Kategori arşivi: Yazılar

Sektörün Gerçek Sahibi Sinema Yazarlarıdır

Sinemamızın Sadibey’inin 50 yılı aşkın sinema sevdasını ve sinema yazarlığına, sektöre dair düşüncelerini dün bugün ekseninde konuştuk.

Sinema sizin için ne ifade ediyor?

Sinema zamanı mekân içinde donduran, en iyi ifade sanat bence. O nedenle de yedinci ve son sanat demişler.

Peki belgesel sinema ne ifade ediyor?

Belgesel sinema için gerçek sinema diyebiliriz. Hayatı olduğu gibi kayda alıyor, yorumluyor. Bilinmeyenlere karşı büyük bir cezbedici yanı var. Ve belgesel sinemanın kurmacada olduğu gibi A sınıfı, B sınıfı, C sınıfı yok. Amacı yaşamı belgeleyip insanları bilgilendirmek ve geleceğe aktarmak. İletişim araçları içinde en doğrusunu da o yapıyor.

Sinemaya ilginiz nasıl başladı? Amacınız bir sinefil mi olmaktı sadece? Yoksa sinema sektöründe bir şeylere imza atmak da var mıydı? Yönetmen, oyuncu, yapımcı vb.

Biz TV öncesi kuşak olduğumuzdan kendimizi bildiğimiz zamandan beri sinemaya ilgi gösterdik ve çok sevdik. Sinefil olmayı amaçlamadım, sadece sinemayı çok sevdim. Hem seyretmesini hem hakkında okumasını. Sinemada izlediğimi hatırladığım ilk film Özen Film ithalatı, siyah-beyaz “Kendi Kendine Küçülen Adam” adlı filmdir. 1960’lı yıllarda 10’lu yaşlarımda Paşabahçe Yeni Sinema’da izlediğimi hatırlıyorum. Onlarca yıl sonra Özen Film, Beyoğlu Sinepop’ta tekrar gösterdiğinde çocuklar gibi sevinmiştim. Çok önceleri bir kısa film senaryosu yazmaya çalışmıştım, bakın yazdım demiyorum, yazmaya çalışmıştım. Film yapmak haddim değil, çok zor iş. Klasik söylemdir ülkemizden hemen herkes bir kendi işini, bir de sinemayı çok bilir. Ben hiçbir zaman öyle olmadım. Film çekmek hiç kolay değildir, çekseniz bile pazarlaması da başlı başına maharet ister. Kıramadığım ve sevdiğim bir arkadaşın ricası üzerine bir filmde ciddi ciddi diyaloglu bir rolde oynadım. Başka da kısmet olmadı. Sinema yazarlarını sektörün gerçek sahipleri olarak görürüm. Bizler kamera arkasının arkasıyızdır. Hemen herkes, yapımcısı, oyuncusu, teknik elemanı gün gelir sinemayı bırakır, çeker gider. Bizler tutkuyla ve maddi getiri beklemeden sevdiğimizden sinemanın canlı belleğini oluştururuz.

İşte ben de sizin sinemaya ilişkin 50 yılı aşan canlı belleğinizi okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.

1969 yılında Sinematek Derneği’ne üye olduğumdan bu yana hiç kesintisiz hemen her hafta sinemalarda gösterime giren 2-3 filmi izlediğim gibi, sinema hakkında ne bulsam okurum. Buna eskiden gazetelerde çıkan film ilanları dahil. Daha sonra duayen yazarımız Atilla Dorsay müptelası olunca yazdıklarını rehber kabul edip, tavsiye ettiği filmleri izlemeye başladım. Hiçbir şey anlamadığım filmleri, Dorsay tavsiye ettiği için 2. kez gördüğüm çok olmuştur. Aklıma gelen ilk örnekler Fellini’nin Satrycon’u ve Roma’sı olmuştur. Keza Tommy, vs. gibi filmler. Sinema hayatımın her bölümünde vardır. Misalen sizin adınız Semra’yı unutmamak için hemen sinemadan bir isim hatırlarım, aklıma Semra Sar’ı getiririm ve sizin de adınız unutulmazlar arasına girer.

Demek beni Semra Sar üzerinden hatırlıyorsunuz.

Sadece Semra Sar değil, belgesel sinema denince de aklıma Semra Güzel Korver geliyor. Baktığım her yeri, 3/4 oranındaki klasik film çerçevesinden görüyormuşum gibi algılarım. İddia ediyorum eşyalara, cisimlere, canlılara, -ne derseniz deyin- dokunmadan baktığımız sürece gözlerimizin gördüğü her şey görüntüden ibarettir. Yeryüzüne indiklerinde sinema olsaydı eminim kutsal kitaplar “Önce söz vardı” yerine “Önce görüntü vardı” şeklinde başlayacaktı. “Önce sureti görürüz, sonra ses o suretten çıkar” veya “Görüntü sesten daha hızlı yol alır” mı desem pek iddialı olur bilemiyorum.

Sinema yazarlığı serüveni nasıl başladı?

Sinema konusunda yazmaya başlamadan önce ve yazarlıkla 6-7 yıl birlikte götürdüğüm çalışma hayatımda, o zamanki adı Etibank’tan Türkiye Elektrik Kurumu’na evirilen müessesede önce büro elemanı, sonra harita teknisyenliği yaparak hayatımı kazandım. Kendimi sinema yazarı olarak görmesem de mecburiyetten öyle oldu. Sinemayı çok severim. Hiç film ayrımı yapmam, misalen yerli 3. sınıf kült filmlerimizden bir gün “Parçala Behçet”i izlesem, ertesi gün Fellini’nin “Amarcord”unu, ne bileyim Bunuel’in “Tristana”sını seyrederim. Böyle bir sinema severken 1989 yılında Saim Yavuz sinemalarda ücretsiz dağıtılan haftalık Sinema Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. İlk sayısında okurlara sinema hakkında “aklınıza ne gelirse yazın” diye çağrı yaptı. O yıllarda sinema alanında çok da dergi, gazete vs. yoktu. Ben de oturdum 4-5 sayfalık bir mektup gönderdim. Ki bu mektupta sinemalardaki yangın söndürme cihazlarının son kullanım tarihlerinin geçtiklerinden bile bahsettim. Sinemaların girişlerinin çok şatafatlı olduğundan bahisle, çıkış koridorlarının neden pislik içinde olduğunu sorguladım. Aklıma ne gelirse yazdım. Ondan sonra tabi ki anlaşıldığı üzere başıma iş aldım. Dergiden her hafta yazı istemeye başladılar. Hiç aklıma gelmeyen bir şey. Mecburen her hafta, 15 günde bir yazı göndermeye çalıştım. Yani benim yazarlığım oldukça özel bir durumda oluştu. Dergiye yazdığım ilk yazı sektörde çok ses getirdi. Hatta sinemacılar dergi sahibine, “Bu yazıyı sen takma isimle yazmışsın, kimse bizim sektörün teferruatlarını bu kadar bilemez.” bile demişler.

Şahsi internet sitesi açan ilk SİYAD üyesisiniz. 2005’te sadibey.com’u kurmaktaki vizyon ve misyonunuz neydi?

Evet, SİYAD üyeleri içinde ilk ben web sitesi açtım. Aslında o da mecburiyetten oldu. O zamanlar Avşar Film’in basın tanıtım işlerini yapıyordum. Şirketten ayrılıp küçük çapta film dağıtım şirketi kuran arkadaşlar da sağ olsunlar kendi filmlerinin tanıtım işlerini bana verdiler. Onları da kırmamak adına yardım etmeye başladım ve çok yoğunlaştım. O sırada sevgili oğlum da Bilgi Üniversitesi’nin bilgisayar bölümünden mezun olmuştu. Benim çektiğim sıkıntıyı görünce, “Sana web sitesi kuralım babacığım, oradan dağıtırsın bülten ve görselleri.” dedi ve kurduk. Malûm ben bir taraftan da dergilere yazı yazdığımdan film şirketlerinin hemen hepsinden vizyon filmleriyle ilgili bülten, görsel, vs. her şey geliyor. Sinemayı da çok seviyorum. Bir yandan web sitesi üzerinden kendi çalıştığım firmaların filmlerinin tanıtım materyallerini basına gönderirken, diğer şirketlerden gelen yazılı bilgi ve görselleri de yok etmeye gönlüm razı olmadı, siteye yüklemeye başladım. Birkaç yıl sonra baktım ki yavaş yavaş güzel bir birikim oluyor. Nitekim bugüne geldiğimizde 15 yılın sinemalarda vizyona çıkmış bütün filmleriyle ilgili her türlü bilgi var sitede. Keza filmlerin vizyona çıkış tarihleri, festival ve yarışmalarla ilgili bilgiler, fotoğraflar, afişler her şey var. Fotoğraf adedimiz 190.000’i geçti. Herhangi bir misyon yüklenmeyi amaçlamadık ama işi severek ve doğru bilgi vermeye gayret ederek yapmaya çalıştığımızdan öyle tanınmaya başladık. Bazen film şirketleri geçmişteki kendi filmleriyle ilgili bilgileri bile sordukları oluyor. Basın gösterimlerinin bile kaydını tutarız. Hangi tarihte, hangi film, hangi sinemada basına gösterilmiş hepsi kayıtlarımızda vardır. “Ne âlâka, ne gereği var” diyeceksiniz.

Hayır demeyeceğim. Belge, bilgi, arşiv, bellek çok önemli kavramlar benim için.

Doğru tabi sen bir belgesel sinemacısın. Biliyor musun, günün birinde şirketin birisi 2-3 yıl önceki basın gösterimini ne zaman, hangi sinemada yapıldığını bize sormuştu. Sebebi de ithal ettikleri filmin masraflarını belgeleyip satın aldıkları firmaya bildireceklermiş. Anlaşmalarında masraf paylaşımı da varmış. Yani her bilgi bir gün geliyor lazım oluyor. Bugünlerde zorlanmaya başladık. Yağmur gibi bilgi geliyor. Bazılarını mecburen yükleyemiyoruz. Zaman buldukça yüklemek isteriz tabi ki. 2005’ten bu yana sinemalarda gösterilen filmlerin seansları ve gişe hasılatları da sitede bulunuyor. Bazen yüklemekte geciktiğimizde Kültür Bakanlığı’ndan bile sordukları oluyor.

Sinema yazarlarının örgütlenmesinin önemi nedir, ne tür bir gelişme sağlar sektöre?

Örgütlenme her şeyde olduğu gibi tabi ki sinema yazarlarında da iyidir. İnsanlar kendilerini daha güçlü hissederler, nasıl derler, “Birlikten kuvvet doğar.” Hep söylediğim gibi kanaatimce sinema sektörünün gerçek sahibi sinema yazarlarıdır. Çok az arkadaşımız sinemadan ekmek yer ama sinemaya olan tutkumuz sektör insanlarından çok daha fazladır. Neticede maddiyat düşünmeden bu işi sürdürüyoruz. Sinemanın belleği sayılırız. Çok film seyrettiğimizden ve konuyla ilgili sürekli araştırma yaptığımızdan sektöre kılavuzluk yaptığımız da söylenebilir.

Bu kadar profesyonelce emek ve zaman harcayıp kazanç elde edememek de hiç etik ve anlaşılır değil öte yandan. O zaman gençlere bu mesleği önermiyorsunuz yani. Sonuçta geçimlerini sağlayamayacaklar. Elbette bu işten kazanç elde edenler de var. Hobi olarak ya da arada ikincil bir iş olarak mı yapsınlar…

Bu kadar emek ve zaman harcayıp kazanç elde edememek etik sayılmaz ama bir işi severek ve tutkuyla yapmak da parayla ölçülecek bir şey değil. Sinema yazarlığı veya eleştirmenlikten para kazanmak çok zor. Günümüzde sosyal medya ortamında hemen herkes filmler hakkında yazmaya başladı ve eleştirmen oldu. Neyse ki benim film eleştirmenliği gibi bir iddiam yok. Filmleri sinema salonunda izlemeye teşvik edici yazılar yazıyorum. Gençlere tavsiyem ilgi duydukları ve sevdikleri mesleklerle ilgili eğitimlerini mutlaka tamamlasınlar, ondan sonra sinemaya olan ilgileri devam ediyorsa bir yerlerde film eleştirisi yazıları yazsınlar. Yaptıkları meslekten maddi, yazdıkları yazılardan manevi kazanç sağlamış olurlar. Kazanç demek her zaman para, mal veya mülk değil. Benim gibi sinemaya dışarıdan gelmiş, üniversite tahsilini yarıda bırakmış birisine ülkenin en prestijli üniversitelerinden Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin Sinema Emek Ödülü vereceğini söyleseler, şahsen, bizzat, kendim inanmazdım. Ama verdiler ve ben bu mânâlı ödülü Beyoğlu Emek Sineması’na adadım. Hadi buradan da arabeske geçelim ve “Parayla saadet olmaz, mühim olan insanlık” diyelim. Neticede arabesk de sinema filmlerinde ayrı ve özel bir kategori olarak görülüyor ve 1980’lerde birçok sinema sektörü insanının geçimlerine katkıda bulundu.

Evet bir çok “Emek Ödülü” aldınız. Malatya ve Kayseri Film Festivalleri’nden de aldınız. Festivallerde jüri üyelikleri yapıyorsunuz ve zaman zaman bildiğiniz, tanıdığınız arkadaşlarınızın da filmleri oluyor. Jüriliğe bakış açınız nedir? Jüri değerlendirmelerini nasıl buluyorsunuz? Zaman zaman imtiyazlı tutumlar oluyor mu sizce?

O konudan çok rahatsızım. Festivalleri düzenleyen arkadaşlardan gelen teklifleri kıramıyorum. Ne kadar adil davranmaya çalışsam da tanıdığım sanatçıların filmlerine karşı daha hoşgörü ile davrandığımı sanıyorum. Ama neticede jürilerin verdiği kararlardan şüphe duymamak gerekir. Mümkün olduğunca hak yememeye gayret ederiz.

Valla bunu cesurca itiraf eden benim tanıdığım ilk kişisiniz. Kime sorsan “Olur mu öyle şey, tanıdıklara torpil geçmek falan…” der.

Zaman zaman bu nedenle jüri üyeliği tekliflerini geri çevirmeyi düşünürüm ama neticede o da bir hizmet. Bazen bakıyorum -ki sen de biliyorsun,- sinemayla hiç ilgisi olmayan kişileri veya bir-iki film yapmış kişileri jürilere alıyorlar, o nedenle 50 yıldır bu meseleyi yakından takip eden biri olarak “Neden yapmayayım?” diyorum ve kabûl ediyorum. Sen de jürilik yapıyorsun, bu da ayrı bir hizmet. Sektörde bilgi, deneyim, görgü sahibi insanların jürilik yapması önemli.

Önemli tabi. Sadece jürilerin seçimlerinin de bir seçim olduğunu, mutlak olmadığını hatırlatmak isterim. Her jüri kendi akıl, bilgi, deneyim, görgü, etik, estetik ve kalbinin atışına göre beğeni dağıtır.

Jürilerden söz etmişken festivallerin dünü ve bugününü nasıl yorumlarsınız? Festivaller bir endüstriye dönüştü dünyada. Türkiye’de de bir şenlik havasından endüstriyel bir işletmeye dönüşüm süreci hız aldı. Bunun getiri ve götürüsü nedir sizce?

Menfi mânâda söylemiyorum ama festivaller, iyiden iyiye dağıtım şirketlerine alternatif ticari bir sisteme dönüştü zannımca. Eskiden tek şehirde yapılan festivaller, şimdilerde onlarca şehirde yapılır hale geldi. Teknolojik gelişimin de kışkırttığı bu oluşumlarda, seçilen 8-10 filmlik bir paket, Kültür Bakanlığı’ndan alınan desteğin de yardımıyla şehir şehir dolaştırılarak festival adı altında seyirciye sunuluyor. Vizyona giren filmleri takip edenler, bazı küçük şehirlerde düzenlenen festivallerde gösterilen filmlerin neredeyse yarıdan fazlasının aynı dağıtım şirketlerine ait olduğunu da pekala fark ediyor. Tekrar edeyim menfi olarak algılanmasın, bazı festival düzenleyicilerinin tek festivalle yetinmediklerini, aynı düzenleyicinin iki, üç, dört festival yaptığını da görüyoruz. Sanki orada da bir tekelleşme oluşmaya başladı. Bazılarının festivalleri “Benim festivalim” şeklinde bile lanse ettiklerine şahit oluyoruz. Netice olarak memleketimizde bir film festivalleri enflasyonu olduğunu da söyleyebiliriz. Gönül her festivalde bırakın yüzbinleri, milyonlarca sinemasever görmek istiyor ancak ülkemizin en büyük film festivali olduğunda hemfikir olunan İstanbul Film Festivali’nde son yıllarda 150.000 seyirciye ulaşıldığı övünülerek duyuruluyor. Bu seyircinin tekil seyirci adedi olmadığının hepimiz farkındayız. Gösterimlere gittiğimizde hemen her seansta onlarca tanıdığa rastlıyoruz. Dolayısıyla herkesin günde 2-3 film seyrettiğini varsayarsak -ki bazıları 4-5 film izliyor- İstanbul Film Festivali’nin bile kemikleşmiş 30 – 40 bin seyircisi var.

Sektöre girişinizden bugüne sinemaya dair en çok hangi değişimler sizi olumlu ve olumsuz etkiledi? Dün ve bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

En çok sinema salonlarına dair değişimler sinemanın sosyolojisini etkiledi kanımca. Müstakil sinema salonları mutlaka daha iyidir ama, AVM’lerdeki sinema kompleksleri hayatımıza girdikten sonra salonların teknik ve yapı olarak şartları çok iyileşti. Sinema salonları genellikle amfi tiyatro şeklinde yapılara kavuştu. Düz salonlarda hep arkamdaki seyircinin görüş açısını kapattığım zannıyla koltuğa büzüşerek otururdum. Şimdilerin sinema salonlarını o bakımdan çok güzel buluyorum. Keza eski zamanlarda soğukta, paltoyla ve üşüyerek çok film seyrettiğimizi hatırlarım. Genç sinemaseverler bilmez, TV öncesi çağlarda sinemalar görsel eğlencenin zirvesi olduğundan -hadi itiraf edelim- biraz kendilerini kasarlardı da bilet aldığımız yetmezmiş gibi biletlere bir de yardım pulu eklerler, hem yer gösterilmesine para verirdik, hem de tuvaletler paralıydı. Zamanında insanlar oluk oluk gelirken, sinemaların her bir personeli bile kendini tabiri caizse kral gibi görürdü. Filmlere gelirsek eski zamanların popüleri olsun, sanat filmi olsun daha farklı tat verirdi. Sanki şimdilerin filmleri teknik açıdan mükemmel olsa da filmlerde eski samimiyet ve sıcaklık yok gibi. Belki toplumun bozulmasının sinemaya yansımasıdır, bilemem.

Dünden bugüne sinema yazarlığı nasıl bir yol izledi? Bugün sinema yazarlığının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

70’ler ve 80’lerde sinema yazarları, sinemaseverlerin bir tür önderleri gibiydi. Kendimden biliyorum, Atilla Dorsay, Sungu Çapan, Onat Kutlar, Kâmi Suveren, Ali Gevgilili, Tuncan Okan, Nezih Coş, Engin Ayça gibi yazarlarımızın yazdığı ve önerdiği filmleri izlemek bir kuşak olarak bizlerin sinema kültürü edinmemizde en büyük yararı sağlamıştır. Ki sonradan tanışma onuruna ulaştığım bu arkadaşlarımız o zamanlarda en küçük bir tereddüdü gidermek için bile yazılı kitaplara başvururlardı, kitabı gerekirse baştan hatmederlerdi. Şimdilerde yazanların bazıları tereddüt ettikleri bilgilerde Google amcaya soruyorlar, ne gelirse yazı içine yapıştırıyorlar. Film şirketleri bile öyle yapmaya başladılar, gelen bültenlerin bazılarının Google çevirisiyle yapıldığı açıkça belli oluyor. Kötü bir öngörü ama yakında çevirmenler de işsiz kalacak. Sinema yazarları, sektörü en uzun süre takip eden insanlar. Yönetmenler, oyuncular, teknik ekipler, bir bakıyorsun sinema filmi çekiyor, bir müddet sonra, dizi, reklam, müzik sektörüne geçebiliyorlar. Sinema yazarları öyle değil, sinema yazarlığını bırakıp, yemek, tiyatro, müzik veya siyaset yazarlığına geçen nadirdir. Neticede sinema yazmak insana maddi kazanç sağlamasa da süreklilik vasfı kazandırıyor. Sinema yazarlarının, futbol kulübü tutmak gibi yönetmen, film şirketi, oyuncu tuttuğunu sanmıyorum. En fazla beğendiği kişinin beğenmediği filmine eleştiri yazısı yazmaz diye düşünüyorum. Bir ara hemen her gazetede film eleştirisi bulunurdu. Keza 4-5 tane aylık sinema dergisi yayınlandığını da hatırlıyorum. Günümüzde bilindiği gibi en güçlü mecra internet ortamı oldu. Orada da sürekliliği devam eden birkaç dergi ve birkaç web sitesi var. Yeni meraklılar heyecanla başlıyorlar, bir-iki yıl sonra vazgeçiyorlar.

