Kategori arşivi: Yazılar

Kayıtsız Kalmak İmkânsız!

Sınıfsal ve siyasal bilinciniz, size,
yaşamın akışını belirleyici rolü verir.
Muhakkak ki, ipler tümüyle sizin elinizde olmayacaktır, ama yorumlayabilecek ve kendinizce bir yol bulacak çözüm üretebilirsiniz.

Hemen baştan belirtmekte yarar var: Çok zor, çok güçlü, çok sert ve önyargıları parça parça edip yaşamı sorgulamaya yönelten bir film “Animals” (Hayvanlar). Nabil Ben Yadir, 2021’de çektiği “Animals” filminde toplumsal inanışların, duyguların, geleneklerin insanın yaşamını ne denli zorladığını anlatıyor. Brahim (bizdeki İbrahim, aslına bakarsanız ya da İngilizcedeki Abraham), eşcinsel olduğunu ailesine açıklayamaz, gittiği bar çıkışında karşılaştığı dört yabancı gencin (onlar da göçmendir, biri hariç, onların da sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel sorunları vardır) arasında kalır.

Yadir’in filmi, aslında bu kadar. Nereden baktığınıza göre yorumlayabilir ve kendi geleceğinizi de görebilirsiniz. Göçmenlik, cinsel yönelim, bilinçsizlik, yerli-yabancı ayrımı, erkek egemenliğindeki dar bakışlı yaşam ve daha birçok şeye odaklanan filmi, şimdi yazmaya çalışırken de zorlanıyorum. Aklımdan gitmiyor beyazperdeye yansıyanlar. Unutmadan belirtmekte yarar var: Film, gerçek bir olaya dayanıyor. Yani, dünyanın hemen her ülkesinde (bizde de tabii ki) her an yaşanabilen, kimilerine göre sıradan bir olay, tabii, sizin başınıza gelmemişse.

“Onur Haftası” idi, polis izin vermedi insanların kendilerince etkinlik yapmasına, yürümesine, toplanıp basın açıklaması yapmasına. Yine yani, filmde izlediğimiz o “kötülük” burada da yaşandı. LGBTİ+ bireyler, ister kabul edin ister etmeyin, bir gerçek, bilimsel olarak da kanıtlandı ve bir arada yaşamaya alışmalıyız.

Filmin ilk yarısında, ailenin doğum günü kutlama hazırlığı içerisindeyken, kalabalığın dar mekânda, yakın plan çalışan hareketli kamera ile yansıması… bir şeylerin habercisi… Bir şeyler olacak, ama ne! Brahim’in konuştuğu herkesten bir şey bekliyorsunuz. Olmuyor! Bu arada, hareketli kameranın filme ve anlatıma birebir uyduğunu görüyorsunuz ve asla filmden kopmanıza izin vermiyor o hareketlilik…

İşte, evde, arkadaşlarınızla aranızda, sokakta; yaşamsal veya toplumsal, siyasal veya ekonomik sorunlarınızla dolduğunuzda akla ilk gelen sertlik oluyor; ya sesiniz yükseliyor ya itip kakıyorsunuz, karşınızdakinin de benzer koşullarda olduğunu aklınıza getirin. Dikkat edin, birçok insan birbiriyle sudan sebeplerle kavga ediyor, birbirini öldürüyor. Hiç yeri değilken, kimsenin anlam veremediği bu sert tepki siyasal ve sınıfsal bilinç eksikliğiyle şiddete dönüşüyor. Buna, yıllar önce “yeni faşizm” adı konuşmuştu. Brahim’e şiddet uygulayanlar da birer göçmen, birer “öteki”; yaşadıkları ortamda ve koşullarda karşılaştıklarıyla hesaplaşamadıklarından içlerinde büyüyen hıncı ondan alıyorlar. Bilinçli olmadıkları için kendilerince ona hak ettiği (ihkak-ı hak) dersi veriyorlar. Eskişehir’de, Ali İsmail Korkmaz tam da bu şekilde katledildi. Katilleri, kendilerince milliyetçi vatanperverdi… Şimdi herkes biliyor “geminin su aldığını”.

Hayvanlar (Animals), toplumsal, gerilim, Yönetmen: Nabil Bir Yadir, Senaryo: Nabil Bin Yadir, Antoine Cuypers, Oyuncular: Soufiane Chilah, Gianni Guettaf, Vincent Overath, Lionel Maisin, Serkan Sancak… önümüzdeki aylarda gösterimde…

(08 Temmuz 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tanrıları Öldürmek

Çağımız Amerikan sinema endüstrisine damgasını vurmuş olan Marvel aleminin 29. ürünü ‘Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü / Thor: Love and Thunder’, Odinoğlu ilahi süper gücün dördüncü solo macerasını beyazperdeye taşıyor. Serinin 2017 yapımı bir önceki filmi ‘Thor: Ragnarok’, kahramanımızın gezegeni Asgard’ın yok oluşunun ardından halkı ile birlikte yeni bir yaşam arayışı ile noktalanmıştı. İnsanlarını yeni topraklara kavuşturmuş olan Thor kendi iç huzurunu arayış döneminde emekliliğin tombul bedeni ardına saklanır bir süre. Lakin galaksinin sorunları bitmez, eski silah arkadaşları ile birlikte bozguncuları durdurmak üzere arada kısa serüvenlere atılır. Derken tehlike çok daha tekinsiz bir damardan gelir: küçük kızının açlık ve susuzluktan kollarında ölüp gitmesine oralı olmayan Tanrı Rapu’ya öfkeli Gorr, onu yok edip sihirli Nekrokılıcı eline geçirir ve daha sonra galaksinin Tanrılarını hepten yok etmeye and içer. Sıra Asgard’a gelmektedir ve Tanrı Katili Gorr’un (özgün adıyla Gorr the God Butcher) durdurulması gerekmektedir. Thor dostları Valkyrie, Korg ve çekici Mjolnir’i şaşırtıcı bir şekilde eline geçirdikten sonra -Lady Thor değil- ‘Güçlü Thor’ adını alan astrofizikçi dünyalı eski kız arkadaşı Jane Foster ile baştan çıkarıcı bir kozmik maceraya atılır.

Kıyamet anlamına gelen bir önceki ‘Ragnarok’ bölümünde serinin yazar yönetmenliğini devralmış olan yerli Maori halkından babanın oğlu Yeni Zelandalı Taika Waititi’nin Thor dünyasına çok şey kattığı aşikar. İKSV Film Festivali’nde izlediğimiz 2016 yapımı ‘Vahşiler Firarda / Hunt for the Wilderpeople’ isimli hınzır taşlamasıyla gönülleri çelmiş olan yönetmenin bağımsız sinemacı kimliği, parlak buluşları ve ince nükteleri ile süslediği ilk süper yapımı ‘Thor: Ragnarok’ ilginçti. Ardından çektiği ve en iyi senaryo dalında Oscar ödülüne layık görülen ve bizde de çok sevilen ‘Tavşan Jojo / Jojo the Rabbit’te (bizzat canlandırdığı Hitler tiplemesi ile) komik ve acınası bir Nazi Almanyasına bir küçüğün saf gözlerinden bakıyordu.

Üçüncü Thor filmi ile serinin final yapacağını düşündüğünü söyleyen Waititi kendisine yeni bir maceranın kaptanlığı teklif edildiğinde önce şaşırmış, daha sonra yazdığı hikâyeyi Jennifer Kaytin Robinson ile birlikte senaryolaştırmış. Yeni Thor, Marvel aleminin serüven coşkusunu taşımakla birlikte, adında da yer aldığı biçimde serinin belki de en tutkulu, duygusal aynı zamanda hüzün içeren filmi. Thor’u canlandıran Avustralyalı Chris Hemsworth sarı uzun saçları ve iri cüssesiyle Viking başbuğu yüce Odin’in tanrısal oğlunu bir kez daha canlandırırken, bir film aradan sonra uzatmalı aşkı Jane (Natalie Portman) ile buluşuyor. Jane onun karşısına parçalanmış çekicinin gücüne sahip ‘Güçlü Thor’ kişiliğiyle ve savaş yoldaşı olarak çıkıyor. Ciltli Viking efsanelerinden edindiği bilgi ışığında şimdilerde turistik bir belde haline gelmiş yeni Asgard’da malum çekicin ona enerji sağlayan gücünü keşfetmiştir Jane. Ancak bir süreliğine ayağa kaldırdığı hasta bedeninin hayat enerjisini adım adım tüketen bir güçtür bu. İkilinin tutkulu öpücükleri ya da uzay yunuslarını seyre daldıklarında Abba’nın ‘Our Last Summer’ının eşlik ettiği bölümlerde, duygusallığın daha önce Marvel filmlerinde görmediğimiz kadar yoğun işlendiğine, ilerleyen bölümlerde ise filmin 70 başlarının efsanevi filmi ‘Love Story’nin izini sürdüğüne tanıklık ediyoruz. Filmin kötü adamı olarak konumlanmış, çarpıcı makyajıyla açılış sekansında tanıştığımız ve usta oyuncu Christian Bale’in hayat verdiği Tanrı Katili Gorr da aslında klişe iblislerden biri değil. Evladını yitirmiş bir babanın kederi ve öfkesi ile beklenmedik bir güce kavuştuğunda gözü intikamdan başka bir şey görmüyor. Tanrısı ‘siz kulların tek amacı bizler için acı çekmek, kendini bana feda edeceksin’ dediğinde çileden çıkıyor.

