Kategori arşivi: Yazılar

13 Şubat 2009 Haftası

“Sevgililer Günü Katliamı”, kan gölcüklerine bata çıka seri katilin cinayetlerini takip etmek ve maden kasabasının korku öyküsünü 3 boyutlu izlemek isteyenler için, bilinen formülleri yeni teknolojilerle sunmakta: Hiç merak etmeyin, madenci kazması her tür delik açma, kesme ve biçme işlemini gerçekleştirerek paranızın tam karşılığını veriyor!

Yönetmenin kazma ile ilgili görüşü: “Madencinin ustalıkla ve etkin bir biçimde kullanabildiği çok şiddetli bir alet. İskarpela ucu sayesinde kemik parçalayabilir. Sivri ucuyla bir çeneyi yerinden kopartabilirsiniz. Gözleri oyabilirsiniz. Bir kişiyi bir baştan diğer başa yarabilirsiniz. Yapabileceği harika ve yararlı şeylerin sınırı yoktur”.

“Recep İvedik 2”, bir ‘kaba güldürü’ olarak, bu kez, oyunu kurallarına göre oynayıp başarılı olmuş (Togan Gökbakar, yeniden, yönetmen olduğunu anımsamış): Tüm komiklikler istikrarlı biçimde kullanılmış, perdede çok az görünen figüran da dâhil her role emek verilmiş ve kapitalist tüketim modelleriyle kıyasıya dalga geçilmiş; hoş ve komik olmuş.

“Gelinlerin Savaşı”nda, çocukluktan itibaren yakın arkadaş olan iki genç kadının evlilikleri arifesinde birbirlerine girmeleri ile gelişen olaylar, hani hepimiz benzerini yaşadığımız yani en yakın dostumuzla kavga edip ayrıldıktan sonra onun değerini anlayıp pişman olduğumuz için, çok yakın geldi: Enfes bir hikâye akışı, lezzeti ayırtılara gizlenmiş oyunculuklar, capcanlı bir film!

(12 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bunları Yazmak Gerek 12: “Yeşilçam Ödülleri” Üzerine!

“Yapan yapar, yapamayan eleştirir!” Doğru. Bizim işimiz sinema yazarlığı, eleştiri zaten. Fakat Türk Sineması’nın, kimseyi, hiçbir kurumu eleştirecek hali kalmamıştır. Çünkü Türk Sineması 94 yılda, bir ‘SANAT VE BİLİM AKADEMİSİ’, bunca yılda sektör çalışanlarının dâhil olduğu bir ödüllendirme ve saygınlığı olan ulusal bir ödül kurumu kuramamıştır (halen, tüm meslek birliği, vakıf, derneklerin oluşturduğu Türkiye Sinema Platformu, Ulusal Sinema Kurumu yasasının çıkması için çalışmalar yapmaktadır). Dolayısıyla bu önemli eksikliği gören bir vakıf yönetimi yani TÜRSAK, bu organizasyonu hayata geçirmiştir. Tabii ‘şaka gibi’ yanlışlarla… İşaret edeceğim hususların, eğer, bu ödül sistemi ciddi biçimde devam edecek ve ciddiye alınacak bir saygınlığa kavuşturulacaksa düzeltilmesi gerekmektedir. Aksi halde, Antalya, Adana, Ankara, Bursa, İstanbul’da olmak üzere, ortalama iki ayda bir ödüllendirilen ve eli yüzü düzgün her filmin neredeyse ödül kazandığı Türk Sineması adına, “ödüllerden biri” olmanın ötesine geçemez. Oysa Yeşilçam Ödülleri tümünden farklı, bir yıl boyunca heyecanı çekilen, zirvede bir ödül olmalıdır.

1) Tümü o ülke akademilerinin kurumsallaştırdığı, Oscar (ABD), Cesar (Fransa), David Di Donatello (İtalya), Goya (İspanya), BAFTA (İngiltere) ödüllerinde, o ödülü almak profesyonel bir sanatçı için en büyük onurdur. Ticari dağıtım ağlarına girmiş filmlerin sanata yaptıkları katkılarının ödüllendirilmesi söz konusudur; bunun parasal karşılığı yoktur, olamaz. Türkiye’de özellikle son beş yıldır sürdürülen bir yanlış, Yeşilçam Ödülleri’nde de tekrarlanmaktadır. Sahnede para ilân edilmekte ve verilmektedir. Bu hem sanatçının yaratı özgürlüğüyle bağdaşmaz, hem de bir değer biçerek sanatı metalaştırmaktadır. Profesyonel sinemada, o gece, işin parasal yönü geride kalmıştır artık. Buna acilen son verilmelidir. Belediyelerin sinemaya maddi katkı vermelerinin birçok yolu vardır, bunu sahnede vermenin siyasi yatırımdan öte bir anlamı yok gibidir, sinema buna alet olmamalıdır.

Not: Yine para ödülleri yağdırılan ve sonuncusuna on milyon YTL harcandığı belediye başkanı tarafından dile getirilen Antalya Uluslararası Film Festivali’nin on günlük şaşaası, Türk Sineması’nı, örneğin atıl biçimde duran Antalya Film Stüdyoları’nı işler hale getirecek bir uluslararası çekim merkezi yapamamış; fakat başkanın yıldızını parlatmıştır… Hemen yanı başımızda, Bulgaristan ve Romanya’da örneğin ABD ekipleri harıl harıl çalışırken Türkiye sinek avlamaktadır (“The International” adlı filmin bazı sahneleri, bir haftada, İstanbul’da basından saklanılarak çekilmiştir sadece.)

2) Değerlendirme sistemi iki aşamalı yapılmaktadır. İkinci aşamada “Büyük Jüri” var. “Büyük Jüri” , “üretenler”den ve birkaç kez tekrar tekrar okuduğum “iş, sanat, kültür ve medya dünyasının saygın isimlerinden” oluşuyor. Düşünün profesyonel sektör ödülü ve iş, sanat, kültür, medyanın ‘saygın’ isimleri oy veriyor. “Saygın”, TDK sözlüğüne göre “Saygı gören, sayılan, hatırlı, itibarlı, muteber” demek. Peki, kim, kime göre saygın? Kimin saygın olduğuna kim karar veriyor. Ve saygın bir kişinin profesyonel bir ödülde oy kullanabilmesi ve gerekli görsel kültür, estetik, öyküleme, artistik, teknik vb. değerlendirmeleri yapabilecek yetkinliğe ulaşabilmesi için yılda kaç film izlemesi gerektiği nasıl saptanacak? Örneğin iş dünyasının saygın bir ismi finale kalan filmleri izleyerek oy verdiğinde, işi tamamen sinema olan insanların kullandığı oylarla eşit sayılacak… Hiç olur mu böyle şey? Aslında bunu tartışmak bile gereksiz. Çünkü sektörde profesyonel olanlar dışında oy verdirilmesi doğru değildir.

3) Bürokrasi ve siyaset böyle bir ödül gecesinde sahnede yer almamalıdır. En İyi Film Ödülü’nü iki belediye başkanı ve bir bürokrat vermez, olmaz böyle şey! Sinema ödülleri sadece sinema profesyonelleri tarafından verilir. Geçen yıl bu yanlış yapılmıştır; tekrar edilmemeli. Ayrıca, madem Oscar ödüllerinin dağıtıldığı ödül gecesi örnek alınmaktadır, sahneye çıkan sanatçılar da bir provayla hazırlanmalı, ödüllerin saygınlığına yakışır bir sunuş yapmalıdırlar.

4) Bir ödül kurumsallaşacak ve marka olacaksa, düzenleyicileri, acilen, başka bir ödülün adıyla yan yana anılmayı reddetmeli, yazılı – görsel basına gerekli uyarı yapılmalıdır. Oscar ödülleri ve töreni örnek alınmıştır, doğrudur (başka ne olacaktı ki); fakat artık “Türkiye’nin Oscar’ları” tanımı kullandırılmamalı ve ödüller kendi kimliğini bulmalıdır.

(09 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

06 Şubat 2009 Haftası

“Şüphe”, siyah-beyaz / doğru-yanlış ile bezenmiş güven duygusunun aldatıcılığını unutmuş olanlarınıza, gri tonların dünyasında yaşayıp değişmenin nasıl sağlıklı olduğunu, genelde mutlak/değişmez bir düzene sahip din kurumunun içinden bir öyküyle anımsatıyor: Tahmin ettiniz tabii, bu akıllı filmin oyuncuları, seyirciyi avuçlarının içine kolayca alıyorlar.

“Gerçek Masallar”, uyku öncesi anlatılan abartılı hikâyelerden gelen destekle talihsizliklerine son vermeye çalışan ana karakteri ile özdeşleşmek isteyeceğiniz, çok katlı ve her katı farklı bir lezzette pasta gibi yedikçe iştahınızı açan bir eğlence: Karakter – tip – olay – mekân – dönem – hareket yoğunluğunun nasıl bir senaryo tekniği ile eksiksiz – fazlasız yazılıp çekildiğine dair bir kurs gibi aynı zamanda!

“Gerçek Masallar”ın görsel etkiler süpervizörü John Andrew Berton Jr.’dan: “Filmin yapımında ‘sanal tarama’ adı verilen çok özel bir işlem kullandık. Dijital ortamda dublörler yaratmak suretiyle normalde dublörlerin yapacağı hareketleri dijital aktörlere verdik. Böylece dijital dublörlere normal bir dublörün yapamayacağı en tehlikeli hareketleri bile yaptırma fırsatı bulduk. Aktörlerin yüzlerini ve kostümlerini bilgisayar ortamında taramak suretiyle tüm çalışmamızı gerçekleştirdik.

“Dünya & Desie”, iki zıt dünyaya ait iki genç kızın dostluğu ve yarenliğinin, bu iki zıt dünyayı yakınlaştırıcı, giderek de kaynaştırıcı işlevi üzerine, oldukça eğlendirici, hoş, tanıdık gelen bir çalışma: Popüler bir televizyon dizisi uyarlaması ve etkisinin, izlendiği süreyle sınırlı olduğunu (en azından benim için) vurgulamak isterim.

“Beşir’le Vals”, anımsamak istemediği çok kötü olayları diplere iten belleğinin oyununu bozmak isteyen bir yönetmenin 1982 Lübnan İç Savaşı’ndaki anılarının izini sürmesi üzerine, sadece büyükler için çizgi roman tekniğinde hazırlanmış bir ‘kanayan vicdan’ filmi: Bu otobiyografik savaş dramını izleyen herkes gerçekten değişebilse ya da sinemanın şu berbat dünyayı olumlu anlamda dönüştürebilme gücü olsa!