Peki sinemaya dair her yazana sinema yazarı diyebilir miyiz?

Bence memleketimizde sinema yazarı çok az. Arkadaşların büyük bir çoğunluğu sadece film eleştirisi yazıyor. Sinema tarihi ve araştırma üzerine çok az arkadaş emek sarf ediyor. Mesela sinema salonları üzerine yazı yazanlar desek, 2-3 kişi ancak çıkar. Ben hiçbir zaman kendimi film eleştirmeni olarak görmedim, haddim değil, ancak sinema konusunda aklıma ne gelirse yazarım. Şu sıralar sosyal medya ortamının verdiği ilhamla hacimli bir şekilde uzun yazılar yazmasam da bir cümlelik fikirleri bile es geçmiyorum, hemen not ediyorum. Biz fanatik sinemaseverler sektörün her konusuna ilgi duyduğumuzdan en küçük söylentileri, yazıları bile ilgiyle dinleriz ve okuruz. Daha önce benim sitede yazan rahmetli Orhan Ünser’den de rica ederdim. “Bir paragraf, bir cümle dahi olsa yaz.” derdim. Sektör insanları, içinde yaşadıklarından başlarından geçenleri önemsemiyorlar, oysa bize her şey ilginç ve güzel geliyor. Masal gibi okuyor ve dinliyoruz. Sinema dünyası filmiyle, salonuyla, oyuncularıyla, figüranıyla çok ayrı bir dünya.

Sizce sinema yazarı, sinema eleştirmeni kimdir? Aralarındaki farkı nasıl açıklarsınız? En beğendiğiniz sinema yazarı ve eleştirmenini sorsam?

Sinema yazarı, sinema ve filmcilik sektörünün her konusunda inceleme ve deneme ve tarih yazısı yazan kişidir. Eleştirmen adı üstünde filmleri eleştiren yazardır. Sadece bizim eleştirmenlerin filmleri vizyona çıktığı haftada eleştirmelerini ticari amaca hizmet etmek gibi görüyorum. Tanınmış birkaç eleştirmen arkadaş ilk haftasında yazamadıkları eleştiriler için hayıflandıklarında ikinci, üçüncü haftasında yazmalarını önerdiğimde zamanı geçti diye cevap aldığımı hatırlıyorum.

Son olarak kendinize sorulmasını istediğiniz bir soruyu sorun ve yanıtlayın lütfen.

Sinema salonlarında film seyrini sonlandıracağı konuşulan internet platformları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pandemi başladığında yoğun bir şekilde internet platformlarına yönelim oldu. 10 aydır bu mecralarda her hangi bir film izlemedim. Bir sinemasever olarak sinema salonlarında film seyrinin sonuna geldiğimiz karamsarlığına kapıldım. Fakat çok sevdiğim oğlum Netflix aboneliği hediye edince son zamanlarda birkaç film izledim. İyi ki izlemişim, çünkü internet ortamında yüzlerce, binlerce filme bir tıkla ulaşabiliyorsunuz. Kapı çaldığında, sütçü geldiğinde bir tıkla filmi durduruyorsunuz. Yarım saat sonra izlemeye devam ediyorsunuz. İyi bir şey ama sıkıldığınızda filmi yarıda bırakıyorsunuz. Sinemada bu olmuyor; kapı çalmıyor, sütçü gelmiyor, sıkıldığınızda yarıda bırakmıyorsunuz seyre devam ediyorsunuz ve sonra beğeniniz tekrar yükselebiliyor ve film bittiğinde “İyi ki yarıda bırakmamışım, seyretmişim” diyorsunuz. İnternet ortamda sıkılıp yarıda bıraktığınız film ise gitti gider ve hâlâ da gidiyor. İnternet ortamında izlediğim birkaç filmden sonra, pandemi neticelendiğinde insanların sinema salonlarına tekrar döneceklerine ve birçok filmin yüksek hasılat yapacağına inanıyorum. Nasıl ki okula gitmek istemeyen küçük çocukların bile artık okulların açılmalarını istemeleri gibi sinemada film izlemek yine görsel seyir olayının en önde gelen zevki olacak.

Kabul ediyorum sorular biraz fazlaydı. Derinlemesine bir söyleşi olsun istedim. Çok teşekkür ederim.

Rica ederim. Gerçekten de belgesel bir söyleşi oldu. Semra Güzel’den gelen hiçbir şey fazla gelmez. Sorular güzel olunca cevaplaması da çok keyifli oluyor. Her zaman, her şeyi sorabilir. Başarılar ve güzellikler daima onun olsun.

Bu röportajın ilk versiyanu 30 Ocak 2021 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır. Semra Güzel Korver’li fotoğraflar için Görüntü Yönetmeni Zafer Sevener’e teşekkür ederiz.

(31 Ocak 2021)

Semra Güzel Korver

2020 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

Bu araştırma sinema alanında araştırmalar yapan Hayri Çölaşan tarafından 2009 yılından beridir düzenli yapılan ve kameraarkasi.org web sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçtur.

Türkiye’nin yurtiçi ve yurtdışında düzenlediği, yabancı ülkelerin de Türkiye’de düzenlediği film festivalleri, yarışmalar ve gösterimler çerçevesinde, her türden filmin, projelerin, senaryoların sayısı, istatistikleri, aldığı ödüller, görev yapan jüri üyelerinin istatistikleri, özel ödülü verilen kişiler, destek alan projelerin yer aldığı gelişmiş bir festival yıllığı.

Sinema yazarlarına, araştırmacılarına, akademisyenlere, sinema öğrencilerine, film yönetmenlerine, festival yöneticilerine, festival danışmanlarına ve sosyolojik çalışmalara çok yönlü bir kaynak oluşturmaktdır. Yabancı ülkelerde bile yapılmayan bu kaynak birçok şekilde kullanılabilir.

Birisi size “Bu yıl en iyi belgesel, kurmaca, deneysel, animasyon filmleri hangileri?” diye sorarsa, deneysel film çekmek isteyen bir kısa filmci, ülkemizde çekilen ödüllü deneysel filmleri öğrenmek ve seyretmek isterse, bir öğretim üyesi dersinde güncel ve ödüllü filmleri örnek vermek isterse, bir televizyon kanalı veya kısa film programı ödüllü filmlerden bir seçki göstermek veya bir sinema programında kullanmak isterse. Bugüne kadar hiç bir kamu kurumu, dernek veya kuruluşun hazırlayamadığı işte bu liste size referans olacaktır.

*İlk defa film çekecekler için örnek olarak gösterebileceğiniz bir film listesi.
*Festivallerin veya sinema kulüplerinin gösterim seçkileri için iyi bir referans.
*Okuldaki veya kişisel film arşiviniz için seçki listesi.
*Televizyon programlarına konuk olacak yönetmen ve film tercihlerinde yardımcı olabilecek bir araştırma.
*Jüri üyeleri için acaba seçimimde ne kadar başarılıyım, yılın en iyi filmlerine ben ne oy vermişim sorusunun cevabı.
*Festival yöneticileri için jüri üyeleri ne kadar başarılıydı sorusunun cevabı.
*En fazla jüri üyeliği yapan tecrübeli jüri üyelerinin listesi.
*Festival yöneticileri yılın en iyi filmlerini göstermeliyiz ama hangileri sorusunun cevabı.

Kısacası ülkemiz sineması için dönüp arkamıza bakabilecek verilerin olduğu, bu yıl biz ne yaptık sorusuna cevap olabilecek bir kaynak.

Bu araştırma kameraarkasi.org sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçlara göre düzenlenmiştir.

2020 yılında yurt içi, yurt dışı ve internet üzerinde düzenlenen film festivalleri, film gösterimleri, film yarışmalarına katılan filmlerin istatistikleri, filmlerin aldığı ödüller, jüri üyeleri linkteki kitap çalışmasında belirtilmiştir.

2009 yılından bugüne yazılan kitaplar aşağıdaki linklerden takip edilebilir:

2010 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2011 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2012 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2013 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2014 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2015 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2016 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2017 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2018 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2019 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2020 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2021 Film Festivalleri Değerlendirmesi

(29 Ocak 2021)

Hayri Çölaşan
Sinema Yazarı, Araştırmacı
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com
05355667340
*
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com
https://independent.academia.edu/HayriÇölaşan

Yitik Kuşlar

Yeryüzüne gelen en büyük salgın nedeniyle yılın yarısından fazlasında sinemaların kapalı olduğu 2020 yılı sinema sektörünün birçok değerli ismini de bu hayattan çekti aldı. Yılın ilk kaybı Yalova’da hayatını sürdüren oyuncu ve tiyatro yöneticisi Ercüment Doğan oldu. Ocak ayında yerli filmlerimizin oryantal dans hocası Kudret Şandra, Antalya Film Festivali yöneticilerinden Arif Bulut, Oyuncu Hakan Bahadır, Recep Aktuğ, sinemacı ve Cast Direktörü Vedat Kurttutar ile Boksör, Antrenör ve Oyuncu Garbis Zaharyan aramızdan ayrıldı.

Şubat ayı başında, 01 Şubat’ta, ülkemizde sevmeyeni olmayan, çocuk rollerinde perdeye gelen en ünlü çocuk oyuncu Ömer Dönmez en olgun çağında hayata veda etti. Oyuncu Şükran Sabuncu, Edremit’te; Oyuncu Erhan Gökgücü, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda; Yapımcı, Oyuncu, Senarist, Yönetmen Tunca Yönder, Üsküdar’da toprağa verildi.

Mart ayı Sanat Yönetmeni Zafer Kanyılmaz, Oyuncu Suat Ülhan, Oyuncu ve Dublaj Sanatçısı Levent Ünsal, film müziklerinde imzası olan Necdet Varol, Oyuncu Nurtekin Odabaşı aramızdan ayrılan isimler oldu. Mart ayında kaybettiğimiz bir diğer değerli oyuncu, sinemamızın başyapıtlarından, Mehduh Ün’ün ilk “Üç Arkadaş”ının başrol oyuncusu, efsane oyuncumuz Muhterem Nur oldu. Seri halde onlarca maceraları filme alınan tarihi çizgi romanlar Kara Murat ve Karaoğlan’ın çizerleri Suat Yalaz ve Abdullah Turhan, kaderin garip cilvesi olsa gerek aynı tarihte, 02 Mart 2020 günü hayata veda ettiler.

Nisan ayında Oyuncu Ayşenur Sezen; Yönetmen, Yapımcı, Metin Yazarı, Eğitmen Bahri Eryılmaz; Oyuncu Cevdet Balıkçı; Tiyatro Yönetmeni, Yazar, Çevirmen, Oyuncu Coşkun Tunçtan (Georges Daniel); Kamera Asistanı, Görüntü Yönetmeni, Oyuncu Ahmet Servidal; Müzisyen Oyuncu Seyhan Karabay; Kars’ın değerli tiyatrocusu, Oyuncu, Rıza Sönmez’in unutulmaz “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filminin başarılı başrol oyuncusu İsrafil Parlak; yıkılışına sebep olanların, neredeyse tüm sinemaseverlerin ahını aldığı Beyoğlu Emek Sineması’nın efsane müdürü Hikmet Dikmen, Oyuncu Umut Demirdelen; Karikatürist, Yönetmen, Bodrum Ortakent Mezarlığı’na defnedilen Murat Kürüz, Nisan ayında aramızdan ayrılan sevdiklerimiz oldu.

Oyuncu Sükan Kahraman, 04 Mayıs’ta; Oyuncu, Senarist, Yönetmen Özer Kızıltan, 05 Mayıs’ta; Sinema Makineleri Teknisyeni Hacı Bayram Gülbay, 08 Mayıs’ta; Müzik Direktörü Alpay Göltekin, 11 Mayıs’ta; Yapımcı, Yönetmen, Yönetmen Yardımcısı Sunar Kural Aytuna, 13 Mayıs’ta; Yapımcı, Oyuncu, Senarist, Yönetmen Atilla Akarsu, 17 Mayıs’ta; Görüntü Yönetmeni Erdal Kahraman, 18 Mayıs’ta; sinema salonu ortağı Ertan Simer, 26 Mayıs’ta bu hayata veda edip gittiler.

Nadir kadın komedi oyuncularımızdan sevimli Ayşegül Atik’i 09 Haziran’da Erenköy Galippaşa Camii’nden Maltepe Başıbüyük Mezarlığı’na defnettik. Müzisyen Diler Ebeperi, 14 Haziran’da aramızdan ayrıldı. Küçük firmaların filmlerinin aksiyon başrol oyuncusu Altan Bozkurt; Ayvalık’lı Ekip Başı, Yerel Cast Direktörü Hüseyin Ay, Haziran ayında vefat ettiler.

Temmuz ayında vefat eden sektör insanlarımız:
Jale Aylanç, Oyuncu, Dublaj Sanatçısı, 07 Temmuz 2020, Ankara Karşıyaka Mezarlığı;
Özgür Başaran, Kameraman, Işık Şefi, 09 Temmuz 2020;
Adalet Ağaoğlu, Oyun, Öykü, Roman Yazarı, 14 Temmuz 2020, Ankara Kocatepe Camii, Cebeci Mezarlığı;
İbrahim İldem, Sanat Yönetmeni, 16 Temmuz 2020;
Seyfi Dursunoğlu, Şarkıcı, Sunucu, Oyuncu, 17 Temmuz 2020, Zincirlikuyu Camii / Mezarlığı;
Rıza Zıngal, Yılmaz Güney Kültür Sanat Vakfı Başkanı, 18 Temmuz 2020;

Ağustos ayı, 2020 yılında sinema sektörünün en çok kayıp yaşadığı ay oldu. Ağustos’taki ilk kaybımız Görüntü Yönetmeni Ergun Özdemir oldu, Özdemir’i 04 Ağustos günü uğurladık. Aynı gün ünlü karakter oyuncusu Üstün Asutay hayata veda etti. Oyuncu Nurgül Uluç, Elazığ’da; Oyuncu ve yapım ekibi çalışanı Ahmet Keskin, Ankara Asri Mezarlık’ta toprağa verildi. Yine Ankara’dan kaybettiğimiz iki isim Sinema, Tiyatro ve Dizi Oyuncusu Meral Niron ve Ankara Uluslararası Film Festivali’nin kurucularından, Gazeteci Varlık Özmenek oldu. Malatya’nın efsane sinemacıları, baba – oğul Hacı Yeşil ve Hüseyin Yeşil, salgın nedeniyle Ağustos ayında hayatımızdan ayrıldılar ve toprağa verildiler. Medyavizyon Film ve Sinema TV kanalı çalışanlarından, sinemayı çok seven Tayfun Tezgören genç yaşta hayata veda etti. Pangaltı Tan Sineması’nın müdürlerinden, Arşivci, ünlü karakter oyuncumuz Nubar Terziyan’a ikiz kardeşi kadar benzeyen Garbis Gülyan, Feriköy Kilisesi’nden ebediyete uğurlandı. Yapımcı, Oyuncu Ali Şakar, Londra’da; Oyuncu Mehtap Anıl, Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı’nda; Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı Haldun Boysan, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilerek rahmetli oldular.

03 Eylül’de vefat eden Behiye Yanık, Tiyatro ve Sinema Oyunculuğu; 09 Eylül’de vefat eden Halil Kumova, Oyunculuk; 27 Eylül’de vefat eden Ersan Uysal ise Sinema ve Tiyatro Oyunculuğu, Seslendirme Yönetmenliği ve Seslendirmecilik yapıyordu. Sevilen Oyuncu Halil Kumova, Malatya’da “Zaho” adlı filminin çekimi sırasında vefat etti, Celaliye Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Ekim ayı, Mahmut Benek’i Kuşadası Yayla Köyü’nde, Mehmet Yağmur’u Malatya’da, Hikmet Karagöz’ü Zeytinburnu’nda aramızdan aldı. Oyuncu Arto Arsenyan 30 Ekim’de; ünlü aksiyon oyuncusu Jean Claude Van Damme’ı Türkiye’ye tanıtan Yeni Tual Film ortaklarından, İthalatçı Mustafa Cemil Tual, Girne’de vefat etti ve Çatalköy Camii’nden kaldırılarak aynı köy mezarlığında toprağa verildi.

Kasım ayında kaybettiğimiz değerli sektör insanlarımızı şöyle sıralayabiliriz:
Orhan Çoban (02 Kasım 2020), Oyuncu (Topkapı Mezarlığı);
Timur Selçuk (06 Kasım 2020), Piyanist, Besteci, Film Müziği Yapımcısı;
Ahmet Uz (08 Kasım 2020), Oyuncu, Yapımcı, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii);
Mahmut Hazım Kısakürek (11 Kasım 2020), Tiyatro, Sinema Oyuncusu, Karagöz Ustası (Adana);
Ziya Akelli (11 Kasım 2020), Tiyatrocu, Oyuncu, Organizatör, Menajer;
Mustafa Mert Aldemir (20 Kasım 2020), Sanat Yönetmeni;
Devrim Parscan (24 Kasım 2020), Oyuncu, Seslendirme Yönetmeni ve Sanatçısı;
Muhittin Korkmaz (24 Kasım 2020), Oyuncu;
Ayhan Şen (30 Kasım 2020), Görüntü Yönetmeni, Yapımcı, Yönetmen.

Aralık ayında ilk kaybımız 07 Aralık 2020 tarihinde, Hatay’ın Kırıkhan ve Reyhanlı, Mersin’in Anamur ve Osmaniye’nin Kadirli ilçelerinin sinemacısı Osman Kaya oldu ve Kaya’yı Adana Çukurova Kabasakal Mezarlığı’nda toprağa verdik. Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı Mete Yavaşoğlu; Türkiye’nin ilk rock şarkıcısı, efsane Erkut Taçkın; ülkemizin ilk Paparazzi Fotoğrafçısı, Oyuncu Zozo Toledo; bir başka efsane, çevre tutkunu, Profesör ve 2 sinema filminin oyuncusu Orhan Kural; ayın son vefatı, yine kendi dalında ilk akla gelen, efsane Klarnetçi Mustafa Kandıralı, yılın aramızdan son ayrılan sinema sektörü mensubu oldu.

Merhum ve merhumelere tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar dileriz. Onları, bizim insanlarımızı unutmayacağız ve sevmeye devam edeceğiz, mekânları cennet olsun.