250 milyon dolar bütçesiyle Marvel aleminin görsel ve işitsel şölenine yepyeni boyutlar katan yapım, bu hüzünlü girizgâh sonrasında son derece eğlenceli anlar içeriyor. Waititi ilk jeneriklerden başlayarak macerayı bir rock opera olarak sunmaya girişmiş. ‘Ragnarok’ta ses bandına Led Zeppelin döşemişti. Bu defa Rock aleminin bir diğer efsane grubu Guns N’Roses şenlendiriyor ortalığı. Grubun ‘Welcome to the Jungle’ ya da ‘Sweet Child O’Mine’ gibi tanınmış parçaları galaktik mücadeleye eşlik ederken elindeki fırtına kesiciyi gitar gibi savuran Thor uzun saçlarıyla görkemli bir rock yıldızını anımsatıyor. Eski Asgard’ın büyülü gözleriyle kainatı gözleyen bekçisi Heimdall’ın babasının yeteneklerine sahip oğlu Astrid’in grubun efsanevi solistinin adını (Axl Rose) lakap olarak taşıması yapımın bir diğer inceliği. Waititi’nin espri yüklü metni bununla da kalmıyor, Mjolnir’in ısrarla Jane’i tercih etmesi ve Thor’un bundan alınması, yine Thor’un öteki silahı Fırtına Kesicisi ile bira muhabbeti, önceki filmden miras olarak, yeni Asgard’da eski dönemi anlatan oyunların sergilenmesi ve bu bölümde Matt Damon, Melissa McCarthy, Sam Neill, Chris’in ağabeyi Luke Hemsworth gibi tanınmış oyuncuların serinin ana karakterlerinin mizahını yapmaları, dev keçilerin çektiği Viking gemisinden yükselen hayvan çığlıklarının müzik bandı ile kaynaşması vs. nükte dolu anlar olarak dikkat çekiyor. Fakat asıl kahkaha Tanrıların buluştuğu Altın Tapınak’ta Zeus karakteri ortaya çıktığında patlıyor. Hayli kilo almış Russell Crowe’un Yunan aksanı ile konuştuğu bu bölüm görülmeye değer. Cinsel alem düşkünü Zeus’un kadınları, Hemsworth’un duygu Tanrısının pelerininden sıyrılmış anadan üryan çıplaklığı, Waititi’nin seslendirdiği Korg’un ağzından ‘utangaç kabak’ benzetmesi Marvel alemine cinselliğin girdiğini haberliyor. King Valkyrie’nin (Tessa Thompson) Zeus’un şehvetli kadınlarına sarktığı sahne ya da çift babalı Korg’un ait olduğu Kronanlar soyunun geleneklerine uygun olarak iki erkeğin elele tutuşarak girdikleri sıcak lav denizinde bebek yapma hikâyesi ile eşcinsel dünyaya selam sarkıtmayı da ihmal etmemiş Waititi.

‘Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü’ mega bütçeli bir süper kahraman filminin görsel işitsel tüm beklentilerini karşılayan, hınzır bir bağımsız sinemacının elinde parlak nükte ve buluşlarla zenginleştirilmiş, iki saatin nasıl geçtiğini hissettirmeyen eğlenceli bir macera filmi. Bifrost’taki final karşılaşmasının enfes siyah beyaz sinematografisi ile zirve yapan film türün tutkunlarınca mutlaka izlenecektir. Bence Marvel alemine dudak bükenler de izlemeli. Polisiye ile flörtleşen son ‘Batman’in ardından türe yaman açılımlar vaad eden yeni Thor’u seveceksiniz. Final jeneriğinin ardından gelecek maceraya ilişkin önemli ipuçları içeren iki sahneyi izlemeden salondan çıkmayın sakın.

(08 Temmuz 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bellek, Duygular ve İnsan Olmak Üzerine

Geçtiğimiz yıl Sundance ve ardından Cannes festivallerinin ilgiye değer filmleri arasında yer almış olan Kogonada imzalı ‘Yang’dan Sonra / After Yang’ biraz gecikmeli de olsa sinemalara gelmiş bulunuyor. Kore asıllı tanınmış video denemecisinin belirsiz bir yer ve gelecekte geçen ikinci uzun metrajı, Alexander Weinstein’ın ‘Yeni Dünyanın Çocukları / Children of the New Wold’ adlı seçki kitabında yer alan ‘Saying Goodbye to Yang’ adlı kısa hikâyesinden yola çıkmış. Anlatı, Jake (Colin Farrell) ve siyahi karısı Kyra’nın (Will Smith’in uğruna Oscar tokadı attığı eşi Jodie Turner-Smith) evlât edindikleri Çinli kız çocukları Mika’ya kendi kültürüne aşinalık sağlaması için satın aldıkları android Yang’den (Justin H. Min) oluşan çekirdek ailenin çevresinde gelişiyor. Eşlikçi (ya da bakıcı) Yang filmin açılışında televizyondan yayınlanan 4 kişilik aileler senkronize dans yarışmasında kuralları ihlal ettiği için arıza veriyor. Küçük kızın can dostu ve ailenin bir ferdi haline gelmiş olan Yang’ı tamir ettirmek ve insani dokusu çürümeden ona yeniden hayat vermek için girişimlerde bulunuyor Jake. Ancak kanunen çekirdek belleğe müdahale etmek yasaktır ve ikinci el edinilmiş robot geri dönüşüme verildiği takdirde aile hakkında bir dolu bilginin ortaya dökülmesi söz konusudur. Yang’ı tamir ettirmek için kanun dışı yollara başvurmaktan kaçınmayan Jack, androidin ‘kara kutusu’na ulaştığında onun yaşamı boyunca biriktirdiği anılarla yüz yüze geliyor. Bu onun için insan olmak adına aydınlatıcı bir deneyime dönüşecektir.

Kogonada aralarında Robert Bresson, Ingmar Begman ve Stanley Kubrick’in de bulunduğu seçkin auteur sinemacılar için video denemeleri çekmiş ilginç bir şahsiyet. Sineması üzerine doktora tezi yazdığı Japon usta Ozu’ya hayranlığı ise önde geliyor. Takma adının esin kaynağı Ozu’nun senaryo yazarı Kogo Noda’dan başkası değil. Bizde sinemalara ve festivallere uğramayan, bir dijital platformda yakalama şansı bulduğum, yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı 2017 yapımı ilk uzun metrajı ‘Columbus’ onun bir New York Times makalesinde keşfettiği kente ve benzersiz mimarisine aşk mektubudur. Film, Columbus, Indiana’lı genç kız ile mimar babasının ölümcül rahatsızlığı için Seul’den kalkıp gelmiş 40’lu yaşlardaki Asyalı adamın kentin büyüleyici mimari estetiğinde yalnızlıklarını paylaşmaları ve üst düzey mimarinin (Eero Saarinen, I. M. Pei, Deborah Berke gibi mimarlardan söz ediyoruz) tuhaf bir şekilde rahatlatıcı, sağaltıcı etkisi üzerine Ozu’nun izini süren çok başarılı bir mizansen örneğidir.

Yönetmen bilim-kurgu alanına girdiği ikinci uzun metrajında mükemmelliyetçi mizansen estetiğini sürdürürken bu defa adı konmamış banliyö mahallinde bir kez daha insan ilişkilerinin peşine düşüyor. Teknolojik tırmanışın aile ilişkilerini çok daha mekanik kıldığı, insanların yoğun çalışma saatleri içinde en yakınına yeterli ilgi gösteremediği muğlak bir geleceği karanlık ve soğuk bir renk paleti ile aktarmayı seçmiş. Uzaktan uzağa disiplinli (ve de baskıcı) bir toplumu çağrıştıran bu yeni düzende ailenin küçük ferdi bir robota teslim edilmiş. Mika’ya yalnızca göz kulak olmuyor ya da kendi kültürüne dair onu beslemekle kalmıyor, yoğun işlerine dalmış ebeveynlerin yerine ona annelik babalık yapıyor.

Ancak Yang devreden çıktığında Jack önünden geçip gitmekte olan hayatı ıskaladığını fark ediyor. Bir diğer aydınlanmayı ise Yang’ın bir çipe yüklenmiş anıları ile başbaşa kaldığında yaşıyor. Kogonada bu noktada bir yapay zekânın, donanımlı bir robotun zengin duygu dünyası üzerine tartışma kuruyor. Kültürel amaçlı bir teknosapiens’in romantik ilişkiler kurup kuramayacağını araştırıyor. Diğer canlıların hep insan olmak isteyebileceği düşüncesini sorguluyor. İnsanların da doğuştan programlanıp programlanmadığı sorusunu ortaya atıyor.