“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”, zamanın en kısa süreli konuklarından olan biz güçlü – kırılgan insanlar ve zamana ‘sondan başa’ dâhil olan bir özel insan üzerine, asıl meselenin nasıl doğup öldüğümüz değil, harikulâde varlığımızla yaşam armağanını nasıl değerlendirdiğimiz olduğunu işleyen, sinema estetiği üzerine bir ders: ‘İstasyon için dev saati yapan ‘Pastacı’ Gateau’ya ve ‘Daisy’nin trafik kazası’na dair içindeki iki ‘başyapıt’ bölümün, iki kısa film gibi bağımsız olarak da izlenebileceğini biliniz.

(04 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

1950 Yılının Bir Güzellik Yarışması

Niçin saklanmış, diğer kâğıtlar arasında kalmış bilemiyorum. Dolaplarda eski evrak arasında bulduğum 50’li yıllara ait bir Cumhuriyet Gazetesi’nde, yayınlanmakta olan güzellik yarışması adaylarının 53. sırasında Neriman Köksal’ın fotoğrafı vardı. Yıl 1950, daha Köksal, Çete (Çetin Karamanbey) filminde oynamamış. Kütüphane arşivlerinde araştırdım, 15.6.1950 tarihli gazetede (Cumhuriyet) o yıl düzenlenen yarışmaya katılan güzellerin fotoğrafları yayınlanmaya başlıyor.

Köksal’dan başka, sonradan (veya daha önce) sinema uğraşına girmiş yarışmacı var mı sorusunun cevabını arıyorum. İkinci sırada İnci İzmirli yer alıyor. Bir süre ses sanatçılığı da (hanendelik) yapmış olan İzmirli’nin 1954 yılında Evlat Acısı (Hicran) (Avni Dilligil) ve Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar (Oyna, Kızım Oyna) (Lütfü Akad) filmlerinde oynadığı ortaya çıkıyor. İzmirli’den sonra, yarışmacılardan Yıldız Erdem 1952 yılında Vahi Öz’ün yönettiği Kan Kardeşler ve Süt Kuzuları filmlerinde rol almış.

Diğerlerine nazaran daha tanınmış bir isim olarak Necla İz de yarışmanın yapıldığı yıl (1950) Vedat Örfi Bengü’nün Kapanan Gözler ve Estergon Kalesi filmlerinde, daha sonraki yıllarda Kaçak (Şadan Kâmil – 1954), Tuzak Oteli (Aydın Arakon – 1956) gibi filmlerde rol alacaktır. Coşkun Kardeşler olarak kardeşi ile birlikte “radyolarda” ünlenen Münevver Coşkun’da Onu Affettim (Mümtaz Ener – 1950) ve Hayat Acıları (Dr. Alyanak – 1951) gibi filmlerden başlayarak bir dizi filmde oynayacak, sonradan Münevver olan adı Memduh Ün tarafından Mine diye değiştirilecek ve Mine Coşkun olarak afişlerde yer alacaktır. …………… [1] bırakıyorum. Nur’da hemen hemen o yıllarda sinemada oyunculuğa başlamıştır.)

Aşağıda yarışmaya katılanların isimlerini vereceğim, içlerinden sinemada uğraş vermiş olanlardan benim saptayabildiklerim bunlar; bir de adını N. S. S. olarak veren yarışmacının fotoğrafını sonradan oyuncu olarak ünlenecek Nurhan Nur’a benzettim. (Burada açık bir kapı İnci Tanay isimli bir yarışmacı var, bunun İnci Tamay isimli oyuncu olabileceğini düşünüyorum. Neriman Köksal’a gelince, bugünün seyircisine bile tanıtma gereksinimi duymuyorum. Köksal’ı -eğer- tanımıyorsa, tanıtmanın da hiçbir anlamı olmayacaktır.

Yarışmaya katılanlar:

01. Leyla Yıldız  45. Ayşe Gül
02. İnci İzmirli  46. A.(Atire)Kacamakoğlu
03. Aysel Koral 47. Suzan Bahar
04. Zehra Gönül  48. İ. D. 
05. Necla Güler 49. Zafer Çamlıca 
06. Jale Gökay 50. Nur Akyüz 
07. Sevda Karabağ * 51. Sevim Özgül 
08. Lena Stauropulo 52. Gönül Altınses 
09. Oya Göl 53. Neriman Köksal
10. Güzin Üster 54. N.Y.(Neşe Yulaç-?) 
11. Fahire Kozikoğlu 55. Nesrin Adanır 
12. Sema Karabağ * 56. Gönül Başaran
13. Şükran Aksüt  57. Beyhan Katuk
14. Feriha Şen 58. Asuman Demireli 
15. İnci Dincel 59. Asuman Aycan 
16. Olga Çatı 60. N. S. S.
17. Semra Ömür 61. İnci Tanay
18. Edip Soyer 62. Hülya Berkan 
19. Ayşe Kaymak  63. Yıldız Erdem
20. Hale Alp  64. Suzan Güven
21. Nilgün Çınar  65. S. Ö.
22. Günnur Şahor  66. Necla Sarı
23. Sema Deniz  67. Şenol Taylanlar
24. Nurten Şenyuva 68. Gülis Sabırdiler
25. Ayten Aygen  69. Ayten Çetinkaya
26. Güler Duman  70. Hülya Can
27. Nuran Ersoy 71. B. G. 
28. Ayten Kaya 72. Şükran Bilgiç
29. Şükran Angün  73. Candan Bora.
30. Ayşe İsmoğlu  74. Bedriye Ere
31. Güneş Gülerer 75. Sabriye Tunalı
32. Şule Ayyıldız 76. Hediye Söylemezoğlu
33. Nebahat Ergun  77. Dürnev Sel 
34. Angeliki Miçi 78. Beria 
35. İfakat Çelikel 79. Feride Kutup 
36. Bülent Hoşka 80. Gülsüm Hepşen 
37. Necla İz 81. Muazzez K. 
38. İclal Kural 82. Şen Tuna.
39. Fikret Üner 83. Gülizar Okucu 
40. Şule Adalı 84. Ayten Turan 
41. N. Ş. (Narin Şencan) 85. Melike Nilgün
42. Hizber Tokgöz  86. Vily Baler
43. Münevver Coşkun 87. Gülümser Göknel 
44. Nazmiye Demirel 88. Nebahat Altın 

Yarışmaya 100’ün üzerinde aday katılır; gazetede numaralandırılan isimler yukarıda sıralanmıştır. Fotoğraflarda yer alan adaylar arasında Güngör Fırtına, Perihan Onurgan, Ayfer Gülsöz, Ayten Uluatlı, Mihrimah Özbilici ve Aysel Lokman isimlerine de rastlıyoruz. Verilen aday sayısına bakarak, belirleyememiş olduğumuz isimlerin de (yarışmacıların da) olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu yarışmacılar arasından jüri, Güler Arıman, Ayten Uluatlı ve Şükran Angün’ü ilk üç olarak seçiyor, bunları izleyenler ise Nurten Şenyuva ve Güngör Fırtına. Okurlar ise Nurten Şenyuva’yı seçiyor.

Bir rastlantı sonucu Neriman Köksal’ın daha sinemaya girmediği günlerde bir güzellik yarışmasında aday olmasının öğrenilmesi üzerine yapılan ve fazla da derine inmeyen bir araştırmada; “Katılımcılar içinde sinema ile şu veya bu şekilde ilgilenmiş başka aday var mı?” sorusuna cevap ararken, yukarıda filmleri ile belirttiğimiz isimlere rastladık. Bu gün için tanıdık olmayabilecek isimleri yine de, olaya ilgi duyabilecek olanlara iletmek istedik. Bizim tanıyamadığımız, araştırdığımız konu ile ilgili, başka isimler bulabileceklere şimdiden teşekkür ederim. Başka nedenlerle -kişisel nedenler de olabilir- tanıdık isimlere ulaşılması ise -sonuç ne olursa olsun- beni memnun edecektir.

Sadece, bir rastlantının getirdiği merakın peşinden gittim, hepsi o ve sizlerle paylaşmak istedim.

[1] Buradaki kopukluk yazının orijinalinde vardır.

(01 Şubat 2009)

Orhan Ünser

Seyfi Havaeri, Bir Yönetmen

1947’de ilk filmi Yara’yı çektiğinde 27 yaşında idi, Seyfi Havaeri. Son filmi Zafer Kartalları’nı 1975 yılında 39. filmi olarak, yönetmenliğinin 28. yılında çekti. Hiçbir filmi, bir yarışmada ödül almadı, alamazdı da, filmlerinin büyük bir kısmı yerleşik festivallerin başlamasından önce çekildi ama bu filmler Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan filmlerdendi. Seyirci tarafından ilgi gördü. Kenar Mahalle (1951 ve 1966) ve Kara Sevda (1955 ve 1968) filmlerini ikişer kez çekti. Anadolu’da hasılat rekorları kıran Kara Sevda (1968) filminin afişlerinde yer alan, “bu film peşin para ile çekilmiştir” ibaresi Yeşilçam düzenini ters yönden anlatması ile ilginç bir örnek oluşturur.

Muhsin Ertuğrul’un sinemamızdaki on yedi yıllık tek adamlığına son veren Faruk Kenç ile başlayan -Nijat Özön’ün isimlendirmesi ile- geçiş dönemi yönetmenlerinin yanında, Ertuğrul’un ardılı olan tiyatro kökenli yönetmenler de (örnek: Talat Artemel) film çekmeye başlamışlardır. Ertuğrul’un ardılı olan bu yönetmenlerin yanında, sanat yaşamına tiyatroda, ama ödenekli tiyatrolar dışında başlamış olan yönetmenler de sinemaya girmişlerdir, işte Havaeri de bu yönetmenlerdendir, Nuri Akıncı, Muharrem Gürses gibi. Havaeri, yönetmenliğinin ikinci yılında (1948) ilk filmini çeken Erman Kardeşler yapımevine Damga filmini çeker. Damga filmi, 1952’de çektiği Kanun Namına filmi ile sinemamızda -yine Özön’ün tasnifine göre- sinemacılar dönemini başlatan Lütfü Akad’ın sinemaya başladığı film olarak da anılır. Akad filmde eksik kalmış bir sekansın çekilmesi için güçlükle ikna edilir ve çeker. Akad’ın bu eksikliği gidermesi doğrudur ama film çekilip banyosu yapıldıktan sonra birçok sahnenin flu olduğu anlaşılır. O günkü sinemamız koşulları düşünülürse, Erman Kardeşler filmi o günkü koşulların da altında bir ortamda çekmek durumunda kalır. Filmin flu çıkmasının nedeni bu ve aynı zamanda çalışan teknik ekibin de o günkü şartlara göre deneyimsiz olmasıdır. Havaeri, bu flu sahnelerin bir çoğunun, çekilmiş sahnelerin yeniden değerlendirilmesi ve kullanılmamış sahnelerin takviyesi ile giderildiğini, çeşitli söyleşilerinde -ve birkaç görüşmemizde- anlattı. Bunlardan sonra yinede filmde çekilmesi gerekli bir sahnenin olduğu tesbit edilmiş ve bu dönemde Havaeri’nin yapımevi ile ilişkisinin sona ermesi üzerine sahne Akad tarafından çekilmiştir.