(02 Ocak 2021)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kaybettiklerimiz 2020

Ercüment Doğan (04 Ocak 2020), Oyuncu, Tiyatro Yöneticisi (Yalova, Çiftlikköy, İlyasköy Camii)
Kudret Şandra (09 Ocak 2020), Oyuncu, Dans Hocası (Maltepe Küçükyalı Kılavuz Çayırı Camii, Kurtköy Mezarlığı)
Arif Bulut (12 Ocak 2020), Film Festivali Yöneticisi, AKSAV Başkanı (Muratpaşa Camii / Serik – Gebiz Yolu Aşağıoba Yol Ayrımı Aile Mezarlığı)
Hakan Bahadır (14 Ocak 2020), Oyuncu
Recep Aktuğ (14 Ocak 2020), Oyuncu
Vedat Kurttutar (14 Ocak 2020), Cast Direktörü, Sinemacı, Oyuncu
Garbis Zaharyan (25 Ocak 2020), Boksör, Antrenör, Oyuncu (Beyoğlu Üç Horan Kilisesi, Şişli Ermeni Mezarlığı)
Ömer Dönmez (01 Şubat 2020), Oyuncu (Üsküdar Selimiye Camii)
Şükran Sabuncu (03 Şubat 2020), Oyuncu (Balıkesir Edremit’te toprağa verildi)
Tunca Yönder (04 Şubat 2020), Yapımcı, Oyuncu, Senarist, Yönetmen (Üsküdar Şakirin Camii)
Erhan Gökgücü (14 Şubat 2020), Oyuncu (Ankara Karşıyaka Mezarlığı)
Zafer Kanyılmaz (01 Mart 2020), Sanat Yönetmeni
Abdullah Turhan (02 Mart 2020), Çizgi Roman Ressamı (Datça, Mesudiye Köyü Avlana Camii’nden Bahçearası Mezarlığı)
Suat Yalaz (02 Mart 2020), Çizgi Roman Ressamı, Yapımcı, Yönetmen, Senarist (Zincirlikuyu Camii / Mezarlığı)
Suat Ülhan (18 Mart 2020), Sinema, Tiyatro ve Dizi Oyuncusu (Pendik 15 Şehitler Camii)
Muhterem Nur (20 Mart 2020), Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Levent Ünsal (21 Mart 2020), Oyuncu, Dublaj Sanatçısı
Necdet Varol (29 Mart 2020), Bestekâr
Nurtekin Odabaşı (30 Mart 2020), Oyuncu, Yönetmen, Senarist
Ayşenur Sezen (05 Nisan 2020), Oyuncu
Bahri Eryılmaz (06 Nisan 2020), Yönetmen, Yapımcı, Metin Yazarı, Eğitmen
Cevdet Balıkçı (07 Nisan 2020), Oyuncu (Samsun, Bafra)
Coşkun Tunçtan (Georges Daniel) (10 Nisan 2020), Tiyatro Yönetmeni, Yazar, Çevirmen, Oyuncu (Fransa)
Ahmet Servidal (14 Nisan 2020) Kamera Asistanı, Görüntü Yönetmeni, Oyuncu
Seyhan Karabay (17 Nisan 2020) Müzisyen, Oyuncu
İsrafil Parlak (17 Nisan 2020), Oyuncu (Kars)
Hikmet Dikmen (19 Nisan 2020), Sinema Müdürü (Feriköy Mezarlığı)
Umut Demirdelen (21 Nisan 2020), Oyuncu
Murat Kürüz (24 Nisan 2020), Karikatürist, Yönetmen (Bodrum, Ortakent Yahşi Kerem Aydınlar Camii, Ortakent Mezarlığı)
Sükan Kahraman (04 Mayıs 2020), Oyuncu
Özer Kızıltan (05 Mayıs 2020), Oyuncu, Senarist, Yönetmen (Ortaköy Mezarlığı)
Hacı Bayram Gülbay (08 Mayıs 2020), Sinema Makineleri Teknisyeni (Arnavutköy, Kayabaşı Mezarlığı)
Alpay Göltekin (11 Mayıs 2020), Müzik Direktörü
Sunar Kural Aytuna (13 Mayıs 2020), Yapımcı, Yönetmen, Yönetmen Yardımcısı (Foça)
Atilla Akarsu (17 Mayıs 2020), Yapımcı, Oyuncu, Senarist, Yönetmen
Erdal Kahraman (18 Mayıs 2020), Görüntü Yönetmeni (İzmir)
Ertan Simer (26 Mayıs 2020), Sinema Salonu Ortağı (Kadıköy)
Ayşegül Atik (09 Haziran 2020), Oyuncu (Erenköy Galippaşa Camii, Maltepe Başıbüyük Mezarlığı)
Diler Ebeperi (14 Haziran 2020), Müzisyen
Altan Bozkurt (28 Haziran 2020), Oyuncu
Hüseyin Ay (01 Temmuz 2020), Ekip Başı, Yerel Cast Direktörü (Ayvalık)
Jale Aylanç (07 Temmuz 2020), Oyuncu, Dublaj Sanatçısı (Ankara Karşıyaka Mezarlığı)
Özgür Başaran (09 Temmuz 2020), Kameraman, Işık Şefi
Adalet Ağaoğlu (14 Temmuz 2020), Oyun, Öykü, Roman Yazarı (Ankara Kocatepe Camii, Cebeci Mezarlığı)
İbrahim İldem (16 Temmuz 2020), Sanat Yönetmeni
Seyfi Dursunoğlu (17 Temmuz 2020), Şarkıcı, Sunucu, Oyuncu (Zincirlikuyu Camii / Mezarlığı)
Rıza Zıngal (18 Temmuz 2020), Yılmaz Güney Kültür Sanat Vakfı Başkanı
Ergun Özdemir (04 Ağustos 2020), Görüntü Yönetmeni
Üstün Asutay (04 Ağustos 2020), Oyuncu
Nurgül Uluç (08 Ağustos 2020), Oyuncu (Elazığ)
Ahmet Keskin (11 Ağustos 2020), Yapım Ekibi, Oyuncu (Ankara Karşıyaka Camii, Asri Mezarlık)
Meral Niron (13 Ağustos 2020), Sinema, Tiyatro ve Dizi Oyuncusu (Ankara)
Varlık Özmenek (19 Ağustos 2020), Ankara Uluslararası Film Festivali Kurucusu, Gazeteci (Ankara)
Hacı Yeşil (21 Ağustos 2020), Malatya Yeşil Sineması’nın İşletmecisi (Malatya Şehir Mezarlığı ve Camii)
Hüseyin Yeşil (25 Ağustos 2020), Malatya Yeşil Sineması’nın Kurucusu
Tayfun Tezgören (25 Ağustos 2020), Medyavizyon Film ve Sinema TV kanalı Çalışanı (Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı)
Garbis Gülyan (27 Ağustos 2020), Pangaltı Tan Sineması’nın Müdürü (Feriköy Kilisesi)
Ali Şakar (28 Ağustos 2020), Yapımcı, Oyuncu (Londra’da defnedildi)
Mehtap Anıl (30 Ağustos 2020), Oyuncu (Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı)
Haldun Boysan (31 Ağustos 2020), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Ankara Karşıyaka Mezarlığı)
Behiye Yanık (03 Eylül 2020), Tiyatro, Sinema Oyuncusu
Halil Kumova (09 Eylül 2020), Oyuncu (Malatya’da “Zaho” filminin çekimi sırasında vefat etti. Celaliye Mezarlığı’nda toprağa verildi)
Ersan Uysal (27 Eylül 2020), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu, Seslendirme Yönetmeni ve Seslendirmeci)
Mahmut Benek (03 Ekim 2020), Oyuncu (Kuşadası, Yayla Köyü)
Mehmet Yağmur (03 Ekim 2020), Oyuncu (Malatya)
Hikmet Karagöz (26 Ekim 2020), Oyuncu (Zeytinburnu Kozlu Mezarlığı)
Mustafa Cemil Tual (29 Ekim 2020), İthalatçı (Girne Çatalköy Camii, Çatalköy Mezarlığı)
Arto Arsenyan (30 Ekim 2020), Oyuncu
Orhan Çoban (02 Kasım 2020), Oyuncu (Topkapı Mezarlığı)
Timur Selçuk (06 Kasım 2020), Piyanist, Besteci, Film Müziği Yapımcısı
Ahmet Uz (08 Kasım 2020), Oyuncu, Yapımcı, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii)
Mahmut Hazım Kısakürek (11 Kasım 2020), Tiyatro, Sinema Oyuncusu, Karagöz Ustası (Adana)
Ziya Akelli (11 Kasım 2020), Tiyatrocu, Oyuncu, Organizatör, Menajer
Mustafa Mert Aldemir (20 Kasım 2020), Sanat Yönetmeni,
Devrim Parscan (24 Kasım 2020), Oyuncu, Seslendirme Yönetmeni ve Sanatçısı
Muhittin Korkmaz (24 Kasım 2020), Oyuncu
Ayhan Şen (30 Kasım 2020), Görüntü Yönetmeni, Yapımcı, Yönetmen
Osman Kaya (07 Aralık 2020), Hatay’ın Kırıkhan ve Reyhanlı, Mersin’in Anamur ve Osmaniye’nin Kadirli ilçelerinin sinemacısı (Adana Çukurova Kabasakal Mezarlığı)
Mete Yavaşoğlu (13 Aralık 2020), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Erkut Taçkın (14 Aralık 2020), Rock Müzik Şarkıcısı, Oyuncu
Zozo Toledo (22 Aralık 2020), Türkiye’nin İlk Paparazi Fotoğrafçısı, Oyuncu
Orhan Kural (23 Aralık 2020), Profesör, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Mustafa Kandıralı (27 Aralık 2020), Klarnetçi (Zincirlikuyu Mezarlığı)

2020’den Benim Seçtiklerim

Covid salgını ile özdeşleşen 2020 yılı sinema endüstrisi açısından talihsiz bir yıldı. Birkaç tanesi dışında festivaller gerçekleştirilemedi film projeleri zorunlu olarak ertelendi. Ancak başta İKSV olmak üzere ülkemizin ve dünyanın sanat kurumları çevrimiçi gösteriler yoluyla sinema etkinliğini ayakta tutmaya çalıştı. 2020’nin en iyileri listem aşağıdaki filmlerden oluşuyor.

1- Sarı Hayvan / Um Animal Amarelo
Brezilyalı yaman sinemacı Felipe Bragança’nın son filmi ‘Sarı Hayvan / Um Animal Amarelo’, sadece seçkinin değil son dönemin en yaratıcı çalışmalarından biri olarak öne çıkıyor. Kendi varoluşunu ve sinema yapma amacını yeniden tanımlamak isteyen 30’lu yaşlardaki yönetmen Fernando’nun kimliğini kaybetmiş ülkesinin acı dolu geçmişine uzandığı gezintisinde, sömürgeci mazinin hayaleti peşini bırakmıyor.

2- Boyalı Kuş / The Painted Bird
Jerzy Kosiński’nin 1965 tarihli romanı, dünyanın bütün günahlarını yüklenmiş küçük yaşlarda bir Yahudi çocuğunun, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Slav illerinde hayatta kalma mücadelesi üzerine. 35 mm peliküle siyah – beyaz formatta çekilen film, benzersiz görselliğiyle göz kamaştırıyor.

3- Günler / Rizi
Uzak doğulu usta sinemacı Tsai Ming-liang’ın ‘metropol ve yalnızlık’ teması üzerine yeni denemesinde, iki yalnız ruhun diyalogsuz birlikteliğini yine uzun plan – sekanslar halinde perdeye taşıyor. Afişte yer alan sahnenin güzelliğine bir müzik kutusundan yükselen ‘Chaplin / Sahne Işıkları’nın ana teması eşlik ediyor zaman zaman.

4- First Cow
Amerikalı bağımsız sinemacı Kelly Richardt, Vahşi Batı yıllarından günümüze bir ülkenin kuruluşunun gizemini incelediği son filminde, western mitini tersyüz ederken, benzersiz bir dostluk hikâyesine imza atmış.

5- Berlin Alexanderplatz
Afgan göçmeni yönetmen Burhan Qurbani, Alfred Döblin’in 1929 tarihli anıt romanını, mülteci sorunu üzerinden günümüz Almanya’sına uyarlamış. Fassbinder’in 15,5 saatlik muazzam başyapıtı ile kıyaslamamak kaydıyla, görselliği, usta işi oyuncu performansları ve etkileyici müzik çalışmasıyla dikkat çekiyor.

6- Hırsız ve Ressam / The Painter and the Thief
Ressam Barbora Kysilkova, sanat galerisinden iki resminin çalınmasının ardından uyuşturucu bağımlısı olan hırsız bulunuyor. Ressam, hırsızdan tazminat yerine bir portre için poz vermesini istiyor. Hırsız ve ressam arasında gelişen dostluğu, olayın gerçek kişileriyle perdeye aktaran Norveçli sinemacı Benjamin Ree, belgeselin sınırlarını aşan hayranlık uyandırıcı bir kurgusal yapı inşa etmiş.

7- Rüyaların Dağları / La Cordillera De Los Sueños
46 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan Şilili müthiş belgeselci Patricio Guzmán, ülkeyi çepeçevre saran And Dağları’nda geçmişinin izini sürüyor. Harabeye dönmüş çocukluğunu geçirdiği evinden yükselen dumanın, ruhunu hiç terk etmediğinden dem vuruyor. Şili’nin diktatörlükle yitirilen saf neşesine kavuşabilmesi tek dileği.

8- Vitalina Varela
Pedro Costa imzalı Locarno Film Festivali galibi ‘Vitalina Varela’ fısıltılarla ilerleyen ağır temposuyla dikkat çekiyor. Portekizli yaratıcı sinemacının, Caravaggio’nun ışık ve renk oyunlarını anımsatan tablo estetiğine haiz görüntülerine hayran kalmamak imkânsız. Resim sanatına ilgi duyanlar özellikle kaçırmasın.

9- Beyaz Üstüne Beyaz / Blanco En Blanco
Fotoğrafçılıktan gelme İspanyol yönetmen Theo Court’un henüz ikinci uzun metrajı. Ancak hem görselliği hem de Beyaz Adam’ın Amerika kıtasındaki vahşi sömürü düzenine tanıklık eden özgün anlatısıyla yılın öne çıkan filmlerinden biri olarak parıldıyor.

10- Saklanmak İstiyordum / Volevo Nascondermi
2020 Berlin Film Festivali ana seçkisinde yer alan yapım, 20. yüzyıl naif ressamlarından Antonio Ligabue’nin yaşamı üzerine ilgiye değer bir çalışma. Festivalde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanmış olan İtalyan sinemasının önde gelen oyuncularından Elio Germano’nun zihinsel ve bedensel sorunlu sanatçı yorumu tek kelimeyle olağanüstü.

11- Onca Ruh / Tantas Almas
Yılmaz Güney’in yürekleri dağlayan ‘Baba’ filmini anımsatan yapım, farklı bir coğrafyada geçen benzer bir kederli babanın öyküsü. 2002 yılında iç savaşın dehşetini yaşayan Kolombiya’da, balıkçı Jose’nin milislerin katlettiği iki oğlunu uzun nehir boyunca arayışının hikâyesini, daha ilk filminde ustalıklı uzun planlarla naklediyor yönetmen Nicolas Rincon Gille.

12- Antigone
İstanbul Film Festivali ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ seçkisinde yer alan, Kanada’nın Oscar adaylığı için seçtiği, Sophie Deraspe imzalı yapım, Sophocles’in klasik metni kadar Anouilh ve Brecht yorumlarından da feyz almış, günümüz Montreal’ine taşınmış taptaze bir yorum. Cezayirli göçmen ailenin kızı Antigone, bir kez daha yüreğinin kanunları ile toplumun yasaları arasındaki çözümsüz savaşı verirken, çağdaş dünyada eşitlik ve özgürlüğün sembolü haline geliyor.

13- Bacurau
Brezilyalı yönetmen Kleber Mendanço Filho’nun ülkesinin kültürel değerlerinin işgaline karşı soylu isyanı sürüyor. 2019 Cannes Şenliği’nden jüri ödüllü son filmi, yolsuzluğun ve çağdaş sömürgeciliğin ayyuka çıktığı Brezilya ve emsal ülkeler ahvalinin metaforu niteliğinde eşsiz bir politik alegori.

14- Öteki Kuzu / The Other Lamb
Polonyalı tanınmış sinemacı Malgorzata Szumowska’nın İrlanda kırsalında çektiği ilk İngilizce filmi, ataerkil bir düzende kadınların başkaldırışı üzerine. Müthiş sinematografisi ile dikkati çeken yapım, katı Hristiyan dogmalarını ve İsa peygamber motifini ters yüz ederek cesur bir denemeye girişiyor.

15- Söz Senettir / Es Gilt Das Gesprochene Wort
Hikâye, askerden yeni dönmüş, Marmaris’te garsonluk / jigololuk iş kovalayan Baran’ın bir yabancı kadınla evlenerek Batı’nın gelişmiş bir ülkesinde gelecek kurma hayalleri üzerinden ilerliyor. Almanya doğumlu Türk yönetmen İlker Çatak, ikinci uzun metrajında, kültür farkları ve ayrımcılık teması üzerinden klişelerden kaçınarak ilerlemesini bilmiş. Ancak bazen bir oyuncu filmi olduğu yerden daha yukarılara taşıyabiliyor. İlk kez karşılaştığımız Bursa Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nun yetenekli oyuncusu Oğulcan Arman Uslu, Baran yorumunda işte böyle bir mucizeyi gerçekleştirmiş.

(31 Aralık 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayaletler

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Film yapım şirketinin afişteki adına bakıyorsun Elma Production, gelen bültene bakıyorsun Elma Productions, fragmanda Elma Yapım, trailerde Elma Yapımevi olarak geçiyor. Film şirketlerinin soyadları aynı olsun, “Film” deyin gitsin şunlara. Bendeniz soyadımı web sitesinde Çilingir, Facebook’ta Çilingiroğlu, Twitter’de Çilingirzade, Instagram’da Çilingirgil yazıyor muyum? Yazmıyorum. Elma Film, Armut Film, Kiraz Film, Üzüm Film, Çilek Film, Muz Film deyin gitsin. Bazı film/yapım/prodüksiyon şirketlerinin adlarını doğru yazmak için her seferinde orayı burayı kontrol etmekten “bıktım” desem yeridir. Bıktım. (08 Eylül 2020)

Fox sabah haberinde ani başlayan yağmura yakalanan vatandaşlar için kullanılan “Dükkânların saçaklarında toplandı” ifadesi “Dükkânların saçak altlarında toplandı” olmalıydı. “Dükkânların saçaklarında toplanan” vatandaşlarımızın çoğu dilimizi sizlerden öğreniyor, Türkçemizi düzgün kullanalım, lütfen. (13 Eylül 2020)

10 yıl deyip geçme, herkesin 10 yılı kendine özel. 60’ta ihtiyarsın, 70’te de ihtiyar, fark etmiyor. Ancak 8’inde çocukken 18’inde genç oluyorsun. Hayat gerçekten çok ilginç. (16 Eylül 2020)

27. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü… Neyse vazgeçtim, şimdiye kadar öğrenmişsinizdir zaten. Bana en azından 10 kişi bildirdi. Bir de ben yazıp, sosyal medyanızı doldurmayayım. (20 Eylül 2020)

Adam “Kör olasın zalım Fırat” diye türkü yakmış. Fırat kör olursa hayvanları, tarlaları nasıl sulayacaksın? Kuyu suyuyla mı çimecen? Fırat kör olsun, ondan sonra sen de git yağmur duasına çık. Onu mu istiyorsun? (Ben Fırat’ın tarafını tuttuğumdan bu türkü bana öyle değil böyle çağrışım yapıyor.) (22 Eylül 2020)

Şöyle düşünüyorum sayın Facebook: Tarafıma, Azra Deniz Okyay’ın 77. Venedik Film Festivali’nin Uluslararası Eleştirmenler Haftası bölümünde en iyi film seçilerek büyük ödül kazanan “Hayaletler” filmiyle ilgili, “Azra Deniz Okyay’ın ‘Hayaletler’ine Poster Geldi” başlıklı bir basın bülteni ulaştırıldı, ekinden “Ghosts” başlıklı bir poster çıktı. Bence bu bültenin başlığı “Azra Deniz Okyay’ın ‘Ghosts’una Poster Geldi” başlıklı olmalıydı veya “Azra Deniz Okyay’ın ‘Hayaletler’ine Poster Geldi’ başlıklı bültenin ekinden “Hayaletler” başlıklı bir poster çıkmalıydı. Türkçemize özen gösterelim, lütfen. (23 Eylül 2020)

Geçtiğimiz hafta sona eren 27. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması ödüllerini inceliyorum. Toplamda 16 dalda ödül vermişler ama çok ilginç 4 dalda En İyi’yi bulamamışlar. Şaşırdım. Netekim bir daha inceleyeyim dedim. İyi ki incelemişim, meğer o 4 dalda “En İyi” değil de 2’şer kişiye sadece “Ödül” vermişler. Yani yarışma sonucunda Adana’dan 12 adet “En İyi Ödül”, 4 adet de “Ödül” çıkmış oluyor. Veya başka bir ifadeyle, 12 adet tam, 8 adet de yarım En İyi Ödül çıkmış oluyor. Bu duruma göre de 16 daldaki yarışmada totalde (Türkçemize saygı lütfen) 20 ödül kazanılmış oluyor. Siz maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz? (24 Eylül 2020)

Fox TV.de güzel bir sinema programı izledim, tavsiye ederim. “Kamera Arkası” adlı, yeni başlamış program, TV.nin kendi dizisi “Zümrüdüanka”nın kamera arkası görüntüleriyle başladı, yine aynı TV.nin yemek programı sunucusu Zuhal Topal’ın doğum günü kutlaması ile bitti. Aralara da gösterimdeki ve gelecek programdaki sinema filmlerinin fragmanlarını serpiştirmişler. Ne kadar güzel. Haftaya buluşmak üzere vedalaştık. Fox TV.de güzel bir sinema programı izledim, tavsiye ederim. (27 Eylül 2020)

Tam sosyal medyaya uygun bir güzel söz icat ettim, şöyle: “Ayinesi lâftır kişinin işe bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı sözünde.” (Biraz tanıdık ve benzer geliyor ama vallahi ben icat ettim; esinlenme denebilir, ona ses çıkarmam.) (27 Eylül 2020)

Neticede her şey doğaya bırakılan iz’dir, bir gün hepsi yok olacak. Garibim insanlık birilerini muhafaza edebilmek için çırpınıp duruyor. (28 Eylül 2020)

Bugün, TV.de pandemiyle ilgili bilgi veren profesör doktor, “Salgın nedeniyle kafamız ‘karma karış’ oldu.” dedi. Geçen gün izlediğim bir yerli dizide de genç kız “Fol yok, fos yok.” demişti. Biz 65+’lar bu ifadeleri “karma karışık” ve “fol yok, yumurta yok” şeklinde kullanırız. Resmi bir değişiklik yapıldıysa söyleyin, biz de bilelim, yoksa güzel Türkçemize dikkat edelim, lütfen. (01 Ekim 2020)

Son günlerin dikkat çeken ünlü cümlesi “Ben döviz kuruna bakmıyorum.” sözü üzerine: Gözünü sevdiğim Yeşilçam, taa o zamanlardan bu zamanları görmüş ve Osman Fahir Seden yönetmenliği, Metin Akpınar, Zeki Alasya aracılığıyla sormuş: “Nereye Bakıyor Bu Adamlar?” (07 Ekim 2020)

(09 Aralık)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Bir Başkadır Üzerine

Türkiye’de söz konusu bir “gişe filmi” ya da dizi gibi kitlesel bir sanatsal üretimse, övgüleri iki temel başlıkta toplamak mümkündür: 1. Daha önce yapılan hiçbir işe benzememek, 2. Gerçekçi olmak. Gerçeklik meselesine yazının ilerleyen bölümlerinde bolca değineceğim; ancak bir üretimin kendisinden önce yapılanlardan farklı olması tezinin izini sürmekte yarar var.

