notre Dame’ın Kamburu Quasimodo) ve daha da önemlisi katil ruhlu biridir. Barda gördüğü her kadını evine götürmek ve onlarla çiftleşmek ister. Başarısız olduğunda da yapabileceği tek şeye başvurur. Başka şansı da yoktur.

Bir kara film

Sam Peckinpah’ın 1974 tarihli, “Bana Onun Kellesini Getirin” filminde çürüme kokusu, oturduğumuz koltuğa kadar gelmişti. Şimdi Fatih Akın’ın filminde de aynı çürüme kokusu yine burnumuzu tahriş ediyor. Akın, tek taraflı ve vahşi bir cinsellik yaşanan, cinayetlerin işlendiği yatak odasına hiç girmiyor. Filme sadece görüntüler üzerinden bakarsanız, ne vahşeti görüyorsunuz ne de çirkin cinselliği… Ama içinizin kalkmaması kusmamanız için kendinizi iyiden iyiye sıkmanız gerekiyor. Bir şey yapamamanın haklı çaresizliğiyle büyülenmişçesine beyazperdeye odaklanıyorsunuz.

Fatih Akın, hem oyuncu seçiminde başarılı hem de rejide; bir de mekân kullanımında. Filmin başrolündeki genç Jonas Dassler, tipik bir Quasimodo olmuş çok başarılı bir makyajla.

(05 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

38. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

38. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri merakla bekleniyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını Lynne Ramsay yürütüyor. İskoçya doğumlu deneyimli sinemacıyı, ülkemizdeki ilk gösterimlerini İKSV festivallerinde yapmış ‘Morvern Callar’ (2002), Tilda Swinton’ın başrolde olduğu ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ (2011) ve geçtiğimiz yılın en iyi filmleri listeme girmiş şimdilik son çalışması ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin’ filmlerinden tanıyoruz. Ramsay, 11 Nisan günü Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenecek bir festival sohbetinde sinemaseverlerle buluşacak. Ayrıca, yönetmenin ilk önemli çıkışını yaptığı 1999 yapımı ‘Sıçan Avcısı / Ratcatcher’ festivalin ‘Cinemania’ bölümünde izlenebilecek.

Uluslararası Yarışma jürisinin öteki simalarına gelirsek. Kariyerine belgesel filmcilikle başlayan ve ödüllü son filmi ‘Başlangıçta / Genése’ ile bu yıl programda yer alan Kanadalı yazar yönetmen Philippe Lesage; halen gösterimde olan ‘Sibel’ filmiyle büyük övgü toplamış oyuncumuz Damla Sönmez; rol aldığı son sinema filmi ‘Kazı / The Dig’ ile festivalde izleyeceğimiz İrlanda’nın yeni nesil oyuncularından Moe Dunford ve Berlinale Avrupa Film Marketi’nin Hollandalı direktörü Matthijs Wouter Knol jürinin diğer üyeleri olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi 12 filmden oluşuyor. Geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün en iyi filmi seçilen ‘Sınır / Gräns’ Ali Abbasi imzasını taşıyor. Kendisi kadar tuhaf görünümlü bir adamı takıntı haline getiren sınır polisi kadının, sonunda kendi varlığını bile sorgulayacağı sırları öğrenişi üzerinden gelişen bu aşk filmi, doğaüstü temalar ve kara film öğelerini ustaca harmanlıyor. Şubat ayında Berlin’de dünya prömiyerini yapmış olan ‘Yem / Bait’de, İngiltere’nin güneybatı ucunda gözlerden ırak bir balıkçı kasabasında süren yaşam mücadelesi, küskünlük ve birikmiş öfke, 70’li yılların tekniğiyle 16 mm siyah beyaz olarak perdeye yansıyor. Filmi, belgeselleriyle bilinen yazar yönetmen Mark Jenkin yönetmiş.

Locarno Film Festivali’nde ilgi toplamış olan ‘Diane’, 21. Yüzyılda yaşlanmanın dinamiğini irdeleyen duyarlı bir karakter portresi çiziyor. ‘Hitchcock / Truffaut’ belgeselinin yönetmeni Kent Jones’un bu ilk kurgusal uzun metrajında Mary Kay Place muhteşem bir oyunculuk performansı sergilemiş. Ödüllü kısalarıyla bilinen Güney Koreli kadın sinemacı Bora Kim’in ilk uzun metrajı ‘Sinek Kuşu / 1994 ’yılında Seul’da geçiyor. Ergenlik, eğitim, aile ve toplum baskısı kavramlarını ele alan film, Berlin Film Festivali ‘Generation’ seçkisi dahilinde FIPRESCI ödülüne layık görüldü. Arjantinli sinemacı Benjamin Naishtat’ın San Sebastian’dan en iyi yönetmen, erkek oyuncu (Dario Grandinetti) ve görüntü yönetmenliği dallarında ödülle dönmüş üçüncü uzun metrajı ‘Kırmızı / Rojo’ yarışma seçkisinin diğer bir iddialı yapımı. Ülkesinin en karanlık yıllarındaki toplumsal sessizlik üzerinden yola çıkan sinemacı, 70’li yılların gergin suç filmlerinden ilham almış.

‘Burgundy Dükü’ ve ‘Berberian Sound Studio’ filmlerinin çizgi dışı İngiliz yönetmeni Peter Strickland’ın yarışmada yer alan son çalışması ‘Lanetli Kumaş / In Fabric’, görselliği ve atmosferiyle İtalyan ‘giallo’sunun ünlü isimleri Dario Argento ve Mario Bava’ya saygı duruşu niteliği taşıyor. Renk cümbüşüyle bezenmiş stilize setleriyle dikkat çeken yapım, koyu kırmızı bir elbisenin lanetinin izini sürüyor.

İran’da Elburz dağlarında yaşayan 80’lik bilge Firuze’nin zor doğa koşullarındaki zor yaşamına ışık tutan ‘Canım / Delband’ yarışma seçkisinin güzel sürprizlerinden. Birçok önemli uluslararası belgesel festivalinde izleyiciyle buluşan film, tanıdık bir hikaye anlatırken, bizleri cesareti ve gücü eşsiz bir kadınla tanıştırıyor.

Karlovy Vary’den jüri özel mansiyonu ile dönmüş olan ‘Gözü Kara / Podbrosy’nin 30 yaşındaki Rus yönetmeni Ivan I. Tverdovsky’yi kuyruklu bir kadını konu edinmiş olan ilk uzun metrajı ‘Zoology’den hatırlıyoruz. Genç sinemacı yeni filminde yine dışlanmış, annesi tarafından bebekken terk edilmiş bir karakteri, 16 yaşındaki Denis’i mercek altına alıyor. Berlin’de en iyi belgesel ödülünü kazanmış olan ‘Ağaçlardan Bahsetmek / Talking About Trees’ dört idealist sinema aşığının Sudan’a sinemayı yeniden getirmek üzerine verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Suhaib Gasmelbari imzalı filmin yüreğinde hayaller, sanat, dostluk, dayanışma, eski mektuplar ve geçmişin hayaletleri yatıyor. Fransız sinemacı Guillaume Nicloux bir savaş filmiyle seçkiye dahil olurken, ‘Dünyanın Sınırında / Les Confins Du Monde’ adlı bu son çalışması, 1945 yılında Vietminh savaşçılarının Çinhindi’ndeki direniş mücadelesine genç bir Fransız askerinin gözünden bakıyor.

Ülkemizden iki yapım festivalin uluslararası yarışmasına dahil edilmiş. Bunlardan ‘Nebula’nın Ulusal Yarışma seçkisinde de yer aldığından bir önceki yazımızda söz etmiştik. Tarık Aktaş’ın yönettiği yapım, madde ile canlının uyumuna, ruhun doğadaki yerine tanıklık üzerine gerilimli bir yolculuğun hikâyesini anlatıyor. Rûken Tekeş imzasını taşıyan, diyalogsuz ‘Aether’ ise, bir yönetmenin, yakında hidroelektrik barajın suları altında kalacak kadim toprağına 21 günlük saygı ziyaretini konu ediniyor.