Havaeri, 1949 yılında Sırrı Talpar (Güneş Film) adına Fedakâr Ana filmini çeker, filmde başrol oynayan Cahide Sonku’nun da hissesi vardır. Sonku sonradan filmin tamamını alır, jeneriğe ve afişlere yönetmen olarak kendi adını yazar. Özön, Türk Sineması Kronolojisi’nde bu filmi Cahide Sonku’nun filmi olarak gösterir. Afişlerin bu şekilde kullanılması üzerine Havaeri hakkını mahkemede arayacaktır. (Bu film Eşref Kolçak’ın da sinemadaki ilk filmidir.)

60’lı yıllarda Havaeri Bu Adam Kim, diye bir film yapar. Turgut Özatay’ın başrolünü oynadığı bu filmi, o yıllarda gördüğümde Dr. Jekyll and Mr. Hyde izleri görmüştüm. (Spencer Tracy’nin oynadığı versiyonu daha yeni seyretmiştim, her halde o nedenle). Sonradan Havaeri ile bu film hakkında konuştuğumuzda, filmin çok daha kapsamlı düşünüldüğünü fakat istediği gibi yapamadığından söz etmişti, bana.

80’li yıllarda tanıştığım Havaeri’nin sinemasını yakından izlemiş değilim, filmlerinin büyük bir çoğunluğunu görmedim. Görsem belki de beğenmeyecektim. Ama sinemamız üzerine düşünen, bir şeyler yapmak isteyen, çalıştığı günlerin piyasa koşullarına uygun bir yönetmendi. Şimdi -artık- mazi olmuş, bir zamanlar sinemamızın çalışma sahası olan Yeşilçam’ın temellerinde emeği var. Bir iki kez telefonla görüşmüştük, kısa süreli bir Mimar Sinan Üniversitesi çalışma döneminde, bir gün ziyarete gelmiş ve beni çok heyecanlandırmıştı. O gün bana bir kısım notlar da getirmişti, zaman zaman karşılaşıp, rastlantılarla buluşup konuşmalarımızda, her zaman anlatacağı bir şeyleri oluyordu. Filmlerini seviyor ve sonuna kadar savunuyordu. Başka yönetmenlerin filmlerinde oyunculuk yaptığı filmler da vardır.

Sinemamızın başlangıç günlerini yaşamış, temellerini atmış, yönetmenliği dışında sinema için çalışmalarda bulunmuş, arasanız el altında bir filmini bulmakta zorlanacağınız bu yönetmenimiz üzerine Burçak Evren’in hazırladığı bir kitap 42. Antalya Film Festivali (Altın Portakal) yayını olarak yayınlandı: Yeşilçam’ın Gölgesinde Seyfi Havaeri. Şimdi aramızdan ayrıldı, bulabildiğimiz filmlerini bari elden çıkarmayalım.

(01 Şubat 2009)

Orhan Ünser

Dipnot: Pandora’nın Kutusu

“Pandora’nın Kutusu”yla ilgili yazımı hazırlarken, bir gazetede gördüğüm bir başlık beni hayretlere düşürdü. Başlıkta; “ödülleri topladı ama gişede çakıldı” yazıyor. Bu bence bu şu demek; “ödülleri topladı da ne oldu seyircinin ilgisini çekmedi işte”. Tam da tabuları yıkmaya başlamışken, “Sonbahar” filmi ile yakalanan yükselişin devam edeceğini umarken, bir filmin hem ödül alıp hem de gişede başarılı olabileceğine inanmışken çok talihsiz bir başlık olmuş diye düşünüyorum. Tabii bu gerçeği de değiştirmiyor, “Pandora’nın Kutusu” gişe de hiç de hak etmediği bir hayal kırıklığı yaşıyor. Bildiğim kadarıyla film salon sıkıntısı yaşıyor. Eğer [email protected] adresine Kadıköy’de bir sinema salonun tedarik edilmesi konusunda bolca mail gönderirseniz, küçük bir katkınız olabilir. Denemek de fayda var!

Şimdi küçük sohbetimizden bahsedeyim. Yeşim Hanım ile “Pandora’nın Kutusu”nun hem gala hem de vizyon telaşının olduğu günlerde film şirketinde buluştuk. Yeşim Hanım oldukça sakin ve kendine güvenen bir kadın. Koltuğa yaslanışından, eline masaya değdirmesine kadar vücut dileğiyle size bu öz güvenini yansıtıyor. Bu duruş hem karşınızdaki insana hayranlık duymanıza aynı anda da araya bir set çekmek, mesafe koymak duygusunu kapılmanıza neden oluyor. Haliyle sohbeti biraz sekteye uğratıyor.

İlk amacım mekân ve biraz da tarz kardeşliğinden dolayı “Sonbahar”dan söz açmak. Akabinde de “Sonbahar”ın gişede ve basında yıktığı tabulardan yol açarak Pandora’nın Kutusu’nu tahlil etmeye çalışmaktı. Ancak Yeşim Hanım kendisinin böyle kaygıları hiçbir zaman taşımadığını ve zaten kemik bir izleyicisi olduğundan söz ediyor. Ardından da ekliyor, “Pandora’nın Kutusu” alternatif bir film değil. Herkesin kendini bir şekilde bulabileceği bir film…

“Tsilla Chelto”dan konu açılınca ise yüzüne çok samimi bir gülümseme yerleşiyor, gözlerinin içi gülüyor. Chelton ile birlikte yedikleri ilk yemekten söz ediyor. “O yemek benim için harikaydı. Biraz yönetmen – oyuncu biraz anne – kız olduk o yemekte” diyor. Deneyimli oyuncudan biraz söz etmesini istediğimde şöyle anlatıyor; “O’nun çalışkanlığına hayran kaldım. Evet, biz de çok çalışkanız belki ama onunki bambaşkaydı. Çünkü oynadığı rol hiç de kolay değildi… Onu alıp dağa çıkartıyorsunuz, parkta dolaştırıyorsunuz… Rahat etmesi için elimizden geleni yaptık tabii. Yine de yaşından beklenmeyecek kadar muhteşem bir performans sergileyerek hepimizi büyüledi.”

Yeşim Hanım bu günlerde yine öyküler yazmaya devam ediyor. Ama eminim filmin gişede yaşadığı talihsizlik kendisini ve ekibini de sıkıntıya sokuyor. “Sevin Okyay”ın Köşebaşı’ndan seslendiği gibi; “Pandora’nın Kutusu, kalitesinin karşılığını dışarıda daha fazla almış olan bir film…” Nacizane uyarım, Türk Sinemamızın son yıllarda yakaladığı çıtayı kendi ellerimizle aşağıya çekmeyelim. Yeni hikâyeler dinlemek, yeni hayatlarla tanışmak ve tabiî ki kaliteli filmler izlemek için filmlerimize gereken ilgi ve alâkayı gösterelim.

(29 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

Fotoğraflar: Gülay Ağdemir

30 Ocak 2009 Haftası

“Zafer ve Gurur”, New York polislerine dair yeni bir yozlaşma tespiti. Ve bir adamın zor seçimi! Hani bilirsiniz, gerçeği ortaya çıkarmak, sahip olduğunuz her değerin üzerindedir; ama bazen, bu değerleri korumakla gerçeği açıklamak arasında seçim yapmak zorunda kalır ve kıstırılmış hissedersiniz ya… Bu film, hikâyenin gerçekliğini seyirciye geçirerek, gerçekle yüzleşmenin zorluğunu yaşatıyor. Fiziksel ve psikolojik sertliklerle yüklü olduğunun altını çizelim.

“Zafer ve Gurur”un yönetmeni Gavin O’Connor’dan: “Benim yaklaşımım her zaman şudur: Oyuncu bir tek sahnede bile rol alacak olsa, hikâye içindeki değeri başrol oyuncularınınkinden az değildir. Yap-bozun her parçası çok şey ifade eder çünkü hikâyenin bütünleşmesi için tüm parçalar gereklidir…”

“Sahtekâr”, 1928 Los Angeles’ını -adeta- yöneten ve her açıdan yozlaşmış olan polis örgütünü karşısına alma pahasına, aydın bir din adamı desteğinde kayıp çocuğunun bulunması için çırpınan bir annenin umut yolculuğuna eşlik eden, olgun, kaliteli, gerçek bir sinema yapıtı: Önerim, sinemada – 2.35:1 görüntü oranındaki geniş ekranda izleyerek, her karesinden sinemasal zevkler almaya bakmanız.

“Prenses Lissi ve Kar Adamı Yeti”, 1876 civarında, şeytanla -mecburen- anlaşan iri / iğrenç yaratık – adam ile dünyanın tüm ayıp zevklerini deneyen prens ve prensesten oluşan üç anti kahramanı, muzır mı muzır bir hikâyede bir araya getiren, işin doğrusu pek çocuklar için de olmayan, Almanya yapımı birinci sınıf bilgisayar animasyonu: Sürprizleri sevenlere!

“Operasyon Valkyrie”, en az yetmiş milyon insanın kaybı ve büyük yıkımlarla sonuçlanan savaşın bir numaralı müsebbibi Hitler’in kaybetmekte olduğunu gördükten sonra ve yanı sıra insanlık suçlarına daha fazla ortak olmamak, aslında Almanya’nın en az zararla teslim olmasını sağlamak için çılgın lidere suikast düzenlemeye kalkışıp yine hüsrana uğrayanların hikâyesidir. Nefes nefese uygulamaya koyulan plânın anatomisi, neredeyse yarı belgesel ayarında ama önemli bir sorun var. Almanya’da çekilse de, oyuncular fazla İngiliz ve Tom Cruise da fazla Amerikalı kalmış… Kusursuz bir yönetim, çok anlaşılır ve saat gibi işleyen bir anlatı, soğuk bir görsellik, bu mükemmel oynayan ama ‘yabancı kalan oyuncular’ yüzünden zayıflıyor. ‘Büyük yapım ve ismi bilet kestiren oyuncu’ formülü, bu filme uymamış maalesef.

“Frost / Nixon”, dünyanın en güçlü liderliğinden, özellikle ulusunun gözünde en nefret edilen insan formuna düşmüş adrenalin yüklü adamın, kolayca un ufak edeceğini düşündüğü, yaşamın neşesi içinden çıkagelen televizyon ‘talk show’ sunucusu ile oynadığı müthiş satrancın yani ikisinin karşılaştığı 4 x 90 dakikalık televizyon söyleşisinin nabzı… Nabız dalgalarını seyirciye aynen geçiren müthiş bir yönetmenlik / oyunculuk başarısı. Watergate skandalından sonra ABD tarihinin istifaya zorlanan ilk Başkanı olan Richard Milhous Nixon, böyle bir söyleşi için deneyimsiz görünen David Frost’u kullanarak kamuoyu nezdinde yeniden saygınlık kazanabilecek midir? Bu soru filmin ekseni. Her iki tarafın beyin takımlarının da savaşına sahne olan bu gerçek karşılaşma bir tiyatro oyunundan uyarlama ve sahne eserinin nasıl tam bir sinema yapıtına dönüştürüleceğine dair de bir ders. Erk sahibi bir yüzün, dondurulmuş tek bir beyazcam karesinde nasıl dibe vurduğunun ve acze düştüğünün çarpıcı belgesi. Bu yılın en iyilerinden.