Kogonada’nın soruları gelecek çalışmalarında devam edecektir. Onu takip etmek ve yeni meditatif denemelerini beklemek heyecan verici kuşkusuz. ‘Yang’dan Sonra’ ilginç çıkış noktasına ve geleceğin çok düzenli ama soğuk dünyasını yansıtan kusursuz mizansenleriyle ilginç ancak kişisel olarak ‘Columbus’un doğa-mimari-insan şiirinden çok daha haz aldığımı itiraf etmeliyim.

(03 Temmuz 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Homosapiens ile Teknosapiens Arasında…

Hayat mı sanatı, sanat mı hayatı takip ediyor? Bu soru hep sorulur, ama yanıtının kesinlik kazanması pek mümkün değildir. Yine de bana sorarsanız, sanat her zaman için yol göstericidir, hatta bilime bile…

Bütün sanat dalları gibi sinema da geçmişe olduğu kadar geleceğe de odaklanıyor ve olasılıkları sıralıyor önümüze. O olasılıklar ne zaman ve ne boyutta gerçekleşebilir, kim bilebilir ki, hele de bizim ülkemizde… Düşünsenize, bir çift söz bile ülke ekonomisini tepetaklak edebiliyor. Ekonominin her sarsıntısı yaşamımızı altüst ettiği gibi geleceğimizi de belirliyor.

Biz gelelim filme… “After Yang” (Yang’dan Sonra), yönetmen Kogonada, Alexander Weinstein’in kısa öyküsünden kendisinin uyarladığı filmde izleyiciyi düşünmeye, duyguların yaşamda yerinin olduğunu fark ettirmeye davet ediyor. Duygular önemlidir yaşamda, yön verir bizlere. Çoğunlukla da duygularımıza göre hareket ederiz, aklı ve bilinci pek umursamadan. Doğru mudur bu, bilemem tabii ki. Herkesin düşüncesi de duygusu gibi kendisine… Buna da bağlı olarak ister istemez kendi duygunuzu, kendi aklınızı seçiyorsunuz. Boşuna renkler ve zevkler tartışılmaz denmemiş yani. Ama gelin bu konu üzerinde düşünelim. Gelin, bu konunun ne denli önemli olduğunu konuşalım. Her şey gibi duygular da, düşünceler de, doğrular da değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiyse, doğru bir yerdesiniz ve doğru bir filmi izlemek istiyorsunuz.

Baştan belirtmekte yarar var: Yavaş akan bir film, sabrınızı zorluyor. Bunca büyük hareketliliğin ve hızın yaşandığı dünyada kim bunca dayanabilir ki! Kogonada, bunun bilincinde, o yavaşlığın içerisinde düşünmenize fırsat tanıyor. Film boyunca doluya koyuoar aldıramıyor, boşa koyuyor dolduramıyor, sürekli tartışıyorsunuz kendinizle bile.

Basit bir öykü. Evlâtlık aldıkları küçük kıza bakıcılık ve eğitmenlik de yapan android (Yang) bozulmuştur. Küçük kız, androidini ister, babası da onarılması için çabalar. O koşuşturma içerisinde duygusal bir çatışma yaşanır, anne ile baba ve her ikisiyle çocuk arasında. Duygular(ımız) ne denli belirleyicidir yaşamımızın içerisinde?

Yang bir robot olmasına karşın hem küçük kızın hem de ailenin en yakın arkadaşıdır. Bir robotun duygusu olabilir mi? Zaten film onu işliyor. İnsanların duygusu yaşamı, geleceği nasıl belirler? Bir yanıyla kolay bir film, ama diğer taraftan da düşünmeye yönlendirdiği için zor bir film. Çözümlenen her soru işaretinin arkasından onlarcası sökün ediyor. Biriyle ilgilendiğinizde ikincisini, arkasından gelen üçüncü, beşinci, onuncu… soru işaretleriyle boğuşurken buluyorsunuz kendinizi. Satranç oyunundakinden daha çok olasılık var önünüzde, buna da bağlı olarak yenmeniz gereken duygularınızın (ya da duygusallığınızın) etkilerinden kurtulmak…

Var mısınız, kendinizi sınamaya, duygularınızın yaşamı belirleyiciliğini saptamaya… Acaba hangisi daha gerekli, hangisi daha vazgeçilmez?

Yang’dan Sonra (After Yang), duygusal, kurgubilim, Yönetmen ve Senaryo: Kogonada, Oyuncular: Colin Farrel, Jodie Turner Smith, Malea Emma Tjandrawidjaja… 01 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(30 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Şarkı Olmadan Gün Sona Ermez

Müzik kültürüne katkıları tartışılmaz, tüm zamanların en çok satan solo sanatçısının yaşam öyküsü nasıl anlatılmalı. 42 yıllık kısa ve fakat fırtınalı hayatına çok şey sığdırmış bir pop ikonuna nasıl yaklaşmalı. Görkemli denemeleri ile geniş kitlelerin ilgisini çekmiş Avustralya asıllı yönetmen Baz Luhrmann, bu yıl Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve bitiminde 12 dakika süre ile alkışlanan filmi ‘Elvis’ ile bu külfetli çabanın altından kalkmayı denemiş. 50’li 60’lı ve 70’li yıllara damgasını vurmuş olan Elvis Presley ile ABD’nin 30 yıllık serüvenini koşut biçimde anlatmayı seçmiş. Sözcüsü ise Elvis’i dünyaya hediye eden efsanevi menajer olarak bilinen ‘nam-ı diğer Kardan Adam’ Albay Tom Parker. Kimi eleştirmenlerce yadırganıyor bu tercih. Albayı hikâyenin kötü adamı, yalancı, hilebaz, üç kağıtçı benzeri sıfatlarla ananlar var. Ancak feleğin çemberinden geçmiş, karnavallarda türlü numaralarla ayakta kalmış bu açıkgöz adamın Elvis’in keşfi ve yükselişindeki aslan payı reddedilemez.

Babası karşılıksız çek yazmaktan hapse düşen genç Elvis’in aileyi çekip çeviren annesi ile birlikte mütevazı bir zenci mahallesinde kurduğu yaşam, onun küçük yaştan gospellere, blues ritmine aşık olmasını, siyahların zikir havasındaki aşkın müziğiyle kendinden geçmesine yol açacaktır. Elvis 20 yaşına geldiğinde çocukluğundan aşina olduğu ezgilerle Güney’in country tarzını aynı potada erittiği 1954 yılında çıkan ilk 45’liği (That’s All Right Mama) iki ırkın insanlarını birlikte coşturacak, Louisiana Hayride’da pembe bol kostümü ile sahneye çıktığında müziğinin hareketli ritmine paralel vücut dili, yağlı saçı, kız makyajı ve kalça kıvırmalarıyla özellikle genç kızları kendinden geçirecektir. Albay bu anları “şimdiye dek gördüğüm en güzel karnaval gösterisiydi, o kızların gözünde gördüğüm ‘yasak elma’ydı O” sözleriyle dile getirecektir. Sanatçı bu dönemde B. B. King başta olmak üzere siyahi dünyanın efsaneleri ile tanışacak ve Blues’un kalbinin attığı Beale Street’te saygıyla karşılanacaktır.

Elvis çocukluğunun çizgi süper kahramanları denli güçlü ve zirvededir artık. Captain America misali ‘sonsuzluk kayası’na ulaşmaktır hedefi. Ancak yaşadığı dünya bir süper kahramanlar diyarı değildir. 50’li yılların ‘ırk ayrımcılığı’ belası Elvis’e dur diyecek, cinsel sapkınlık suçlaması ile televizyon yasağı gelecek, ardından hapis tehdidiyle susturulmaya çalışılacaktır. Saçlarını kesip üzerine üniforma geçirip 2 yıllığına deniz aşırı askerlik eğitimine yollanır ve ‘Otomatik Portakal’ misali yadellerden (Almanya) sisteme uyumlu bir ‘Amerikan evladı’ olarak dönmesi beklenir.

Filmin Elvis’in özet geçtiğim yükseliş yıllarını konu alan, iki yüzlü Amerika’ya başkaldıran parlak çocuğun öyküsünün anlatıldığı bir saatlik ilk bölümünün çok başarılı olduğunu söylemek isterim. ABD Güney’inde ateşi hâlâ küllenmemiş ‘ırk ayırımcılığı’nın beter biçimde yeniden hortladığı günümüz ile parallellikler kuran bir bölüm bu. Krolonojik bir anlatımı tercih eden Luhrmann, Elvis’in patlama dönemini kendine özgü coşkun sinemasıyla geniş perdeye aktarmış. Çok başarılı bir kurgu çalışmasının yanında zaman zaman perdeyi 7 – 8 parçaya bölmüş, Elvis’in büyük çıkışının gösterişini izleyiciye aktarmayı denemiş.