(04 Nisan 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Benden Hikâyesi

“Benim için yazmak, bir hırs, hiddet, kariyer değil ‘namus’ meselesiydi.” diyen, bana göre sadece Türkiye’nin değil, bütün coğrafyaların önemli öykücülerinden biri: Sait Faik. Zaten o nedenle de, “Yazmasaydım deli olacaktım.” der.

Sinemacıların severek okuduğu, olağanüstü etkilendiği, ama pek üzerine düşmediği bir yazardır Sait Faik. Film çekecek bir yönetmen, Sait Faik’ten elini tutmasını ister, O’nun öykülerini okur. Olağanüstü etkileyicidir öyküleri. İnsancıldır kesinlikle. Doğaseverdir mutlaka. Toplumu dönüştürmeye gücünün yetmediğinin ayırdında, bir o kadar da gerçeklere sırtını dönemediğinden yazar ve arkadaşlarıyla balığa çıkar.

Benden Hikâyesi…

…çok güçlü ve etkileyici bir belgesel. Onur Barış, başarılı bir film çıkarmış. Yalın ve bir o kadar da güçlü. Belli ki iyi çalışmış, gerek çekim öncesi gerekse çekim sürecinde ve sonrasında.

Küçük, çekirdek bir ekiple çalıştıklarını, birbirlerine ve yaptıkları işe inanmış olmanın sonucunda başardıklarını biliyoruz. Bundan daha önemli olan o içtenlikli ruh. Belki biraz amatör ama asla acemi değil.

Adapazarı’nda başlayan yaşam öyküsü, bir diğer adada, Burgazada’da devam eder. Avrupa’da da bulunmuştur, İstanbul’da da, “büyük şehrin” çamuruna bulanmış, kumar, hırsızlık, mahpushane görmüş, hırsızlarla yankesicilerle arkadaşlık etmiş ve ‘onlar gibi’ olamayınca yeniden dönmüştür adasına.

Balığa çıkınca…

Böylesi hayatın ‘çemberinden geçmiş’ biri balığa çıkınca Marmara, her zaman verimli olur. En çok balığı verir Sait Faik’e… Ben anlatıcı dilinin öne çıktığı öykülerini yorumlayan yönetmen, oyuncusunun da (inanılmaz bir benzerlik, sanki kopyası) oynadığı karakteri benimsemesiyle hayatın olağan akışını izleyicinin imgesine bırakıyor insan ve doğa sevgisini yükseltiyor.

Filmin savsözü de doğa ve insan sevgisi zaten: “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak: Benden hikâyesi.”

(01 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

38. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 4 Nisan akşamı açılışı yapılacak olan 38. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Ümit Ünal’ın başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, oyuncular Derya Alabora ve Alican Yücesoy, Angelopoulos filmlerindeki çalışmalarıyla beğenimizi kazanmış görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile ağırlıklı olarak popüler televizyon dizilerindeki işleriyle tanınmış senaryo yazarı Gaye Boralıoğlu’dan oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 9 filmden oluşuyor. Bunlar arasında favori olarak gözüken ‘Kız Kardeşler’, yönetmen Emin Alper’in üçüncü uzun metrajı. Berlin Film Festivali yarışmalı ana seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapan film, küçük yaşlarda kasabalı ailelere besleme olarak verilmiş üç kız kardeşin, peş peşe geri döndükleri baba ocağı dağ köyünde, birbirlerinden güç alarak verdikleri ayakta tutunma mücadelesi üzerine.

Geçtiğimiz yıl Adana’da görücüye çıkmış dört film, bu yıl İstanbul seçkisinde tekrar yarışıyor. Bunlardan üç oyuncusu da (Yiğit Ege Yazar, Caner Şahin ve Gözde Mutluer) Adana’dan ödüllü ‘Kardeşler’, aile büyüklerinin kararıyla kız kardeşlerini ölüme gönderen iki erkek kardeşin geçmişleri ve vicdanlarıyla hesaplaşmaları üzerine Ömür Atay imzalı etkileyici bir çalışma. 37. İstanbul Film Festivali seçkisinde başarılı ilk filmi ‘Körfez’ ile yer almış ve FIPRESCI ödülünü kazanmış olan ‘Körfez’in yönetmeni Emre Yeksan, bu yıl ikinci uzun metrajı ‘Yuva’ ile yeniden yarışıyor. Film, ormanda münzevi bir hayat süren Veysel ile O’nu şehre dönmeye ikna etmeye çalışan ağabeyi Hasan’ın toprağın altında yeni bir dünyayı keşiflerinin hikâyesini anlatıyor. Yine Türkiye prömiyerini Adana’da yapmış ve en iyi kurgu ve umut veren en iyi erkek oyuncu (Seyit Nizam Yılmaz) ödüllerini kazanmış olan ‘Güvercin Hırsızları’, 16 yaşındaki Mahmut ile 8 yaşındaki İsmail’in hayalleri ve özlemleri üzerinden ilerliyor. Adana’da jüri özel ödülü ve en iyi yardımcı kadın oyuncu (Gizem Erman Soysaldı) ödüllerine layık görülmüş ‘İçerdekiler’ ise bir kapalı mekân dramı. Senaryo yazarı ve yönetmen Hüseyin Karabey’in filmi, 6 aydır sebepsiz yere gözaltında tutulan öğretmen, karısı ve açık görüşe izin veren komiser arasında gelişen bir yüzleşme hikâyesi.

Locarno Film Festivali’nden ‘Gelecek Vaat Eden En İyi yönetmen’ ödülüyle dönen ve hem ulusal hem de uluslararası yarışma seçkilerinde yer alan ‘Nebula’, festivalin ilgiyle beklenen yapımlarından. Tarık Aktaş imzalı film, madde ile canlının uyumuna, ruhun doğadaki yerine tanıklık üzerine gerilimli bir yolculuğun hikâyesi. Oyuncu yönetmen Barış Atay’ın ikinci uzun metrajı ‘Aden’, dünya prömiyerini yaptığı Varşova Film Festivali’nin ardından ülkemizde ilk kez gösterilecek bir diğer yarışma filmi. Funda Eryiğit ve Onur Ünsal gibi iki tanınmış oyuncumuzun başrollerini paylaştığı yapım, savaş mağduru bir çiftin, bilmedikleri bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesinden yola çıkarak, yerleşme, medenileşme, iktidara sahip olma meselelerini tartışmaya açıyor.

Önümüzdeki Eylül ayı içinde sinemalara gelmesi beklenen ‘Görülmüştür’ seçkinin merakla beklenen bir diğer filmi. Kısalarından tanıdığımız Serhat Karaaslan’ın ilk uzun metrajı, İstanbul’da bir cezaevinde mektup okuma komisyonunda görevli memur Zakir’in, fotoğrafını gördüğü mahkumlardan birinin eşine karşı gelişen önüne geçilmez takıntı üzerinden ilerliyor. Berkay Ateş, Saadet Işıl Aksoy ve Füsun Demirel’in başı çektiği iddialı bir oyuncu kadrosu var filmin. Ulusal Yarışma’nın son filmi ‘Saf’ aynı zamanda ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ seçkisine de dahil edilmiş. Ali Vatansever’in yönettiği ve başrollerden birinde bir kez daha Saadet Işıl Aksoy’u izleyeceğiz film, gecekonduda yaşayan bir çiftin mahallede çıkan kentsel dönüşüm söylentileri sonrasında değişen hayatlarını konu ediniyor.

