Kategori arşivi: Yazılar

Aynalar Yalan Söylemez

İngiliz sinemacı Edgar Wright imzalı ‘Dün Gece ‘Soho’da / Last Night in Soho’ bir büyüme öyküsü olarak başlıyor. İngiltere kırsalında büyükannesi ile birlikte yaşayan Eloise (ya da Ellie), Londra Sanat Üniversitesi’ne bağlı Moda Yüksek Okulu’ndan aldığı bursla yıllar önce kaybettiği annesinin gerçekleştiremediği hayallerinin izini sürmeye kararlıdır. Aynada kendisine gülümseyen annesi ile vedalaştıktan sonra metropol cangılının yolunu tutuyor. Üniversite yurdunda barınamayacağını anladığında Londra’nın eski yerleşim bölgelerinden Soho’da eski bir binanın çatı odasına yerleşiyor. Ev sahibi yaşlı bayan Collins’in özgün dekorasyonuna hiç dokunmadığı küçük odası, pirinç başlıklı karyolası ve püsküllü abajuruyla 60’lı yılların izlerini taşımaktadır. Eloise’in düşlerine giren o yıllara ilişkin vizyonlar ve geçmişin hayaletleriyle karşılaşması uzun sürmeyecektir. Büyük şehre ünlü bir şarkıcı olmaya gelmiş Sandie ile düşlerinde yolu kesişen Ellie rüya olarak hayal ettiği 60’lar Londra’sının karanlık yüzünü keşfedecek, batakhanelerde silinip giden gencecik hayallerin dehşet yüklü sonlarına tanıklık edecektir.

1974 doğumlu yönetmen Wright’ın 60’lı yıllar Londra’sına nostaljik hayranlığı üst düzeyde. Ellie’nin o yıllar ile geçişken serüveni, mükemmel bir set tasarımı eşliğinde izleyicisini 50 yıl öncesine götürüyor. Bizde ‘Yıldırım Harekatı’ adıyla gösterilmiş James Bond serüveni ‘007 Thunderball’un dev sinema feneri önünde gözleri parlayan genç kız ile aynalarda buluştuğu Sandie’nin izini sürerek dönemin ünlü lokallerine, Café de Paris’ye, The Toucan barı ve türlü türlü gece kulüplerine uğruyoruz. Bu ziyaretlere, aralarında ‘Downtown’, ‘You’re my World’, Puppet on a String’, ‘A World without Love’ gibi dönemin ünlü şarkılarının yer aldığı enfes bir ses bandı eşlik ediyor.

‘Dün Gece Soho’da’ türden türe ustaca sörf yapan, sürprizlerle dolu bir yapım. Başlardaki büyüme öyküsü Londra’nın karanlık gizeminde, günümüz sinemasında çok yaygınlaşan kadın istismarı eleştirisine evriliyor. İngiliz sinemasında özel bir yeri olan gotik hayalet hik3ayeleri bu noktada devreye giriyor ve finale doğru zincirlerinden boşalmış kanlı bir dehşet silsilesi ile sarsılıyoruz.

Yönetmen Wright kendi öyküsünden, Sam Mendes imzalı ‘1917’ yazarı Krysty Wilson-Cairns ile ortaklaşa kaleme aldığı yapıtında türlerin geçişkenliğini ustaca kurgulamış. Annesinin şizofren genlerini taşıyan Ellie’nin düşler ve aynaların rehberlik ettiği vizyonlarını büyük bir beceriyle perdeye aktarmış. Ellie’de Thomasin McKenzie, Sandie’de Anya Taylor-Joy taze yetenekler olarak parlıyor. Yönetmen klasik İngiliz sinemasına saygıda da kusur etmemiş. Film, ‘Suspiria’ benzeri bir gotik dehşete adım adım ilerlerken, ülke sinema ve tiyatrosunun efsanevi oyuncuları bu görkemli serüvene eşlik ediyor. Rita Tushingham büyükannede, her daim yakışıklı Terence Stamp gecelerin müdavimi geçkin çapkında, yönetmenin filmini adadığı yakınlarda kaybettiğimiz Diana Rigg kariyerinin son performansında bayan Collins olarak karşımıza çıkıyor ve tutkulu sinefillerin yüreğini hoplatıyorlar. Hitchcock’un ünlü ‘Rebecca’sına gönderme yapan finalin ardından, son jenerikte Barry Ryan’ın yorumladığı filmin ana karakterinin adını aldığı ünlü ‘Eloise’ şarkısı yükseliyor perdeden.

(18 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Hitchcock Renkli

40. İstanbul Film Festivali, Alfred Hitchcock’u 41. ölüm yıldönümünde özel bir bölümle anıyor. 1980 yılında kaybettiğimiz usta sinemacı, ölümünden dört yıl öncesine kadar aktif olarak sürdürdüğü sinema kariyerinde 50 adet uzun metraj sinema filmine imza atmış. Festivalin özel bölümlerinden ‘Hitchcock Renkli’, yönetmenin 1948 yılında başlayan renkli film serüvenini, 15 adet uzun metraj yapımın yenilenmiş kopyalarından eksiksiz olarak beyazperdeye taşıyor. Bu şekilde, yapıtlarında farklı disiplinleri buluşturmuş unutulmaz gerilim ustasının filmlerini sinema salonunda izleyememiş genç kuşakları ve sinefilleri bir kez daha ödüllendiriyor. Filmler 19 Kasım’dan başlayarak 21 Aralık tarihine kadar Beyoğlu Beyoğlu ve Kadıköy Kadıköy Sinemaları’nda gösteriliyor.

‘Hitchcock Renkli’ efsane yönetmenin 10 ayrı sekanstan oluşan ve karartma marifetiyle tek plan çekilmiş izlenimi veren 1948 yapımı ünlü denemesi ‘Ölüm Kararı / Rope’ ile başlıyor. Bunu, bir yıl sonra çektiği ve gözde oyuncularından Ingrid Bergman’ı son kez yönettiği tek plan denemesi ‘Kapri Yıldızı – Under Capricorn’ izliyor.

Kadıköy Sineması’nda 3D formatından gösterileceği ilan edilen ‘Cinayet Var – Dial M for Murder’, tanınmış başyapıtlarından ‘Arka Pencere / Rear Window’ ve onu takip eden 1955 yapımı ‘Kelepçeli Aşık / To Catch A Thief’ sinemacının kariyerinde özel bir yeri olan ünlü sarışın Grace Kelly ile ardarda çektiği üç yapım. Zamanında bizde vizyona girmemiş yine üstadın minör yapıtlarından 1955 yapımı ‘The Trouble with Harry’ ise Shirley MacLaine’in sinemadaki ilk başrolü olarak hatırlanır.

Hitchcock daha önce 1934 yılında ana vatanı İngiltere’de çektiği ‘Tehlikeli Adam / The Man Who Knew Too Much’ı 1956 yılında renkli olarak tekrarlıyor. Bu kez başrollerde ilk kez çalıştığı ünlü Hollywood sarışını Doris Day ve değişmez aktörlerinden James Stewart başrolleri paylaşıyor. Bir diğer favori oyuncusu Cary Grant ile de son kez ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’te çalışacaktır. 1958 yapımı ‘Ölüm Korkusu / Vertigo’ ustanın birçok eleştirmene göre en iyi filmi addedilir. İlk ve son kez çalıştığı Kim Novak filmin unutulmaz karakterine hayat vermiştir.

1960 yapımı ‘Sapık / Psycho’ kariyerinin zirvesindeki Hitchcock için bir diğer doruk noktasıdır. Ancak siyah-beyaz çekilmiş olması nedeniyle bu özel seçki içinde yer almıyor. Buna karşılık 1963’te çektiği bir diğer korku-gerilim başyapıtı ‘Kuşlar / The Birds’ seçkiye dahil ve başrol, yeni keşfettiği taze sarışın Tippi Hedren’den ziyade masum görünüşlü ürkütücü kuşların.