Şarkıları seslendirmese de bu film için aranmış bulunmuş Kaliforniyalı genç yetenek Austin Butler gerek aslına benzerliği, gerekse Elvis’in üzerinde çok emek verdiği belli büyüleyici sahne performansını yorumladığı bölümlerde son derece başarılı. Anlatıcı konumundaki menajerde ise yılların aktörü Tom Hanks çok başarılı makyajının da desteğiyle kariyerinin (muhtemelen ona yeni bir Oscar adaylığı getirecek) en ilginç kompozisyonlarından birini veriyor. Kurnaz, üç kağıtçı, kimilerine göre şöhretin zirvesinde kaybolmuş bir ruhu sömüren, onu tuz madeninde bir köle misali çalıştıran filmin kötü adamı, ama kanımca o bu sistemin içinde ayakta kalmaya çalışan, tüm kurnazlığı ve zavallılığı ile çarkın dişlilerinden biri.

42 yıllık kasırgalı bir yaşamı 2,5 saate sığdırmak kolay değil kuşkusuz. Nitekim Elvis’in ikinci 10 yılı ve tüm müzikseverlerin çok iyi bildiği vedası biraz aceleye gelmiş haliyle. Yine de kralın Las Vegas çıkartmasının anlatıldığı o şaşaalı son bölüm sanatçı – menajer ilişkisi ve yıldız personasının kırılganlığı üzerine önemli şeyler söylüyor. Luhrmann’ın ‘Elvis’i beklendiği üzere görkemli bir gösteri. Geniş perdede izlenmesi gereken baş döndürücü olduğu kadar hüzünlü bir yaşam hikâyesi. ‘Şarkı söylemeden gün bitmez’ diyor Elvis filmin bir sahnesinde. Kendini hiç yere inmeyen Ebabil kuşuna benzetiyor. Uçarken uyuyan, yorulduğunda kanatlarını rüzgâra dayayıp dinlenen, bir kereliğine o da ölmek için yere inen.

(23 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çalışmayan Ama Çalan Telefon

… boşlukta yankılanır sesi ve nasıl tedirgin eder insanı, nasıl da korkutur! Çocukluk kâbusu gibi… Gerilim ve korku filmlerini beğeniyorsanız, bu filmi seveceksiniz. Basit, yoğun, yalın, kısa ve güçlü.

13 yaşında bir çocuk; alkolik baba, küçük bir kız kardeş arasında hayaller dünyasına dalınca hem okulda hem de mahallede dışlanır. Kentte kaçırılan çocuklar vardır, akıbeti bilinmeyen… “Gaspçı”, yani çocuk kaçıran bilinse de ne tanınır ne de bulunabilir. Öykünün gelişinden belli ki o çocuk da kaçırılacaktır ve öykümüz öyle başlayacak…

1970’li yılların en büyük kâbusu, bizim için değilse de Amerika için, çocuk kaçırma olaylarıdır. Doğal olarak, herkesi ürküten bu durum yaşamı da belirler. Yönetmen Scott Derrickson, çocuk kaçırma olaylarını, biraz da gizli olarak yaşamın odağında yer alan şiddete bağlıyor. Çocuklar arasında inanılmaz bir şiddet yaşanıyor. Birbirlerini öldüresiye dövüyorlar. Belki de bu çocuk kaçırma olayları, onları bu şiddet sarmalından korumak amacıyla artmıştır, araştırmacıların bilebileceği bir şey.

Merak, heyecan, ürperti sinema için de bulunmaz bir kaynaktır. Buna da bağlı olarak fantastik filmler izleyicinin ilgisini çeker. “Siyah Telefon”da merakın ve gizemin odağında o çalışmayan ama çalan telefon bulunuyor; ilk ilgi odağı… İyi öykü, iyi yönetmen, iyi oyuncular (Finney’de Mason Thames, Gwen’de Madeleine McGraw, babada Jeremy Davies ve tabii, Gaspçı’da Ethan Hawke) ile kuşkusuz çok ilgi çekecektir. Gwen’in gördüğü rüyalara babasının şiddet kullanarak gösterdiği tepki filmin diğer gizemli yanı, çünkü polis inanıyor küçük kıza. Daha önce kaçırılan çocukların o çalışmayan ama çalan telefonla yönlendirdiği Finney, giderek kendine güvenecek ve Gaspçının karşısına dikilecektir. Burada, ‘80ler dizisinin unutulmaz repliği “icat çıkarma”yı, buna da bağlı olarak Rasim Öztekin’i (alkışlar sarsın doğanın kucağında da) anımsamamak elde değil. Finney, kendince denemeler yapan bir çocuk, her ne kadar arkadaşları tarafından dışlansa da… O denemelerinin yararını görecektir.

Filmin, dönemin atmosferini yansıtması açısından rengi, ışığı hatta formatı (bir kısmı “süper 8” ile çekilmiş) iyi düşünülmüş ve başarıyla kotarılmış. Fantastik filmler, gerçeklik duygusu izleyiciye yansıdığı ölçüde başarıya ulaşır. Pandemiyle birlikte yaşamımıza ortak olan maskeler “Gaspçı”nın haletiruhiyesini yansıtıyor. Sahi, o maskelerle yeni fantastik filmler izleyecek miyiz?

Siyah Telefon (The Black Phone), fantastik, korku, gerilim, Yönetmen: Scott Derrickson, Senaryo: Scott Derrickson & C. Robert Cargill, Oyuncular: Mason Thames, Madeleine McGraw, Jeremy Davies, James Ransone ve Ethan Hawke… 24 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(23 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Babayı Öldürmek

Alexander Sokurov’un yetenekli öğrencileri ilgiye değer filmler üretmeyi sürdürüyor. ‘Uzun Kız / Dylda’ ile beğenimizi kazanmış olan Kafkasyalı Kantemir Balagov’un ardından aynı yöreden Kira Kovalenko, geçtiğimiz yıl dünya prömiyerini yaptığı Cannes’da ödüllendirilen ikinci uzun metrajı ‘Yumrukları Gevşetmek / Razzhimaya Kulaki’ ile sinemalarımıza konuk oldu. Film, Kuzey Kafkasya’nın ücra bölgesinde yaşayan Ada’nın babasının boğucu baskısından kurtulmak için verdiği özgürlük mücadelesi üzerinden ilerliyor. Gürcistan ve Çeçenistan ile komşu olan, yeşilden yoksun kasvetli maden kasabasında hayat tek düzedir. Annenin hayatta olmadığı patriyarkal düzende sıkışmıştır genç kız. Baba evin hakimidir. Yarım akıllı erkek kardeş annesiymiş gibi bağlıdır ona. Başkent Rostov’a kapak atarak kendini kurtarmış ağabeyi Akim’in onu bu mezbeleden kurtarma umudu ile yaşamını sürdürür Ada. Çalıştığı küçük markete mal getiren Tamik’in kendisine yakınlaşmasına sırf evden kurtulmak için karşılık verir.

Yaşadıkları küçük dairenin tek anahtarını elinde tutan baba evin hakimidir. Genç kızı çalıştığı yere kendi üç kapılı arabasıyla götürür. Ada’yı kısa saçlı sever, parfüm kullanmasını istemez. Her daim dizinin dibinde ayak tırnaklarını keserken başını okşar kızının. Öte yandan, kendinden küçük erkek kardeşi Dakko’nun gece yatağına gelip ona sarılarak uyumasını durdurmaya çalışır genç kız. Komşuların dediği gibi Zaur çocuklarının üzerine titreyen örnek bir baba mıdır, yoksa kişilerin iletişim kurmakta zorlandığı, kendilerini diyalog yerine vücut dili ile daha çok birbirlerine dokunarak ifade ettikleri bu hastalıklı aile ortamında, kadınlar erkeklerin bastırılmış arzularının cinsel nesnesi midir. Kovalenko, Ada’nın ‘ailesinin tutsağı olduğunu’ belirtiyor bir söyleşisinde. En yakınlarının sıkı sıkı sarmasıyla kapana kısılmıştır o. Erkekler bir şekilde çekip gidebilirler belki ama ele geçirilmiş kadınlar için koşullar çok daha çetindir. Evlenmek suretiyle baba evinden çıksalar da bu defa koca evinin zindanında tutsak olma tehlikesi vardır.

Filmin çekildiği Mizur kasabasına komşu bir cumhuriyette yetişmiş olan 1989 doğumlu kadın yönetmen Ada’nın yaşadıklarına benzer şeyler deneyimlemiş. Bu umutsuz düzende umudu ve özgürlüğü sinema yapmakta bulduğunu söylüyor. Filmde açıkça ifade edilmese de bedeninde 2004 yılında Çeçenlerin Beslan’daki okula attıkları bombanın izlerini taşıyan Ada psikolojik olduğu kadar, fizyolojik olarak da yaralı. Ayrıca, yetiştiği ailenin kokusunu özlerken yeni bir hayata nasıl başlayabilecektir. Mahallenin tozlu arsasında araba ile gösteriler yapılan, düğün alayına silah seslerinin eşlik ettiği maço kültürün göbeğinde Kovalenko misali özgürlük hayallerine tutunabilecek midir. Babayı öldürmek o denli kolay olacak mıdır.