(29 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Deli ve Dahi

İnsan duygularıyla yaşar: Sevinir, üzülür, hoşlanır, kızar, gülümser, beğenir, gerginleşir, yumuşar… Sever ve sevilir de. Hepimiz için geçerli olan bu hal ve durumlar genel anlamıyla yaşamımızı da belirler. Bu, giderek kalıcılaşabilir… Kendinize anlatsanız da başkasına anlatamayabilirsiniz.

Çağlar boyu insanlar bunun gibi birçok durumla karşı karşıya kalınca kimine hoşgörülü, kimine daha keskin tavır alıp bir kısmını da görmezden gelmiş. Düne değin “deli” dediğimiz insanların “hasta” olduğunu kabul ediyoruz artık. Dün “tımarhaneye” yatırdığımıza bugün tedavi uygulayıp rehabilite ediyor, toplumla uyum içerisinde olmasını sağlıyoruz. Bu sadece bizde, bize özgü bir durum değil. Bütün ülkelerde benzer bir durum söz konusu.

Psikolojinin yeri ve önemi

Gündelik dilde kullanılan ‘normal’ tanımı, insanlarla sosyal iletişimi kuvvetli, yaşam bağları güçlü, amacı, hedefi olan anlamına geliyor. Bunu o kişi üzerinden değil de genel olarak insanların düzenine göre belirlerseniz ve o da kendini anlatamayacak kadar gerilirse sorun doğuyor.

İşte Doktor William Minor, tam da bu durumdaki biridir. Savaşta hem işkence yapabilen hem de yardımcı olmayı görev sayan bir doktordur. Bu iki uç yaklaşım, içinde fırtınalar estirir, sanrılar görür sürekli. Evine hırsız olarak girdiğini sandığı birini öldürür. Gösterdiği “yararlılıklar” nedeniyle hapsedilmek yerine (burası da ilginç, çünkü adalet denilen şey, ucundan da olsa zedelendi mi, tutturulamıyor bir daha) akıl hastanesine yatırılır.

İngilizcenin, hatta dünyanın en önemli başvuru kaynaklarından biri olan Oxford Sözlüğü çalışmalarını sürdüren Profesör James Murray, (onun yaşamı da ilginç, kendini yetiştirmiş ama güçlü ve kararlı biridir) ile Dr. Minor’un yolu kesişir.

Bu gerçekten de gerçek, ama bir o kadar da şaşırtıcı öykü, kitap olarak da ilginçti, şimdi film olarak da çarpıcı.

Dingin ve anlaşılır

19. yüzyıl İngiltere’sinde tamamlanması için canla başla çalışılan bu sözlük üzerinde o kadar çok spekülasyon yapılmaktadır ki, insan bir an “lanet olsun” deyip bırakmayı bile düşünür, hem de daha baştan… Sözlük Prof. Murray’in de, Dr. Minor’ın da ölümünden çok sonra tamamlanabilmiş.

Yönetmen Fahrad Safinia, alabildiğine sakin ve kararlı sinema diliyle, müthiş etkileyici bir görsel şölen sunuyor. Canlandırdıkları karakterleri Mel Gibson da, Sean Penn de, Natalie Dormer da gerçekten olağanüstü oyunla yansıtıyorlar.

Dil, ses bayrağı…

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Türkçem, benim ses bayrağım” dizesinden el alarak bir sözlüğün ne denli belirleyici olduğunu, 70 yıla varan oluşumunda geçen süreye rağmen, bugün bile başvuru kaynağı olmasının gücünü ve tabii, önemini hissediyorsunuz.

Buradan yola çıkarsak, sözlükler önemlidir, elinizin altında bulunmalıdır. Deli ve/veya dahi diye nitelense de insanların duygularının (Dr. Minor ile kocasını vurduğu kadın arasında, birbirlerini görmeden, içlerinde büyüyen aşk çok insancıl… Bu arada, Prof. Murray ile eşi arasındaki dayanışmayı unutmamak gerekir) hayatı sarıp sarmaladığını izlemek hayata yeni bir pencereden bakmakla özdeş.

(28 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Karanlık Tarafla Yüzleşme

Günümüz Amerikan sinemasının taze keşiflerinden biri Jordan Peele. Kariyerine komedyen olarak başlayan siyahi sanatçı, 2017 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kapan / Get Out’ ile beklenmedik bir başarıya imza attı. 4 dalda aday gösterildiği geçtiğimiz yılın Oscar töreninden en iyi özgün senaryo ödülü ile dönen yönetmenin ikinci filmini merakla bekliyorduk. Eşzamanlı olarak ülkemizde de sinemalara gelen ‘Biz / Us’, ABD’de gerek seyirci, gerekse eleştirmenler nezdinde gördüğü muazzam ilgiyi burada toplayamadı ne yazık ki. Filmin son dönem Amerikan sinemasından çıkan en yaratıcı ve keşfe değer filmlerden biri olduğunun altını çizerek söze başlayalım.

Yönetmenin, korku türüne yeni bir soluk getirmiş ilk yönetmenlik denemesi ‘Kapan’, gerilimini ‘ırkçılık’ teması üzerinden geliştiriyordu. Liberal görünümdeki beyaz Amerikalının saklı ırkçılığı ve siyahlara olan nefretini, korku ve hicvi birarada kullanmak suretiyle işliyordu sinemacı. İkinci uzun metrajı ‘Biz’, resmi daha da genişletiyor ve tüm bir Amerikan ulusunun karanlık tarafıyla yüzleşmesi doğrultusunda, alt türler arasında hınzırca gezinen bir yapıt ortaya koyuyor.

1986 yılında, televizyondan izlediğimiz ve yüzleri görünmeyen insanların elele tutuşarak bir zincir oluşturdukları reklam filmiyle açılıyor ‘Biz’. 6 milyon küsur Amerikalının yeryüzündeki açlığa karşı birlik çağrısı yaptıkları ‘Hands Across America’ hareketinin görüntüleridir bunlar. Bunu Santa Cruz eğlence parkının reklam spotu izliyor. Takip eden gece bölümünde, Adelaide’ı anne babasıyla birlikte lunaparkta görüyoruz. Ebeveynlerinin yanından kısa bir süre ayrılan küçük kız, üzerinde Michael Jackson hiti ‘Thriller’ın basılı olduğu tişörtüyle gezinirken ‘Şaman’ın Düşsel Arayışı’ adlı bir çeşit korku tüneline giriyor. Komik aynalar bölümünde tedirginlikle çıkış kapısını ararken tıpatıp benzeriyle karşılaşıyor.

Kafeslere kapatılmış onlarca tavşanın görüntüleri akan ön jeneriğe eşlik ediyor daha sonra. Jenerik bittiğinde günümüze gelmişizdir artık. 30’lu yaşlarına gelmiş Adelaide evlenmiş, biri kız diğeri erkek iki çocuk sahibidir. Geriye dönüşlerde, onun yıllar önce yaşanmış meşum karşılaşmanın travmasıyla savaşımına tanıklık ederiz. Aradan uzun zaman geçmiş olsa da, kabuslarından kurtulabilmiş değildir genç kadın. Ailecek Santa Cruz yakınlarındaki yazlık eve geldiklerinde, uyuyan dehşet ortaya çıkacak, Wilsonlar bir gece vakti evlerinin bahçesinde beliren tıpatıp benzerleriyle mücadeleye girişecektir.

Film, sakin ancak bir o kadar tedirgin bir girişin ardından ölümcül bir geceye hazırlıyor izleyicisini. Siyahi ailenin evini istilâ eden, kırmızı tek tip bir giysi içinde, ceplerinde makas taşıyan benzerleri, tehditkâr bakışlarıyla tutsak ediyor onları. Adelaide’ın ikizi Red hırıltılı bozuk bir sesle nefretini iletiyor. Diğerleri konuşmuyor, yüzlerinde şeytani bir gülümsemeyle saldırıyı başlatıyor. Peele’in filmi yaklaşık bir saat kadar süren bu kâbus gecesinin ardından bambaşka gelişmelere doğru evriliyor ve finalde beklenmedik bir sürpriz bizleri bekliyor.