(28 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bunları Yazmak Gerek 11: Korsan Film İzlemeyen Neredeyse Yok: PES!

Adam ya da kadın, gazeteci olmuş, yazar olmuş, ‘saygın’ diye belki Yeşilçam Ödülleri adlı ‘şaka gibi’ organizasyonda (bu konuyu da yazacağız) oy kullanacak ve ne yapıyor: Evine servis edilen korsan filmleri izleyip, bir de utanıp sıkılmadan henüz gösterime girmemiş bu filmler hakkında ahkâm kesiyor. Yani her tür yasa dışı faaliyete karşı çıkması ve içinde yer almaması gereken büyük ya da küçük gazetelerin yazarları yasa dışı ürünleri ‘bizzat’ kullanıyor, sonra da akıl veriyorlar: Memlekette şu bu oluyor diye… Pes; daha da ötesi oha! Sen önce kendin yasa dışılığa para ödeme yahu! Ha, bir de, içinde bulunduğun grubun desteklediği kötü filmleri övüp durma!

Sinema bir sanat dalı! Anlamayan varsa bir daha yazayım: SANAT! Çok komplike, üretimi çok zor, her saniyesi plânlanır ve öyle çekilir. Sinemada izlenir. Anlamayanlara: SİNEMA SALONUNDA İZLENİR! Sonra da hem sahip olmak isteyenler ve hem de sinemada kaçıranlar için yasal DVD kaydı satın alınır, evde izlenir. Ancak bu şartlarda izlenerek bir filmin artistik, teknik, öyküleme vs. değerlendirmesi sağlıklı yapılabilir. Bunun dışında “herkesten önce görüp ukalâlık yapayım” diye korsandan seyredilip yarım yamalak cahilce yorumlar yapılmaz. Bu cehaletle Türkiye’de köşe yazarı olunur da, sinema yazmak için önce asgari kurallara uymak ve saygılı olmak gerekir. Peki, benim bu yazdıklarımdan kim etkilenir. Sinema yazarlarının bile korsan izlediği bu memlekette hiç kimse! Böyle olur da ne olur? Kendi kendimizi kandırır durur, hayaller görüp, ömür tüketiriz işte; AB falan diye!

Yazık oluyor ve ben bu okumuş cahillerden çok korkuyorum. Kendi alanıma bakarsak, onları ciddiye alıp okuyanlara çok kötü örnek oluyorlar, çok…

Hakan Ruhi Sitro Adlı Okura Not:

Değerli okur, basını takip ettiğiniz aşikar; o kadar fazla örnek var ki… Belli ki son zamanlarda adama değil de ‘bir kadın’a kızmışsınız. “Kimlik açıkla” diyerek birazcık beni tahrik etmek istemişsiniz. Ben genel olarak ‘korsan’ kavramına nasıl teslim olduğumuzu vurguladım ve aslında yazının düzeyini de yüksek tuttum. Meselâ o kadınlardan bir kadının arka arkaya film izleyip “Sahtekar – Changeling” için yaptığı “Angelina Jolie’nin dudakları Mandrake’nin Abdullah’ı gibi olmuş” yorumundaki gibi ilk mektep seviyesine inmedim. Yanıtınızı aldınız sanırım. Eğer Türkiye’de yaşıyor, sinemaya da ilgi duyuyorsanız, benim bu yazıyı yazarken neremden konuştuğumu gayet iyi bilmeniz gerekir. Somut olmayan hiç bir şeyi kaleme almam. Bundan emin olabilirsiniz.

(25 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Lorna’nın Sessizliği

Lorna ile sonunda tanıştım. Pera Müzesi’nin Bağımsız Filmler başlığı altında sunduğu üç önemli filmden birisi olan Lorna’nın Sessizliği, telâşlı bir iş çıkışı, kalabalık Beyoğlu sokaklarında uğradığım sekteler ile biraz gecikmeli de olsa beni tüm bunlardan sıyırmayı başardı. Artık ne geride bıraktığım insan sürüsü ne de gürültüsü vardı… Lorna’nın Sessizliği tüm ruhumu sarmıştı…

Filmde, ortada bir kamera olduğuna inanmanın güçlüğü ve şaşkınlığı git gide büyüleyici bir hal alıyor. Güçlü alt metni ile Lorna’nın Sessizliği sizden zihninizi zorlamanızı istiyor.

Hayat; Lorna’yı anlaşmalı evlilikler yapmaya mecbur bir kadın olmaya zorlamış. Lorna’nın da buna pek itirazı yok gibi görünüyor. Ancak film ilerledikçe ve siz Lorna’yı tanıdıkça onun nasıl çıkmazda ve derin bir baskı altında olduğunu görüyor ve onu anlamaya başlıyorsunuz. Her şeye “evet” demeye alışmış olmanın verdiği dayanılmaz sancısını taşıyor Lorna…

Kendimizi Lorna’nın yerine koymak için “anlaşmalı evlilik” yapan ya da benzer bir çıkmazı yaşayan birisi olmanıza gerek yok. Hangimiz gerçek olanın yitip gitmesine göz yummadık ki…

Bu sebeple film kilometrelerce öteden, bambaşka ve belki de hiç alışık olmadığımız bir hayat çıkarmasına rağmen karşımıza biz onu hiç yadırgamıyoruz. Belki de kendi içimizde bir yerlerde gizli olan Lorna uyanıyor.

Eğer günün birinde kalbinin sesini duyuyorsa insan, yine de umut var demektir. Yüreğin çığlığı aklı uyutmadığı zaman vicdan çıkagelir sessizce beklediği yerden. Kırgın ve başkalaşmış… Akıl da öcünü almak için ona her türlü oyunu oynamaya hazır. İşte o zaman bambaşka bir sessizlik başlar. Sadece ve sadece özgür iradeniz ile sessiz kalmanız dileğiyle…

(23 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

23 Ocak 2009 Haftası

“Pandora’nın Kutusu”, duygusal yalnızlığımızın, ‘büyük ve gereksiz’ işlerle uğraşırken en yakınımıza bile nasıl yabancılaştığımızın, İstanbul adlı ‘özgürleşmeye muhtaç’ dev organizmanın başrolünde olduğu bir öykü ile anlatıyor: 1918 doğumlu ‘mucize’ Tsilla Chelton’ın kapalı mekânlarla sınırlı olmayan bu çalışma için ikna edilmesi, başlı başına bir başarı.

“Mürekkep Yürek”, sayfalar arasından kitap karakterlerini ve olaylarını günümüze getirebilme yeteneğine sahip baba – kız ile birlikte, her plânının (satırının) içine nüfuz ederek izleyeceğiniz (okuyacağınız) maceranın adı: Kitap evreninin çekiciliğine başrol verilmesinden dolayı özel bir teşekkür tabii.

“Largo Winch”, dünyayı değil, öldürülen babalığının şirketini ve kendi onurunu kurtarmak, tabii bir de intikam almak için, farklı ülkelerde, sonuncu Bond tadında dövüşüyor: Serüven, dram, gerilimin bu göz alıcı bileşimi, izleyeni içine çeken bir etkiye sahip!

“Güz Sancısı” karşısında aciz kaldım. Ne yazacağımı bilemiyorum. Bu kadar öneme sahip bir konuyu, bu Türkiye’nin ‘kırılma noktası’nı, sağlam bir sinema yapıtı ile genç kuşaklara aktarılacak bu şoke eden iki günü, öncesini ve sonrasını, nasıl, nasıl bu denli kötü, acemi, her anlamda ‘dökülen’ bir müsamere gibi filmle karşımıza çıkardılar, inanamıyorum.

Bu karakter fakiri filmde, hem yazılan rollerin analizi – birbirleriyle etkileşimi, hem siyasi sürecin katmanları, hem saldırı hedefi olan azınlıkların sosyal yaşamı, hem dramatik yapıyı güçlendirecek olan ayrıntılar yok gibi. Bu iki günü hazırlayan ve seyirciyi giderek huzursuz etmesi gereken gelişmeler, Behçet ile komşu kızının aşkına ve iki kötü adamın insafına terk edilmiş. Uyarlama filmlerde, romanın bir çıkış noktası ve yorumlama özgürlüğünün de alabildiğine geniş olduğunu anımsatmaya gerek var mı?

Teknik açıdan ise komik denecek kadar kötü. Neresini yazalım? Birkaç örnek sadece: “Osmanlı Cumhuriyeti’nden dolayı da yazmıştım. Konsept sanatçıları olmadığından, bilgisayar ortamında yaratılmış o dönemin Pera’sı ortada yok! Bir sokak, bir yokuş, bir pasaj bulmuş, film çekmişler. Film ‘eski’ değil bir defa… Farklı anlamda bir ‘eskitme eksikliği’ de giyilenlerde. Simitçi çocuğun gömleği bile deterjan reklâmından fırlamış gibi. Kostüm eskitemeyen sorumlular ne işe yararlar? Ayrıca, marifet, işporta mallarını sokaklara dökmek değil, örneğin top top pahalı rengârenk kumaşları bir şiddet şiiri gibi kullanabilmektir… Figüranlar bu çaptaki her Türk filminde olduğu gibi yine kötü, yine kötü. Figüranlarla en az başrol oyuncuları kadar uğraşılması gerektiği ne zaman anlaşılacak?

Belki de hepsinden önemlisi, o günleri adamakıllı anlatıp bugüne bir köprü kurmak yerine, bugünün siyasi tartışmalarından oraya bakmak şeklinde bir ‘alt niyet’ söz konusu.

Kimseden Spielberg olmasını beklemiyoruz tabii. Ama ne olur, beceremiyorsanız yapmayın. Vah, Türk Sineması’na vah! Endüstri olamadığı için işte böyle baştan aşağı acemiliklerle dolu bir kötü TV filmini sinema diye sunuyor. Umut ediyorum, 6-7 Eylül (1955) olaylarını, seyirciye ‘yumruk yemiş gibi’ hissettirecek bir yönetmen doğmuştur bu topraklarda.

“Despero”nun, 4 kez Oscar’a aday gösterilen, “Pleasantville” ve “Seabiscuit”in yaratıcısı Gary Ross imzalı uyarlama senaryosu -neredeyse- tüm sınıf meselelerini ve yine -neredeyse- tüm insanlık durumlarıyla insan duygularını içeriyor; üstelik bunu “Flushed Away – Fare Şehri”nin yaratıcılarının gerçekleştirdiği harika animasyonla, yine fareler ve sıçanlarla, insanlar üzerinden sunuyor: İzlememeniz için tek neden yok!