Yönetmen ‘Hırsız Kız / Marnie’de yine Hedren ve dönemin James Bond serisi ile büyük çıkış yapan aktörü Sean Connery ile çalışacaktır.

Bunu, Julie Andrews / Paul Newman ikilisinin sürüklediği casusluk gerilimi ‘Esrar Perdesi / Torn Curtain’ izler. Yaşı nedeniyle Hitchcock’un film çekme arası uzamaya başlamıştır. 1969 yapımı ‘Topaz’ yine bir casusluk gerilimidir ancak usta formunda değildir. Buna karşılık 1972’de Londra’da çektiği ‘Cinnet / Frenzy’, gerek ustalıklı gerilimi, gerekse hınzır mizahıyla Hitcock’un son etkileyici filmidir. Yönetmen 77 yaşında çektiği ve çok ses getirmeyen ve bizde yalnızca televizyonda gösterilen ‘Aile Oyunu / Family Plot’ ile sinema dünyasına veda edecektir.

Teknik mizansen, görüntü, kurgu alanlarında hep öncü sinemacı konumunu sürdürmüş olan sinemacı, özgünlüğü, temalarını kendisinin belirlemesi ve biçimi hikâyeyle ustaca harmanlayışıyla sinema tarihine geçiştir. Gönül onun siyah-beyaz başyapıtlarını da yeniden beyazperdede izlemek istiyor. Festivalin gelecek yıllardaki başka bir seçkisinde inşallah.

NOT: İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz yıl programa aldığı ancak Covid nedeniyle bu yıla sarkan ‘Hitchcock Renkli’ toplu gösterisini 19 Kasım Cuma günü başlatıyor. Bu konuda daha önce yazdığım ve 03 Mart 2020’de yayınlanmış olan yazımı Hitchcock Renkli başlığıyla ve yeni gösterim koşullarına uygun olarak düzenledim.

(17 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Sevgiyle Disiplin: Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar

“Yaşam bir düştür, uyanmak bizi öldürür.” diyor Virginia Woolf. Sahiden de düşüncesini gerçekleştiremeyenler için “ölüm”dür o heyecan. Hem zaten ne için yaşar ki insan, düşlerini gerçekleştirmek için. Zorlukları, engelleri belki de sırf o gelecek uğruna kurduğu düşler uğruna aşma azmi ve gücü bulur insan kendinde.

Ama bir önemli husus var, nasıl motive edeceksiniz (kendinizi de dahil) insanları, hele de bu filmde olduğu gibi çocuklarınızsa belirleyici olan. Ya baskıcı ebeveyn olursunuz ya da umursamaz, çocuklarını bile düşünmeyen, alabildiğine bencil. Hangisini seçeceksiniz?

Kültürlü olsunlar…

Dünyaca ünlü iki tenisçinin (Venus ve Serena Williams’ın) öykülerini izliyoruz. Son dönemde biyografi filmlerinin alabildiğine (bizde de çoğaldı örnekleri) arttığını görüyoruz. Bunun iki temel sebebi var, bana göre. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma hevesinin düşmesi ve buna da bağlı olarak hayal kurmanın azalması… Sinemanın kendisi imajdır ve bir imaj yaratması güçtür, ancak okuyarak hayal gücünüzü güçlendirebilirsiniz. Başta Hollywood olmak üzere sinema endüstrisi bu açığı kapatmak için başarı öyküleriyle dolu biyografik filmler çekiyor. Bu, olumlu bir gelişme…

Özgüvenliler…

Sosyal medyadan yakındım, ama yararı da alabildiğine çok. Moda deyişle “Z kuşağı” ve birkaç yıl sonra hayatımızın belirleyicisi olacak “alfa kuşağı” kolayına pabuç bırakmıyor anne babalarına. Akıllarına yatmayan hiçbir şeyi kabul etmiyor, sorguluyor, araştırıyor ve kendince çiziyor yolunu…

Böyle gelmiş böyle gitmez

Baba sevgisi görmeden baba olmuş Richard, bir umut, çocuklarını tenisçi yetiştirmek için gece gündüz, yağmur çamur demeden, mahalle çetelerinin saldırılarına rağmen yılmadan çalışıyor. Dönem dönem -hak verenler çıkacaktır, ama acele etmeyin- sert tutum takınıp kararlı duran Richard, düşünü kurduğu projenin yürümesi için eşini de çocuklarını da ikna etmeyi başarmıştır.

Richard Williams’tan söz etmeliyiz öncelikle… Beş kızı olan ailenin en küçükleri Venus ve Serena, daha doğmadan plan yaptığını öğreniyoruz. Yıllar boyunca da revizyona uğrasa da milim taviz vermemesi belirleyici, çünkü ince eleyip sık dokuyor, öyle çatıyor çatısını…

Eşiyle anlaşabilen Richard, çocuklarıyla iyi ilişkiler kurarken onların kültürlü yetişmesinin altyapısını da sağlıyor. Filmin bir adının da Kraliçe Oracene olması gerekiyor, ama erkek egemen sinema kültürü buna izin vermez. Babanın kurup hayata geçirdiği planlarındaki açıkları kapatan, aileyi dengede tutan, ama kararlılığını da gösteren anne Oracene’i es geçmek ayıp olur.

Bir aile filmi…

Film, bir ailenin ortak yaşamını anlatıyor. Anne baba başta, kardeşler de Venus ile Serena’nın başarılı birer tenisçi olması için ellerinden geleni yapıyor. Filmin yapımcıları, yürütücüleri, danışmanları arasında yer aldıklarını da belirtmek gerek.

Tenisçi olmayan siyahi (evet, ırkçı bakış hâlâ geçerli yaşamın içinde) anne babanın bir düş uğruna kızlarını dünyanın en iyi tenisçileri olarak yetiştirmelerinin akıllara durgunluk veren gerçek öyküsünü ergen çocukları olan anne babalar izlemeli muhakkak, kendilerine yönelik çıkaracakları çok kıymetli dersler olacaktır, çünkü bu bir rüya değil tek başına. Bu bir gerçek başarı öyküsü, hepimizin alkışladığı. Bir küçük not eklememe izin verin, senaryoda yer alan her şey yaşanmış; bir alkış da onun için hak ediyor film.

Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar (King Richard), (Biyografi, Aile, Dayanışma); Yönetmen: Reinaldo Marcus Green; Senaryo: Zach Baylin; Oyuncular: Will Smith, Aunjanue Ellis, Saniyya Sidney, Demi Singleton, Tony Goldwyn, Jon Bernthal… 19 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(17 Kasım 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Diz Kapağına Bir Kurşun

Cannes Film Festivali jüri ödülünü kazanan ‘Ahed’in Dizi / Ha’berech’, Nadav Lapid’in ülkesi ile yakıcı bir biçimde hesaplaşmasının öyküsü. İsrailli sinemacının kendi yirmili yaş deneyimlerinden yola çıkarak, yabancı bir ülkede yeni bir kimlik kazanmak, Fransa’da kök salmak için kendi dilinden ve kültüründen vazgeçmeye hazır genç adamın hikâyesi üzerinden ilerleyen Berlinale Altın Ayı ödüllü bir önceki yapıtı ‘Eş Anlamlılar / Synonymes’ ülkemizde de hayli ses getirmişti. Kimlik ve aidiyet sorununu ironik bir sinema diliyle beyazperdeye taşıyan yönetmen, Fransız Yeni Dalgası’nın tanınmış yapıtlarından Eric Rohmer filmi ‘Claire’in Dizi / Le Genou de Claire’ ile isim benzerliğinden başka bir ilgisi olmayan yeni filminde lâfını hiç esirgememiş.