Filmin babanın sıkılı yumruklarıyla Ada’nın belini kavrayan kollarından kurtulmasını simgeleyen adı ile Marco Belocchio’nun 26 yaşında çektiği ve genç Alessandro’nun işlevsiz aile düzenine isyanını anlatan sarsıcı ilk uzun metrajı ‘Cepteki Yumruklar / I Pugni in Tasca’ya nazire yapıyor yönetmen. Pavel Fomintsev’in kasveti iliklerimize kadar hissettiren soluk görüntüleri, yağmur ve klostrofobik mekânlar ile bezediği gri atmosferi Ada’nın mor ceketi ya da otomobilin camında sallanan masmavi balık süsü ile renklendirirken, rengi bir savunma aracı olarak kullanmayı deniyor. Emilie Dequenne’in çarpıcı ‘Rosetta’sını anımsatan performansı ile Ada’da parlayan ve henüz sinema okulu öğrencisi olan Milana Aguzarova’ya baba Zaur’da deneyimli oyuncu Alik Karaev eşlik ediyor.

(22 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Müziğin Ruhunu Yakalamak

Sıradan biriyken bir menajerin bulduğu, sıradan bir yaşamı varken dünya çapında şöhrete ulaştığı, sonra da o karmaşa içerisinde ipin ucunu kaçırdığı… hep duyduğumuz bir öyküdür. Burada her iki tarafın da etkisi önemli ve değerlidir. Birbirlerini var etmişlerdir ve birlikte olmadıklarında (belki) ikisi de aynı güce, şöhrete, varsıllığa ulaşamayacaklardır. Bu tür öykülerin sonu -sanki- her zaman hüzün, hüsran ve erken ölümle bitiyor nedense.

Elvis Presley ile Albay Tom Parker’ın öyküsü de diğerleriyle benzer birbirine. Parker, inanılmaz öngörüsüyle Elvis’i alır ve müthiş bir hızla en yukarı taşır.

Sinemanın özünde…

Yaşamları beyazperdeye kendi duygu, içtenlik ve yorumuyla taşıyan sinemacılar birçok bilinmeyeni, birçok ayrıntıyı öne çıkararak hepimize heyecan ve umut taşırlar, bir yol gösterirler. Doğaldır ki, burada izleyicinin merakı, beklentisi ve aldıkları önemlidir. Elvis’i çok sevip, şarkılarını yeniden duymak için sinemaya giden izleyici bile etkilenecek, alabildiğine mutlu olacaktır.

Barış içinde bir arada…

Müziğin efsane ismi Elvis Presley’in yaşamını menajeri Tom Parker’ın penceresinden anlatan yönetmen Baz Luhrmann, gerçekten unutulmaz bir destanı, biraz da uzunca aktarıyor bizlere. Siyahların arasında, zorunlu bir hayat süren, bağlı olarak her iki kültürden de etkilenerek müziğin aslında bir birleştirici olduğunu iki tarzı da buluşturarak gösteren film bize, ırkçılığın ne denli kötü ve yaşamın önünde engel olduğunu da anlatıyor.

Elvis Presley’in, ‘beyazların’ country’si ile ‘siyahların’ blues’unu bir arada yorumlaması, bambaşka bir etki yaratıyor. Bunu fark eden Tom Parker, hem kendini gizlemesini (spoiler olmasın, günümüzün de en büyük sorunlarından biri bu aslında, hâlâ süregelen) iyi biliyor hem de Elvis’ten yararlanıyor. Biri kumar, diğeri uyuşturucu ile kendini kaybediyor.

Şöhret gözleri kamaştırır mı?

Kimi zaman evet! Sonrası ise sadece şöhrete, şöhretli kişiye, onun gücüne değil, toplumsal yaşama, toplumun beklentilerine, giderek sosyoekonomik ve sosyopolitik koşullara göre şekillenir.

Elvis Presley’in yaşamını ele alan ve bunu gerçekten bir destan olarak bizlere sunan filmin iki ayrıntısı -günün anlam ve önemini de göz ardı etmeksizin- etkiledi beni. Birincisi; eşi Priscilla’nın, Elvis’in kaçamaklarındansa yaşamını önemsemesi… İkincisi; menajer Parker’ın, deyim yerindeyse Elvis’i hem taşıması hem de parmağının ucunda oynatması…

Etrafında dönüp durdum, çünkü Elvis Presley’i o dünya çapında herkesi etkilediği dönemi yaşayan biri olarak (yaşım ortaya çıkıyor, bağışlayın), çok etkilendim filmden. Gerek yönetmen Baz Luhrmann gerek oyuncular, tabii ki başta Austin Butler ve Tom Hanks (aslında bütün oyuncuları saymak gerekir; anne ve baba da, Priscilla da) gerekse baş döndürücü yakın planlarla hızlı çekimler başarılı. Sadece film izlemiyorsunuz, bir yaşam öyküsünde müziğin ruhunu yakalarken altında (veya arkasında) yatanları heyecan, nefret, ürperti ve şaşkınlık ile yeni pencereden dünyayı tanıyorsunuz.

Elvis, yaşam öyküsü, Yönetmen: Baz Luhrmann, Oyuncular: Austin Butler, Tom Hanks, Olivia DeJonge Hemen Thomson, Kelvin Harrison Jr…. 24 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(22 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bu Ne Yaman Çelişki

Hatırlayanlar vardır, Güzin ile Baha söylerdi, keyifli bir şarkıydı: “Olamam ki, olamam ben senle de sensiz de…” Tamam, o sevgilileri anlatan, onların çelişkilerini dile getiren bir ezgiydi. “Yumrukları Gevşetmek”te ise genç kızın aileden kopma, kendi ayakları üstünde durma isteğiyle çok sevdiği ailesinden kopamama duygusu anlatılıyor.

Osetya, adı sadece savaşlarla duyulan bir Kafkas ülkesi… Bizim 40 – 50 yıl öncemiz gibi… Yollar toprak, araçlar eski, kaldırım yok, yoksulluk diz boyu (burası tutmadı, bizde de yoksulluk boğaza dek uzandı). Ada, iki erkek kardeşi ve alabildiğine baskıcı babasıyla yaşayan bir genç kız. Anneleri yok… Her genç insanın düşlerinde büyüttüğü gibi gurbete, hayatı yaşamaya gitmek istiyorlar. Hepsi istiyor kuşkusuz, ama biz kızın öyküsünü izliyoruz. Kız sevmese de kızı seven biri var, ne dese yapacak denli de istekli.

Film, bir durum saptaması, aile dramı… Çelişkilerle çatışmaların, toplumsal ve kültürel yoksunlukla iç içe siyasal sorunların anlatımı. Kızın amacı kendi ayakları üstünde durabilmek, yaşamını kendince sürdürebilmek, ama babasının (hemen bütün tutucu ailelerde olduğu gibi…) baskısından bunalsa da onları bırakıp gidemiyor. Gidemez, çünkü seviyor onları. Erkek kardeşler de aynı durumda. Aslında biri kırsa o çemberi, diğerleri de kurtaracak. Hatta belki tüm kasabanın kurtulmasına sebep olacak o kır(ıl)ma.

Filmi gerçekten izliyorsunuz. İçine girmiyorsunuz. Öyledir zaten kimse kendisine (ailesine de) yakıştırmaz öylesi bir durumu. İçinizden hak veriyorsanız da itiraf edemeyeceğinizi söyleyebilirim.

Geçenlerde, Şişli Belediyesi için yaptığım bir belgesel -sözlü tarih- çekiminde 101 yaşındaki kadın, babasının çok sert biri olduğunu hatırladığını söyledi sadece. Demek ki içine işliyor insanın. “Yumrukları Gevşetmek”te de öyle…

Yumrukları Gevşetmek (Unclenching the Fists), psikolojik drama, Yönetmen: Kira Kovalenko, Oyuncular: Milana Aguzarova, Alik Karaev, Soslan Khugaev… 24 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(22 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Korku Dağları Bekler

Korku sinemasına yakın ilgisi olduğu bilinen Scott Derrickson’ın, türün ilham kaynağı ünlü yazar Sephen King’in oğlu olan Joe Hill’in aynı adlı kısa öyküsünden yola çıktığı son filmi ‘Siyah Telefon / The Black Phone’ sıcak yaz günlerinin yeni ürpertisi olmaya aday. Son dönemde pek gözde olan Retro akımının ilginç bir örneği olan film, 1978 yılında Kuzey Denver’da geçen ürkütücü gelişmeler üzerinden ilerliyor. Sakin kasabanın ergenlik çağındaki çocukları yüzü maskeli bir adam tarafından siyah bir araçla kaçırılırken olay mahalline siyah balonlar bırakılıyor. Son kurban olan 13 yaşındaki içe dönük Finney’nin, ses geçirmez bodrum duvarına asılı kablosu kesik siyah telefon aracılığıyla esrarengiz seri katilin önceki mağdurlarıyla iletişime geçmesi ile olaylar doğaüstü bir boyut üzerinden yol almaya başlıyor.