(20 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

16 Ocak 2009 Haftası

“İz”, tanıdık / sıkıcı bir korku filmi gibi başlayıp giderek vahşet dozunu yükselten, nihayetinde de, sadece final sahnesinin süresi kadar seyirci üzerinde etkili olabilen, seri ve kopyası katilin öyküsü: Bu sıradan çalışmanın 3 Boyutlu sürümünü izlerseniz, biraz daha farklı olabilir!

“Bay Evet”, hayatı “hayır!” üzerine kurulmuş bir adamın yüz seksen derece dönmesini (döndürülmesini) ve sayısız fırsatla karşılaşmasını ama mutluluktaki esas sırrın ‘denge’de kalmak olduğunu, güldürü kalitesini -her sahnede- koruyarak anlatıyor: Herhangi bir kusur bulmanın zor olduğu filmlerden!

“Alacakaranlık”, beyaz kız, bembeyaz tenli vampir insanlar ve Kızılderili kurt adamlar (sonraki bölümlerde ağırlık kazanacaklar) ile ergenlik çağı gençlerinin en güçlü biçimde duygudaşlık kurabildiği, bir ‘ilk aşk’ hikâyesi: Cazibesi, gri, puslu, nemli doğasında yer alan ormanın inanılmaz yeşil renklerinde saklı olduğu gibi, insan dişisinin erkeğine ‘vurulduğu’ zaman nasıl gözünün hiçbir şeyi görmeyeceğini, çok iyi yazılmış bir anne – kız modelinden yola çıkarak vurgulamasında yatıyor.

(14 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Barselona, Barselona

Woody Allen; “Match Point”, “Cassandra’s Dream” gibi farklı denemelerden sonra yeniden alıştığımız tarzına geri dönüş yapıyor. Çağını ve çağının ilişki anlayışını çok iyi gözlemlemiş usta, son filmi “Barselona Barselona” ile tam anlamıyla kadın-erkek ilişkileri ile kafa buluyor. Allen’in kabare sevgisinin bir yansıması olan film, bu yönüyle filme nostaljik bir hava da katıyor. Muhteşem espri anlayışı ise yine her zamanki gibi doruk noktasında. Hem Amerikalılar hem de Avrupalılar komik zaafları ile “Allen”in oklarına hedef olmuş durumdalar. Yönetmenin biricik oyuncusu “Scarlett Johansson” ise yine başrollerde. Ancak “Javier Bardem” ve yönetmenin yeni gözdesi olacağı sinyalini veren “Peolepe Cruz” harika bir oyun çıkarmışlar.

“Woody Allen” ilişkiler konusunda artık epeyce uzmanlaşmış görünüyor. Bu tespiti Allen için yapmak şaşırtıcı elbet çünkü onun kadınlarla ve genel anlamda ilişkilerle hep derdi olmuştu. Ama bu dert onu bilmeden de olsa ilişkiler konusunda tam bir uzmana dönüştürdü sanıyorum. Çünkü günümüz insanın aşk mevzuları, bu kadar gerçekçi ve aynı zamanda bu kadar absürd başka şekilde anlatılamazdı… Filmde size bu kadarı olmaz dedirten birçok sahne var ama bu sadece kendimize söylediğimiz kocaman bir yalan galiba.

Alışık olduğumuz iki arkadaş tiplemesi ile başlıyor film. “Cristina”; uçarı, saf, gününü yaşayan kız rolünde. “Vicky” ise evlenmek üzre, çılgınlıklara pek açık olmayan, ne istediğini bilen bir kız görünümünde. “Vicky” toplumunun geneline hitap eden bir karakter. Çünkü çok az insan “Cristina” gibi olduğunu kabûl eder. İşte bu yönüyle de “Vicky” günümüz kadına tam bir boy aynası! Hani zor kadın olduğunu iddia eden ama aslında en kolay olan kadınların resmi.

Bir de her ne kadar “batı toplumu”nun artık zıvanadan çıkmış ilişki anlayışına parmak basıyor gibi görünse de aslında “doğudakiler” için de durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum ben. En azından kendi ülkemde bol miktarda “Vicky “ve “Cristina” görüyorum. “Penolepe Cruz” ve “Javier Bardem” ise alışık olduğumuz türden insanlar değil. İkisi de hayatı fena halde uçlarda yaşıyorlar. Defalarca ayrılmalarına rağmen bir türlü birbirlerinden kopamamışlar.

Filmde yaşanan ilişkiler sizin ilişki anlayışınıza çok farklı gelebilir. Ama eminim herkes filmin bir ucundan kendi hayatına dair bir parça bulacaktır. Ayrıca filmde görülmeye değer harika görüntülerin yanısıra duyulmaya ve dinlenmeye değer harika bir de şarkı bulunuyor. Umarım “Woody Allen” kendisinin de ifade ettiği gibi ölümsüzlüğe eserleriyle değil, ölmeyerek ulaşır. Biz de onun tadına doyum olmaz filmlerini izlemekten mahrum olmayız. Vakit kaybetmeden “Barselona, Barselona”nın yolunu tutun ve kendinizi bu muhteşem sinemasal zevkten mahrum etmeyin.

Hazır konusu gelmişken “İsmail Ertürk” ile yaptığımız Woody Allen tespitini yad etmekte fayda var. Kişisel düşüncem ise “Woody Allen” konusunda sevgili yazar “İsmail Ertürk”e katılmıyor oluşum. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Woody Allen’i neden beğenmiyorsunuz?

Hepimizin sevdiği, seçtiği yönetmenler vardır. Allen benim için onların arasında değil. Federico Fellini de Pier Paolo Pasolini’nin iyi bir yönetmen olmadığına inanır. Sırf bu yüzden Pasolini’yi sinema tarihinden çıkartıp atamayız. Öncelikle Woody Allen’in şu bakımdan hakkını vermek lâzım; New York’ta, Hollywood sistemi dışında başarılı olmuş bir yönetmen. Bu çok önemli. Hem sinema yapış biçimi hem de tüm set ekibiyle olan sıcak ilişkisi açısından önemli bir yönetmen. Hollywood’da kuramayacağınız ilişkiler bunlar. Amerika’da düşündüren film yapmak da zor. Onu da yapıyor. Ama onun konuları, beni çekmiyor. Yani iki filmini izledikten sonra üçüncü filminde fazla bir şey bulamadığım bir yönetmen. Godard’ın bir lâfı var ve ben ona tapıyorum: “Psikanaliste giden bir adamdan yönetmen çıkmaz.” (gülerek)

“Allen, Harlem ve Bronx’daki kadınlardan cinsellik dersi alsaydı, ruh çözüm seanslarına gitmekten kurtulur ve belki de film yapmaktan vazgeçerdi” diyorsunuz…

Allen’i Amerika dışında izlediğiniz zaman, onun New York’u temsil ettiğini düşünüyorsunuz. Ben bu durumu Sex and the City’e benzetiyorum. Manhattan’da oturan 4 tane güzel, beyaz kadını anlatıyor. New York’ta Latin, Zenci kadınlarda var. Onların cinsellik anlayışı çok farklı. Biliyoruz ki Allen için cinsellik önemli. Ama Allen’in, Bronx ve Harlem’deki cinselliği atlaması önemli bir eksiklik.

(12 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

09 Ocak 2009 Haftası

“Vali”, televizyon dizisi yönetme alışkanlığı içinde ‘gösteriş’ yapan, hangi kamera hareketinin nerede ve neden kullanılması gerektiğini hesaplayamadan seyirciyi etkilemek isteyen ve de etkileyemeyen bir yönetmen elinde, işin kötüsü, ne drama ne aksiyon, ne de ikisi birden olabilen ‘kaçırılmış fırsat’: Kendi adıma, Türk filmlerindeki kötü yabancıların ‘karton tipler’inden ve kimi yerde kimi gökte oynayan oyuncuların dengesizce yönetilmelerinden bıktım!

“Uzay Maymunları”, insanlar tarafından denek olarak kullanılmalarına rağmen tehlikeli görevde birer kahraman olmayı başarabilen primatların serüvenlerini içeren ‘A’ sınıfı bilgisayar animasyonu: Çok küçük seyircileri aştığını vurgulamakta yarar var!

“Doğmamış”, ayna akislerinin üç boyutlu dünyamıza taşıdığı korkuları çıkış noktası alan hikâyelerden biri ve gerçekten korkunç olduğu saniyelerde görsel başarıya da ulaşıyor: Yahudilerin asla bitmeyecek bilinçaltı soykırım hesaplaşmaları için de yeni bir vesile aynı zamanda!

“Barselona, Barselona”, aşk ile seks tutkusunun -bir yerden sonra- nasıl birbirlerinden bağımsız hareket eden üvey kardeş olduklarını, tam da bakışların bile alev alev yaktığı ülkeden anlatan film: ‘Nevropat’ Woody, Manhattan’dan kurtulup Avrupa’da çalışmaya başladığından bu yana sanki yeniden doğdu; İngiltere üçlüsünden sonra, şimdi de İspanya ve “pes”! Bu ne ‘gençlik’ ve bu ne ‘dinamizm’ böyle yahu!

(08 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Onur Saylak Röportajı

Sonbahar filmi vizyona gireli haftalar oluyor ama fırtınası hâlâ dinmedi. Hangi gazeteyi, dergiyi açsanız filme dair bir şeylere rastlıyorsunuz. Gişede de yoğun ilgiyle karşılanan Sonbahar tabuları yıkma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Filmin başarılı oyuncusu Onur Saylak ile karlı bir İstanbul gününde sıcak ve koyu sohbete koyulduk. Saylak böyle bir projede yer aldığı için çok mutlu.

Tıpkı filmdeki gibi: “YİNE OLSA YİNE YAPARDIK” diyor ve ekliyor “Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi.”

Röportaj: Gizem Ertürk
Film haricindeki özel fotoğraflar: Gülay Ağdemir

Proje size ilk geldiğinde “şimdi sinemayla falan uğraşamam” mı dediniz gerçekten?

İşte röportajlarda sözlerin nasıl takla attırıldığına örnek. İşin aslı şöyle; okuldan yeni mezun olmuş birisi olarak İstanbul’a geldim. Açıkça söylemem gerekirse “kim beni sinemada ne yapsın” diye düşünüyordum. Çünkü her yıl yüzlerce oyuncu adayı mezun oluyor. Beni kim nereden bulacak, tanıyacak da bir sinema filmi teklif edecek diye bir düşüncem vardı. O yüzden insanlar maddi kaygılardan dolayı dizilerde iş bulmaya çalışıyorlar. Benimkisi de tamamen böyle bir kaygıydı. Yoksa neden sinema yapmayacağım diyeyim ki. Neden bu işi yapıyorum öyleyse.

Önce ODTÜ Fizik, ardından Ankara Siyasal Bilimler’e giriyorsunuz. Sonrada Bilkent Tiyatro Bölümü’nü bitiriyorsunuz. Neden oyuncu olmalıydınız?