Daha Önce Yapılmayan Bir “İş”

Önceki yıllarda bu dizi yapımcısı, artan RTÜK baskısından kurtulmak için otosansüre nasıl başvurulduğunu çarpıcı bir örnekle ele alıyor ve üst sınıfı merkezine alan yapımlarda, akşam alkol tüketimi yapılacağı için kahvaltı sahnelerinin çoğaldığından dem vuruyordu. Dizilerini dünyanın çeşitli ülkelerine nasıl pazarladığını gururla anlatan bir sektör için hazin bir manzara bu. Dolayısıyla Bir Başkadır’a yapılan ilk övgünün çıkış noktasında bir tuhaflık var: Türkiye gibi son 20 yılda yalnızca kültürel değil, politik ve ekonomik bağlamda da tarihinin en büyük kırılmalarından birini yaşayan bir ülkede, diziler neden dar bir alana hapsoluyor? Neden söz konusu dizide ele alınan temaların bir bölümü, yaygın TV kanallarında daha önce karşımıza pek de çıkmamışken, bu onur ücretli bir platformun projesinde ve tam da bugün bizleri selamlıyor? Bunun nedenini yukarıdaki trajikomik örnek eşliğinde hepimiz tahmin edebiliriz.

Diziye dönersek; sonda söyleyeceğimizi en başta ifade ederek, Bir Başkadır’ın yeterince sağlam olmayan bir temel üzerine, kaçak ama mütevazı bir bina değil, devasa bir gökdelen dikmeye çalıştığını ve bunda da büyük ölçüde çuvalladığını vurgulayabiliriz. Dizinin temel yaklaşımı, ülkede sorun olarak gördüğü noktaları çeşitli figürler üzerinden ele almak ve kimi zaman -kendince- derin analizler, kimi zaman da çeşitli göstergeler eşliğinde olgulara dair tespitler yapmak şeklinde açıklanabilir. Ne var ki, bir yanıyla “şablon” (hatta Kürt aile veya “lezbiyenliğin” merkezinde olduğu gibi “oryantalist”) özellikler taşıyan, diğer yandan da doğruluğu tartışmalı ön kabullere dayalı olarak karşımıza çıkan tiplemelerin, ikinci övgüde olduğu gibi “sahici” olduklarına dair kuşkular var.

Sahici mi?

Bir film ya da dizide en kolay bağ kurabileceğiniz tip ya da karakter, yönetmenin (ya da senaristin) tercihleri sonucunda bu niteliğe kavuşmuştur. Meryem, oyuncunun başarılı performansının da etkisiyle hikâyenin tam merkezinde dururken, ilk anda gerçekçi bir figür olduğu izlenimi yaratmaktadır. Peri’yle tanışmasıyla ve sohbet etmesiyle ilerleyen anlatı ilk firesini verir. Boğaza sıfır bir yalıda yaşayan, Halk TV izleyicisi (!) burjuva bir ailenin kızı olan Peri, bir bölümü yurtdışında geçen başarılı eğitim serüveninin ardından memlekete dönüp devlette çalışmaya karar vermiştir! Meryem’in kendine özgü ama ona tepeden bakan bu kadını temellerinden sarsacak derinlikte bir hikâyesi yoktur. Sorunlu bir evliliği olan ağabeyi ve yengesiyle yaşamakta, onların çocuklarıyla ilgilenmekte ve “peygamber soyundan geldiği” iddia edilen Hoca’ya akıl danışmaktadır. Başlangıçta Hoca olgusunun üzerine giden Peri, Peru’daki rahipleri övüp, onların derinliğine şapka çıkarırken, burnunun ucunda duran hazinenin varlığından habersizdir! Dizinin ilk anlarında karşımıza çıkan bu durum, temel yönelimi ele veren ilk ipucudur aslında. Hoca’nın, yüzeyi kazındığında ne anlama geldiği çok da anlaşılmayacak çiçek metaforuyla karşımıza çıkması, Bir Başkadır’a aynı zamanda ilk esaslı darbeyi indirir. Daha birkaç ay önce yaşanan “çocuk tacizi”nde ve buna benzer -giderek yaygınlaşan- onlarca örnekte görülebilecek “dini kanaat önderi”, Berkun Oya’nın ellerinde başka bir şeye dönüşmüştür ve ne yazık ki o “şey”, sahici değildir. Benzer şeyler, Meryem’le ilişkisinde giderek çözülen tarafı temsil eden Peri’de de kendisini gösterir. Onu bu derece büyük bir bunalıma sürükleyen, gününü gün eden bir dizi oyuncusuna ya da meslektaşına günlerce anlatmasına neden olan şey nedir? İsmini yanlış telaffuz etmesinin ardından hıçkırıklara boğulan Peri’yi bu denli sarsan, sınıfsal avantajlarını ve aldığı eğitimi boşa çıkaran o dışavurumun altında neler yatmaktadır? Bu sorunun yanıtı, şayet burjuva ailenin “kızlarına olan ilgisizliği ve topluma yaklaşımındaki sevgisizlik” gibi izahı çok kolay olan bir durum değilse hiçbir zaman verilmeyecektir. Aynı şeyler, Alican Yücesoy’un canlandırdığı tiplemenin sorunlarıyla ilgili ipuçları vermesi beklenen, ama heba edilmiş annenin bulunduğu sahne için de söylenebilir. Hayatı yüzeysel yaşayan, ancak derinlerde büyük psikolojik sorunları olduğu ima edilen Sinan, günübirlik ilişkisinin kendisini yargıladığına tanık olduğu anda, öncülü gibi büyük bir çözülme yaşar. Ne var ki o ana dek bu gerçekle yüzleşmediği varsayıldığı için, söz konusu silkelenme hali de gerçeklikle örtüşmemektedir.

Ön Kabuller, Kodlanmış Veriler

Dizinin gerçeklikle yaşadığı sorunlar bununla da sınırlı kalmamaktadır. Öyküde yama gibi duran terapist Gülbin, yeterince işlenemediği gibi, burjuvalaşan muhafazakâr ablasıyla yaşadığı sorunda görüleceği üzere sahicilikle tüm bağlarını koparmıştır. Peri’yi “gizli faşist” olmakla suçlasa da metropolün tüm avantajlarından faydalanan eğitimli genç kadın, o tuhaf kırılma anında ablasını Tatvan’dan kente gelmekle suçlamaktadır. Gülbin ve ailesi, her konuya temas etmeye çalışan dizide Kürt kontenjanını doldurmaya çalışsa da buradaki temel bakış da ön kabullere ve kodlanmış verilere dayanmaktadır. Sınırı fazla aşmama çabasının ürünü olan bu sahnelere, yine ürkeklik içeren “lezbiyenlik” teması da eklenebilir. Taraflardan birinin tarikat liderinin kızı olması, üstelik bu kimsenin evlâtlık olduğunun anlaşılması bizlere ne söylemektedir? Bu “yalpalanmanın”, türbanı ardında bırakıp yeni sulara yelken açma eyleminin imamın soyundan gelmediği için olağan sayılabileceğini mi? (Tarikat liderinin saçı – sakalı uzatıp huzuru İslam’da değil bir başka yerde aramasına işaret eden kaçış mevzusu da aynı gerçek dışı; hatta bu kez sürreel bakışın ürünüdür. Dizinin mizaha kapalı diliyle bir parça oynansa, bu durum kendisini Coenlere veya Onur Ünlü’ye yaklaştırabilecektir, ama…)

Sonuca Dair

Bütün bunlardan çıkarılabilecek bir sonuç da Berkun Oya’nın, “yukarının” üstenci tavrını hunharca eleştirirken onları betimlediğine benzer kibirli bir bakışa sahip olduğudur. Orta ve üst sınıfı, 90’ların İslamcı edebiyatıyla akrabalık bağları taşıyan, son derece tanıdık bir bakışla yargılarken, onlara sıradan sayılabilecek bir hikâyenin sonucunda derin bunalımlar yaşatırken, Meryem, ağabeyi ve yengesi için mutluluk uzakta değildir. “Bilmenin mutsuzluk getirdiği” tezini destekleyen bu durumun sonucunda; alttaki, yukarıya derin ahlâki dersler verip, onu önyargılarıyla yüzleştirirken, kendisi için mutluluk reçetesi hiç de karmaşık değildir: Tecavüzcünle yüzleş ve sorunlarından arın, mutlu bir evlilik yap, çokomelini ye! Bu bakışın hiçbir yerinde, iddia edildiği gibi derin psikolojik çözümlemeler olmadığı gibi, meselenin ekonomi politiğine ilişkin de bir şeyler söylenmemektedir. Bu çözümleme, 20 yıl öncede kalmış primitif bir kültürel okumadan daha fazlasını vaat etmemektedir (Bu anlamda; imamın TRT, Meryem ve ailesinin Çukur ve burjuva ailenin Halk TV izlemesinin yenilik içermediğini, sözü edilen kodlanmış veriler ekseninde ele alınabileceğini vurgulayalım.)

Bir Başkadır, bir dönemde, yükselen İslami hareketin gelişim çizgisini bağlamından kopararak sadece kültürel okuma yöntemiyle algılamaya çalışan liberal yönelimin yerinde saydığını ve ezberine yeni bir şeyler ekleyemediğini ortaya koyması bakımından önemli görünmektedir; ama teorik altyapısı kesinlikle “yeni” değildir. Bir dizinin bütün bu tahlillerin yeniden hatırlanmasına vesile olması azımsanacak bir şey değildir; ancak “sahicilik” ya da “değinilmeyeni yapma” söyleminin dışında, en çok da bu yüzden övülmesi şartıyla…

(28 Kasım 2020)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Siz Nasıl Bilirsiniz Meryl Streep’i?

“Meryl Streep ne oynasa, izlerim,” demiş Olivia de Havilland, 2009’da “The Independent” gazetesinden John Lichfield ile yaptığı görüşmede. 1987’de yaptığı bir başka görüşmede de “Şu anda genç bir oyuncu olsam, sadece Streep’inki gibi bir sinema kariyerine ilgi duyardım,” diyor.

Katharine Hepburn az ve öz konuşmuş. “Klik, klik, klik” demiş ünlü biyografi yazarı A. Scott Berg’e, Meryl Streep’in kafasının içinde dönen çarkları kasterek. “Beyazperdede en sevmediği oyuncu Meryl Streep’ti” diye yazıyor A. Scott Berg “Katharine Hepburn’un Hatırladıkları” kitabında.

Buyrun. Birbirinin tam zıddı iki değerlendirme. Hem de uzun ömürlerinin neredeyse son demlerine kadar kamera ışıklarının önünden ayrılmamış, Hollywood’un “Altın Çağı”nın, unutulmaz iki duayen oyuncusundan. İkisi de sayısız prestijli ödül sahibi tecrübeli yıldızlar bunlar.

Siz nasıl bilirsiniz Meryl Streep’i?

Onu beyazperdede ilk gördüğümüzde yirmili yaşların sonunda gencecik bir kadındı. Unutulmaz filmlerin unutulmaz oyuncusu Meryl Streep de artık yetmiş bir yaşına geldi 2020’de, arkasında kırk üç yılda 90 film, dizi ve TV filmi, üç Oscar ödülü, yirmi bir Oscar adaylığı ve kırk iki yıldır süren bir evlilikle.*

Bu yıl da meslek hanesi bayağı kalabalık Streep’in. 11 Aralık’ta kısıtlı da olsa İngiltere ve ABD’de gösterime girmesi, Arjantin’den Singapur’a kadar da birçok ülkede internette gösterilmesi beklenen, Nicole Kidman’ın da yer aldığı, müzikal komedi “The Prom” merak uyandırıyor. Komedi-drama dalındaki Candice Bergen’li “Let Them All Talk” da öyle. On bölümlük “Heads Will Roll” adlı audio-komedi dizisi ile “Here We Are: Notes For Living on Planet Earth” adlı kısa animasyon film. İştah kabartıcı bir liste bence.

2021 için öngörülen, Meryl Streep’in Leonardo di Caprio, Jennifer Lawrence ve Cate Blanchett’le beraber oynayacağı, “Don’t Look Up” adlı komedinin ön çalışmaları başlamış bile.

22 Haziran 1989 günü, panik halinde, heykel sanatçısı eşi Don Gummer’a koşup “Kırk yaşına girdim ben bugün. Bundan sonra bana artık hiç doğru düzgün rol teklif edilmeyecek”* diye hayıflanan Meryl Streep’in önünü görüldüğü gibi, ne ilerleyen yaşı, ne de gezegenimizi sarsan coronavirüs kesebiliyor.

1976 ve 1977’de çektiği bir animasyon ve bir TV filmini bir yana bırakırsak, Meryl Streep sinemaya 1977 yılında “Julia,” ardından 1978 yılında “Avcı” filmleriyle geliyor. Bu iki filmin arasında da göz doldurup oyunculuğuyla dikkat çektiği, iki Altın Küre ödüllü “Holocaust-Soykırım” adlı mini dizi var. Sinemaya çok şanslı bir başlangıç diyebiliriz.

Hatırlanacağı üzere “Julia,” Fred Zinnemann’ın, kısmen ünlü oyun yazarı Lillian Helman’ın anılarına dayanan öyküsünden çektiği, Vanessa Redgrave, Jane Fonda, Maximilian Schell, Jason Robards gibi sinemanın ağır toplarının yer aldığı, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Nazi Almanyası’na karşı direnişi, Helman’ın yakın dostu Julia’nın öyküsü çerçevesinde konu alan etkileyici bir filmdi. Bu filmi görmek için heyecanla sinemaya koştuğumu hatırlıyorum.

Ama biz Türk sinemaseverler, adı sanı duyulmamış, aslında ilk bakışta pek de dikkat çekici olmayan, oldukça hanım hanımcık görünümlü Meryl Streep’le, “Julia”yla değil, ilk olarak “Avcı” filmiyle tanıştık, çünkü “Avcı” Türkiye’de 1979’da, Julia ise 1982’de gösterildi.

Dönem 1970’lerin sonu. 1975 yılında sona eren Vietnem savaşı ile Kamboçya ve Laos’ta girişilen askeri müdahalelerin etkilerinin Amerikan toplumunun her katmanında depremler yarattığı, dünyada da büyük tepki topladığı yıllar bunlar. Bu depremin etkileri sinemaya da yansıyor kaçınılmaz olarak. “Avcı” (1978) “Eve Dönüş” (1978) ve “Kıyamet” (1979) gibi üç unutulmaz filmle ilk meyvelerini veriyor.

Meryl Streep’in, uzun metraj bir film için ikinci kez kameraların karşısına geçtiği ve “yardımcı kadın oyuncu” dalında ilk Oscar adaylığını aldığı “Avcı”, aslında Streep’in canlandırdığı “Linda” karakterine – küçük kentli sıradan bir genç kadın – senaryoda ilk başta neredeyse hiç diyalog yazılmayan, Robert de Niro, Christopher Walken, John Savage ve John Cazale gibi güçlü oyuncuların başı çektiği, bir savaş ve erkek filmi.

Hafızalarımızı tazeleyecek olursak, Amerika’nın küçük sanayi kenti Pennsylvania’da, geyik avına çıkmaya meraklı çelik işçisi üç yakın arkadaşın çerçevesinden, Vietnam savaşının hayatları nasıl etkileyip perişan ettiğini anlatan, özellikle Rus ruleti sahneleriyle insanın tüylerini diken diken eden bir filmdi “Avcı”. Şimdilerde olağanlaştı ama o zamanlar bu kadar sert filmler izlemeye alışık değildik. “Avcı”, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve Christopher Walken’ın aldığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dahil, beş dalda Oscar ödülü kazandı.

Bu “Julia” ve “Avcı” filmlerinin ardından, Sinema hazretleri, başta “Kramer Kramer’e Karşı”, “Manhattan”, “Fransız Teğmeninin Kadını”, “Sophie’nin seçimi”, “Silkwood”, “Benim Afrikam”, “Yasak İlişki”, “Şeytan Marka Giyer”, “Demir Leydi” gibi filmlerle Meryl Streep’e “Yürü ya kulum” diyor.

Ama bu, tabii “tereyağından kıl çeker” gibi öyle kolay olmuyor. İşte burada, kafasında “klik klik klik” diye dönen çarklarla Meryl Streep devreye giriyor. Şu Katharine Hepburn’un sevmediği çarklar.

Streep, oyunculuğa klasik tiyatronun yani Shakespeare, Çehov gibi yazarların oyunlarıyla başlıyor. Yale Drama Okulu’ndan mezun zaten. Streep’i “Avcı” filminde “Linda” rolü için öneren Robert De Niro da, onu bir Shakespeare oyununda görüp beğenmiş.

Önemsiz bir rol oynadığı İlk filmi “Julia”dan sonra, “bir daha asla başka filmde oynamam” diyerek kameraların önünden ayrılan Streep -zannedersem çekim aralarında saatlerce beklemekten sıkılmış- ağır hasta olan sevgilisi John Cazale’nin yanında olabilmek için “Avcı” filminde oynamayı kabul ederek tekrar setlere dönüyor. Dönüş o dönüş ve ne dönüş!

Canlandırmaya karar verdiği karakterlerin içini doldurmak, onlara ruh ve can kazandırmak için “Avcı” ve “Kramer Kramer’e Karşı” filmlerinde yaptığı gibi kaleme kağıda sarılıyor, gerekirse yönetmen, gerekirse senaristlerle sonuna kadar tartışarak, kendisine diyaloglar yazıyor. Karakteri istediği kıvama getiriyor, öyle oynuyor.

“Sophie’nin Seçimi” (1982) ve “Benim Afrikam” (1985) başta olmak üzere, oynamayı istediği filmlerde rolü almak -kapmak belki daha doğru bir sözcük- için kıyasıya mücadeleye girişiyor. Hem de ne mücadele. İşte bir örnek. Onu hiç böyle görmediniz denir ya, işte öyle.

Streep, yönetmen Sydney Pollack’ın Danimarkalı yazar Karen Blixen’in “Benim Afrikam” adlı hatıratını filme çekeceğini duyunca, Blixen rolünü almak için neler yaptığını, kendi ağzından, büyük bir keyifle şöyle anlatıyordu drama okulu öğrencilerine, “Meryl Streep – Mystéres & Métamorphoses” adlı belgeselin, kısa bir bölümünü yayımladığı sorulu cevaplı bir sohbet programında:

“Ben yazar Isak Dinesen’e (Karen Blixen) 15 yaşındayken aşık oldum ve bütün kitaplarını okudum. Pollack’ın “Benim Afrikam”da Karen’i oynayacak oyuncu baktığını duyunca, hemen menajerimi araya koyup role talip oldum. Ama Pollack beni istememiş. ‘Seksi değil’ demiş. Bunu duyunca ‘İşte bu, olmaz, olamaz dedim.’ Tamam Marilyn Monroe’yu oynamak için seksi olmayabilirim. Ama Isak Dinesen, ha, bu mümkün değil. Hemen evimin yakınlarındaki kuaföre gittim. Saçlarımı kabarttırıp omuzlarıma döktürdüm. Mağazanın birinden ucuz bir tişört alıp yakasını kesip açtım, yakayı kollarımın üstüne düşürdüm. Bir de sütyen aldım, şu göğsü büyütüp, yukarı kaldıranlardan. Süslendim boyandım. Öyle Pollack’ın karşısına gittim.” “Ne oldu?” diye merakla sorunca öğrenciler, “Ee, rolü aldım,” dedi Streep muzaffer, müstehzi bir gülümsemeyle.

Şimdi gelelim ikinci örneğe. “Meryl Streep – The Reluctant Superstar” adlı biyografi kitabında gazeteci-yazar Diana Maychick’in anlattığına göre, Amerikalı yazar William Styron’un “Sophie’nin Seçimi” romanının filme çekileceği açıklanınca “Bu rolü mutlaka ben oynamalıyım” diyor Meryl Streep. Ve harekete geçiyor.

Streep, İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz ölüm kampında Nazi kamp komutanının canavarca, iki çocuğundan birini kurtarabilmek için, hangisinin öleceğine hangisinin yaşayacağına karar vermeye zorladığı Polonyalı Yahudi Sophie’nin trajik öyküsü anlatan romanı o kadar çok okumuş ki, neredeyse bazı bölümleri ezbere biliyor.

Filmi, yönetmen Alan J. Pakula çekecek. Yazar Styron, çok az da olsa otobiyografik öğeler taşıyan romanı yazarken, Auschwitz’den canlı kurtulmayı başardıktan sonra Amerika’ya göç eden Sophie karakteri için hep isveçli yıldız Ursula Andress’i hayal etmiş.

Önce ‘tanınmamış biri, bir Polonyalı olsun’ diyen yönetmen Pakula’nın aklındaki isim ise Norveçli yıldız Liv Ullmann. Ama filmin çekimi iki yıl ertelenince Ullmann devreden çıkıyor. Bu arada başta Barbara Streisand olmak üzere pek çok ünlü yıldız da, Meryl Streep gibi, Sophie rolünün peşinde.