Ön jeneriğe eşlik eden fon müziğinden başlayarak 70’ler 80’ler sinemasına selam çakan film büyük ölçüde 1966 doğumlu yönetmenin çocukluk anılarından, bastırılmış korkularından ilham almış. Stephen King’in alamet-i farikası sancılı büyüme sürecinin hüznüyle iyi dengelenmiş olan oğul King’in öyküsü Derrickson için biçilmiş kaftan olmuş. Bu ürkütücü büyüme hikâyesinin ortaya çıkardığı duygulara aşina olduğunu ifade ediyor bir söyleşisinde. O da Finney’nin kız kardeşi Gwen ve diğer çocuklar gibi babası tarafından kemerle dövülmüş. Okul hayatında diğer erkek çocukların zorbalıklarına maruz kalmış. Büyüme yılları korku filmleri izleyerek geçmiş. Finney gibi o da arkadaşlarıyla dönemin olay yaratan filmi ‘The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Cinayetler’ini konuşmuş. Televizyon ekranından aynı Finney gibi William Castle klasiği 1959 yapımı ‘The Tingler’ın ünlü banyo küvetinden fırlayan kanlı el sekansı benzeri dehşet sahnelerini izlemiş.

King’in iki kez beyazperdeye aktarılmış kült romanı ‘O / It’ örneğine benzer bir biçimde çocukluk travmalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan şeytan maskeli adamla başa çıkabildiğinde Finney özgüvenine kavuşacaktır. Ve bu konuda gereken yardım kanlı katilin kurbanı olan ölü arkadaşların hayaletlerinden gelecektir. Derrickson’ın pek yüzünü göstermeyen seri katili oynamaya ikna ettiği Ethan Hawke ile 2012 yapımı ‘Lanet / Sinister’dan sonra ilk kez bir araya geldiği ‘Siyah Telefon’ seri katil öyküsünü ustalıkla hayalet öyküsüne bağlayan özünde dokunaklı bir büyüme öyküsü. Öte yandan Finney ve geçmişi görme yeteneğine haiz kız kardeşi Gwen’in ortak serüveni üzerinden yürüyen çağdaş bir ‘Hansel ve Gretel’ meseli. Ufacık bir bodrum katında yaratılan dehşet ve kurtuluş mücadelesi boyunca Vietnam sonrası dağılmış Amerikan taşrasının tedirgin atmosferinde kendi çocukluğunun korkuları ile yüzleşen Derrickson, cep telefonlarının henüz icat edilmediği bir dünyada yakınlık duyduğu (teoloji okumuşluğu da var) mistik güçlerin ilhamıyla bir nevi katarsis hali yaşıyor. Dehşeti ağırlıklı olarak izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih eden anlatımıyla izleyicinin övgüsünü hak ediyor.

(21 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dışarda Kar Yağıyor

Yazıma başlık olan Ünol Büyükgönenç’in yüreğimize işlemiş klasik şarkısı, ‘zemherinin en acımasız günlerinde’ evsiz barksız yapayalnız bir çocuğun ‘sıcacık bir çörek gibi güneşi düşlediğini’ anlatır. Gerek yurt dışı gerekse yerli festivallerde övgüyle karşılanışının ardından uzun bir süre gösterime girmesini beklediğimiz ‘Okul Tıraşı’nda kar yağıyor yine. Doğu Anadolu’nun ücra bir köşesinde yatılı okulda geçen anlatıda öğrenci çocuklar bu defa aç açıkta değiller ancak yaşadıkları yer bir hapishaneden farklı değil. Haftalık toplu banyo sırasında su tası yüzünden tartışan Memo nöbetçi öğretmen tarafından soğuk su ile yıkanmaya zorlandığında en yakın arkadaşı Yusuf onu ısıtabilmek için elinden geleni yapıyor ancak gün doğduğunda düzelmeyince Memo’yu sırtladığı gibi raflarında ağrı kesiciden başka ilaç ve sağlık görevlisi bulunmayan revirin yolunu tutuyor. Baygın çocuğun acilen hastaneye götürülmesi için karın kapadığı yolların açılması beklenirken yerleşkede yaşayan her bireyin gizlediği sırlar ortaya dökülüyor.

2013 yapımı ‘Cennetten Kovulmak’ ile bilinen yazar yönetmen Ferit Karahan bu ikinci uzun metrajında ‘kendi çocukluk yıllarında benzer bir yatılı okulda yaşadığı travmatik deneyimlerin üzerine gitmeyi hedeflediğini ve gerçeğe yakın durmak istediğini belirtiyor’. Filme adını veren ‘Okul Tıraşı’ disipline riayet etmeyen öğrencilerin saçlarının tam ortadan sıfır numara kesilmesi ve bu şekilde günlük rutinine devam etmesi üzerine küçük düşürücü bir ceza biçimi. Açılıştaki banyo sahnesinden yatakhanede geçen bölümlere okulda askeri disiplini sergileyerek başlayan film, yatılı okulu bir tür cezaevi ya da kışla olarak tasvir ederken büyük resimde sistemin işleyişini daha doğrusu işlemeyişini sorgulamaya girişiyor. İşlevini yitirmiş toplumsal düzenin bireyler üzerindeki baskısını, sistematik ve psikolojik tacize maruz kalan öğrenciler kadar öğretmenler ve diğer görevlilerin de yaşadığının altını çiziyor. ‘Esas meselesini çok fazla korku ya da baskı olan bir yerde insanların esnemek için yalanı nasıl bir direniş biçimine dönüştürdüğü üzerine inşa ettiğini’ belirten Karahan’ın filminde herkes yalan söylüyor. Yusuf yalan söylüyor. Hamza hoca yalan söylüyor. Okul müdürü yalan söylüyor. Kantinci, diğer hizmetliler, hepsi yalan söylüyor. Hiçbiri masum değil çünkü yaşadıkları düzene uyum sağlamak için bunu yapmak zorundalar.

Kimseyi iyi veya kötü olarak damgalamıyor Karahan. Herkes sisteme uyum sağlama ve ayakta kalma derdinde. Yoksul aileler çocuklarının sisteme entegre olması kaygısıyla onları yüzlerce başka çocukla aynı kalıba sokulacakları yatılı okula göndermiş, ‘tek umudumuzsun’ dedikleri çocuklarının etliye sütlüye karışmadan derslerine çalışmaları, düzene uyum sağlamalarını istiyorlar. Öğretmenler de sistem onlara bastırmayı, sindirmeyi salık verdiği için her fırsatta şiddete başvuruyor. Güçlü güçsüzü ezerek kurtlar sofrasında ayakta kalmaya çalışıyor da o beton yığını içinde herkes tutsak aslında. Eve gitmek istiyorum diye ağlayan çocuğa Kenan öğretmenin ‘Ben de gitmek istiyorum. Yapacak bir şey yok’ demesi bu yüzden anlamlı. Kara saplanmış arabayı yürütmeye çalışan öğretmenlerin çabası nafileliği simgeliyor.

Karahan tek günde geçen ve otobiyografik özellikler içeren öyküsü aracılığı ile baskının olduğu yerde doğruyu söylemenin pek mümkün olmadığı, bürokrasiye takılmış kısır döngüyü aşmanın kolay olmadığı, işlevini yitirmiş eğitim sisteminin öğrenciler kadar öğretmenlerin ruhlarında da büyük tahribata yol açtığı, herkesin suçu birbirinin üzerine atmaya çalıştığı bir ülke panoraması çizmeyi; görünürde polisin olmadığı bir anlatıda sistemin çürümüşlüğünü polisiye bir gizem unsuru üzerinden son derece yaratıcı bir tercihle vermeyi başarıyor. Yönetmen karın estetik halini yansıtmaktan özenle kaçınmış. Bembeyaz örtü ve lapa lapa yağan kar bir hapislik, mahsur kalma duygusuna hizmet ediyor. Yakın çekimler ve hareketli omuz kamerası hem ana karakter Yusuf’un çocukluktan olgunluğa geçiş sürecinin yakın takibi hem de gerilim unsurlarına katkısı nedeni ile tercih edilmiş. Daraltılmış ekran formatı klostrofobik atmosferi ve sistemin dar görüşlülüğünü yansıtabilmek için özellikle seçilmiş. Dar bir renk skalası seçimi sorulduğunda ise ‘kar beyazının aydınlatamadığı bir karanlığı renklendirmenin anlamı olmadığını düşündüm’ yanıtını veriyor Karahan.