Öncelikle şunu söylemeliyim benim oyunculukla tanışmam çok geç oldu. Yirmi beş yaşına kadar sadece izleyiciydim. Hani okulda panolara asarlar “Tiyatro Kulübü’ne katılmak ister misiniz” diye benimkide aynen öyle oldu. Bir gidip bakayım dedim ve tam anlamıyla gidiş o gidiş oldu. Hâlâ oradaki arkadaşlarım en yakın arkadaşlarımdır. Daha sonra Bilkent’in sınavlarına gittim ve kazandım. Oyunculuk serüvenim böylece başlamış oldu.

Daha sonra süreç nasıl ilerledi?

Ankara’da yaşarken İstanbul’daki koşulları pek bilemiyorsunuz. Ben ikinci sınıftayken mezun olan bir arkadaşım sayesinde bağlantı kurabildim. Bu yüzden kendimi şanslı hissediyorum çünkü okul bittikten sonra hemen iş bulabildim.

Dizide oynamanın sizi körelteceğinden endişe etmiyor musunuz?

Bu mesleğinize nasıl baktığınızla alâkalı bir durum. Sadece oyunculuk yapmak istiyorsanız nerede, nasıl bir rol aldığınızın önemi olmamalı. Şöyle bir durum söz konusu -ne demek istediğinizi anladım- dizide öyle yüksek bir tempo mevzu bahis ki, o hızla ne yapabiliyorsunuz size kâr. Bizim Sonbahar için yaklaşık üç buçuk, dört ay çalışma sürecimiz var. Tabi ki bu süreç ile dizide iki, üç gün içinde çıkardığınız performans bir olmaz.

Kaliteli işler yapmak için bu süreçten geçmek şartmış gibi sanki. Yani paranın nereden geldiği değil nereye harcandığı önemlidir durumu… Katılıyor musunuz?

O zaman bu şuna benzer, –benimde hep karşı çıktığım durum- “sistemin içinden sistemi yıkacağız, o zaman para kazanmamız lâzım” düşüncesi. Bu bana biraz kendini kandırmak gibi geliyor. Bu duruma alternatif yaratmalıyız.

Sonbahar için bu alternatif söz konusu muydu?

Biz Sonbahar’a başlarken yönetmen ve yapımcı dahil hiçbirimizde beş kuruş para yoktu. Azıcık akıl, azıcık yürek ve azıcık çalışma ile bir şeyler yapabilirsiniz. Bizim filmimizin kanıtladığı en somut durum bu. Çok param olsun da rol seçeyim diye bir kaygım yok. Yine böyle rol olsa yine peşinden koşarım. Nereye kadar giderse…

Özcan Alper ile ilk bir araya gelişinizde nasıl bir diyalog geçti aranızda?

Benim ona dediğim şuydu; “Bana inanırsan sonuna kadar giderim”. Yine olsa yine yaparım. Filmden bir replik oldu. Yine yapardık yani. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi. Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Yani bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı…

Bir de sanıyorum siz ilk başta Yusuf değil Mikail rolü için hazırlandınız…

Aracıların yanlış aktarması diyelim. Çünkü bana farklı geldi duyum. Ayrıca Mikail çok keyifli bir rol. Zaten ben de çok severek gitmiştim. Konuşmanın ortasında anlaşıldı ki Özcan bana Yusuf’u anlatıyormuş. Bunu hâlâ sık sık birbirimize hatırlatırız.

Yusuf rolü için ilk etapta ne düşündünüz?

Rolü ilk okuduğumda biraz korkutucu geldi açıkçası. Bu kadar çok şeyi bu kadar az replikle nasıl ifade edeceğime dair soru işaretlerim vardı. Ayrıca ilk sinema filmim bu benim. Bu kadar geniş kapsamlı bir rol -başrol demiyorum, çünkü ben o terimden nefret ediyorum- filmin bir nevi anlatıcısı, aktarıcısı olan bir karakterin bu kadar az konuşması bir oyuncu için çok büyük dezavantaj. Daha sonra senaryoyu Gürcü bir hocama okuttum. Bana “bunun neresini, nasıl oynayacaksın” dedi. Galiba hem zor hem de zevkli olan yanı buydu. Aşkı, ölümü, isyanı, direnişi, haykırışı… Her şeyi, hiçbir şey söylemeden anlatmaya çalışmak çok güzel bir deneyim oldu benim için. Böyle bir rol belki on sene sonra gelir bir daha.

Can Dündar’ın geçtiğimiz haftalarda köşesinde yazdığı gibi “…sabırsızlık zamanında konuşkandı kahramanlarımız… Şairane bir eylemle sustular şimdi…”

Okudum o yazıyı. Gerçekten çok güzeldi. Genel olarak bir şey söyleyeyim, aslında her şey o kadar açık ve net ki! Görmek isteyenler ve istemeyenler var sadece. Artık öyle bir noktaya geldik ki sanırım bir şey söylemeye gerek yok. Hepimiz olanın, olmayanın farkındayız. Yaşadığımız toplumun, siyasetin, politikanın, yaşamın nereye gittiğinin farkındayız. Bunu görebilene, anlayabilene!

Ne kadar daha sürecek bu suskunluk dönemi sizce?

Bence bundan sonraki süreçte bir şeyler söyleyen karakterler çıkacak. Şöyle söyleyeyim, bundan birkaç yıl önce Fransa’da bir olay oldu. Bütün Fransa hâttâ Avrupa ayaklandı. Gençler çok uzun süreli eylemler yaptılar. Hemen yanıbaşımızdaki Yunanistan’ı düşünün. Alex’in polis kurşunu ile öldürülmesi sonrası gelişen olaylara herkes birkaç gün sürer diye baktı ama hâlâ devam ediyor. Aslına bakarsanız önemli olan böyle bir şey olmadan bu bilinci yerleştirebilmek. Birinin ölmesini ya da bir patlamanın olmasını beklemeden harekete geçmek önemli. Yani toplumsal bir hareketin oluşması için kötü bir şey olmasını beklemeye gerek yok diye düşünüyorum. Yaşadığı toplumun azıcık farkında olan insan zaten bunu yapar.

Ama Türkiye’de polis kurşunu ile öldürülmüş sayısız vatandaşımız var ve böyle bir durumda insan ülkesinin toplumsal duyarsızlığı karşısında umutsuzluğa kapılabiliyor…

Bir gün yapacağımıza hep birlikte inanmak zorundayız. Buna inanmazsak o zaman yaşamanın anlamı kalmaz. İnsanlara dayatılan bu; diğerleri gibi ol, kapitalizmin bütün çarklarına hizmet et, yaşadığın hayatı para üzerine kur… Ya da demin konuştuğumuz gibi kazandığınız parayı yine tüketmek için kullanmak zorundasınız. Bu söylediğim devrim olsun, sosyalizm gelsin gibi bir şey değil. Sadece kötü olana hayır diyebilmekten söz ediyorum. Kendi yaşam alanlarımızda bir şeyler yapmaktan bahsediyorum. Bunun için, en büyük üniversite öğrencileri ve sizin, bizim gibi gençler. Elimizden geleni de yapmaya çalışıyoruz. Tabii bu zaman alan bir süreç. Birlikte hareket edebilmek için insanlara bir şeyleri doğru aktarmanız gerekir. Bu anlayış Türkiye’de her zaman vardı aslında. Ama 1980 sonrası kuşağı fena halde apolitik olarak yetiştirildi. Mc Donald’s Çocukları ortaya çıktı. Ama yavaş yavaş bu kuşak da bir şeylerin farkına varıyormuş gibi geliyor, ya da hemen başlasın!

Karadeniz’de olmak nasıldı? Oraları anlatır mısınız biraz…

Ben Karadeniz’i görmemiştim önceden, Kuşadalıyım. Hep duyuyordum ama orada olmak başka bir şey. Muazzam bir yaşam var orada. Oradaki insanlar birbirleriyle o kadar uyumlu bir şekilde yaşıyorlar ki. O kadar sıcak, insana yakınlar. Diğer taraftan bir o kadar deli, hırçınlar. Doğayla iç içe geçmişler yani.

Sahil yolu projesi, sağcılaştırma politikaları… Karadeniz bambaşka ve alışık olmadığı bir dönem yaşıyor.

O otobanı gördüm ben… Oradaki doğaya o sahil yolunu yapmak resmen katliam. Şimdi çok romantik lâflar gibi gelebilir ama görseniz oraları, çok daha iyi anlarsınız ne demek istediğimi. Orası Avrupa’nın elinde olsa dünya çapında bir çekim merkezi olur. Yurt dışında bize çok soruldu, meselâ “Türkiye’de böyle yerler var mı” diye. Hemşin Bölgesi, Unesco’nun koruma altına alınması gereken yüz bölgesi arasında gösteriliyor.

Her şeye rağmen “Hopa” hâlâ direniyor…

ÖDP’nin sahip olduğu tek belediye Hopa’da meselâ. Hopa’ya gittiğim zaman dünya ile çok fazla ilişkili, okumaya çok meraklı ve gerçekten nadir bulabileceğiniz bir topluluğa rastladım. Bizim filmimizde oynayan Gülefer Teyze çay eylemlerine katılıyor. Kendisine dair tuhaf bir tanımlaması var; “Müslüman Sosyalistim” diyor. Oradaki insanlar “hayır” diyebilecekleri yerde çıkıp “hayır” diyebilen insanlar. İşte bu küçük küçük oluşumlar büyüyecek, gelişecek ve inşallah toplumun bütün kesimine yayılacak diye düşünüyorum.

Gerçek hayata ya da -gerçek olmayan hayata mı demeli- şehre döndüğünüz zaman nasıl hissetiniz?

Tüm bunları gördükten sonra şu soruyu getiriyorsun kendine; “Ben ne yapıyorum?” Şehrin dört duvarına sıkışıp kalmışız. Birçok değer yargımızın, insana dair değer yargılarımızın farkına bile varamadığımızı fark ettim ben orada. Üç ay boyunca dağın başındasınız. Televizyon yok, yani günlük hayatta alışkanlık haline gelen hiçbir uzuv yok. Bir de o kadar uzun zamanımız oluyordu ki… Sabah 04:30 – 05:00 gibi kalkıyorduk ve akşam 18:00 olduğunda işimiz bitiyordu. Saat 18:00’den akşam 22:00’ye öyle uzun zamanınız oluyordu ki… Oysa burada, siz de, biz de hep bir koşuşturmacanın içindeyiz. Günler telâş içinde akıp gidiveriyor. Kısaca şöyle söyleyeyim nefes almak için harika yerler oralar.