“Rolü bana versin diye yönetmenin kapısında yatmaya hazırdım. ‘N‘olur rolü bana ver’ diye ona yalvardım” diyor Streep. Hem de defalarca o kapıya gitmiş gelmiş. Bazı kişilerin yardımıyla, “korsanvari” yöntemle el altından senaryoyu bile ele geçirmiş.

Pakula, hâlâ onu oynatmaya niyetli olmasa da, “bir deneme çekimi yap bakalım görelim,” deyince, artık iki yıl önce “Kramer Kramer’e karşı” filmiyle Oscar almış, iki de Altın Küre ödülü olan bir yıldız olmasına rağmen, Streep, kırılan gururunu cebine koyup, buna da “tamam” diyor. Ama deneme çekimi hiç gerçekleşmiyor.

Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın araya girmesiyle, uzun tereddüt dönemlerinin sonunda Pakula rolü ona vermeye karar verince, Streep hemen Lehce ve Almanca öğrenmeye koyuluyor. Sophie’nin toplama kampındaki halini yansıtabilmek için bir ay neredeyse hiçbir şey yemiyor, bir deri bir kemik kalıyor. Ardından Sophie’nin Amerika günleri için kilo alıyor. Ama beş dalda Oscar’a aday olan filmin tek ödülünü de “En İyi Kadın Oyuncu” dalında o alıyor.

Bence, sadece sinemaya değil, hayata da şanslı başlamış biri Meryl Streep.

New Jersey’in sakin bir mahallesinde, çoluğuna çocuğuna, evine yuvasına düşkün, geliri kendilerine yeten, orta sınıf mutlu sevecen bir ailede doğup, bahçeli bir evde büyüyor. Baba bir ilaç firmasında çalışıyor, anne de evden reklam sektörüne iş yapıyor. Tıpkı, 50’li yılların “Amerikan Rüyası”nı anlatan renkli sinemaskop Hollywood filmleri gibi.

Meryl Streep’in kendisinden iki ve dört yaş küçük iki erkek kardeşi var. Üç kardeş, evde Meryl’in yönetiminde, anne babalarının giysilerinden oluşturdukları tuhaf tuhaf sahne kıyafetleriyle, dans edip gösteri yapıyorlar. Anne alkışlıyor, baba onları kameraya çekiyor. Meryl’in sahne ışıklarına doğru ilk adımları.*

Fark edilmeyi, fark yaratmayı ve yönetmeyi seviyor Meryl Streep, iddialı. Oldukça da sivri dilli.

Yedi sekiz yaşlarında durmadan konu komşuya lâf yetiştirirmiş. Kolayca hatırlanacağı gibi, 2017 yılında Altın Küre ödül töreni gecesinde de, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’a eleştiriler yönettiği konuşma sadece Amerika’da değil, günlerce çeşitli ülkelerde de konuşuldu.

Sesinin güzel olduğunu fark eden annesi okul yıllarında her hafta Manhattan’a götürerek, kızına özel müzik dersleri aldırıyor. Meryl şarkı söylemeyi seviyor ama yaşıtlarından hiç farkı yok. O sırada en büyük merak ve çabası, aranan popüler bir ponpon kız olmak. Okul gösterilerinde ve maçlarında tezahürat yapmak. Beğenilmek, dikkat çekmek.*

Daha o yıllarda donuk kahverengi saçlarını oksijenli suyla açıp, o günden sonra hep sarışın kalıyor. 60’lı yıllarda o yaşta büyük cesaret isterdi bu. Sabahları okula gitmek için bir türlü hazırlanıp banyodan çıkamadığı için bütün aile fertlerini banyo kapısının önünde sıraya diziyor.

Sözcükleri, edebiyat ve Fransızca derslerini seviyor, kulağı çok iyi ama matematik fizik kimyayla hiç arası yok. Okul takımının futbol yıldızıyla çıkıyor ama kenarda köşede bazı başka hayranlar da bekliyor. “Arkasında epey kırık kalp bıraktığı” iddia ediliyor okul arkadaşları tarafından. Mezuniyet balosunda “Okul Kraliçesi” seçilip taç giymeyi başarıyor. Lisede bir okul oyununda ayakta alkışlanmanın ilk tadını alıyor.

Ardından Meryl Streep’in New York Vassar Koleji dönemi başlıyor. “Washington Post Gazetesi” sahibesi Katherine Graham’dan, Amerika’nın eski First Lady’s Jacqueline Kennedy ve Jane Fonda’ya kadar birçok ünlü oyuncu, yazar, çizer, doktor, mühendis ve bilim kadınının öğrencisi olduğu bu prestijli okulda Meryl Streep’in “pembe rüyalar âlemi” yaşamı değişmeye başlıyor. Streep entellektüel dünyayla tanışıyor. Hayat yolunun “oyunculuk” olduğunu keşfediyor.

Yale Drama Okulu’ndan mezun olduktan sonra da yeni adresi ilk adımda kaçınılmaz olarak “tiyatro sahneleri” olarak belirleniyor. Ve New York’ta bir Shakespeare oyununda, yine kaçınılmaz olarak, hayatının ilk büyük aşkını tanıyor.

27 yaşındaki Meryl Streep ile ondan on dört yaş büyük, 41 yaşındaki John Cazale 1976 yılında ikisinin de rol aldığı “Kısasa Kısas – Measure for Measure” oyununda tanışıyorlar. Kısa süre içinde Streep, Cazale’nin evine taşınıyor. 1978 yılında John Cazale’nin ölümüne kadar, iki yıl boyunca arkadaşlarının ve çevrelerindeki herkesin imrenerek baktığı, gıpta ettiği çok güzel bir aşk ve ilişki yaşıyorlar. Cazale, Streep’in hem sevgilisi hem de yol göstericisi, hocası gibi.

1978 yılı. “Kader Kapıyı Çalıyor”mu? desem. Yoksa “Kader Ağlarını Örüyor”mu? Ya da “Meryl Streep Kaderi Zorluyor”mu? Ne desem, bilemedim. Ama 1978’in, Meryl Streep’in hem iş hem özel yaşamında dönüm noktası olan bir “Kader Yılı” olduğu açık.

12 Mart 1978 günü John Cazale vefat ediyor. Daha “Avcı” filminin çekimleri tamamlanmadan.

Streep, akciğer kanseri olan Cazale’ye haftalarca hasta bakıcı gibi gece gündüz ihtimamla bakıyor, son ana kadar başından ayrılmıyor. Cazale’nin ölümüyle hayatının ilk ciddi travmasıyla yüzyüze geliyor. Yoğun bir duygusal sarsıntı geçiriyor.

İki ay sonra, menajerinin önerisiyle, Avery Corman’ın romanından uyarlanacak “Kramer Kramer’e Karşı” filminde, Dustin Hoffman’ın, bunalım geçiren karısı “Joanna” rolü için deneme çekimine gittiği zaman, aslında Hoffman ve yönetmen Robert Benton’un gözü Streep’i tutmuyor. Yapımcı da “Hollywood’da tanınmıyor” diye onu istemiyor.*

Ancak görüşme sırasında, Streep Cazale’nin kaybından dolayı hâlâ öyle “perişan” görünümde ki, Hoffman ve Benton “Hiçbir şey yapmasına gerek yok, sadece bu halde kameraya baksın yeter,” diyerek “Joanna”yı Streep’in oynamasına karar veriyorlar.

Bu arada perişan merişan, Streep romanı okuyup gitmiş oraya ve daha bu ilk görüşmede, “Siz Joanna’yı bütünüyle yanlış ele almışsınız,” diyebiliyor Dustin Hoffmann’la Benton’a. Ve o yıllarda Amerika’da sürmekte olan, kadınların geleneksel olarak kendilerine biçilen “eş ve anne” kalıplarını kırıp, hayatta başka “rolleri, yolları” da olabileceğini topluma kabul ettirmek için verdikleri mücadelenin bir “öncü prototipi” olarak biçimlendiriyor “Joanna”yı.

Bu film, “Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında aldığı ilk Oscar ödülüyle Streep’in star olarak sinemada zirveye tırmanma yürüyüşünü başlatıyor.

1978 yılı kapanmadan, bir tayin edici gelişme daha yaşanıyor. Meryl Streep, 30 Eylül 1978 günü, erkek kardeşi Harry’nin arkadaşı, Yale Sanat Okulu’ndan mezun, modern sanatçı, heykeltraş, 32 yaşındaki Donald (Don) Gummer’la evlenerek dünya evine giriyor. John Cazale’nin ölümünden 6 ay 18 gün sonra.

Streep, ilke olarak bu olayla ve özel hayatıyla ilgili konuşmuyor ama yıllar boyunca John Cazale’nin anısının yaşatılması için düzenlenen etkinliklere katılmaktan, ya da bu tür etkinliklerin düzenlenmesine önayak olmaktan vazgeçmiyor.

“Oyunculuk kariyeri” çok önemli Streep için, ama “aile” de öyle. Her fırsatta “ailesini kariyerine feda etmeyeceğini” dile getiriyor. Zaten 1979 – 1991 yılları arasında, bir yandan “Fransız Teğmenin Kadını”, “Sophie’nin Seçimi”, “Silkwood”, “Benim Afrikam”, “Sonsuz Matem” gibi bayıla bayıla izlediğimiz filmleri çekerken, bir yandan da üç, dört yıl arayla, en büyüğü erkek, üçü kız, dört çocuk doğuruyor, o on iki yıl içinde.

Özellikle çocuklar küçükken, oynadığı filmlerin setlerinin, yaşadığı New York çevresinde olmasına itina gösteriyor. Çocuk sayısı artıp ev dar gelmeye başlayana kadar yıllarca oturdukları Little Italy’de, sette işi bitince, eve dönerken manavdan marketten alışverişini yapıp, ocağın başına geçip ailenin yemeğini kendi pişiriyor.

Modern çağımızın, şehir efsanesi, “çocuklarıyla kaliteli zaman geçiren” annelerden değil. Çocuğu hastalandığı zaman “ateşi yükselir mi” diye sabaha kadar başında bekleyen, çocuklarının arkadaşlarının adını bilen, “başkalarının annesi izin veriyor, sen neden şuraya gitmeme ya da arkadaşımda kalmama izin vermiyorsun” diye huysuzlanan kızlarına, “orada öyle olabilir, bizim burada böyle” diyen geleneksel bir anne Streep. Çünkü kendi annesi de ona öyle dermiş. “Hep annem gibi bir anne olmak istedim,” diyor her fırsatta.

Annesinden, hatta “çok akıllı, parlak ve hayatımda çok etkili bir kişiydi” dediği büyükannesinden çok değerli hayat dersleri aldığını vurguluyor. “Annem bana daima sana inanıyorum. Gerçekten istiyorsan ve çok çalışırsan, herşeyi yapabilirsin derdi” diye konuşuyor 19 Haziran 2019 tarihinde, 70 yaşına girerken, Sydney Morning Herald Gazetesi’yle yaptığı görüşmede.

Yetmişine geldiği halde oyuncu olarak hâlâ bu kadar aranıyor olması, yıllardır elbise değiştirir gibi bir karakterden diğerine kolaylıkla geçebilmesi, eski Başbakan Margaret Thatcher, Washington Post Gazetesi’nin sahibesi Katherine Graham, Amerikalı işçi sendikası aktivisti Karen Silkwood, İngiliz süfrajet Emmeline Pankhurst, korkunç sesiyle opera şarkıcısı olmayı hayal eden Florence Foster Jenkins, Fransız mutfağını Amerika’ya tanıtan efsane şef, yazar ve televizyon programcısı Julia Child, Danimarkalı yazar Karen Blixen gibi karmaşık ve taban tabana zıt gerçek karakterlerin altından büyük başarıyla kalkabilmesi, son dönemlerde, Streep’e duyulan ilgi ve merakı iyice arttırdı.

Tam adıyla, Mary Louise “Meryl” Streep’in “sırrı ne” diye soran, araştıranların sayısı hiç az değil. 1968 Paris doğumlu yönetmen Charles-Antoine de Rouvre da, 2020 tarihli, geçtiğimiz Ağustos ayında gösterilen belgesel filmine “Meryl Streep – Sırlar ve Metamorfozlar” adını vermiş.

Bitirirken, eksik kalmasın, şunu da yazayım. Meryl Streep 1999 yılında gösterime giren, bir müzik hocasını canlandırdığı “50 Cesur Kemancı” filmi için, sekiz hafta boyunca, her gün altı saat çalışarak keman çalmayı öğrenmiş. Sırrı belki de buradadır.

Bence, hiçbir şeyi “mış” gibi yapmıyor. Hiçbir şeyi şansa bırakmıyor. Hayatını ve oyunculuk kariyerini, doğrusu yanlışı, hatası sevabıyla kafasına koyduğu gibi yaşıyor. Fazla da “geride ne kalmış?” diye dönüp arkasına bakmıyor.

Onu beğenirsiniz beğenmezsiniz, orası size kalmış. Olivia de Havilland bayılır, Katherine Hepburn hiç sevmezmiş.

Ama görünen o ki, Meryl Streep nefes alıp verdiği sürece, oyunculuğu ve kafasına koyduğu gibi yaşamayı sürdürecek, biz de, “sırrı ne” diye onu merak etmeye, izleyip tartışmaya devam edeceğiz.

Benden bu kadar.

Peki, siz nasıl bilirsiniz Meryl Streep’i?

Kaynakça:

(21 Kasım 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Alman Banliyösünde Paranoya

Bir toplumda yabancı olmak kolay değil. Almanya’da tanınmış bir firmada saygın bir kimya mühendisi olarak çalışıyorsanız, doktora tezi ile uğraşan Alman bir eşe sahip olsanız bile. Daha önce İKSV Filmekimi Festivali seçkisinde yer almış 2015 yapımı ilk uzun metrajı ‘Babam / Babai’ ile tanıdığımız Visar Morina imzalı ‘Yabancı / Exil’, böylesine bir kimlik krizinin izini sürüyor. Refah bir banliyö semtinde (film Köln’de çekilmiş) üç çocuklu ailesiyle rahat bir yaşam sürdüren Kosova kökenli Cafer Kryeziu, tadını kaçıran olayların etnik kimliği ile ilintili olduğu düşüncesindedir.

İşi ile ilgili hayati önemdeki bilgi kendisinden saklanır. Firmanın e-posta listesinden haberi olmadan çıkartılır. İş arkadaşlarının kendisini anlamadığını, adıyla, aksanıyla alay edildiğini kurmaktadır. Laboratuvar atığı ölü farelerin önce oturduğu evin bahçe girişine, daha sonra çalışma odasının kapısına asılması, posta kutusunun fare cesetleri ile doldurulması sabrını taşıracak, şiddet eğilimini tetikleyecektir.

Baştan söyleyelim, göçmenlik olgusuna romantik açıdan yaklaşmayan bir film ‘Yabancı’. Filmin iyi bir sosyal statüye sahip beyaz yakalı ana karakterinin derdi, çağımız talihsiz göçmenlerinin sorunlarından çok farklı. Bir yurtsuzluk, kendini içinde yaşadığı topluma ait hissedememe duygusundan muzdarip Cafer. Filmin ilk yarısında Cafer’in bakış açısından izliyoruz olan biteni. Ekonomik ve sosyal refah içindeki gelişmiş Alman toplumunda soğuk ve duyarsız insan ilişkilerine tanık oluyoruz. Lakin, Cafer de sütten çıkmış ak kaşık değildir. Alman karısının da yüzüne çarptığı gibi, çalışma arkadaşları ile düzgün ilişkiler kuramayışının nedeni, kendi iticiliğinden kaynaklanmaktadır belki de. Filmin ikinci yarısında görüş açımız genişler. Gerçek olaylar ve Cafer’in paranoyaları iç içe geçerken, ana karakterin, çaresiz kurbandan öte tüm kusurları ile bir anti-kahraman’a dönüşmesi gecikmez.

Yönetmen Morina henüz 15 yaşındayken, Milosevic’in zulmünden kaçarak ailesiyle birlikte Kosova’dan Almanya’ya sığınmış. Cafer gibi uzun yıllar doğduğu topraklardan uzakta bambaşka bir kültürün içinde yoğrulmuş. Bu açıdan yurtsuzluk derdini en iyi anlatabilecek sinemacılardan. Ana karakterine yaklaşımı nesnel. İçinde yaşadığı refah toplumunun ruhsuzluğunu, robotvari insan ilişkilerini gözler önüne sererken, Cafer’in, Almanya’da (ya da benzer gelişmiş Batı ülkelerinde) süregelen yabancı düşmanlığı ve ırkçılıktan beslenen paranoyasına mesafeli yaklaşmasını bilmiş. Cafer’in ofis tuvaletlerinde gönül eğlendirdiği hemşerisi temizlikçi kadını, aralarındaki sınıf farkı nedeniyle aşağıladığını gözler önüne sermekten kaçınmamış.

Ağır ağır ilerleyen ve giderek harlanan paranoyayı sakin ve sabırlı bir dille anlatıyor yönetmen. Minimalist bir tutumla, Cafer’in rutinini zaman zaman izleyiciyi bıktıracak ölçüde yineliyor. Görüntü yönetmeni Matteo Cocco’nun kirli sarı, gri renklerdeki seçimleri etkileyici. Klostrofobik iç mekânlar, laboratuvardaki fare labirentlerini hatırlatan ofis koridorları, bitmek bilmeyen ofis kapıları, çözülmekte olan bir evliliğe eşlik eden ölü ışıklandırılmış ev içleri, yönetmenin huzursuz dünyasını kurmasını sağlamış. Benedikt Schiefer’in düzensiz aralarla yankılanan tiz perdeden tehditkar piyano tınıları, paranoya yükseldikçe tedirginliği artan Cafer’in ensesinde biriken tere karışmış.

Ağırlıklı olarak tek karaktere odaklanmış filmde yakın planlar çoklukla kullanılmış. Cafer rolünde Misel Maticevic kusursuz bir performans sunuyor. Alman eşi Nora rolünde ise eşsiz oyuncu Sandra Hüller her zamanki gibi parlak bir oyun veriyor. ‘Yabancı’, ilmek ilmek ördüğü paranoid yapısıyla izleyici içine çeken ancak gizeminin yanıtlarını kolay ele vermeyen çok iyi kotarılmış bir film. İKSV çevrimiçi gösterimlerinin ardından sinemalara uğruyor.

(05 Kasım 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ve Gemi Hızla Su Alıyordu

‘Nasipse Adayız’ güzel kotarılmış bir düş sahnesiyle başlıyor. Bir geminin içindeyiz. Ana karakterimiz Dr. Kemal Güner, uzun bir masanın etrafında toplanmış imtiyaz sahiplerinden icazet almaya gelmiştir. Mehter marşı eşlik etmektedir bu tiyatrovari tuhaf sahneye. Ancak hızla su almakta olan gemi batmanın eşiğindedir.

Sinemamızın çok yönlü aktörlerinden Ercan Kesal’ın bu ilk uzun metraj kurmaca film yönetmenliği denemesi, sanatçının tam 18 yıl önce kendi yaşadıklarından yola çıkarak 2015 yılında yayımladığı aynı adlı kısa romanının sinema uyarlaması. Kesal’ın 2000’li yılların başlarında Beyoğlu Belediye Başkanlığı aday adayı olarak kişisel deneyiminden yola çıkarak kaleme aldığı metin, yönetmenin hem kendisi hem de ülkenin politik düzeni ile trajikomik bir hesaplaşma. Kesal, senaryo yazımına ortak olduğu ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Anons’ gibi bir günlük hikâyeye dönüştürmüş deneyimini. Başkan adayı olmak için çalışmalarını sürdüren doktorumuz, partinin ‘Bir Numara’sının gözüne girmek için düzenlediği gece için hazırlanmaktadır. Ayrıldığı eşi dahil herkes bu delice koşturmacanın tanığıdır. ‘Bir Numara’nın gözüne girmek ve aday olabilmek için her yolu deneyen Kemal, bu önemli gecede beklenmedik olaylarla karşılaşacaktır.

Doktor Kemal’inkine benzer bir yolculuk yaşadığı sırada ‘kendinle karşılaştığında çok şaşırdığını’ ifade ediyor Kesal. ‘Kendinden hicap duyduğunu, kendinden utandığını’ ilave ediyor. Yaşadıkları ile okuruna ve izleyicisine bir ayna tutuyor. Bu vesile ile, tüm ilişkilerde varolan iktidar mücadelesini masaya yatırıyor. Bir adayın gözünden siyasetin çirkin yüzünü, yapılan pazarlıkları, politik stratejileri ve nihayetinde insanın karanlık yüzünü gerçekçi bir üslûpla ele alıyor.

Kesal, hayranı olduğu ‘Bay Lazarescu’nun Ölümü’ filminden ilhamla, bir kez daha bir gece boyunca ülkenin içinden geçmeyi hedeflemiş. ‘Sieranevada’ ve ‘Bükreş’in Doğusu’ gibi seçkin Romanya yapımlarında görev almış görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu ile çalışmayı seçmesi bu yüzden. Romen sinemasından aşina olduğumuz dayanılmaz mizah ve bu ekolün alamet-i farikası haline gelmiş uzun plan sekanslar, Kesal’ın hikâyesine hizmet etmiş. Ali Aga’nın ustalıklı kurgu çalışması ve aksamayan oyunculuklarıyla teknik açıdan başarılı bir film ‘Nasipse Adayız’.