Seyir keyfini bozmamak adına sürpriz gelişmeler yer almıyor bu yazıda. Ancak, Peel’in dersine iyi çalıştığı ve korku/gerilim sinema külliyatını yalayıp yuttuğunu söyleyebilirim. Hitchcock gizemi taşıyan tedirgin sahnelerden (başlardaki ‘Jaws’ göndermesi sahneye dikkat), iki ailenin karşılaştığı o dehşet verici sekanstaki ‘Halloween’ ya da ‘Poltergeist’ etkisine, türün birikiminden ustaca yararlanıyor. Sadece Amerikan filmleriyle kalmıyor göndermeleri. Haneke’nin ‘Funny Games’ine nazire olarak beyzbol sopası ve teknede ölüm kalım mücadelesi bölümlerini dahil ediyor anlatısına. Tür içinde alt türlere ustaca geçiş yapıyor. ‘Arınma Gecesi / Purge’ örneği bir gece kâbusundan başka bir evrenin yaratıklarının istilâsına ya da bir zombi saldırısının ertesindeki kıyamet görüntülerini andıran başka tür bir öyküye doğru yol alıyor. Hikâyesi ile sürekli oynuyor ve sürprizler dur durak bilmiyor.

Sinema klasiklerine yaptığı göndermeler ve Peele imzalı usta işi senaryosuyla keyifle izleniyor ‘Biz’. Başta Lupita Nyong’o olmak üzere oyuncuların çifte rollerdeki performansı mükemmel. Shyamalan filmlerinden (‘Split’ ve ‘Glass’) tanıdığımız Mike Gioulakis’in özellikle gece sahnelerinde doruğa çıkan birinci sınıf görüntüleri, ‘Kapan’dan hatırladığımız Michael Abels imzalı, gerilimi ve tedirginliği besleyen olağanüstü müzik çalışması ve ses tasarımı seyir keyfini arttırıyor.

Bu üstün teknik başarının bir adım ötesinde, metaforları ve farklı okumalar üzerinden ilerleyen yapısıyla değer kazanıyor film. İlk filminin tersine ‘saklı ırkçılık’ üzerine kurmuyor anlatısını sinemacı. Yaşanan dehşetten siyahi ailenin yakın beyaz dostları da nasibini alıyor nitekim. Temel ilham kaynağı olan Carl Jung’un ‘gölge arketipi’ üzerinden ilerliyor sinemacı. Jung’a göre ‘gölge’ egonun karanlık yüzüdür ve insan olarak potansiyel kötülüğümüz de burada saklıdır. Bu yüzden ‘gölge’ kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir çöp kutusu gibidir. Bu noktadan hareketle, bir gece yarısı Wilson ailesinin karşısına çıkanların kendi gölgeleri olduğunu düşünebiliriz. Benliklerinin karanlık yüzüyle karşılaşma anıdır o meşum gece. ‘Biz de sizin gibiyiz, etten ve kemikteniz’ der Adelaide’in ikizi bir yerde. ‘Sizler güneş altında güzel hayatlarınızı sürerken, bizler yeraltının soğuk ve karanlığında mücadele veriyorduk’ diye ilave eder. Bu noktada Peele’in sınıf meselesini tartışmaya meylettiğini düşünürüz. ABD’nin keskin bir biçimde ikiye bölünmüşlüğü üzerine derdini anlatmak istediğini belirtir bir röportajında. Bu açıdan filmin özgün adını ‘United States’in kısaltılmışı olarak da alabiliriz.

Velhasıl, iki saatlik süresince ilgiyle izlenen, teknik açıdan kusursuz, farklı metin okumaları ve göndermeleriyle sinefilleri heyecanlandıran son dönemin en parlak Amerikan yapımlarından biri ‘Biz’. Kaçırmayın.

(26 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İtalya’daki Onlar: Loro

Filme zekice anlam yükleyen metaforları, katmanlar arasında yeni görsel ve anlamsal tatlar yakalamayı seven biriyseniz hem çok konuşacağınız hem çok beğeneceğiniz hem de alabildiğine tartışacağınız bir film Loro.

Televizyonun bir tanımının da “aptal kutusu” olduğu, insanı büyülediği, başka bir şey yapmasına, hatta düşünmesine bile izin vermediği bir metaforla başlıyor… Unutmadan Hz. İsa’nın çoban olduğunu da hissettirerek…

Skandalların insanı

İtalyan Başbakanı, bir dönemin en popüler kişisi Berlusconi’yi merkezde tutan yönetmen Paolo Sorrentino, hareketli kamerası, keskin senaryoları, kullandığı müziklerle (“Amerikalı Papa” filmi unutulmaz) kazınmıştı belleğimize… Bu kez medya patronu, siyasetçi, hemen her gün siyasetten çok başka bir skandalla karşımıza çıkan Berlusconi’yi hicvediyor.

Hedonist Silvio Berlusconi, iyi bir satıcı… İnsanları ikna etmeyi bilen, başaran bir satıcı hem de… Hayatı bu. Yaşadığı ve yaşattığı ise sadece kendisinin izin verdikleri… O’nun istediklerinin ve söylediklerinin dışında hemen hiç kimse, hiçbir adım bile atamıyor. Hükümetini kurtarmak için 6 senatörü satın alması yaşanan gerçeklerden sadece biri, yani skandallardan… Nasıl gerçekleştiğine hayret edemeyeceksiniz bile izlediğinizde.

Dinin katkısı…

Bütün dünyada, bütün siyasetçilerin yaptığı gibi yaptıklarını din ve -bizim ülkemizde, din bağlantılı mahcubiyetimizle doğru orantılı olarak tutuculuğumuzun da etkisiyle çok öne çıkmasa da- cinsellik sosuna bulayarak sunuyor. Alan razı satan razı… Kime ne!

Önemli ve güçlü bir metaforla başlayan film ilerledikçe yukarıda değindiğimiz bu iki gücün yaşama nasıl bir etki ettiğini vurguluyor. Yaşanan deprem sadece yer sarsıntısı değil siyasal ve toplumsal bir sarsıntı… Hz. İsa’nın heykelinin kurtarılışı bundan başka bir şey değil… İnsanların yüzüne yansıyan sıkıntı ve sonrasındaki rahatlama da öyle…

İhaleyi kazanmak için…

…her yol mubahsa, buna içki, uyuşturucu ve kadın da girer kuşkusuz. Tamam, tam üstüne bastınız, kaldırın ayağınızı! Skandallar dediğimiz de o ihalelerle çıkıyor ortaya. Bir işin nasıl yapıldığını, nasıl sonuca ulaştırıldığını, neler kazandırdığını hayretle izliyorsunuz. Orada olmayı, o keyfi (!!!) yaşamayı kim istemez. Hemen her hırslı insan için geçerli olan ve cinselliği öne çıkaran “hazcı” (hedonizm) anlayış, özellikle yoğun çalışan iş adamları ve siyasetçiler için en kolay yol. Dünyevi bütün güzellikler var. Tabii, günah çıkarmak da kolay. Bundan iyisi Şam’da kayısı.

Loro’yu izledikten sonra doluya koyacak aldıramayacak, boşa koyacak dolduramayacaksınız… İster istemez geniş pencereden bakacak ve bizim ülkemizde nasıl oluyor diye düşüneceksiniz.