Siz bundan sonra sıkça nefes alacaksınız galiba orada…

Elbette. Bir kere bunu herkese açıklıkla söyleyebilirim -umarım yanılmıyorumdur- Çamlıhemşin’e, Hopa’ya gidip bir kapıyı çalıp rahatlıkla içeri girebilirsiniz. Bu bir ütopya değil, ben bunu yaşadım. Meselâ biz köy köy, yayla yayla dolaşırken bir çobanla karşılaşıyor ve akşam orada kalıyorduk. Ertesi gün başka bir evde kalıyorduk… Tek yaptıkları seni tanımaya ve algılamaya çalışmak. Bir de Hopa’yı tanıtmak. Ben öyle mutluyum ki orada bulunduğum için.

Böyle alternatif bir filmi izlemek için sinemaya gittiğimizde gişede “Sonbahar’a yer yok” yazısını görmek hem şaşırtıcı hem de çok sevindirici. Galiba bir şeyleri aşmaya başladık ya da bu film bir başlangıç oldu.

Evet evet. Hatta daha ilginç bir şey söyleyeyim yurt dışına gittiğimde gördüğüm şuydu; orada Türk Sineması daha fazla sahiplenilmiş durumda. Nuri Bilge Ceylan’ı, Zeki Demirkubuz’u, Semih Kaplanoğlu’nu şimdi Hüseyin Karabey ve Özcan Alper’i sahiplendiler. Onlara değer veriyorlar, dinliyorlar ve ödüller veriyorlar. Oysa nedense Türkiye’de bu ortam yok. Oysaki bunun tam tersinin olması lâzım. Benim algıladığım bir sinema filminin belirli yeterliliklere ulaşabilmesi için hazırlık süreci çok önemli. Özcan dört yılda oluşturabilmiş senaryoyu. Çekim aşaması yaklaşık dört ay sürdü. Montajı altı ay sürdü. Toplasanız beş yıllık bir çalışmanın sonucu “Sonbahar”. Geniş kitleye ulaşmak da ayrı bir savaş tabi. Sinema salonu bulmakta güçlük çekiyorsunuz. Yapımcı dağıtım kısıtlaması yapıyor. Bu da sinemacıların bir araya gelip yıkması gereken bir konu diye düşünüyorum. Ahkâm kesiyor gibi olmak istemem, sadece dışarıdan bakabiliyorum sinemaya ve bunları görüyorum.

Zaten her konuda böyle olmuyor mu? Aşmamız gereken en önemli sorunlardan biri de buydu galiba…

Doğru, haftasonu gazetelerin sinema sayfalarına bakıyorsunuz bir Hollywood yapımı film sizin ülkenizin filminden daha geniş yer alıyor. Geçmişten örnek vereyim; bir Hollywood yapımı ile ilgili haftalarca yazıp çizebilen arkadaşlar bir “Beş Vakit”, “Kader” ya da “Tabutta Rövaşata”… ve daha ismini sayamadığım birçok film için bunu yapamazlar mıydı? En büyük destek de bu olurdu zaten. Halbuki şöyle olsa daha ileriye dönük olmaz mı, sadece beğenildiği için değil -eğer dert sinemaysa- neden iyi olduğu, ya da iyi olmadığı, bunların tartışılmasını sağlamak. Gazetelerde, dergilerde, televizyonda tüm medyada bunları tartışabilsek daha iyi olmaz mı? Bunları yapabilecek kilit isimler de var, isimleri lâzım değil. İşte bu popüler kültürün ikonları olan bu isimler azıcık sahiplenseler bu işleri… Çünkü onlar sizin de bizim de ulaşamadığımız geniş bir kitleye hitap ediyorlar. Ben izledim çok güzel, siz de izleyin diye programlarında tavsiye etseler, köşelerinde falan yazsalar fena mı olur? Çünkü bu ülkede sinema ile uğraşan, hayatını sinema üzerine kurmuş insanlar var.

Zaten bizim ülkemizde medyanın insanlar üzerindeki harekete geçirici gücü yadsınamaz. Medyanın ticari filmlere verdiği desteği biraz da alternatif filmlere verme zamanı geldi sanırım, ne dersiniz?

Elbette. Bu filmlere destek sadece Kültür Bakanlığı’nın para vermesiyle olmaz. Bu tür filmleri destekleyecek en önemli güç medya denen mekanizmadır. Filmi sanatsal içeriğinin iyi ya da kötü olması ayrı bir konu ama bu pazarlama konusunda tüketim toplumunda insanların ilk baktıkları şey markadır, tanınmışlıktır. Hepimiz açık olalım, ünlü bir köşe yazarı bir şey yazdığı zaman “Aaa ne yazdı acaba?” diye okuyoruz. Ya da iyi bir sinema yazarı bir film hakkında yazdığında merak ediyoruz ve gidip izliyoruz. Yazarın yazdığına katılırsın – katılmazsın ayrı, ya filmi beğenirsin – beğenmezsin o da ayrı. Ama onu orada görüp okumak Türkiye’de önemli. Ben bu konuya çok hassas bakıyorum. Çünkü hiç kimse bir filmi sadece festival izleyicileri izlesin, eleştirmenler beğensin, yurt dışından ödüller alıp geri gelsin diye çekmez. Bunun hiç kimseyi tatmin ettiğini düşünmüyorum. Hayata dair bir şeyler yapıyorsunuz. Söyleyecekleriniz var. Bunun illâki siyasi film olması da gerekmiyor. Fakat bu seyirciye ulaşamıyor. Burada çok tuhaf bir ikilem değil mi? “Beş Vakit” Avrupa’da en iyi beş film arasına giriyor ve Türkiye’de seyirci çekmiyor. Nedenini ben bilemiyorum, anlamıyorum. Bir bileni vardır herhalde!

“Sonbahar”da ise bu süreç kendiliğinden gelişti. Haftalardır hangi gazeteyi açsanız filme dair bir ize rastlıyorsunuz…

Evet, yani bunu ben de tam olarak açıklayamıyorum. Dışarıdan bakıp yorumlamaya çalışırsam şöyle bir çıkarım yapabilirim; filmden herkes farklı bir şey çıkarmış, filmin başarısı sanıyorum biraz da burada saklı. Bir de ekibin başarısı elbette, çünkü bu kadar çok eleştirmenin hemfikir olduğu çok az film var. Bir de “sanatsal film” denen kavram -ben bu kavrama asla inanmıyorum- Türk izleyici içinde kendisine pek yer bulamıyordu. Biz bu kavramı zorlamaya başladık. Geçen bir yazı okudum çok hoşuma gitti, “Onur Saylak ile Serkan Keskin oyunculuklarını bir kenara bırakıp karakterleri ve hikâyeyi alıp dağa çıkmışlar. O yüzden başarılılar” gibi bir eleştiri vardı. Bu çok hoşuma gitmişti. Ama yine de bunu en iyi izleyici cevaplayacaktır. Yani ben neyi başardığımızı tam olarak adlandıramamakla birlikte demek ki bir şeyi başarmışız diye düşünüyorum.

Yusuf çok bıçak sırtı bir rol. İnsanları ağlatıp sızlatmaya öyle yatkın ki. Bu ince çizgiyi korumak zor olmalı…

Oynarken biz bunun üzerine çok düşündük. Çünkü Yusuf insanları ağlatıp sızlatmaya çok yatkın gerçekten ama biz bunu yapmak istemedik. Ajitasyona yer vermemeliydik, vermedik de. O zaman anlatmak istediğimizden çok farklı bir yere gidecekti. Ben de, anne de, Mikail de, Elka da… hepimiz role mümkün olduğunca uzak kalmaya çalıştık.

Role hazırlanırken izlediğiniz Hüseyin Karabey’in F Tipi Cezaevleri ile ilgili belgesel filmi “Sessiz Ölüm” Yusuf karakterini şekillendirmenize nasıl etki etti?

“Sessiz Ölüm” tüyler ürpertici bir belgesel. Herkese izlemesini tavsiye ediyorum. “Sessiz Ölüm” sadece Türkiye değil Amerika, İrlanda, İspanya gibi farklı ülkelerden F tipinde kalmış ve çıkmış bir sürü insanın yer aldığı bir belgeseldi. İnsanların insanlıktan nasıl çıkarıldıklarının belgeseli. O insanlar konuşuyor ama gözleri, mimikleri, tavırları öyle başka ki! Yani bunu en iyi izleyerek anlayabilirsiniz… F tipleri tamamen insanın ruhunu emmek üzerine yapılmış bir sistem. Yoksa hapishaneler hep vardı, olmayada devam edecek. Ama o insanların bu şekilde işkence aracı olarak kullanılması insanlık dışı.

Özcan Alper bir söyleşisinde “Ben gittiğim ülkelerde önce hapishaneleri soruyorum. Hapishaneler o ülkede hukuk sisteminin ne kadar işlediğinin, toplumun vicdanının nerede durduğunu gösteren yerlerdir” demişti.

Evet evet, çok doğru çünkü bu insanın insana yaptığı bir şey. F tipini tasarlayan da bir insanoğlu. Bir takım insanlar bunu tasarlıyor, birileri inşa ediyor ve birileri de uyguluyor. Zaten şöyle bir şey vardır; insan bilmediği ve duymadığı sürece normal karşılar. Yani F tipinin gerçekte ne olduğunu bilmeyen bir insan “Ne fark eder ki cezaevi işte diyebilir”. Daha bizlerin bile farkına varamadığımız nice nice şeyler vardır eminim. Ama birileri size o hapishanenin ne olduğunu anlattığında -hani demin dedik ya tavır almak, karşı çıkmak- işte bunları duyduğunuzda ona göre bir tavır alıyorsunuz. Taraf olmak durumunda oluyorsunuz.

Zaten filmlere uygulanan sansürler, yasaklamalar daha fazla insanının farkında olmasını engellemek adına yapılıyor…

Birilerinin bundan rahatsız olması kadar daha doğal bir şey var mı? Şu anda yapılmaya çalışılan şey daha doğrusu bütün topluma yapılmaya çalışılan şey: her şeyin çok güzel olduğu ve daha güzel olacağı kandırmacasına herkesi inandırmaya çalışmak. İktidar her zaman kendisine karşı geleni yok etmek ister. Ne kadar insan bunu görür, duyarsa kârdır mantığını uygular. Bu da Özcan Alper, Hüseyin Karabey, Kazım Öz gibi isimler için daha tetikleyici oluyor. İnadına yapmaya dönüyor iş. İşte bizler de her zaman buna karşı durmaya ve üretmeye devam edeceğiz.

Hüseyin Karabey’in “Gitmek” filminin başına gelenler gibi. Zaten kendisi bunları önceden tahmin ediyormuş gibi; “Günümüzde Kürt karakterler hep terörist ya da töre cinayeti işleyen taraf oluyor.” demişti. Ama gelin görün ki “terör var; Bir Türk kızının Kürt erkeğine aşık olması iyi olmaz” diyor Kültür Bakanlığı.