Final sekansı bizce filmin en başarılı bölümü. Kaçak işçilerin çalıştığı bir yeraltı tekstil atölyesinde, mangalda et pişerken itibarlı kişi ile ülke siyasetinin tartışıldığı bu bölüm çok iyi kotarılmış. Ancak, baştaki çarpıcı rüya sahnesi ile finaldeki tedirgin ülke tablosu arasındaki süreçte çok daha cesur çözümlemeler beklentisi içindeydik. Kısmetse bundan sonraki hikâyelere diyelim ve Ercan Kesal’a yönetmenlik koltuğunun yakıştığının altını çizelim.

(01 Kasım 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

39. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Seçkisi’nden İzlenimler

Salgın hayatımızda çok şeyi değiştirdi. İstanbul Film Festivali geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleştirilemedi. Ancak sevgili festivalimiz 2020’yi atlamak istemedi. Ulusal Yarışma. Temmuz ayı içinde yapıldı. Uluslararası Yarışma ise Filmekimi tarihine denk düşen bugünlerde programa alındı.

Bu yıl 12 filmden oluşan uluslararası seçki çevrimiçi bir düzenle gerçekleştirildi. Film yapımının hayli kısıtlandığı bir dönemde ilgiye değer bir toplamı izledik ve değerlendirdik siz okurlar için. Seçkinin ilk gün gösterilen filmi ‘Atlantis’ bir Ukrayna yapımıydı. ‘Kabile / Plemya’nın görüntü yönetmenliğinden tanıdığımız Valentyn Vasyanovich’in geçtiğimiz yıl Venedik’te ödüllendirilmiş son filmi, yakın gelecekte savaş sona erdiğinde ülkesinin travmatik ruh hali üzerine. Kayıp ülke Atlantis metaforu bu yüzden anlamlı. Kasvetli bir diyarda umudun peşine düşmüş bir kadın ve erkeğin arayışları üzerinden ilerleyen film, daha çok sinematografik yetkinliği ve Romen Yeni Dalgası’nı andıran uzun plan sekanslarıyla göz dolduruyordu.

‘Luxor’, filme adını vermiş antik mısır kentinde geçmiş ile bağ kurmaya çalışan iki arkeolog, kentin hiyeroglifler ve anıt mezarlarla dolu tarihi yapısında bir mutluluk arayışının izini sürüyordu. 1940’ların Mısırlı tanınmış şarkıcısı Asmahan’ın (yoksa Esmahan mı demeli) büyülü yorumundan dinlediğimiz ‘Ya Habibi Taala Elhaani / Geri Dön Sevdiğim’ bu güzel filmin hoş sürprizlerinden biriydi.

‘Mickey ile Ayı / Mickey and the Bear’ seçkinin Amerikan bağımsız ayağını temsil ediyordu. 1993 doğumlu Annabelle Attanasio’nun ilk uzun metrajlı çalışması, Irak savaşından dönüşünün ardından eşini erken yaşta yitirmiş hayata tutunamamış baba ile kendini var etmeye çalışan genç kızı ilişkisi üzerinden ilerliyor ve başroldeki genç yetenek Camila Morrone ile tanışmamıza vesile oluyordu. Bir diğer büyüme hikâyesi Almanya kaynaklıydı. ‘Koza / Kokon’, Berlin’in Kreuzberg kentinde yaşayan üç genç kızın sıcak 2018 yazında, değişen çağın gerekleri, sosyal medya ve dört bir yandan dayatılan standard incelik ve güzellik baskısının ortasında kendi kozalarından çıkmaya çalışmalarının hikâyesiydi.

Seçkinin ağır topları üçüncü günden başlayarak karşımıza çıkmaya başladı. Brezilyalı yaman sinemacı Felipe Bragança’nın son filmi ‘Sarı Hayvan / Um Animal Amarelo’, sadece seçkinin değil son dönemin en yaratıcı çalışmalarından biri olarak beğenimizi kazandı. Kendi varoluşunu ve sinema yapma amacını yeniden tanımlamak isteyen 30’lu yaşlardaki yönetmen Fernando, kimliğini kaybetmiş ülkesinin acı dolu geçmişinde bir gezintiye çıkarken, sömürgeci mazinin hayaleti peşini bırakmıyordu.

Festival sayesinde filmografisini yakından takip etme şansı bulduğumuz Polonyalı tanınmış sinemacı Malgorzata Szumowska’nın İrlanda kırsalında çektiği ilk İngilizce filmi ‘Öteki Kuzu / The Other Lamb’, ataerkil bir düzende kadınların başkaldırışı üzerine çok başarılı bir filmdi. Müthiş sinematografisi ile dikkati çeken yapım, katı Hristiyan dogmalarını ve İsa peygamber motifini ters yüz ederek cesur bir denemeye girişmişti.

Uruguay’lı gencecik bir sinemacının ilk uzun metrajı, seçkinin öne çıkan filmlerinden bir diğeriydi. ‘Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Silici / Chico Ventana También Quisiera Tener Un Submarino’ upuzun isimli bu fantastik yapım, Alex Piperno imzasını taşıyordu. Patoganya açıklarında seyreden lüks yolcu gemisinde çalışan denizci çocuk, bir portal aracılığıyla Montevideo’da bir apartman dairesine geçiş yaparak genç bir kadınla tanışıyor; benzer bir portal ile gemi Filipinlerin ücra dağ köyünde aniden beliriveren gizemli bir beton kulübeye bağlanıyordu. Kendi dünyalarında kaybolmuş bireyler hakkında bu ilginç deneme, fantastik arayışlar üzerine kafan yoranlar için biçilmiş kaftan niteliği taşıyordu.

Mahnaz Mohammadi’nin ‘Oğul-Ana / Pesar-Medar’ında günümüz İran’ında geleneklerin boyunduruğunda neredeyse bir tragedya kahramanı gibi imkânsız seçimler yapmaya zorlanan karakterlerle karşılaştık. Anayı oğuldan ayıran koşullar çok sevdiğimiz Alexandr Zvyagintsev filminde olduğu gibi sevgisizlikten değil bu kez toplumsal baskıların zorlamasıyla ortaya çıkıyordu. Çocuk oyuncu Mahan Nasiri’nin çok dokunaklı performansıyla yürekleri dağlayan bir filmdi bu.

Kosovalı yönetmen Visar Morina’nın Almanya’da çektiği ‘Yabancı / Exil’, yabancı eşiyle yaşadığı Alman kentinde saygın bir firmada kimya mühendisi olarak çalışan Cafer’in yabancı kimliğinden ötürü maruz kaldığı dışlanmışlık ve zorbalıklar zinciri, gerçek ile hayal arasında paranoid bir kimlik krizini inşa ediyordu. Almanya’daki yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa dair gelişmeler üzerine odaklanan yapım, tekrara düştükçe ilginçliğini yitirmeye başlıyordu.

Yönetmen Rúnar Rúnarsson’ın ‘Yankılar / Bergmál’i, Noel döneminde 56 tablodan oluşan modern bir İzlanda portresi çiziyordu. Aklınıza hemen Roy Andersson geldi değil mi. Ancak Rúnarsson o denli derinlikli bir sinematografi ve mizah anlayışına sahip değil. Yine de renkli ve göz alıcı bir filmdi bu. Son gün izlediğimiz ‘Kuş Dili / Mowa Ptakóv’da efsanevi Polonyalı sinemacı Andrzej Zulawski’nin ölümü nedeniyle yarım kalan projesini oğlu Xawery hayata geçirmiş. Filmin delişmen kurgusu ve kadrajlarıyla Zulawski sinemasına bir güzelleme olduğu da söylenebilir. Benim için en büyük sürprizi ise, Andrzej Wajda’nın efsanevi oyuncusu Daniel Olbrychski uzun yıllar sonra bir filmde karşılaşmak oldu. Seçkinin son filmi ‘Sanctorum’, Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin acımasızlığını ele alan bir yapımdı. Ancak bunu yaparken, bilinen klişelerin tersine büyülü gerçekçilik akımından besleniyor ve kendine özgü fantastik dünyasını kurma yoluna gidiyordu.

(18 Ekim 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

57. Altın Portakal’da Ulusal Yarışma’dan İzlenimler

Altın Portakal’ın 57. yolculuğu olağanüstü koşullarda başladı ve tamamlandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Muhittin Böcek’in hastalıkla verdiği mücadelenin dışında etkinliklerin salgın koşulları göz önünde bulundurularak planlanması, organizasyonla ilgili düşüncelerimizi –ki, eleştirilerimizin ‘saklı’ olduğunu vurgulayalım- doğal olarak ikinci plana itiyor. Bu bağlamda, yakın bir süreçte, bir başka önemli festivalden ödülle dönen ve başkan olarak görevlendirilmesi “doktor olmasıyla” açıklanan isim de dâhil olmak üzere jüri oluşumunun mantığına yer vermeyeceğiz.

Devlet Yardımı Ekseninde “Sanat Sineması”

Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde bu yıl 12 film yer aldı. Genel olarak bakıldığında, ortaya kimisi fazlasıyla tanıdık, kimi de yeni arayışlara işaret eden filmler izlediğimizi söyleyebilirim; ancak ilk elden altını çizmek istediğim şey, -öteden beri vurgulamakla birlikte- “festival sinemasında” Kültür Bakanlığı olgusunun her geçen gün belirleyiciliğini arttırdığı yönündedir. Desteklenen filmlerle gerçekten bağımsız olan yapımlar arasındaki tematik, hâttâ biçimsel farklılıklar, artık olgu üzerine kalem oynatmayı zorunlu hale getirmiştir. Yönetmeni oto sansüre iten, kamerasını özgürce kullanmasını engelleyen “herkesin bildiği sır” gibi bu durumun varlığı orada duruyorken kimi filmler nasıl bir yöntemle ve hangi nesnel yaklaşımla değerlendirilebilir? Doğrusu bilemiyorum. Bildiğim şey, “sanat sinemasında” cinselliğin neredeyse hiç olmadığı, “zararlı alışkanlıklardan soyunmuş” olarak ele alınan insanın tektipleşmeye doğru hızla ilerlediği ve “parayı verenin düdüğünü öttürdüğü”.

Bu noktada bir paradokstan da söz etmek gerekir: Yukarıdan aşağıya savunulan sanat dili, “yerli ve millî” olmanın dışında, “kutsal aileye” halel getirmeyecek bir bakış içermeli. Biraz da bu yüzden kimi festival filmleri bu yaklaşımı temel alıyor; ancak “çürüme” ve “tükeniş” atmosferi, ülkenin sosyo-politik ve kültürel ikliminden bağımsız olmayacak biçimde, ele alınan ailelerde kendisini gösteriyor. Gerek “Dirlik Düzenlik” , gerek de “Çatlak” bunun başarılı sayılabilecek örnekleri.

Susmak İçin Birçok Neden Var!

Önceki yıllarda bir sektör çalışanı, dizilerde akşam yemeği sahnelerinin -alkolün gösterilmesinin yaratacağı sorunlar nedeniyle- kahvaltıya dönüştüğünü söylemişti. Benzer bir durum festival sineması için de geçerli. Figürler gündelik yaşam formundan kopartılmak zorunda kalınınca gerçeklikle imtihanını kaybediyor, ortaya tuhaf bir manzara çıkıyor. İşin daha vahimi, sözgelimi “Kumbara” filmindeki başrol oyuncusunu, arkadaşıyla sahilde bira içerken gösteren sahne sinema yazarını dahi şaşkınlığa uğratabiliyor, anlatıda gerekli olan bu anları “radikal bir tutum” olarak nitelendirmesine yol açabiliyor. Gidişatın varacağı nokta için kâhin olmaya gerek yok; organizasyona kaynak yaratan erkin, festivallerin seçici kurullarını belirleme konusunda talepkâr olması an meselesidir. Bakalım o zaman hangi “sanat filmini”, nasıl tartışacağız?

Geçmişte kendisine açık kanalların, -sanki mesele bu noktaya gelmeyecekmiş gibi- savunuculuğunu yapanların önce tepki gösterip sonra suskunluğa gömüldüğü yerdeyiz. Evet, herkes her şeyi biliyor; ama konuşmamak için (kimisi adına o güzel günlere tekrar dönüleceği umuduyla, kimisi içinse iklimin sertleşmesinden dolayı) birçok neden var!

İklim Değişirken

Önceden festival filmlerinin ayrı bir dili ve matematiği olduğunu durmaksızın anlatanlar, şimdi kendi yarattıkları manzarayı inkâr ediyor gibiler. Daha metaforik, biçimselliğe daha çok yaslanan ve yaratılan festival iklimiyle uyumlu görünen göz ardı edilip konjonktürle bağ kuran öncelenebiliyor; aydın / yarı aydın tavrı farklılaşıyor. Bir filmin yaşanan olumsuz gelişmeleri -sinemasal bakımdan tartışmalı; ancak samimi bir temelde- kadını merkeze alarak masaya yatırması (“Hayaletler”), diğer filme göre öne çıkması için yeterli olabiliyor. Diğer film demişken (“Gölgeler İçinde”), içerdiği sistem eleştirisi ve finaliyle ortaya koyduğu “mücadeleci ruhun kutsanması”, muhtemelen fazlaca “biçimci” bulunduğu, içinden geçilen ortamda “yaraya merhem olamayacağı” için tercih sebebi olmuyor. Kişisel düşüncem, SİYAD ve Film-Yön jürilerinin verdiği karara paralel biçimde Erdem Tepegöz’ün filminin, festivalin en başarılı yapımı olduğu yönünde. Samimi bir çabanın ürünü olan, kimi parlak anlarına karşın tam da ilk filmden beklenebileceği biçimde yoğunluk içeren, ele aldığı figürleri ve olguları yeterince işleme şansı olmayan “Hayaletler”in tamamen kişisel bir kararla ödüllendirildiğini düşünüyorum. (Benzer şeyler, “pozitif ayrımcılık” içeren ödüller için de geçerli. Bu durum kantarın topuzunun kaçtığına işaret ediyor.) Bu durumun, ilk filminde gayet olumlu sinyaller veren Azra Deniz Okyay’ın sinemasını nasıl etkileyeceğini birlikte göreceğiz.

“Deneyimli” İsimler, Sıradan Filmler

Evet, Türkiye’nin neredeyse son 20 yılına damgasını vuran “festival filmi” olgusunda belli belirsiz bir değişim yaşanıyor. Bunun kalıcı olup olmayacağı şu anda belirsiz. Bu geçiş ikliminde “deneyimli” yönetmenlere de ayrı bir parantez açalım. Sineması adına gerçek bir “U dönüşü”nü gerçekleştiren Derviş Zaim, olasılıkla kariyerinin en sıradan filmiyle, “Flaşbellek”le kapılarımızı çaldı Antalya’da. Konjonktürden fazlasıyla beslenen, kendisini adeta resmi görüşün savunucusu olarak konumlandıran bu filmin sinema dili de çok tartışmalı. “Gölgeler ve Suretler”de olguya nesnel ve soğukkanlı bir bakış atmayı başaran Zaim’in Suriye sorununda emperyalizmi göz ardı etmesi ya da tek doğru sözü, “cani doktora” söyletmesinin ortaya çıkardığı trajikomik durum bir tarafa, yıllardan bu yana oluşturduğu özgün sinemasal arayışlara, teorik zemini çürük, durumu aksiyon ile kurtarmaya çalışan bir yapımla nokta koyması endişe verici. Reis Çelik ise yukarıda yaşanan değişimi açık farkla ıskalıyor; primitif bir yaklaşımla sinemasını yenileyemeden yolculuğunu sürdürüyor. Büyük altüst oluşlar çağında, oluşturduğu “toplumsal duyarlılık taşıyan yönetmen” kimliğini bir kenara iten Çelik’in öyküsü incir çekirdeğini dolduramayacak bir konuya sahip “Ölü Ekmeği”nde izleyicisine iki kez “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsünü dinletmesini anlamak kolay görünmüyor. Atalay Taşdiken ise geliştirdiği sinema diliyle öncüllerinden ayrılıyor. “Kar Kırmızı”, kimi anlarda parlayan senaryosu ve başarılı sinematografisiyle dikkat çekiyor. Finali “dağın fare doğurmasını” andırsa da, yan rollerde tartışmalı performanslar barındırsa da film, çıtanın üzerinde seyrediyor.

Sonuç Olarak

Son olarak “Gelincik” ve “İnsanlar İkiye Ayrılır” üzerinde de durmak gerekir. Orçun Benli’nin politik gerilimi, sinemada yeterince ele alınmayan bir konuyu, soğukkanlı biçimde masaya yatırmayı deniyor. Bunda belli ölçülerde başarılı olduğu da söylenebilir. Filmin en büyük kusuru, kısa filme yakın duran senaryosu ve diyaloglarda alttan alta işleyen ve tekrar duygusu yaratan gerilim müziği. Jüri Ahmet Mümtaz Taylan’ı öne çıkarsa da Kaan Yıldırım’ın performansının filmi sürüklediğini söylemek mümkün. Denenmeyen bir türde dikkate değer bir çalışma.

“İnsanlar İkiye Ayrılır” ise hep sözü edilen dizi estetiğinden bolca nemalanıyor; ancak son bölümde olayları açıklamaya çalıştığı final bir kenara bırakılırsa özgün bir senaryoya dayanıyor. Temposu iyi, kimi anlarda izleyicisini şaşırtmayı başarıyor ve hak ettiği ödüle uzanıyor. Gişede başarılı olmasını ve “festival sineması” ile “gişe filmleri” arasında köprü oluşturmasını dilerim.

Yazının sonunda Muhittin Böcek’e acil şifalar dilerken, daha özgür ruhlu ve sağlık endişesi taşımadan takip edebileceğimiz festivallerde buluşmayı temenni ediyorum.

(14 Ekim 2020)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Bütün Sinemalar Kapanınca

Sinema işletmeleri kapandığında kimileri huzura erecek sanki! Ya da haklı çıkmış duygusuyla yıllarca ‘sinema bitti’ diyenler kınalanacak gibi. Gerçekten de var mı böyle bir ihtimal? Bütün sinema işletmeleri gün gelir de tamamen kapatabilir mi salonlarını? Bunun gerçekleşebilmesi için iyice tek düze bir çağa, merakın olmadığı, hikâyelerin anlatılmadığı, masalların tükendiği bir bin yıla girmek gerekiyor. Bütün sinemaların ortadan kalkması, hepsinin açılmamak üzere kapanması insanlık yok olmadığı sürece gerçekleşmeyecek.

Sinema akademisyenleri ve profesörlerinin sinema öğrencilerine sordukları ilk soru çoğunlukla ‘Neden sinema?’ olmuştur… Bu kadar basit bir soru, mânâsız ve tek düze. Kimse kusura bakmasın ama özellikle, üç aşamalı yetenek sınavını (genel kültür, yetenek, sözlü mülâkat) geçip sınıfa oturmuş sinema sevdalılarına da ‘Neden sinema?’ diye bir soru sorulmamalıydı? Öğrenim dönemlerinin sonrasının ‘bağımsız’ (aslında her tarafından bağımlı) sinemacıları, bu soruya maruz kalan öğrenciler de, genellikle ‘İnsanlara anlatmak istediğim şeyler var.’ diyerek yanıtlıyordu hocalarını. Yetenek sınavlarının ortadan kalkmasından sonra güzel sanatlar fakültelerine giriş yapan bütün ‘sanatçı’ adaylarının da ‘anlatmak istediği hikâye’ sayılarında patlama oldu.

Dünya salgınla sarsılırken sinema işletmelerinin kapalı olmasına, açıldığında kimseciklerin salonlara gitmemesine neden şaşırıyoruz? Bilinçli her insan gibi sosyal mesafeye dikkat etmek, kalabalıklara karışmamak, sağa sola sürtünmemek, maske takmak, mümkün olduğunca evden çıkmamak, yüksek sesle konuşmamak ve buna benzer birçok alışık olmadığımız uygulamaya dikkat etmemiz gerekmiyor mu? 2020 Mart’ından önce yaptığımız bir çok sosyal faaliyeti önlemler eşliğinde gerçekleştirmemiz, kurallara uyarak yapmamız gerekmiyor mu? Sokaklara çıkıp ‘amaaan yok virüs falan’ diyerek kaosa mı sürükleyenlerden olmak doğrusu, inansak da inanmasak da toplumların geleceği için genele uyum göstermek mi? Her aklı yerinde insan istemese de, zorlansa da sürece uyumlanmış durumda. Bu şartlarda da otellerin, restoranların, meyhanelerin, seyahatlerin ve konumuz, sinema işletmelerinin eski günlerini yaşamasını beklemek zaten mümkün değil. Salgın sürecinde sinema işletmelerinin çalışmıyor olmasını dijital çağa yenilmişlik olarak göstermek, salonları köhneleşmiş mekânlar olarak görmek temelde kültürsüz toplumlar yaratmak isteyen iradelerin değirmenine su taşmakta, onların yerleştirmek istediği güçsüz, çağdaşlıktan uzak zekâ tohumlarının hızla büyümesine yardımcı olmak, daha rahat yönetmek için arzulanan orta çağ hâttâ ilk çağa dönüşü hızlandırmaya yardımcı olacaktır.