Kendisinin geçtiği yollardan geçen çocukların öyküsü aracılığı ile çıkmazda bir ülke panoraması çizen Karahan’ın ‘okul üçlemesi’nin bu ilk yapıtının günümüz Türkiye sineması için bir yüz akı olduğunun altını çiziyor, Yusuf’ların Memo’ların ülkenin makus kaderini değiştirecekleri umuduna sarılıyorum.

(17 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatı Akışına Bırakmak

Amerikan sinemasının bağımsız kalmakta direnen yeni kuşak yönetmenlerinden Mike Mills’in son çalışması ‘Yaşamaya Bak / C’mon C’mon’, radyo programcısı Johnny ile kısa bir süreliğine bakma görevini üstlendiği minik yeğeni Jesse arasındaki yetişkin-çocuk bağları üzerinden gelişen sımsıcak bir yol filmi. Amerika’yı bir uçtan diğer uca kat ederek çocuklarla röportaj yapan deneyimli gazeteci onlarla hayatları hakkında konuşuyor, gelecekten neler bekledikleri, nelerin nasıl değiştiği, nelerden ilham aldıkları ya da nelerden heyecan duyduklarına dair sorular soruyor. Aldığı basit yanıtlarla üzerinde yaşadığımız gezegenin gidişatı hakkında endişelerinin sağlamasını da yapıyor. öte yandan: doğanın tahribatı nelere yol açacaktır, şehirlerimiz nasıl değişecektir, aileler aynı mı kalacaktır, bizlerden geriye ne kalacaktır ya da neler unutulacaktır.

Bu karşılıklı alışverişte orta yaşlara gelmiş gazeteci kendi kişisel arayışlarına, hayata dair sorularına da bir yanıt arar gibidir. Yalnız yaşamaktadır. Oğluna toz kondurmamış annesini çileli bir Alzheimer süreci sonrasında bir yıl önce kaybetmiştir. Pek anlaşamadığı kız kardeşi ondan bir ricada bulunur. Ciddi psikolojik sorunları depreşmiş müzisyen kocası ile ilgilenmek için oğlunun bir süre dayısı ile birlikte kalmasını ister. Bu bakıcılık olayı elde olmayan nedenlerle biraz uzayınca dayı-yeğen Johnny’nin farklı kentlerdeki çalışmalarını birlikte sürdürme yolunu seçerler.

Mills kişisel hayatını filmlerine kaynak olarak kullanan bir sinemacı. Bizde sinemalara gelmeyen ama festivallerde izlenen 2013 yapımı ‘Aşkın Halleri / Beginners’ta yetmişli yaşlarının sonlarına doğru eşcinselliğini açıklayan babasından, 2016 yapımı ’20. Yüzyılın Kadınları / 20th Century Women’da yetmişli yılların Güney Kaliforniya’sında annesi ile ablasının kadın olma mücadelesinden ilham almıştı. Bu defa bugünden geleceğe bakarak yetişkin-çocuk ya da ebeveyn-çocuk ilişkisinden yola çıkıyor ve gezegenin geleceğine dair kaygıları üzerine serbest vezin bir denemeye girişiyor. Yönetmen filmini büyük ölçüde doğaçlama çekmiş. Küçükleri dinliyor, onlarla yakın bir bağ kurma çabası içine giriyor. Doğaçlama röportajlar ile Jessie ile Johnny’nin kurgusal ilişkisi koşut olarak gelişiyor. Sinemacı ebeveynlik denen deli sorumluluğun zor hallerini dile getirirken, çocuğun yetişmesinde kadınlara haksızca aşırı bir biçimde yüklenilmesini tartışıyor. Karşı cephede ise çocuk olmanın zor hallerini Jesse’in huzursuzluklarında, arayışlarında, özlemlerinde gözlemliyoruz. Velhasıl birbirlerine iyi geliyor bu ikili. İçinde bulunduğumuz o mutlu, üzgün, dolu, boş, sürekli değişen hayata anlam vermeye çalışacağız elbet, ancak tuhaf güzellikteki bu dünyada çoğu şey unutuluyor her geçen gün. Johnny çocuktan alıyor öğüdü: hayatı akışına bırak hadi, hadi.

Siyah beyaz özenli sinematografisiyle yağmurlu gri New York kentine selam çakan bu çok farklı deneme, rengarenk Joker personasını silkinip göbeğini salmış radyo gazetecisine bürünen usta oyuncu Joaquin Phoenix ile 9 yaşındaki büyük yetenek Woody Norman’ın enfes performansları eşliğinde keyifle izleniyor.

(16 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Adaletin Ahlakı Yoktur

“Biri, denetimsiz sürdüğü arabayla trafik kazası yapar. Birine vurur, öldürür ve hemen kaçar. Bir görgü tanığı vardır, ilk anda teşhis ederse de mahkemede tanıyamadığını söyler… Sanık, ister istemez tahliye edilir. Kaza yapan suçsuz bulunup salınır, özgürlüğüne kavuşur. Biz buna adalet diyoruz.”

Usta yönetmen Martin Campbell, iyi ve yıldız oyuncu Liam Neeson ile gerçekten gizemli ve bir o kadar da sürükleyici bir film çekmiş. Neeson, başarılı bir kiralık katildir, ama artık yaşlanmıştır ve son bir “iş” alır. Öldüreceğinin, 13 yaşında bir kız olduğunu görünce vazgeçer.

Jef Geeraerts’in, Bir Katilin Hafızası romanından, yönetmen Erik Van Looy’un uyarladığı, 2003 yılında vizyona giren filminin yeni uyarlaması Memory (Geçmişe Dönüş). Önceki filmi izlemediğim gibi romanı da okumadığım için Campbell’in, gerilimi doruğa çıkardığını söyleyebiliriz. Buradaki gerilim sadece kiralık katilin yaşadıklarıyla sınırlı değil, polis teşkilatının, dedektiflerin ve diğer insanların yaşamlarını da kapsayan geniş bir yelpaze. Yönetmenin de görüşü aynı doğrultuda, okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla; “psikolojik bir gerilim” olarak niteliyor filmini.

Katil, polislere geç kaldıklarını söylüyor; polis de kendi işlerini bir katilin yaptığını… Biri katil olmasına karşın, çocukların fuhuşa sürüklenmesine karşı çıkıyor; itibarlı kişiler adalet diye kendi çıkarlarını düşünüyor.

Yukarıdaki örnek filmden… Sahi, adalet nedir diye soruyorsunuz film boyunca, hem kime göre ve neyle bağlantılı? Mahkemelerde adalet dağıtılıyor ve tartışılmaz kararlar veriliyor. Peki, nereye kadar doğru bu kararlar? Bizim ülkemizle bağlantısını kuracaksınız, -ister istemez. Sadece trafik kazası değil, sosyal, siyasal cinayetler de gelecek aklınıza. Hiç farkı olmadığını, hepsinin sanki birbirinin kopyası olduğunu göreceksiniz.

Film, ihkak-ı hak mı (kendi sorununu kendin çöz) öneriyor? Tabii ki, hayır! Kesinlikle böyle bir şey düşünmüyorsunuz. Ancak filmin sonunda, salondan çıkarken, (en azından benim için geçerli) hiç de rahatlamadım. Kesinlikle mutlu son değildi, ama aynı oranda mutsuz da sonlanmadı film. İkinci veya üçüncü, hatta sayısını unuttuğunuz kadar çok kez soracaksınız “adalet nedir ve nasıl yerine gelir”.

Öykünün sürükleyiciliğinin yanı sıra yönetmenin mizanseni, oyuncuların başarısı sizi filmin içine çekiyor. Siz de Alex (Neeson) oluyorsunuz ve fikir yürütüyorsunuz. Sahi, siz kiralık katil olsanız ve son olarak aldığınızı işi yarım bırakır mısınız? Kafanızda oluşan soru işaretleri yaşam boyu bırakır mı peşinizi?

Geçmişe Dönüş (Memory), aksiyon, psikolojik gerilim, Yönetmen: Martin Campbell, Senaryo Dario Scardapane, Oyuncular: Liam Neeson, Guy Pearce, Monica Bellucci, Taj Atwal, Ray Fearon, Harold Torres… 17 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Görkemli Bir Yaz Eğlencesi

Steven Spielberg’in Michael Crichton’ın romanından sinemaya uyarladığı ‘Jurassic Park’ sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük gişe canavarlarından biridir. 1993 yapımı film çok ilgi görünce iki devam filmi geldi haliyle. 2015 yılında ise Spielberg’in yürütücü yapımcılığı altında uzun ömürlü serinin ‘Jurassic World’ başlıklı ikinci evresi devreye girdi. Çağlar öncesinden gelen yaratıkların serüvenini noktalayan altıncı ve son film ‘Jurassic World: Hakimiyet / Jurassic World: Dominion’ dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime girmiş bulunuyor.