Bardaktan boşanan yağmurun kameranın üzerine yağdığı bir Tel Aviv sabahında yeni filmi için seçmelerini sürdüren yönetmen Y, Lapid’in alter ego’su konumunda onun düşüncelerini bize aktarıyor. Film içinde filmin çıkış noktası, Filistinli aktivist Ahed Tamimi üzerine bir haber. Filistin’in en cesur kızı olarak adlandırılan Tamimi, çocuk yaşlardan itibaren darp edilen, hapse atılan aile bireyleri için direnişlere katılmış, 16 yaşındayken İsrailli bir askeri tokatladığı için ev hapsine alınmış bir aktivist. İsrail’deki Yahudi Evi Partisi’nden bir politikacının onun ‘en azından dizinden vurulması gerektiği, böylelikle ömür boyu ev hapsine mahkûm olacağını’ belirtiği rezil tweet’i üzerine bir film çekmeye karar veriyor Y.

Seçmeler sürerken Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine Berlin’de ödül kazanan filminin gösteriminde bulunmak üzere çölün ortasındaki küçük yerleşim merkezi olan Arava bölgesine gidiyor sinemacı. Sapir halk kütüphanesindeki gösterim için kendisini karşılayan bakanlığa bağlı görevli, yönetmenin büyük hayranıdır. Yakınlarda bir köyde büyümüş, kişisel ilgisi ve becerisiyle devlet katında yükselmiş Yahalom tarafından ağırlanan Y, baskıcı İsrail devletinden, sansür uygulamalarıyla sanatçıyı güdümüne alma gayretindeki kültür sanat birimlerinden intikam almak üzere, genç kadının hayranlığın sınırlarını zorlayan flörtöz yaklaşımını gözünün yaşına bakmadan kullanma yoluna gidecektir.

‘Ahed’in Dizi’ sert bir film. Yönetmen Y gençlik yıllarından başlayarak DNA’sına işlemiş baskıcı ve zorba devlet uygulamalarını nefretle haykırıyor. Geriye dönüşlerle Lübnan işgali sırasında Suriye – Lübnan sınırındaki travmatik askerlik deneyimlerine şahit oluyoruz. Kendi deyimiyle ‘olan biteni sessizce kabullenen İsrail halkının aptallığından zevk alır hale gelmesinden’ hicap duyuyor. Müthiş bir öfkesi var. Tel Aviv’li sanat çevresinden bir aileden gelmenin kibriyle esip savuruyor. Köyde yetişmiş, entelektüel bulmadığı ve burun kıvırdığı naif devlet görevlisine tepeden bakarken onu işbirlikçilikle itham ediyor. Arapların ruhunu sömüren, kendisine riayet etmeyen herkesi reddeden devlete ateş püskürüyor. Yeni kuşaklardan da bir o kadar umutsuz. Ancak yaralı bir hayvan gibi gözyaşı dökerken köklerine kopmaz bir bağla bağlı olduğunun da bilincinde. Hüznüne karışan öfkesi bundan.

Yönetmen Lapid alter ego’su aracılığıyla okları kendisine de yöneltiyor. Yüzümüze bir tokat gibi çarpan bildirisine, politik söylemine uygun bir estetik içinde sunuyor anlatısını. Otoyolda giden motosikletin tedirgin edici gürültüsü ile açılan film, alışılmadık kamera açıları, sağa sola, aşağı yukarı huzursuz panlarıyla yol alıyor. Ancak tüm kızgınlığı bir yana, Lapid’in güzel ülkesine ve yakınlarda ölümcül bir hastalıktan kaybettiği, önceki filmlerinin kurgucularından, oyun yazarı annesi Era Lapid’e içli bir veda mektubu ‘Ahed’in Dizi’. İki haftada yazılmış ve 18 günde çekilmiş bu çarpıcı filmi farklı duygularla izledim. Şaşırdım, etkilendim ve gıpta ettim. Kültür Bakanlığı destekli fonlara erişebilmek için suya sabuna dokunan meselelere pek fazla ilişmeyen, otosansürü gönüllü kabullenmiş bir çok sinemacımızı düşünerek hüzünlendim.

(11 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Dün Gece Soho’da: Düşlerinin Götürdüğü Yer…

Her genç kızın rüyası, “Singer dikiş makinesi” olmuyor, ama her genç kız kendini ünlü, başarılı, mutlu hayal ediyor. Reklamdan yola çıkınca “genç kız” dedim, filmde de genç bir kız var, ama hayaller yaşlı genç, kadın erkek, köylü kentli hepimizin taşıyıcı gücü…

Yönetmen Edgar Wright, görselliği dorukta, sürükleyici bir film çıkarmış. Geçenlerde, okul yıllarından kalma bir notum geçti elime, “somut olmayan duygular filme aktarılamaz”… Yüz yıl öncesinin düşüncesiymiş. Her şeyi yapabilir, beyazperde aracılığıyla izlettirebilirsiniz. Yeter ki, isteyin ve ne istediğinizi bilin, ona göre de çalışın.

İngiltere’de, bir kasabada, moda tasarımcısı olmayı düşleyen Eloise, taşralı olmanın da etkisiyle okul arkadaşlarının arasına karışamaz. 60’lar modasına hayrandır zaten, düşlerini süsleyen de o dönemin ışıltılı hayatı olacaktır ister istemez.

Düşlerden doğan fantezi

Seyirci; bir yanıyla, yaşadığı mahcubiyetten kaynaklı olaylar nedeniyle mizah, bir yanıyla gece hayatının hareketliliğiyle doğru orantılı aksiyon, bir yanıyla da düşlerinden doğan fantezinin karışımıyla kendini filme kaptırıyor ve kendi düşlerinin gittiği yeri sorguluyor.

Tabii ki, her düş veya her düşbaz aynı son ile karşılaşmayacaktır. Kimi düşleriyle el ele yükselir kimiyse düşlerinin hüznünü yaşar. Eloise, o düşlediği yıllarda şarkıcılık yapmak amacıyla -kendisi gibi taşradan gelip çemberini kırmaya çalışan- Sandy ile kendini özdeşleştirir. Giderek düşten çıkıp gerçeğe ve buna dayalı olarak karabasana dönüşen olaylar dizisinde Yönetmen, ticari sinemanın beklentisine kapılınca şiddetin dozu yükseliyor.

Görsellik dorukta…

Eloise’in yeni yetme hayalleriyle kararları ve acemilikleri izleyicinin olduğu kadar film ekibinin de duygusunu aktarıyor. O nedenle de alabildiğine başarılı. Hatta öyle ki, kimi sahnelerde ne oyun(cuy)u ne mekânı ne de öykünün akışını hatırlıyorsunuz. Perdede yansıyan görsellik müthiş etkileyici, sürükleyici…

Kuyuya düşme, sinemacıların çok sevdiği bir trüktür, karanlık çeker filmdeki karakterleri ve gizem büyür. Dün Gece Soho’da da gizem büyüdükçe karanlık çekiyor izleyiciyi, ama dozu fazla geldi (bana). Sanki o görsel düzeyi yüksek düşlerle sürseydi, o heyecan yerini kâbusa bırakmasaydı, görselliğin değerlendirilmesinde ilk verilecek örnek filmlerden biri olurdu. Doğaldır ki, -en azından benim için- duygular belirleyici oluyor. Filmin ilk yarısını hiç unutmayacağım.

Dün Gece Soho’da (Last Night in Soho) (Mizah, Gerilim, Gizem, Aşk), Yönetmen: Edgar Wright; Senaryo: Krysty Wilson-Cairns, Edgar Wright; Oyuncular: Anya Taylor-Joy, Thomasin Harcourt McKenzie, Matt Smith, Terence Stamp, Diana Rigg, Rita Tushingham, Michael Ajao… 12 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(11 Kasım 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Hayalimdeki Sevgili

Maria Schrader imzalı ‘Tam Sana Göreyim / Ich bin dein Mensch’ harika bir sekansla açılıyor. Bir gece kulübündeyiz. Alma salona girdiğinde eğlence tüm hızıyla sürmektedir. Pistte dans eden çiftlerin arasından süzülüp gelen doktor Felser genç kadını yakışıklı Tom ile tanıştırır. Şairane iltifatlarla söze giren genç adam rumba ritmleri duyulduğunda Alma’yı dansa kaldırmıştır bile. Ancak bir müddet sonra Tom’un konuşması takılmaya başlar ve bizler onun yapay zekaya sahip son model bir robot olduğunu anlarız.