(24 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Atillâ Dorsay’dan… Bir Ömrün Seçilmiş Tablolara Dönüşen Koleksiyonu

İnsan yaşadıklarını şöyle bir tartıp, iyisi kötüsü, doğrusu yanlışı, eksiği fazlasıyla… Beğendikleriyle kızdıklarını, nefret ettikleriyle hoşlandıklarını birbirine çarptırarak çıkan sonucu görmek ister. Başkasına, hatta kendisine bile itiraf edemedikleri gelir gözlerinin önüne… Tartar şöyle bir, ağırlığınca değerlidir kuşkusuz. Ama yine de dillendirmeye çekinir. Kimisini koyar bir kenara, zamanın akışı içerisinde kaybolmasını ister, kimisini de çıkarır ortaya büyüsün, sarıp sarmalasın herkesi de “dünya gözüyle” güzellik görsün herkes diye düşünür.

Gerçekle hayal arası…

Belki sadece kendiyle barışık olanlar geçmişlerine bakıp da gönül rahatlığıyla gizleyecek bir şey bulamazlar. Onun için de itiraflarla doludur anılar. Bu itiraflar bazen iftira bazen de günah çıkartma kadar uzaktır birbirine. Bu “uzaklık” da görecedir muhakkak ki… En uzak ile en yakın arasında kılıçtan keskin ve bir o kadar da kıldan ince çizgi vardır. Bir kısmı sözcüklerin arasına gizlenmiştir, bir kısmı “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” muhteviyatındadır.

Her ne olursa olsun, her kim yazarsa yazsın bu itiraf ve/veya günah çıkarma okur için müthiş keyif veren, heyecan dolu büyük bir maceradır.

İstanbul’da bir güzel…

Her ne kadar İzmirli olduğunu, İzmir’i çok sevdiğini, İzmir’siz olamayacağını söylese de Atillâ Dorsay, biz okurlara İstanbul’u anlatıyor, “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar” adlı anı/itiraf… dahası “idealize edilmiş, gerçeklere teğet geçen” anılar kitabında.

Biz, Atillâ Dorsay’ı sinemasıyla biliriz. Gurme oluşunu hatırlayanlarımız vardır muhakkak. Profesyonel rehber olduğunu büyük çoğunluğumuz bilmeyiz. Sanat tarihiyle, resim ve müzelerle ilgili olanların görmüşlüğü değilse de duymuşluğu vardır. Övgüyle söz edildiğine, “Ah bir denk gelse de…” diye iç geçirildiğine tanığım ben.

Atillâ Dorsay, ağırlıklı sinema üzerine olan 52 kitabının ardından, 80. (nice yaşlara Atilla Ağabey) doğum gününe denk gelen günlerde “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar” ile hepimizin ağzına bir parmak bal sürdü.

Büyük romantizm…

İnsanların anılarını yazabilmesi için gerçekten müthiş bir belleğe, çok iyi bir arşive ve harıl harıl çalışmaya ihtiyacı var kesinlikle… Onca insan, bırakın anılarını yazmayı adını bile yazamazken 52 kitabın üzerine, o akıcı dili ve güzel Türkçesiyle Atillâ Dorsay’ın anıları tam bir şölen.

Çok ilginç anılar var birbiri peşi sıra gelen… Galatasaraylı olmak, sanatla, müzikle, tarihle, iç içe yaşamak, sinemayı çok iyi bilmek ve bunları hiç gösterişe yer vermeden olanca iç güveni ve gücüyle anlatabilmek… İşte, o nedenle de gençliğindeki şu anıdan, gazetedeki bu yaşanmışlıktan, özellikle Emek Sineması’yla doruğa çıkan Beyoğlu gecelerinden, arkadaş evlerindeki buluşmalardan… Dünya güzeli Türkan Sultan’dan, Yılmaz Güney’den birkaç cümle aktarmayı… Hadi çıtlatmış olayım, gençlik sevdalarından sevgililerinden birini veya birkaçını öne çıkarmayı, ailesini, evliliğini magazincilere bırakayım da bir dönemin İstanbul özelinde Türkiye’sini yeniden görmek isteyenlere önereyim, Atilla Ağabey’in bu anılar toplamını.

Çok yaşa Atilla Ağabey, iyi ki varsınız, iyi ki yazdınız anılarınızı…

Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar
Atillâ Dorsay
Remzi Kitabevi, anılar
Mart 20019
278 s.

(21 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dışarıda

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bugün vizyona giren “Dışarıda” (He’s Out There) adlı yabancı filmin yönetmeni IMDb.de ve bazı mecralarda Quinn Lasher olarak görünse de Türkçe afişinde ve keza bazı mecralarda Dennis Iliadis olarak geçiyor. Dennis’in soyadı, bizim Yeşilçam sinemamızı layıkıyla bilen ve takip eden sinemaseverlere bir zamanların ünlü görüntü yönetmeni Kriton Ilyadis’i hatırlatıyor. Bu vesileyle anmış olalım. Toprağı bol olsun Kriton İlyadis, sinemamızın en büyük film şirketlerinin yüzlerce filminde görüntü yönetmenliği yapmıştır. Ki bu filmler arasında Ahtapotun Kolları, Turist Ömer, Horoz Nuri, Bir Millet Uyanıyor, Küçük Hanımefendi, Bizim Aile, Süt Kardeşler, Tosun Paşa gibi filmler vardır. (31 Ağustos 2018)

47 yıldır sinemacılık ve filmcilik sektörümüzü yakından takip ederim. Bu 47’nin son 29’u basın mensubu vasfıyla sektörle iç içe geçti ve geçiyor. Önceki gün sosyal medyada film festivaline giden bir grup konuk fotoğrafı gördüm. 14 kişilik grupta ancak 5 kişiyi tanıyabildim. Demek ki daha beş-on fırın ekmek yemem lazım. Veya festival konukları konusunda iyiden iyiye işin suyu çıktı. (06 Eylül 2018)

Yol çok tenha, neredeyse hiç araba geçmiyor, ancak yayalara trafik ışığı kırmızı yandığı için anne ve 10-12 yaşlarındaki çocuğu yaya geçidinde bekliyor. Kötü örnek olmamak için ben de durdum, bekliyorum ve çocuğun hafızasına “kurallara saygılı bir dede” figürü yerleştirebilirim diye içimde bir sevinç var. Tam o sırada kadının telefonu çaldı, açarken kırmızı mırmızı hak getire, yürüyüverdi, tabi ki çocuk da peşinden. Bendeniz istifimi bozmadım ama hevesimin de kursağımda kaldığını itiraf ederim. Küçük çocuk beni hafızasına muhtemelen “bomboş, araba geçmeyen yolda yaya geçidindeki kırmızı ışıkta gereksiz yere bekleyen az akıllı dede” olarak yerleştirdi. Olsun. Yine de sağdan soldan, yandan yukarıdan durumumuzu seyreden bir başka anne ve çocuğu vardır da onlar görmüştür ve anne çocuğuna demiştir ki: Evladım kırmızı ışıkta geçilmez. Eee bu da kamu menfaatinedir ve kâr sayılır. (08 Eylül 2018)

Son günlerde yapılan dizi tanıtımlarındaki hayranı ve hastası olduğum cümleler: “Bedeline hazırsan gökkuşağının renkleriyle yıkanırsın.” / “Ben sadece köprüleri yakmam, altındaki nehri kurutur, üzerine beton döker, bina dikerim.” (09 Eylül 2018)

Ortama sürekli öğüt ve akıl verici güzel sözler yazmak, bir bakıma sizi takip edenleri bilgisiz ve eğitime muhtaç kişiler gibi gördüğünüzü çağrıştırıyor. Daha az yapın şunu. Aramızda kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya, konsere giden, sergi ve müzeleri ziyaret eden, aklı baliğ, endamı yerinde, selvi boylu, al yazmalı, afet-i devran, dünya yakışıklısı… Bu kadar yeter, daha ne diyeyim. (13 Eylül 2018)