Salgından ötürü sinema işletmeleri kapalı. İşletmeler açıkken de buralara gitmek yine salgın sebebiyle riskli. Olayın özü bu. İyi de bu özden yola çıkarak ‘Sinema bitti’ye gelmek kime ne kazandırıyor ya da kazandıracak? Dünyada sinemanın bitmediğini yazının sonrasında paylaştığım verilerde gözlemlemek mümkün. Yereldeki durumdan biraz daha bahsetmek gerekirse;

Onun ticaretinden anlayan, bunu iyice öğrenmiş her yapımcı için ‘sinema’ en yüksek gelir getiren enstrümandır. Bütün sinemalar kapandığında da bu gerçek değişmeyecek. Salgın sebebiyle meydanı boş bulan ‘streaming’ dünyası daha sinema işletmeleri eski yerini almadan trafik sıkışıklığı yaşıyor. Sinema mecrası elinden alınan dünya yapımcıları dijital mecraların kapısında yatıyor. Amerika’nın stüdyo yapımcıları kendi dijital mecralarını sinemaya göre limitli ama daha fazla pay alabilmek adına kurmaya çalışıyor. Abone sayılarını arttırmak isteyen dijital, internet mecraları bölge bölge geliştirdikleri ‘süründürerek dize getirme’ taktikleriyle -şimdilik- insanların haftalık sürelerini gasp edip onları hipnotize etmeye çalışıyor. Sinema ise yıllardır ürettiği içeriği, şimdiki dijital, internet mecralarının, eskiden video kasetlerin sonrasında blu-ray ve DVD-VCD’nin, bir ara korsan yayınların, çok kısa bir süre televizyon kanallarının belirlediği satış bedellerinin üç dört mislini bilet fiyatı hedefleyerek dünyaya dağıttı. Tüccar sinemacılar -belki de bilinçsizce- ürettikleri içeriğin çok büyük bir zemine yayılan (oyuncu, yazar, yönetim, set çalışanları, tanıtım, post-prodüksiyon, vizyon tedarikçileri, yapım evi, müzisyenler, makyaj ustaları, sesçiler, sinema eleştirmenleri, sinema salonları sahipleri, çalışanları, fotoğrafçılar, afiş tasarımcıları) telif değerini de en yüksekte tutarak ilk önce sinema salonlarında pazarlamayı seçiyor. Çünkü, gelirin kontrol edilebildiği, sanatçı teliflerinin ve kâr paylarının en düzenli ve hakkaniyetli şekilde dağılımının gerçekleştiği bir mecradır, çünkü ürettiğiniz içerin anlamlı şekilde, amacına en uygun bir sunumla hem ticari hem de sanatsal açıdan karşı tarafa geçtiği bir olgudur sinema. Bütün sinema salonları kapandığında da bu böyle olacak. Sinema salonunda vizyona çıkarttığınız bir film kendisine ve paydaşlarına reklam, sponsorluk gibi birçok katma değer sağlarken internet ve televizyon gibi sinemaya göre ticaret açısından sığ mecralarda ürününüz, performanslarınız, telifleriniz ve fikirleriniz sizden bağımsız olarak peşkeş çekilmekte ve size müdahale, pay şansı vermeksizin emeğiniz üzerinden ticari bir kazanım elde edilmektedir. Bütün sinemalar kapandığında da bu böyle olmaya ve böyle anılmaya devam edecektir.

Sinema ve dijital mecralarda içerik kullanımı neredeyse yeni bin yılın başından bu yana konuşuluyor. Bu kıyasıya tartışılırken sinema teknolojisi kendisini ‘büyük ekran’ hedefinde sürekli geliştirmeye devam etti. Boyut ve efekt eklemelerinin yanı sıra vazgeçilmez ve en şahane ayrıcalık olan ‘büyük ekran’ sanat eseri ile ticari değer arasında da ortak bir mânâ yolu çiziyor aslında. ‘Filmler yoluyla insanlara birşeyler anlatmak isteyenlere’ sunulan en güçlü enstrüman!

Dünya genelinde ‘streaming’ pazarında büyük bir panik yaşanıyor. Salgın sebebiyle mecburen devre dışı kalmış sinema pazarına yapılan bel altı vuruşlarla geleceğin içerik ticaretinde kapılmak istenen köşelerin talibi o kadar çok ki… DVD, video, VCD, CD, blu-ray gibi fiziksel içerik dağıtım mecrası tam anlamıyla sona erdi diyebiliriz. Evlerdeki arşivler iyi koleksiyonerler için birer film kütüphanesi olacak sadece. 1980’lerden bu yana ‘ne gideceğim sinemaya, alırım kasedi, cd’yi istediğim zaman, ileri geri ala ala izlerim, film de benim olur’ diye diye geçen 40 yılın ardından sinema olduğu yerde, kendisini her gün geliştirerek kültürün ve içerik ticaretinin köşe taşı olmaya devam ediyor. ‘Streaming’in fiziksel mecradan sonraki ikinci kurbanı ise elbette televizyon kanalları (pay, free tv’ler) olacak. Oldu bile. Bütün başat televizyon kanallarının dijital içerik dağıtım alternatifleri neden var? Son çırpınışlar. Öte yandan dijital, internet mecrasını silkeleyecek ve bugünkü trafik sorununa ek olarak gelecek diğer mesele ise işin izleyici üzerindeki ekonomik etkisi olacak. Hangi abonelik şekliyle olursa olsun, nasıl bir bütçe modeli eşliğinde ilerlenirse ilerlensin dijital mecraların en büyük handikapı yapımcı, üretici ve sanatçı ile yapılan kontrolsüz gelir ilişkisi ve buna bağlı olarak içeriğin izinsiz olarak çoğaltılıp gösterilebilir olması. ‘Abi-abla yıllık 300 TL.’ye binlerce film, dünyadaki bütün maçlar, sayısız kanal!, HD kalitesinde…’ IPTV ve daha niceleri.

‘Tenet’in su götürmez başarısı. Dünyadaki sinemaların tamamen kapalı olduğu bir dönemde, bugün, ölümlerinin sayısı 100 binlerle anıldığı bir salgın sürecinde sinemalarda vizyona film çıkartmak! Çıkartmak ve 200 milyon dolarlık bütçesinin 100 – 150 milyon dolar üzerine koyup süreci sonlandırmak!.. Su götürmez bir başarı. Öncelikle böyle bir aksiyonu takdir etmek gerekmez mi? Kısıtlı gösterim imkânlarıyla, bir takım döneme uyarlanmış strateji ile bir üründen, böyle bir dönemde 100 – 150 milyon dolar arası ekstra gelir elde etmek, sadece ‘başarı’ olarak değerlendirilebilir. Kimileri buna ‘deney’ dese de bu yakıştırmaya kulak asmamak gerekiyor. Warner Bros.’un bu denemesi dünyanın sinema gösterim stratejisinin de şekillenmesine sebep olmuştur. Amerikan başkanının -belki de seçim stratejisidir- bile virüse yakalandığı, vaka sayılarının arttığı, ikinci dalganın yaşandığı endişe dolu şu günlerde bile bir takım filmler vizyon yaparken, gişeden ve sinemadan yüksek gelir hedefleyen ‘blockbusterlar’ dijital mecraları tercih etmeksizin tarihlerini 2021’e ayarladılar. ‘Streaming’e rağmen, sinemadan yüksek gelir elde edileceğini bu yapımcılara ‘Tenet’ söyledi. Dünya genelinde % 12 ile % 20 arasında değişen doluluk oranları bandında çalışan sinema işletmeleri (Amerika Birleşik Devletleri dahil) geleneksel içerik değerlendirme zincirinin hâlâ açık ara en başında yer alıyor. Bundan sonraki yıllarda sinema lokasyon sayılarının düşecek olmasının, sinema işletmelerinin kapanacak olmasının, perde sayılarının azalacak olmasının dijital içerik mecralarının yaygınlaşması, çoğalması ile bir ilgisi olmayacak. Gerçek bir strateji ve prodüksiyonla bir yapımcı günün birinde tek bir büyük sinema salonunda en yüksek dijital teknolojiyle bir gösterim yapabilecek ve yine sadece iki saatte ortalama üç bin kişilik bir seyir etkinliğinde hatırı sayılır bir gelir elde edebilecek. Yanı sıra ‘derdini, dramasını’ karşısındakilere, bir kültüre tuğla koyarak geçirebilecek. Bütün sinemalar kapansa da bu böyle olacak…

Sinemanın bugün içinde olduğu durumu direkt olarak salgın ve etkileri çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır. Elbette teknolojik açıdan yetersiz olan, film gösterim olanakları zayıf olan, sinema salonu ölçülerine uymayan işletmeler kaçınılmaz olarak veda edecektir. Etmelidir de. Büyük ekranınız, yüksek tavanınız, sinematik ses düzeneğiniz ve geleneksel sinema salonu nizamı anlayışınız yoksa artık bir sinema işletmecisi değilsiniz demektir. Bu unsurların olmadığı milyonlarca düzenek hali hazırda artık herkesin evinde kurulu. Dijital projeksiyona uygun olmayan, barkovizyon ve benzer ekipmanlardan gösterilen filmleri sinema işletmelerine dağıtıp bu filmlere izleyici gelmesini bekliyorsanız, bu filmleri sinema perdenizde misafirlerinize hâlâ izletmeyi tercih ediyorsanız siz günümüzün sinemacısı ne yazık ki değilsiniz. Bir yandan sinema işletmeciliği ya da sinema gösterimleri için film ithalatı – ticareti yapıp öte yandan ‘streaming’ kanallarının reklamını yapıyor ya da buralarda gösterilen içeriğe güzellemeler diziyorsanız siz bugünün sinemacısı ne yazık ki değilsiniz… Sinemacı olmadığınız gibi ülke sinema kültürünün güçsüzleşmesine sebep olan küçük ve bugün için görünmez unsurlardansınız. Hele de böyle bir dönemde her sinemacının en sarsılmaz şekilde kaliteli içeriğe salon vermesi, dünya sinemasının stratejilerine kulak vermesi ve misafirleriyle arasında yeni ve dinç bir güven bağı kurması gerekmektedir. İşletme giderleri açısından dayanamayan sinemalar muhakkak ki kapanacaktır. Bu işletmelerin video filmleriyle, sinema için yetersiz, yayınlanmış içeriklerle ayakta durması sadece bir illüzyondur. Dünya üzerinde genel bir yaşam güvencesine ulaşıldığında sinemalar eskisinden çok daha kuvvetli bir dönüşe imza atacaktır.

Ayda bir yardım kampanyaları ‘düzen’lemek yerine ya da karakterine uygun olmayan filmleri ‘denize düşen yılan sarılır’daki gibi göstermektense, yetmezmiş gibi, sinema kültürünün yaşaması için salonlarda misafirlere sunulabilecek filmleri üç kuruşluk ticari gelir uğruna beyazcama sıkıştıran uygulamalara ‘şu film şuraya geliyormuş aman da ne güzel olmuş’ gibi övgülere uğratmak yerine dayanmak, dayanabilmek, direnmek en azından direnmeye çalışmak uzun vadede bu ‘oyunun’ içinde kalmaya yetecektir. Krizlerde ve pandemi durumlarında çok normaldir ki piyasalar, büyük sektörler bile yara almaktadır, daralmakta ve küçülmektedir. Sebepleri bunlar olarak almayıp, sinemanın dijitale teslim olduğunu söylemek günümüzde ‘sinemacılık’ değildir. Ekonomik sebeplerden ve sinemaların kapalı olmasından ötürü bir piyasa mikro düzeye de gerilese sinemacılık tanımı, film izleyiciliği ve film severlik üzerinden yapılmayacaktır. Ticaretinden, sanatına dek uzanan meşakkatli yolda sinemacılık bir bütün olarak ele alınmalı ve zeminine göre stratejiler geliştirmelidir. Dünya bunu uygulamaktadır. Tam da bugün sinemacılığı Türkiye’de geriye götüren detay uygulamalardan vazgeçme vaktidir. Perde yüz ölçümü küçük, koltuk kapasitesi (VIP özelliğindekiler hariç) düşük olan (100 ve altı), bir salondan diğer salona ses geçen, yalıtımı olmayan, cep sinemaları (merdiven altı, alçak tavan, küçük ve düşük kapasiteli salonlar) miadını doldurmuştur, kapatılmalı ve buralardaki teknik ekipman değerlendirilmelidir. Sinema işletmecilerinin lokasyon ve mahalleli değerlendirmelerini bilimsel olarak yapıp kapasite olmayan ya da düşük potansiyelli bölgelerdeki sinemalarını vakit geçirmeden kapatmalıdır. Blu-ray ya da DVD kaynaklı gösterimler yapılmamalıdır. Televizyon da ya da internet mecralarında gösterilmiş filmler geleneksel vizyon dinamiğine sokulmamalıdır. Yerelde, furya sinemacılığı örnekleri ile internette örnekleri olan yabancı, avantür içerikler sinema perdelerini meşgûl etmemelidir. Bu ve benzer içeriklerin hiçbir yatırımcıya, işletmeciye ve yükleniciye ticari bir getirisi olmayacak, uzun vadede ülke sinemaseverlerinin kaliteli sinema içeriğinden de uzaklaşmasına sebep olacaktır.

‘Tenet’in bir deney olmadığını, dünyanın sinema devlerine bir örnek teşkil ettiğini söylemiştik. Bu cesur denemenin ardından normal dünya için, gişe umutlarını ayakta tutan stüdyolar 2021 takvimine sıralandılar. Bir deneyden bahsetmek gerekirse buna en güzel örnek ‘Mulan’ olabilir. Film, kendi şirketinin dijital mecrasında sinemalarla aynı anda gösterildi ve ‘streaming’ geleceği planları açısından hayal kırıklığı yarattı. Elbette dijital mecralara gönderilen filmler de var. Bu da oldukça normal. Bir takım filmlerin mevsimi ve süresi olduğu aşikâr. İzleyicisiyle bir şekilde buluşmazsa albenisi kaybedecek filmler. Dalından koparılan meyveler gibi, çürürler.

Sinemada film izlemek bugünden sonra daha da ‘ayrıcalıklı’ bir durum olacak. Film festivalleri topluluk gösterimlerini daha fazla önemseyecek, bu etkinlikler çok daha değerli hale gelecek. Tüccar yapımcılar ve sinema sanatçıları – yaratıcıları için fırtınadan önceki sessizlik bu. (Kusursuz Fırtına) Normalleşmenin ardından, endişelerin toplumlar üzerinden elini çekmesiyle beraber sinema ve sinema işletmeleri olduğundan daha güçlü olacak. Bütün sinemalar kapansa da film izleme kültürünün sarayı her zaman sinemalar olacak!

İnsanlık var oldukça sinema da var olacak, peki ya futbol? Futbol ve sinemayı karşılaştırdığımızda, sinema adına durum daha da umut var hale geliyor, adeta tescilleniyor. Erkek egemenliğinde yürüyen dev bir sektör. Yok olmanın eşiğinde. Neden? Çünkü yeni hiçbir şey vadetmiyor. İzlemek istediğiniz her doksan dakikada artık aynı şeyler oluyor. Yarattığı oyuncular bugün için en üst seviyede. Bundan sonra devreye girecek yeni oyuncular da ağzıyla kuş tutamayacak. Oyun kurallarında bir güncelleme yok. Gün geçtikçe aynılaşan ve hantallaşan bir sektör. Sunulan bütün içeriğe kolaylıkla ulaşmak mümkün. Ulaşılan her içerik birbirinin aynı. Gollü karşılaşmalar da bile bir izleme bütünlüğü sağlanamıyor. Futbol uzmanlarının ortak görüşü: ‘şu lig bu lig dışında tadı yok’… Ve onun da tadı kalmayacak. Futbolu var edecek oyuncular da doğal olarak artık yetişmiyor. Mahalle maçları kalmadı, semt futbol okullarına ilgi düşük. Çağın çocukları ekran başında. Yeni hiçbir şey vadetmeyen futbol sektörü sadece sonuç odaklı, skor odaklı ve bahis odaklı olmaya doğru ilerliyor. Sanal maçlar, sanal oyuncular, sanal ligler ve bunlar üzerinde oynanan bahisler artık gerçeğinden çok daha fazla zaman kaplıyor insanların hayatında. Meselâ; ‘futbol artık altı oyuncu iki kaleci, kadın erkek karışık takımlar şeklinde, gol başı puan kuralları ile oynanacaktır.’ denmediği sürece bir merak uyandırmayacak gibi duruyor. Salgından sonra eski günlerine dönemeyecek bir olgu varsa o da futboldur denebilir.

Her film yeni bir durumu, olayı, hayali vadetmektedir ve kendisinden söz ettiren, merak uyandıran her film izleyicisiyle buluşur. Bu vaadi en yaygın şekilde paylaşmak isteyen her tüccar yapımcı ve her bilinçli sanatçının tercih edeceği mecra ise öncelikli olarak sinemadır.

Türkiye’de güçlü bir sinemacılık piyasasından bahsetmek hayli zor. Her ne kadar son yıllardaki yerli sinema filmi bilet satış payı % 60’lara dayanmış olsa da bu oranın yakalanmasını sağlayan içeriğin çok az B, yoğunlukla C sınıfı tüketiciye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Zayıflayan ekonomi, hayat şartlarının zorlaşması Türkiye’de bugün, normal bir yaşamsal zeminde bile sinema salonlarına rağbeti düşürüyor. 2019’da bilet fiyat ortalamasının 12 TL.’den 16 TL. bandına çıkması da yıllık bilet satışını büyük ölçüde ve olumsuz yönde etkilemişti. Daha da artacak bilet birim fiyatlarından dolayı da bugünden sonra hangi tüketici sınıfından olursa olsun sinemayı tercih edecek insanlar kaliteli ve benzersiz içeriğe ödeme yapmak isteyecekler. Formül olarak ‘nişan, düğün sahnelerinin’ tercih edildiği, skeç söylemlerinin, televizyon starlarının filmleri ve bunlara benzer formüllerin kullanıldığı yapımlar eskisi gibi rağbet göremeyecek. Çünkü bu ve benzer içerikler ziyadesiyle ve daha da uygun fiyatlara beyaz camda var. Yerli sinema filmi yapımcılarının ayrıcalıklı ve daha kaliteli içerik üretmesi şart. Biyografik yapımların, kitleleri hedef alan dramaların şansı çok daha yüksek. İzlenmeden önce ve izlendikten sonra kendisinden söz ettirmeyi başaran içerikler sinemada yüz güldürecek.

Türkiye sinemacılığın en dramatik durumu ise devletle olan ilişkisidir. Küresel bir salgın sebebiyle felç olan sinema yaşamı ve ona bağlı bütün dinamikler bugün için can çekişmektedir. Her piyasanın olduğu gibi sinema yaşamının da devlet yardımına ihtiyacı vardır. Süre gelen destek ve teşviklerin haricinde piyasayı olumsuz yönde etkileyen salgın sürecine özgü yardımlardan bahsediyorum. Bugün için devlet tarafından sinemacılar ve sinema yapımcıları için açıklanmış hiçbir paket bulunmamaktadır. Kredi yardımı, işletme gideri desteği, eğlence vergisinin ortadan kaldırılması, teşvik paketi ve benzer hiçbir uygulama yoktur. Türkiye’de haftalık olarak en yaygın icra edilen sosyal olgunun bu derece yalnız bırakılması, bu olgunun bütün departmanlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısıyla koca bir kültür, gelecek nesilleri geliştirecek, yaşatacak ve toplumları güçlendirecek koskoca bir olgu kaderine terk edilmiştir.

Sinema kültürünün yaşatılması ve güçlendirilmesi için tutarlı ve birlikte gerçekleştirilecek bir eylem planıyla, Türkiye için de veriler daha iyimser bir seviyeye ulaşacaktır.

Yazıyla ilgili grafikler için tıklayınız.

(12 Ekim 2020)

(Bu yazının ilk yayını 11 Ekim 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Deniz Yavuz

Dünyaya Açılan Sinemamız ve Yeni Bir Kuşak: Gelişmeyi Tetikleyen Eleştirmenlerdir

Bizim insanımız iki şeyi çok iyi bilir; o kadar iyi bilir ki, yıllarını bu alana vermiş, üzerinde uğraşmış, hâlâ da çalışanlardan daha iyi… Biri futbol, diğeri sinema. Film çekerken “şöyle yürüse, böyle yapsa, baksa” diyenler olurdu. Dışarıdan bakınca kolay gelir, herkes kendince iyi oyuncu, iyi senarist, iyi yönetmendir. Haydi deseniz kaçacak delik ararlar, başka.

Atillâ Dorsay, deyim yerindeyse sinemayı hepimize sevdiren, üzerine yazdıklarıyla anlamamızı sağlayan, farklılıklarını da görmemizi isteyen bir sinema yazarı usta, duayen. Yeni kitabı “Dünyaya Açılan Sinemamız ve Yeni Bir Kuşak, Türk Sineması 2010 – 2020” ile okura 54. kez ulaştı.