Berlin Pergamon Müzesi’nde araştırmalarını sürdüren Alma, bilimsel çalışmalarına devam etmek için yönetici patronunun isteği üzerine alışılmadık bir deneye katılmayı kabul etmiştir. Barbie’nin Ken’i misali tasarlanmış Tom ile 3 hafta geçirecektir. Erkek obje bu süre içinde kadın gözüyle gözlem altında tutulacak, bu da yakın gelecekte yapay zekalı robotların kimlik, vatandaşlık, çalışma izni benzeri haklardan yararlanabilmeleri konusunda değerlendirmeye alınacaktır.

Alma deney için testlere tabi tutulmuş, beyni taranmış, anket üzerine anket yanıtlamış ve tüm bunların sonucunda tamamen kendi arzularına ve ihtiyaçlarına göre kodlanan Tom üretilmiştir. Çivi ile yazılmış Hitit tabletlerinde tarih öncesinin şiirinin peşine düşmüş olan Alma, Berlin’in pek konforlu ancak ruhsuz dünyasında kayıp bir ruh gibidir. Tom tüm cazibesi ve ilgisiyle genç kadının özlemini çektiği yaşam partnerinin ta kendisidir aslında. Hisleri yoktur belki ancak duyguları harekete geçirmek için programlanmıştır.

Bu girişin ardından filmin bilim-kurgusal özelliklerinin öne çıktığını düşünmeyin. Schrader insani olana ilişkin bir film yapmak niyetinde. Örneğin, Steven Spielberg imzalı ‘Yapay Zeka / A. I. Artificial Intelligence’ veya Alex Garland filmi ‘Ex Machina’ benzeri bilim-kurgu örneklerinden farklı olarak Tom’un mekanik özelliklerini göstermiyor. Film kısa sürede uyumsuz çiftler komedisine evrilirken, son bölümünde çok daha önemli şeyler sormaya başlıyor. Şöyle ki, kişisel beğenilere göre tasarlanmış insan görünümlü bir robot ideal bir hayat partneri olarak görülebilir. Özlemleri karşılar, arzuları tatmin eder ve yalnızlık hissini ortadan kaldırabilir. Kısaca kayıp ruhları mutlu kılacağı varsayılabilir. Fakat insanlar tüm gereksinimleri istedikleri anda yerine getirilsin diye mi yaratılmışlardır? Tatmin edilemeyen özlemlerimiz, hayal gücümüz ve hiç durmadan mutluluk arayışımız bizi insan yapan şeylerin kaynağı değil midir?

Pek Alman bakışı diyeniniz çıkabilir. Maria Schrader 90’larda oyuncu olarak ünlenmiş ilerleyen yaşlarında kamera arkasını seçmiş bir Alman sinemacı. İKSV’nin efsanevi eski yıllarına tanıklık etmiş olanlar hatırlar, kendisini başrolünü oynadığı ve o zamanlar birlikte olduğu Dani Levy’nin yönettiği 1991 yapımı ‘I was on Mars’ filminin gösteriminde tarihi Emek Sineması’nda ağırlamıştık. Schrader mükemmel değilse bile hiç fena olmayan bir çalışmaya imza atmış. Emma Braslavsky’nin kısa hikâyesinden Jan Schomburg ile ortaklaşa yazdığı filminin senaryosu inceliklerle dolu.

Alman Sineması ödüllerini toplayan yapımın Almanya’nın Oscar aday adayı olarak seçildiğini, Alma’yı canlandıran Maren Eggert’in bu yıl düzenlenen 71. Berlin Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ile döndüğünü hatırlatalım. Doktor Felser’de usta oyuncu Sandra Hüller’i, yapay zeka Tom’da ışıltılı performansıyla partnerinden rol çalan İngiliz asıllı Dan Stevens’ı izliyoruz.

(05 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Cunta Düzeni

Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen Michel Franco imzalı ‘Yeni Düzen / Nuevo Orden’ bağlamından koparılmış bir montaj görüntüyle açılıyor. Kandinsky’yi çağrıştıran soyut resmin yakın plan çekimi, sağnak yağmur altında yeşil boyanın bedeninden aktığı çıplak kadın, balkondan aşağı atılan mobilyalar, koridorda sürüklenen bir beden, merdivenlerden sel gibi akan yeşil sular, yeşil boya fırlatılan camın ardındaki tedirgin gelin. Dehşeti çağrıştıran imgeler yaklaşmakta olan felâketin habercisidir. Şostakoviç’in 1905 Rus Devrimini betimlediği ünlü 11 no’lu senfonisinden ezgiler bu endişeli bekleyişe eşlik etmektedir.

Mexico City’de panik hakimdir. Şehir karışmış, yollar protestocular tarafından abluka altına alınmış, silahlar konuşmaktadır. Kaos ortamından lüks villadaki düğün partisine geçeriz. Zengin iş adamının kızı Marianne ile mimar nişanlısının nikâhı için yetkili memur beklenmektedir. Gelen ziyaretçi başkasıdır. Protestocuların kendi yaralılarına yer açmak üzere hastane yatağından kapı önüne koydukları karısının elzem kalp ameliyatının özel hastane masrafları için yardım talebiyle gelmiş evin eski emektarı, eline üç beş kuruş tutuşturularak savuşturulmak istenir. Yaşlı adama sahip çıkan Marianne arabasıyla yola çıktıktan hemen sonra villa yeşil boyalı çetenin istilâsına uğrayacak ve kâbus başlayacaktır.

Sosyal eşitsizlik ve bunun ortaya çıkardığı kaçınılmaz başkaldırı üzerine çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Meksikalı sinemacının 2009 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Daniel ile Ana 0 Daniel & Ana’ Latin Amerika porno mafyasının kurbanı olan varlıklı ailenin bireylerinin açmazı üzerinedir. 2012 yapımı ‘Lucia’dan Sonra / Después de Lucia’ varlıklı sınıf arkadaşları tarafından aşağılanan ve cinsel tacize uğrayan Lucia’nın öfkeli babasının seyirciyi altüst eden şiddet yüklü intikamının öyküsüdür. Varlık dağılımındaki büyük eşitsizliğe itirazını bu kez daha büyük perdeden haykırıyor sinemacı. Önceki filmlerinde dingin planlarıyla hatırladığımız Yves Cape’in kamerası bu kez son derece huzursuz ve hareketli. Sokaklarda başlayan protestolar kanlı eylemlere dönüşüyor. Mağazalar yakıp yıkılıyor, araçlar tahrip ediliyor. Ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak dikta yönetimi devreye giriyor. Bu noktadan sonra kimsenin kaçışı olmayacak, yoksulu zengini bir işkence, tecavüz ve zulüm sarmalında kaybolmaya mahkûm olacaktır.

Franco’nun salgın öncesi kaleme aldığı senaryosu dünyanın dört bir yanında baş gösteren huzursuz iklimin ve patlamaya hazır öfkeli kalabalıkların hikâyesi ile benzerlikler taşıyor. Yönetmen ırkçılığın ayrımcılığın hastalık gibi dört yanı kuşattığı çağımızda, refah dağılımındaki eşitsizliğinin ciddi boyutlara ulaştığı Mexico City özelinden yola çıkarak evrenseli yakalamayı hedeflemiş. Fazla aşırıya kaçıyor belki. Sürekli devinen kameranın tanıklık ettiği şiddet ve sadizm gösterisi istismar sınırlarını zorlamasa daha iyi olurdu. Ancak yaşananlara toplum olarak yabancı sayılmayız. Bir ülke dikta yönetimine teslim olmuş ise zengin-fakir-protestocu ayrımı yapmadan kimin başına ne geleceği hiç belli olmuyor.