Çok sevilen ve ilgi gören Çakallarla Dans seriyal filmlerinin 5.si gelirken, yönetmen Murat Şeker’in fanatik Fenerbahçeliliğinin verdiği ilhamla çekilirse iki sonraki filme isim önerimdir: Çakallarla Dans bindokuzyüz7. Bu vesileyle bir başka hatırlatma yapayım. 26 Ocak 2017’de vizyona giren “Amerikalılar Karadeniz’de 2” adlı Kartal Tibet’in yönettiği ve günümüzün starı Kıvanç Tatlıtuğ’un adının afişe 3. sırada yazıldığı yerli filmimizin birincisi yoktur, boşuna aramayın. Espri olsun diye yapımcılar filmi o şekilde adlandırmışlardı. (17 Eylül 2018)

Tatil köyü konseptinde oteldeyiz, shuttle (servis arabası) geliyor, ayağımda şort var. Tam yeridir, oto stop yapayım dedim, bacağını uzattım, araba durdu. Bende daha iş var diye teselli buldum kendimce. Mekâna vardığımda arkadaşlar “Abi shuttle ücretsiz olduğu için zaten duracaktı.” dediler ama olsun, kısacık bir süre de olsa yükseldim ya, ona da şükür. (17 Eylül 2018)

Ziraat Bankası’nın gişesine yanaştım, baktım arkadaki panoda “Bir bankadan daha fazlası” yazıyor. Muziplik yapacağım tuttu, ciddi ciddi “Kuru fasulye, pilav var mı?” dedim. Şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Tebessüm ederek panoyu işaret ettim, güldü. Memur erkekti. (17 Eylül 2018)

Festival protestolarına bir başka açıdan, yaş açısından bakarsak ve “Yaş yetmiş iş bitmiş” atasözüne uygularsak 68.lik bendeniz en fazla festivalin 57.sini görebileceğim. (Allah uzun ömür versin bana.) Gelgelelim yaşımı 30’a çeksek, 10 sene, yani 2028’e kadar protesto etsem festival 65’e, bendeniz 40’a merdiven dayayacağım. 40’tan sonra ise 30 yıl daha, yani 95.sine kadar çatır çatır festivali takip edip, 1001 tane film izleyebilirim. (Allah uzun ömür versin festivale.) Kılavuz istemeyen görünen köy bu. (18 Eylül 2018)

Hiç kimse doğru söylemiyor ve herkes doğru söylüyor. (19 Eylül 2018)

Ziya Paşa’nın ünlü sözünü günümüze uyarladım, şöyle bir şey çıktı: Ayinesi lâftır kişinin işe bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i eseri aklında. (19 Eylül 2018)

Rus bir delikanlı, minibüse bindik konuşuyor, indik konuşuyor, hiç durmadı. Motor niyetine taksan, arabayı uçurur. Ciddi diyorum. (19 Eylül 2018)

Sosyal medyada bazı vatandaşlar bol miktarda ahkâm kesiyor. Bu ahkâm kesme yetkisini hangi makamdan aldıklarını söyleseler de biz de alsak ve kessek. (Gocusu olan yaralanır?) (20 Eylül 2018)

Hazan mevsimi sonbahar, sinema ve TV sektörümüzün seslendirme sanatçılarını fena vurdu. Toron Karacaoğlu’nun ardından Esen Günay, Ferdi Merter Fosforoğlu ve Oytun Şanal’ı ebediyete uğurladık. Mekanları cennet olsun. (20 Eylül 2018)

Ülker kremalı bisküviye bakıyorum, bakıyorum. Sanki tanıdık gibi de, bilhassa yabancı gibi. Var bir değişiklik. Kilo mu vermiş ne? Yoksa zayıflamış mı? Evet, evet, çapını kısaltmışlar; küçülmüş çünkü. (Bu yorum 5’li paketin incelenmesi sonucu ortaya çıktı.) (21 Eylül 2018)

(21 Mart 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

38. İstanbul Film Festivali’nden Öneriler

38. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı günler kaldı. Bu yıl 5-16 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 23 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas, Rexx sinemaları ve İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum geleneksel ‘öneriler’ listemde yer alan 20 küsur filmi klasiklerden başlayarak takdim ediyorum.

GECE BEKÇİSİ / Il Portiere di Notte:
Kişisel sinema serüvenimin baştacı filmlerindendir ‘Gece Bekçisi’. Faşizmin insan ruhunda nasıl yeşerdiği üzerine bu yaman deneme yönetmen Liliana Cavani’nin de en önemli filmidir. Ülkemizde 1975 yılında gösterime girmiş ve sinefilleri heyecana gark etmişti. Efsanevi Dirk Bogarde ve gencecik Charlotte Rampling ile yıllar sonra geniş perdede buluşmaya davet ediyorum tüm sinemaseverleri.

KONFORMİST / Il Conformista:
Yeni kaybettiğimiz Bernardo Bertolucci’nin birçok başyapıtı arasında öne çıkan film, yönetmenin tüm temalarını kusursuzca bir araya getirirken, siyasal özünü incelikli bir sinema duygusuyla beyazperdeye aktarıyor. Cinselliğin ve ideolojik aidiyetlerin gizli tutkularla nasıl bağdaştığını Jean-Louis Trintignant’ın canlandırdığı Marcello karakteri üzerinden sorguluyor.

İŞ / Il Posto:
Yıllar önce İstanbul Sinematek Derneği’nde hayranlıkla izlediğimiz film, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin ve geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden sinemanın büyük ustalarından Ermanno Olmi’nin en unutulmaz, komik ve sıcak filmlerinden biri. Festivalin Cinemania bölümündeki diğer İtalyan filmleri gibi, yıllar sonra yeniden faaliyete geçen Sinematek / Sinemaevi tarafından sunuluyor.

STANLEY KUBRICK BAŞYAPITLARI:
Önceki yazımda da belirttiğim gibi, ölümünün 20. yılında yedinci sanatın büyük ustasının tüm uzun metrajları eksiksiz yer alıyor festivalde. Filmleri geniş perdede izlememiş her sinemasevere retrospektifi hararetle öneririm. Bunlardan, Kubrick’in renkli döneminde yer alan ‘2001 Uzay Macerası / 2001: A Space Odyssey’, ‘Otomatik Portakal / A Clockwork Orange’, ‘Barry Lyndon’ ve 144 dakikalık kesintisiz kopyasından gösterime sunulacak olan ‘Cinnet / The Shining’ özellikle kaçırılmamalı.

YÜZLEŞME / Grâce à Dieu:
Berlin’den büyük jüri ödüllü film, Katolik ruhbanların pedofil vakalarına kurbanların gözünden bakıyor. François Ozon’un son çalışması, travma ve cesaret konularını titizlikle ve büyük bir hassasiyetle ele alıyor.

DURGUN NEHİR / Akinito Potami
Selanik Film Festivali Yunan Eleştirmenler Birliği ödüllü yapım, Sibirya’daki bir sanayi kasabasına taşınmış Yunan ailenin mantık ve maneviyat tartışmalarının ağırlığı altında çatırdamaya başlayan düzenleri üzerinden ilerliyor. Sibirya’nın dondurucu doğasının heybetli görüntüleri nefes kesiyor.

PİRANHALAR / La Paranza Dei Bambini:
Berlinale 2019 en iyi senaryo ödüllü yapım, ergen zalimliğiyle suç dünyasının ölümcül dünyasını perdeye taşıyor. Filme adını veren ‘piranhalar’ mafya jargonunda ‘silahlı çete’ anlamına geliyor.

BAY JONES / Mr. Jones:
Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland imzasını taşıyan yapım, efsanevi Galli gazeteci Gareth Jones’un yaşamına ilişkin. 1933 yılında geçen film, gazetecinin Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu haberleştirme çabaları üzerine.

EŞANLAMLILAR / Synonymes:
Berlinale Altın Ayı ödüllü film. İsrail’den Paris’e göç eden ve kimliğini tamamen reddeden bir adamı merkezine alan yapım, yönetmen Nadav Lapid’in hayatından izler taşıyor ve klasik Yeni Dalga filmleriyle flört ediyor.