Aklın yolu bir

“Türkiye’de politika yazarı olmak kolay. Her kahvede sabahtan akşama politika yorumları (sinema ve futbola bir de politika eklenmesi gerekiyor-muş) yapılıyor. Ama sanat yazarı, sanat eleştirmeni olmak çok daha zor. Çünkü sizler politika dahil her şeyi izlemek ve ayrıca çok daha özel bilgilere sahip olmak zorundasınız” Güneri Civaoğlu’nun sözleri. Atillâ Dorsay’ın birtakım polemiklerin üzerine yazdıklarından aldım. Aklın yolu bir.

Sinemamıza iyimser bakış…

Gelişmeyi tetikleyenler eleştirmenlerdir ve eleştirmenler iyimser oldukları için umudu üzmezler hiçbir zaman. İzledikleri filmi beğenmeseler de (aslında bütün sanat dalları için geçerli) bir yol gösterirler, ışık tutarlar. Bu, hem sanatçılar hem izleyenler için geçerlidir.

Sinemamızın gelişmesine en güçlü dayanak olan, yazdıkları ve anılarıyla yıllardır herkesin başvuru kaynağı haline gelen Atillâ Dorsay, her filmi, konu, içerik, oyuncu veya yönetmen ayırmaksızın izlemesi, yazarken önyargılı olmaması ve daha da önemlisi yazdıklarını kitaplaştırmasıyla da adını kazıdı sanatımıza… bir önemli nokta daha var: Alabildiğine iyimser ve destekleyici. Hataları görmüyor mu? Muhakkak ki görüyor. Yanlışları bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Ancak sinemamızın, buna da bağlı olarak sanatın ve kültürün desteklenmesi gerekiyor. Atillâ Dorsay da onu yapıyor.

Kitapta yer aldığına göre (o, tam sayıları bildirmiş), 2010 – 2020 arasında her yıl 250 ile 426 film gösterilmiş. Her filmi anımsamak mümkün değil, üzerine yazılanları da… Ama kitaplaştığında gerçek bir başvuru kaynağı, önemli bir tarihi belge oluyor.

Dorsay, günün gündemini, sosyal konuları, politik yaklaşımları ve asıl mesleği çerçevesinde kent ve kentsel yaşamı yansıtıyor yazılarında. Yani bir anlamda hayatı aktarıyor filmle birlikte.

Kitleye dönük…

Endüstriyel olsa da sinema, özü itibarıyla kitleye dönük bir sanat. Kitabının sunuş yazısında, “Kaldı ki kendi adıma -defalarca yazıp söylemişimdir- popüler sinemayı asla reddetmedim; hatta küçümsemedim. O sinemanın çok sıkı takipçisi değilim; hâttâ yanına yaklaşmak bile istemediğim filmler, seriler veya oyuncular da oldu. Ama yine de kitle sinemasının en ilginç örneklerini izledim ve yazdım. Hâttâ kimilerini en iyi film listelerime aldım” diyen Dorsay, en çok film için bir basın gösterimi düzenlenmemesine kızıyor… Şaşaalı magazin basınına da açık galalar yapıp da sinema yazarlarına bir gösteriminin çok görülmesini kaldıramıyor. Gişe yapmayan filmler için “neden yazmadınız” yakınmalarının bini bir para olunca… Sitemini, “Bizim de onurumuz var” sözüyle dile getirirken olanca nezaketiyle taşı gediğine koyuyor, tabii. Kim haksız diyebilir ki!

Samimi ve şeffaf

Atillâ Dorsay, 180 film eleştirisini elden geçirip, üzerinde çalışıp sıralamış. Dilinin ve yaklaşımının ne denli olumlu ne denli içten olduğunu okuduğunuzda hissediyorsunuz. Filmler üzerine yazarken titizlendiğini, kimseyi kırmak istemediğini, yazdıklarının isteğini aşan anlamlar taşımaması için nasıl çaba harcadığını, filmi değil de sinemayı savunduğunu, sinemanın yaşamı yansıtan en güçlü sanat olduğunu, buna da bağlı olarak geniş kitlelere ulaşmasının da etkisiyle okurunu sinemaya yönlendirme düşüncesinde olduğunu görüyorsunuz.

Atillâ Dorsay, sadece filmleri aktarmamış biz okurlara; “Yeni Bir Kuşak” adı altında genç sinemacıları ve dünyaya açılan yeni filmlerimizle sinemamızın geleceğinin de alabildiğine parlak olduğunu vurgulamış. Berlin ve Cannes’da ödül alan yönetmenlerimizi takip edecek, daha da çok ödül toplayacak yeni bir kuşağın geldiğini müjdelemiş.

Gerek sinema geçmişi olan ve üzerine yazmak isteyen ve kitap yazıları yazan benim için en belirleyici cümlesi: “…film üzerine görüşlerimi tam bir eleştiri yazısına dönüştürdüm. Bunu yapmış ve şu filmleri ortak belleğimize kazandırıp ‘unutulmaktan kurtarmış’ olmakla iftihar ediyorum.”

Bir avuç nostalji…

Filmini yarışmaya… düzeltiyorum, gösterime giren her filmin değerlendirildiği SİYAD ödüllerine (meslek birliklerinden temsilci olmaması gerekçesiyle) katmaktan kaçınan yönetmen ve yapımcılara, dünyadan da örneklerle öyle bir ders veriyor ki…

Bağışlayın, Atillâ Bey de bağışlasın, kitapta yönetmenlerin, oyuncuların, ilgililerin ve filmlerin adları (hem de yıllarıyla) yer alıyor. Benim bir sorumluluğum da, kitapların okunmasına katkı sağlamak… İzleyicilerin Hale Soygazi’nin kolunda (Bir Yudum Sevgi nedeniyle haklı olarak) Kadir İnanır’ı görmek isterken sürpriz şekilde Atillâ Dorsay’ın sahneye çıkması ilgi çeker tabii. İstiyorum ki, Hülya Koçyiğit, Mahsun Kırmızıgül, Türkan Şoray, Çağan Irmak, Nuri Bilge Ceylan, Lütfi Ömer Akad, Yılmaz Güney ve daha nicelerinin yer aldığı o ilginç yazılar okunsun. Zaten bir yazısında, Nuri Bilge Ceylan’ın kazakla sahneye çıkıp ödül almasının yoğun katılımlı gecenin önüne geçmesine ve yankılarına (Hıncal Uluç polemiği önemli) yer veriyor. Bir yazısında da, hiçbir eleştirmenin filmi beğenmese de “sakın gitmeyin” demediğine, ama bulundukları konum gereği her konuda kalem oynatan (kimi zaman da fırıldaklık yapan) köşe yazarlarına “buyurgan ve diktatör” diyor.

Atillâ Dorsay filmler üzerine yazdıkları gibi yaşamın belirleyicilerinden olan anılarını da kitaplaştıran biri. 54 kitabı var ve hepsi köşe taşlarını oluşturuyor şu yakın tarihimizin.

Yenisi yolda…

Atillâ Dorsay, sinemamızın istenilen düzeyde, dünya çapında kabul gören bir nitelikte güçlü ve aranan olmasının düşünü görüyordu, yıllar boyunca sinemayla ilgilenen herkes gibi. Kitapta da vurgulandığı gibi o düşü yaşıyor olması ne büyük mutluluk, hepimiz için.

Sinemamızın duayen yazarı, bu düşünün yanı sıra ikinci bir kitap hazırlığının da peşine düşmüşken, koronavirüs günlerinde hepimizin evde kaldığı karantina günlerinin ardından, kalp rahatsızlığından (6 damarı içeren by-pass ile) kendisini asla yalnız bırakmayan ve hep destekleyen eşinin de desteğiyle kurtulmuş. Şimdi hepimiz merak, heyecan ve umutla yeni kitabını bekliyoruz.

Popülizmin sefaleti

Televizyon programı yaparken muhakkak ve mutlaka kitap tanıtımı da eklerdim, kitapların ne denli önemli ve gerekli olduğunu vurgulamak için.

Artık ne yeterli kültür sanat programı var ne de kitap tanıtımı… Fox TV’de “Çalar Saat” programında İsmail Küçükkaya, kitap tanıtımı değil, ama kitap duyurusu yapıyor, bu bile çok önemli bir şey. Ancak Küçükkaya, (12 Ekim 2020’de) Atillâ Dorsay gibi bir ustanın (onun yaşından fazla kitabıyla), duayenin kitabını yazarından hiç söz etmeden, sadece kapak görselindeki oyuncuyu anarak duyurması gerçekten popülizmin sefaleti olarak önemli bir üzünç kaynağı. Yapmayın bunu, lütfen.

Dünyaya Açılan Sinemamız ve Yeni Bir Kuşak
(Türk Sineması 2019 – 2020)

Atillâ Dorsay
Remzi Kitabevi
Eylül 2020, 272 s.

(11 Ekim 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kim Uygar, Kim Barbar

Güney Afrikalı Nobelli yazar JM Coetzee’nin 1980 yılında yayımlanan ünlü romanı ‘Barbarları Beklerken / Waiting for the Barbarians’ın sinema uyarlaması bu hafta gösterime girdi. Salgın döneminin öne çıkan filmlerinden biri olan yapım, geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nin ana seçkisinde yer almıştı.

Coetzee eserlerinde, Güney Afrika’yı ve sömürge yönetimi politikalarını eleştirel bir dille ele alır. Evrensel emperyalizmin sömürü anlayışına, ve kimin uygar kimin barbar olduğuna dair sorular sorar, 1948 – 1994 yılları arasında beyazların siyahilere ve yerli halklara uyguladığı faşist yöntemleri bir beyaz adam olarak yargılamaya koyulur. 20. yüzyıl başlarında adı belirtilmeyen bir imparatorluğun ücra bir sınır bölgesinde geçen ve filme kaynaklık eden romanında, olan bitene bölgede görevli bir sulh hakiminin gözünden tanıklık ediyoruz.

Ücra karakolda yıllardır görevini sürdüren emekliliği yaklaşmış kanun adamının sakin hayatı, merkezden sınır ötesindeki ‘barbarlar’ tehdidine karşı bölgeye gönderilen sorgu müfettişi Albay Joll’un gelişiyle eksen değiştirir. Totaliter her organizmada olduğu gibi, yerli halkı kontrol edebilmek için sanal düşmanlar üreten emperyal güçler, bu hikâyede de toprağında yaşayan insanları düşman, kendilerini ‘uygar’, yörenin geleneğini sürdüren yerlileri ‘barbar’ ilan etmişlerdir bile. Albay’ın acımasız tutumu karşısında hem kendi otoritesinin hem de iktidara bağlılığının sarsıldığını fark eden yaşlı adam, yerli halka reva görülen ağır işkencelere karşı çıktığında, herkesi karşısına alacaktır.

‘Barbarları Beklerken’ iktidar ile uyum içinde yaşamını sürdürmüş bir hukuk adamının görevi ve vicdanı arasında yaşadığı gelgitler ve yoğun iç tartışmalarını merkeze alan eşsiz bir metin, çetin bir iç yolculuğun hikâyesidir. Sulh hakiminin tanıklığı eşliğinde, kimlerin gerçek barbar olduğunun iz sürücüsüdür. Başka halkların topraklarını işgâl eden emperyal hükümranlıklar mıdır barbar olan. Yoksa, yaşama biçimini, kültürünü, korumak isteyen, toprağında yaşamak isteyen yerli halklar mı.

Gerek Coetzee gerekse yapımcı Michael Fitzgerald’ın seçimiyle yönetmenlik koltuğuna Kolombiyalı Ciro Guerra’nın seçilmesi şaşırtıcı değil. Kolombiyalı sinemacıyı, Amazon topraklarında kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının öyküsünden yola çıkarak, sömürgeciliğin Amazon halkının tarihi üzerinde yarattığı derin tahribat üzerine, siyah-beyaz görselliği ve şiirsel sinema diliyle ağıt yakan 2015 yapımı benzersiz denemesi ‘Yılanın Kucağında / El Abrazo de la Serpiente’ ile tanımıştık. Yerel kültürleri yerle yeksan eden beyaz adamın günahlarını tavizsiz bir sinemayla aktaran filmin dünya çapında büyük ilgi görmesi ve Oscar adayı olmasının ardından, Cristina Collego ile ortaklaşa yönettiği bir sonraki filmi ‘Göç Mevsimi / Pájaros de Verano’, geçtiğimiz yıl sinemalarımızı ziyaret etmişti. Kolombiya halkının uyuşturucu üreticiliğine geçişinin Escobar’dan önceki yıllarını anlatan çalışma, bu acı sınavın kutsallık üzerine inşa edilmiş bir yaşam biçimini nasıl yerle bir ettiğini anlatıyordu. Vahşi kapitalizmin akıl çelici nimetlerinin gözlerini kamaştırdığı, yüreklerini kararttığı bir toplumun; ölülerinin kehanetlerine kulak vermemiş, gücendirilmiş ruhların artık onları korumadığı insanların trajik öyküsünü dile getiriyordu.

Bu portfolyonun ardından yönetmenin Coetzee’nin romanıyla karşımıza çıkması rastlantı değil. Kendi başarılı yönetmenlik denemeleri olan görüntü ustası Chris Menges ile birlikte olması; sulh hakiminde Mark Rylance gibi çok incelikli performanslar sunan bir oyuncu ile çalışması da filmin artılarından. Ancak sinemaya uyarlanması kolay olmayan bir roman ‘Barbarları Beklerken’. Senaryo bizzat Coetzee tarafından ele alınmış bile olsa, roman kahramanının içsel yolculuğu peliküle geçememiş. Buna karşılık Johnny Depp ve küçük bir rolde Robert Pattinson gibi yetenekli oyuncular, tek boyutlu yazılmış kötü adam tiplemelerinde fazla bir varlık gösterememiş. ‘Kahrolsun Emperyalizm’ mesajını duyurmak açısından işlevi var kuşkusuz, ancak bu haliyle Fas ve İtalya’nın kızgın kumlarında çekilmiş görüntüler eşliğinde, eski usul Hollywood tarzı oryantalist bir seyir vaad ediyor ‘Barbarları Beklerken’. Piyasadaki film yokluğunda buna da razıyım diyenler için.

(08 Ekim 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tenet

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Filmler gösterime sunulmadan önce Kültür Bakanlığı’na müracaat edilir, yaş sınıflandırılması, vs. yapıldıktan sonra “Kayıt Tescil Belgesi” adında bir belge alırlar ve sinemalara dağıtılırlar. Bu belgeler zaman zaman bize de ulaşır. Ancak sektör içindeki dolaşımlarda başlığında “Kayıt Tescil Belgesi” yazan bu belgeler hep “Eser İşletme Belgesi” olarak yazılır, çizilir ve anılır. Neden böyledir hep merak etmişimdir, sonunda keşfettim. Malûm bizim bazı sinema sanatçılarımız sinemaya intisap ettiklerinde, yapımcıların görüşlerine göre, seyirciye cazip gelmeyeceği düşünüldüğünden gerçek adları değiştirilir. Nüfus kağıdında Bumin Gaffar Çıtanak yazdığı halde sanatçımızı bize Fikret Hakan olarak, Fahrettin Cüreklibatur yazdığı halde sanatçımızı bize Cüneyt Arkın olarak, Rüjdan Tercan yazdığı halde sanatçımızı bize Murat Soydan olarak yuttururlar, pardon arz ederler. Bence Kültür Bakanlığı’ndan “Kayıt Tescil Belgesi” olarak çıkan evrakın sektörde “Eser İşletme Belgesi” olarak arz-ı endam etmesinin yegâne sebebi budur. Var mı başka izahı? (08 Ağustos 2020)

Hayatın geçmişteki bir bölümüne odaklanıp karamsar olmamalı. Neticede yaşam sürüyor, zirve belki yarınlarda saklıdır, ne biliyorsunuz? (07 Ağustos 2020)

Kendimize fazla değer atfetmeyelim, abartmayalım; kar tanesi gibiyiz, kısa zamanda eriyip gideceğiz. (20 Ağustos 2020)

Sinemaseverlerin uzun zamandır merakla beklediği Christopher Nolan’ın “Tenet”i yarın gösterime giriyor. Film bu sabah basın mensuplarına gösterildi. O nedenle sosyal medyanın bana hitap eden kısmında şu sıra “Tenet’in gösterimine gittim / gitmedim” modası var gibi duruyor. Konuya ben de dokunayım; 65+ olan bendeniz, danışmanlarımın kararına uydum ve doğal olarak gidemedim. Yani 3. seçenek “gidemedim” seçeneği oluyor, o benim işte. (25 Ağustos 2020)

Yakışıklı sanatçı şarkısını söylerken parçalanıyor adeta, yanıyor, tutuşuyor: “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım…” Araştırayım şunu diyorum, google’dan mazisini karıştırıyorum, 6 kez evlenmiş, boşanmış. Eee olmuyor ama birader, hani benzemezdi kimse ona, tavrına hayran oluyordun? Samimiyet yok senin terennümünde, yapma böyle. Sakin ol biraz. (29 Ağustos 2020)

Sinema sektörüyle ilgili sosyal medya hesaplarında bir-iki gündür “Haftaya Ankara’dayız”, “Perşembe’ye Ankara’ya damlıyoruz” vs. türünden mesajlar dolaşmaya başladı. Tam bu noktada bendeniz ve 65+’daşlarım için “hüzünlüyüm sadece” ifadesi tam yerini buldu, çünkü “kırgın değilim”. 10 – 15 yıldır davet edildiğim Ankara Film Festivali’nden -muhtemelen pandemi nedeniyle- herhangi bir çağrı almadım. Öyle gösteriyor ki, sabah 10’dan önce sokağa çıkamamak, akşam 20:00’de eve dönme mecburiyeti, şehirlerarası seyahatler için devlet ricalinden binbir çeşit izin almak, gidilen yerde 1 ay zorunlu ikâmet etme şartı, vs. gibi önlemler, 65+’lara neredeyse cüzzamlı muamelesi yapılıyor zannına kapılmamıza yol açmaya başladı. Gevşetin artık şunu. Bizler de mitinglere, müze kapanışlarına vs. gidebilelim. Çay, kahve, vs, vs. (01 Eylül 2020)

Memleketin en çok izlenen haber TV kanalında, Koronavirüs tedbirleri konusunda danışılan koskoca Profesör Dr. “Ankara’da otobüste koronavirüs taşıyıcısına rastlama şansınız çok yüksektir.” diyor. Kardeşim, ona “şansızlık” derler; başlatmayın “bulaş”ınıza, doğru konuşun şu dilimizi. (02 Eylül 2020)

Memleketin masumiyetinin henüz bozulmadığı yıllarda milli pizzamız lahmacun, kıyma ile yapılmaktaydı. İki kelimenin birleşmesinden oluşan “lahmacun”un mânâsını araştırdığımızda “lahm”ın et, “acin”in hamur demek olduğunu, dolayısıyla “lahmacun”un, “üzerine kıyma, soğan, biber konarak pişirilen pide” demek olduğunu anlıyoruz. Bahusus yıllar geçtikçe macunumuzdaki kıyma yavaş yavaş azaldı ve günümüze geldiğimizde neredeyse ara ki bulasın. Dolayısıyla biz 65+’lar gençlerimizin hararetle tavsiye ettiği lahmacunu yediğimizde sükûtu hayale uğrayabiliyoruz; çünkü o lahmacun, bu lahmacun değil. Lâkin gençler için o lahmacun, o lahmacun. (03 Eylül 2020)

Aslında her şey tek, fakat her şeyin iki yüzü var ve bu yüzler birbirine mecbur, birisi olmazsa öteki de olmayacak. İyi-kötü, güzel-çirkin, neşe-keder… (04 Eylül 2020)

Toz tarçın kullanıyorsanız Seylan tarçını en iyisidir. Bazı satıcılar Çin tarçınını Seylan tarçını diye satmaya kalkabilir; toz olduğu için anlayamazsınız. Tarçının Seylan tarçını mı, Çin tarçını mı olduğu satıcının kibarlığına, nezaketine ve Allah korkusuna bağlıdır. (Bu değerli bilgiyi sabah sohbetinde Profesör Osman Müftüoğlu’ndan aldım.) (09 Eylül 2020)

Falanca Sucukları’nın sunduğu Çağla ile Yeni Bir Gün Programı’nda değerli hocam Doktor Ender Saraç’ın sık sık kullandığı “İlk önce” ifadesinin verdiği ilhamla “ilk” defa böyle bir konuyu ele alma lüzumunu hissettim. “Önce” giriş yaptım, şimdi konuya geleyim: “Örneğin meselâ” değil, sadece “örneğin” veya “meselâ”, “ful dolu” değil, sadece “ful” veya “dolu” kelimelerini kullanmalıyız. (10 Eylül 2020)

Rahmetli Yıldırım Gürses, “Eller, eller” şarkısıyla adeta ellerimize methiyeler düzmüş. Gelgelelim şarkıyı terennüm ederken, salındıkça bütün yükü ayaklar çekiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Bütün yük çalışanların üzerinde, yöneticiler sefa sürüyor. (11 Eylül 2020)

(01 Ekim 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com