(30 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Güney Amerika’dan Vahşet Anıları

İstanbul Modern Sinema, 31 Ekim Pazar gününden başlayarak bir hafta boyunca Şilili usta belgeselci Patricio Guzmán’ın üç önemli filmine ev sahipliği yapıyor.

Şilili usta belgeselci daha önce İKSV festivallerinde izleme şansını yakaladığımız yapıtlarından 2010 yapımı ‘Işığa Özlem / Nostalgia de la Luz’da çocukluğunun huzurlu ülkesinden söz eder. Astronomiye olan ilgisinin kaynağından, Pasifik Okyanusu ile And dağları arasında yer alan Atamaca çölüne konuşlanmış dev teleskoplar aracılığıyla uzak yıldızları keşfin büyülü serüvenini dile getirir. Devlet başkanlarının caddelerde korumasız gezindiği barış dolu yıllar fazla uzun sürmemiştir gerçi. Amerikan desteğiyle Salvador Allende’yi deviren general Pinochet’nin kanlı darbesi demokrasi hayalleriyle birlikte bilimsel çalışmaları da toprağa gömecektir.

2015 yılında Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen Sedef Düğme / El Botón de Nácar’da yönetmenin kendi sesinden hiçbir canlının, kuşların böceklerin yaşamadığı Atamaca çölünü, ‘yıldızlara açılan pencereler’ olarak tanımladığı teleskopların kurulu olduğu bu 10.000 yıllık transit yolun tarihini öğreniyoruz. Guzmán kaya çizimlerinde Kolomb öncesi uygarlıkların izini sürer. Köle gibi çalıştırılmış 19. yüzyıl madencilerinin ikamet ettiği ve daha sonra Pinochet diktatörlüğünün toplama kampı olarak kullanılmış Chacabuco kalıntılarının peşine düşer. 17 yıl sürecek olan kanlı diktatörlük döneminde 30.000 kişinin işkence gördüğünü, bir o kadar sayıda kişinin de kayıp olduğu gerçeğinden yola çıkarak uçsuz bucaksız çölde geçmişin izini sürer bıkmadan usanmadan. İşkencecilerin serbestçe dolaştığı ülkede kayıp yakınlarını aramaya devam eden kadınlara bu çileli süreçte yoldaş olur. 90’lı yıllarda ortaya çıkarılan toplu mezarları belgeler. Umutsuzca sevdiklerinden kalanları arayan bugün artık yaşları hayli ilerlemiş kadınların sesine kulak vererek, kayıpların ölmüş bedenlerinin okyanusa atılmış olduğu şüphesini araştırmaya karar verir.

‘Işığa Özlem’in karasal arayışını suda devam ettiriyor ‘Sedef Düğme’. Şili’nin yaşayan usta şairlerinden Raul Zurita’nın ‘hepimiz tek sudan gelen nehirleriz’ dizesiyle açılan filminde dünyadaki yaşamın temel kaynağı olan suyun hafızasına kulak veriyoruz. 4.200 kilometre sahil şeridi bulunan Şili’de halkın suyla olan ilişkisine değinen Guzmán suyun ailenin bir parçası sayıldığı toprakların atalarının hikâyesine kadar uzanıyor. Günümüz araştırmalarında kuyruklu yıldızlardan dünyamıza geldiği tartışılan suyun nimetlerini de tehlikelerini de kabul etmiş, ölenlerin ruhlarının gökteki yıldızlara dönüştüğüne inanmış kadim Patagonyalıları tanıtıyor. Batılı sömürgecilerin kıtaya gelişi ve vahşi soykırıma sıra geliyor daha sonra. Bir sedef düğmeye tav olarak medenileştirilmek (!) üzere İngiltere’ye götürülen ve ruhunu kaybeden Jimmy Button’ın (soyadı o sedef düğmeden gelmektedir) hikâyesini öğreniyoruz.

Acımasız soykırımla yerli nüfusun nasıl yok edildiğini ve günümüzdeki Şilili halkın doğadan ne ölçüde kopuk olduğunun hazin hikâyesine kulak veririz yine yönetmenin kendi ağzından. Bu tarihsel katliam Pinochet yönetimin zulüm dolu yıllarına bağlanır. Patagonya’nın başkenti Dawson adasında Allende yanlılarının işkence gördüğünü öğreniriz. Ve ülkesinin okyanusun derinliklerine gizlenmiş utancını açığa çıkarmaya gelir sıra. İşkencede öldürülen siyasi suçluların göğüsleri üzerine otuz kilo ağırlığında ray parçaları bağlandıktan sonra paketlenmiş bir halde helikopterlerle suya atıldığı temsili olarak canlanır perdede. Deniz dibinde yapılan araştırmalarda paslanmış bir ray parçası üzerinden insan kalıntılarının yanında bir sedef düğme bulunmuştur. Ve bu sedef düğme Patagonya yerlileri ile Pinochet kurbanı masumların ortak yazgısının sembolü, vahşet anılarının tanığı olarak belleklere kazınır.

Patricio Guzmán’ın geçmişin acılarıyla cebelleştiği filmleri günümüz Şili aydınının hak ve adalet çığlığıdır. ‘İnsan zulmünün sonu yoktur’ diyor yönetmen. Suçlular yargılanmadıkça ölenlerin ruhları huzur bulmayacak, kayıplar bulunmadıkça aileleri huzura kavuşamayacak diye ekliyor. 46 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan usta sinemacının yıllardır süren çabasının şimdilik son halkası olan ve geçtiğimiz yıl Cannes’da ödüllendirilen son filmi ‘Rüyaların Dağları / La Cordillera de los Sueños’da ise Şili’yi çepeçevre saran And Dağları’nda geçmişinin izini sürer. Çocukluğunu geçirdiği harabeye dönmüş evinden yükselen dumanın ruhunu hiç terk etmediğinden dem vurur. Şili’nin diktatörlükle yitirilen saf neşesine kavuşabilmesi tek dileği. 70’lerde çektiği belge filmlerle ülkenin acı yakın tarihine tanıklık eden Pablo Salas ile tanıştırır bizleri. Üçüncü dünya ülkelerinin zengini kayıran, yoksulu sömüren ekonomik sisteminde bunalan insanlarıyla benzer şeyler yaşadığımızı duyumsayarak kederleniriz.

(29 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Yabancı Topraklarda Kök Salmak

Minari her türlü zemine uyum sağlayan her iklimde yetişen, görünüş olarak maydanoza benzeyen bir ot. Zengin fakir herkesin kolay ulaşabileceği, hastaysan ilâç olacak bir bitki. Koreli yazar yönetmen Lee Isaac Chung kendi ailesinin anılarından derlediği ikinci uzun metrajı ‘Minari’de bu her derde deva lezzet ürününü metafor olarak kullanıyor.

Yi ailesi 70’li yıllarda geleceklerini inşa etmek üzere binbir umutla memleketlerinden ABD’ye gelmiştir. 10 yıl boyunca Kaliforniya’da tavuk çiftliklerinde çalışıp biriktirdikleri ufak sermaye ile Arkansas’a taşınan aile, kararlı Jacob’un önderliğinde bakir topraklarda çiftçilik yapmaya koyulur. Reagan döneminin pek de toprak insanlarının lehine işlemeyen politik koşulları altında mücadele başlar. Aksiliklerin Yi’lerin peşini bırakmayacağı bu zorlu süreçte, yabancı topraklarda benliğini yitirmeme savaşı veren çekirdek aileyi bir arada tutacak olan, çocuklarla ilgilenmek üzere memleketten gelen bilge büyükanne olacaktır.