İLAHİ AŞK / Divino Amor:
‘Neon Boğa’ filmine hayran olduğumuz Brezilyalı genç sinemacı Gabriel Mascaro, geçtiğimiz ay Berlin’de dünya prömiyerini yapan üçüncü uzun metrajında, parlak renklerin ve pop müziğin baskın olduğu bir distopya hikâyesine soyunuyor. İnanç, cinsellik, aile, müzik ve devlet kavramları etrafında alışılmadık bir gelecek portresi çiziyor.

NEHİR KIYISINDAKİ OTEL / Gangbayun Hotel:
Dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapmış olan, Koreli usta sinemacı HongSang-soo imzalı film, siyah-beyaz sinemanın avantajlarını kullanırken, aile, dostluk, ölüm, affetme ve zamanın geçişi gibi kavramların izinde büyük bir seyir keyfi vadediyor.

ELVEDA OĞLUM / Di Jiu Dian Chang:
Çinli usta Wang Xiaoshuai’nin son epiği Berlin’den en iyi erkek ve kadın oyuncu ödülleriyle döndü. 30 yıllık bir süreci yansıtan film, Çin’in tek çocuk politikasının yıkıcı etkilerini derinden yaşayan bir çifti izlerken ülkenin toplumsal dönüşümünü gözlemliyor.

ORAY:
Almanya’da yaşayan Mehmet Akif Atalay’ın bitirme projesi olan yapım, Berlin’de en iyi ilk film ödülünü kazandı. Hapishanedeyken inancını kazanmış bir Türk gencinin, inancını sınamak zorunda kaldığı zaman yaşadığı büyük çelişkiler üzerinden ilerleyen filmde genç yönetmen dört başı mamur bir karakter yaratmayı başarmış.

OYUNBOZAN / Systemsprenger:
Berlinale’den saygın Alfred Bauer ödülü ile dönen Nora Fingscheidt imzalı film, nefes kesen bir kurguyla, tacize uğramış ve annesinden koparılmış 9 yaşındaki Benni’nin öfke patlamaları üzerinden ilerliyor. Müthiş bir çocuk oyuncu performansı çok iyi yazılmış senaryoya eşlik ediyor.

SARGASSO DENİZİ MUCİZESİ / To Thavma Tis Thalassas Ton Sargasson:
Prömiyerini yaptığı Berlinale’de ‘güneşin altında David Lynch esintili bir psikolojik dram’ sözleriyle övülen yapım, Yunan yönetmen Syllas Tzoumerkas imzasını taşıyor. Özgün görsel diliyle hem şaşırtıcı hem sarsıcı bu kasaba kabusu festivalin sürpriz keşiflerinden olabilir.

JOY:
Londra Film Festivali’nden en iyi film ödüllü yapım, Acımasız bir sömürü döngüsüne mahkum göçmen seks işçilerinin yaşam öykülerini perdeye taşıyor. Viyana’da küçük kızıyla geçim derdinde olan Joy, kurtulmaya çalıştığı çarkın bir dişlisi olduğunu dehşetle fark edecektir.

SOFIA:
Prömiyerini Cannes’da yapmış olan Meryem Benm’barek imzalı bu ilk film, Fas’ın evlilik dışı ilişkilere hapis cezası öngören 490 sayılı yasasından yola çıkarak ülkenin sınıf farkı, cinsiyet eşitsizliği, ataerkil gelenekler ve tabularla örülü toplumsal yapısına dair derin ve çarpıcı bir analizde bulunuyor.

ONUN ADI PETRUNIA:
Geçtiğimiz ay Berlin’de ilgiyle karşılanan yapım, Makendonya’daki küçük kasabada yüzlerce erkeği karşısına almış ve hakkını korumaya kararlı Petrunia’nin öyküsü üzerinden ilerliyor. Makedon toplumundaki dönüşüm üzerine öfkeli olduğu kadar hüzünlü bir film.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vadeden yapımları ele alacağız.

(20 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hotel Mumbai: Gerçek Bir Dehşet

İster devlet, ister millet, ister din, ister sınıf adına sivil ve savunmasız insanları katledenler aşağılık teröristlerdir.

Dün Hindistan’da, bugün Yeni Zelanda’da yaşanan gerçek terörizm denilen canavarın sınır, ülke, yaş, kadın-erkek, bebek bile dinlemediğinin kanıtıdır Hotel Mumbai filmi. Soluksuz izleyeceğiniz, hemen her sahnede, her planda, hatta karede bile içiniz burkulacak, bu insanlıktan çıkmış teröristlerin yaptıklarından, yaşattıklarından nefret edeceksiniz.

Kendi düşünceleri ve inançları doğrultusunda olmayan herkesi öldürmeyi kendilerine verilmiş kutsal bir görev olarak benimseyen insanlar belli ki hiçbir şeyi sorgulamıyorlar. “Yukarıdan” gelen emirleri, hiç düşünmeden uyguluyorlar sadece.

Beyni yıkanmış…

Hindistan’ın en turistik kentinde gezip güzel günler geçirmek -kuşkusuz farklı amaçlarla gelenler de var içlerinde- isteyen insanlara yönelik bir kitle katliamı düzenleyen kapkaranlık bir örgütün “Boğa” adlı lideri telefonla emir üstüne emir yağdırıp orada olan veya olmayan herkese, hatta tüm dünyaya korku yaşatmayı hedefliyor.

Kentin en lüks otelinde kalan en pahalı restoranında yemek yemeyi bekleyen insanlar vınlayan kurşunların, patlayan bombaların, yangınların dumanının altında ne yapacaklarını bilemez halde sevdiklerini koruma peşine düşüyorlar. Siz olsanız, siz de henüz yürümeye bile başlamamış bebeğinizi korumak, kurtarmak istemez misiniz?

Sosyal, siyasal ve psikolojik…

Toplumsal katmanlar arasındaki farkı sıfıra indiren, önüne her çıkanı, her kim olursa olsun, her ne mazereti bulunursa bulunsun öldürmeyi hedefleyen teröristler izleyen herkesi aslında kendi karşılarında birleştirdiklerini bilmeliler. Hotel Mumbai filmini izlerken ne din, ne devlet, ne milliyet ne de ideolojik çevre geliyor insanın aklına… Sadece nasıl kurtuluruz sorusuna yanıt arıyorlar. Otel çalışanlarıyla şaşaalı odalarda pahalı tatil yapan o ünlü zenginler artık tek amaç etrafında, sadece ölmemeyi hesaplıyorlar. Bencil ve/veya çıkarcı olanlar çok daha erken yüz yüze geliyor teröristlerle…

Gözü dönmüş, eli kanlı teröristlerin biri, son anda da olsa sorguluyor yaşadıklarını, kendisini “cennet” için ölüme gönderenler verdikleri sözü tutmadıkları gibi, uğruna savaştıkları kendi dinlerinden olan suçsuz ve silahsız kadını da öldürmeyi emredebiliyorlar.

Terör yanlısı çıkarcıdır…

Buradaki amaç ve hedeflenen kitlelerin sinmesi, korkması ve başta hakları olmak üzere hiçbir talepte bulunmamalarını sağlamak. Terörizmin ve teröristlerin yapabilecekleri sadece bundan ibarettir. Ancak siyasal erk hep kendine yontmak istediğinden bunu kendi çıkarlarına göre yansıtır. Sizler benden daha iyi biliyorsunuz, çünkü tam da bu günlerde seçim sürecinde atılan nutukları dinliyorsunuz.

Terörün ne dini, ne devleti, ne milliyeti, ne de cinsiyeti olur. Terör bir insanlık suçudur. Bunu 2008’de yaşanan olaylardan uyarlanan Hotel Mumbai filminde açık ve net izleyebilirsiniz.