Hiç şaşırtıcı değil. Bunlar hep yapıldı ve yapılmaya devam edecektir. Bir kere Kültür Bakanlığı destekli bir filmin yine Kültür Bakanlığı tarafından bir festivalden çıkarılması kadar komik bir şey olabilir mi? Başta diyorsun ki “Tamam bu filmi yapabilirsin” sonra film Türkiye’de vizyona giriyor, yurt dışına çıkıyor, ödüller alıyor ve kalkıp “ama biz bu kadarını beklemiyorduk” diyorsun. Ayrıca bu kadar az tanıtıma, medyada bu kadar az yer bulmasına rağmen Hüseyin’in filmi gişede gayet başarılı. Demek ki her şeye rağmen ilgi duyan bir grup var bu toplumda. Bu seyirci kitlesi bir nebze de olsa bunların sesi olabilir gibi geliyor bana. Tabi yapa yapa ilerleyeceğiz, daha çok yolun başındayız.

Yani gişe bir nevi “Bunlara ilgi duyan var kaç kişi var” sorusunun da cevabı gibi…

Evet, aslında biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü çevremizdeki insanlar da hep bu filmlerle âlâkalı insanlar. İşte hepimiz aynı dergileri okuyan, aynı filmleri izleyen insanlarız. Bu dediğiniz şey biraz da bunu gösteriyor galiba. Kaç kişi bunlarla ilgileniyor? Meselâ “Beş Vakit” gibi muazzam bir film çekildi. Toplam seyircisi on beş – yirmi bin arasında sanıyorum. Tabutta Rövaşata, Kader… bu filmler bizim üniversite çağımızda “Aman tanrım” diyerek sinemaya koştuğumuz, çıktığımızda da derinden sarsan filmler. Gişelerine baktığımız zaman hep aynı tablo ile karşılaşıyoruz. Bunu aşmak gerekiyor artık. Ne yapılabilir bilmiyorum. Ben ve Özcan, halk ile daha çok bir araya gelmeye çalışıyoruz. Adana’ya, Batman’a gittik. Samsun’a, Trabzon’a gidilecek.

Elka’nın varlığı filme öyle başka bir boyut kazandırıyor ki… Belki yöre halkından bir kız olsaydı bizi bu denli sarsamayacaktı. Elka yaşanmışlıkların izlerini taşıyor.

Film çok gerçekçi bir boyutta ilerliyor. Yusuf’un annesi Gülefer Teyze oralı, birçok oyuncu oralı… Bir Türk de oynayabilirdi o Gürcü karakteri ama Gürcü olmasının bize, seyirciye farklı gelen bir duruşu, farklılığı, doğallığı elbette var. Biz nasıl bir İran, Hint ya da Fransız filmi izlediğimiz de onların mimikleri, tavırları bize nasıl farklı geliyorsa bu da aynı şey. Onların oyunculuğa, metne bakış açısı farklı. Megi’nin Elka’ya bakışı farklı. O insanlar birebir bu olayları yaşamış, yaşadıkları acılar hâlâ çok taze. Sovyetler Birliği zamanında ülkesi, annesi, babası o dönemi yaşamış. Siz bunu dışarıdan birine ne kadar anlatırsanız anlatın o gerçeklik bu boyutta ortaya çıkmazdı.

Onların sosyalizme bakışı bizden çok farklı. Hatta bu kelimenin adını bile duyunca irkiliyorlar. Bu yüzden filmin en etkileyici repliklerinden biri Elka’nın büyük bir saflık ve içtenlikle “En güzel yıllarını sosyalizme mi verdin? Deli misin?” diye sorması…

Bizim üniversitedeki birçok hocamız Gürcüydü. Onlarla sosyalizm ile ilgili konuşurken oradaki yanlış uygulamalardan dolayı o kadar farklı bir bakış açıları olduğunu görüyorduk. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm için konuşuyorum. Teorik olarak değil! Onların çoğu sosyalizm kelimesini ağzımıza aldığımız zaman gerçekten tüyleri diken diken oluyor. Çünkü onlar çok farklı bir durumunu yaşamışlar. Bizim sadece uzaktan seyrettiğimiz bir dönem bu. Algılayamadığımız yaşamadığımız… Arkadaşlarımız kabûl edemiyor, “Olur mu hocam?” diye itiraz ediyorlardı. Onlarsa şöyle diyordu; “Yaşamadan anlayamazsınız”. “Şimdi biz size ne anlatsak, ne söylesek uzak, size çok hoş, romantik bir yapı gibi geliyor”. Filmde ise Yusuf’un yakalamaya çalıştığı sosyalizm ya da değiştirmeye çalıştığı dünya ile Elka’nın bir sonuç olarak yaşadığı sosyalizm arasında dağlar kadar fark var. İşte onun yaşadığı sosyalizm böyle bir cümleyi beraberinde getiriyor.

Alternatif filmlerimizin yurt dışındaki festivallerde başarısına artık aşinayız ancak Sonbahar Türk izleyicisi ve medyası ile buluşabilme açısından da bir dönüm noktası oldu. Peki bu bir sonraki proje için bir stres yaratıyor mu sizde?

Tabii bu hepimiz için geçerli. Bir şeyleri değiştirebilmek için harekete, eyleme geçmek lâzım. Filminizi çok fazla kişiye ulaştıramayabilirsiniz. Filminiz kötü de olabilir. Önemli olan bir daha kalkmak, bir daha yapmak, yine yapmak! Özcan ile biz hep bunu konuşuyoruz. İkinci bir film çektiğimizde bu kadar başarı elde edemeyebiliriz. Bunun bize kötü etki etmemesi lâzım. Tekrar aynı coşkuyla yola devam edebilmek önemli. Şu an tek düşündüğümüz şey bu. Şimdi şöyle yapacağız gibi geliyor; “acele etmeyeceğiz”. Bir de bu aralar hep olumlu şeyleri duymaktansa olumsuz olanlara bakmaya çalışıyoruz. Neleri eksik yaptığımızı görmeye çalışıyoruz. Oyunculuk, yönetim, reji… Didik didik ediyoruz kendimizi. Çünkü bu filmin yetmemesi, bir sonbaharın daha gelmesi gerekiyor. Hatta kışın, ilkbaharın, yazın da gelmesi gerekiyor. Ben kendi adıma söyleyeyim, şu aralar Yusuf’tan uzaklaşmaya çalışıyorum. Yusuf’la birkaç yıl yaşarsınız ama bu sizi geliştirmez. Hayatım boyunca bir Yusuf’u oynadım demek istemem.

Son sorum: Onur Saylak hangi filmleri sever?

Açlık (Hunger) diye bir film var. İrlanda’nın Cumhuriyetçi Askerlerinin (IRA) 1981’de gerçekleştirdikleri açlık grevini yöneten Bobby Sands’in ölmeden 6 hafta önceki hapishanedeki dramatik günlerini anlatıyor. Çok sert, etkileyici bir film. Tanrıkent’i (City of God) izledim geçenlerde. Müthiş bir film. Alman Sineması’nda Kalpazanlar (The Counterfeiters) ve Başkalarının Hayatı (The Lives of Others) çok hoşuma gitmişti. Türk Sineması’ndan da Kader, Tabutta Rövaşata, Mayıs Sıkıntısı, Beş Vakit ve Piano Piano Bacaksız en sevdiğim filmler.

Gizem Ertürk – Onur Saylak

Onur Saylak

(05 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

Bir “Sonbahar”

Ben Karadeniz’liyim (Samsun). Bir gün Trabzon’dan Giresun’a dönüyordum, otobüs İstanbul’a devam edecek, ben Giresun’da inecektim. Giresun’a iki kilometre kala bir yerde yemek molası verdiler, akşam olmuş, güneş batmıştı, mola yerinde beklesem daha çok zaman harcayacaktım, Giresun’a kadar yürüdüm. Mevsim sonbahar olmalı, deniz coşmuş, yürüdüğüm kaldırımın hemen dibinde başlayan kayalara peşipeşine çarparak adam boyunda yükseliyordu… Özcan Alper’in filmine yerleştirdiği dalgalar kadar değildi belki ama sokak lâmbalarının da yanmadığı o sonbahar akşamında, ürkütücü bir keyif veriyordu insana. Askerde ise, son iki ayda bir doktor asteğmen arkadaşla beraber Akçay’da bir evde kalmıştık, sanırım Artvin’li idi. Bir ara yanımıza annesi de geldi, kendi aralarında anlayamadığım bir dil konuşurlardı, Lazca olduğunu söylemişlerdi. Karadenizli olmam nedeni ile lazların şivelerine alışkındım ama, konuştukları dilden hiçbir şey anlamam mümkün değildi.

Sonbahar neyi anlatır, yahut neyi anlatmaz? Sinema bir anlatım dilidir; her tür film için geçerli bir öngörüdür bu ama hiçbir dilin bir tek biçimde kullanımı yoktur. Sinemayı tiyatro ile karşılaştırırlar, temel farklılıkları olduğu için yeterli bir doğru değildir bu ön kabûl. Sinema daha çok müzik ile karşılaştırılmalıdır, yapısal olarak. Edebiyat türleri içinde şiirin ve romanında sinemaya yakınlığı olduğunu birbirini etkileyebildiğini söyleyebilirim. Bu noktada vardığım sonuç (filmi seyrederken edindiğim intiba) Sonbahar’ın daha çok öyküye yakın bir film olduğu. Alper, filmini bir öykü anlatır gibi anlatıyor, öykünün tüm özelliklerini kullanıyor, bu arada dramatik yapıyı (entrikayı) gerilere itiyor, insana yöneliyor. Belirli bir çevrede (coğrafyada) yaşayan, anlatılması zor, sadece yaşayanın bilebileceği günlerden çıkıp gelen, hiçbir problemini (?) çözümleyememiş, uzun süre kafeste kalıp bir sabah dışarıya salınan bir kuş gibi gideceği yeri (yapacağı şeyi) bilmeyen bir insanın boşluğu… Ülkesindeki politik değişim nedeni ile yabancı bir ülkeye gelmiş, ülkesinde bıraktığı kızını özlemle anan, sığındığı daracık bölgede ancak bedenini satabilen (kiralayabilen) bir başka kader yolcusu… Bu insanlar başkaları ile konuşamayacakları şeyleri birbirlerine, ancak birlikteliklerinin ilerlemiş aşamalarında, hiçbir sonuç alamayacaklarını bilerek açarlar. Çözümde aramamaktadırlar. Yusuf, doktora gitmekte ne kadar umursamazsa, Eka çaresizliğine çözümü -ne kadar çözümdür?- kızının yanında arayacaktır. Yusuf verdiği sözü tutacak, TV.de buz pateni seyretmeye dalarak unuttuğu öğrencisine bisiklet alarak kar altında köyüne dönecektir. Yine kargalar ötmüş, yine bir cenaze kalkmıştır (yoksa kalkacak mıdır?) ve aşağıda kasabada Karadeniz, ufkumuzu tamamen kapatan dalgalarla, iskeleyi dövecek, yıkayacaktır…

(01 Ocak 2009)

Orhan Ünser