Amerikan Rüyası’ndan payını almak üzere ta uzaklardan kopup gelmiş Yi ailesinin öyküsü aslında hayli tanıdık klişeleri içeriyor. 200 yıl önce türlü hayallerle göç etmiş Avrupalıların ABD’yi inşa edişleri üzerine çok film izledik. Bu açıdan Chung’ın hikâyesini bir nevi çağdaş western olarak da tanımlayabiliriz. Dedesinin anılarından yola çıkan sinemacı dönemin politik altyapısına ve ırkçılık meselesine bulaşmadan son derece içten ve duygusal bir anlatım tutturmayı seçmiş. Kültürüne ve doğaya saygılı, küçük David’in deyişiyle Amerika’daki büyükannelere hiç benzemeyen sevgi dolu muzip anneannesi sadece ona değil tüm aileye rehberlik görevini üstleniyor.

Chung’ın hikâyesinde umutsuzluğa yer yok. Bu küçük Kore ailesi aynı Minari otu gibi en elverişsiz koşullarda yabancı topraklarda tutunma kavgası verecektir. İyi anlatılmış, iyi görüntülenmiş ve iyi oynanmış bir film ‘Minari’. Bizde ‘Şüphe’ adıyla gösterilmiş ‘Burning’in kibirli yuppie’si Steven Yeun bu kez idealist baba Jacob rolünde gayet iyi. Ancak filmin esas yıldızı büyükanne yorumuyla bu yıl en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ına layık görülen Youn Yuh-Jung. Kore sanat aleminin efsanevi divası tam anlamıyla döktürmüş. Sırf onu izlemek için bile görülebilir ‘Minari’.

(23 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Gösteri Bitene Kadar Nefesinizi Tutun

Leos Carax’ın Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü son filmi ‘Annette’, sıradışı sinemacının perde gerisinden yankılanan bu sözleriyle açılıyor. Bir önceki deneysel başyapıtı ‘Kutsal Motorlar / Holy Motors’ hatırlandığında bu girişten renkli bir fantezi dünyasına giriş yapacağımızı anlıyoruz. Bir kayıt stüdyosunda Carax ve 13 yaşındaki kızı Nastya karşılıyor bizi. Filmin müziklerini ve özgün hikâyesini yazan 70’lerin ünlü grubu Sparks’ın yaratıcıları Ron ve Russell Mael kardeşler de oradadır. Ve müzik başlar. Perdeden yükselen ‘So May We Start’ adlı şarkıda dendiği gibi ‘başlamanın tam zamanıdır’ artık. Hikâyenin ana karakterleri Henry (Adam Driver) ile Ann (Marion Cotillard) stüdyo dışında ekibe katılır. Oyuncular ve koronun iştirakiyle Los Angeles sokaklarında müzikli bir resmigeçit başlar.

Evet ‘Annette’ bir müzikal, karanlık bir pop opera olarak da tanımlayabiliriz. Zira Ann Defrasnoux şöhreti dünyayı sarmış bir lirik sopranodur. Her temsil onu delicesine alkışlayan izleyicisi için opera tarihinin dramatik aryalarını seslendirirken can veren bir diva, İsa peygamber misali dünyanın tüm günahının yükünü üstlenerek seyircisini hayatta tutan bir kurtarıcıdır o. ‘Tanrı’nın maymunu’ lakabı ile bilinen bir o kadar şöhretli partneri, stand-up yıldızı Henry McHenry ise insanları silahsız bırakmak için güldüren ve sahne üzerinde gerçekleri ifşa ederek seyircisini öldürmenin kibriyle küstahlaşan bir sahne soytarısıdır.

Mantıkla alay edercesine bir birliktelik bu belki de. Ancak gönül ferman dinlemiyor, Ann’ın sürekli dişlediği kırmızı elmanın onları yaşadıkları cennetten kovmadığı da aşikar. Bu zıt denklem, kariyerlerinin zirvesindeyken evlenen çiftin Annette adını verdikleri küçük kızları dünyaya geldiğinde hata vermeye başlıyor. Bir ayak bağı ya da hazırlıksız yakalanılmış bir sorumluluk ötesinde, çiftin birbirinden uzaklaşması şöhret skalalarının ters yönde hareketinden kaynaklanıyor. Ann’in sanat dünyasındaki popülaritesi giderek artarken, sahnede özel hayatının detaylarını verirken giderek çirkinleşen ve küstahlaşan Henry’nin seyircinin gözünden düşmesi ikilinin alma-verme dengesini bozacak, dipteki Henry’nin kıskançlığı, özündeki toksik erkek saldırganlığıyla ona kontrolünü kaybettirecektir. Seyir zevkini bozmamak için hikâyesini bu noktada kestiğimiz Sparks grubunun özgün müzikali, birkaç kez filme alınmış ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’da en parlak örneklerinden birine tanıklık ettiğimiz şöhret yitimi sendromundan yola çıkmış, Carax gibi çizgi dışı bir yönetmenin elinde deneysel bir çabaya dönüşmüş.

Yönetmenin deyişiyle müzikal, sinemaya başka bir boyut katıyor. Zaman, mekan özgürlüğü müzik aracılığı ile yaratıcıya sonsuz bir alan açıyor. Carax bu özgürlük fırsatını tahmin edeceğiniz gibi doyasıya kullanmış. Onun müzikal fantezisinde sahnede en soylu duygularla ölüme giden kırılgan soprano, sıradan hayatın içinde tuvaletini yaparken şarkısına devam ediyor, canlı kaydedilen şarkının ritmi, ateşli bir sevişme sahnesinin ritmine ayak uyduruyor.

‘Annette’ sanatçı ile seyircinin toksik ilişkisinin yanı sıra, baba-kız ilişkisi üzerine de ilginç şeyler söylüyor. Bir yandan, sanatçının seyirciden onay isteyen ilkel dürtüsü ve de seyircinin ikiyüzlü acımasızlığı üzerine bir sorgulamaya dönüşüyor. Öte yandan, yeteneği ebeveynleri tarafından istismar edilen küçük kız üzerine yoğunlaşıyor. Carax’ın Annette’i Pinokyo benzeri tahtadan bir kukla bebek olarak tasarlaması da bu istismar hadisesi yüzünden olmalı. Velhasıl, farklı temalara yaratıcı yorumlar getiren, eşine benzerine kolay rastlanmayacak farklı bir deneyim olan ‘Annette’, başta Driver ve Cotillard olmak üzere tüm kadronun şarkılarını canlı olarak seslendirdiği cüretkâr bir müzikal, kapkara bir peri masalı olarak mutlaka izlenmeyi hak ediyor.

(22 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Dune: Çöl Gezegeni: Korku Her Zaman Belirleyicidir

İyi edebiyat her zaman için her kesimden insanın baş tacıdır. İyi bilimkurgu da benzer şekilde aranır, okunur, ufuk açar. Dune da öyle oldu. 1965 yılında çıkan, Frank Herbert’in Dune’u bilimkurgunun da temelini oluşturdu. Filmcilerin bu önemli özellikten uzak kalması beklenemezdi ve birçok bilimkurgu filmde Dune’un etkisi görüldü.

Bilebildiğim, takip edebildiğim kadarıyla birçok sinemacının hayalinde yatan Dune’u filme çekme düşünü Denis Villeneuve hayata geçirmeyi başardı. Hemen baştan söylemeliyim: Gerçekten bir görsel şölen, iyi bir anlatım, devamını heyecan ve merakla bekletecek bir film serisi…

Ekoloji başrolde…

10 binli yıllarda, bırakın keşfedilmeyi hallaç pamuğu gibi atılmış uzayda, hemen herkesin “burada yaşam yoktur” dediği bir gezegende kumların arasında yaşayanlar vardır ve -sanki günümüzde yaşanan vahşi kapitalizmin benzeri- ticaretin esiri olmuşlardır. Gezegenin sahip olduğu, yaşamsal gereksinim olan, uzay araçlarının kullanılabilmesinde kullanılan baharatı, “dış güçler” ele geçirmek, gezegen halkı da vermemek için savaşmaktadır.