Yaklaşık 30 yıldır popüler sinema dünyasının ikonlarından biri haline gelmiş olan bilim-kurgu yapımın ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’ adlı bir önceki bölümünde ünlü tema parkına mekân olmuş Kosta Rika açıklarındaki Nublar adasının bir volkanik patlama ile tarumar oluşunun ardından farklı türlerdeki dinozorlar zengin iş adamı Benjamin Lockwood’un Kuzey Kaliforniya’daki malikanesinin bulunduğu özel araziye nakledilmişti. Burada sahibinden izinsiz süper güce haiz tamamen yeni bir dinozor türünün (Indominous Rex) üretildiğine ve bu güçlü yaratığın olası savaş mahallinde itaatkâr bir silâh olarak kullanılmak üzere tasarlandığına tanık olmuştuk. Yine bu bölümde Lockwood’ın genç yaşta ölen kızı Charlotte’un genlerinden yola çıkarak Maisie adlı klonunun yaratıldığını izlemiştik.

Aradan geçen 4 yılda dünyanın dört bir yanına dağılan tarih öncesi çağın yaratıkları ile dünyamız artık hayal edilemeyecek tehditlere karşı hazırlıklı olunması gereken tam anlamıyla bir ‘Jurassic Dünya’ haline gelmiş, Bering Denizi açıklarında ‘Jaws’ın dev köpekbalığı gibi sudan çıkıp denizcileri avlayanından tutun, New York gökdelenlerinin tepesinde yuva kurmuş olanlarına kadar dinozorlar insan ırkı ile birlikte yaşamaya başlamıştır. Serinin geçmiş bölümlerinin hakim kuruluşu InGen yerine yeni dönemin Biosyn’i İtalya’daki Dolomiti dağlarında konuşlanmış araştırma merkezinde bir yandan çağın ölümcül savaşlarında binlerce askerin yerini alabilecek yenilmez türler geliştirirken, Mezozoik zamanın Kratase dönemi genlerine sahip dev çekirgeler aracılığıyla, küresel kıtlığın nedeni olabilecek dünya besin zinciri üzerinden tehlikeli oyunlara girişmiştir. Diğer yandan, yasadışı dinozor damızlık tesisleri türemiş ve kaçak avcılar vasıtasıyla dinozorlar için dünya çapında bir yeraltı pazarı oluşmuştur.

Bu sırada önceki filmlerden aşina olduğumuz yırtıcı Reptor Blue’nun yavrusu ve de insan klonlama yoluyla yaratılmış Maisie kaçak avcılar tarafından kaçırılır. Serinin ana karakterleri Blue’nun eğiticisi Owen Grady (Chris Pratt) ile Maisie’ye ebeveyn olarak göz kulak oldukları uzatmalı sevgilisi Claire (Bryce Dallas Howard) dostlarını kurtarmak üzere harekete geçerken, özgün ve nostaljik ‘Jurassic Park’ karakterleri, sırasıyla paleontolog Alan Grant (Sam Neill), paleobotanist Ellie Sattler (Laura Dern) ve profesör Ian Malcolm (Jeff Goldblum) dev çekirgeler sorununu çözmek için Biosyn’in merkez üssüne sızarlar.

‘Jurassic World: Hakimiyet’ uzun soluklu seriyi sonlandıran, bunu yaparken eski yeni tüm ana karakterlere olduğu kadar, gerilim, korku, aksiyon türünün bilinen tüm formüllerine selâm çakan bir final serüveni olmuş. Sierra Nevada’lı dino kovboyların at üzerinde kementle dinozor yakaladığı başlangıcın ardından, kaçırılan yavru dinoyu annesine geri getirme sözü verilen tipik bir ‘Lassie’ hikâyesine, oradan Malta adasındaki Bondvari ölümcül kaçıp kovalamacaya evrilen yapım nostaljik karakterlerin serinin artık orta yaşa gelmiş ya da geçmiş eski hayranlarını hedefleyen anılarına bağlanıyor. ‘Kuşlar’, ‘Arılar’, ‘Dev Tohumu’ gibi klasiklerin tutmuş formülleri ödünç alınırken, serinin esas kahramanları dinozorlar farklı tasarımlarıyla korku ve dehşet katsayısını gitgide yükseltiyor. Eskinin T-Rex’inden daha da kocaman dünyanın en büyük et oburu Giganotosaurus ikiziyle birlikte ortalığı mahşer yerine döndürürken, Owen ile pilot Kayla’nın buzullar üzerindeki tavus kuşu misali kanatları olan ürkütücü komik dino ile olan evlere şenlik mücadelesinde kendi adıma pek eğlendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

Evet sonuçta görkemli bir yaz eğlencesi bu. Hele hele IMAX düzeninde izlendiğinde izleyiciyi çocukluk yıllarına götüren hayli şamatalı bir seyirlik. Dünyamızı ve ırkımızı yok olmaktan kurtarmak kendi elimizde ve bu güzel doğada tüm canlılar uyum içinde yaşamalıyız minvalinde güzel mesajları da var. Ancak okul öncesi çocuklar için fazla ürkütücü olabileceği konusunda uyarımızı yapalım.

(09 Haziran 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygu Paylaşımı mı, Sapıklık mı?

Yoğun bir çalışmanın ardından tatili hak ettiklerini düşünen erkekler kardeş, eşleri arkadaş iki çift, hafta sonunu geçirecekleri bir ev tutarlar. Ağabeyin yakın iş arkadaşı kardeşin sevgilisidir, yani birbirlerini tanıyan insanlardır ve birlikte tatil yapmaları çok doğal bir gelişmedir.

Orijinal adı The Rental (Kiralık) olan film, bizde Issız Ev olarak gösterime giriyor. Tatil modunda alınan alkol ve uyuşturucunun etkisiyle ağabey ile kardeşinin sevgilisi olan iş arkadaşı sevişirler. Sabah, ilk iş olarak birinin eşini, diğerinin sevgilisini çok sevdikleri ve onlara karşı sorumlulukları olduğunu bu kaçamağın unutulması gerektiği konusunda hemfikir olurlar. Bu, her ne kadar sorunsa da, kimseye duyurmayacakları ve tekrarına izin vermeyecekleri için içlerinde bir soru işareti olarak kalacaktır. Ancak bir tacizcinin, röntgencinin kamerasını bulduklarında işler karışır.

Bize yüzünü hiç göstermeyen o röntgenci sapık başka kurbanların peşine düşmüştür bile…

Sorunun iki yüzü…

İnsanlar eşlerini, sevgililerini ne kadar severlerse sevsinler, ne kadar değer verirlerse versinler, duygularına yenilip kaçamak yaşayabilir. Bu kabul edilebilir bir şey midir? Birçoğumuz “ben yapmam” dese de, kaçamaklar yaşanıyor. Kadınlar erkekleri suçlarken erkekler de kadınlara yüklüyor. Doğaldır ki bu kaçamaklar ne karıncalarla ne de ağaç kovuklarıyla yaşanıyor. Film bunu işlese de sonucu izleyiciye bırakıyor. Zaten gidişata göre sapıklık belirleyici bir sorun filmde… Belki de devam filmi için ucu açık bırakılmıştır…

Merdiven altından kadınların bacaklarını çekenlerin haberlere yansıdığı bir gerçek. Bu tür gizli kamera ile daha organize röntgencilik kolay yakalanmayacak bir sapıklık. Ama hiçbir cinayet kusursuz değildir denir ya, hiçbir sapıklık da uzun uzadıya gizli kalamaz.

İki ucu olan Issız Ev, önemli bir soruna değiniyor; özellikle de tatil yörelerinde günübirlik tutulan evlerde yaşanması olası benzer sorunlara…

İnsanların evlerini tatil amaçlı kiralatan uluslararası bir sistem olan AirBNB’nin kurucusu, “Issız Ev”in temeli olmuş: “İnsanların yatak odaları, banyoları gibi en mahrem alanlarının fotoğraflarını herkese açık olarak yayınladığı bir web sitesi AirBNB, bu mahrem alanlar insanlar evinize uğradığında genellikle kapalı tuttuğunuz türden odalar. AirBNB ile insanlar tamamen yabancıları internet üzerinden evlerinde uyumaya davet edecekler.”

Normalde, özellikle Covid 19 sonrası kimse kimseye güven(e)mezken, iki günlüğüne de olsa bir yabancının evinde kalmaya ikna olabiliyor.

Alabildiğine yalın anlatımı, ucuz sayılabilecek prodüksiyonu ve az oyuncusuyla gerçekten etkili bir film yapan yönetmen Dave Franco, filmini, bu durum, bu dünyadaki gerçek korkulara dokunabilecek bir gerilim filmi olarak niteliyor, tam da bu açıklamadan yola çıkarak.

Her şey bir tarafa, konunun sizler üzerinden döndüğünü düşünsenize… kaldı ki kaçamak bile yapmasanız da, nasıl büyük bir gerilim ve korku!

Issız Ev (The Rental), gerilim, korku, Yönetmen: Dave Franco, Senaryo: Dave Franco ve Joe Swanberg, Oyuncular: Alison Brie, Dan Stevens, Jeremey Allen White, Sheila Vand… 10 Haziran 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(08 Haziran 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com