(19 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sen Benim Herşeyimsin

Felix van Groeningen imzalı ‘Güzel Oğlum / Beautiful Boy’ trajik bir gerçek yaşam öyküsünden yola çıkıyor. Flaman asıllı Belçikalı yönetmenin, David ve Nic Sheff’in ayrı ayrı yayımladıkları otobiyografilerden derleyip kaleme aldığı metni, oğlunun uyuşturucu bağımlılığıyla yıllarca mücadele eden babanın yürek burkan ama yine de umut dolu hikâyesi üzerine. David karısından boşanmış, mahkeme velayetini annesine vermiştir. İyi bir baba ve başarılı bir gazeteci olan David, oğlundan uzak kalsa da onu ihmal etmez. Başarılı bir öğrenci olan Nick’in hayatındaki ani değişim ailesini şaşkına çevirir. Lakin, babası güzel oğlunu içine düştüğü çıkmazdan kurtarmaya kararlıdır.

Kişisel bir mücadele öyküsü üzerinden ilerleyen film, aile ilişkileri ile bağımlılıkla savaşım hikâyesini ustaca kaynaştırıyor. Yönetmenin aile kavramına yaklaşımındaki duyarlılığını önceki filmlerinden hatırlıyoruz. 29.İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’ye layık görülmüş ‘Çölde Kutup Ayısı / De Helaasheid der Dingen’ ücra bir kasabada yaşayan 13 yaşındaki Gunther’in, bir baltaya sap olamamış babası ve üç amcasına, fedakâr babaannenin kol kanat gerdiği alabildiğine uçuk ancak bir o kadar eğlenceli aile ortamına sevecenlikle yaklaşır. 2013 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayan küçük kızlarının ardından aşklarını ve inançlarını sorgulayan genç anne babanın hüzünlü öyküsü üzerinedir.

Yönetmenin ilk Amerikan yapımı olan altıncı uzun metrajı ‘Güzel Oğlum’da çaresiz hastalığın yerini uyuşturucu bağımlılığı almış. Aile bireyleri arasındaki kayıtsız şartsız sevgi teması daha da güçlenmiş bir biçimde bir kez daha karşımıza çıkıyor. İki ayrı edebi kaynaktan beslenen sinemacı, olan biteni David ve Nic’in gözünden ayrı ayrı anlatmayı tercih etmiş. David, akıllı güzel oğlunun eroin ve kristal meth benzeri ölümcül uyuşturucuların tuzağına düşmesinin izini sürememiş, herşey aniden ortaya çıkmıştır. Şaşkınlık içinde çözüm üretmeye çalışır. Kanındaki şeytanın esiri haline gelmiş oğul Nick ise dürtüsüne karşı koyamamanın ezikliği içindedir. Bedenini tutsak edilmiş hisseder. Uyuşturucuyu vücuduna zerk ettiği anda bile baskın olan, utanç ve suçluluk duygusudur. Tedavi süreçleri kesintilere uğrar. Uyuşturucu belası beklenmedik zamanlarda dönüş yapar. Nüksetme aniden ve nedensiz olarak ortaya çıkıverir.

Yönetmen bu akıl dışı kaotik süreci, tipik bir Hollywood anlatısına dönüştürmeden perdeye aktarmanın yollarını aramış ve bulmuş. Bir oyun uyarlaması olan ‘Kırık Çember’de olduğu gibi geriye dönüşler ve ani zaman sıçramalarını yoğun olarak kullandığı bir kurgu düzenini seçmiş. Düz bir akıştan çok daha etkili bu yöntemle, merak ve gerilim unsurunu hep canlı tutmayı başarmış. Öykünün geriye dönüşler üzerine kurulu yapısı içinde geçmiş ile bugün ustaca birbirine bağlanmış.

İki başrol oyuncusunun mükemmel performanslarından sonuna dek yararlanıyor Groeningen. ‘Foxcatcher Takımı’ ile dram oyunculuğunda da iddiasını ortaya çıkan Steve Carrel’ı ‘Ben nerde yanlış yaptım’ sorgulamasına girişen babada izliyoruz. David düşmanlarını tanıma sürecinde pes etmeyecektir, çünkü oğlu onun herşeyidir. Luca Guadagnino imzalı ‘Beni Adınla Çağır’ ile gönülleri fethetmiş olan genç yetenek Timothée Calamet, rolü için hayli kilo vermiş. 19 yaşındaki Nick’in tarifsiz acısı ve utancını içselleştirmekte ustalara taş çıkartan bir yorum sergiliyor.

İşlevsel bir ses bandı filmin bir diğer artısı. Filmin adını aldığı John Lennon şarkısının ‘Kapa gözlerini ve korkma; canavar uzaklaştı, baban yanında’ dizeleri, cehenneme dönüşen tedavi sürecine ve verilen cesur mücadeleye eşlik ediyor. Perry Como yorumundan dinlediğimiz ‘Damdaki Kemancı’ müzikalinin ünlü balladı ‘Sunrise Sunset’in coşkulu tınılarına, Górecki 3. senfoninin soprano eşlikli ağıtsal largo bölümünün ezgileri karışıyor. Acılı babanın herşeye rağmen evladından vazgeçmeyişi Bukowski’nin ‘Let It Enfold’ dizelerinde karşılığını buluyor.

Çağdaş bir sorunu melodramın tuzaklarına düşmeden aktaran, sıradışı bir kurgu marifetiyle drama ile belgeseli harmanlayan haftanın en ilgiye değer yapımı ‘Güzel Oğlum’. İzlemeye çalışın.

(15 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstanbul Film Festivali 38 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 38. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla, 05 – 16 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 8 ayrı salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 175 uzun metrajlı, 11 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl dünya sinemasının büyük ustalarından Stanley Kubrick’i kariyerinin tüm uzun metrajlarını kapsayan bir retrospektif ile anıyor. ‘Başyapıt Fabrikası: Kubrick’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. ‘2001: A Space Odyssey’den ‘Otomatik Portakal’a; ‘Barry Lyndon’dan ‘Full Metal Jacket’e Kubrick’in yönettiği 13 uzun metrajlı filmin yenilenmiş kopyalarından oluşan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan 38. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’da Ermanno Olmi’den ‘İş / Il Posto’, Bernardo Bertolucci imzalı ‘Konformist / Il Conformista’, Roman Polanski’den ‘Rosemary’nin Bebeği’ ve Liliana Cavani’nin benzersiz başyapıtı ‘Gece Bekçisi’ni yılların ardından geniş perdede izleme olanağı bulacağız yeniden.

Üç yıl önce ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten festival, aralarında geçtiğimiz haftalarda Berlin Film Festivali ana seçkisinde yer almış Emin Alper’in son çalışması ‘Kız Kardeşler’in de bulunduğu ülkemizden yepyeni filmleri izleyiciyle buluşturmayı sürdürüyor. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış, sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar yapımlardan oluşan zengin bir seçki sunuyor. Berlinale 2018 Altın Ayı ödüllü ‘Eşanlamlılar / Synonymes’ ile ödül listesinin diğer parlak filmleri bu listeye dahil. ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde ise, daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Fransız tiyatrosunun prensi’ lakaplı genç dramaturg, oyuncu ve oyun yazarı Alexis Michalik imzasını taşıyan ‘Edmond’. Birçok kez Molière ödülüne layık görülen Michalik, aynı adlı oyununun sinema uyarlamasını da üstlenerek filmin senaryosunu yazmış ve yönetmiş. 1897’de Belle Epoque döneminin Paris’inde geçen film, Edmond Rostand’ın ünlü oyunu ‘Cyrano de Bergerac’ın ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor. ‘Edmond’ açılışın ardından festivalin ‘Galalar’ bölümünde izleyicilerle buluşacak.

Festival filmlerine ilişkin önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Biletler 23 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren (hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle) Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden satışa sunuluyor.

(14 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com