Tanıtım bülteninde, “Efsanevi ve duygu yüklü bir kahraman yolculuğu olan ‘Dune: Çöl Gezegeni’, kendi ailesi ve halkının geleceğini garanti altına almak için evrendeki en tehlikeli gezegene seyahat etmek zorunda olan, kavrayışının ötesinde büyük bir kaderin içine doğmuş, parlak ve yetenekli genç Paul Atreides’in hikâyesini anlatıyor. Kötücül güçler, gezegenin var olan en değerli kaynağı için -insanlığın en büyük potansiyelini ortaya çıkarabilecek bir maden- çatışmaya tutuşmuşken, yalnızca korkularını yenebilenler hayatta kalacaktır.” cümleleriyle anlatılan filmde; gezegenin göz alabildiğine kumdan oluştuğunu, en büyük sorunun susuzluk olduğunu, yerli halkın bu duruma uyum sağladığını, ama saldırılar karşısında güçsüz kaldıklarını öğreniyoruz. Sonrasını filmden izlemek çok daha iyi bana sorarsanız…

Gelecekte neler olur…

…bilmemiz mümkün değil, ancak bilimsel çalışmalar bize yol gösteriyor. Film(ci)ler de yardımcı oluyor. Nasıl bir dünya ile karşı karşıya olacağımızı hayal edebiliyoruz. Her ne kadar barış ve demokrasinin egemen olacağı inancı yüksekse de -bugüne değin olduğu gibi- savaşsız olunamayacağı da apaçık. Dune, bunu anlatıyor. Bütün savaşların temelinde yattığı gibi gelecektekilerin de temelinde (Faruk Erem’den el alarak Dune üzerinden söylersek, ‘kumu kazıyınız, gerçeği göreceksiniz’) egemen erk olma hevesi yatıyor.

Burada bir parantez açıp, küçük bir soluklanma olanağı yaratmak istiyorum… Burçay Anger, “İnsanlığın İki Yüzü” kitabında, evrimin tamamlanmadığını, tamamlananların ise artık değişmediğini söyler. Filmin ilginç sahnelerinden birinde, gücünü deneyen Paul’e, annesi, cansız nesneler emir dinlemez diyordu, sürahiden su isterken. Günümüzden binlerce yıl sonrasında, binalar, araçlar vb. değişmişken sürahide hiçbir değişiklik yok. Tabii ki, estetik değerler değiştikçe farklılıklar denenecektir, ama formu asla.

Korkunun ecele faydası…

Paul Atreides, kraliyet varisi olarak, iktidar koltuğuna oturmaya hazırlanmakta, dövüş becerilerini ve zekâsını geliştirmek için ustalar ve akıl hocalarından eğitim almaktadır. Sürekli gördüğü rüyanın da etkisiyle uykuları kaçmakta, annesinin desteğiyle o korkuyu yenmek için çaba harcamaktadır. Korkunun ecele faydası olup olmadığını yaşayarak görecektir.

İyiler, kötüler, sinsiler, korkaklar, cesurlar, savaşçılar arasındaki mücadelede daha neler izleyeceğiz, merak etmeye değer.

Dune: Çöl Gezegeni (Dune) (Bilimkurgu, Gerilim, Aşk); Yönetmen: Denis Villeneuve; Senaryo: Denis Villeneuve, Eric Roth, Frank Herbert; Oyuncular: Timothée Chalamet, Rebecca Ferguson, Oscar Isaac, Josh Brolin, Stellan Skarsgård, Dave Bautista, Stephen McKinley Henderson, Zendaya, Chang Chen, David Dastmalchian, Sharon Duncan-Brewster… 22 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(21 Ekim 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Dünyayı Kurtarmak İçin

Halen gösterimde olan ‘Kurye / The Courier’ gerçek bir öyküden yola çıkmış. Nükleer silahlanmanın insanlığı yeryüzünden silmeye yönelik bir büyük tehlike boyutuna ulaştığı 60’lı yılların başlarındayız. Kruşçev ve Amerikan partnerlerinin Dünya’yı bir yıkımın eşiğine getirecek tehdit ticaretini hızlandırdığı Soğuk Savaş yıllarıdır bunlar. Her iki cenahtan sağduyulu elemanlar böylesine ölümcül bir savaşın başlamasına engel olma derdindedir. Ironbark kod adlı Rus istihbarat subayı albay Oleg Penkovski İngiliz iç istihbarat teşkilatı M15 ve Amerikan CIA yetkilileriyle temas halindedir. Sovyetlerin Küba ve Türkiye’de konuşlandırdığı füzeler hakkındaki belgeler Batı kanadına nasıl iletilecektir.

Söz konusu aktarımın James Bond benzeri bilinen bir ajan yardımıyla değil, şüphe çekmeyecek bir sade vatandaş vasıtasıyla gerçekleştirilmesi uygun görülür. Üç kişilik çekirdek ailesiyle mazbut bir yaşam süren pazarlamacı Greville Wynne bu iş için biçilmiş kaftandır. Teklifi önce reddeden şaşkın işadamı, nükleer tırmanışın başta ailesi ve ülkesi olmak üzere tüm dünyayı tehdit ettiği konusunda ikna edilince, gizli belgeleri Moskova’dan Londra’ya ileteceği kuryelik görevini kabul eder. Bu süreçte Greville ile Oleg arasında sıcak bir dostluk kurulacak, Rus gizli servisi KGB olup bitene uyandığında her ikisi için de zor günler başlayacaktır.

2014 yılında İngiltere Kraliçesi tarafından onurlandırılmış tanınmış tiyatro adamı Dominic Cooke imzalı yapım, eski usul casus filmlerinin izini sürüyor. Soğuk Savaş yıllarında çekilmiş casusluk serüvenlerinden, Hithcock’un ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’ benzeri yapıtlarından esinler taşıyan film, ikili üçlü sahnelerde açı-karşı açı planların başarısıyla dikkat çekiyor. Filmin önemli kozu oyuncuları. Cooke 2012 – 2016 yılları arasında Shakespeare’in tarihi oyunlarından televizyon için çektiği ‘The Hollow Crown’ serisinde III. Richard’ı canlandırmış Benedict Cumberbatch ile bir kez daha çalışmış. Önümüzdeki günlerde Jane Campion’ın ‘The Power of the Dog’ adlı yeni başyapıtında karşımıza çıkacak olan çağımızın benzersiz aktörü, zihinsel ve fiziksel büyük bir dönüşüme uğrayan şaşkın satıcı yorumunda ilgiyle izleniyor. Kornél Mundruczó imzalı ‘Jüpiter’in Uydusu / Jupiter’s Moon’dan hatırladığımız Gürcü sinemasının usta oyuncularından Merad Ninidze ise Rus partnere hayat vermiş. Greville’in eşinde İngiliz Jessie Buckley, CIA ajanında sarışın Rachel Brosnahan daha küçük rollerde parıldıyor. İkilinin Moskova buluşmalarına eşlik eden Abel Korzeniovski imzalı hoş tema müziği ise Şostakoviç’in 2 numaralı valsinden esinlenmiş.

(18 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Son Düello: Gerçek Bir Hikaye

1977’de ilk filmi “Düellocular”la en iyi ilk yönetmen ödülü kazanan, “ihtiyar” lâkaplı Ridley Scott, bu kez yine bir düello ile karşımızda. Bu yeni filmi de çok güçlü, çok güzel, sürükleyici ve heyecan verici.

İki eski arkadaş olan Jean de Carrouges ile Norman soylusu Jacques le Gris, zamanla uzaklaşırlar. Carrouges savaştayken, le Gris, karısı Margerite’e tecavüz eder. le Gris, derebeyinin en yakınıdır ve “hâkim” konumundaki derebeyi tabii ki kendi adamını koruyacaktır. Ancak Kral olayı duymuştur ve düello ile sonuç alınacaktır. Bu anlamda mahkemeler değil, tanrı verecektir son kararı. Kimin haklı, kimin suçlu olduğunu biz, bu düellonun sonucunda göreceğiz. Acaba öyle mi? Seyirci, tarafları izledikçe, dinledikçe kendi yorumunu yapacaktır muhakkak. Belki sıradan bir öykü, ama usta yönetmen filmi üç kahramanın ayrı ayrı anlatımıyla getiriyor karşımıza… Tekrara düşme pahasına da olsa üç kişinin aynı konuyu ayrı ayrı anlatması filme bir başka heyecan, bir başka yorum katmış. İzleyici, kendisini karar verici konumuna koyabildiği gibi olanları kendince yorumlayabilir. Bu da filmi daha bir ilginç kılıyor.

Dönem filminde günümüz hikâyesi…

Dönem filminin en büyük zorluğu dekor ve kostüm uyumluluğu ile tutarlılıktır. Beş yılı aşkın bir süreye yayılan “Son Düello”, sadece görsel gerçekliğiyle değil gerçekten yaşanmış bir olay olmasıyla da önemli. Bize göre de gerçek, çünkü bizim ülkemizde hâlâ benzer durum (tabii ki, filmden farklı sonuçlarla) söz konusu. Buna da bağlı olarak seyirci sadece bir film izleyemeyecek, günümüzle de bağlantı kurarak kendince bir yorum çıkaracak.

Erkek kaypaklığı…

Önce Carrouges ardından le Gris, en sonunda da Margerite anlatıyor yaşananları. Muhakkak ki herkes kendisini savunacak, aklayacak ve suçsuz olduğunu iddia edecektir. Ancak düellonun sonunda ölüm korkusu üste çıkınca iddialar geride kalacaktır.

Bu olaylardan bu güne aradan geçen 640 yılda erkek egemen düşüncenin hiç mi hiç değişmediğini görmek üzücü olsa da gerçekliğinden kuşku duymuyoruz. Peki, o zaman insanlar hâlâ neden bir kadına tecavüz edip bir de “rızası vardı” diye yalan söyler? Belki o zaman, düello nedeniyle ölerek çekerdi cezasını, ama günümüzde tutuksuz yargılanmasından suçsuz bulunup salınanlara kadarı görünce insan ister istemez çok sinirleniyor. Evet, Antalya Altın Portakal Ödül Töreni‘nde engellenmek istenen Nihal Yalçın’ın “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sözlerine katılıyoruz.

Son Düello (The Last Duel) (Tarih, Gerilim); Yönetmen: Ridley Scott; Senaryo: Ben Affleck, Matt Damon, Nicole Holofcener; Oyuncular: Matt Damon, Adam Driver, Ben Affleck, Jodie Comer, Harriet Walter, Nathaniel Parker, Sam Hazeldine, Ian Pirie, Michael McElhatton, Zoé Bruneau, Caoimhe O’Malley… 15 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(14 Ekim 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Venom: Zehirli Öfke 2: İyilik ve Kötülük Sizin Seçiminizdir

Bütün insanlar iyilik ve kötülüğü içinde barındırır. Buna da bağlı olarak herkesi her haliyle iyi veya kötü olarak nitelemek mümkün değildir. Ağır basan hangisiyse onu öne çıkarır o insanı öyle niteleriz. Kimi zaman en iyinin bile kötü, en kötünün bile iyi olması şaşırtır hepimizi.

Sinemanın bu ikilemden yararlanmaması mümkün mü? Bir yanıyla alabildiğine geniş bir ufuk açan bir yanıyla da istediğiniz yöne gidebilen bu fırsatı doğal olarak sonuna kadar kullanacaktır. Sinemanın elindeki görsel zarafet, bir başka deyişle ‘special effects’ varken bunun olağanüstü görsel şölene dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur.

İlkini izlememiş olmanın haklı hüznüyle öncesi için bir şey diyemem, ama bunun da ‘2’sini görmezseniz, alabildiğine keyifli bir film izleyeceğinizi söyleyebilirim. Filmin görselliğinden etkilenmemek söz konusu bile olamaz, hele bir de üç boyutlu izlerseniz, içine girmiş oluyorsunuz.

Filmin başından sonuna birçok sürpriz var. Gülerken birden ürküyor, hemen ardından merak ediyorsunuz. Sürprizler de bir başka pencere açıyor, yan öykücükler olarak.

Spoiler olmasın diye çok uğraştım, ama içindeki kötüyü canavar olarak tanımlayan insanlarla konuşunca, dikenli tele benzer bir yılan gibi her yere uzanan epey çirkin şeyin bir canavar olarak yansımasının (tabii, Venom 2 olduğu için de izleyici bir canavarla karşılaşacağını biliyor) çok da gizlenecek bir şey olmadığı ortada…

İçinizdeki kötülüğü yok edemiyorsanız da onunla birlikte yaşayabilir, onun da iyi yanlarını bulabilirsiniz. Son söz olarak, filmle de bağlantılı olarak aşk içinizdeki canavarı gerçekten dizginleyebilen tek duygudur diyebilirim. Herkes aşkla yaşasın, hep mutlu olsun.

Venom: Zehirli Öfke 2 (Venom: Let There Be Carnage) (Macera, Gerilim, Fantastik, Aksiyon) strong>Senaryo: Kelly Marcel; Yönetmen: Andy Serkis; Oyuncular: Tom Hardy, Woody Harrelson, Michelle Williams, Naomie Harris, Stephen Graham… 15 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(13 Ekim 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Göz Oyma Sahnesi Çıkarılsın

40. İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale ödüllü Uluslararası Yarışma seçkisinde yer almış olan İngiliz yapımı ‘Sansür / Censor’, 80’li yıllara damgasını vurmuş kanlı kesme biçmelerden oluşan ‘slasher’ video filmlerin görsel atmosferi üzerinden ilerleyen ilgiye değer bir yapım. Dönemin İngiliz Sansür Kurulu’nun (British Board of Film Censors) erkek egemen ortamında çalışan Enid piyasayı istilâ etmiş büyük ilgi gören bu tür kanlı video filmleri piyasaya sunulmadan önce denetlemekle görevli bir kurgucudur. Muhafazakâr Thatcher dönemidir ve filmlerin evlerin içine servis ettiği şiddet sarmalından çocuklar korunmalıdır. ‘Göz oyma sekansları’ benzeri çizginin aşıldığı düşünülen sahnelerin kesilmesi koşuluyla filmlere dağıtım izni verilmektedir.

Genç kadın büyük bir ciddiyetle tuhaf görevini sürdürür. Ta ki dağıtım onayı verdiği filmlerden birindeki yöntemle işlenmiş bir dizi cinayetle sarsılana kadar. Ama asıl şoku, izlediği filmlerden birinde kendi geçmişiyle ilişkilendirdiği sahneleri gördüğünde yaşayacaktır. ‘Don’t Go in the Church’ adlı filmde ormanlık alanda tekinsiz bir kulübeye giren iki kızdan biri öldürülmektedir. Enid’in kendi kız kardeşi 20 yıl önce ormanda kaybolmuştur ve kendisi kardeşiyle birlikte olmasına rağmen neler olup bittiğini hatırlamaz ve küçük Nina bir daha asla bulunamaz. Video filmdeki oyuncuyu Nina’nın büyümüş hali olarak hayal eden Enid, geçmişin acı travmasıyla yeniden sarsılacak, bilinçaltına ittiği kanlı sahneler ile kendi hikâyesi birbirine karışırken deliliğin sınırlarında tehlikeli bir yolculuğa çıkacaktır.

David Lynch, Harmony Korine ve Quentin Tarantino hayranı taze yönetmen Prano Bailey-Bond’un ilk uzun metrajı, gerçeküstücü ve hipnotik atmosferiyle hem çarpıcı hem de dış basında söz edildiği gibi ‘tuhaf biçimde rahatsız edici’ bir yapım. Görüntü yönetimi, set tasarımı ve tedirgin edici elektronik müzik çalışmasının önemli katkılarıyla dönemin grenli VHS yapımları ile paralellikler kuran film, psikolojik açılımıyla benzerlerinden sıyrılıyor.

(09 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]